Kadın hareketine işçi kadın damgası

İşçi sınıfının bir işçi partisi olarak örgütlenmesinin koşullarından biri devrimci niteliğe ve iktidar amaçlı bir politik çizgiye sahip olması olarak belirtilebilir. Bir işçi partisi, bu hedefini gerçekleştirmek ve geliştirerek yaygınlaştırmak amacına sahip bir örgüte de sahip olmalıdır. Partinin dayanacağı taban, elbette geniş işçi kesimleri, emekçi halk yığınları olacaktır. Dolayısıyla, iktidar hedefi olan ve tabanını geniş işçi ve halk kesimlerinin oluşturacağı partinin, söz konusu kesimlerin yarısını oluşturan kadınlara yönelik özel bir ajitasyon yürütülmesinin, kadınlara dönük özel bir seslenme gerekliliğinin ayırdında ve bilincinde olacağı ortadadır. Parti çalışmasının özellikle işçi sınıfı temelinde yükseldiği bir örgüt içinde, kadın çalışmasının da temelini oluşturan işçi kadınlara yönelik çalışmanın önemi göz ardı edilemez. Ve elbette, özellikle günümüz şartlarında daha da ağır koşullarda çalışmaya mahkum edilen, sermayenin ucuz işgücü kaynaklarından olan işçi kadınları örgütleme ve kadın hareketine damgalarını vurmalarının önünü açma zorunluluğu da, üzerinde önemle durulması gereken bir iş olarak önümüzde durmaktadır.

İŞÇİ KADINLARIN HER GEÇEN GÜN ZORLAŞAN ÇALIŞMA KOŞULLARI
Uluslararası sermaye dünyanın her yerinde işçi ve emekçi kadınlara yönelik saldırılarını gün geçtikçe daha da artırmaktadır. Kadınlar, kayıt-dışı sektörlerde her türlü iş güvencesinden yoksun, uzun ve ağır çalışma koşullarında ucuz işgücü olarak sömürülmektedir.
Bu tablo içinde, Türkiye’deki işçi ve emekçi kadınlar da farklı bir görünüm sergilememektedir. Gerek iş hayatında ve gerekse ev içinde çifte sömürüye tabi tutulan kadınlar, sermayenin ağır baskısı altında, küreselleşme politikaları ile daha zor şartlar altında çalışmaya, ucuz emek gücü olarak kullanılmaya, sendikasız, sigortasız, her türlü iş güvencesinden yoksun çalıştırılmaya mahkum edilmektedirler.
Toplumsal temelli geleneksel işbölümü, kadınları bağlamakta ve onlara kendilerine biçilen rolden başka seçenek bırakmamaktadır. Zaten, genellikle kadınlar, çalışma kararı verirken, evdeki “görevlerini” aksatmayacak işleri tercih etmektedirler. Örneğin, AB genelinde part-time çalışanların % 83’ünü, geçici işlerde çalışanların % 50’sini kadınlar oluşturmaktadır. Bu, hem neoliberal politikalarla genel olarak sömürü-yoğun part-time vb. türü esnek çalışma yöntemlerinin dayatılması nedeniyle, hem de kadınların evdeki “görevleri”ne uyumlu işler aramaya yöneltilmeleri nedeniyle böyledir.
Esnek çalışma ve genel olarak neoliberal politikaların kadının sömürülmesini ağırlaştırdığı açıktır; ancak, sistemin cinsiyet ayrımcı yapısının çalışma hayatında da devam ettiği ve kadının ucuz işgücü kitlesi olarak kullanılmakta olduğu da kesindir. Cins ayrımcı sistemin dayattığı toplumsal işbölümü; erkek ve erkeğin çalışıp evine bakması üzerine kuruludur. Dolayısıyla, kadının kazandığı da “ek gelir” olarak nitelendirilmekte ve çalışmasına, –gerçek farklı olsa da– ‘olsa da olur, olmasa da’ anlayışıyla yaklaşılmaktadır. Kadın, daha baştan ‘yedek’ olmakta ve eşit başlamadığı çalışma hayatında ayrımcı birçok muamele ile karşılaşmaktadır.
Sermaye, her zaman istediği miktarda, istediği biçimde, istediği zamanda, istediği koşullarda, istediği ücretle çalışma koşullarını belirleme tutumundadır, dayattığı budur. İşgücünün örgütlülüğünün zayıf ve esnek çalışma koşullarına uyumlu olması da sermayenin aradığı özelliklerdir. Kadın emeği, sermaye açısından, bunun için biçilmiş kaftandır. Evlere iş verme, fason üretim, part-time veya çağrı üzerine çalışma gibi sektör ve işlerde özellikle kadın emeği kullanılmaktadır. Kadınların kayıt-dışı sektörde işgücüne katılımları gerek dünya gerekse ülkemizde artış göstermektedir. Kadınlar, öteden beri düşük ücret ödenen, güvencesiz ve geçici işlerde çalışan, işlerini en önce kaybeden kesim olmuştur, şimdi de artan ölçülerle böyledir. İstihdam biçimlerinin değişmesi ile birlikte, kadın işçiler, düşük ücretli işlerde en sınırlı haklara sahip veya hiç bir hakka sahip olmadan çalıştırılmaktadır.
Özelleştirme, ekonomik ve sosyal kuralsızlaştırma, sendikasızlaştırma, sosyal güvenlik kuruluşlarının zayıflatılması ve ortadan kaldırılması, sosyal yardımların kısılması ve ortadan kaldırılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, paralı hale getirilmesi vb.. şeklinde tek tek sayılan, ama aslında tüm emekçilere topyekun bir saldırı oluşturan bu uygulamalar, kadın emekçilerin çalışma koşullarını, adeta 18. yüzyılın vahşi kapitalizminin sefalet ortamına itmiştir. 
Bununla ilgili bildik küçük bir örnek verelim: Lord Ashley, 15 Mart 1844 tarihinde on saatlik çalışmaya ilişkin yasa tasarını İngiliz Parlamentosu’na sunduğu konuşmasında, görüştüğü kadın işçilerin durumlarını şöyle anlatıyor:
“20 yaşındaki M.H.’in iki çocuğu var. Küçük olana ondan biraz daha büyük olan çocuk bakıyor. Anne sabah 5’te fabrikaya gidiyor, akşam 8 gibi eve dönüyor. Elbisesi göğüslerinden damlayan süt ile sırılsıklam oluyor.”
“… daha dönmedi mi?
– Hayır.
– Doğum yapalı ne kadar oldu?
– 8 gün.
– Çoktan gelip işe başlayabilirdi. Şuradaki kadın hiçbir zaman üç günden fazla evde kalmaz.”
Şimdi de günümüzden bir örnek:
“Bir tekstil atölyesinde çalışan A. üç yaşındaki çocuğuna, babası işten eve gelene kadar uyanmaması için uyku ilacı vererek işine gitmek zorunda kalıyor.”
“İşyerinde daha fazla mal üretebilmek uğruna kadın işçilerin bazı tekstil atölye veya fabrikalarında tuvalete gitmemeleri için tuvalet kapıları kilitleniyor. Bu durum kadınlarda birtakım hastalıkların oluşmasına sebep olmakta.”

RAKAMLARLA TÜRKİYE’DE KADIN ÇALIŞANLARIN DURUMU
Son on yıllık anketlerde, Türkiye’de yeniden yapılandırma politikaları sonucu, kadın emeğinin sömürüye en açık hale getirildiği görülmektedir. 12 yaş ve üzeri nüfusta işgücüne katılımda kadın ve erkek oranı bir azalma göstermektedir. Bu da, son yapılan araştırmaların da gösterdiği gibi, işsizliğin artması demektir. İktisaden faal olan nüfus içindeki kadın nüfusun oranı, 1999 yılı itibariyle % 29,7’dir. Kadınların işgücüne katılım oranı, 1950’li yılların ortalarından beri sürekli bir düşüş göstermektedir. Bu oran, 1990 yılında kentte % 17, kırda % 51 iken, 2000 yılında kentte % 15,7 ve kırda % 34,9 olarak açıklanmıştır.
Kadınların işgücüne katılım oranı, 20-24 yaş arası % 35’lik dilim ile önde gelmektedir. 15-19 yaş arası, bu oran % 28; 25-29 yaş arası % 31; 30-34 yaş arası % 32’dir ve bu şekilde azalarak devam etmektedir. Kadınların işgücüne katılımı yaş ilerledikçe azalmaktadır.
Evli kadınların işgücüne katılım oranı, Türkiye genelinde % 27,2, kentte % 13 ve kırda % 48’dir. Dikkat çekici bir husus, boşanmış kadınların işgücüne katılımının % 46 ile önde gelmesidir. Evli kadınların işgücüne katılımı, hiç evlenmemiş (% 30) veya boşanmış kadınların oranından daha düşüktür.
İktisadi faaliyet kollarına göre dağılımda ise, kadınların yoğun olarak çalıştığı alanların başında % 72’lik oran ile tarım sektörü gelmektedir. Son yıllardaki artışa rağmen, kadınların sanayi ve hizmet sektörüne katılımları yine de düşüktür. Hizmet sektörü, kentlerde kadınların çalıştığı en yoğun sektördür. 1989 yılında kadınların bu sektör içindeki oranı % 55 iken, 1999 yılında % 58’e yükselmiş; sanayideki oranlar ise, 1989 yılında % 31 iken 1999 yılında % 28’e gerilemiştir.
Kadınların işsizlik oranı erkeklere göre daha fazladır. Bu oran, –resmi rakamlara göre– kadınlarda % 6,1’dir. Eğitimli kadın genç işsizlik oranı ise, % 29’dur. İşsizlik en yoğun olarak 15-19 yaş grubu arasında görülmektedir (% 15,6).  Ancak kayıt-dışı sektörde özellikle 15 -19 yaş arası kadınlar çalıştırılmasına rağmen, bu bilgiler, istatistiklere yansımamaktadır.
Kadınların eğitim durumuna göre işsizlik oranları incelendiğinde ise, eğitim düzeyinin yüksekliğinin, genç kadınlar için yüksek işsizlik eğilimini azaltmadığı görülmektedir. 12-24 yaş arası ilkokul mezunu kadınların işsizlik oranı % 7 iken, bu oran, ortaokul mezunlarında % 26, lise mezunlarında % 34, yüksekokul mezunlarında ise % 34 olarak tespit edilmiştir.
Çalışan kadınların % 46’sı bir sendikaya üyedir. Bu oran, erkeklerde de % 56’dır. 
Türkiye’de çalışan kadınların ücretleri erkeklerinkinden düşüktür. Bu durum, tüm dünyada da böyledir. Genel olarak dünyada, kadınların ücretleri, erkeklerin % 78’i kadardır.
Bu verilere ülkemizde yaşanan diğer ekonomik toplumsal sorunlar eklendiğinde (eğitimin, sağlığın paralı hale getirilmesi, IMF bütçeleri ile emekçilerin zorlaşan yaşam ve çalışma koşulları, açlık, işsizlik, yolsuzluklar vb..), araştırmalardan çıkan ‘mutluluk’ hikayelerinin emekçiler açısından aslında masal olduğu görülecektir.

