Emperyalizm tarımı çökertiyor

Ülkeyi yönetenler, son birkaç aydır enflasyonun tek haneli rakamlara düştüğü, her şeyin düzeldiği ve sağlıklı bir ekonomik büyüme sürecine  girildiğinden söz edip, kamuoyuna ne kadar başarılı olduklarını anlatmaya çalışıyorlar.
Ama gerçeğin kendisi öyle değildir. Üstelik, rakamları insanlar yazdığı için, “rakamlar insanı aldatmaz” sözünün de tartışılabileceği ortadadır.
Söylenenlerin aksine, ekonomi, ucuz döviz kurunun sağladığı ithalat olanaklarıyla aldatıcı bir büyüme göstermektedir.
Ucuz döviz, yüksek faiz ve ithalat kıskacındaki bir ekonominin kendi iç dinamiklerini harekete geçiremediği görülmektedir. Yüksek kazançlı yabancı sermaye girişine ve ithalatın yükselişine dayanan bu süreç aldatıcıdır. (Kaldı ki yabancıların mülk edinebilme yasasıyla birlikte, çeşitli ülkelerden yabancıların satın aldığı ev, otel, arazi ve tarım alanlarına ödenen miktarlar da yabancı sermaye girişi olarak hesaplanmaktadır.)
Sonuçta dış borç ve cari açık hızla büyürken, ekonominin iç dinamikleri, ulusal kaynaklar hızla tükenmekte ve işsizlikle yoksulluk hızla artmaktadır.
Tabii ki, böyle bir gelişmenin kaynağı neoliberal ekonomik politikalardır.
Neoliberal politikalar dayatması, kimden gelirse gelsin (ister ABD, ister AB veya IMF, DB, DTÖ), bu, emperyalizmin ta kendisidir. Aralarında nitelik anlamında bir fark yoktur. Onun için bu politikalara teslim olan bir ülkenin karga misali burnunun pislikten kurtulması mümkün değildir.
Uluslararası sermayenin devlet politikası olarak veya kurumları vasıtasıyla (IMF, DB, DTÖ gibi) dayattığı bütün programlar, kanunlar, sözde reformlar, ulusal kaynakları yağmalanması üzerine kuruludur; bu kaynakları tüketmekte, ulusal ekonomiyi çökertmekte, dolayısıyla bağımlılığı, işsizliği ve yoksulluğu artırmaktadır.
Bu büyük tahribattan ulusal ekonominin tüm kaynakları ve dayanakları nasibini alırken, tarım ve hayvancılık da, bu politikalardan etkilenen sektörlerin başında gelmektedir.

GEÇMİŞTEN BUGÜNE…
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, emperyalistler, 1990’lı yılların başlarında yeni dünya düzeni (YDD) anlayışını ortaya attı. YDD; barış, adalet, demokrasi ve refahtan herkesin pay aldığı, başlıca çelişkileri çözülmüş bir dünya olarak tarif edildi. Ekonomide, siyasette, uluslararası ilişkilerde, ideolojik ve kültürel alanda yeniden yapılanmaya gidildi. Serbest piyasa ekonomisi, tüm ekonomik sorunların çözümü olarak gösterildi. “Sermaye en yüce değerdir”, “Bütün değerlerin yaratıcısı sermayedir. İşçiler, emekçiler, köylüler tüketicidirler, yüktürler” anlayışı benimsendi. Kamu hizmetlerinin tümünün özelleştirilip piyasaya açılması devri başladı. KİT’ler özelleştirilir veya “önce özelleştir sonra işlevsizleştir” uygulamalarıyla karşılaşırken, tarım alanında, EBK, SEK, YEMSAN, ORÜS, Şeker Fabrikalar AŞ, TİGEM, gibi kurumlar özelleştirilme kapsamına alındı.
Aslında bu gelişime, uzun dönemdir planlanan ve uygulamaya sokulmak için uygun zaman kollanan bu politikanın gerçekleşmeye başlamasının ifadesiydi.
Şöyle ki; 2. Dünya Savaşı sonrası, Türkiye tarımının mekanize edildiği, yani üretime tarımsal alet ve makinaların girdiği, üretimin arttığı, desteklerin yapıldığı, aynı zamanda, pazar olarak da dışa açıldığı bir dönemdi.
Ürün destekleme kapsamı genişletilmiş, girdi desteği ve kredi kullanımı artmış, ekilebilen toprak miktarı da büyümüştü. (16 milyon hektardan 24 milyon hektara büyüme gerçekleşmişti.)
Aslında, o yıllar, DP iktidarıyla birlikte, ABD ile ikili antlaşmaların yapıldığı, bağımlılık ilişkilerinin, borçlanmanın da başladığı yıllardı .
Ama 2. Dünya Savaşı’nda, Avrupa’nın, savaşın merkezi, ana kıtası olması dolayısıyla, kıtada büyük tahribat yaşanmış, özellikle tarım ürünleri alanında büyük oranlarda ihtiyaç doğmuştu. Dolayısıyla Türkiye tarımsal üretimini artıracak ve Avrupa’nın besin ihtiyacını karşılayacaktı.
