100. yılında türkiye’de kadın haklarının gelişimi

 

Kadınların tarih sahnesinde yerini almasını insanlığın ortaya çıkması ile başlatmamız herhalde doğru bir yaklaşım olacaktır. Üstelik kadınlar, bu sahnede başroldedirler. Sınıflı toplumların ortaya çıkması ile birlikte roller de değişmiştir.

Ancak, kadın erkek farklılığının toplumsal bir eşitsizliğe dönüşmesi ve bu eşitsizliğin giderilmesi için mücadele edilmediği takdirde bu durumun yerleşik geleneklerin bir parçası haline gelmesi, bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. 1789 Fransız burjuva devrimi ile insanların ait oldukları farklı statüler (soylu, ruhban, halk vb.) arası eşitsizliklerin ortadan kaldırılmış ve dil, din, cins ayrımına bakılmaksızın, tüm insanlar hukuk karşısında eşit ve özgür kılınmıştır. Ancak, hukuk düzeyinde garanti altına alınan eşitlik, gerçek ve gündelik yaşamda yeni biçimler kazanan bazı eşitsizlikleri de gizleyebilmektedir.

Günümüzde kadın – erkek eşitliği evrensel nitelik taşıyan ilkelerden biridir. Bu durum, birçok ülkenin anayasalarıyla da, imzalanan uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti de, kadınların statüsünü yasal düzeyde erkeklerinki ile eşitleme girişimi başlatan devletler arasındadır. Ancak, bugün dünya çapında kadının toplumdaki yeri üzerine yapılan bilimsel araştırmalar, hemen hemen tüm toplumlarda yasal eşitliklerin ardında az çok kemikleşmiş eşitsizlikler bulunduğunu da ortaya koymaktadır. Bu yazımızda, 8 Mart’ın ilan edilişinin 100. yılı sebebi ile ilan edilen kampanyamız vesilesiyle, ülkemizde, yüz yıllık bir süreçte, kadın haklarının nasıl bir gelişim gösterdiğini kısaca anlatmaya çalışacağız.

TANZİMAT’LA BAŞLAYAN SÜREÇ

Osmanlı İmparatorluğu’nda devleti yönetenlerin oluşturduğu sınıftan erkeklerin ‘harem’e kapanan karıları ve cariyeleri, sadece kendi ailelerinden erkeklerle temas halinde yaşarken, bu kadınların tek uğraşları da, evin efendisi olan erkeğin ve çocukların bakımı ve yetiştirilmesi idi. Bu kadınlar üretim sürecinden koparken, reaya arasında kadın, tarımsal üretime ve hatta yer yer kentlerdeki ticari faaliyetlere de katılabiliyordu. Ancak, uyulması gereken toplumsal normları üst sınıfların kültürü belirlediği için, haremde yaşadığı ve üretimden koptuğu için ikincil bir statüye düşen kadının durumu, üretici kadınlar için de geçerli olmaktaydı. Ayrıca, Osmanlı toplumunda hakim unsur İslam dini olup, devlet düzeni de dini esaslara dayanmaktaydı. Buna dayanarak, Osmanlı yönetici sınıfları, kadınları toplum yaşantısından uzak tutmak üzere kararlar aldılar. Kadınların ticari faaliyetlerden yasaklanması, kılık kıyafetlerinin düzenlenmesi, belli günler sokağa çıkmalarının yasaklanması gibi fermanlar çıkarılmıştır. Örneğin, Tanzimat Fermanı’nın ilan edilişinden 28 yıl sonra, 1867’de dahi, gazeteler aşağıdaki duyuruyu yayımlıyordu: “Kadınlar yalnız ve ancak Sultanahmet, Laleli ve Şehzadebaşı camilerine gidebilecek, bunlar dışında hiçbir büyük camiye gidemeyecektir. Kadınlar, bir iftar çağrısı için bir yerden bir yere giderken, kalabalık yerlerde durmaksızın ve orada burada gezinirken, vakit yitirmeksizin önlerine bakarak yürüyeceklerdir.

Her ne kadar Tanzimat Fermanı içeriğinde kadınlara bir hak tanımamış da olsa, kadının statüsünün bu durağan hali, Tanzimat hareketinden itibaren değişmeye başladı. Kadının haklarının tartışılması, Tanzimat dönemiyle başlamıştır. Batıda kapitalizmin getirdiği hızlı gelişme karşısında varlığını sürdürmekte zorlanan Osmanlı, ‘Batılılaşma’ hareketi içinde, kadının toplumsal durumu açısından bazı yenilikleri de getirmiştir. 1847’de, kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye çıkarılmış ve 1856’da köle ve cariye alınıp satılmasının yasaklanması amacıyla bir kanun yayınlanmıştır. Kadınların cehaletini toplumsal gerilemenin nedeni olarak gören aydınlar da, kadınların eğitilmesi gerektiğini vurgulamışlardır.