NASIL BİR ÖRGÜTLENME
Bugün, sermayenin bu dizginsiz gidişi karşısında, emekçi kadınların, birçok sanayi kentinden, fabrikalardan, işyerlerinden semt ve mahallelerden yükselen seslerini duymamak mümkün değildir. Birçok işyerinde, fabrikada işçiler, çalışma koşullarının zorluğuna karşı ve buna rağmen, sendikaya üye olabilmek, insanca ücret alabilmek için kendiliğinden harekete geçmektedirler. Buralarda kadın işçilerin varlığı, söz konusu hareketlerin ve mücadelenin kadınlar açısından da özel olarak değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Örneğin, Uşak’ta tekstil fabrikalarında çalışan işçilerle birlikte sendikaya üye olma mücadelesi veren işçi kadınlar, işyerinde insanca çalışma koşulları isterken, ayrıca, işyerinde kadın olmalarından dolayı maruz kaldıkları ayrımcı muamelelere karşı ve yine anne olmalarından dolayı işyerlerinde kreş kurulmasının da mücadelesini vermektedirler. Bu da, işçi kadınlara yönelik özel bir ajitasyon ve propagandanın gerekliliğini göstermektedir.
Fabrika ve işyerlerindeki bu kıpırdanışlar, uyanışlar, yüzlerce hatta binlerce kadının, genç kızın hayatlarını ellerine alma, söz sahibi olma ve bilinçlerinin gelişmesine sınıf mücadelesine katılmalarına olanak tanıyan gelişmelerdir. Ancak, partimizin bu uyanış ve gelişmesinin kendiliğinden olmasını bekleyemeyeceği açıktır. Kadınlardaki bu uyanışın sınıf mücadelesinin ilerleyişinin bir dayanağı ve parçası kılınması, işçi kadınların kadın hareketine ağırlıklarını koymaları ve işçi kadınlar içinden kadın hareketinin sözcülerinin çıkması bakımından partimizin üzerine son derece önemli görevler düşmektedir. Yine işçi ve emekçi kadın kümelerinin geliştirilmesi ve hak eylemleri ve kadının kurtuluşu içerikli etkinliklerinin arttırılması konusunda da partimizin önünde bir çok görev bulunmaktadır.
İşçi kadınların mücadele ve örgütlenme alanları elbette fabrikalar ve işyerleri olacaktır. Ancak, belirtildiği gibi, işçi kadınlara yönelik çalışma, genel nitelikte bir işyeri çalışmasıyla sınırlı değil, ama işçi kadınlara özel olarak seslenen bir çalışma da olacaktır. Öncelikle yapılması gereken; işçi kadınlara neden örgütlenmek, bir araya gelmek gerektiğinin anlatılması ve bunun kavratılmasıdır. Elbette, işyerinde veya fabrikadaki çalışma şartlarının düzeltilmesi, ücretlerin insanca yaşanacak bir seviyede olması için mücadele etmek tüm işçilerin sorunudur. Ancak, bu genel talepler kadın işçilere yönelik özel bir ajitasyonun gereğini ortadan kaldırmamaktadır.
Fabrika ve işyerlerinde oluşturulan her örgütün görevinin olmazsa olmaz bir parçası, o işyerindeki kadın işçilere yönelik özel bir çalışmanın yürütülmesinin sağlanmasıdır. “Nasıl olsa bu işyerinde bir çalışma var” düşüncesi, kadın işçileri çalışmanın içine tam olarak katmamaktadır. Aksine, o işyerinde kadınların karşılaştığı sorunlar çerçevesinde, kadınlar arasında bir çalışmanın örgütlenip sürdürülmesi, kadınların mücadeleye katılımını arttıracaktır. Kuşkusuz kadınlar –parçası oldukları işçi sınıfının acil ve genel taleplerinin yanı sıra– kendi özgün talepleri ile çalışmaya daha aktif ve kararlı olarak katılacaklardır.
İşçi kadınların fabrika dışındaki hayatlarını da kadın çalışmasının bir parçası olarak ele almak durumundayız. Ev ve çocukların bakımı, yükümlülükler, toplumsal koşullar ve gerici feodal baskılar, eğitim düzeyinin düşüklüğü gibi engellerle mücadele etmeye ve işçi kadınları bu konulara karşı da bilinçlendirmeye yönelik çalışmalar, işyeri çalışmamız içinde ayrıca ele almamız gereken alanlardır.

NASIL BİR PROPAGANDA
Partimiz, işçi emekçi halk yığınlarını ideolojik ve politik silahlarla donatarak, bağımsız bir sınıf olarak iktidara yönelik örgütlemek için mücadele etmektedir. Temelini işçi çalışmasının oluşturduğu parti faaliyetlerimizde, işçi kadınlar içinde yapacağımız çalışmanın amacı da, bunun için, işçi kadınları aydınlatmak, örgütlemek, sınıf bilinçlerini geliştirerek onların işçi ve emekçilerin iktidar mücadelesine katılmalarını sağlamaktır. Bu çerçevede, işçi kadınlara yönelik propaganda ve ajitasyonumuz şu niteliklere sahip olmalıdır:

– Sermayenin ve siyasi iktidarın ve karar ve uygulamalarını işçi kadınlar açısından anlaşılır hale getirmeye dönük olmalıdır
Sermayenin baskısı sonucu yürürlüğe giren, esnek çalışmayı yasalaştıran ve onun yanında emekçilerin özel hayatlarını ortadan kaldıran 4857 sayılı İş Kanunu’nun bu bağlamda işçi kadınlar arasında tartışılmasına yönelik çalışmalar gerçekleştirmeliyiz. Bugün birçok işyerinde (özellikle küçük atölyelerde çalışan işçiler açısından geçerli) işçiler, değil kanun değişikliğini, bir kanunun varlığını, kendilerinin ne gibi haklara sahip olduğunu bile bilmemektedirler. Bu işçiler arasında aydınlatma çalışması yürüterek, konuşarak, toplantılar yaparak, sohbet ederek, yayınlarla sahip olduğu hakların neler olduğunu, 4857 sayılı kanun ile nasıl bir çalışma hayatına sahip olacaklarını, kanunun neler getirdiğini ortaya koymalıyız. Yine kadın işçilere yönelik olarak, kanunun kadınlar açısından ne gibi düzenlemeler getirdiğini açıklamalıyız. (Bu konu ile ilgili olarak Merkezi Kadın Büromuz bir broşür hazırlamıştır.) IMF dayatmalarını, bu olup bitenlerin işçi ve emekçilerin ve kadın işçiler başta olmak üzere kadınların yaşamını nasıl etkilediğini, sermayenin, özel olarak işverenin çalışan kadınlara yönelik ayrımcı muamelelerini, örneğin hamile olduğu gerekçesi ile kadınların işten atılmalarını, çalışma hayatı dışında kadın olmaktan kaynaklanan sıkıntıları, toplumsal yaşamda karşılaştığı zorlukları ve bu somutluk üzerinden kapitalizmi tartışmalı ve işçi kadınlara, sınıfın bir parçası olarak, bunları değiştirebilecek bir güç olabileceklerini anlatmalıyız.

– Propaganda ve ajitasyonumuz yerel sorun ve taleplerle iç içe olmalıdır
Bu yerellik, işyerinde yüz yüze olduğu sorunların yanı sıra, işçi kadının yaşadığı semtte, mahallede karşılaştığı sorunları kapsamalıdır. Mahalledeki alt yapı sorunlarından, eğitim sorunlarına kadar bir alan içinde işçi kadınlarla bunların çözümüne yönelik örgütlenmeler geliştirilmeli, eylemlilikler örgütlenmeli, çalışmalar yürütülmelidir. Yine fabrika özelinde, örneğin İzmir Çiğli Organize sanayiinde olduğu gibi, kadın işçilerin karşılaştığı sorunlara yönelik bir örgütlenme çalışması yürütülmelidir. Burada, kadın işçilerin tuvalete gitmeleri engellenmekte, iş kazası geçiren kadın işçiler doktora götürülmemekte, ağır ve uzun süreli çalıştırılmaktadır. İşçi kadınlarla öncelikle haklarının neler olduğu ve bu muamelelere ve kapitalist düzene karşı örgütlenmelerinin gerekliliği anlatılmalı ve hayata geçirilmeye çalışılmalıdır.

– Genel sorun ve taleplerle bağlantı kurulmalıdır
Çalışma koşullarının her geçen gün zorlaşmasının, giderek artan işsizliğin, yoksulluğun sermayenin ve iktidarın planları ile, kapitalist sistemle bağları kurulmalı; örneğin 8 saatlik işgünü talebinin önemi kadın işçilere anlatılmalıdır. Kadın işçilerin bu talep etrafında örgütlenmeleri teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.
Tabii, tüm bu hususların yanı sıra toplumsal olaylar, dış politika vb. konularda da kadın işçilerle tartışmalar yapılmalı, bu sorunlar da aydınlatma çalışmasının konularından olmalıdır. Örneğin, Haziran’da İstanbul’da düzenlenecek olan NATO toplantısı ile ilgili olarak, NATO’nun işlevi, bu bağlamda ABD’nin Ortadoğu’da tam hakimiyet talebi, Türkiye’nin bu alandaki yerinin ne olması gerektiği kuşkusuz kadın işçilerle tartışılmalıdır. Emperyalizmin kadın işçilerin hemen önlerindeki bir tehdit ve tehlike olduğu, uluslararası sermaye ve emperyalizmin hayasız sömürü ile birlikte talan, savaş, işgal ve ölüm demek anlamına geldiği açıklanarak, ona ve işbirlikçilerine karşı mücadelenin önemi vurgulanmalıdır.  

– Sistemli ve günlük bir propaganda yürütmenin gerekliliği
Söz konusu talepleri, etrafında mücadele etmek üzere birleşilecek sorunların çözümünün neler olduğu, günlük olarak ve sistemli bir şekilde işçi kadınlara ulaştırılmalıdır. Sermayenin sahip olduğu yaygın propaganda olanakları karşısında bizler, gelişen olayları ve anlamlarını kadın işçilere ulaştırmalıyız. Çarpıtılmış gerçeklerin gerçek boyutları ile anlatılabilmesi ve işçi ve emekçilerin kendi çıkarları, hakları ve gelecekleri için birlik olmalarının sağlanabilmesi için, bu iş, sistemli olarak yapılmalıdır.
Bunun en önemli aracı ise, gazetedir. İşçi kadınların kendi yaşamlarını, çalışma hayatlarının zorluklarını, mücadele sonucu kazanımlarını yazarak diğer emekçilerle paylaşmalarının, gazetenin işçi kadınlar arasında okunması ve okutulmasının teşvik edilmesi, çalışmanın olmazsa olmaz koşuludur. İşçi kadınların siyasal bilinçle donanarak örgütlenmesi, sınıf hareketinin ve onun bir parçası olarak ve ona bağlanan bir kadın hareketinin ilerletilmesi, mücadelenin doğru temeller üzerinde yükseltilmesinin yolunu açacaktır.
Sonuç olarak, eğer bu çalışma sistemli bir şekilde her gün yenilerek ve gelişerek yürütülürse, emekçi kadın mücadelesi eşitlik ve kurtuluş yolunda büyüyerek ilerleyecektir.

8 Mart’ı doğru tartışmak

Mart ayı, içinde 8 Mart gibi bir gün barındırması itibari ile, kadınlardan, onların sorunlarından ve haklarından vb.. en sık bahsedilen ay olma özelliğini taşımaktadır. Bu ay içinde kadın hareketi, kadın çalışması, kadın örgütlenmesi ile uğraşan örgütler, kurumlar, partiler içinde hareketlenmeler görülür, bir canlanma yaşanır, “8 Mart’ta ne gibi etkinlikler yapacağız”, “8 Mart’ı nasıl kutlayacağız” tartışmaları yoğunluk kazanır. (Elbette, kadınların sorunlarının ve haklarının tartışılması ve çeşitli örgütlerin gündemine taşınması sadece bu tarihte olmamalıdır. Her zaman gündemde tutulması gereken bir konu/alandır ve her zaman bu sorunlara ve cins ayrımcılığına, hak gasplarına karşı mücadelenin canlı tutulması gerekmektedir.)
8 Mart’ın nasıl kutlanacağı ise, 8 Mart’a yüklenen anlama ve bu günün kimin için neyi ifade ettiğine göre değişmektedir. Dolayısıyla, 8 Mart’ın tarihçesini, nasıl ortaya çıktığını ve nasıl kadınların günü olduğunu hatırlamakta fayda var.