’60’lı yıllarda da bu gelişme devam etti. Tarım sektöründe; teknolojinin geliştirilmesi, planlamaya yönelinmesi (DPT’nin kurulması) sulu tarımın artırılması, ürün kapsam ve destek oranlarının artırılışı çalışmaları yapılmış, önemli adımlar atılmıştır.
Ama ’70’li yıllarda biyoloji, genetik ve tarımsal üretimle ilgili teknoloji ve makinalaşmada yaşanan büyük gelişmeler ve yapılan yatırımlar, Avrupa ülkelerini de, sanayi ülkeleri olmaları yanında, aynı zamanda, gelişmiş birer tarım ülkesi haline getirmiştir.
Doğal olarak Avrupa pazarı, üretimde büyük artışlar sağlanmasıyla doymuştur. Zaten iç pazarın doymasının yanında, tarım ve hayvancılığın gelişmesi ve makinalaşmanın mümkün kıldığı yüksek karlılık oranları dayatma olanağı, (verimli geniş arazilere, büyük ve küçükbaş hayvan kapasitesine sahip olması ve yıllardır uygulanan destekleme politikalarıyla) dünyanın en büyük üreticilerinden biri olan  ABD’yi ve giderek de Avrupa ülkelerini yeni pazar arayışlarına itmiştir. Kapitalist emperyalist sistemin temel felsefelerinden biri de “eğer yeterli pazara sahip değilsen, pazarını kendin yaratırsın” şeklindedir.
İşte, Türkiye, genç ve büyük nüfusuyla cazip pazar olmaya aday bir ülkedir. O zaman tarımsal üretimini baltalamak ve giderek dumura uğratmak gerekmektedir! Bütün emperyalistlerin 12 Eylül askeri darbesini desteklemesi boşuna değildir. Demirel döneminde bile uygulamada zorlandıkları 24 Ocak ekonomik kararlarını en kolay uygulayabilecekleri koşullara, 12 Eylül’le kavuşmuşlardır. Her türlü demokratik sesin susturulduğu, partilerin, sendikaların kapatıldığı, işkence ve baskının kol gezdiği, en küçük bir toplumsal muhalefetin baş göstermesine izin verilmediği, cezaevlerinin doldurulduğu, 12 Eylül dönemidir.
24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları, çalışma yaşamındaki birçok kayıpla birlikte, tarımsal alanda da önemli kayıpların hareket ettiricisi olarak, bugün ithalatçı bir ülke konumuna gelinmesinde başlangıç olmuştur.
Tarım girdilerinin fiyatları serbest bırakılmış, (gübre, tohum, ilaç, akaryakıt, traktör, makine vb. girdilere) sürekli zamlar yapılmış, ama bunun karşısında, taban fiyatları düşük tutulmuştur. Herhangi bir tarımsal ürünün fiyatında yükselme mi oluyor, hemen ithalata başvurularak, kontrol politikası izlenmiştir.
“Yüksek maliyet, ucuz ithalat” politikası ile, Türkiye çiftçisi, kendi ürettiği ürünüyle, ABD, AB ve diğer ülkelerden ithal edilen tarım ürünleriyle rekabet şansını yitirmiştir. Bu politikalar, Özal döneminde geliştirilip derinleşerek devam etmiş; dünyada tarım ürünleri yönünden kendi kendine yeten ender ülkelerden biri olan Türkiye, tarım ve hayvancılık ürünleri ithal eden ülke haline gelmiştir.

TARIMDA YOĞUNLAŞAN SALDIRILAR
Geride bıraktığımız 24 yıl boyunca işbaşına gelen hükümetler, emperyalizme göbeğinden bağımlı iktisat ve dış politikalar nedeniyle, bu bağımlılık ilişkilerinin dışına çıkamamış, çıkmaya niyetli de görünmemişlerdir.
Halkın günlük yaşamındaki etkileri bakımından olumsuz olan hangi durum varsa, IMF ve DB’nin dayatmış olduğu politikaları uygulayabilmenin gerekçesi olarak göstermiş; böylelikle halkın desteğini almaya ya da oluşabilecek tepkiler pasifize edilmeye çalışılmıştır.
Yazılı ve görsel medyanın kullanıldığı müthiş bir propaganda bombardımanıyla kitleler yanlış yönlendirilmiş; örneğin tarımsal KİT’ler “kara delik”, desteklemeler “ekonominin yükleri” olarak gösterilmiştir. Toplumun emekçi kesimine tekabül eden bileşenleri, esas düşmanını görüp, emperyalizm ve işbirlikçilerine, IMF ve DB politikalarına karşı birleşme yerine, daha müreffeh bir yaşamın önündeki engel olarak, birbirlerini görme durumuna itilmiştir.
Örneğin esnaf ve memur, ekonominin bir türlü düzelmemesinin gerekçesi olarak, tarıma ayrılan büyük desteklemeleri görür hale getirilmiş ya da köylülere desteklemelerin kaldırılması veya kısıtlanmasının sebebi olarak, her ay ödenen “yüksek” işçi ve memur maaşları gösterilmiştir.
