Kaygan zeminde siyaset

Türkiye’de “gündem” söz konusu olduğunda herkesin üzerinde birleştiği görüş “gündemin çok hızlı değiştiği”dir. Öyle ki bir hafta önce dünyanın en önemli olayı olarak sunulan bir gelişmenin bir hafta sonra adeta hiç olmamış gibi davranıldığı durumlar az değildir. Bu yüzden de, gündemin “aslı” ve “suni”si, “yapma” olanı ve “doğal” olanı, “kendiliğinden” olanı ve “dayatma” olanı gibi ayrımlar da ayrı bir “gündem maddesi” olarak “gündeme” gelebilmektedir.
Kuşkusuz “gündem” her gün pek çok yanıyla tartışılabilir; ama burada, bu yazının sınırları içinde, Türkiye gündeminin “kayganlığı”nın nedenleri ve bu özelliğin emek güçleri için nasıl önemli olanaklar yarattığı üstünde durulacaktır.
Siyasal mücadele alanı, son tahlilde karşıt sınıflar arasındaki mücadelenin yürütülmesinin ve yönetilmesinin alanı olarak, “somut şartların somut tahlili”ne dayanır. Bu nedenle ekonomi, siyaset, kültür-sanat, toplumsal her alandaki az çok ciddi gelişmeler, siyasette bir yeniden değerlendirmeyi, yeni tutumlar almayı da zorunlu kılar. Bu çok yönlü etkilere açık olmasından dolayı da siyasal mücadele alanı, değişkenliğin en yoğun olduğu mücadele alanıdır. Ancak, Türkiye’de son yıllardaki gelişmelere bakıldığında, olup bitenin, siyasal gündemin, siyasal alanın doğasından gelen hızı çok aşan hızlı değişimlere sahne olduğu gözlenir. Bu yüzden de Türkiye’nin, son yıllarda, gündemin en hızlı değiştiği ülkelerin en başında geldiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Çünkü, iç ve dıştaki, kendi başına alındığında küçük, sıradan sayılacak gelişmeler bile, Türkiye’nin öteki sorunlarıyla birleştiğinde, olağan bir olgu olmaktan çıkıp, bir sansasyon, bir skandal karakterine bürünüp herkesin dikkatlerinin yoğunlaştığı, tüm diğer olgu ve olayları gölgesinde bıraktığı bir “yeni gelişme” halini almakta; kimi zaman bir siyasi demeç, kimi zaman da bir adi suç takibinin ucu devletin en hassas kurumlarına kadar uzanıp kamuoyunu sarsan bir gelişmeye dönüşebilmektedir.
Gelişmeler sadece kendi seyri içinde bir etkiye sahip olması ötesinde medya ve “ilgililer” tarafından yeniden üretilip biçimlendirilerek “önemli açıklamalar” yapılmakta; gazeteler, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” manşetleri atıp, politika, kültür ve ekonomi dünyasının bu gelişmeler ışığında yeniden düzenleneceğine dair fikirler, planlar ortaya atmakta; adının başında “prof.”, “büyükelçi”, ” … uzmanı”, “stratejist” gibi “önemli” unvanlar bulunan kişiler “derin analizler’le bu spekülatif ortamın derinleştirilmesine katkı yapmaktadırlar. Öyle ki, dünyada hiçbir şeyin o “gündemdeki” gelişmeden daha önemli olmadığı gibi bir tablo ortaya çıkmaktadır. Ama, ortaya çıkan, ya da “çıkarılan” başka bir gelişme, bütün bu spekülatif ortamı ve bu ortamda ortaya çıkan sayısız olguyu unutturup, her şeyi yeni başlamış hale getirebilmektedir.
Olaylar ve gündeme getirilen olgular, bu ölçüde sık aralıklarla gerçekleşmesine karşın, her “yeni olay”ın önceki olayla ve olaylarla sanki hiçbir ilişkisi yokmuş da bu gelişme bir “takdiri ilahi”, “ülkenin ve ulusun makûs talihini yenecek gelişmeler bir araya gelmiş” gibi sunulmakta ve bu sefer de önce yazılıp çizilenler hiç yokmuş gibi, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” manşetleri, “önemli” açıklamalar ve “derin analizler” yeniden gazete sayfalarını, televizyon kanallarının programlarını kaplamaktadır.

YOĞUN GÜNDEM VE GÜNDEM SAPTIRMASI
Kuşkusuz ki; bir ülkede gündemin hızlı değişmesi, her yeni gelişmenin toplumun önemli kesimlerini etkilemesi, o ülkedeki egemen sınıflar ve emekçi sınıflar arasındaki çelişmelerin sertleştiğine, uzlaşmazlıkların arttığına işaret eder. Yani bu durum, sistemin, toplumun çeşitli kesimleri arasındaki çelişmelerin üstünü örtme imkânlarını yitirmiş olduğu anlamına gelir. Bu nedenle gündemin yoğunluğu, ortaya çıkan nispeten küçük olayların bile toplumda sarsıntı yaratıyor olması, sınıflar mücadelesi bakımından olumlu etkenlerin elbette başında gelir. Ancak, gündemin yoğunluğu ve pek çok etkeni birden olup biteni etkilemeye başlaması, elbette emekçi sınıfların ve partilerinin politikaya müdahalesini kolaylaştırır. Ama bu durum egemen sınıflara ve onların çeşitli kurumlarına da gündemi saptırma, gündemle doğrudan bağlantısı olmayan konuları gündeme sokma ve bunun üstünden emekçileri bölme imkânını da tanımaktadır. Bu imkân, egemen sınıfların devasa bir propaganda aygıtına sahip olduğu göz önüne alındığında, sermaye güçlerinin emekçilerin gündemini provoke etme olanaklarını da çoğaltmaktadır. Nitekim son yıllarda, askerin gündeme müdahaleleri tamamen, kendi gündemlerini bütün topluma dayatmaları biçiminde olmuş, askerler, askeri örgütleri ve onların imkânlarını kullanarak, “şeriat-laiklik” ekseninde politik gündeme müdahale ederek, emekçiler arasında yeni bölünmeler yaratmayı ve üniversitedeki demokratik muhalefeti YÖK potasında tasfiye etmeyi başarmışlardır. Yine Susurluk skandalı sonrası gelişmeler, toplumun çetelere, kontrgerillaya tepkisi, “şeriata karşı mücadele”nin yedeğine bağlanarak toplumsal tepki saptırılmıştır.
Buradan bakıldığında denebilir ki, 28 Şubat’tan başlayarak askerlerin gündeme müdahale tarzı, son yıllarda Ecevit ve hükümet tarafından da kullanılmış, skandallar, polis ve askeri operasyonlarla gündem belirleme “sivil” hükümetler için de olağan araçlar haline getirilmiştir.
Politikaya yön vermek, skandal-vari müdahaleler, “operasyonlar” biçiminde olunca, politika analizi yapmanın yerini, senaryolar demeti ya da komplo teorilerinden oluşan “senaryolar” alıyor. Habercilik bir manipülasyon, gazetecilik birtakım gizli kaynaklar, “derin kurumlar”, “hassas görev alanlarından alınan “denetlenemez” “bilgilerin” art arda sıralandığı bir “diz dibi gazeteciliğine, “vakanüvisliğe” dönüşüyor. Çünkü politika tarzının değişmesi, yapay gündemin gerçek gündemlerin önüne geçirilmesinin toplumsal muhalefeti, emekçi hareketini yolundan çıkarmanın başlıca yöntemi haline gelmesiyle basın ve TV kanalları önem kazanmış, yalan habercilik arızi ve geçici, ticari ya da çıkar kaygılarından öte bir tutum, bilinçli bir araç, halkı yanıltmaya yönelik organize bir silah olarak kullanılmaya başlanmıştır. Hatta bu tutumun daha da geliştirilerek, burjuva düzen partilerinin, hükümetlerin ve sistemin kamuoyu oluşturan, oluşturabilir olana tüm kurumlarının emekçi sınıfların gündemini karartmayı bilinçli bir amaç edindikleri, psikolojik savaş unsurlarından birisi olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Olup bitene sonuçtan bakıldığında, bir çürümenin, burjuva siyasetinin, siyasi partilerinin, siyasi düzenin, parlamentonun, bürokrasinin, adalet sisteminin, asker ve sivil, “seçilmiş” / “atanmış” ayrımı vb. gibi burjuva düzenin tüm “erdemleri”nin çöküşünün tablosu görülür.
Ve yapılanların, gündeme müdahalelerini, halkın dikkatlerinin emeğin ve ülkenin sorunlarından uzaklaştırmak için girişilen inanılmaz yoğunluktaki gayretlerin amacının aslında, halkın olup biteni anlamaması amacı taşıdığı apaçıktır. Patlayan skandalların sistemin çelişkilerinin ve çürümüşlüğünün boyutlarını sergilemesini önleyemeyenler, öncekini aşan yapay ya da gerçek skandallarla, gerçeği karartıp çetrefilleştiren gelişmelere yol verip, gündemin provokasyonlara varan müdahalelerle değiştirilmesini gündeme “sistemli bir müdahale” haline getirmişlerdir. Ortaya çıkan her skandal, bu yalan propaganda merkezlerince, ülkenin sorunlarından (bu sorunlar, kimi zaman siyasetin, kimi zaman emniyetin, adaletin temizlenmesi, kimi zaman devletin şeffaflaşması, kimi zaman ekonominin düzlüğe çıkması vb. olarak gösterilir) kurtuluşunun bir alameti, bir “ilahi işaret” sayılıp, sistemin kendi kendisini temizleyeceği, bunun “demokrasilerinin bir erdemi” olduğu propagandası yoğunlaştırılır. Böylece sermaye güçleri, doğru ile yanlış, yalanla gerçek, iyi ile kötü arasında tüm ayrımları ortadan kaldıran bir fikir bulanıklığını, “alacakaranlığı” kendileri için bir avantaj, avlanırken kimliklerini saklayacakları uygun ortam olarak kullanmaktadırlar.
Örneğin, geçmişi bir yana bıraksak bile Susurluk’tan beri kaç kez “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” kampanyası açıldığını, kaç kez “temiz eller kampanyası” başlatıldığını, kaç kez, “artık eski hatalar yapılmayacak” temennilerinin ve tahlillerinin manşetlere çıktığını, kaç kez kaç savcının “Türkiye’nin Di Pietro’su” ilan edildiğini, gelişmeleri yakından izleyenlerin bile hatırlamasının çok zor olduğu ortadadır. Çünkü olaylar ve olgular, sistemin propaganda odakları tarafından, dünsüz ve yarınsız olarak bugünün dünle hiçbir bağı kurulmadan ve bugün olanların yarının nasıl olacağını belirlediği bilincinin üstünü örterek gündeme getirilmektedir. Örneğin Susurluk’la 28 Şubat, Susurluk ve 28 Şubat’la “Beyaz Enerji”, 24 Ocak kararlarıyla IMF programı, Türkiye ABD ilişkileriyle şeriatçılığın ve ırkçılığın azgınlaşması, GAP’la Kürt sorununun çözümü, Ermeni sorunu ile ABD’nin Kafkaslar ve Türkiye politikası, AB ile küreselleşme ve özelleştirme arasında hiçbir bağın olmadığı gibi bir mantık topluma egemen mantık olarak dayatılmaktadır.