EMEKÇİ KADIN HAREKETİ TARİHİNE KISA BAKIŞ
19. yüzyılın başları sanayileşmenin hız kazandığı, büyük toplumsal değişimlerin ve devrimlerin yaşandığı dönem oldu. Sanayileşme ile birlikte yeni işçi yığınları fabrikalara akın etti, büyük ölçekli üretim yapılmaya başlandı. Bu süreç, aynı zamanda kadınların da erkeklerle birlikte emek gücünü satmak için evlerinden çıkıp fabrikalara doluştuğu, işçileşmeye başladığı dönemdir. Toplumsal üretime çekilen kadınlar, burjuvazinin iktidarı altında sınıf olarak yaşadıkları sömürüyü daha derinden hissetmeye başladılar. Bu sömürü ilişkilerini katmerlendiren ataerkil toplum yapısı sebebiyle kadın, sömürüyü bir kat daha fazla yaşıyordu. Kadınlar bugün olduğu gibi, o zaman da ‘kadın işi’ olarak görülen, ev işlerinin devamı sayılabilecek nitelikte sektörlerde toplanmışlardı. Özellikle dokuma sektöründe. Bu sektörde tüm işçilerin yüz yüze kaldığı düşük ücret politikalarının yanında, kadınlara ayrıca, erkeklerden daha az ücret ödeniyordu. 8 Mart’ı tarihe kazandıran Amerikalı dokuma işçisi kadınlar da, diğer ülkelerdeki işçi kadınlar gibi, ağır çalışma koşullarında, uzun işgünü saatleri ve düşük ve eşitsiz ücretlerle köle gibi çalıştırılıyorlardı. Ve 1800’lü yılların ortalarından beri daha iyi çalışma koşulları, daha yüksek ve eşit ücret, insanca yaşama koşulları için mücadele veriyorlardı.
8 Mart 1857 tarihinde, New Yorklu binlerce dokuma işçisi kadın, 10 saatlik işgünü, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşit işe eşit ücret gibi taleplerle greve gittiler. Patron, diğer işçilerin ve sendikanın, greve giden kadınlarla dayanışmasını, bir araya gelmesini önlemek için fabrikanın kapılarını kilitledi. Bu olaylar sırasında, nasıl çıktığı belli olmayan bir yangında, içeride kilitli kalan kadınlardan yüzlercesi yanarak hayatını yitirdi.
Yine başka bir 8 Mart tarihinde, 8 Mart 1908’de, bu kez arkadaşlarının işten atılmalarını protesto etmek için ayaklanan dokuma işçisi kadınların talepleri ise, sekiz saatlik işgünü, çocuk emeğinin sömürülmesine son verilmesi ve işçi kadınlara oy hakkının tanınmasıydı. Bu ayaklanma kanla bastırıldı. Grevler, tekstil, tütün ve diğer işkollarında da kadın işçilerin mücadelesi ile sürüyordu. Bundan bir yıl sonra ise, yine tekstil sektöründe çalışan yaklaşık yirmi bin kadın greve gitti. Hareket, kısa süre içinde birçok fabrikaya yayıldı. Polisin saldırısı sonucu, yüzlerce kadın yaralandı, yüzlercesi tutuklandı. Buna rağmen grev önlenemedi. Kadın işçiler, talepleri kabul edilinceye kadar, iki ay mücadelelerini sürdürdüler.
Bu yıldan başlayarak, Amerika’da ve Avrupa’da 8 Mart, işçi kadınların canları pahasına yarattığı bir mücadele günü olarak, tüm ülkelerin işçi sınıflarının gündemine girdi. Dokuma işçisi kadınların mücadelesinin simgesel günleri olan 8 Mart’ın tüm dünyada kadın cinsinin ve işçi sınıfının bir mücadele günü olarak bugünlere gelebilmesinin en önemli adımı, sosyal demokrat (o yıllarda komünist partiler bu adı taşıyorlardı) partilerin uluslararası platformu olan II. Enternasyonal’in 1910 yılında Danimarka’nın Kopenhag şehrinde toplanan Konferansı’nda oldu. Alman sosyalist delege Clara Zetkin’in önerisi ile, 8 Mart, dokuma işçisi kadınların anısına, emekçi kadının cinsel ve sınıfsal sömürüye karşı mücadele günü olarak ilan edildi.
Bu çağrı, ertesi yıl karşılığını buldu ve 1911 yılında Amerika ve Avrupa’nın birçok ülkesinde milyonlarca kadının katıldığı ilk “Enternasyonal Emekçi Kadınlar Günü” kutlandı.
19. yüzyıl ayrıca, işçi kadınların mücadelesinin, burjuva kadın hakçı hareketten ayrıldığı, kadın sorununa sınıf bakış açısından bakılmaya başlandığı bir dönemdir. Bu bağlamda, 8 Martlar, bütün bir sömürü düzenine bir başkaldırıdır aynı zamanda.
8 Mart, yıllar sonra Birleşmiş Milletler tarafından “Kadının On Yılı” olarak ilan edilen 1975-985 arası dönemin ilk yılı olan 1975 yılında, emekçi içeriği hasır altı edilerek, “Dünya Kadınlar Günü” olarak kabul edildi.

SAPTIRILAN KADIN SORUNU
Aradan yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen, söz konusu taleplerin hâlâ geçerliliğinin koruduğunu görüyoruz. Sekiz saatlik işgünü, eşit işe eşit ücret talebi, hamilelik ve annelik dönemlerinde haklar ve talepler… hâlâ güncel ve emekçi kadınların hâlâ mücadele talepleri. Ancak, elbette tarihten belli bir günü alıp, onu yaşandığı dönemden, dönemin özelliklerinden koparmak ve sadece bir gün olarak ele almak; onun soyutlanması, güncelden koparılması anlamına gelmektedir. Bu yüzden, emekçi kadınlar, 8 Mart tarihinde bu taleplerinin yanında savaşa karşı durmuşlar, savaşı protesto etmişler, kadınlara yönelik şiddete hayır demişler, töre, namus cinayeti adı altında kadınların yaşam haklarının ellerinden alınmasına karşı mücadele de etmişlerdir.
Ancak, 8 Mart tarihi son yıllarda, burjuva propagandanın etkisi ile içeriğinden giderek koparılıyor. Örneğin, gazeteler bu günü ‘Kadını Şımartma Günü’ olarak ilan edip, onlara hediye alın, yemeğe götürün vb.. gibi tavsiyelerde bulunarak “kadın günü”nü kutluyorlar!
Bu yozlaştırmanın yanında 8 Mart kutlamalarının örgütlenmeye çalışıldığı, kadın örgütlerinin, siyasi partilerin bir araya geldiği toplantılarda ise, tartışma başka boyutlarda sürüp gidiyor. 8 Mart kutlamalarında, kadınlar alanlara çıkıyor, renkli kıyafetleri, eğlenceli kortejleri ile göz dolduruyorlar.
Ancak, özellikle son üç yıldır 8 Mart, başka bir konuya sıkışıp kalmış durumda. Yapılan etkinliklere erkekler katılacak mı katılmayacak mı, eğer etkinliklere erkekler gelirse, nasıl uzaklaştırılacaklar –tartışma böyle bir çerçeveye sıkışmış durumda. “Erkekler gelirse biz gelmeyiz”, “erkekler gelmezse de biz gelmeyiz” tartışmaları sürüp gidiyor…

DİKKATLER NEREDE ODAKLANMALI
8 Mart, yukarıda belirttiğimiz tarihsel boyutu ve talepleri, taleplerinin güncelliği ile devrimci işçi partisinin özellikle sahiplenmesi gereken bir mücadele günü olarak karşımızda durmaktadır.
Dünya emekçi kadınlar günü olan 8 Mart’a, onu önceleyen günlerde tartışılan konuların başında gelen “yapılacak mitinglere erkekli mi erkeksiz mi katılacağız” tartışmalarının dışında, daha genel, emekçi kadın ve sorunlarına sahip çıkıldığını belirten bir perspektiften bakılmalıdır. Bu tür şekilsel tartışmalara takılıp kalınmamalıdır. Özellikle erkekli-erkeksiz tartışmalarını artık aşmak, asıl üzerinde düşünülmesi, kafa yorulması gereken konuya yoğunlaşmak gerektir: Kadınları nasıl örgütlenecek? Emekçi kadın hareketi nasıl yaratılacak, bunun için neler yapılmalıdır?
Üstelik bu tartışmaları sadece 8 Mart üzerinden ele almak yanlış bir tutum olacaktır. Burada daha çok tartışılması gereken nokta, kadın çalışması alanında, devrimci işçi partisinin tutumunun nasıl olması gerektiği ve kadın çalışmasının nasıl daha da güçlendirileceği ve bunun dayanak ve araçlarının ve ilk elde yapılması gerekenlerin neler olduğudur.
Öncelikle kadın çalışması yürüten sosyalist kadınların emekçi kadınlara giderken yaptıkları propaganda ve ajitasyonun onların talepleri üzerinden olmasına dikkat etmek gerekmektedir. Kadına yönelik propagandanın ve kadınların talep ve sorunlarının genel talepler içinde eritilmeyecek bir şekilde dile getirilmesine önem vermek kuşkusuz zorunludur. Kadınların kadın olmaktan kaynaklı sorunlarına sahip çıkılmalı, özgün sorunları dile getirmeli, çözümüne yönelik tartışmalar, etkinlikler, eylemler yapılmalıdır. Fakat, tüm bu sorunların ya da genel olarak kadın sorununun, aynı zamanda, bir sistem sorunu olduğu da anlaşılır bir dille ortaya konmalıdır.
Örneğin, kürtaj meselesi. Bu sorun genelde, kadın gruplarının ‘bedenimiz bizimdir’ diyerek sahiplendiği ve orada bıraktığı, bir adım ileriye taşımadığı bir sorundur. Oysa sosyalist kadınların, bilinçli kadın işçinin bu soruna sahip çıkması başka bir nitelikte olmalıdır. Bunun aynı zamanda genel sağlık sisteminin de bir parçası olduğunu, sağlıksız ortamda, ehil olmayan kişiler tarafından yapılan kürtajın sadece “beden” sorunu olmakla kalmayıp, hele tamamen paralı hale getirilme yolunda olan kapitalist sağlık sistemine karşı mücadeleye, o halde kapitalizmden kurtuluş davasına bağlandığını gösterebilmek gerekir.
8 Mart’ın kutlanmasının, bu günde kadınların taleplerini dile getirmesi ve alanlara çıkmasının emekçi kadınlar için farklı bir anlam kuşkusuz vardır, ve işte ona sahip çıkılmalıdır. 8 Mart emekçi kadınlar için, Türk Ceza Kanunu’ndan kadınlara yönelik ayrımcılık içeren maddelerin kaldırılması talebini dile getiren bir basın açıklamasından daha çok anlam ifade ediyorsa –ki etmektedir–, bunu değiştirmenin ve bu anlayışı kırmanın yolunun daha çok örgütlenmekten geçtiği bilinmeli ve gereği yapılmalıdır.
Dolayısıyla, tartışma ya da yapılması gerekenler ve alınması gereken tutum, mitinge katılıyor muyuz katılmıyor muyuz, erkeksiz mi erkekli mi olsun tartışmasını aşan bir durumdur. Asıl yapılması gereken şey ve kadın sorununa ilginin asıl odaklanması gereken yer, sosyalist kadınların bulundukları yerde, işyerinde, fabrikada, semtte, mahalle ve sokağında kaç tane emekçi kadına ulaştıkları, onlarla kurdukları bağların niteliği, emekçi kadınların talepleri ve mücadelelerinin sahiplenmesi için nasıl bir çalışma yürüttükleridir. Asıl bunu yapıldığı zaman, geniş emekçi kadınlar içinde yürütülecek çalışma ile birlikte 8 Martlar gerçek anlamına kavuşacaktır.

100. yılında türkiye’de kadın haklarının gelişimi

 

Kadınların tarih sahnesinde yerini almasını insanlığın ortaya çıkması ile başlatmamız herhalde doğru bir yaklaşım olacaktır. Üstelik kadınlar, bu sahnede başroldedirler. Sınıflı toplumların ortaya çıkması ile birlikte roller de değişmiştir.