KİT’ler “arpalık” olarak adlandırılmış, KİT’ler, teknolojik yenilenmeleri sağlanarak, verimliliğin artırılması üzerinden kârlılık düzeyinin yükseltilmesi ve ekonominin candamarları işlevini sürdürebilmeleri hedeflenecek yerde, özelleştirme adı altında yok pahasına satılmış, daha sonra kapatılarak, bu alanlar, özel sektörün insafına terkedilmiştir.
Sümerbank satılmış, Bursa Merinos gibi, dünyanın en büyük beş tesisinden biri olan, ilk defa kendi elektriğini üretip dışarıya da verebilen ve dünyanın en kaliteli ve su geçirmez yünlü kumaşlarını üretebilen, 50 bin kişinin korunabileceği  sığınağı olan, bir tesis işlevsizleştirilmiştir. Bugün tamamen yok edilmeye çalışılmaktadır.
Zirai Donatım Kurumu ve Toprak Sulama Teşkilatı kapatılmıştır. Özelleştirme ve kapatmalarla birlikte, tarımsal alanda, kamu kurumu diyebileceğimiz hiçbir kurum ayakta ve işler halde kalmamıştır.
TİGEM’ler de, uzun dönemli kira yöntemi tercih edilerek, yok pahasına yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekileceği günü beklemektedir.
4572 sayılı Birlikler Yasası ile 16 birliğin tüm destekleri kaldırılmış, hatta, yüksek faiz politikalarıyla, borçlu hale getirilen Birlikler’in tüm fabrika ve diğer kaynaklarına el koymanın yolu açılmıştır. Türkiye’nin en önemli tarıma dayalı sanayi kuruluşları yabancı tekellerin eline geçmiştir.
Örneğin, zeytinyağı üretiminde Komili, Sırma, Yudum gibi tüm firmalar, kısacası zeytinyağı üretim ve pazarının % 80’i, para spekülatörü Soros’un firmalarının eline geçmiştir. Zeytinyağı pazarının ve sanayiinin %20’sini elinde bulunduran TARİŞ, uluslararası tekellerin hedefi halindedir. Onun için TARİŞ’e, Zeytinyağı Birlik seçimlerine kadar müdahale edilmekte; Birlik’i güçsüz düşürmek için, izlenen diğer birçok yöntemle birlikte, İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi’ndeki, Ortadoğu’nun en büyük ve dünyanın sayılı zeytinyağı tesislerinden olan tesisin fabrikasını hedef alan baskılar yoğunlaştırılmakta, 57. Hükümet döneminden bu yana, DB, tüm hükümetlere baskı yaparak, “bu tesisi ya satın ya da kapatın” diyebilmektedir.

PANCAR VE ŞEKER ÖRNEĞİ
Diğer yandan Şeker Yasası’yla, Türkiye’de pancar ve şeker üretiminin engellenmesi resmen yasalaştırılmıştır. 27 Haziran 2003 tarihi itibarıyla, şeker fabrikalarının satış süreci başlamıştır. 1998 yılında başlayan kota uygulaması, pancar üretiminin kontrol altına alınmasını amaçlıyordu. Nisan 2001’de Şeker Yasası’yla birlikte, kota uygulaması, şeker üretiminde de uygulanmaya başlandı.
Ülkenin içsel üretim dinamikleri, IMF ve DB’nin dayatmalarına bağlı olarak üç-beş milyar dolar için felç edilirken, nişasta bazlı şeker üretimi, 234 bin tondan, Bakanlar Kurulu kararıyla, 2003-2004 dönemi için 351 bin tona çıkarılmıştır. Bush-Erdoğan görüşmesinde dayatılan, dünyanın en büyük tarım tekellerinden Cargill’in sorununun çözümü talebi, bu tekelin mevzuatla ilgili karşılaştığı sorunların çözülmesinin yanında, pazar payının da arttırılmasıyla zaman geçirilmeden karşılandı.
Nişasta bazlı tatlandırıcı üreten Cargill’in mısır nişastası için hammadde ihtiyacını karşılamayı da, Bakan Unakıtan’ın mısır ithal eden oğlunun üstlendiğini, milyonlarca dolar kazanıp, Türkiye tarımının ve tarıma dayalı sanayiinin batmasına katkıda bulunduğunu, artık Türkiye’de herkes biliyor.
Halbuki pancar üretimi ve şeker sanayii, aileleriyle birlikte 5 milyon çiftçiyi, 25-30 bin dolayında işçi ve bu sektördeki diğer çalışanlar ve etkilenenlerle birlikte, 10 milyon dolayında insanımızı, doğrudan ilgilendirmektedir.
Türkiye’de özele ve kamuya ait 30 şeker fabrikasının 2,5 milyon ton dolayındaki şeker üretimi, 2003 yılı itibarıyla, 1,7 ton dolayına düşürülmüştür. Pancar alımlarında tüccarlar devreye girmiş, kota uygulamasıyla üretebileceği ürünü belli olan çiftçiler, belirtilen rakamın üzerindeki ürünlerini ucuza vermek zorunda bırakılmış, tüccarlar, daha sonra bu “fazla”yı yüksek kârlarla ilgili kuruluşlara satar kılınmışlardır.