KAYGAN ZEMİNDEKİ ‘KAY KAY’ ÜSTÜNDE DENGE SORUNU
Kuşkusuz olay ve olguların hızla birbirinin yerine geçmesi ve gündeme oturmasından, iletişimin hızlanması ve ülkeyi yöneten güç odaklarının yönetimdeki gücünü artırma ve yığınları gündemi izleyemez duruma getirme ya da gündem saptırma gibi girişimlerinin rolü önemliyse de, bu kötü niyet ve istismarcılığa yol veren, bu girişimlerin başarılı olmasına neden olan ortamı tanımak, sorunu asıl burada aramak gerekmektedir. Çünkü gündemin güç odakları tarafından böylesi oyalanabilir, provokasyonlara ve istismara açık olmasının nedeni kuşkusuz Türkiye’nin kendi iç ve dış politikasındaki çelişmeler, bu çelişmelerin hassas hale getirdiği sorunlardır.
Olup bitene bakıldığında; Türkiye sert bir zemin üstüne serpilmiş irili ufaklı çelik bilyeler üstünde hareket eden silindirik tabana sahip bir “kay kay” üstünde dengede durmaya çalışan hantal bir adama benzemektedir. İrili ufaklı çelik bilyeler burada, Türkiye’nin iç ve dış sorunlarını temsil etmektedir. Zemin üstündeki bilyelere dayanarak hareket eden “kay kay”, hem bilyelerin iri ya da ufak olmasına göre çok fark etmeyen bir dengesizlik kazanmakta, hangi bilyenin üstüne gelmişse o bilyenin durumuna göre dengede kalabilmek için bütün enerjisini kullanmaktadır. Ama tam o bilyelerin büyüklük ve sıralanışına göre dengeye gelmeye çalışırken “kay kay” yer değiştirmeye devam ederek bir başka “dengeyi” zorunlu kılan bir “dengesizlik” konumuna gelmektedir. Örneğin Kürt sorununu çözmede “ateşkes”le bir adım atıldığı düşünülüp yeni dengeleri buna göre hesaplarken, AB yeni koşullar koşmakta; ABD Kuzey Irak üstünden yeni bir mevzilenmeye yönelerek bölgedeki güç dengelerinin yeniden belirlenmesini zorlamakta, dahası “Ermeni sorunu” masaya getirilerek Kürt sorununun çözümünde yeni koşullarla birleştirilmektedir. Ya da Kıbrıs sorunu bir Avrupa Birliği şartı olarak kapıya dayanmakta, 1974’ten beri sürdürülen politikaların sil baştan yeniden ele alınması dayatılmaktadır. Ya da örneğin; Susurluk sorunu bir biçimde gündemden düşürülmekte, ama hayali ihracat, eroin kaçakçılığı ile bağlantılı operasyonlar, kara-para ilişkilerinin gündeme gelmesi, özelleştirmelerdeki karanlık para ve siyasi ilişkilerin üstündeki perdenin aralanması ya da “beyaz enerji” gibi ilk bakışta ekonomik temelli gelişmeler, Susurluk’u ve onunla bağlantılı, üstü örtülmüş pek çok konuyu yeniden kamuoyu gündemine getirmektedir. Ya da PKK’ye karşı kurulan ve beslenen Hizbullah, aradan bir süre geçince, bir cinayet ve şeriatçılık merkezi olarak ortaya çıkıp, devletin ve onun marifetlerinin yeniden sorgulandığı, “yok”, “hiç olmadı” denilen JİTEM’in tartışmaya açıldığı bir süreci başlatabilmektedir.
Kuşkusuz, başka ülkelerin de benzer sorunları vardır. Ama bu ülkelerde gündemin Türkiye kadar hızlı değişmediği, ya da suni gündem oluşturup ülkenin asli sorunlarının üstünün örtülmesinin Türkiye kadar sık olamadığı da ortadadır. İşte bu, gündemin değişme sıklığı, Türkiye’nin hareketliliği, sisteminin çürümüşlükte kat ettiği mesafe ve sınıf güçlerinin dinamizmi ile ilgilidir. Dolayısıyla var olan durum bir yanıyla Türkiye egemen sınıflarının toplumu, provokasyonlar ve gündemi değiştirecek müdahalelerle değiştirmesinin nedeni, sistemin tükenmişliği, buna karşılık işçi sınıfı ve milyonlarca emekçinin bütün bu gayretlere rağmen denetlenebilir ve sistemin verdiği ile razı edilir hale getirilememesiyle ilgilidir. Bu yüzden de; bir yandan Türkiye üstünden oyun oynayan ve bölgede egemenlik peşinde koşan güç odakları, öte yandan da Türkiye’nin egemen sınıfları tüm gayretleriyle bu hareketlenmeyi kendi amaçları için kullanmaya çalışmaktadırlar.
Emekçiler ve halk ise; bir yandan onların bu girişimlerinin etkisiyle “suni gündemlere takılmak zorunda kalırken, öte yandan da içinde bulunduğu ağır yaşam koşullarından kurtulma yolları aramakta, olup bitenden de ders çıkarmaktadırlar. Bu yüzden de emekçiler cephesinde bilinç ve örgütlenme düzeyinde her yeni gelişme karşı tarafı daha saldırgan yaparken aynı zamanda da manevra alanını daraltmaktadır.