1858’de Kız Rüştiyeleri açıldı. 1869’da, ilk kez sanayi okulları, 1870’de Kız Öğretmen Okulları açıldı. 1842’de Avrupa’dan getirilen ebe kadınların, Tıbbiye’de verdikleri kurslarla kadınların eğitim ve öğretim olanaklarının geliştirilmesi devam etti. Ancak, bu eğitim olanakları İstanbul, Selanik gibi imparatorluğun bazı merkezleri dışına çıkamadı. Ve bu kurumlardan yararlanan üst sınıflara mensup büyük kentlerde yaşayan kadınların sayısı çok azdır.

1868 yılında yayınlanmaya başlayan Terakki gazetesi, Osmanlı toplumunda kadının geri bırakılmasını eleştiren yazılar yayınladı. 1888’den itibaren, Kadınlar için “Muhadderat” çıkarıldı. Kadınlara seslenen bu yayın organını, daha sonra, Vakit, Şuküfezar, İnsaniyet, Ayıne, Parça Bohçası, Aile gibi gazeteler izledi. Ancak bunlar kısa ömürlü oldular. Bu yayınların içinde en uzun ömürlü olanı, 1895’te yayınlanmaya başlayan “Hanımlara Mahsus Gazete” oldu. Bu gazete, kadınların mevcut statüsünden son derece ileri adımları savunmuştur.

Bu dönemde kadın hakları konusunda önemli tartışmalardan biri, çok eşlilik (poligami) sorunuydu. Yayınlarda tek eşlilik savunulmuş ve bunun dinle bir ilişkisi olmadığı belirtilmiştir.

1908 burjuva devrimi dönemine doğru ve İttihat ve Terakki’nin iktidar dönemi, kadının sosyal hayata katılması, çalışma yaşamına girmesi, yüksek öğrenim görmesi taleplerinin tartışıldığı ve gündeme getirildiği yıllardı. Bu dönemde, kadınların demokratik hakları için örgütlendikleri ve yayınlar çıkardıkları görülmektedir. Kadınlar pek çok dernekte örgütlendiler, faaliyette bulundular. Eğitim olanaklarından yararlandılar.

Teokratik bir yapıya sahip Osmanlı İmparatorluğu’nda, Tanzimat’tan 1. Dünya Savaşı sonuna kadar geçen dönemde, kadın sorununa ilişkin gelişmelerin temel niteliği, belirtildiği gibi, bunların kapsayıcı ve genel nitelikte değil, büyük kent kadınlarının çok sınırlı bir kesimine yönelik olmasıdır. Bu dönemde, kadınların büyük bir bölümü tarımda çalışırken, büyük kentlerde çok az sayıda kadın öğrenim olanaklarına kavuşmakta, işçi kadınlar da, fabrikalarda çok düşük ücret karşılığı çalışmaktaydı.

SAVAŞ YILLARINDA KADINLAR

1. Dünya Savaşı ile birlikte kadınlar zorunlu olarak da çalışma yaşamına girdiler. İtilaf devletlerine karşı ve Alman emperyalist bloğu yanında savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu’nun cepheye asker göndermesi ile üretimden boşalan yerler, kadınların emek güçlerinden yararlanılarak doldurulmaya çalışıldı. Kadınlar, erkeklerin cepheye sevkiyle boşalan yerlere, postane ve telgrafhanelere, hasta bakıcı olarak hastanelere alındılar. 1915 yılında, Osmanlı Ticaret Nezareti’nde, kadınlar için, “mecburi hizmet” kanunu kabul edildi ve çalışan kadın sayısı artırıldı. Örneğin Urfa’da kurulan yeni fabrikada, 1000 kadın işçi çalıştırılmaya başlandı. İzmir, Sivas, Ankara, Konya bölgelerinde, 1280 halı tezgâhında 4780 kadın çalışmaktaydı. Aydın’da 3600 tezgâhta 11.000, Kütahya, Eskişehir ve Karahisar’da 970 tezgâhta 1550 kadın işçi çeşitli dokuma işleri yapıyordu. 1907’de Diyarbakır’da kurulan 3000 tezgâhtan kalma 1000 tezgâhta da, kadınlar çalıştırılmaktaydı. Savaş koşulları kadınların statüsünü değiştirmişti.

1916’da İstanbul’da kurulan “Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi”, kadınları, namuslu bir şekilde çalışarak geçimlerini sağlamaya alıştırmak amacını güdüyor ve İstanbul’da üç ayrı bölgede bir veya birkaç Darüssina’nın kurulmasını öngörüyordu. Bu dernek, Enver Paşa’nın isteği ile kurulmuştu. Bu tesislerden her birinin 10.000 işçi istihdam etmesi amaçlanıyordu. Bir süre sonra ise, basın 19 günde 11.000 kadının iş için başvurduğunu haber veriyordu. Bir yıl sonra ise, derneğin faaliyeti İstanbul sınırını aşıyor ve talep üzerine İzmir’den İstanbul’a 80 kadın işçi gönderiliyordu. Bu sırada Hereke Fabrikalarında çalışan kadınlar, uzak yerlerden geldikleri için, bazı taleplerde bulunuyorlardı. Bunlar arasında, kadın işçiler için özel yatakhaneler kurulması, iş gününün en fazla 15 saat olması, yılda bir ay ücretli izin verilmesi gibi talepler de vardı.

