Son günlerde ilerici demokrat çevrelerde en çok sorulan sorulardan birisi; “ÖDP ne yapmak istiyor?” sorusudur. Çünkü ÖDP ilerici, demokrat çizgide bir parti biliniyor. Barış ve Adalet Koalisyonu olarak savaş karşıtı platformu bölüp, her vesileyle ayrılıkçı, bölücü bir tutum takınması, olup biteni izleyenlere, “ÖDP ne yapmak istiyor?” sorusunu sorduruyor. Çünkü yapılan işin, sadece genel olarak mücadeleye değil, ÖDP’ye de yarayan, grup olarak ÖDP’yi, karşısına aldığı siyasi çevreler karşısında güçlendiren bir yanı yok. Tersine; ÖDP her vesileyle ayrı bir tutum alarak, bölücülük yaparak, gizli kapaklı girişimler organize ederek devrimci ilerici kesimlerdeki az çok itibarını ayaklar altına atıyor.
Eğer ÖDP’nin her davranışını kendi başına ele alır, öncesini ve ÖDP’nin ortaya çıkışındaki tartışmaları unutursak; bu “birlik karşıtı” davranışların mantıklı bir açıklamasını yapmak çok zordur. Çünkü politikada ayrı bir tutum geliştirmek, en azından o grup için bir avantaj sağlar. Hiç olmazsa böyle faydacı bir mantık üstünde anlam kazanır. Ama ÖDP’nin geliştirdiği birlik karşıtı politikalarda kendisini grup olarak da kazançlı çıkaracak bir şey görülmediği için; “ÖDP ne yapmak istiyor?” sorusu soruluyor. Ve sadece bir olaya bakarak da ÖDP’nin ne yapmak istediğini söylemek güçleşiyor.
ÖRGÜTSÜZ MÜCADELE OLUR MU?
Örneğin; “Barış ve Adalet Koalisyonu neden amacı, bağlantıları saklanarak, gizli kapaklı bir biçimde, yangından mal kaçırır gibi kurulmuştur?”, “Çok daha geniş çevreler, daha çok kişi böyle bir koalisyon organizasyonuna katılabilecekken neden kuruluş dar tutulmuştur?” “Savaş karşıtı platform varken ve bu platform, neredeyse tüm savaş karşıtı, ilerici, demokrat çevreleri, hatta bu mücadeleye katılacak İslami çevrelerin de azımsanamayacak bir kesimini kapsamışken, daha da önemlisi bu platform yakın geçmişte etkinliğini göstermişken, ‘hayır biz Adalet ve Barış Koalisyonu’nu kuracağız’ diye ayrılıp ayrı bir platform oluşturmanın anlamı nedir?” gibi sorulara, “ÖDP bunları bölücülük yapmak için yapıyor” demeden inandırıcı ve “olumlu” bir yanıt vermek mümkün değildir. Dahası, bu sorulara cevap verirken, ÖDP’yi devrimci ve ilerici bir örgüt kabul ederek ve bu girişimin ÖDP’nin lehine olacağını söylemek mümkün de değildir. Onun için de, sorulara anlamlı ve ikna edici yanıtlar vermek için, ÖDP’nin “kısa tarihine” bakmak gerekir. Çünkü; son olarak, “savaş karşıtı güçleri bölmek” olarak ortaya çıkan “bölücülük” ÖDP’nin ilk bölücülüğü değildir; eğer durum teşhis edilip, tüm ilerici demokrat kesimlerce bu bölücü tutum mahkûm edilmezse, bu, onun, son bölücülük, son tasfiyecilik girişimi de olmayacaktır.