DIŞ DÜŞMAN YARATMA VE ŞOVENİZMİ KIŞKIRTMA POLİTİKALARI DUVARA DAYANDI
Türkiye’nin politik ortamını istikrarsızlaştıran önemli bileşenlerden birisi de dış politikada kazandığı pozisyondur.
En azından yarım yüzyıldan (gerçekte bu süreç daha da uzun bir zaman öncesinden başlar) beri, Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle ete kemiğe bürünen, Türkiye’nin savunmasını içeride, halkların kardeşliği temeline dayanan bir bütünleşmede değil de “sınırlarının ötesinde” arayan politikalara yönelinmesi; Türkiye’nin bir tehlike çemberiyle çevrilmesi üstüne kurulmuş, dış düşmanlara karşı alınacak önlemlere indirgenen sürecin de başlatıcısı olmuştur. Önce; Türkiye’nin savunmasını “komünizme karşı kapitalist dünyanın savunulmasına bağlayan süreçle birlikte, Türkiye’nin egemen sınıfları bugün girdikleri labirente de adım atmışlardır. Aynı gerekçeyle CENTO’ya, Bağdat Paktı’na giren, gayri resmi olarak “Komünizme karşı” oluşturulan “yeşil kuşak”ın bir halkası olan Türkiye; girdiği paktlarla, hiçbir ilişkisi olmayan, sınır komşusu dahi olmadığı ülkelerle bile, “dostunun düşmanlarını düşmanı” sayarak, düşmanlarının sayısını hızla çoğaltmıştır. Örneğin; 1958’de Türkiye, Cezayir’in bağımsızlığına, NATO’daki müttefiki Fransa’nın gönlünü hoş etmek için karşı çıkmıştır. Bağımsız Cezayir’in komünizmin müttefiki olacağı iddiasıyla da tutumunu haklı göstermeye çalışan Türkiye, günümüzde bile Arap-İslam âlemi tarafından başına kakılan bir lekeyle damgalanmıştır. Türkiye, yine benzer gerekçelerle, Filistinlilere karşı İsrail’i desteklemiştir. Sovyetler Birliği ile dost ve müttefik olduğu gerekçesiyle, sadece Irak ve Suriye değil, Türkiye ile sınırı olmayan Mısır ve Yemen “düşman” sayılmıştır. Koca Çin, uzun yıllar ABD tarafından tanınmıyor diye Türkiye tarafından da tanınmamış, Vietnam ise; Amerika’ya karşı savaşıyor diye lanetlenmiştir. Ya da Kongo’da Belçika’ya karşı savaşan yerli halk “Türk basını” ve resmi yetkilileri tarafından “yamyam”, “insan eti yiyen vahşi yaratıklar” olarak tanıtılmıştır.
Emperyalizmin dünya hegemonyasının destekçisi olan politikalar, 50 yıl boyunca Türkiye’nin dış politikasını ve reflekslerini oluşturmuş; Türkiye’yi yöneten güç odakları, bölgedeki “büyük ve güçlü” ülke olarak, kendi güvenliklerini “sınırlar ötesinde” oluşturacakları güvenlik çemberleriyle sağlamayı amaçlarken aynı zamanda bölgedeki ülkelerle düşmanlaşmanın da temelini atmışlardır. Küçük ve her komşu ülke arasında olabilecek sorunlar büyük hesaplaşmalarla çözümlenecek sorunlarmış gibi abartılıp, emperyalizmin himayesine sığınmanın gerekçesi yapılmıştır. Bu, emperyalizmin bölge politikalarına alet olma tutumu, “içeride” milliyetçilikle birleştirilerek şovenizmin ve her türden gericiliğin dayanağı haline getirilmiştir. Bunun en tipik örneği, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istediği yalanı üstünden koparılan fırtına ile Türkiye’nin NATO’nun kollarına atılmasıdır. Aynı gerekçe içeride anti-komünizmin ve şovenizmin halk indinde meşru görülmesinin de dayanağı yapılmıştır. Ortadaki tersini gösteren pek çok belgeye rağmen devasa propaganda gücüyle bu büyük yalan kamuoyuna gerçekmiş gibi yutturulmuş, 50 yıldan beri de bu yalan gerçekmiş gibi, “tarih kitaplarındaki ve burjuva politikasındaki müstesna yerini korumaktadır.
Türkiye’nin son yarım yüzyıllık dış ve iç politikasını belirleyen, bu nedenle de bugün gündemin değiştirilmesi ve provoke edilmesinde en geçer akçe sorunlardan birisi de Kıbrıs-Ege sorunudur. Türkiye’nin şu anda Kıbrıs’ta olmasının ve Ege’de sorun çıkarmasının uluslararası planda yasal bir dayanağı olmadığı herkesin malumudur. Hatta Türkiye, Kıbrıs’ta, örneğin ‘70’li yıllarda federatif bir çözüme “evet” derken şimdi “konfederasyon” diye dünyada uygulaması olmayan ve Kıbrıs’ın gerçekleriyle de bağdaşmayan bir çözümde ısrar etmektedir. Kıbrıs’taki yarısı Türkiye’den göçme 100 bin kişiyi, “Kıbrıs Türk ulusu” sayıp “bağımsız” bir Türk Cumhuriyeti’nde ısrar eden Türkiye’nin milyonlarca Kürt için “kendi kaderini tayin hakkı”nı “bölücülük”, “vatana ihanet” sayması bir çelişki olduğu kadar aynı zamanda da Kıbrıs’ta nasıl bir “abesle iştigal” ettiğini göstermektedir. Ege’de ise; Ege adalarının Türkiye’nin “burnunun dibinde” olduğu, dolayısıyla bu adaların silahlanması durumunda, Türkiye kıyılarının top ve füzelerin menziline gireceği iddiasına dayandırılmaktadır.     Yani, Türkiye’ye Ege’yi kapattığı için Ege kıta sahanlığında Yunanistan haklarından Türkiye lehine vazgeçmeliymiş. Vazgeçmezse, Yunanistan “düşman” ilan edilirmiş, vs. Bütün temelsiz tezler; “Türkiye’nin güvenliğine bağlanmaktadır. “Kıbrıs’tan çekilinirse, bu, Türkiye’nin güneyinden de Yunanistan tarafından kuşatılmasına razı olunması” anlamına gelirmiş. Ya da Ege adalarında Yunanistan’ın eli kolu bağlanmazsa, Türkiye batıdan Yunanistan’ın tehdidi altına girermiş.
Sorunun böyle ortaya konması, ortamın provoke edilmesini çocuk oyuncağı haline getirmektedir. Örneğin Denktaş ve avanesi, Kıbrıs’ta az çok bir çözüme yaklaşıldığında, bir demeçle bile ortalığı karıştırmakta, her şeyi sil baştan yapılmasını sağlayabilmekte, iki meczup papaz bir kayalığa bıraktığı keçilerle, iki meczup gazetecinin motorla bu adalara “çıkarma yapması”na neden olup iki ülkeyi savaşın eşiğine getirebilmektedir. Üstelik bu provokasyonun aşağılık piyonları, iki ülkede de kahraman gibi karşılanabilmektedirler. Sorun böylesi provokasyonlara açık olduğu için de; ne zaman emek hareketi bir ilerleme kaydetse, ne zaman Türkiye’yi yönetenler köşeye sıkışsa bir “Kıbrıs sorunu” baş gösterdiği için; artık herkes, böyle bir durum olduğunda Denktaş’ın “Rum’un Kıbrıs’taki oyunları” üstüne demeçlerini yoğunlaştıracağını, Türkiye’deki benzer çıkar çevrelerinin “yavru vatan”, “kahpe Rum” edebiyatını başlatacağını bilirler. Ama yine de bu silah işlemeye, etkin olarak kullanılmaya devam etmektedir. Çünkü sorunun esası değişmediği ve istismara açıklık sürdüğü için, küçük değişikliklerle halk sık sık oyuna getirilebilmektedir.
Yine aynı gerekçelerle Türkiye, Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletine karşı çıkmaktadır. Gerekçesi de hazırdır: Burada kurulacak bir Kürt devleti, sonra Türkiye’den toprak talep edermiş; Türkiye’de Kürtlerin hak taleplerine dayanak olurmuş vs… Daha anti-emperyalist görünenler ise, bu devletin emperyalizmin oyuncağı olacağı için Kürtler için de, bölgedeki diğer halklar için de kötü olduğundan hareket ederek Türkiye’nin Kuzey Irak’ta olup bitenlere müdahalesini, bölgeye askeri seferler düzenlemesini, bölgedeki Kürt grupları birbirine karşı kullanmasını “doğru” ve “haklı” bulurlar.
Kendi başına her biri doğru olabilecek bu tezler; bir ülkenin dış politikası olarak aslında komşularına karşı saldırgan politikalara gerekçe olduğu kadar halkların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi tartışılmaz bir hakkın da inkârı olmaktadır. Dahası bu tutum; bir halka karşı savaşı meşrulaştırmanın gerekçesi olarak da kabul edilemezdir. Çünkü burada emperyalizmin bölge politikalarını püskürtmenin yolu da; Kürtlerin kendi kaderini tayinini kolaylaştırmak, bütün halkların yararına bir çözümün önünü açarak, bölgede barışın kurulmasına katkıda bulunmaktan geçmektedir.
Ya da; Osmanlı’nın Ermeni katliamı yaptığı kabul edilirse sıra Ermenilerin tazminat ve toprak taleplerine gelirmiş. Bu yüzden de kör gözüm parmağına gerçekleri bile reddetmek gerekirmiş, vs. vs. Bu yüzden de 85 yıldan beri her platformda Türkiye, “Ermeni soykırımı” ile suçlanmakta, ABD ve Avrupa’da sorun her birkaç yılda bir gündeme gelmektedir. Son yıllarda ise sorun iyice çığırından çıkmış olarak gündemdedir. Ama Türkiye’yi yönetenler, “Ermeni sorunu var” diyenleri ASALA ile aynı kefeye koyarak çözeceğini, daha doğrusu çözümsüzlüğü sürekli hale getireceğini ummaktadır. Ama Türkiye’ye bir şey dayatmak isteyen de aynı gerekçeyle sorunu gündeme getirmektedir. Ne var ki; Türkiye’yi yönetenler, komşuları iki buçuk milyonluk Ermenistan’la sınırlarını açıp dostluğunu geliştirerek sorunu iki ülke ve halkın arasında çözmek yerine Washington ve Paris’te tartışmalar açıp Ermenistan’ı tehdit ederek ve onu emperyalist ülkelerin kucağına iterek sorunu çözebileceğini sanmaktadır. Böyle yapıldığı için de; Türkiye’deki ve hemen sınırın ötesindeki Ermenistan’daki Ermeniler sürekli olarak kaygı içinde yaşarken, Türkiye’nin egemen sınıfları için de “gündemi değiştirmenin” en kolay ve masrafsız aleti olmaktadır.
Son 10 yıl içinde de Orta Asya’daki cumhuriyetler ve Kafkasya ülkeleriyle olan ilişkiler de aynı anlayışın dış ve iç politika malzemesi, bir yanıyla Türkiye’nin emperyalistler tarafından boğazının sıkılmasının, öte yanıyla da iç politika malzemesi olmanın dayanağı haline gelmişlerdir.
Sadece dış politika değil, iç politikada da aynı tutum egemen olmuştur. Kürt sorunu, adalet sorunu, seçim sistemi, Anayasa sorunu, siyasal düzen, üniversite, MGK, asker-sivil ilişkileri, vs. hemen her konu, gündeme gelişi ve ülke gündeminde tuttuğu yer, ortaya çıkan skandallarla, yolsuzluklarla, çeteleşmelerle olan ilişkileriyle bazen gündemin en başına çıkarılırken, ertesi gün unutulup gidebilmektedir. Ekonomiyle ilgili her sorun da; bir kara-para ilişkisine, yolsuzluklara, rüşvet ve hayali ihracat gibi adi ve siyasi suçun birbirine bağlandığı ilişkileri temsil etmektedir. Özelleştirme ise; uluslararası tekellerle yerli işbirlikçilerinin “ahlaksız” ilişkilerinin, çeteleşme ile özelleştirme, ulusa ihanetle piyasa ekonomisi çığırtkanlığının kesişim noktasında; kamuoyu gündeminde önemi değilse de yeri sıkça değişen konusu olmaya devam etmektedir.
Bütün bu politikaların açmazlarını, bir yanıyla; Türkiye’nin güvenliğini, kendi iç bütünlüğünü demokratik, halkların kardeşliği temelinde gerçekleştirerek varlığını savunan ulusal savunma politikalarında değil; ama güvenliğini etrafında olup bitecek muhtemel bağımsızlıkçı gelişmeleri engellemeye bağlamış politikalarda aramak gerekmektedir. Çünkü; bu politikalar kaçınılmaz olarak komşu ülkelerle düşmanlaşmayı, onlarla silah yarışını kışkırtmaktadır: (Yunanistan 300 yeni tank almış, Suriye ve Kıbrıs S–300 füzeleri alıyor; öyleyse Türkiye de 1000 yeni tank, 30 yeni Patriot füze bataryası alsın; ‘milli savunma’ya daha çok kaynak aktarsın tutumu ulusal politika olarak benimsenmektedir. Tarihte ve bugün “Türkiye ne yapmışsa doğru yapmıştır; başka ülkeler de ne yapmışsa yanlış yapmıştır” temeline dayanan dış politika gibi, iç politika da “egemen sınıfların çıkarı neyse ulusun ve ülkenin çıkarı odur” tezi benimsenmiş; emekçilerin istekleri ise gayri meşru sayılmaktadır. İşte bu akıl dışı, dünya ve ülke gerçekleriyle bağdaşmayan zemin de irili ufaklı her sorunun bir skandala dönüşmesinin yolunu açmakta, politik ortama müdahale etme konusunda bütün dış ve iç şer güçlere sayısız imkân sunmaktadır.