Savaş yıllarında, kadınlar, eğitim alanında da yeni olanaklar elde ettiler. Abdülhamit döneminde ancak il merkezlerinde bulunan rüştiyeler (bugünkü ortaokul düzeyindeki okullar), 1913’te, altı yıllık Kız İlkokullarına (iptidailerine) çevrilerek, kasabalara doğru yayıldı. 1911’de kızlar için ilk lise açılmıştı. 1917 – 1918’de, İstanbul’da dört kız lisesi bulunmaktaydı. 1914 yılında önceleri kadınlar için konferanslar şeklinde başlayan yüksek öğrenim, 1915 yılında, lisans Darülfünunu şeklinde, kadınları yüksek öğrenime kabul etmiştir.

Üniversitede kadınlara açılan ilk bölümler, Fen ve Edebiyat Fakülteleridir. 1915’te, Edebiyat bölümüne 8, Matematik bölümüne 3, Biyoloji bölümüne 10 öğrenci yazılmıştır. 1917’de ilk mezunlar, Edebiyattan 8, Matematikten 3, Biyolojiden 10 kişidir.

Eğitim alanında, kadınların, Kurtuluş Savaşı yıllarında da önemli kazanımlar elde ettikleri görülmektedir. Erkek ve kız öğrenciler ayrı saat ve ayrı yerlerde derslere girerken, 1922’den itibaren, erkek ve kız öğrenciler birlikte derslere girmeye başlamışlardır. Hukuk ve Tıp Fakülteleri, 1922 – 1923’ten itibaren, kız öğrenci almaya başlamıştır.

1908 burjuva devrimi ile birlikte kadın haklarını savunan birçok yayın organının da çıktığı görülür. “Mahasin”, 1908’de yayınlanmaya başlayan “Kadın”, 1913’ten itibaren ve Müdafaai Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’nin yayın organı olarak çıkmaya başlayan “Kadınlar Dünyası”, bu yayınların başlıcalarıdır.

Müdafaai Hukuk-u Nisvan Cemiyeti, İstanbul’da 1913 yılında kurulan ve kadın haklarını savunan ilk dernektir. Ülkemizde kadın hakları noktasındaki birçok kazanıma öncülük etmiştir. Aynı zamanda bu toprakların ilk feminist derneği olarak kabul edilir. Başkanlığını Ulviye Mevlan Hanım yapmıştır. Kadınlar Dünyası dergisi ile halkın büyük kesimine ulaşabilmişlerdir. Dergi bir dönem yasaklanmıştır. Dernek, Çanakkale Savaşları sırasında yaralılara müdahale edecek erkek doktor kalmayınca, kadınları, peçelerini açıp, yaralı erkek askerleri tedavi etmeye çağırmış, bu yüzden İslamcı kesimden çok baskı görmüştür. Bunun sebebi ise, kadınların erkeklere temas etmesinin günah olduğuna dair İslami dogmalardır. Dernek, milli mücadeleyi desteklemiştir.

Bu yayınlarda savunulan başlıca talepler; eğitim hakkı, sokağa çıkabilme hakkı, eğlenme yerlerine gidebilme ve polisin baskısına tabi olmama hakkı, çalışma hakkı, siyasi haklar, evlilikle eşitlik ve boşanma hakkıdır.

Bu dönemde kadınların siyasi hakları ve cins eşitliği sorunları tartışmaların başında gelmekteydi. İlk kez, “İslam’da kadının eşit olmadığı, kadının erkekten aşağı olduğu, bunun da İslam’ın kurallarından birisi olduğu” tezleri ile “Türkiye’nin geriliğinin başlıca nedeninin kadınların durumunun aşağılanması olduğu ve bunun sorumlusunun din ve bu durumun sürüp gitmesini sağlayanın ise din adamı” olduğu görüşleri yoğun olarak tartışıldı.

Bu dönemde kadın sorunu tartışılırken, 1. Dünya Savaşı’na doğru gidişte kadınlar zaten çalışma yaşamına katılmışlardı. 1917 yılında İttihat ve Terakki iktidarının kabul ettiği bir kararname ile şeriattan tamamen kopulmasa da, önemli haklar düzenlendi. Bu kararname ile kadınlara boşanma hakkı tanındı. Evlenme, din adamının yetkisinden çıkartılıp devlete bağlandı. Çok karılı evlilik, kadının rızasına bağlanarak sınırlandırıldı.