Pancar ülke sanayiinin lokomotifi görevini yerine getirirken, şeker fabrikaları, istihdam yaratma ve bölgesel kalkınmaya katkı sunma açısından örnek oluşturuyordu. Pancarın küspesinin de, iyi bir hayvan yemi olması dolayısıyla, ayrıca bir katkısı oluyordu.
Dünyanın şeker ihraç eden ülkesi olan Türkiye, bugün artık şeker ithal eden ve topraklarında yabancı tarım tekellerinin nişasta bazlı tatlandırıcı ürettikleri, mahkum edilmiş, üreticisi işsiz ve yoksul bir ülke haline getirilmiştir.
Pancar ve şeker üretiminde tezgahlanan oyun, tütün üretimi ve tekel üzerinde de oynanmıştır. Bugün Türkiye’de sigara içen insan sayısının 30 milyon dolayında olduğu söylenmektedir. Sigara içme yaşı 13’lere kadar düşmüştür. Bu, uluslararası tütün ve sigara tekelleri için büyük ve kârlı bir pazar anlamına gelmektedir.
Bu pazarı ele geçirmek için tütün yasasını çıkartmışlardır. 2001 Şubat Krizi’nden sonra, IMF’den istenen 3 milyar dolar karşılığında, 57. Hükümetin önüne konan 52 maddelik stand-by antlaşması, örneğin bunun için dayatılmıştır.
Bunun içinde “15 günde 15 yasa” vardır. Birlikler Yasası, Şeker Yasası, Tütün Yasası, orman alanlarının özelleştirilmesi ile ilgili yasa, tarım alanlarının tahrip olmasına yol açacak olan Maden Yasası, Yabancıların Mülk Edinebilme Yasası (59. Hükümet döneminde yasalaşan bu yasanın kabul edilmesinden bu yana çok zaman geçmemesine rağmen, tüm Türkiye topraklarının binde üçü yabancıların mülkiyetine geçmiştir.
Tütün Yasası’yla birlikte tütün üretiminde var olan kota uygulamaları arttırılmış, 2,5 milyon kişiyi yakından ilgilendiren tütün üretimi durma noktasına gelmiş, 500 büyük sanayi kuruluşu içinde önemli yeri olan TEKEL’in parçalanarak satılmasının önü açılmıştır. Sigara pazarının % 80’i yabancı sigara tekellerinin eline geçmiştir. Bu yasanın çıkmasında büyük “lobi” faaliyetleri yürüten Sabancı ve Koç grubunun bu sigara tekellerindeki %5-7’ler düzeyinde olan ortaklığı ise, işbirlikçi politikaların mükafatı olarak, züğürt tesellisinden başka bir şey değildir.
Sabıkalı Tarım Tekeli Cargill’le Cola Turka’yı ortak üreten Ülker’in başbayiliğini Erdoğan’ın oğlunun yapması da, aynı anlayışın başka şekilde kendini göstermesidir.

TARIMSAL ÜRETİM DÜŞMEKTEDİR
Bu örnekleri çoğaltılabiliriz ama, genel bir gerçek var: Türkiye’de tarımsal üretim düşmüş, ekilebilen araziler azalmıştır; 1980 yılında tarım sektörünün GSMH içindeki payı % 24.8 iken, bu oran, 2003 yılında % 13,8’e gerilemiştir. 2004 sonunda daha da düşeceği şimdiden görülmektedir.
Bu politikalar dayatıldığından itibaren, bazı ‘uzmanlar’ ve sözüm ona ‘bilim adamları’ (ismi ve unvanları ne olursa olsun) sahibinin sesi görevini üstlenmişlerdir.
Bunlara göre Türkiye’de tarımla uğraşan kesimin genel nüfus içerisindeki payı, % 34-35’lerdedir. Bu rakam çoktur, bu oran, AB ve ABD’de %3-5’ler dolayındadır. Dolayısıyla, Türkiye’de de düşürülmelidir. Rakamlar doğru kabul edilse bile, bu rakamları dayanak yaparak, uygulanan tarım politikalarının savunuculuğu olanaklı mıdır? Üstelik, şu gerçekler görmezden gelinebilir mi?
– AB ülkelerinde tarımla uğraşan % 3,5 dolayındaki kesim, ülke topraklarındaki tarım arazilerinin % 80’nin yüzerindeki bölümünü işleyebilmektedir. Bizde bu oran çok düşüktür.
– Türkiye sanayi devrimini yapmamış bir ülkedir, her ne kadar sanayileşmede önemli adımlar atılsa da, istihdam sorunu çözülememiştir, dışa bağımlı ekonomik politikalar ve sistemin kendisi bunun önünde engeldir.