Ancak, kadın erkek farklılığının toplumsal bir eşitsizliğe dönüşmesi ve bu eşitsizliğin giderilmesi için mücadele edilmediği takdirde bu durumun yerleşik geleneklerin bir parçası haline gelmesi, bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. 1789 Fransız burjuva devrimi ile insanların ait oldukları farklı statüler (soylu, ruhban, halk vb.) arası eşitsizliklerin ortadan kaldırılmış ve dil, din, cins ayrımına bakılmaksızın, tüm insanlar hukuk karşısında eşit ve özgür kılınmıştır. Ancak, hukuk düzeyinde garanti altına alınan eşitlik, gerçek ve gündelik yaşamda yeni biçimler kazanan bazı eşitsizlikleri de gizleyebilmektedir.

Günümüzde kadın – erkek eşitliği evrensel nitelik taşıyan ilkelerden biridir. Bu durum, birçok ülkenin anayasalarıyla da, imzalanan uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti de, kadınların statüsünü yasal düzeyde erkeklerinki ile eşitleme girişimi başlatan devletler arasındadır. Ancak, bugün dünya çapında kadının toplumdaki yeri üzerine yapılan bilimsel araştırmalar, hemen hemen tüm toplumlarda yasal eşitliklerin ardında az çok kemikleşmiş eşitsizlikler bulunduğunu da ortaya koymaktadır. Bu yazımızda, 8 Mart’ın ilan edilişinin 100. yılı sebebi ile ilan edilen kampanyamız vesilesiyle, ülkemizde, yüz yıllık bir süreçte, kadın haklarının nasıl bir gelişim gösterdiğini kısaca anlatmaya çalışacağız.

TANZİMAT’LA BAŞLAYAN SÜREÇ

Osmanlı İmparatorluğu’nda devleti yönetenlerin oluşturduğu sınıftan erkeklerin ‘harem’e kapanan karıları ve cariyeleri, sadece kendi ailelerinden erkeklerle temas halinde yaşarken, bu kadınların tek uğraşları da, evin efendisi olan erkeğin ve çocukların bakımı ve yetiştirilmesi idi. Bu kadınlar üretim sürecinden koparken, reaya arasında kadın, tarımsal üretime ve hatta yer yer kentlerdeki ticari faaliyetlere de katılabiliyordu. Ancak, uyulması gereken toplumsal normları üst sınıfların kültürü belirlediği için, haremde yaşadığı ve üretimden koptuğu için ikincil bir statüye düşen kadının durumu, üretici kadınlar için de geçerli olmaktaydı. Ayrıca, Osmanlı toplumunda hakim unsur İslam dini olup, devlet düzeni de dini esaslara dayanmaktaydı. Buna dayanarak, Osmanlı yönetici sınıfları, kadınları toplum yaşantısından uzak tutmak üzere kararlar aldılar. Kadınların ticari faaliyetlerden yasaklanması, kılık kıyafetlerinin düzenlenmesi, belli günler sokağa çıkmalarının yasaklanması gibi fermanlar çıkarılmıştır. Örneğin, Tanzimat Fermanı’nın ilan edilişinden 28 yıl sonra, 1867’de dahi, gazeteler aşağıdaki duyuruyu yayımlıyordu: “Kadınlar yalnız ve ancak Sultanahmet, Laleli ve Şehzadebaşı camilerine gidebilecek, bunlar dışında hiçbir büyük camiye gidemeyecektir. Kadınlar, bir iftar çağrısı için bir yerden bir yere giderken, kalabalık yerlerde durmaksızın ve orada burada gezinirken, vakit yitirmeksizin önlerine bakarak yürüyeceklerdir.

Her ne kadar Tanzimat Fermanı içeriğinde kadınlara bir hak tanımamış da olsa, kadının statüsünün bu durağan hali, Tanzimat hareketinden itibaren değişmeye başladı. Kadının haklarının tartışılması, Tanzimat dönemiyle başlamıştır. Batıda kapitalizmin getirdiği hızlı gelişme karşısında varlığını sürdürmekte zorlanan Osmanlı, ‘Batılılaşma’ hareketi içinde, kadının toplumsal durumu açısından bazı yenilikleri de getirmiştir. 1847’de, kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye çıkarılmış ve 1856’da köle ve cariye alınıp satılmasının yasaklanması amacıyla bir kanun yayınlanmıştır. Kadınların cehaletini toplumsal gerilemenin nedeni olarak gören aydınlar da, kadınların eğitilmesi gerektiğini vurgulamışlardır.

1858’de Kız Rüştiyeleri açıldı. 1869’da, ilk kez sanayi okulları, 1870’de Kız Öğretmen Okulları açıldı. 1842’de Avrupa’dan getirilen ebe kadınların, Tıbbiye’de verdikleri kurslarla kadınların eğitim ve öğretim olanaklarının geliştirilmesi devam etti. Ancak, bu eğitim olanakları İstanbul, Selanik gibi imparatorluğun bazı merkezleri dışına çıkamadı. Ve bu kurumlardan yararlanan üst sınıflara mensup büyük kentlerde yaşayan kadınların sayısı çok azdır.

1868 yılında yayınlanmaya başlayan Terakki gazetesi, Osmanlı toplumunda kadının geri bırakılmasını eleştiren yazılar yayınladı. 1888’den itibaren, Kadınlar için “Muhadderat” çıkarıldı. Kadınlara seslenen bu yayın organını, daha sonra, Vakit, Şuküfezar, İnsaniyet, Ayıne, Parça Bohçası, Aile gibi gazeteler izledi. Ancak bunlar kısa ömürlü oldular. Bu yayınların içinde en uzun ömürlü olanı, 1895’te yayınlanmaya başlayan “Hanımlara Mahsus Gazete” oldu. Bu gazete, kadınların mevcut statüsünden son derece ileri adımları savunmuştur.

Bu dönemde kadın hakları konusunda önemli tartışmalardan biri, çok eşlilik (poligami) sorunuydu. Yayınlarda tek eşlilik savunulmuş ve bunun dinle bir ilişkisi olmadığı belirtilmiştir.

1908 burjuva devrimi dönemine doğru ve İttihat ve Terakki’nin iktidar dönemi, kadının sosyal hayata katılması, çalışma yaşamına girmesi, yüksek öğrenim görmesi taleplerinin tartışıldığı ve gündeme getirildiği yıllardı. Bu dönemde, kadınların demokratik hakları için örgütlendikleri ve yayınlar çıkardıkları görülmektedir. Kadınlar pek çok dernekte örgütlendiler, faaliyette bulundular. Eğitim olanaklarından yararlandılar.

Teokratik bir yapıya sahip Osmanlı İmparatorluğu’nda, Tanzimat’tan 1. Dünya Savaşı sonuna kadar geçen dönemde, kadın sorununa ilişkin gelişmelerin temel niteliği, belirtildiği gibi, bunların kapsayıcı ve genel nitelikte değil, büyük kent kadınlarının çok sınırlı bir kesimine yönelik olmasıdır. Bu dönemde, kadınların büyük bir bölümü tarımda çalışırken, büyük kentlerde çok az sayıda kadın öğrenim olanaklarına kavuşmakta, işçi kadınlar da, fabrikalarda çok düşük ücret karşılığı çalışmaktaydı.

SAVAŞ YILLARINDA KADINLAR

1. Dünya Savaşı ile birlikte kadınlar zorunlu olarak da çalışma yaşamına girdiler. İtilaf devletlerine karşı ve Alman emperyalist bloğu yanında savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu’nun cepheye asker göndermesi ile üretimden boşalan yerler, kadınların emek güçlerinden yararlanılarak doldurulmaya çalışıldı. Kadınlar, erkeklerin cepheye sevkiyle boşalan yerlere, postane ve telgrafhanelere, hasta bakıcı olarak hastanelere alındılar. 1915 yılında, Osmanlı Ticaret Nezareti’nde, kadınlar için, “mecburi hizmet” kanunu kabul edildi ve çalışan kadın sayısı artırıldı. Örneğin Urfa’da kurulan yeni fabrikada, 1000 kadın işçi çalıştırılmaya başlandı. İzmir, Sivas, Ankara, Konya bölgelerinde, 1280 halı tezgâhında 4780 kadın çalışmaktaydı. Aydın’da 3600 tezgâhta 11.000, Kütahya, Eskişehir ve Karahisar’da 970 tezgâhta 1550 kadın işçi çeşitli dokuma işleri yapıyordu. 1907’de Diyarbakır’da kurulan 3000 tezgâhtan kalma 1000 tezgâhta da, kadınlar çalıştırılmaktaydı. Savaş koşulları kadınların statüsünü değiştirmişti.

1916’da İstanbul’da kurulan “Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi”, kadınları, namuslu bir şekilde çalışarak geçimlerini sağlamaya alıştırmak amacını güdüyor ve İstanbul’da üç ayrı bölgede bir veya birkaç Darüssina’nın kurulmasını öngörüyordu. Bu dernek, Enver Paşa’nın isteği ile kurulmuştu. Bu tesislerden her birinin 10.000 işçi istihdam etmesi amaçlanıyordu. Bir süre sonra ise, basın 19 günde 11.000 kadının iş için başvurduğunu haber veriyordu. Bir yıl sonra ise, derneğin faaliyeti İstanbul sınırını aşıyor ve talep üzerine İzmir’den İstanbul’a 80 kadın işçi gönderiliyordu. Bu sırada Hereke Fabrikalarında çalışan kadınlar, uzak yerlerden geldikleri için, bazı taleplerde bulunuyorlardı. Bunlar arasında, kadın işçiler için özel yatakhaneler kurulması, iş gününün en fazla 15 saat olması, yılda bir ay ücretli izin verilmesi gibi talepler de vardı.

Savaş yıllarında, kadınlar, eğitim alanında da yeni olanaklar elde ettiler. Abdülhamit döneminde ancak il merkezlerinde bulunan rüştiyeler (bugünkü ortaokul düzeyindeki okullar), 1913’te, altı yıllık Kız İlkokullarına (iptidailerine) çevrilerek, kasabalara doğru yayıldı. 1911’de kızlar için ilk lise açılmıştı. 1917 – 1918’de, İstanbul’da dört kız lisesi bulunmaktaydı. 1914 yılında önceleri kadınlar için konferanslar şeklinde başlayan yüksek öğrenim, 1915 yılında, lisans Darülfünunu şeklinde, kadınları yüksek öğrenime kabul etmiştir.

Üniversitede kadınlara açılan ilk bölümler, Fen ve Edebiyat Fakülteleridir. 1915’te, Edebiyat bölümüne 8, Matematik bölümüne 3, Biyoloji bölümüne 10 öğrenci yazılmıştır. 1917’de ilk mezunlar, Edebiyattan 8, Matematikten 3, Biyolojiden 10 kişidir.

Eğitim alanında, kadınların, Kurtuluş Savaşı yıllarında da önemli kazanımlar elde ettikleri görülmektedir. Erkek ve kız öğrenciler ayrı saat ve ayrı yerlerde derslere girerken, 1922’den itibaren, erkek ve kız öğrenciler birlikte derslere girmeye başlamışlardır. Hukuk ve Tıp Fakülteleri, 1922 – 1923’ten itibaren, kız öğrenci almaya başlamıştır.

1908 burjuva devrimi ile birlikte kadın haklarını savunan birçok yayın organının da çıktığı görülür. “Mahasin”, 1908’de yayınlanmaya başlayan “Kadın”, 1913’ten itibaren ve Müdafaai Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’nin yayın organı olarak çıkmaya başlayan “Kadınlar Dünyası”, bu yayınların başlıcalarıdır.