Kurtuluş Savaşı’na kadınlar yoğun biçimde katıldılar. Genç kız ve kadınlar elde silah bu savaşa katıldılar. Kadınlar, Kurtuluş Savaşı süresince kurulan Müdaafa-i Hukuk derneklerine doğrudan üye olarak katılmadılar. Bunun yerine ayrı ve sadece kadınları içine alan dernekler kurdular. 5 Kasım 1919’da, Sivas’ta, Anadolu Kadınları Müdaafa-i Vatan Cemiyeti’ni kurdular. Kuruluşundan hemen sonra, Anadolu ve Rumeli Müdaafai Hukuk Cemiyeti temsilcileri ile yazışmalar yaparak, bunlardan destek aldılar ve şubelerin kurulmasında teşvik edildiler. Bunun üzerine, Amasya, Kayseri, Niğde, Erzincan, Burdur, Pınarhisar, Konya, Denizli, Kastamonu ve Kangal’da şubeler kuruldu. Burdur ve Kangal şubeleri üzerinde yapılan inceleme ile bu kadın örgütlerindeki üyelerin yüksek dereceli devlet memuru eşleri ile yörenin eşraf eşlerinden, kızlarından ve küçük bir kesiminin de öğretmen ve öğretim kurumlarında idareci olduğu görülmüştür. Kurtuluş Savaşı’nda, Anadolu köylü kadınları geri hizmetlerde aktif rol almışlar, cephane taşımada önemli rol almışlardır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, 1. Doğu Halkları Kurultayı Bakü’de toplanmıştır. Bu kurultaya Naciye Hanım isimli bir Türk kadını da katılmış ve konuşmasında doğulu kadınların hak taleplerini beş madde ile sıralamıştır. Bunlar; 1- Mutlak hak eşitliği, 2 – Kadının erkeklerle birlikte bütün eğitim kurumlarından eşit şekilde yararlanması, 3- Kadın ve erkeğin evlilikte eşit olması, çok eşliliğin ilgası, 4- Kadının istisnasız tüm kamu görevlerine ve yasama meclislerine kabulü, 5- Tüm kent ve köylerde kadın haklarını koruma komitelerinin kurulması.

Kurtuluş Savaşı, kadınların yaşamlarında hukuki pozisyonlarını zorlamaya olanak veren değişikliklere yol açacaktır. Çok sayıda kadın, cepheye giden erkeklerin yerine işçi ve memur olarak çalışma hayatına girecek, ilk işçi hakları kadınlar için tanınacaktır. Çalışma hayatına girmenin yanı sıra, kadınlar, yine bu dönemde, kitlesel olarak siyasal olaylara, mitinglere katılacaktır. Hatta kürsüden halka seslenecektir. Ancak, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, kadınların hukuki durumlarında köklü değişiklikler yapılması, İkinci Meclis’in kurulması ile olabilecektir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, kadın, sosyal yaşamda, iş yaşamında, savaşa katılmada önemli roller ve görevler üstlenirken, bu kazanımlarını yasal olarak elde etmede başarılı olamadı. Başlıca yasal kazanımlar, Hilafetin kaldırılması, Tevhidi Tedrisat ve Medeni Kanunun kabulü oldu. İsviçre’den alınan Medeni Kanun, tek eşliliği getirmesi ve boşanma hakkını her iki tarafa da tanıması bakımından ileri bir aşama idi. Ancak, kadın erkek eşitliğini tam olarak tanıyan bir yasa değildi. Bir kerede kadının statüsünü ileri bir aşamaya taşıyan bu düzenleme, hâlâ, kadının statüsünü ‘aile’ kurumu çerçevesinde tanımlamaktaydı. Aile birliğinin reisi koca idi. Ve kadının çalışması, kocasının izni ile sınırlandırılmıştı. Ayrıca, çocukların velayeti, miras ve mal tasarrufu konularında da kadın-erkek eşitliği söz konusu değildi.

Bir diğer yasal kazanım da, kadınların belediye seçimlerine katılma hakkıydı.1930 yılında, 3 Nisan’da kabul edilen yasayla “Türk olma kaydı, tam olarak kabul olunmuş ve binaenaleyh belediye intihaplarında müntehip ve müntehab olması hakkı Türk kadınlarına da verilmiştir” denilerek, kadınlara, belediyelere, belediye meclisleri ve muhtarlıklara seçme ve seçilme hakkı veriliyordu. Kadınların siyasal hakları, 1934’te çıkarılan yasa ve Anayasa’da yapılan değişiklikle tanınıyordu. Böylece milletvekili seçimleri düzeyinde siyasal haklar da tanınmış oluyordu.

KADIN VE ÇALIŞMA YAŞAMI

Cumhuriyet döneminde kadınların çalışma hayatına giriş biçimleri incelendiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde geçerli olan tablonun, bugün de pek değiştiğini görmemekteyiz. Türkiye’de işgücüne katılan kadınların büyük çoğunluğu, günümüzde de tarımda çalışmaktadır. Bu kadınlar, ücretsiz aile işçisi statüsündedir ve ev işi faaliyetlerinin bir uzantısı olarak çalışmaktadırlar. Dolayısıyla, böyle bir çalışmanın kadınlar açısından ‘özgürleştirici’ bir etkisinden söz etmek de mümkün değildir. Günümüzde de, çalışan kadınların yüzde 35’i tarım ve hayvancılık sektöründe, ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaya devam etmektedir. Cins ayrımcı sistemin dayattığı toplumsal işbölümü; erkeğin çalışıp evine, karısına ve çocuklarına bakması gerektiği şeklindedir. “Kural” bu olunca, kadının çalışması karşılığı kazandığı da “ek gelir” olarak nitelendirilecek ve kadının çalışmasına, “olsa da olur, olmasa da” anlayışıyla yaklaşılacaktır. Çalışmak isterken piyasaya giren kadın, daha baştan ‘yedek’ olacak ve bunun yanında çalışma yaşamında da eşitsiz birçok muamele ile karşılaşacaktır.