Kuruçeşme’de, 1980’lerin sonunda başlayıp ÖDP’nin kuruluşuna kadar gelen, “ÖDP’yi var eden ideolojik tutum”; büyük bir “birleştiricilik”, “bütünleştiricilik” propagandası eşliğinde yürütülen “bölücülük” süreci olarak işlemiştir. Ama ortaya “Biz bölmek istiyoruz” diye çıkılamayacağı için, “13 ayrı grubu birleştiren bir parti”, “Parti olmayan parti kuruyoruz” fikriyle çıkılmıştır. Bu propaganda içinde, o günün koşullarında 13 ayrı çevre olarak faaliyet gösterenlerin, birleşme ve bir ad altında toplanmaları; “sol cenahta” çok önemli görülüp, parti sorununu; ideolojiden, siyasetten bağımsız olarak bazı grupların bir araya gelip, “Biz bir parti olduk” demeleri olarak gören çevrelerce de, ÖDP, “solun birlik partisi” gibi algılanmıştır.
Ama aslında ÖDP’yi oluşturan “birlik”in temel fikri; dünün yanlışlarının, ideolojik ve politik platformunun eleştirisi temelinde bir birleşme olmamıştır. Tersine, ÖDP çatısı altında birleşenler; Türkiye’de ’60’lı, ’70’li yılların mücadelesinin en devrimci yönü olan “örgüt fikri”ne; “sağlam bir savaşçı örgüte sahip olmadan devrimin olamayacağı” fikrine saldırarak aralarındaki birliği sağlamışlardır. Böylece ÖDP kurucuları, daha baştan, Marksist parti ilkelerini bir yana itmişler; devrimci ve tüm üyelerin uyması gereken disiplini olan bir örgüt, devrimcilerin, sınıfın böyle bir örgüt çizgisinde eğitilip birleşmesi fikri reddedilmiştir. Ama 60’lı, 70’li yılların eleştirisi olmadan ilerlenemeyecek olan yönüne; Marksizm dışı etkilenmelerden gelen eğilimlerine, popülizme, maceracılığa, kendiliğindenciliğe, bireysel terörizme, sınıfdışılığa, Troçkizme, Maoculuğa, Kruşçevizme, Eurokomünizme, varoluşçuluğa, (Gorbaçovculuğa bile) hiçbir eleştiri yöneltmemek, ÖDP kurucularının “birlik ilkesi” olmuştur.
Kısacası; örgütlü olmanın, parti olmanın kendisine saldırılarak kuruldu ÖDP ve “parti olmayan parti kuruyoruz” diye birleşildi. Dolayısıyla, ÖDP’de grupçuluk serbest ama bir örgütte birleşmek, ortak bir disipline bağlanarak bir mücadele örgütünde bütünleşmek pek makbul sayılmıyordu.
Ve bu yüzden de, bu birlik; aradan geçen 7-8 yıldan sonra, sanki hiç aynı parti çatısı altında kalmamışlar gibi; adeta unsurlarına ayrıştı. Bu “ayrışma” bile, ÖDP’nin birleştirici ve dönüştürücü hiçbir niteliğe sahip olmadığını gösterdi. Bu ayrışma sonrasında; kalanlar, ayrılanları parti disiplinine uymamakla (ÖDP’de uyulması gereken bir disiplin ilkesi varmış gibi), ayrılanlar da kalanları despotizm ve bürokratizmle suçladılar. Ama; kimse, bütün bir 12 Eylül sonrasını kapsayan “parti olmayan parti tasfiyeciliğine”; onca insanın, gücün heder edilmesine, insanların umutlarıyla oynanmasına değinmedi.
Yani ÖDP, daha kuruluşunda bile, “ciddi bir birlik” ilkesi değil, ama “birleşmeme ilkesi” üstünde kurulan bir parti oldu. Bu “birlik olmayan birleşme” dağıldıktan sonra; bu konudaki eleştiriler, yarım ağızla yapılan “böyle parti olmaz” yakınmalarını geçmedi. (Burada, ÖDP’nin kuruluşu ve dağılışında onun içindeki “en büyük grup” olan ve ötekileri de etrafına toplayan DY geleneğine bağlı olanların faydacılık, dayatmacılık geleneğinin de sürdürücüsü olduğu, bu tutumun, ÖDP’yi geleceği yere getirmesini bile önlediği gibi tartışmalar varsa da, bunlara değinmenin yeri bu yazı değil.)