Müdafaai Hukuk-u Nisvan Cemiyeti, İstanbul’da 1913 yılında kurulan ve kadın haklarını savunan ilk dernektir. Ülkemizde kadın hakları noktasındaki birçok kazanıma öncülük etmiştir. Aynı zamanda bu toprakların ilk feminist derneği olarak kabul edilir. Başkanlığını Ulviye Mevlan Hanım yapmıştır. Kadınlar Dünyası dergisi ile halkın büyük kesimine ulaşabilmişlerdir. Dergi bir dönem yasaklanmıştır. Dernek, Çanakkale Savaşları sırasında yaralılara müdahale edecek erkek doktor kalmayınca, kadınları, peçelerini açıp, yaralı erkek askerleri tedavi etmeye çağırmış, bu yüzden İslamcı kesimden çok baskı görmüştür. Bunun sebebi ise, kadınların erkeklere temas etmesinin günah olduğuna dair İslami dogmalardır. Dernek, milli mücadeleyi desteklemiştir.

Bu yayınlarda savunulan başlıca talepler; eğitim hakkı, sokağa çıkabilme hakkı, eğlenme yerlerine gidebilme ve polisin baskısına tabi olmama hakkı, çalışma hakkı, siyasi haklar, evlilikle eşitlik ve boşanma hakkıdır.

Bu dönemde kadınların siyasi hakları ve cins eşitliği sorunları tartışmaların başında gelmekteydi. İlk kez, “İslam’da kadının eşit olmadığı, kadının erkekten aşağı olduğu, bunun da İslam’ın kurallarından birisi olduğu” tezleri ile “Türkiye’nin geriliğinin başlıca nedeninin kadınların durumunun aşağılanması olduğu ve bunun sorumlusunun din ve bu durumun sürüp gitmesini sağlayanın ise din adamı” olduğu görüşleri yoğun olarak tartışıldı.

Bu dönemde kadın sorunu tartışılırken, 1. Dünya Savaşı’na doğru gidişte kadınlar zaten çalışma yaşamına katılmışlardı. 1917 yılında İttihat ve Terakki iktidarının kabul ettiği bir kararname ile şeriattan tamamen kopulmasa da, önemli haklar düzenlendi. Bu kararname ile kadınlara boşanma hakkı tanındı. Evlenme, din adamının yetkisinden çıkartılıp devlete bağlandı. Çok karılı evlilik, kadının rızasına bağlanarak sınırlandırıldı.

Kurtuluş Savaşı’na kadınlar yoğun biçimde katıldılar. Genç kız ve kadınlar elde silah bu savaşa katıldılar. Kadınlar, Kurtuluş Savaşı süresince kurulan Müdaafa-i Hukuk derneklerine doğrudan üye olarak katılmadılar. Bunun yerine ayrı ve sadece kadınları içine alan dernekler kurdular. 5 Kasım 1919’da, Sivas’ta, Anadolu Kadınları Müdaafa-i Vatan Cemiyeti’ni kurdular. Kuruluşundan hemen sonra, Anadolu ve Rumeli Müdaafai Hukuk Cemiyeti temsilcileri ile yazışmalar yaparak, bunlardan destek aldılar ve şubelerin kurulmasında teşvik edildiler. Bunun üzerine, Amasya, Kayseri, Niğde, Erzincan, Burdur, Pınarhisar, Konya, Denizli, Kastamonu ve Kangal’da şubeler kuruldu. Burdur ve Kangal şubeleri üzerinde yapılan inceleme ile bu kadın örgütlerindeki üyelerin yüksek dereceli devlet memuru eşleri ile yörenin eşraf eşlerinden, kızlarından ve küçük bir kesiminin de öğretmen ve öğretim kurumlarında idareci olduğu görülmüştür. Kurtuluş Savaşı’nda, Anadolu köylü kadınları geri hizmetlerde aktif rol almışlar, cephane taşımada önemli rol almışlardır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, 1. Doğu Halkları Kurultayı Bakü’de toplanmıştır. Bu kurultaya Naciye Hanım isimli bir Türk kadını da katılmış ve konuşmasında doğulu kadınların hak taleplerini beş madde ile sıralamıştır. Bunlar; 1- Mutlak hak eşitliği, 2 – Kadının erkeklerle birlikte bütün eğitim kurumlarından eşit şekilde yararlanması, 3- Kadın ve erkeğin evlilikte eşit olması, çok eşliliğin ilgası, 4- Kadının istisnasız tüm kamu görevlerine ve yasama meclislerine kabulü, 5- Tüm kent ve köylerde kadın haklarını koruma komitelerinin kurulması.

Kurtuluş Savaşı, kadınların yaşamlarında hukuki pozisyonlarını zorlamaya olanak veren değişikliklere yol açacaktır. Çok sayıda kadın, cepheye giden erkeklerin yerine işçi ve memur olarak çalışma hayatına girecek, ilk işçi hakları kadınlar için tanınacaktır. Çalışma hayatına girmenin yanı sıra, kadınlar, yine bu dönemde, kitlesel olarak siyasal olaylara, mitinglere katılacaktır. Hatta kürsüden halka seslenecektir. Ancak, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, kadınların hukuki durumlarında köklü değişiklikler yapılması, İkinci Meclis’in kurulması ile olabilecektir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, kadın, sosyal yaşamda, iş yaşamında, savaşa katılmada önemli roller ve görevler üstlenirken, bu kazanımlarını yasal olarak elde etmede başarılı olamadı. Başlıca yasal kazanımlar, Hilafetin kaldırılması, Tevhidi Tedrisat ve Medeni Kanunun kabulü oldu. İsviçre’den alınan Medeni Kanun, tek eşliliği getirmesi ve boşanma hakkını her iki tarafa da tanıması bakımından ileri bir aşama idi. Ancak, kadın erkek eşitliğini tam olarak tanıyan bir yasa değildi. Bir kerede kadının statüsünü ileri bir aşamaya taşıyan bu düzenleme, hâlâ, kadının statüsünü ‘aile’ kurumu çerçevesinde tanımlamaktaydı. Aile birliğinin reisi koca idi. Ve kadının çalışması, kocasının izni ile sınırlandırılmıştı. Ayrıca, çocukların velayeti, miras ve mal tasarrufu konularında da kadın-erkek eşitliği söz konusu değildi.

Bir diğer yasal kazanım da, kadınların belediye seçimlerine katılma hakkıydı.1930 yılında, 3 Nisan’da kabul edilen yasayla “Türk olma kaydı, tam olarak kabul olunmuş ve binaenaleyh belediye intihaplarında müntehip ve müntehab olması hakkı Türk kadınlarına da verilmiştir” denilerek, kadınlara, belediyelere, belediye meclisleri ve muhtarlıklara seçme ve seçilme hakkı veriliyordu. Kadınların siyasal hakları, 1934’te çıkarılan yasa ve Anayasa’da yapılan değişiklikle tanınıyordu. Böylece milletvekili seçimleri düzeyinde siyasal haklar da tanınmış oluyordu.

KADIN VE ÇALIŞMA YAŞAMI

Cumhuriyet döneminde kadınların çalışma hayatına giriş biçimleri incelendiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde geçerli olan tablonun, bugün de pek değiştiğini görmemekteyiz. Türkiye’de işgücüne katılan kadınların büyük çoğunluğu, günümüzde de tarımda çalışmaktadır. Bu kadınlar, ücretsiz aile işçisi statüsündedir ve ev işi faaliyetlerinin bir uzantısı olarak çalışmaktadırlar. Dolayısıyla, böyle bir çalışmanın kadınlar açısından ‘özgürleştirici’ bir etkisinden söz etmek de mümkün değildir. Günümüzde de, çalışan kadınların yüzde 35’i tarım ve hayvancılık sektöründe, ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaya devam etmektedir. Cins ayrımcı sistemin dayattığı toplumsal işbölümü; erkeğin çalışıp evine, karısına ve çocuklarına bakması gerektiği şeklindedir. “Kural” bu olunca, kadının çalışması karşılığı kazandığı da “ek gelir” olarak nitelendirilecek ve kadının çalışmasına, “olsa da olur, olmasa da” anlayışıyla yaklaşılacaktır. Çalışmak isterken piyasaya giren kadın, daha baştan ‘yedek’ olacak ve bunun yanında çalışma yaşamında da eşitsiz birçok muamele ile karşılaşacaktır.

Çalışma yaşamını düzenleyen kanunların başında iş kanunları gelmektedir. Türkiye’de ilk iş kanunu, 1936 tarihinde kabul edilen 3008 sayılı İş Kanunu’dur. Ancak, iş kanunu ile ilgili mevzuatın yazılı olarak ilk ortaya çıkışı, Mecelle ile olmuştur. Mecelle’nin dördüncü faslında, “İcare-i ademi” başlığı altında, işçi-işveren münasebetlerini düzenleyen hükümler yer almaktadır. Daha sonraları, 1881’de Ziraat ve Sanayi Odaları hakkında kanun, 1889’da Askeri Fabrikalar Nizamnamesi, 1899’da Amele Tahririne Mahsus Nizamname, 1909’da Tersane İşçilerine Mahsus Emeklilik Nizamnamesi ile Hicaz demiryolu Memur ve Müstahdemleri Hakkında Nizamnameler ve “Tadil-i Eşgal Kanunu”, 1913’te “Teşvik-i Sanayi-i Kanun-ı Muvakkatı” gibi kanunlar yürürlüğe konmuştur. Cumhuriyetin ilanından sonra ise, 1924’te Hafta Tatili Kanunu, 1926’da Borçlar Kanunu, 1929’da Umumi Hıfzıssıhha Kanunu yürürlüğe konmuştur. 15.06.1937’de ise, 3008 sayılı ilk İş Kanunu yürürlüğe girmiştir.

3008 sayılı İş Kanunu, 10 kişiden fazla işçi çalıştırılan işyerlerinde çalışanları kapsayacak biçimde ve fikren çalışanlarla bedenen çalışanları ayırarak uygulanmıştır. Bedenen çalışması fikren çalışmasına üstün olanlar, 3008 sayılı İş Kanunu kapsamına alınmış; düşünce işçileri ise, Borçlar kanunu kapsamı içinde bırakılmıştır. Bu kanunun çıktığı yıllar, 1929 – 30 dünya ekonomik bunalımını ve ülkemizdeki durumu, ekonomideki gelişmişlik düzeyini, sanayileşmeye yönelik politikalarda ulusal sermayenin güçlendirilmesine ilişkin girişimleri hatırlarsak, kanunun amaçladığı çerçeveyi değerlendirebiliriz: Girişimciyi ürkütmeden, çalışanlar için en az korunma içeren bir yasa! Dolayısıyla bu yasa, sendikaların serbestçe örgütlenmelerini ve grevi yasaklıyordu. 3008 sayılı Kanun’da kadınlar için getirilen özel düzenleme, doğum izinlerine ilişkin maddedir. Burada, kadınlara doğumdan önce üç ve doğumdan sonra üç hafta olmak üzere, toplam altı hafta doğum izni verilmiş ve ‘sıhhi lüzum halinde’ altı haftadan on iki haftaya kadar uzatılabileceği düzenlenmiştir. Kanun, sanayiye ait işlerde gece çalışmasını ve maden ocakları, kablo döşenmesi, tünel gibi yeraltı ve su altında çalışılacak işlerde her yaştaki kız ve kadınların çalışmasını yasaklamıştır. 3008 sayılı Kanun’un bir önemli özelliği de, ilk kez sosyal sigortaların kurulmasını düzenlemesidir. İş kazaları, meslek hastalıkları ve analık sigortalarının kurulmasına öncelik verilmesini öngörüyordu. Ancak, kanunun öngördüğü İşçi Sigortaları İdaresi’nin kurulması için, 1945 yılına kadar beklemek gerekecekti. Türkiye’de, 1947 yılında bir sendikalar kanunu çıkarılmış, ancak kanunun uygulanması ötelenmiştir.

1961 Anayasası ile sağlanan ortam, temel hak ve özgürlüklerin kullanımı ile gelişmiştir. 1961 Anayasası ile çalışma hayatı yeniden düzenlenmiş; “Çalışma İle İlgili Hükümler” başlığı altında “Çalışma Hakkı ve Ödevi (mad. 42), “Çalışma Şartları” (madde 43), “Dinlenme Hakkı” (mad. 44), “Ücrette Adalet Sağlanması” (mad. 45), Sendika Kurma Hakkı” (mad. 46) ve “Toplu Sözleşme ve Grev Hakkı” (mad. 47) gibi hükümlerle yeni temel esaslar belirlenmiştir.