Çalışma yaşamını düzenleyen kanunların başında iş kanunları gelmektedir. Türkiye’de ilk iş kanunu, 1936 tarihinde kabul edilen 3008 sayılı İş Kanunu’dur. Ancak, iş kanunu ile ilgili mevzuatın yazılı olarak ilk ortaya çıkışı, Mecelle ile olmuştur. Mecelle’nin dördüncü faslında, “İcare-i ademi” başlığı altında, işçi-işveren münasebetlerini düzenleyen hükümler yer almaktadır. Daha sonraları, 1881’de Ziraat ve Sanayi Odaları hakkında kanun, 1889’da Askeri Fabrikalar Nizamnamesi, 1899’da Amele Tahririne Mahsus Nizamname, 1909’da Tersane İşçilerine Mahsus Emeklilik Nizamnamesi ile Hicaz demiryolu Memur ve Müstahdemleri Hakkında Nizamnameler ve “Tadil-i Eşgal Kanunu”, 1913’te “Teşvik-i Sanayi-i Kanun-ı Muvakkatı” gibi kanunlar yürürlüğe konmuştur. Cumhuriyetin ilanından sonra ise, 1924’te Hafta Tatili Kanunu, 1926’da Borçlar Kanunu, 1929’da Umumi Hıfzıssıhha Kanunu yürürlüğe konmuştur. 15.06.1937’de ise, 3008 sayılı ilk İş Kanunu yürürlüğe girmiştir.

3008 sayılı İş Kanunu, 10 kişiden fazla işçi çalıştırılan işyerlerinde çalışanları kapsayacak biçimde ve fikren çalışanlarla bedenen çalışanları ayırarak uygulanmıştır. Bedenen çalışması fikren çalışmasına üstün olanlar, 3008 sayılı İş Kanunu kapsamına alınmış; düşünce işçileri ise, Borçlar kanunu kapsamı içinde bırakılmıştır. Bu kanunun çıktığı yıllar, 1929 – 30 dünya ekonomik bunalımını ve ülkemizdeki durumu, ekonomideki gelişmişlik düzeyini, sanayileşmeye yönelik politikalarda ulusal sermayenin güçlendirilmesine ilişkin girişimleri hatırlarsak, kanunun amaçladığı çerçeveyi değerlendirebiliriz: Girişimciyi ürkütmeden, çalışanlar için en az korunma içeren bir yasa! Dolayısıyla bu yasa, sendikaların serbestçe örgütlenmelerini ve grevi yasaklıyordu. 3008 sayılı Kanun’da kadınlar için getirilen özel düzenleme, doğum izinlerine ilişkin maddedir. Burada, kadınlara doğumdan önce üç ve doğumdan sonra üç hafta olmak üzere, toplam altı hafta doğum izni verilmiş ve ‘sıhhi lüzum halinde’ altı haftadan on iki haftaya kadar uzatılabileceği düzenlenmiştir. Kanun, sanayiye ait işlerde gece çalışmasını ve maden ocakları, kablo döşenmesi, tünel gibi yeraltı ve su altında çalışılacak işlerde her yaştaki kız ve kadınların çalışmasını yasaklamıştır. 3008 sayılı Kanun’un bir önemli özelliği de, ilk kez sosyal sigortaların kurulmasını düzenlemesidir. İş kazaları, meslek hastalıkları ve analık sigortalarının kurulmasına öncelik verilmesini öngörüyordu. Ancak, kanunun öngördüğü İşçi Sigortaları İdaresi’nin kurulması için, 1945 yılına kadar beklemek gerekecekti. Türkiye’de, 1947 yılında bir sendikalar kanunu çıkarılmış, ancak kanunun uygulanması ötelenmiştir.

1961 Anayasası ile sağlanan ortam, temel hak ve özgürlüklerin kullanımı ile gelişmiştir. 1961 Anayasası ile çalışma hayatı yeniden düzenlenmiş; “Çalışma İle İlgili Hükümler” başlığı altında “Çalışma Hakkı ve Ödevi (mad. 42), “Çalışma Şartları” (madde 43), “Dinlenme Hakkı” (mad. 44), “Ücrette Adalet Sağlanması” (mad. 45), Sendika Kurma Hakkı” (mad. 46) ve “Toplu Sözleşme ve Grev Hakkı” (mad. 47) gibi hükümlerle yeni temel esaslar belirlenmiştir.

Çalışanlar için en somut nitelikteki kazanımlar, 274 ve 275 sayılı kanunlar olmuştur. 274 Sendikalar Kanunu, 275 ise Toplu İş Sözleşmesi ve Grev ve Lokavt Kanunu’dur. Bu dönemde toplumsal dinamizm önemli ölçüde gelişmiştir. Bu kanunların belirlediği sendikal hakların kullanımı sonucu toplu iş sözleşmeleri ile sağlanan haklar toplumun genelini etkilemiştir.