Elbette ki, böyle bir partinin; emekçi sınıfları birleştirme ve onların birliği üstünden bir mücadele kaygısı gütmesini beklemek aşırı iyiniyetlilik olurdu. Nitekim; başka siyasi çevrelerle olan birliklerde, ÖDP, hep; dayatmacı, önceden varılan anlaşmalara fiiliyatta uymayan, oldu-bittilerle sonuç almayı alışkanlık edinen, bu haliyle de müttefiklerinde hep güvensizlik duygusu uyandıran bir çizgi izlemiştir.
ÖDP ile ortak eylemlerde bulunan çeşitli siyasi çevreler, bu tutumun sayısız örneğini verebilirler. Ama biz burada; sonuçları itibariyle de siyasi çevreleri aşan birkaç örnek üstünde duracağız.
EMEK PLATFORMU’NU ÇÖKERTEN ZİHNİYETİN DEVAMI
Emek Platformu, sermayenin saldırıları karşısında; Türkiye’de emek hareketi içinde yer alan, 2’si dışında (TZOM ve TESK) bütün başlıca emek örgütleri ve sendikal konfederasyonların bir araya gelerek oluşturduğu bir platformdu. Bu örgütlerin, özellikle işçi sendikaları konfederasyonlarının başındaki sendikal bürokrasinin bilinen zaaflarına, niyet ve ideolojik tutumlarına rağmen gerçekleşen Emek Platformu, emekçi sınıfların sermaye güçleri karşısında kazanımlarının korunması için son derece önemliydi. Ama ÖDP, daha Emek Platformu kurulduğundan itibaren bu platforma soğuk bir tutum takındı, ve hareketin geriye düşmesine bağlı olarak da; hoşnutsuzluğuna, “devrimci bir görünüm” kazandırarak; Emek Platformu’nun çoğunluğunun “sağcıların başında bulunduğu örgütlerden oluşmasını” gerekçe göstermeyi ekledi. Hemen her vesileyle, ÖDP cenahından; “Bu platformda gericiler var; buradan bir şey çıkmaz. Asıl olan platformdaki solcu örgütlerin (KESK, DİSK, TTB, TMMOB kastediliyordu) ayrılarak ortak eylemler düzenlemesidir” önerisi yükseldi. Ancak, ÖDP ile örgütsel ya da duygusal yakınlığa sahip çeşitli emek örgütü yöneticileri de Emek Platformu’nu terk edemediler. Emek Platformu halen tümüyle “kapanmış” değil; ama en azından son bir yıldır, bir-iki “sonuç bildirisi” bile çıkmayan toplantı dışında, faal olduğuna dair bir belirti de yok. Kuşkusuz, bu sonuçtan bakarak; ÖDP, “bak biz demiştik” diyebilir. Ama; gerçek, hiç de öyle değil; Eğer ÖDP ve onunla benzer görüşü paylaşan emek örgütleri, Emek Platformu’nu tüm emekçi sınıfların sermaye güçlerine karşı birliğinin platformu olarak görüp; bu platformu ayakta tutmak ve harekete geçirmek için etkilerini kullansalardı; kuşkusuz ki, Emek Platformu çok daha önemli adımlar atar, hem de, bugün de, sermaye güçleri karşısında birliğin ve mücadelenin merkezi olmaya devam ederdi. Çünkü; bugün Emek Platformu’nu oluşturan koşullar ortadan kalkmadığı gibi, koşullar, birliği çok daha zorunlu kılacak hale gelmiştir. Ne var ki; Emek Platformu içindeki, ona dinamizm verecek emek örgütleri (bunlar; ÖDP’nin, onun gibi düşünenlerin ayrı eylem yapmasını istediği örgütlerdir) rollerini oynasalardı, elbette ki Emek Platformu bugün içine düştüğü derbederlik durumunda bulunmaz, çökmezdi.