Çalışanlar için en somut nitelikteki kazanımlar, 274 ve 275 sayılı kanunlar olmuştur. 274 Sendikalar Kanunu, 275 ise Toplu İş Sözleşmesi ve Grev ve Lokavt Kanunu’dur. Bu dönemde toplumsal dinamizm önemli ölçüde gelişmiştir. Bu kanunların belirlediği sendikal hakların kullanımı sonucu toplu iş sözleşmeleri ile sağlanan haklar toplumun genelini etkilemiştir.

’61 Anayasası’nın tanıdığı belirli reformların ötesinde, Bayar-Menderes diktatörlüğünün devrilmesiyle oluşan özgürleşme ve tartışma ortamı, sosyalist hareketin bu dönemde yükselişi, var olan sendikal hareketi ve kurumları sorgulayan yaklaşımlar, DİSK’in, Türk-İş’in politikalarına ve sendikal anlayışına karşı çıkılarak kuruluşu, daha sonra Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu, yine bu dönemin belirleyici dinamikleri olmuştur.

Bu gelişmeler doğrultusunda, 3008 sayılı Kanun’un, toplumsal gereksinimleri, başlıca çalışma yaşamının gereksinimlerini karşılayamayacağı da ortaya çıkmıştır.

Gelinen noktada, bireysel çalışma ilişkileri sisteminin yeniden tanımlanması amacıyla yeni bir kanun gündeme geldi. Bu kanun, 12 Ağustos 1967 tarihli 7931 sayılı İş Kanunu’ydu. Bu kanun, üç yıl yürürlükte kaldıktan sonra Anayasa Mahkemesi tarafından yürürlükten kaldırılmış ve 1970’te, bir yıl kadar, ülkede iş kanunu uygulanmamıştır. Türkiye, bu dönemi iş kanunu olmaksızın geçirdi. 25 Ağustos 1971 tarihinde ise, 1475 sayılı İş Kanunu yürürlüğe girdi.

1971 yılında yürürlüğe giren 1475 sayılı İş Kanunu 2003 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. 1475 sayılı İş Kanunu, doğum izinlerini, doğumdan önce altı ve doğumdan sonra altı hafta olmak üzere arttırmıştır. 1475 sayılı İş Kanunu da, sanayiye ait işlerde her yaştaki kadınların gece çalıştırılmalarını ve maden ocakları ile kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi yeraltında veya sualtında çalışılacak işlerde her yaştaki kadınların çalıştırılmalarını yasaklamıştır. Kanun, ayrıca, kadın işçiye, evlenmesinden itibaren bir yıl içinde işinden ayrılması durumunda, kıdem tazminatının ödeneceğini de hüküm altına almıştır.

Küreselleşme politikaları ile birlikte, esnek üretim süreci, aynı zamanda emeğin de esnekleşmesini beraberinde getirmiştir. Sermaye, istediği miktarda, istediği biçimde, istediği zamanda, istediği ücrette çalışma koşullarını belirlemek istemektedir. Bu şekilde her zaman emrine amade bir işgücü bulunmasını istiyor. Bu işgücünün örgütlülüğünün zayıf olması, esnek çalışma koşullarına uyumlu olması da, sermaye tarafından istenen özelliklerdir. Sermayenin bu isteklerini dayatması ve bu yöndeki gelişmeler doğrultusunda, 1475 sayılı İş Kanunu’nun da değiştirilmesi gerekmiş ve sermaye, aradığı esnek çalışma koşullarının yasalaştığı 4857 sayılı İş Kanunu’na kavuşmuştur. Burada, taşeron çalışma, çağrı üzerine çalışma, geçici işçi, kısmi süreli çalışma gibi esnek çalışma biçimleri yasal hale getirilmiştir. 4857 sayılı İş Kanunu, kadınlar açısından da yeni bir takım düzenlemeler getirmiştir. Bunların başında, eşit davranma ilkesi gelmektedir. Kanun, ayrıca, doğum iznini doğumdan önce ve doğumdan sonra sekiz hafta olmak üzere toplam on altı haftaya çıkarmış ve bu izinlerden sonra altı ay ücretsiz izin kullanılmasını da düzenlemiştir. Maden ocakları, kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi yeraltında veya su altında çalışılacak işlerde her yaştaki kadınların çalıştırılmasını hâlâ yasaklamakla beraber, sanayiye ait işlerde on sekiz yaşını doldurmuş kadınların çalıştırılabileceğini hüküm altına almıştır.

Ancak, geleneksel toplumsal işbölümü nedeni ile kadınların toplum içindeki asli yükümlülükleri aileye karşı ve başlıca uğraşları koca ve çocukların bakımı için yerine getirdikleri ‘ev işleri’ olmaktadır. Bu nedenle, üretim faaliyetine daha az katılmaktadırlar. Çalışma hayatında erkeklerden daha geri bir yer tutmaktadırlar. Ücretli bir işte çalıştıklarında daha düşük ücretle, statüsü düşük işler yapmaktadırlar. Kadınların eğitimi erkeklerden daha geri kalmakta, kamusal faaliyetlere, özellikle siyasal karar süreçlerine çok az kadın katılmaktadır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kadınlara erkeklerle eşit eğitim olanakları sağlanacağı varsayılmıştı. Ancak, günümüzden geriye bakıldığında, kadınların eğitim olanaklarından son derce eşitsiz bir biçimde yararlandığı ve sınıfsal farklılıkların en keskin biçimde bu alanda görüldüğünü söylemek mümkündür. 1927 nüfus sayımına göre, Türkiye nüfusunun yüzde 11’inin okur-yazar olduğu ortaya çıkmıştır. Okur-yazar olan kadın oranı ise, yüzde 4,5’tur. 1975 nüfus sayımına göre de, 6 ve daha yukarı yaşlardaki kadın nüfusunun yüzde 48’i hala okur-yazar değildi. Buna karşılık, erkeklerde okuryazarlık oranı, yüzde 75’e yükselmiştir.

Günümüzde dahi kadınlar arasında okuryazarlık oranı, hâlâ ciddi ölçüde düşüktür. Kadınların gördükleri eğitim onların çalışma hayatına katılımlarını da doğrudan ilgilendirmektedir.

Günümüzde kadınların çalışma yaşamına katılmaları ile ilgili istatistiklere göz attığımızda, şu durum görülmektedir: Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2007 hane halkı işgücü araştırmasına göre, 73 milyonluk nüfusun 26,3 milyonunu 15 yaş ve üzeri kadınlar oluşturmaktadır. Bu kadınların yüzde 23’ü işgücüne dâhildir. Kadınların yüzde 8’i öğrenciyken, yüzde 63’ü ev işleri ile meşgul olmaktadır. Çalışan kadınların yüzde 35’i tarım ve hayvancılık sektöründe, yüzde 16’sı vasıf gerektirmeyen işlerde çalışmaktadır. Profesyonel meslek mensupları, kadın çalışanların yüzde 10’unu oluştururken, bu oran, müdür ve üst düzey yönetici kategorisinde yüzde 3’e kadar gerilemektedir. Başka bir gruplandırmaya göre, kadınların yüzde 36’sı ücretsiz aile işçisi olarak çalıştırılmaktadır. Kadınların yüzde 46’sı ücretli olarak çalışırken, yanında en az bir kişi çalıştıran kadınların oranı yüzde 1’dir. Kayıt dışı istihdam durumuna bakıldığından ise, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı olmadan çalışan kadınların oranı, yüzde 62’dir. Aynı oran, erkeklerde yüzde 41’dir.

SİYASAL KATILIM

Seçme ve seçilme hakkının Türkiye gündemine girişi, 1876 Kanun-i Esasi’nin kabulü ile gerçekleşmiş ve parlamentolu yaşam kesintiye uğradığı için, 1908 yılına kadar askıya alınmıştır. 2. Meşrutiyet’ten itibaren, siyasal partiler seçimlere katılabilmiştir. Fakat oy hakkı, 1877’de sadece emlak sahibi erkeklere, 1908’de belli bir miktarın üzerinde vergi veren erkeklere tanınırken, 1923’te ekonomik sınırlar kaldırılmış, ancak, kadınlara bu hakkın tanınması için aradan 11 yıl, yani üç genel seçim dönemi geçmesi gerekmiştir. Ancak, kadınların, yukarıda da belirttiğimiz üzere, bu süreç içinde oturduklarını söylemek haksızlık olur. Kadınlar, çeşitli derneklerde örgütlenmişlerdir. 1918’de, Milli Kongre’yi oluşturan elli bir örgütün on altısını, kadın dernekleri oluşturmuştur. İzmir’in işgalini proteste mitinglerinde kadınlar meydanlara çıkmıştır. Bu mitinglerin en ünlüsü, Halide Edip Adıvar’ın Sultanahmet mitinginde kalabalığa bağımsızlık yemini yaptırdığı mitingdir. Bu ve bunun gibi daha birçok örnekle, kadın, yasal engeli aşamasa da, toplumsal meşruiyet sağlamıştır. Örneğin 1919 yılında yapılan seçimlerde, kadınların yasal seçme ve seçilme hakkı olmamasına karşın, Halide Edip Adıvar’a Beyşehir’de on, Beypazarı’nda 20, Giresun’da sekiz, Erzurum’da üç ve İstanbul’da bir oy çıkmıştır. (Türkiye’de Kadınların Siyasal Temsili, Ayşegül Yaraman, sf. 46)

1923 yılı Haziran ayında, Nezihe Muhiddin ve arkadaşları, Kadınlar Halk Fırkası`nın müteşebbis heyetini (kurucular kurulunu) oluşturarak, yapacakları mücadele ile iki sene içinde kadınların seçme ve seçilme hakkına sahip olmalarını hedeflediklerini açıklarlar. Heyet üyelerinin hemen hemen hepsi, İkinci Meşrutiyet dönemi ileri gelenlerinin akraba ve eşleridir. Parti kurmak için uygun bir salon tutamayan heyet, faaliyetlerini Nezihe Muhiddin`in evinden yürütmeye başlar. 15 Haziran 1923`te, Kadınlar Halk Fırkası`nın kurulmasına karar verilir.

1923 yılının sonlarında Hukuku Aile Kararnamesi`nin değiştirilmesi gündeme gelir ve bu Medeni Kanun’un ilk adımıdır. Kadınlar Halk Fırkası mensupları, boşanma ve çok eşlilikle ilgili düzenlemelerle ilgili teklifleriyle ilgili olarak, İstanbul`da bir konferans düzenlerler ve konferansa Halide Edip`in de yer aldığı üç yüz kadın katılır. Bu toplantı basında geniş bir yankı bulur ve Medeni Kanun’un zorunlu olduğu da bu tartışmalar esnasında gündeme gelir. Ancak, Kadınlar Halk Fırkası bir süre sonra kapanmıştır. Onun devamı sayılan Kadın Birliği’nin tüzüğünde ise, siyasal amaç ve taleplere yer verilmemesi dikkat çekicidir.

Ancak, kadınların siyasal haklarının olmasının, onların, otomatikman siyasal hayatta da yer alması anlamını taşımadığını, ülkemizde, 2010 yılında da, gerek parlamentodaki kadın sayısından, gerekse yerel yönetimlerdeki kadın yöneticilerden anlıyoruz.

KADIN VE MEDENİ HAKLAR

Ülkemizde evlilik ve aile ilişkileri kadınların yaşamının odağında yer almaktadır. Kadın için yaşam, hemen tümüyle aile ilişkileri ve ev içi içinde dönmektedir. Çalışma hayatına katılan kadınların çoğu part –time vb. gibi esnek temelli çalışma biçimlerinde çalışarak, bu yaşamı sürdürürler. Evli kadınlar da, kadın nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadır.