’61 Anayasası’nın tanıdığı belirli reformların ötesinde, Bayar-Menderes diktatörlüğünün devrilmesiyle oluşan özgürleşme ve tartışma ortamı, sosyalist hareketin bu dönemde yükselişi, var olan sendikal hareketi ve kurumları sorgulayan yaklaşımlar, DİSK’in, Türk-İş’in politikalarına ve sendikal anlayışına karşı çıkılarak kuruluşu, daha sonra Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu, yine bu dönemin belirleyici dinamikleri olmuştur.

Bu gelişmeler doğrultusunda, 3008 sayılı Kanun’un, toplumsal gereksinimleri, başlıca çalışma yaşamının gereksinimlerini karşılayamayacağı da ortaya çıkmıştır.

Gelinen noktada, bireysel çalışma ilişkileri sisteminin yeniden tanımlanması amacıyla yeni bir kanun gündeme geldi. Bu kanun, 12 Ağustos 1967 tarihli 7931 sayılı İş Kanunu’ydu. Bu kanun, üç yıl yürürlükte kaldıktan sonra Anayasa Mahkemesi tarafından yürürlükten kaldırılmış ve 1970’te, bir yıl kadar, ülkede iş kanunu uygulanmamıştır. Türkiye, bu dönemi iş kanunu olmaksızın geçirdi. 25 Ağustos 1971 tarihinde ise, 1475 sayılı İş Kanunu yürürlüğe girdi.

1971 yılında yürürlüğe giren 1475 sayılı İş Kanunu 2003 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. 1475 sayılı İş Kanunu, doğum izinlerini, doğumdan önce altı ve doğumdan sonra altı hafta olmak üzere arttırmıştır. 1475 sayılı İş Kanunu da, sanayiye ait işlerde her yaştaki kadınların gece çalıştırılmalarını ve maden ocakları ile kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi yeraltında veya sualtında çalışılacak işlerde her yaştaki kadınların çalıştırılmalarını yasaklamıştır. Kanun, ayrıca, kadın işçiye, evlenmesinden itibaren bir yıl içinde işinden ayrılması durumunda, kıdem tazminatının ödeneceğini de hüküm altına almıştır.

Küreselleşme politikaları ile birlikte, esnek üretim süreci, aynı zamanda emeğin de esnekleşmesini beraberinde getirmiştir. Sermaye, istediği miktarda, istediği biçimde, istediği zamanda, istediği ücrette çalışma koşullarını belirlemek istemektedir. Bu şekilde her zaman emrine amade bir işgücü bulunmasını istiyor. Bu işgücünün örgütlülüğünün zayıf olması, esnek çalışma koşullarına uyumlu olması da, sermaye tarafından istenen özelliklerdir. Sermayenin bu isteklerini dayatması ve bu yöndeki gelişmeler doğrultusunda, 1475 sayılı İş Kanunu’nun da değiştirilmesi gerekmiş ve sermaye, aradığı esnek çalışma koşullarının yasalaştığı 4857 sayılı İş Kanunu’na kavuşmuştur. Burada, taşeron çalışma, çağrı üzerine çalışma, geçici işçi, kısmi süreli çalışma gibi esnek çalışma biçimleri yasal hale getirilmiştir. 4857 sayılı İş Kanunu, kadınlar açısından da yeni bir takım düzenlemeler getirmiştir. Bunların başında, eşit davranma ilkesi gelmektedir. Kanun, ayrıca, doğum iznini doğumdan önce ve doğumdan sonra sekiz hafta olmak üzere toplam on altı haftaya çıkarmış ve bu izinlerden sonra altı ay ücretsiz izin kullanılmasını da düzenlemiştir. Maden ocakları, kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi yeraltında veya su altında çalışılacak işlerde her yaştaki kadınların çalıştırılmasını hâlâ yasaklamakla beraber, sanayiye ait işlerde on sekiz yaşını doldurmuş kadınların çalıştırılabileceğini hüküm altına almıştır.

Ancak, geleneksel toplumsal işbölümü nedeni ile kadınların toplum içindeki asli yükümlülükleri aileye karşı ve başlıca uğraşları koca ve çocukların bakımı için yerine getirdikleri ‘ev işleri’ olmaktadır. Bu nedenle, üretim faaliyetine daha az katılmaktadırlar. Çalışma hayatında erkeklerden daha geri bir yer tutmaktadırlar. Ücretli bir işte çalıştıklarında daha düşük ücretle, statüsü düşük işler yapmaktadırlar. Kadınların eğitimi erkeklerden daha geri kalmakta, kamusal faaliyetlere, özellikle siyasal karar süreçlerine çok az kadın katılmaktadır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kadınlara erkeklerle eşit eğitim olanakları sağlanacağı varsayılmıştı. Ancak, günümüzden geriye bakıldığında, kadınların eğitim olanaklarından son derce eşitsiz bir biçimde yararlandığı ve sınıfsal farklılıkların en keskin biçimde bu alanda görüldüğünü söylemek mümkündür. 1927 nüfus sayımına göre, Türkiye nüfusunun yüzde 11’inin okur-yazar olduğu ortaya çıkmıştır. Okur-yazar olan kadın oranı ise, yüzde 4,5’tur. 1975 nüfus sayımına göre de, 6 ve daha yukarı yaşlardaki kadın nüfusunun yüzde 48’i hala okur-yazar değildi. Buna karşılık, erkeklerde okuryazarlık oranı, yüzde 75’e yükselmiştir.