Bu çöküşte, ÖDP’nin, yukarıda sözünü ettiğimiz emek örgütlerinin yönetimleri içindeki, “emek mücadelesi”, “sağcılık-solculuk”, “birlik” gibi konularda ÖDP ile görüş birliği içinde olan anlayışın ve ÖDP üyesi emek örgütü yöneticilerinin rolü olmuştur. Oysa tersini yapmak, Emek Platformu’nun çöküşünü önlemek ve onu daha mücadeleci bir çizgiye çekmek mümkündü.
Emek Platformu’na ilişkin bu olumsuz rol, 2003 seçimi öncesinde Emek Barış ve Demokrasi Bloğu’nun kurulması sürecinde de devam etmiştir. ÖDP; seçimlere emek güçlerinin, demokrasi güçlerinin ortak bir listeyle katılma teklifini önce reddetmiş ve SHP çatısı altında birleşen partilerle seçime girmede ısrar etmiştir.
Kuşkusuz ki; bu plan; DEHAP, HADEP ve ÖDP’nin de (bu birliğe katılacak başka partilerin de) tasfiyesini içeriyor; sosyal demokrat bir program etrafında seçime giderken, aynı zamanda, bu partilerin, sosyal demokrat bir programla ve eski bir sosyal demokrat başbakanın liderliğinde birleşmesini öngörüyordu. (*)
Aslına bakılırsa, bu girişim, ÖDP’nin kuruluşu sırasında tartışılan; devrimci ve disiplinli, “monolitik parti” fikrine karşı düşmanlığın yeni koşullarda hortlamasından başka bir şey değildi; sadece siyasi gerekçeleri farklıydı.
Böyle bir “tasfiye” gerçekleşmeyince de, ÖDP, ayrılıp, seçime kendi başına girmeyi tercih etti. Ve yine sürecin sonunda görüldü ki; ÖDP aslında, kendisi, baştan söz konusu ettiği birliği gerçekleştiremeyeceğini biliyordu; dahası Kürtlerle ortak bir seçime girmeyi göze alamıyordu; ama seçimin tarihiyle de sıkıştırarak, o cephede bir “bloklaşmayı” da önlemeye çalışan bir amacı gerçekleştirmek istiyordu.
Irak’ın Amerika tarafından işgali süreci; Türkiye’de, savaşa karşı çıkabilecek az çok bütün diri güçlerin birleşip, başlıca illerde ve neredeyse ilçelerde bile bir araya geldiği bir süreç oldu. Nasıl ki; kriz koşulları tüm emek güçlerini Emek Platformu’nda birleşmeye zorlamış, böylece Türkiye tarihinde bir ilkin gerçekleşmesine imkân tanımışsa; savaş karşıtı mücadele de, siyasi alanda, antiemperyalist mücadele alanında bu rolü oynadı. İstanbul başta olmak üzere pek çok il ve ilçede, savaş karşıtı platformlar, bütün örgütlü kesimleri birleştirdi. Sendikalardan siyasi partilere, çevrecilerden İslami kesimlere kadar, Irak’ın işgaline, Ortadoğu’daki Amerikan varlığına karşı çıkan çevreler birleşti. 2. tezkere, oluşan bu ortamın baskısıyla 1 Mart’ta reddedildi; Türkiye’deki savaş karşıtı mücadele, tüm dünyadaki savaş karşıtlarıyla ilişkisini geliştirerek, savaşa karşı uluslararası dayanışmaya da katkıda bulunmaya yöneldi.