– Tarımla uğraşan % 34-35 dolayındaki nüfusun % 90’ı ilkokul mezunudur. Dolayısıyla eğitimden geçmeden başka bir işte çalışabilmesi olanaklı değildir. Genel nüfusun zaten büyük bir bölümü şehirlere göç etmekte, üç büyük şehirde neredeyse nüfusun üçte biri yaşamaktadır. Bu durum, çarpık kentleşmeye ve inanılmaz bir işsizler ordusuna yol açmaktadır.
Onun için –örneğin sanayiin gelişmesi ve tarımdan sanayie kaynak aktarılması gerekçesiyle– tarımla uğraşan nüfusun azaltılması politikası, tarımın bitirilmesi, üretimsizliğe zorlanması; koşulsuz IMF politikalarını uygulanması ve kırsal kesimde işsizliğin, yoksulluğun, açlığın artmasından başka bir işe yaramayacaktır.

“DOĞRUDAN GELİR DESTEĞİ”
Bir ülkeyi tarım ürünleri yönünden açık pazar haline getirmenin birinci yolu, o ülkede üretimi önleyici uygulamaları devreye sokmaktır. Türkiye’de üretimi engelleyen; şimdiye kadar anlattığımız uygulamaların yanında, “Doğrudan Gelir Desteği” (DGD) denilen, IMF ve DB’nin, desteklenmelerin kaldırılarak onların yerine dayattığı projedir. Bu uygulama, üreteni değil, tapuyu belgeleyeni desteklemekte, dönüm başına 13,5 milyon TL. ödeme yapılmaktadır. Binlerce dönüm arazisi olanlar, hiç ekip biçmeden bu parayı almakta, üstüne, tarlasını kiraya vermektedir. Gerçek anlamda üretim yapan, desteklenmemektedir.
Halbuki bunu dayatan ülkeler, kendi üreticisine, ürettiği ürünün karşılığında kilo başına destekleme primi vermektedirler.
Kaldı ki, bu uygulamanın doğruluğunu savunanlar, DGD’lerin de, neden 2005 yılında sona ereceğini anlatamıyorlar. 2005 sona erecek olan DGD’ler, desteklerin tamamen kaldırılması için ara geçiş dönemi uygulamasıydı. Tepkileri susturmak için başvurulan bir yoldu. Esas niyetinde üretimi engellemek vardı. Nitekim, tarım girdi fiyatlarının yüksekliği, taban fiyatlarının düşük tutulması gibi nedenlerle birlikte, DGD’ler de hububat üretiminin önemli ölçüde azalmasına götürmüştür.
Bunun sonucunda, Türkiye’de üretilen hemen tüm ürünlerin üretiminde (buğdaydan pamuğa, mısırdan fındığa, pancardan tütüne kadar) azalma olmuş veya çok nadir olarak, bazı ürünler azalmamış, ama, yerinde saymıştır.
Üretimin azalmasıyla birlikte; ithalat her geçen gün artmış, ithalatçılar kazanırken, üretici yoksullaşmıştır.

HAYVANCILIK
Hayvancılıkta da durum farklı değildir. EBK, SEK, YEMSAN’ın özelleştirilmesi, yemin pahalı, sütün sudan ucuz olması, zirai kredi faizlerinin yüksekliği, bilimsel çalışma ve desteğin üreticiye yeterince verilmemesi, hayvancılıkta da büyük tahribatların yaşanmasına yol açmıştır.
1984’te 975 bin ton olan kırımızı et üretimi, bugün 900 bin tonun altındadır. Küçükbaş hayvan varlığı (koyun) 40 milyondan 25 milyona, büyük baş hayvan varlığı (sığır) 13 milyondan 9 milyona düşmüştür. Et açığı her yıl katlanarak artmaktadır.
Ülkemizde beyaz et tüketimi, kişi başına, yıllık, 12 kg, yumurta üretimi ise 135 adettir. Bu rakamlar, gelişmiş ülkelere göre çok gerilerdedir.
30 temmuz 2004 tarihinde DTÖ, 1 Ocak 2006 tarihinden itibaren gümrük duvarlarının ve fonların kaldırılması kararı almıştır. Bu durum, Türkiye açısından daha büyük yıkıma yol açacaktır.
Yıllardır uygulanan IMF politikalarıyla canlı hayvan ve et ithalatının serbest bırakılması, Türkiye’de hayvancılığı gerilettiği gibi, halkın gıda güvenliğini ciddi anlamda tehdit etmiştir. Evine ayda 1 kg et götüremeyen ailelerin sayısı küçümsenmeyecek kadar yüksektir.
Halkın ucuz protein ihtiyacını sağlayabilecek ürün olan balık da, yanlış avlanma, denetimsizlik, deniz kirliliği gibi nedenlerle yeterince bu işlevi yerine getirememektedir. Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili olmasına ve av yasağı kalkmasına rağmen, yeterince bolluk yoktur ve fiyatlar yüksektir. İthal Norveç uskumrusu balık tezgahlarında alıcı beklemektedir.

TARIMDA LİBERALİZASYON
Kısacası, tarım ticaretinin liberalizasyonu Türkiye’yi çıkmazın içine sokarken, her türlü tarımsal ürünü, ete, peynire, balığa kadar her şeyi bize satabilen gelişmiş ülkeler, kendileri için her alanda büyük bir pazar yaratmanın keyfini sürdürmektedir.