GÜNDEMİN HAREKETLİLİĞİNİN İMKÂNLARI
Hiç kuşkusuz, bir toplumda yeni fikirlerin yaygınlaşıp taraftar bulması ancak canlı bir toplumsal gündemin bulunduğu koşullarda mümkündür. Çünkü gündemin hareketli olması demek, sınıflar arasındaki çelişmelerin çeşitli yönleriyle gündeme gelebilmesi demektir. Bir başka söyleyişle bu hareketliliği, gündemin değişmeye müsait olmasını egemenler, asıl gündemin üstünü örtmek için kullanmalarına fırsat tanırsa da; sınıfın ileri kesimlerini ve sınıf partisinin bu imkânı doğru kullanması, kullanmasını bilmesi çok daha önemlidir. Bu yüzden de, gündemin hareketli olması, sıkça değişmeye müsait olması bir dezavantaj değil avantaj olarak görülmelidir. Çünkü bu değişimler ve sermaye güçlerinin gündeme kendi açılarından müdahaleleri, gündemi saptırma amaçları doğru teşhir edilebilirse, emekçilerin ülke ve dünyada olup bitenleri değişik yönleriyle anlamaları çok daha kolay olacaktır. Örneğin, Kürt sorunu (Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu, şeriat sorunu vs. de aynı amaçla kullanılmıştır); emek hareketinin taleplerinin üstünü örtmek, emekçileri hükümetin ve sermayenin çıkarlarını arkasına yedeklemenin bir dayanağı olarak kullanılmıştır. Bugün de yine bu sorunların aynı nedenle kullanılması gündemdedir. Ama bu gelişme aynı zamanda; Türkiye’nin nasıl bir dış ya da iç politika izlemesi gerektiği konusunda, emperyalizmin bölgeye müdahaleleri ve Türkiye’nin egemen sınıflarının “emperyalizme hizmet esaslı” politikalarının teşhirini de kolaylaştırır. Dahası bu vesileyle sadece egemen sınıfların politikaları ötesinde bütün bu sorunlar karşısında emekçilerin ne tutum alması gerektiği, Kürtler, Rumlar ya da Ermenilerle Türk milliyetinden emekçilerin nasıl ortak çıkarlara sahip oldukları, ulusal sorunların nasıl ele alınması gerektiği gibi, gündelik gelişmeler içinde kolayca açıklanamayacak sorunlar, egemen sınıfların “istismarcı”,
“gündem saptırıcı” tutumları vesilesiyle rahatça açıklanabilir hale gelir. Özellikle de Kürt sorununun batı bölgelerindeki emekçiler arasında tartışılmasının ne kadar hayati olduğu geçtiğimiz yıllarda görülmüştür. Bu konuda, görmezden gelerek, böyle bir sorunun sadece egemen sınıfları ilgilendirdiğini söyleyerek, ya da Kürt sorununun egemenler tarafından istismar edildiğini, emekçilerin gündeminin başka olduğunu söyleyerek geçiştirmenin çare olmadığı da görülmüştür. Çünkü sorun; sadece Kürtlerin özgürlüğü ile ilgili değil ama Türkiye’nin demokratikleşmesiyle, emekçilerin kendi kurtuluşlarıyla da doğrudan ilgili bir sorun olarak sürmeye devam etmiş, bugün de devam etmektedir. Sorunun tek çözümü ise iki halkın kardeşliği, eşit haklan temelinde gönüllü birliğinden geçen bir yoldadır. Bu tutumun emekçiler arasında yaygınlaşması, emekçilerin bulunduğu her platformda sorunun çözümüne taraf olunması, örneğin Emek Platformu’nun ve Emek Programı’nın bir parçası haline gelmesi; demokratikleşme bakımından Kürt ve Türk işçilerin, emekçilerin birliği bakımından kaçınılmaz ve zorunludur. Çünkü Emek Platformu girdiği yolda ilerler, emekçilerin gerçek bir temsilcisi olarak, Kürt sorunu (giderek Ermeni Sorunu, Kıbrıs sorunu, şeriat sorunu ya da siyasi partiler yasası, Anayasa mahkemesi yasası, YÖK vb. gibi demokratikleşmeyle ilgili sorunları) konusunda da hangi tutumu alacağını belirlemek zorunda kalacaktır. Bu konuları gündemine, bir yanıyla emeğin iktidar mücadelesinin bir gereği olarak, bir yanıyla da egemen sınıfların bu konularda girişeceği provokasyonları önlemek, gündem saptırmalarına izin vermemek için almak zorunda kalacaktır.
Kısacası dış ve iç politikada, ekonomideki her yeni gelişmeyi egemen sınıflar, istismar ederek, emekçileri yanıltarak, bu olayları kimi zaman büyüterek kimi zaman da olduğundan küçük göstererek, halkı kendi politikaları doğrultusunda yönlendirmeye çalışacaktır. İşçi sınıfının, emekçilerin talepleri arttığı, mücadele isteği yükseldiği, aralarında birlik eğilimi güçlendiği ölçüde egemen sınıfların kamuoyunu yedeklemede uzmanlaşmış partilerinin, asker ve sivil kamuoyu oluşturma kurumlarının gündem saptırma faaliyetleri daha da yoğunlaşacaktır.
Emekçiler açısından da durum tam tersidir. Emek güçleri, her geçen gün kendi gündemini daha titiz bir biçimde oluşturacak, gerçeklerin açıklanmasına hız vererek sermaye güçlerinin emek güçlerini bölmesi zorlaştıracak, emekçiler arasındaki birlik ve kendi hedeflerine yönelme imkânlarını geliştirmeye yönelecektir. Bu karşıt tutumlardan bakıldığında; politik zeminin kayganlığı sadece sermaye için değil emek güçleri için de son derece önemli imkânlar sunmaktadır, Bu yüzden de; “gündem değiştiriyorlar”, “gündem çok çabuk değişiyor” yakınmalarından öteye geçmek gerekmektedir. Bunun için de: her gündem değişikliğini asıl gündeme bağlayan, gündeme sermayenin müdahalelerini teşhir eden, suni gündem yaratma çabalarını asıl gündemi güçlendirmek için kullanan bir gerçekleri açıklama ve emekçileri sefer etme faaliyetine hız vermek, bu konuda takınılacak tek doğru tutumdur. Tıpkı bugün; egemenlerin krizi emek düşmanı girişimlerini haklı göstermenin, özelleştirmeyi hızlandırmanın, ülkenin yağmalanmasının yeni bir vesilesi yapılması karşısında emekçilerin geniş bir teşhir olanağı kazanması gibi. Çünkü sermaye güçleri, “Derviş’in programı son şansımızdır” derken bir yandan halka “bizi desteklemezseniz kaos olur” diye tehdit ederken aynı zamanda Türkiye’yi yönetme, sorunlarını çözme imkânlarını tükettiklerini de itiraf etmektedirler. Bundan çıkacak tek doğru sonuç ise; ülkenin kaderine işçilerin, emekçilerin el koymasının Türkiye’nin sorunlarının çözümünün de başlangıcı olacağı, dolayısıyla emekçilerin iktidarının gündeme girmesi olacağıdır. Çünkü halkı köşeye sıkıştıracağım derken yapılan itirafların, “tek seçenek”, “son çare” dayatmaların karşısında; “Hayır, Türkiye’nin çok çaresi vardır. Bu da emperyalizme kafa tutan, bağımsız ve demokratik bir Türkiye yoludur” seçeneğini öne çıkarmak, gündemi doğru değerlendirmek, sermaye güçlerinin manevra alanlarını daraltırken emek güçlerinin pozisyonlarını güçlendireceği geniş bir manevra alanı bulması demektir.
Demek ki, gündemin sık değişmesi, ortalığın toza dumana boğulması gibi bir olumsuzluğa işaret etse de; bir ülkedeki değişimin imkânlarının arttığına işaret eden de bir gelişmedir. Ve bu durum; çarpışan karşıt sınıf güçleri için yeni fırsatlar anlamına gelmektedir. Bu yüzden de; gündemin hızlı değişmesinden şikâyet yerine her değişikliğin ne kadarının sürecin ilerlemesinden ne kadarının saptırma gayretlerinden olduğunu doğru analiz edip; her değişimin yaratacağı yeni imkânları süreci belirleyen ana soruna bağlamasını öğrenmek gerekmektedir. Özellikle emeğin politikasını yapanlar, toz duman içinde kendi yollarını bulmayı öğrenmek durumundadırlar. Dünyanın bugünkü koşulları içinde daha çetrefilleşen emeğin kurtuluş yolunda halk güçlerine doğru bir önderlik yapmak yükümlülüğünü taşıyan işçi sınıfı ve partisinin ise; bütün bu gelişmeleri kendi mücadelesinin dayanağı yapmayı bilmesi, tarihsel rolünü oynamasının ön koşuludur. Politikayı öğrenmek de budur: Bu karmaşa ve kaos içinde emekçilerin ilerleyeceği hattı doğru bir biçimde tarif etmek!
Şu kriz günlerinde; işçi sınıfının ve emekçilerin kendi talepleri, kendi programı etrafında birleşmesi isteğini güçlendirecek bir gündemi oluşturma becerisini göstermek, sınıf ve partisi için son derece önemli bir kazanım olacaktır.