İrak’ın işgali önlenemedi, ama Irak’taki direniş de hemen başladı. Savaş karşıtı platformlar, görevlerini,”İşgale karşı mücadelenin geliştirilmesi ve Amerika’nın bölgeden defolması için mücadele” olarak belirledi. Yapılacak işler yeniden tartışılırken, ÖDP, bazı emek örgütü yöneticilerini de bu platformdan çekerek, ikinci bir merkez oluşturdu. Oysa bu platformda Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK) tartışılsaydı; belki de ayrı bir organizasyon yapmaya gerek kalmazdı. Ama, sonraki günlerdeki tartışmalarda da görüldü ki, ÖDP’nin amacı, birleştirmek, birleşmek; Türkiye’deki güçlerin uluslararası bağlantılarını güçlendirmek değil; kendisinin olan ve kendi inisiyatifinde olacak bir “örgüt” oluşturmaktı. Ama elbette, bunu açıkça söyleyemiyordu. Ne var ki; her bulunduğu platformda da, tutumunu başka gerekçelerle açıklayarak, bir oldu bittiyle sorumluluktan sıyrılmaya bakıyordu. Örneğin solcu çevreler içinde “savaş karşıtı platformda İslamcılar vardı” diyordu, ama bu arada, BAK’ın toplantılarına katılan İslami kesime de kucak açıyordu. Yerine göre “Kürtleri eleştiriyor, onların eylemlerde kendi grup sloganlarını öne çıkarmasını gerekçe gösteriyor, ama DEHAP’ın koalisyonda olmasına ses çıkarmıyordu. Yerine göre, “Hayır ÖDP savaş karşıtı platformdan ayrılmış değil, BAK örgütlerin değil kişilerin oluşturduğu bir örgüttür. Herkes kendi kişisel sorumluluğu ile BAK’tadır” denilerek, acayip bir BAK tarif ediliyordu. Ama, BAK’ın mitingine örgütleri çağırıp, örgütlerin yönetimlerindeki etkisini kullanarak kararlar çıkarmaya çalışmaktan da geri durmuyordu.
***
Eylül ayı içinde olup bitenler ve 27 Eylül mitingleri bir gerçeği ortaya çıkardı: BAK, savaş karşıtı platform ve blokun düzenlediği eylemlerin organizasyonuna katılmayarak ve bunlara katılmak yerine “şenlikler” düzenleyerek bölücü bir tutum takındı. Ankara mitingini kendisinin tek başına yapacağını, isteyenlerin katılabileceğini açıklayarak da, savaşa karşıtı örgütlerden tümüyle kopan bir tutum alırken, halk güçlerini elinden geldiği kadar böleceğini ilan etmiş oldu.
Yani ÖDP’nin, Emek Ptaformu’nda, seçimde Blok karşısında takındığı, “Bana uymuyorsa dağılsın” tutumunu, şimdi de, savaş karşıtı platformu bölerek sürdürmeye soyunduğu ortaya çıktı.
Burada, yanlış anlaşılmaları önlemek için bir-iki konuya değinelim.
ÖDP, BAK’ın, örgütlerin değil, kişilerin oluşturduğu bir platform olduğunu öne sürmüştür. (Savaş karşıtı platformun böyle kişileri dışladığı, örgütleri öne çıkardığı için BAK’ın kurulduğu, ÖDP’nin BAK için ileri sürdüğü bir diğer gerekçesiydi.)
Peki böyle, kamuoyunda tanınmış kişilerden bir platform oluşturulabilir mi? Elbette, oluşturulabilir. Bu, belirli amaçlarla yapılabileceği gibi, bir dönem taktiğinin gereği olarak da yapılabilir. Yani; “Hayır, savaş karşıtlığını sadece örgütler yapar, tek örgüt biçimi savaş karşıtı platformlardır” denemez. Hele ülkede bu kişiler, mevcut örgütlerin harekete geçiremeyeceği kesimleri harekete geçirecek kadar etkin bir kamuoyu karizmasına sahipse, buna kimse bir şey diyemez.
Ama şu anda Türkiye’de böyle bir durum var mıdır?