Günümüzde dahi kadınlar arasında okuryazarlık oranı, hâlâ ciddi ölçüde düşüktür. Kadınların gördükleri eğitim onların çalışma hayatına katılımlarını da doğrudan ilgilendirmektedir.

Günümüzde kadınların çalışma yaşamına katılmaları ile ilgili istatistiklere göz attığımızda, şu durum görülmektedir: Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2007 hane halkı işgücü araştırmasına göre, 73 milyonluk nüfusun 26,3 milyonunu 15 yaş ve üzeri kadınlar oluşturmaktadır. Bu kadınların yüzde 23’ü işgücüne dâhildir. Kadınların yüzde 8’i öğrenciyken, yüzde 63’ü ev işleri ile meşgul olmaktadır. Çalışan kadınların yüzde 35’i tarım ve hayvancılık sektöründe, yüzde 16’sı vasıf gerektirmeyen işlerde çalışmaktadır. Profesyonel meslek mensupları, kadın çalışanların yüzde 10’unu oluştururken, bu oran, müdür ve üst düzey yönetici kategorisinde yüzde 3’e kadar gerilemektedir. Başka bir gruplandırmaya göre, kadınların yüzde 36’sı ücretsiz aile işçisi olarak çalıştırılmaktadır. Kadınların yüzde 46’sı ücretli olarak çalışırken, yanında en az bir kişi çalıştıran kadınların oranı yüzde 1’dir. Kayıt dışı istihdam durumuna bakıldığından ise, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı olmadan çalışan kadınların oranı, yüzde 62’dir. Aynı oran, erkeklerde yüzde 41’dir.

SİYASAL KATILIM

Seçme ve seçilme hakkının Türkiye gündemine girişi, 1876 Kanun-i Esasi’nin kabulü ile gerçekleşmiş ve parlamentolu yaşam kesintiye uğradığı için, 1908 yılına kadar askıya alınmıştır. 2. Meşrutiyet’ten itibaren, siyasal partiler seçimlere katılabilmiştir. Fakat oy hakkı, 1877’de sadece emlak sahibi erkeklere, 1908’de belli bir miktarın üzerinde vergi veren erkeklere tanınırken, 1923’te ekonomik sınırlar kaldırılmış, ancak, kadınlara bu hakkın tanınması için aradan 11 yıl, yani üç genel seçim dönemi geçmesi gerekmiştir. Ancak, kadınların, yukarıda da belirttiğimiz üzere, bu süreç içinde oturduklarını söylemek haksızlık olur. Kadınlar, çeşitli derneklerde örgütlenmişlerdir. 1918’de, Milli Kongre’yi oluşturan elli bir örgütün on altısını, kadın dernekleri oluşturmuştur. İzmir’in işgalini proteste mitinglerinde kadınlar meydanlara çıkmıştır. Bu mitinglerin en ünlüsü, Halide Edip Adıvar’ın Sultanahmet mitinginde kalabalığa bağımsızlık yemini yaptırdığı mitingdir. Bu ve bunun gibi daha birçok örnekle, kadın, yasal engeli aşamasa da, toplumsal meşruiyet sağlamıştır. Örneğin 1919 yılında yapılan seçimlerde, kadınların yasal seçme ve seçilme hakkı olmamasına karşın, Halide Edip Adıvar’a Beyşehir’de on, Beypazarı’nda 20, Giresun’da sekiz, Erzurum’da üç ve İstanbul’da bir oy çıkmıştır. (Türkiye’de Kadınların Siyasal Temsili, Ayşegül Yaraman, sf. 46)

1923 yılı Haziran ayında, Nezihe Muhiddin ve arkadaşları, Kadınlar Halk Fırkası`nın müteşebbis heyetini (kurucular kurulunu) oluşturarak, yapacakları mücadele ile iki sene içinde kadınların seçme ve seçilme hakkına sahip olmalarını hedeflediklerini açıklarlar. Heyet üyelerinin hemen hemen hepsi, İkinci Meşrutiyet dönemi ileri gelenlerinin akraba ve eşleridir. Parti kurmak için uygun bir salon tutamayan heyet, faaliyetlerini Nezihe Muhiddin`in evinden yürütmeye başlar. 15 Haziran 1923`te, Kadınlar Halk Fırkası`nın kurulmasına karar verilir.