Mayıs 2001

‘Parti olmayan parti’den ‘örgütsüz mücadele’ye!

Son günlerde ilerici demokrat çevrelerde en çok sorulan sorulardan birisi; “ÖDP ne yapmak istiyor?” sorusudur. Çünkü ÖDP ilerici, demokrat çizgide bir parti biliniyor. Barış ve Adalet Koalisyonu olarak savaş karşıtı platformu bölüp, her vesileyle ayrılıkçı, bölücü bir tutum takınması, olup biteni izleyenlere, “ÖDP ne yapmak istiyor?” sorusunu sorduruyor. Çünkü yapılan işin, sadece genel olarak mücadeleye değil, ÖDP’ye de yarayan, grup olarak ÖDP’yi, karşısına aldığı siyasi çevreler karşısında güçlendiren bir yanı yok. Tersine; ÖDP her vesileyle ayrı bir tutum alarak, bölücülük yaparak, gizli kapaklı girişimler organize ederek devrimci ilerici kesimlerdeki az çok itibarını ayaklar altına atıyor.
Eğer ÖDP’nin her davranışını kendi başına ele alır, öncesini ve ÖDP’nin ortaya çıkışındaki tartışmaları unutursak; bu “birlik karşıtı” davranışların mantıklı bir açıklamasını yapmak çok zordur. Çünkü politikada ayrı bir tutum geliştirmek, en azından o grup için bir avantaj sağlar. Hiç olmazsa böyle faydacı bir mantık üstünde anlam kazanır. Ama ÖDP’nin geliştirdiği birlik karşıtı politikalarda kendisini grup olarak da kazançlı çıkaracak bir şey görülmediği için; “ÖDP ne yapmak istiyor?” sorusu soruluyor. Ve sadece bir olaya bakarak da ÖDP’nin ne yapmak istediğini söylemek güçleşiyor.