Onca zaafına karşın; bugüne kadar harekete geçen kitlelerin yüzde 95’ni, ÖDP’nin reddettiği örgütler harekete geçirmektedir. Ve bugüne kadar ne yapılmışsa, bu örgütler yapmıştır. Nitekim Barış ve Adalet Koalisyonu’nun ne yaptığına bakılırsa; “Biz kişilerin oluşturduğu bir platformuz” lafının bir yalan, ÖDP’nin marifetlerinin üstünü örtmek için kullanılan bir bahane olduğu görülür. Çünkü, bu Koalisyon da, Ankara’da düzenleyeceği mitinge, çeşitli emek örgütlerinin imkânlarını seferber ederek insanları taşımıştır; ve yöneticilerinin şahsında çeşitli örgüt adlarını istismar ederek bir varlık göstermeye çalışmıştır. Dahası BAK’ın her kademesindeki kişiler (birkaçı dışında) çeşitli örgütlerin üst yönetimlerinde görevli kişilerdir.
Bu somut gerçekler bile çok açık biçimde göstermektedir ki; BAK’ın organizasyonunun da arkasında “açık” bir gerekçe yoktur. Sadece bahaneler öne sürülmüş, asıl niyet saklanmıştır. Bunu sonucu da; sadece, savaş karşıtı saflarda karışıklık çıkarmak olmuştur. Bundan ÖDP’ye de hayır gelmez. Tersine ÖDP itibar yitirir. Daha önceki benzer girişimlerinde de bu olmuştur. Bu yüzden de, olup bitenden ders çıkarmasında ve yol yakınken dönmesinde, hem kendisi için hem de Türkiye’deki antiemperyalist ve savaş karşıtı mücadele bakımından yarar vardır.
“KÜRESELLEŞME KARŞITIYIM” DEMEK, KÜRESELLEŞMEYE KARŞI OLMAK MIDIR?
ÖDP’nin organize etmeye çalıştığı Barış ve Adalet Koalisyonu, “uluslararası” bir özelliğe sahip ve kendisini, “küreselleşme karşıtı” olarak tarif ediyor. En azından ÖDP öyle tarif ediyor. Nitekim ÖDP’nin “Eşitlik Özgürlük Gelecek” dergisinde, ÖDP’nin bu anlayışı sergileniyor ve EMEP de gizli Türk milliyetçisi olmak ve “Kürt sorunu üstünden ezilen ulus milliyetçiliği yapmak”la suçlanıyor.
Bu konuda şöyle deniyor dergideki yazıda: “Üçüncü grup ise, utangaç milliyetçilerdir. Bu grupta milliyetçilik ihtiyatlı bir kabul görür, ama açıkça deklare etmekten imtina edilir. Bunun yerine uluslararası girişimlere, enternasyonalist tutumlara dolaylı olarak karşı çıkma yolu seçilir. EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel’in, ‘Barış ve Adalet Koalisyonu’nu ‘küreselci bir proje’ olarak küçümsemesi bu yaklaşımın tezahürüdür. Utangaç milliyetçiler açısından vurgulanması gereken bir nokta da sadece ezen ulus milliyetçiliğinin değil ezilen ulus milliyetçiliğinin de avantajlarını kullanmak istemeleridir.
Solda örgütlü kesimlerde hissedilen bu yaklaşım, EMEP çevresinde de kendisini gösteriyor. Kuruluşundan bu yana sürdürdükleri emek eksenli faaliyetten istedikleri sonucu alamayan EMEP çevresi, bu kez de Kürt sorunu üstünden ezilen ulus milliyetçiliğine yönelmiş bulunuyor.” (**)
Bu iki paragraf içinde, yazının yazarı olan Zafer Aydın, birbiriyle çelişen şeyler de söylüyor. Ama, burada konuyla bağlantılı olarak; ÖDP’nin BAK’ının gerekçesi olan “enternasyonalizm” daha doğrusu “küreselleşmeci enternasyonalizm” üstünde kısaca duracağız.