1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun, evlilik, boşanma, mülkiyet gibi kadınların toplumsal ve aile hukukundan doğan haklarını düzenlemekteydi. 1926 yılında yürürlüğe giren kanun, 2001 tarihine kadar yürürlükte kalmıştır. Uygulandığı 75 yıl boyunca, ilki 1938 yılında olmak üzere, 15 kez değişiklik yapılmış, 1988 ve 1990’da çıkarılan yasalarla 6 maddesi de yürürlükten kaldırılmıştır.

1926 yılında yürürlüğe konulan Medeni Kanun, kadınlar aleyhine de birçok düzenlemeler içermekteydi. Kadının kocasının himayesi altında yaşaması düşüncesi etkindi. Buna örnek olarak,

“MADDE 156: Karı, kanunen haiz olduğu temsil selahiyetini suistimal eder, yahut kullanmaktan aciz olursa, koca, bu selahiyeti kendisinden tamamen veya kısmen nez’ledebilir.”

“MADDE 152: Koca birliğin reisidir. Evin intihabı (seçme-seçim) karı ve çocukların münasip vechile iaşesi ona aittir.”

“MADDE 154: Birliği koca temsil eder, malları idare hususunda karı – koca hangi usulü kabul etmiş olursa olsun, koca tasarruflarında şahsen mesul olur.”

“MADDE 155: Evin daimi ihtiyaçları için koca gibi kadın dahi birliği temsil hakkına haizdir. Karının üçüncü şahıslar tarafından malum olabilecek surette selahiyetini tecavüz etmeyen tasarruflarından koca mesuldür.”

“MADDE 199: Karı, birliği temsildeki selahiyeti nisbetinde birliğe dahil olan mallarda tasarruf edebilir.”

“MADE 200: Kadın, bir mirası ancak kocasının rızasıyla reddedebilir. Koca razı olmazsa, karı, Sulh mahkemesine müracaat edebilir.”

“MADDE 263: Evlilik mevcut iken, ana ve baba velayeti beraber icra ederler. Anlaşamazlarsa, babanın reyi muteberdir.”

“MADDE 292: Birbirleriyle evlenmeleri memnu olanlardan veya evli erkek ve kadınların zinasından doğan çocuk tanınmaz.”

“MADDE 302: Ananın gebe kaldığı zaman iffetsizlikle melüf olduğu sabit olunursa, babalık davası reddolunur.” gibi maddeler gösterilebilir.

2001 yılında yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun’un en önemli yeniliği, hiç şüphesiz edinilmiş mallara katılma rejimi adı altında, evlilik birliği içinde edinilen malların yönetimidir. Ancak, kanunun yürürlüğü girdiği dönemde mevcut olan evlilikler için de bu maddenin geçerli olabilmesi için, tarafların Noterde, kanunun yürürlük tarihinden itibaren bir yıl içinde sözleşme imzalamaları, aksi takdirde yürürlük tarihine kadar eski, yani, mal ayrılığı rejiminin yürürlükte olacağı düzenlemesi büyük tartışma yaratmıştır. Kadınlar aleyhine olan birçok düzenleme ise kanundan çıkarılmıştır.

***

Hiçbir toplum durağan değildir. Ülkemizde kadın haklarının geldiği nokta bakımından yasal birçok kazanımlarımız olmasına karşılık, bu hükümlerin tam anlamı ile hayat bulduğunu söylemek de mümkün değildir. Çalışma hakkı, doğum izninin artması, boşanma hakkı, aile konutu şerhi, edinilmiş mal paylaşımı, seçme ve seçilme hakkı, vb.. gibi kazanımları sadece yasal çerçevede değil, gerçek hayatta da, toplumsal anlamda kazanabilmek için el ele verip, dünyayı değiştirmek için 2010 tam zamanıdır.

 

8 Mart’ın Ardından

“Emperyalist kapitalist sistem en çok kadınları vuruyor” cümlesi kadınlar arasındaki parti çalışmamız içinde en sıklıkla dile getirdiğimiz bir ifade. Zaten gerek ülkemizde gerekse dünyada yapılan birçok araştırma sonuçları, bu acı gerçeği rakamsal düzeyde de gözler önüne seriyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2004 tarihli verilerine göre, kadınlar, tüm dünyadaki istihdamın yüzde 40’ını oluşturmalarına rağmen (ki bu rakam içinde evde parça başı işler, part-time işler, kayıt dışı çalışmalar da vardır), çalışan yoksulların yüzde 60’ını oluşturmaktadır. Kadınlar, işgücü piyasasına erkeklerle eşit oranda, eşit bir konumda ve eşit bir ücretle katılamamaktadır.
Ülkemizde ise, kadınların iş gücüne katılımı, yani kendilerine ait bir gelir elde etme imkânının bulunmaması, tabloyu daha kötüleştirmektedir. Ülkemizde kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 26 iken, erkeklerde bu oran yüzde 72’dir. Ve işgücüne katılan kadınların yüzde 62,3’ü de kayıt dışı çalışmaktadır. (TÜİK, 2008) Kayıt dışı, yani sendikasız, sigortasız işlerde çalışmanın, kadınlar için iş gücüne katılımın yaygın ve tipik bir biçimi olduğunu görmekteyiz. Bu tablo, krizin etkisi ile kadınlar aleyhine olmak üzere daha da bozulmuş durumda.
Yine, TÜİK verilerine baktığımızda, kadınların hızla istihdamdan koptukları, eve kapandıkları görülüyor. “Umutsuz” olarak değerlendirilenlerin çoğu kadınlardan oluşuyor. Bu konumda 1 milyon 300 bin kadın bulunuyor. Eve iş alan 65 bin kişi, son bir yılda işsiz kaldı. Söz konusu konumda olan 10 binlerce işsizin çoğu kadınlardan oluşuyor.
“Umutsuzlar” olarak bilinen, iş aramayıp, çalışmaya hazır olanların sayısı 548 bin kişi artarak, 2 milyon 298 bine çıktı. Bu grup içinde yer alan, iş bulma ümidi olmayanların sayısı 166 bin kişi artarak, 817 bine yükseldi. “Umutsuzlar”ın 991 bini erkek, 1 milyon 307 bini kadınlardan oluşmaktadır.
Kriz nedeni ile işini kaybedenlerin, işsizler ordusunun yarıdan çoğunu oluşturan kadınlara yönelik, sanki krizi onlar çıkarmış, işsizliği çalışmak isteyip de iş bulamadıkları için onlar arttırmış gibi, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, 3 milyon 274 bine ulaşan işsiz sayısıyla ilgili olarak, “İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde iş gücüne katılım oranı daha artıyor” diyerek, işsizliğin bu kadar artmasının sebebi olarak utanmadan kadın emekçileri gösterebiliyor.
Kısaca aktarmaya çalıştığımız bu veriler, kadınların çalışma hayatına katılım durumuyla ilgili. Peki ya kadınların toplumsal hayattaki durumu? Şiddet, ülkemizde çoğu kadının maruz kaldığı bir durum. Her üç kadından biri dayak yiyor ve çoğu kadın konu ile ilgili olarak başvuru dahi yapamamaktadır. Örneğin, Bursa Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Müdürlüğü’nün verilerine göre, kentte bin 384 şiddet olayının bin 354`ünün kadına yönelik şiddet olduğu belirtilmektedir. Şiddet hayatının bir parçası olan, kendi gelirini elde edebilmek için sigortasız, sendikasız, düşük ücretle kayıt dışı çalışmak zorunda bırakılan, kriz cenderesi altında sıkışan emekçi kadınlar, bu yılın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü böyle bir ahval ve şerait içinde karşıladılar.
8 Mart tarihi, geniş kadın kitlelerini örgütlemek, mücadeleye katılmalarını sağlamak açısından kadınlara yönelik çalışmaların hız kazandığı, hatta bazı durumlarda buna yönelik bir çalışmanın başladığı dönemler olarak ele alınırlar. Peki, emekçi kadınlar içinde günlük düzenli politika yapmak yükümlülüğünde olan devrimci işçi partisi, bu yılın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü, kadınlar içinde mücadeleyi genişletmenin, bin bir cendere içinde sıkışmış kadınları bu mücadeleye örgütlemenin, kadınları aydınlatabilmenin bir vesilesi yapmayı ne kadar başarmıştır?
Bu yılki 8 Mart kutlamalarını bu hususu tartışmak için bir vesile yapabilmek mümkün.