ÖRGÜTSÜZ MÜCADELE OLUR MU?
Örneğin; “Barış ve Adalet Koalisyonu neden amacı, bağlantıları saklanarak, gizli kapaklı bir biçimde, yangından mal kaçırır gibi kurulmuştur?”, “Çok daha geniş çevreler, daha çok kişi böyle bir koalisyon organizasyonuna katılabilecekken neden kuruluş dar tutulmuştur?” “Savaş karşıtı platform varken ve bu platform, neredeyse tüm savaş karşıtı, ilerici, demokrat çevreleri, hatta bu mücadeleye katılacak İslami çevrelerin de azımsanamayacak bir kesimini kapsamışken, daha da önemlisi bu platform yakın geçmişte etkinliğini göstermişken, ‘hayır biz Adalet ve Barış Koalisyonu’nu kuracağız’ diye ayrılıp ayrı bir platform oluşturmanın anlamı nedir?” gibi sorulara, “ÖDP bunları bölücülük yapmak için yapıyor” demeden inandırıcı ve “olumlu” bir yanıt vermek mümkün değildir. Dahası, bu sorulara cevap verirken, ÖDP’yi devrimci ve ilerici bir örgüt kabul ederek ve bu girişimin ÖDP’nin lehine olacağını söylemek mümkün de değildir. Onun için de, sorulara anlamlı ve ikna edici yanıtlar vermek için, ÖDP’nin “kısa tarihine” bakmak gerekir. Çünkü; son olarak, “savaş karşıtı güçleri bölmek” olarak ortaya çıkan “bölücülük” ÖDP’nin ilk bölücülüğü değildir; eğer durum teşhis edilip, tüm ilerici demokrat kesimlerce bu bölücü tutum mahkûm edilmezse, bu, onun, son bölücülük, son tasfiyecilik girişimi de olmayacaktır.
Kuruçeşme’de, 1980’lerin sonunda başlayıp ÖDP’nin kuruluşuna kadar gelen, “ÖDP’yi var eden ideolojik tutum”; büyük bir “birleştiricilik”, “bütünleştiricilik” propagandası eşliğinde yürütülen “bölücülük” süreci olarak işlemiştir. Ama ortaya “Biz bölmek istiyoruz” diye çıkılamayacağı için, “13 ayrı grubu birleştiren bir parti”, “Parti olmayan parti kuruyoruz” fikriyle çıkılmıştır. Bu propaganda içinde, o günün koşullarında 13 ayrı çevre olarak faaliyet gösterenlerin, birleşme ve bir ad altında toplanmaları; “sol cenahta” çok önemli görülüp, parti sorununu; ideolojiden, siyasetten bağımsız olarak bazı grupların bir araya gelip, “Biz bir parti olduk” demeleri olarak gören çevrelerce de, ÖDP, “solun birlik partisi” gibi algılanmıştır.
Ama aslında ÖDP’yi oluşturan “birlik”in temel fikri; dünün yanlışlarının, ideolojik ve politik platformunun eleştirisi temelinde bir birleşme olmamıştır. Tersine, ÖDP çatısı altında birleşenler; Türkiye’de ’60’lı, ’70’li yılların mücadelesinin en devrimci yönü olan “örgüt fikri”ne; “sağlam bir savaşçı örgüte sahip olmadan devrimin olamayacağı” fikrine saldırarak aralarındaki birliği sağlamışlardır. Böylece ÖDP kurucuları, daha baştan, Marksist parti ilkelerini bir yana itmişler; devrimci ve tüm üyelerin uyması gereken disiplini olan bir örgüt, devrimcilerin, sınıfın böyle bir örgüt çizgisinde eğitilip birleşmesi fikri reddedilmiştir. Ama 60’lı, 70’li yılların eleştirisi olmadan ilerlenemeyecek olan yönüne; Marksizm dışı etkilenmelerden gelen eğilimlerine, popülizme, maceracılığa, kendiliğindenciliğe, bireysel terörizme, sınıfdışılığa, Troçkizme, Maoculuğa, Kruşçevizme, Eurokomünizme, varoluşçuluğa, (Gorbaçovculuğa bile) hiçbir eleştiri yöneltmemek, ÖDP kurucularının “birlik ilkesi” olmuştur.
Kısacası; örgütlü olmanın, parti olmanın kendisine saldırılarak kuruldu ÖDP ve “parti olmayan parti kuruyoruz” diye birleşildi. Dolayısıyla, ÖDP’de grupçuluk serbest ama bir örgütte birleşmek, ortak bir disipline bağlanarak bir mücadele örgütünde bütünleşmek pek makbul sayılmıyordu.
Ve bu yüzden de, bu birlik; aradan geçen 7-8 yıldan sonra, sanki hiç aynı parti çatısı altında kalmamışlar gibi; adeta unsurlarına ayrıştı. Bu “ayrışma” bile, ÖDP’nin birleştirici ve dönüştürücü hiçbir niteliğe sahip olmadığını gösterdi. Bu ayrışma sonrasında; kalanlar, ayrılanları parti disiplinine uymamakla (ÖDP’de uyulması gereken bir disiplin ilkesi varmış gibi), ayrılanlar da kalanları despotizm ve bürokratizmle suçladılar. Ama; kimse, bütün bir 12 Eylül sonrasını kapsayan “parti olmayan parti tasfiyeciliğine”; onca insanın, gücün heder edilmesine, insanların umutlarıyla oynanmasına değinmedi.
Yani ÖDP, daha kuruluşunda bile, “ciddi bir birlik” ilkesi değil, ama “birleşmeme ilkesi” üstünde kurulan bir parti oldu. Bu “birlik olmayan birleşme” dağıldıktan sonra; bu konudaki eleştiriler, yarım ağızla yapılan “böyle parti olmaz” yakınmalarını geçmedi. (Burada, ÖDP’nin kuruluşu ve dağılışında onun içindeki “en büyük grup” olan ve ötekileri de etrafına toplayan DY geleneğine bağlı olanların faydacılık, dayatmacılık geleneğinin de sürdürücüsü olduğu, bu tutumun, ÖDP’yi geleceği yere getirmesini bile önlediği gibi tartışmalar varsa da, bunlara değinmenin yeri bu yazı değil.)
Elbette ki, böyle bir partinin; emekçi sınıfları birleştirme ve onların birliği üstünden bir mücadele kaygısı gütmesini beklemek aşırı iyiniyetlilik olurdu. Nitekim; başka siyasi çevrelerle olan birliklerde, ÖDP, hep; dayatmacı, önceden varılan anlaşmalara fiiliyatta uymayan, oldu-bittilerle sonuç almayı alışkanlık edinen, bu haliyle de müttefiklerinde hep güvensizlik duygusu uyandıran bir çizgi izlemiştir.
ÖDP ile ortak eylemlerde bulunan çeşitli siyasi çevreler, bu tutumun sayısız örneğini verebilirler. Ama biz burada; sonuçları itibariyle de siyasi çevreleri aşan birkaç örnek üstünde duracağız.

EMEK PLATFORMU’NU ÇÖKERTEN ZİHNİYETİN DEVAMI
Emek Platformu, sermayenin saldırıları karşısında; Türkiye’de emek hareketi içinde yer alan, 2’si dışında (TZOM ve TESK) bütün başlıca emek örgütleri ve sendikal konfederasyonların bir araya gelerek oluşturduğu bir platformdu. Bu örgütlerin, özellikle işçi sendikaları konfederasyonlarının başındaki sendikal bürokrasinin bilinen zaaflarına, niyet ve ideolojik tutumlarına rağmen gerçekleşen Emek Platformu, emekçi sınıfların sermaye güçleri karşısında kazanımlarının korunması için son derece önemliydi. Ama ÖDP, daha Emek Platformu kurulduğundan itibaren bu platforma soğuk bir tutum takındı, ve hareketin geriye düşmesine bağlı olarak da; hoşnutsuzluğuna, “devrimci bir görünüm” kazandırarak; Emek Platformu’nun çoğunluğunun “sağcıların başında bulunduğu örgütlerden oluşmasını” gerekçe göstermeyi ekledi. Hemen her vesileyle, ÖDP cenahından; “Bu platformda gericiler var; buradan bir şey çıkmaz. Asıl olan platformdaki solcu örgütlerin (KESK, DİSK, TTB, TMMOB kastediliyordu) ayrılarak ortak eylemler düzenlemesidir” önerisi yükseldi. Ancak, ÖDP ile örgütsel ya da duygusal yakınlığa sahip çeşitli emek örgütü yöneticileri de Emek Platformu’nu terk edemediler. Emek Platformu halen tümüyle “kapanmış” değil; ama en azından son bir yıldır, bir-iki “sonuç bildirisi” bile çıkmayan toplantı dışında, faal olduğuna dair bir belirti de yok. Kuşkusuz, bu sonuçtan bakarak; ÖDP, “bak biz demiştik” diyebilir. Ama; gerçek, hiç de öyle değil; Eğer ÖDP ve onunla benzer görüşü paylaşan emek örgütleri, Emek Platformu’nu tüm emekçi sınıfların sermaye güçlerine karşı birliğinin platformu olarak görüp; bu platformu ayakta tutmak ve harekete geçirmek için etkilerini kullansalardı; kuşkusuz ki, Emek Platformu çok daha önemli adımlar atar, hem de, bugün de, sermaye güçleri karşısında birliğin ve mücadelenin merkezi olmaya devam ederdi. Çünkü; bugün Emek Platformu’nu oluşturan koşullar ortadan kalkmadığı gibi, koşullar, birliği çok daha zorunlu kılacak hale gelmiştir. Ne var ki; Emek Platformu içindeki, ona dinamizm verecek emek örgütleri (bunlar; ÖDP’nin, onun gibi düşünenlerin ayrı eylem yapmasını istediği örgütlerdir) rollerini oynasalardı, elbette ki Emek Platformu bugün içine düştüğü derbederlik durumunda bulunmaz, çökmezdi.
Bu çöküşte, ÖDP’nin, yukarıda sözünü ettiğimiz emek örgütlerinin yönetimleri içindeki, “emek mücadelesi”, “sağcılık-solculuk”, “birlik” gibi konularda ÖDP ile görüş birliği içinde olan anlayışın ve ÖDP üyesi emek örgütü yöneticilerinin rolü olmuştur. Oysa tersini yapmak, Emek Platformu’nun çöküşünü önlemek ve onu daha mücadeleci bir çizgiye çekmek mümkündü.
Emek Platformu’na ilişkin bu olumsuz rol, 2003 seçimi öncesinde Emek Barış ve Demokrasi Bloğu’nun kurulması sürecinde de devam etmiştir. ÖDP; seçimlere emek güçlerinin, demokrasi güçlerinin ortak bir listeyle katılma teklifini önce reddetmiş ve SHP çatısı altında birleşen partilerle seçime girmede ısrar etmiştir.
Kuşkusuz ki; bu plan; DEHAP, HADEP ve ÖDP’nin de (bu birliğe katılacak başka partilerin de) tasfiyesini içeriyor; sosyal demokrat bir program etrafında seçime giderken, aynı zamanda, bu partilerin, sosyal demokrat bir programla ve eski bir sosyal demokrat başbakanın liderliğinde birleşmesini öngörüyordu. (*)
Aslına bakılırsa, bu girişim, ÖDP’nin kuruluşu sırasında tartışılan; devrimci ve disiplinli, “monolitik parti” fikrine karşı düşmanlığın yeni koşullarda hortlamasından başka bir şey değildi; sadece siyasi gerekçeleri farklıydı.
Böyle bir “tasfiye” gerçekleşmeyince de, ÖDP, ayrılıp, seçime kendi başına girmeyi tercih etti. Ve yine sürecin sonunda görüldü ki; ÖDP aslında, kendisi, baştan söz konusu ettiği birliği gerçekleştiremeyeceğini biliyordu; dahası Kürtlerle ortak bir seçime girmeyi göze alamıyordu; ama seçimin tarihiyle de sıkıştırarak, o cephede bir “bloklaşmayı” da önlemeye çalışan bir amacı gerçekleştirmek istiyordu.
Irak’ın Amerika tarafından işgali süreci; Türkiye’de, savaşa karşı çıkabilecek az çok bütün diri güçlerin birleşip, başlıca illerde ve neredeyse ilçelerde bile bir araya geldiği bir süreç oldu. Nasıl ki; kriz koşulları tüm emek güçlerini Emek Platformu’nda birleşmeye zorlamış, böylece Türkiye tarihinde bir ilkin gerçekleşmesine imkân tanımışsa; savaş karşıtı mücadele de, siyasi alanda, antiemperyalist mücadele alanında bu rolü oynadı. İstanbul başta olmak üzere pek çok il ve ilçede, savaş karşıtı platformlar, bütün örgütlü kesimleri birleştirdi. Sendikalardan siyasi partilere, çevrecilerden İslami kesimlere kadar, Irak’ın işgaline, Ortadoğu’daki Amerikan varlığına karşı çıkan çevreler birleşti. 2. tezkere, oluşan bu ortamın baskısıyla 1 Mart’ta reddedildi; Türkiye’deki savaş karşıtı mücadele, tüm dünyadaki savaş karşıtlarıyla ilişkisini geliştirerek, savaşa karşı uluslararası dayanışmaya da katkıda bulunmaya yöneldi.
İrak’ın işgali önlenemedi, ama Irak’taki direniş de hemen başladı. Savaş karşıtı platformlar, görevlerini,”İşgale karşı mücadelenin geliştirilmesi ve Amerika’nın bölgeden defolması için mücadele” olarak belirledi. Yapılacak işler yeniden tartışılırken, ÖDP, bazı emek örgütü yöneticilerini de bu platformdan çekerek, ikinci bir merkez oluşturdu. Oysa bu platformda Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK) tartışılsaydı; belki de ayrı bir organizasyon yapmaya gerek kalmazdı. Ama, sonraki günlerdeki tartışmalarda da görüldü ki, ÖDP’nin amacı, birleştirmek, birleşmek; Türkiye’deki güçlerin uluslararası bağlantılarını güçlendirmek değil; kendisinin olan ve kendi inisiyatifinde olacak bir “örgüt” oluşturmaktı. Ama elbette, bunu açıkça söyleyemiyordu. Ne var ki; her bulunduğu platformda da, tutumunu başka gerekçelerle açıklayarak, bir oldu bittiyle sorumluluktan sıyrılmaya bakıyordu. Örneğin solcu çevreler içinde “savaş karşıtı platformda İslamcılar vardı” diyordu, ama bu arada, BAK’ın toplantılarına katılan İslami kesime de kucak açıyordu. Yerine göre “Kürtleri eleştiriyor, onların eylemlerde kendi grup sloganlarını öne çıkarmasını gerekçe gösteriyor, ama DEHAP’ın koalisyonda olmasına ses çıkarmıyordu. Yerine göre, “Hayır ÖDP savaş karşıtı platformdan ayrılmış değil, BAK örgütlerin değil kişilerin oluşturduğu bir örgüttür. Herkes kendi kişisel sorumluluğu ile BAK’tadır” denilerek, acayip bir BAK tarif ediliyordu. Ama, BAK’ın mitingine örgütleri çağırıp, örgütlerin yönetimlerindeki etkisini kullanarak kararlar çıkarmaya çalışmaktan da geri durmuyordu.