Bu neoliberal politikalara devam edildiği sürece, ki devam edileceği görülüyor, şu ana kadar yaşanan olumsuzluklardan çok daha büyük felaketlerle karşılaşacağımız apaçık ortadadır.
Dünyanın en büyük fındık üreticisi olan Türkiye’de fındık fidanlarının sökülmesini savunan politikaların halen arkasında durmak, işbirlikçi olmaktan da öte, ihanetle özdeştir.
Dün Gümrük Birliği anlaşmasını tek taraflı imzalayanlar ve bugün bu anlaşmanın kaliteyi artırdığını söyleyenler (sanayi üretiminde kaliteyi artırdığını söylüyorlar), bu anlaşmadan dolayı, Türkiye’nin şimdiye kadar 60 milyar dolar zarara uğradığını unutuyorlar.
Buğdayı, mısırı, soyayı, kuru fasulyeyi, mercimeği, eti, peyniri, meyveli yoğurdunu (Danone), sıvı yağını, pamuğu (Türkiye, geçen yıl 900 milyon dolarlık pamuk ithal etmiştir), yününü, ipliği, şekeri, tütünü, sigarayı dışarıdan alan bir ülkenin geleceğinden nasıl bahsedilebilir ki?
300 milyar doların üzerinde iç ve dış borç, her ay katlanarak artan dış ticaret açığı rakamları, bu neoliberal politikaların sonucu değildir de, nedendir?

TARIMDA İTHALAT
Tarım alanında yaşanan üretim düşmesi, hatta üretimsizlik, ekilebilen toprak miktarının azalması, yüksek maliyetler, desteklemelerin kalkması, ithalatın sürekli artması, bu ekonomik tablonun önemli nedenlerinden biridir.
Tarım sektörü stratejik bir sektördür, bir ülkenin doğrudan gıda güvenliğini ilgilendirir. Yemeden içmeden yaşama olmaz, ama bir elbiseyi birkaç yıl giymekle kimse sağlığını kaybetmez. Onun için, bu stratejik sektörde dışa bağımlı olmak, bir ülke açısından, tercih edilebilecek bir durum değildir.
Tarımda ithalat 4 milyar doları bulmuştur. 3 kasım 2002 seçimlerinden önce, bazı siyasi partilerin, programlarında, tarımı ayağa kaldırmak ve bu sektörü yeniden organize etmek için 2 milyar dolar ayıracaklarını söylemelerini, yani tarımı 2 milyar dolarla ayağa kaldıracaklarını ileri sürmelerini hatırlarsak, tarım ürünleri ithalatına harcanan 4 milyar doların büyüklüğünü daha iyi anlayabiliriz. Bu miktar, üretici çiftçinin desteklenmesine, tarıma dayalı sanayiinin teknolojik anlamda yenilenmesine ve yeni yatırımlara harcansa, ithalatçı bir ülke olmaktan, ihracatçı olmaya doğru bir gelişim gösterilebileceği gibi, işsizlik sorununun çözümünde de, özellikle kırsal kesim açısından önemli mesafeler katedilebileceği açıktır.
Doğanın Türkiye’ye sunduğu zenginlikler, iklim koşullarının uygunluğu ve çeşitliliği (bazen, aynı anda, ülkemizde dört mevsim yaşanabiliyor) açısından,  dünyada tarıma bu kadar uygun çeşitlilik ve yeterli kaynak ayrılıp iyi organize edildiğinde olumlu sonuç alınabilecek başka kaç ülke vardır?
Türkiye’nin hiçbir komşu ülkesinin, iklim koşulları itibariyle, bizdeki ürün çeşitliliğini, miktarı ve kaliteyi yakalamaları mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye, tarım ürünleri ve işlenmiş ürünler açısından bölgenin gıda ambarı ve en büyük ihracatçısı olabilir.
Ama yıllardır dışa bağımlı IMF politikaları nedeniyle bırakın bu tablonun gerçekleşmesini, Türkiye komşu ülkelerinden tarım ve hayvancılık ürünleri ve gıda maddeleri ithal eder hale geldi. İran’dan, Bulgaristan’dan, Romanya’dan ucuzluğu gerekçesiyle, tarım ürünleri ithal edilmektedir. Türkiye’nin hibrit tohum pazarı, İsrail’in elindedir. Tarım girdilerinde (tohum, ilaç, gübre, akaryakıt, makine ve teknoloji) ithalatçı olmak başlı başına bir sorunken, ve bu, küçük üretim başta olmak üzere, ürün maliyetini artırıp dünya piyasalarında rekabet şansını azaltır ve sorunun çözümü için kaynak ayırılıpp yatırımlar yapılması gerekirken; IMF programları doğrultusunda, bunlar yapılmayıp üretim engellenmekte, ithalat teşvik edilmektedir.
ABD, resmi görüşmelerde, et ve bazı tarım ürünleri ithalatının önündeki kotaların kaldırılması için talepte bulunmakta, Türkiye’yi DTÖ’ye şikayet edeceği tehdidi savurmaktadır.