Enternasyonalizmin ne olduğunu, sosyalizme biraz bulaşmış herkes bilir. Enternasyonalizm, işçi sınıfının uluslararası birliği ve bunun üstünden ulusal devletlerin ortadan kalkacağı, tek bir dünya insanlığı, komünist bir dünya hedefidir. Kuşkusuz ki; bu hedefi anlamlı kılan, işçi sınıfının enternasyonalist karekteri ve onun çıkarlarının, kendisi de dahil tüm sınıfların ortadan kaldırılmasında olmasındadır. Ve bu işçi sınıfı enternasyonalizmi; Marksizm tarafından en azından 1860’lardan beri pratik bir olgu olarak gündeme alınmıştır, ve enternasyonalizm, gerçek Marksistler için, işçi sınıfı hareketinin kazandığı politik pozisyona bağlı olarak; zaman zaman dünya ölçüsünde bir otorite, zaman zaman da işçi sınıfı örgütleri arasında uluslararası dayanışma, şu ya da bu düzeydeki ilişkiler olarak somutlanmaktadır. Ama her dönemde, işçi sınıfı enternasyonalizmi, bütün Marksist partiler ve sınıfın ileri kesimleri için bir ideolojik tutum, işçi sınıfının uluslararası programının omurgası olma özelliğini taşımıştır.
EMEP; kuruluşundan başlayarak, bu enternasyonalist fikre sıkı sıkıya bağlı olarak, dünyanın her köşesindeki Marksist, enternasyonalist partilerle ilişkisini geliştirmeye çalışmış; işçi sınıfı hareketinin uluslararası birliği için sendikal ve siyasi alanda her gelişmenin, her çabanın içinde olmuştur.
Küreselleşme karşıtı hareket ise; gerçek Marksistlerden anarşistlere, çevrecilerden burjuva hümanist çevrelere kadar çeşitli kesimleri kapsayan bir hareket olarak ilerlemektedir. Ama bu hareketin karakteriyle de bağlantılı olarak, “küreselleşme karşıtlığı”, herkese göre yorumlanır bir karakter göstermektedir. Ancak; ÖDP’nin de içinde yer aldığı çevreler, küreselleşme karşıtlığını; küreselleşmenin kendisine değil ama büyük güçlerin “küreselleşme politikaları”na “karşı”lık olarak almaktadırlar. Yani, “aşağıdan küreselleşme” savunusu yapılmakta; yerine göre “emeğin de küreselleşmesini” savunarak sermayenin “küreselleşme politikalarına karşı çıkarken, dolaşılıp kapitalizm ortadan kaldırılmadan gerçekleşebilecek bir “iyi”, “emekten yana” “kapitalist küreselleşme” hayaline alet olunmaktadır. BAK da, bu anlayışın güncelleşmiş hali olarak ortaya sürülmüş bulunmaktadır.
Kısacası ÖDP’nin, EMEP’in “enternasyonalist olmadığının kanıtı” olarak öne sürdüğü bu anlayış; işçi sınıfı enternasyonalizmine ve onun temeli olan komünizmin bir dünya sistemi olmasına bağlanmış bir enternasyonalizmi değil; tıpkı burjuva reformist, liberal sol çevreler gibi, kapitalizm ve tekellerin egemenliği altında, “emeğin de küreselleşmesi”, “aşağıdan yukarı küreselleşme” (aslında kapitalist bir düzende kapitalizm ne kadar küreselse, emek de o kadar küreseldir. Bu yüzden emeğin de küreselleşmesini istiyoruz” formülasyonu boş bir laftır), ulusal devletlerin ortadan kalkacağı bir Kautsky’ci “ultra emeperyalizm” aşamasını tarif etmekte, bunu enternasyonalizm olarak görmekte; bu çerçevede, ulusal devletlerin çağının geçtiğini, emperyalizm karşısında ulusal çıkarı savunmanın milliyetçilik olduğunu iddia etmektedir. EMEP’i milliyetçi görmelerinin nedeni de; emperyalizm karşısında ulusal çıkarları, Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanmasına, yabancı sermayeye, emperyalist iktisadi, siyasi tahakküme karşı mücadeleyi savunmasına dayanmaktadır. Çünkü onlara göre, emperyalizm karşısında ulusal çıkarları savunmak milliyetçiliktir, şovenizmdir!