8 MART EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜDÜR
Öncelikle belirtmek gerekir ki, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’dür. 8 Mart’ı bir mücadele günü olarak tarihe kazandıran, emekçi kadınların 152 yıldır devam eden mücadelesidir. Kadın kitleleri içindeki parti çalışmamızda bu hususu kadınlara bıkmadan ve usanmadan anlatmak gerekmektedir. Örneğin neden 25 Nisan değil de, 8 Mart’tır, Dünya Emekçi Kadınlar Günü? Sistem, 8 Mart, 1 Mayıs gibi işçi sınıfının günlerini, içeriğini boşaltarak, neden ortaya çıktığını unutturarak, kitlelere sadece birer tüketim günü, kadınlara hediye alma günü olarak sunmaktadır. 1 Mayıs nasıl “bahar bayramı” değilse, 8 Mart da emekçi sınıfından kopuk olarak ele alınamaz. 8 Mart’ın nasıl kutlanacağı ise, 8 Mart’a verilen anlama ve bugünün kimin için neyi ifade ettiğine göre de değişmektedir.
Bugünkü kriz ortamında hızla yoksullaşan, işsizlik batağına itilen işçi ve emekçi sınıfların kadınları, bu yıl 8 Mart’ta, olağanüstü bir yaygınlıkla krize, savaşa, şiddete, ayrımcılığa karşı demokrasi, adalet, barış, ekmek ve gül isteklerini haykırdılar. Miting, basın açıklaması, şenlikler, küçüklü büyüklü toplantılarla, belki binlerce etkinliğin yapıldığı bu süreçte, kadınların bunlara katılımı meydanlara yansıyanın ötesindeydi.
Bu yıl 8 Mart’a damgasını vuran ise, kadınların, krizin faturasını ödemeyi reddetmeleri, yerel seçimler öncesi yerel yönetimlerden taleplerini dile getirmeleri ve AKP Hükümeti’nin ikiyüzlü seçim entrikalarını teşhir etmeleri oldu. Talepleri için alanlara çıkan kadın kitleleri içinde, bu yıl daha çok emekçi haklarına yönelik taleplerin öne çıkması da, dikkatlerden kaçmaması gereken bir nokta.
İşten atmalara, sendikasızlaştırmaya karşı Novamed direnişi ile başlayan kadın işçilerin mücadelesi, farklı kadın örgütlerinin de dikkatini giderek bu yöne çekmiştir. Bu yıl, 8 Mart’a, DESA Deri’nin Sefaköy ve Düzce’deki fabrikasında Deri-İş Sendikası’na üye olduğu için işten atılan kadınlar, IBM’den atılan beyaz yakalı kadın işçiler, atv-Sabah’ta yine Türkiye Gazeteciler Sendikası’na üye oldukları için işlerine son verilen ve son olarak ücretlerinin ödenmesi talebi ile direnişe geçen MEHA Giyim’deki kadın emekçiler, İstanbul Kadıköy’deki miting alanındaydılar. DİSK, Petrol-İş ve KESK’e bağlı sendikaların 8 Mart’a katılımı da önceki yıllara kıyasla kalabalıktı. Diğer büyük iller açısından da benzer bir tablo vardı.
Başta KESK olmak üzere birçok sendika ve kitle örgütünün bu yıl 8 Mart’a talepler üzerinden yükselen bir mücadele süreciyle hazırlanmalarının etkisi, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere alanlara yansıyarak hissedildi. Bu çerçevede KESK’e bağlı sendikaların 8 Mart’a hazırlık sürecinde güvenli-yaşanılabilir toplu taşımadan, kent aydınlatmasına kadar kadınlar için güvenli bir kent talepli; töre ve namus cinayetlerine dikkat çeken ve kadın katliamlarının son bulması talepli; Başbakanın kadınları “3 çocuk doğurarak evde oturmaya” çağırmasına karşılık “3 çocuk değil kreş istiyoruz”, “her işyerine ve yoksul emekçi semtlerine ücretsiz kreş” ve “ebeveyn izni” talepli eylemliliklerini anmak gerekir.
Bunun dışında, birçok mesleki ve demokratik kitle örgütü ya da farklı örgütlenmeler etrafında önceki yıllara oranla daha yaygın, irili ufaklı etkinliğin yapılması dikkat çekti. Çok uzun yıllardan beri ilk kez İstanbul’da 7 Mart’ta bir İşçi Kadın Şenliği, 9 sendikanın bir araya geldiği Krizde Kadın Dayanışması Ağı tarafından düzenlendi.
Çeşitli köy dernekleri, Alevi örgütleri kimi yerde etkinlikle, kimi yerde söyleşi ve panelle 8 Mart’ı ve kadınların taleplerini tartıştı. Buralara katılımın çoğu yerde merkezi olarak yapılan eylem ve etkinliklere katılımdan daha fazla olduğu da gözlemlendi.
DESA, Sintel, e-Kart gibi kadın işçilerin de olduğu işyerlerinde sendikalaşma çalışmalarındaki artış; işten atmalar ve hak gaspları karşısında işçi kadınların mücadelesinin yükselişi, Kürt kadınlarının mücadele içindeki yerinin her geçen gün daha büyümesi; diğer yandan emek örgütlerinin de daha önem vermeye başlamasıyla birlikte, emekçi karakteri yeniden belirginleşmeye başlayan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün, 2009’da ülkenin her yerinde yaygın ve etkin kutlamalarla gerçekleşmiş olması; işçi, emekçi kadınların mücadele ve örgütlenme isteğinde önemli gelişmelerin yaşandığına işaret etmektedir. Kadınlar, haklarını alma mücadelesinde, bugün daha ileriden yürüdüklerini ortaya koydular.
DESA işçisi, MEHA işçisi kadınlar, Başıbüyüklü kadınlar ve hak mücadelesi veren daha birçok kadın, kendileriyle yapılmış röportajlarda, girdikleri mücadele ile birlikte kendilerindeki değişim dönüşümü, 8 Mart’a bakışlarındaki değişimi çarpıcı bir biçimde dile getiriyorlar. 8 Mart, daha önceleri kendilerine ya hiç bir şey ya da en fazla “anneler günü”, “sevgililer günü” misali hediye edilmiş bir günü ifade ederken; mücadeleleri sırasında 8 Mart’ın tarihsel kökenini ve emekçi niteliğini öğrendiler. Bu, onları 8 Mart’ı gerçek anlamıyla sahiplenerek alanlara çıkmaya ve taleplerini orada diğer kadınlarla birleşerek dile getirmeye sevk etti. Sadece bunu yapmakla da kalmadılar; öteki fabrika, atölye ve işyerlerindeki kadınlarla, mahalleler, semtler ve köylerdeki kadınlarla ortak taleplerini haykırdılar.
Bu, yerellerde yapılan kutlamalar olduğu kadar, miting alanlarına katılımın işçi sınıfı partisi açısından önemini gözler önüne seren; meselenin, birbirinin karşısına konulmaması gereken vazgeçilmez yönlerini gösteren bir örnektir. Genel bir doğruyu öğrenmenin en iyi yolunun pratikten geçtiğini bir kez daha somutlayan bir örnek. Kadının öz çıkarları, talepleri için bizzat harekete geçmesi, mücadele bilincinin gelişmesine ve bu mücadeleyle düşünsel ve duygusal bağ kurmasına ve daha ileriden katılmasına neden oluyor. İşte bu nedenle yerellerde yapılan kutlamalara katabildiğimiz kadınların mümkün olduğunca fazlasını miting alanına taşımak önem taşıyor.
Bu çerçevede işçi sınıfı partisinin emekçi kadınlar içindeki çalışmasının bir göstergesi olarak miting alanına katılımının, mücadele içindeki tüm emekçi kadınlarla birlikte ele alındığında, 8 Mart’ın emekçi karakterinin de güçlendirilmesi bakımından önemli olduğu ortadadır.
İşçi sınıfı partisinin propagandasının içeriği açısından ise, genel söylemlerin dışında krizin kadınlar üzerindeki çok boyutlu etkisinin, önceki dönemlere göre daha özel olarak ele alındığı, kadınların yerel yönetimlerden taleplerinin de daha zengin olarak ele alındığı söylenebilir.
Partinin miting alanlarındaki katılımı açısından dikkat çeken ve parti çalışmasının henüz arzu edilen düzeye gelmediğine işaret eden bir iki noktaya değinmekte de fayda olabilir. Genel olarak taleplerde içerik kadar görsel bir zenginliğe ve yaratıcılığa da ulaşıldığını rahatlıkla söylemek mümkün; özellikle çalışmanın daha istikrarlı yürüdüğü yerel örgütler açısından. Söz konusu kimi yerellerin miting alanına katılımına bakıldığında ise, nesnesel hazırlıklarla örtüşmeyen bir durum çıkabiliyor ortaya. Yine kendi yerelinde büyük sayılabilecek kadın kitleleriyle yüz yüze gelebilen, onları etkinliklerine katabilen kimi ilçe örgütlerinin aynı beceriyi bu kadınları alanlara taşımada ortaya koyamadığı gözlenebiliyor. Bu örnekler, buralardaki çalışmanın belli bir rutine bindiğine dair önemli işaretler olabilir.
Yine gözlenen başka bir örnek, bir yerelde artık yeterince faal olmaktan çıkmış dernek türünden bir bağımsız kadın örgütlenmesinin adının bile, semtin onlarca emekçi kadınını alana getirmeye yetmiş olmasıdır. Belki faal olduğu dönemdekinden bile daha kalabalık bir katılımla hem de. Bu durum, yukarıda değindiğimiz gibi, emekçi kadın kitlelerinin her zamankinden daha çok mücadele etme ve örgütlenme isteği/ihtiyacı içinde olduklarının açık bir göstergesi değilse nedir?
Dikkat çeken bu örnekleri irdelemek, partimizin kadın kitleleri içerisindeki çalışmasının zaaf ve eksikliklerini saptamak ve yeniden düzenlemek açısından bir ihtiyaçtır.
Bu arada işçi sınıfının partisinin, emekçi kadın kitlelerini örgütlemeye yönelik çalışmasının biçimini, araç ve yöntemlerini tartışmayı, geliştirmeyi, bütünlüklü hale getirmeyi gündemine aldığı bir dönemde; işçi kadınlar içindeki çalışma ve onları mücadeleye katma konusunda henüz aşamadığı zayıflığının, 8 Mart alanlarında da göze çarptığını belirtmeden geçmemek gerek.

KADIN-ERKEK BİRLİK
Yıllardır parti içinde 8 Mart tarihi yaklaştıkça en çok tartışılan meselelerden biri de miting alanına erkeklerle mi erkeksiz mi katılınacağıdır. 8 Mart mitinglerine, ille erkeklerin de katılması gerektiğine yönelik tartışmalar, kadınlar içindeki parti çalışmasının alana yansıtılması ve olabildiğince çok emekçi kadının miting alanına katılmasının sağlanması uğraşının önüne geçebiliyor. 2009 8 Mart’ı da bu tartışmalardan muaf değildir.
Bu durum, soruna yaklaşım merkezi olarak çözülmüş olsa da, kimi yerde alanlarda dile getirilen bir serzeniş ve eleştiri olarak, kimi yerde mitinge erkeklerin de katılması gerektiği hususunda 8 Mart miting tertip komitesiyle ayrışarak “kadın erkek birlik, iş ekmek özgürlük” sloganı altında erkekli katılımla ayrı bir eylem düzenlemeye kadar varan geniş bir yelpazede sürüp gidiyor.
İşçi sınıfı partisinin 8 Mart’larda oluşturulan kadın platformlarıyla birlikte hareket etme, bu platformlarda emek örgütlerinin daha yoğun ve etkin yer alması doğrultusundaki gayretinin, 8 Mart’ın emekçi karakterinin ağırlık kazanmasına yönelik çabasının ve yükümlülüğünün bir ürünü olduğu tartışılmazdır. Bu sebeple dikkat noktasını, mitinge erkek katılımının oluşturamayacağı, oluşturmaması gerektiği de aşikar olmalıdır. Partinin dikkat noktası, ideolojik hassasiyeti, daima 8 Mart’ın emekçi karakteri üzerindedir. Parti, 8 Mart’ı “feministlere inat olsun” diye örgütlemez; onlara karşı sloganlar değil, emekçi kadınların taleplerini dile getiren sloganlarla miting alanlarını, meydanları doldurmaya yönelik çalışmalar yapar. Dikkat noktası, emekçi kadınların uyanışına, mücadele bilincinin geliştirilmesine hizmettir; yani bulunduğu yerde, semtte, işyerinde, fabrikada, mahallede kaç kadına ulaştığı, onlarla kurduğu bağların niteliği, emekçi kadınların taleplerini sahiplenmesi için nasıl bir çalışma yürüttüğüdür; kortejlerinde parti kadrosu, sempatizanı erkeklerin yürümesi değil.
Bilindiği gibi, son birkaç yılın 8 Martlarına şiddet ve barış talepleri kadar, kadın emeği de damgasını vurdu. Bu yılki 8 Mart’ı farklı kılan en önemli nokta da, keza, kapitalizmin yarattığı krizin de etkisiyle geçtiğimiz yıllardan daha fazla işçi ve emekçi kadının 2009’u mücadele içinde karşılamış olmasıdır. 8 Mart kadın platformunda yer alan kadın örgütleri bu duruma kayıtsız kalmadıkları gibi, sendikaların 8 Mart’a yaklaşımı ve sahiplenmesi de daha ilerden gerçekleşti.
Bu göstergeler, emek mücadelesinin ve toplumsal mücadelenin izleyeceği seyre de bağlı olarak, önümüzdeki yıllarda 8 Mart mitinglerinin, sendikaların, emek örgütlerinin kadın sekreterlikleri ve kadın komisyonlarının ağırlıkta bulunduğu platformlar eliyle örgütlenebileceği öngörüsünü yapmaya izin veriyor.
İşçi sınıfının partisi, yazının girişinde de belirttiğimiz gibi, bin bir güçlükle hayata tutunmaya çalışan emekçi kadınları doğru mücadele çizgisi içine çekebilecek tek partidir. Ve önemli olan, emekçi kadın kitleleri içindeki parti çalışmasının daha çok kadını içine alacak şekilde yaygınlaştırmak olmalıdır ve işçi sınıfı partisinin kadın meselesindeki temel kavrayışının da bunu gerektirdiğinin kavranmasıdır.
Kadınlar hayatın her yerindeler. Mahallelerde, evlerde, fabrikalarda, sendikalarda, direnişlerde, okullarda… Dolayısıyla parti çalışmamız içinde de, kadın çalışması denip, bu çalışmayı sadece semtlere indirgemek ve diğer alanlarda kadınlara yönelik hiçbir talep öne sürmemek, geliştirmemek, çalışma yapmamak parti faaliyetini eksik bırakmak anlamına gelir. Örneğin bir fabrikada kadın işçilerin yoğun olup olmamasına bakılmaksızın, o fabrikadaki çalışmamızın talepleri içinde kadın işçilere yönelik belirlenecek talepler yer almazsa, gerçek anlamda bir parti çalışmasından bahsedemeyiz. Partinin günlük faaliyetini kadın çalışması, işçi çalışması, sendikalardaki çalışma, vs. gibi ayrımlara gitmeden, bir bütün olarak ele aldığımızda daha verimli olacağı da kavranmış olacak.
Kadın kitleleri içindeki parti çalışmalarımız daha da ileri bir noktadan ele alınınca, görülecektir ki, 8 Martlara emekçi damgası daha da net vurulacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