1923 yılının sonlarında Hukuku Aile Kararnamesi`nin değiştirilmesi gündeme gelir ve bu Medeni Kanun’un ilk adımıdır. Kadınlar Halk Fırkası mensupları, boşanma ve çok eşlilikle ilgili düzenlemelerle ilgili teklifleriyle ilgili olarak, İstanbul`da bir konferans düzenlerler ve konferansa Halide Edip`in de yer aldığı üç yüz kadın katılır. Bu toplantı basında geniş bir yankı bulur ve Medeni Kanun’un zorunlu olduğu da bu tartışmalar esnasında gündeme gelir. Ancak, Kadınlar Halk Fırkası bir süre sonra kapanmıştır. Onun devamı sayılan Kadın Birliği’nin tüzüğünde ise, siyasal amaç ve taleplere yer verilmemesi dikkat çekicidir.

Ancak, kadınların siyasal haklarının olmasının, onların, otomatikman siyasal hayatta da yer alması anlamını taşımadığını, ülkemizde, 2010 yılında da, gerek parlamentodaki kadın sayısından, gerekse yerel yönetimlerdeki kadın yöneticilerden anlıyoruz.

KADIN VE MEDENİ HAKLAR

Ülkemizde evlilik ve aile ilişkileri kadınların yaşamının odağında yer almaktadır. Kadın için yaşam, hemen tümüyle aile ilişkileri ve ev içi içinde dönmektedir. Çalışma hayatına katılan kadınların çoğu part –time vb. gibi esnek temelli çalışma biçimlerinde çalışarak, bu yaşamı sürdürürler. Evli kadınlar da, kadın nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadır.

1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun, evlilik, boşanma, mülkiyet gibi kadınların toplumsal ve aile hukukundan doğan haklarını düzenlemekteydi. 1926 yılında yürürlüğe giren kanun, 2001 tarihine kadar yürürlükte kalmıştır. Uygulandığı 75 yıl boyunca, ilki 1938 yılında olmak üzere, 15 kez değişiklik yapılmış, 1988 ve 1990’da çıkarılan yasalarla 6 maddesi de yürürlükten kaldırılmıştır.

1926 yılında yürürlüğe konulan Medeni Kanun, kadınlar aleyhine de birçok düzenlemeler içermekteydi. Kadının kocasının himayesi altında yaşaması düşüncesi etkindi. Buna örnek olarak,

“MADDE 156: Karı, kanunen haiz olduğu temsil selahiyetini suistimal eder, yahut kullanmaktan aciz olursa, koca, bu selahiyeti kendisinden tamamen veya kısmen nez’ledebilir.”

“MADDE 152: Koca birliğin reisidir. Evin intihabı (seçme-seçim) karı ve çocukların münasip vechile iaşesi ona aittir.”

“MADDE 154: Birliği koca temsil eder, malları idare hususunda karı – koca hangi usulü kabul etmiş olursa olsun, koca tasarruflarında şahsen mesul olur.”

“MADDE 155: Evin daimi ihtiyaçları için koca gibi kadın dahi birliği temsil hakkına haizdir. Karının üçüncü şahıslar tarafından malum olabilecek surette selahiyetini tecavüz etmeyen tasarruflarından koca mesuldür.”

“MADDE 199: Karı, birliği temsildeki selahiyeti nisbetinde birliğe dahil olan mallarda tasarruf edebilir.”

“MADE 200: Kadın, bir mirası ancak kocasının rızasıyla reddedebilir. Koca razı olmazsa, karı, Sulh mahkemesine müracaat edebilir.”

“MADDE 263: Evlilik mevcut iken, ana ve baba velayeti beraber icra ederler. Anlaşamazlarsa, babanın reyi muteberdir.”

“MADDE 292: Birbirleriyle evlenmeleri memnu olanlardan veya evli erkek ve kadınların zinasından doğan çocuk tanınmaz.”

“MADDE 302: Ananın gebe kaldığı zaman iffetsizlikle melüf olduğu sabit olunursa, babalık davası reddolunur.” gibi maddeler gösterilebilir.

2001 yılında yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun’un en önemli yeniliği, hiç şüphesiz edinilmiş mallara katılma rejimi adı altında, evlilik birliği içinde edinilen malların yönetimidir. Ancak, kanunun yürürlüğü girdiği dönemde mevcut olan evlilikler için de bu maddenin geçerli olabilmesi için, tarafların Noterde, kanunun yürürlük tarihinden itibaren bir yıl içinde sözleşme imzalamaları, aksi takdirde yürürlük tarihine kadar eski, yani, mal ayrılığı rejiminin yürürlükte olacağı düzenlemesi büyük tartışma yaratmıştır. Kadınlar aleyhine olan birçok düzenleme ise kanundan çıkarılmıştır.

***

Hiçbir toplum durağan değildir. Ülkemizde kadın haklarının geldiği nokta bakımından yasal birçok kazanımlarımız olmasına karşılık, bu hükümlerin tam anlamı ile hayat bulduğunu söylemek de mümkün değildir. Çalışma hakkı, doğum izninin artması, boşanma hakkı, aile konutu şerhi, edinilmiş mal paylaşımı, seçme ve seçilme hakkı, vb.. gibi kazanımları sadece yasal çerçevede değil, gerçek hayatta da, toplumsal anlamda kazanabilmek için el ele verip, dünyayı değiştirmek için 2010 tam zamanıdır.

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