***
Eylül ayı içinde olup bitenler ve 27 Eylül mitingleri bir gerçeği ortaya çıkardı: BAK, savaş karşıtı platform ve blokun düzenlediği eylemlerin organizasyonuna katılmayarak ve bunlara katılmak yerine “şenlikler” düzenleyerek bölücü bir tutum takındı. Ankara mitingini kendisinin tek başına yapacağını, isteyenlerin katılabileceğini açıklayarak da, savaşa karşıtı örgütlerden tümüyle kopan bir tutum alırken, halk güçlerini elinden geldiği kadar böleceğini ilan etmiş oldu.
Yani ÖDP’nin, Emek Ptaformu’nda, seçimde Blok karşısında takındığı, “Bana uymuyorsa dağılsın” tutumunu, şimdi de, savaş karşıtı platformu bölerek sürdürmeye soyunduğu ortaya çıktı.
Burada, yanlış anlaşılmaları önlemek için bir-iki konuya değinelim.
ÖDP, BAK’ın, örgütlerin değil, kişilerin oluşturduğu bir platform olduğunu öne sürmüştür. (Savaş karşıtı platformun böyle kişileri dışladığı, örgütleri öne çıkardığı için BAK’ın kurulduğu, ÖDP’nin BAK için ileri sürdüğü bir diğer gerekçesiydi.)
Peki böyle, kamuoyunda tanınmış kişilerden bir platform oluşturulabilir mi? Elbette, oluşturulabilir. Bu, belirli amaçlarla yapılabileceği gibi, bir dönem taktiğinin gereği olarak da yapılabilir. Yani; “Hayır, savaş karşıtlığını sadece örgütler yapar, tek örgüt biçimi savaş karşıtı platformlardır” denemez. Hele ülkede bu kişiler, mevcut örgütlerin harekete geçiremeyeceği kesimleri harekete geçirecek kadar etkin bir kamuoyu karizmasına sahipse, buna kimse bir şey diyemez.
Ama şu anda Türkiye’de böyle bir durum var mıdır?
Onca zaafına karşın; bugüne kadar harekete geçen kitlelerin yüzde 95’ni, ÖDP’nin reddettiği örgütler harekete geçirmektedir. Ve bugüne kadar ne yapılmışsa, bu örgütler yapmıştır. Nitekim Barış ve Adalet Koalisyonu’nun ne yaptığına bakılırsa; “Biz kişilerin oluşturduğu bir platformuz” lafının bir yalan, ÖDP’nin marifetlerinin üstünü örtmek için kullanılan bir bahane olduğu görülür. Çünkü, bu Koalisyon da, Ankara’da düzenleyeceği mitinge, çeşitli emek örgütlerinin imkânlarını seferber ederek insanları taşımıştır; ve yöneticilerinin şahsında çeşitli örgüt adlarını istismar ederek bir varlık göstermeye çalışmıştır. Dahası BAK’ın her kademesindeki kişiler (birkaçı dışında) çeşitli örgütlerin üst yönetimlerinde görevli kişilerdir.
Bu somut gerçekler bile çok açık biçimde göstermektedir ki; BAK’ın organizasyonunun da arkasında “açık” bir gerekçe yoktur. Sadece bahaneler öne sürülmüş, asıl niyet saklanmıştır. Bunu sonucu da; sadece, savaş karşıtı saflarda karışıklık çıkarmak olmuştur. Bundan ÖDP’ye de hayır gelmez. Tersine ÖDP itibar yitirir. Daha önceki benzer girişimlerinde de bu olmuştur. Bu yüzden de, olup bitenden ders çıkarmasında ve yol yakınken dönmesinde, hem kendisi için hem de Türkiye’deki antiemperyalist ve savaş karşıtı mücadele bakımından yarar vardır.

“KÜRESELLEŞME KARŞITIYIM” DEMEK, KÜRESELLEŞMEYE KARŞI OLMAK MIDIR?