“Küreselleşme karşıtı hareket” de; emperyalizme ve tekellere karşı mücadelenin bir cephesi olarak, bugünkü konjonktürde elbette önemlidir. Dolayısıyla bu hareketin gelişmesi ve kendi içindeki birliği de önemlidir. Ama BAK, bu hareketin şubesi olduğunu iddia ederek, aslında bu hareketle birleşebilecek çok geniş kesimlerin dışına çıkmakla, onları dışlamakla, sadece Türkiye’deki mücadeleye değil, bu harekete de zarar vermiştir. Bu yüzden, “Biz uluslararası bir küreselleşme karşıtlığının devamı olarak BAK’ı kurduk” demeleri de, ÖDP’nin yaptığına meşruiyet sağlamaz.
Aslında bu sınırlar içinde “küreselleşmeci enternasyonalizm” yine masum görünür; ama eğer, bunlar, fikirlerinde tutarlı olacaklarsa; Iraklıların işgal karşısında direnişini ve ilerici, devrimci, sosyalist güçlerin emperyalizme karşı mücadelesini, bu mücadelenin ulusal kurtuluşçu karakterini reddetmek durumundadırlar. Çünkü son tahlilde onlar, ulusal çıkarları, ulusal bir devleti savunmaktadır. Bu kadar ileri giderler mi? Eh, savaş karşıtı hareketle böyle çelişince, grupçuluk böylesi kullanılınca, korkulur ki, gidecekleri yere çok hızlı gidebilirler.
Nitekim; EMEP’i, “utangaç Türk milliyetçiliği” ile suçladıktan sonra, “Kürt milliyetçiliği” ile uzlaşmakla da suçluyorlar. Mantık yine aynı “küreselleşmeci” mantık. Çünkü bu mantığa göre, ezilen ulusların kaderlerini tayin hakkı ve bu hakkın savunulması, “milliyetçi”, “ulusal devletçi” olduğundan lekelidir! Bu yüzden de, “ezilen ulusun haklarını savunmak” demek, bu milliyetçilikle uzlaşmak demektir. Oysa gerçek ve Marksizmin sorunu ortaya koyuşu tamamen farklıdır. Ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını hiçbir koşula bağlamadan savunmaktır. Bu, sosyalizm bir yana, demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur. Ve demokrasi fikrini buraya kadar genişletmeyen bir sosyalist, ezen ulusun milliyetçisi olmaktan kurtulamaz.
ÖDP; kuruluşundaki –Özgürlük Dünyası’nda da zaman zaman tartışılan– zaaflarını, örgütsel ve ideolojik zaaflarını aşmayı denemek yerine, bu zaafları teori haline getirip yaymayı ilke edinmiştir. Bunun için de; kendisini aşan bir birlik, ortak mücadele varsa bundan rahatsız olmakta; illa ki kendi inisiyatifinde bir “birlik” dayatmakta, bu olmayınca, oradan ayrılıp başka bir “birlik” oluşturmaya girişmektedir. Son gelinen noktada (savaş karşıtı platformun bölünmesi), artık bu tutum, çok açık ve herkesçe görülür hale gelmiştir. Bunun için de mızrak çuvala sığmamaktadır.
Eğer ÖDP önde gelenleri, hâlâ ilerici, demokrat çevrelerin birliğinden yana olduklarına dair bir inanç taşıyorlarsa; önyargısız kendi eylemlerine bakıp, kendilerine çeki düzen vermelidirler. Türkiye’de demokrasi mücadelesinin ve antiemperyalist mücadelenin sıcak koşulları ve yerel seçim sürecinin başlamış olması, bu zaafların aşılması için bir fırsat sunmaktadır. Yoksa bu yol ÖDP’yi iyi bir yere götürmüyor, götürmeyecek.
(*) Bu konu, seçim sırasında ve hemen sonrasında yeterince tartışıldığı için burada ayrıntısına girmeyeceğiz.
(**) Zafer Aydın, Eşitlik Özgürlük Gelecek, sayı 12 (Eylül 2003) s. 133