Sonuç olarak, Türkiye uluslararası sermayenin ablukası ve kuşatılmışlığı altındadır. Neoliberal politikalar, IMF ve DB dayatmaları devam etmekte, Türkiye tarımının tasfiyesi planlanmaktadır. İthalat artışı, dış ticaret açığını artırmaktadır. Dış ticaret açığı, daha fazla borçlanmaya, dışa bağımlılığa, uluslararası sermayenin ülke ekonomisi üzerindeki etkisinin artmasına yol açmaktadır. Bu kontrol arttıkça, yeraltı, yerüstü kaynaklarından daha fazla pay isteyen emperyalistlerin talan ve sömürüsü, iç ve dış politikalarda bağımlılık ilişkileri katmerlenmektedir.

YAPILMASI GEREKENLER NELERDİR?
Mevcut sistem partilerinin bu neoliberal politikalara ne karşı çıkma diye bir dertleri ne de mecalleri vardır. Aksine onlar izlenen politikalarla Türkiye’nin önünün açıldığını, dünyaya daha kolay entegre olunacağını savunmaktadırlar.
Dünyaya entegre olma denilen şey, aslında, dünyanın, uluslararası sermayenin, isteği doğrultusunda yeniden düzenlenmesi (örneğin, gümrük duvarlarının tamamen kaldırılması, kamusal içerikli en küçük bir yapının dahi kalmaması vb.) ve işbirlikçi sermayenin bu yeniden yapılanmanın bir parçası olmasından başka bir şey değildir.
Yaşamın her alanında olduğu gibi, tarım alanında da, bu politikaların hedefi durumundaki üretici köylülüğün (özelikle yoksul ve topraksız köylülükle, sermaye politikalarına uyum gösteren bir avuç büyük toprak sahibi dışındaki orta köylülüğün) örgütlenip mücadele etmekten başka seçeneği yoktur.
Evet, üretici köylülüğün örgütlenme ve mücadele geleneği açısından zaafları vardır. Yıllardır düzen partilerinin, özellikle “merkez sağ” partilerin oy deposu işlevini sürdürmüşlerdir. Ama son dönemlerde yaşanan çözülme, ayrışma ve bölünmeler, bu kesimde de yaşanmaktadır. Küçük ve orta köylülük giderek yokolmakta, mülksüzleşmekte ve yoksullaşmaktadır. Verimli topraklar, durumu daha iyi olanın, tarım tekellerinin ya da yabancıların eline geçmektedir.
Aslında üretici olan kesim küçük ve orta köylülüktür. Büyük toprak mülkiyetini elinde bulunduranlar, DGD paralarıyla haksız kazanç elde ederken, ayrıca topraklarını da kiraya verebilmektedir. Binlerce dönüm arazinin mülkiyet bildirimiyle DGD parası alanların, üretim diye bir sorunları yoktur. Üretim yapanlar da, ürettikleri dönemde yaptıkları masraflarla, hasat döneminde kazançlarını karşı karşıya koyduklarında, çoğu zaman, gelirler giderleri karşılamamaktadır. Bunun sonucunda, bu kesim üretimden kopmaktadır. Birçoğu tarlasını, traktörünü satmakta, kente göç etmektedir. Bir kısmı da yarı aç yarı tok üretici olmakta direnmektedir.
Yoksul, küçük ve orta köylülük, özellikle son yıllarda uygulanan IMF dayatması tarım politikalarının sonuçlarıyla nedenlerini yaşayarak öğrendi. Yetmiş yıllık gelenekleriyle, tercihleriyle çelişkiye düştü. Şaşkınlık geçirerek, öfkelendi arayış içerisine girdi. İki-üç yıl önce bir avuç köylü önderinin çabasıyla Trakya’da kurulan Üretici Köylü Sendikası’nı sevinçle coşkuyla karşıladı ve sahip çıktı. Öyle ki, örgütlenmeyi yürüten sendikanın merkez yöneticileri, gittikleri hiçbir yerden eli boş dönmedi, hatta bazen, örgütlenme istek ve çağrılarına cevap veremediler.
Kuşkusuz bu durum, bazı siyasi parti ve grupların, devlet yetkililerinin gözünden kaçmadı. Bu siyasi parti ve gruplar, “bu durumu biz daha önce niye göremedik, büyük köylü potansiyelinin örgütlenme hamlesinin başında biz niye bulunamadık” diye telaşa kapıldılar. Tür Köy Sen’in örgütlenme çalışmasının olduğu birçok yerde, alelacele köylü kurultayları örgütlenmesine çalıştılar. Niyetleri ne olursa olsun, bölücü konumuna düştüler, kafa karışıklığına yol açıp, objektif olarak, anti-emperyalist köylü hareketi ve örgütlenmesini zaafa uğrattılar. Hatta bazı yerlerde bu örgütlenmenin açıkça karşında yer aldılar.