ÖDP’nin organize etmeye çalıştığı Barış ve Adalet Koalisyonu, “uluslararası” bir özelliğe sahip ve kendisini, “küreselleşme karşıtı” olarak tarif ediyor. En azından ÖDP öyle tarif ediyor. Nitekim ÖDP’nin “Eşitlik Özgürlük Gelecek” dergisinde, ÖDP’nin bu anlayışı sergileniyor ve EMEP de gizli Türk milliyetçisi olmak ve “Kürt sorunu üstünden ezilen ulus milliyetçiliği yapmak”la suçlanıyor.
Bu konuda şöyle deniyor dergideki yazıda: “Üçüncü grup ise, utangaç milliyetçilerdir. Bu grupta milliyetçilik ihtiyatlı bir kabul görür, ama açıkça deklare etmekten imtina edilir. Bunun yerine uluslararası girişimlere, enternasyonalist tutumlara dolaylı olarak karşı çıkma yolu seçilir. EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel’in, ‘Barış ve Adalet Koalisyonu’nu ‘küreselci bir proje’ olarak küçümsemesi bu yaklaşımın tezahürüdür. Utangaç milliyetçiler açısından vurgulanması gereken bir nokta da sadece ezen ulus milliyetçiliğinin değil ezilen ulus milliyetçiliğinin de avantajlarını kullanmak istemeleridir.
Solda örgütlü kesimlerde hissedilen bu yaklaşım, EMEP çevresinde de kendisini gösteriyor. Kuruluşundan bu yana sürdürdükleri emek eksenli faaliyetten istedikleri sonucu alamayan EMEP çevresi, bu kez de Kürt sorunu üstünden ezilen ulus milliyetçiliğine yönelmiş bulunuyor.” (**)
Bu iki paragraf içinde, yazının yazarı olan Zafer Aydın, birbiriyle çelişen şeyler de söylüyor. Ama, burada konuyla bağlantılı olarak; ÖDP’nin BAK’ının gerekçesi olan “enternasyonalizm” daha doğrusu “küreselleşmeci enternasyonalizm” üstünde kısaca duracağız.
Enternasyonalizmin ne olduğunu, sosyalizme biraz bulaşmış herkes bilir. Enternasyonalizm, işçi sınıfının uluslararası birliği ve bunun üstünden ulusal devletlerin ortadan kalkacağı, tek bir dünya insanlığı, komünist bir dünya hedefidir. Kuşkusuz ki; bu hedefi anlamlı kılan, işçi sınıfının enternasyonalist karekteri ve onun çıkarlarının, kendisi de dahil tüm sınıfların ortadan kaldırılmasında olmasındadır. Ve bu işçi sınıfı enternasyonalizmi; Marksizm tarafından en azından 1860’lardan beri pratik bir olgu olarak gündeme alınmıştır, ve enternasyonalizm, gerçek Marksistler için, işçi sınıfı hareketinin kazandığı politik pozisyona bağlı olarak; zaman zaman dünya ölçüsünde bir otorite, zaman zaman da işçi sınıfı örgütleri arasında uluslararası dayanışma, şu ya da bu düzeydeki ilişkiler olarak somutlanmaktadır. Ama her dönemde, işçi sınıfı enternasyonalizmi, bütün Marksist partiler ve sınıfın ileri kesimleri için bir ideolojik tutum, işçi sınıfının uluslararası programının omurgası olma özelliğini taşımıştır.
EMEP; kuruluşundan başlayarak, bu enternasyonalist fikre sıkı sıkıya bağlı olarak, dünyanın her köşesindeki Marksist, enternasyonalist partilerle ilişkisini geliştirmeye çalışmış; işçi sınıfı hareketinin uluslararası birliği için sendikal ve siyasi alanda her gelişmenin, her çabanın içinde olmuştur.
Küreselleşme karşıtı hareket ise; gerçek Marksistlerden anarşistlere, çevrecilerden burjuva hümanist çevrelere kadar çeşitli kesimleri kapsayan bir hareket olarak ilerlemektedir. Ama bu hareketin karakteriyle de bağlantılı olarak, “küreselleşme karşıtlığı”, herkese göre yorumlanır bir karakter göstermektedir. Ancak; ÖDP’nin de içinde yer aldığı çevreler, küreselleşme karşıtlığını; küreselleşmenin kendisine değil ama büyük güçlerin “küreselleşme politikaları”na “karşı”lık olarak almaktadırlar. Yani, “aşağıdan küreselleşme” savunusu yapılmakta; yerine göre “emeğin de küreselleşmesini” savunarak sermayenin “küreselleşme politikalarına karşı çıkarken, dolaşılıp kapitalizm ortadan kaldırılmadan gerçekleşebilecek bir “iyi”, “emekten yana” “kapitalist küreselleşme” hayaline alet olunmaktadır. BAK da, bu anlayışın güncelleşmiş hali olarak ortaya sürülmüş bulunmaktadır.
Kısacası ÖDP’nin, EMEP’in “enternasyonalist olmadığının kanıtı” olarak öne sürdüğü bu anlayış; işçi sınıfı enternasyonalizmine ve onun temeli olan komünizmin bir dünya sistemi olmasına bağlanmış bir enternasyonalizmi değil; tıpkı burjuva reformist, liberal sol çevreler gibi, kapitalizm ve tekellerin egemenliği altında, “emeğin de küreselleşmesi”, “aşağıdan yukarı küreselleşme” (aslında kapitalist bir düzende kapitalizm ne kadar küreselse, emek de o kadar küreseldir. Bu yüzden emeğin de küreselleşmesini istiyoruz” formülasyonu boş bir laftır), ulusal devletlerin ortadan kalkacağı bir Kautsky’ci “ultra emeperyalizm” aşamasını tarif etmekte, bunu enternasyonalizm olarak görmekte; bu çerçevede, ulusal devletlerin çağının geçtiğini, emperyalizm karşısında ulusal çıkarı savunmanın milliyetçilik olduğunu iddia etmektedir. EMEP’i milliyetçi görmelerinin nedeni de; emperyalizm karşısında ulusal çıkarları, Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanmasına, yabancı sermayeye, emperyalist iktisadi, siyasi tahakküme karşı mücadeleyi savunmasına dayanmaktadır. Çünkü onlara göre, emperyalizm karşısında ulusal çıkarları savunmak milliyetçiliktir, şovenizmdir!
“Küreselleşme karşıtı hareket” de; emperyalizme ve tekellere karşı mücadelenin bir cephesi olarak, bugünkü konjonktürde elbette önemlidir. Dolayısıyla bu hareketin gelişmesi ve kendi içindeki birliği de önemlidir. Ama BAK, bu hareketin şubesi olduğunu iddia ederek, aslında bu hareketle birleşebilecek çok geniş kesimlerin dışına çıkmakla, onları dışlamakla, sadece Türkiye’deki mücadeleye değil, bu harekete de zarar vermiştir. Bu yüzden, “Biz uluslararası bir küreselleşme karşıtlığının devamı olarak BAK’ı kurduk” demeleri de, ÖDP’nin yaptığına meşruiyet sağlamaz.
Aslında bu sınırlar içinde “küreselleşmeci enternasyonalizm” yine masum görünür; ama eğer, bunlar, fikirlerinde tutarlı olacaklarsa; Iraklıların işgal karşısında direnişini ve ilerici, devrimci, sosyalist güçlerin emperyalizme karşı mücadelesini, bu mücadelenin ulusal kurtuluşçu karakterini reddetmek durumundadırlar. Çünkü son tahlilde onlar, ulusal çıkarları, ulusal bir devleti savunmaktadır. Bu kadar ileri giderler mi? Eh, savaş karşıtı hareketle böyle çelişince, grupçuluk böylesi kullanılınca, korkulur ki, gidecekleri yere çok hızlı gidebilirler.
Nitekim; EMEP’i, “utangaç Türk milliyetçiliği” ile suçladıktan sonra, “Kürt milliyetçiliği” ile uzlaşmakla da suçluyorlar. Mantık yine aynı “küreselleşmeci” mantık. Çünkü bu mantığa göre, ezilen ulusların kaderlerini tayin hakkı ve bu hakkın savunulması, “milliyetçi”, “ulusal devletçi” olduğundan lekelidir! Bu yüzden de, “ezilen ulusun haklarını savunmak” demek, bu milliyetçilikle uzlaşmak demektir. Oysa gerçek ve Marksizmin sorunu ortaya koyuşu tamamen farklıdır. Ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını hiçbir koşula bağlamadan savunmaktır. Bu, sosyalizm bir yana, demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur. Ve demokrasi fikrini buraya kadar genişletmeyen bir sosyalist, ezen ulusun milliyetçisi olmaktan kurtulamaz.
ÖDP; kuruluşundaki –Özgürlük Dünyası’nda da zaman zaman tartışılan– zaaflarını, örgütsel ve ideolojik zaaflarını aşmayı denemek yerine, bu zaafları teori haline getirip yaymayı ilke edinmiştir. Bunun için de; kendisini aşan bir birlik, ortak mücadele varsa bundan rahatsız olmakta; illa ki kendi inisiyatifinde bir “birlik” dayatmakta, bu olmayınca, oradan ayrılıp başka bir “birlik” oluşturmaya girişmektedir. Son gelinen noktada (savaş karşıtı platformun bölünmesi), artık bu tutum, çok açık ve herkesçe görülür hale gelmiştir. Bunun için de mızrak çuvala sığmamaktadır.
Eğer ÖDP önde gelenleri, hâlâ ilerici, demokrat çevrelerin birliğinden yana olduklarına dair bir inanç taşıyorlarsa; önyargısız kendi eylemlerine bakıp, kendilerine çeki düzen vermelidirler. Türkiye’de demokrasi mücadelesinin ve antiemperyalist mücadelenin sıcak koşulları ve yerel seçim sürecinin başlamış olması, bu zaafların aşılması için bir fırsat sunmaktadır. Yoksa bu yol ÖDP’yi iyi bir yere götürmüyor, götürmeyecek.

(*)  Bu konu, seçim sırasında ve hemen sonrasında yeterince tartışıldığı için burada ayrıntısına girmeyeceğiz.
(**) Zafer Aydın, Eşitlik Özgürlük Gelecek, sayı 12 (Eylül 2003) s. 133

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