Devlet kurumları (valilikler, kaymakamlıkların vb.), “yasaya göre köylü sendika kuramaz” diye engellemeye çalıştılar. Sendika hakkında kapatma davası açtılar. Yasalarda “üretici köylü sendika kuramaz” diye bir madde olmamasına rağmen, mahkemeden kapatma kararını çıkarttılar.
Tabii ki, burada sorun ve gerekçe, suyun yüzünde göründüğü kadar değildi. Esas sorun, 30 milyon üretici köylünün örgütlü bir güç haline gelmek için attığı adımın ulaşabileceği boyutlardan duyulan korkuydu. Üretici köylü; yıllardır sistemin bel kemiği idi, uysal, devletine, milletine bağlı, vur ensesine al ağzından lokmasını” “cinsinden”di. Üstelik, cahil, kolay yönlendirilebilen, yedeklenebilen insanlar topluluğuydu. Tüm bu özellikleriyle köylülüğü “bozacak” sendikalaşma işi de nereden çıkmıştı!
Şimdi bu köylülük, IMF’ye, emperyalizme, uygulanan tarım politikalarına karşı olduğunu söylüyor, örgütsüz ve dağınık halden kurtulup, talepleri etrafında bir araya geliyor, sendika kurup örgütlenmeye çalışıyordu. Üstelik, şimdiye kadar ağırlıklı olarak oy verdiği düzen partilerini eleştirmeye başlıyordu.
İşte bu gelişme sermayeyi, parti ve kurumlarını ürküttü; daha işin başındayken, sendikaya kapatma davası açılarak, etkisi kırılmaya çalışıldı. Belirli ölçüde de olsa, üretici köylü kitlesinin sendikaya yöneliminin önü kesildi. Sendikaya karşı “yasadışı olduğu” kuşkusunun yayılmasına yol açıldı.
Diğer yandan tüm emekçilerin, gençliğin, kamu emekçilerinin, ezilenlerin ve yoksulların, kadınların, üretici köylünün de partisi olan işçi sınıfın devrimci partisi ise; köylü sorunu, emperyalizmle ilişkisi, mücadele ve örgütlenme sorunları üzerinde doğru şeyler söylemesine, bu yönde çalışma yürütmesine rağmen, özellikle yerel örgütlerinin üretici köylünün örgütlenme sorununa yeterince önem vermemesinden kaynaklanan tutumları yüzünden, pratik sonuçları bakımından, söylenenlere uygun çalışmayı, gereken tarzıyla örgütlemede yetersiz kaldı.
Tür Köy Sen’in merkezinin “sapalığı”, merkezle şubeler arasındaki ilişki zayıflığı, ekonomik sorunlar, aidatların, bülten paralarının zamanında toplanamaması, yaygın bir şekilde bülten dağıtımının yapılamaması, tabana dönük eğitim çalışmalarının yetersizliği, sendikanın gündemin önünde olamaması gibi nedenler bir araya geldiğinde, üretici köylünün, emperyalizme ve işbirlikçilerine, IMF politikalarına karşı örgütlenmesinde yeterli mesafe alınamadı.
Ancak, bugün AKP hükümetinin icraatlarına bakıldığında, seçim öncesi verilen sözlerin tutulmadığı, IMF politikalarının tarım alanında aynen devam ettiği, hatta şimdiye kadarki uygulamaların yıkıcı sonuçlarının önümüzdeki aylar ve yıllarda daha derinden yaşanacağı görülmektedir.
Yani çelişkiler, üretici köylü açısından olumsuzluklar artacak ve derinleşecektir.
Bu durumda, bu alandaki güçleri birleştirmek, örgütlenmek ve mücadele etmekten başka seçenek yoktur. Üstelik yaşanmış bir deneyin üzerinden daha sağlam adımların atılmasının bütün koşulları mevcuttur.
Bu nedenle, üretici köylünün sendikalaşma mücadelesinin ileri unsurları, Tüm Üretici Köylü Sendikası’nı (TÜM KÖY SEN) kurmuştur. Tüm Köy Sen yeni bir adımdır. Dersler çıkarılarak, daha kalıcı ve yaygın bir örgütlenmenin yaratılacağı açıktır.
Üretici köylü kitlesi, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde, diğer emekçilerin yanı sıra, işçi sınıfının temel müttefikidir.
Emperyalizmin her alandaki saldırıları püskürtülmeden, vahşi kapitalizmin yok edici sömürü ve talan politikalarına karş,ı onun hedefi olan tüm toplum kesimleri, çalışan emekçiler, işsizler, yoksullar, köylüler, gençler, kadınlar birleştirilmeden, bağımsızlık ve demokrasi mümkün olmayacaktır.
Yapılması gereken bu alandaki çalışmayı küçümsemeden, önemini kavrayarak, büyük potansiyeli ve kitlesel gücü görerek, çalışmaktır.
Bilinçli, sistemli, kesintiye uğramayan bir çalışmayla, bu alanda anti-emperyalist büyük bir mücadele örgütünün doğmasının bütün koşulları vardır. Bu açıdan, özellikle devrimci işçi partisinin yerel örgütlerine, kadrolarına, militanlarına, taraftarlarına önemli görevler düşmektedir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