Gençliğin savaşa karşı mücadelesi

Yaklaşık 1 yıldır dünyada ve ülkede zihinleri meşgul eden iki konu, son aylarda gündemin üst sırasına yerleşerek, iç içe geçti: Birincisi, Amerikan saldırganlığının yeni hedefi olarak seçilen Irak’a yönelik emperyalist müdahale hazırlığı. İkincisi ise, uluslararası sermayenin en saldırgan politikalarını uygulayacak bileşime sahip yeni bir hükümet kurulması amacıyla düzenlenen erken genel seçim.
4 milyon yeni genç seçmenin oy kullandığı genel seçim, ekonomiden dış politikaya, kültürden siyasi hayatın yeniden yapılandırılmasına kadar pek çok konuda, ülkenin nasıl bir rotaya gireceğine dair “referandum” niteliği atfedilmesi nedeniyle de Türkiye gençliğini yakından ilgilendiriyordu. Emperyalist savaş tehlikesinin en çok, bölge ve dünya halklarının genç kuşaklarını tehdit ettiği ise, ortada olan bir gerçektir. Cephelere sürülecek, savaşın yaratacağı büyük yıkım nedeniyle zaten kısıtlı olan eğitim ve iş olanaklarını, demokratik hak ve özgürlüklerini kaybedecek, kısacası gelecekleri karartılacak olanlar ise, gençlerdir.
İşçisiyle işsiziyle, köylüsüyle kentlisiyle, eğitimlisiyle eğitim hakkından mahrum olanıyla, Kürt’üyle Türk’üyle hepsini doğrudan ilgilendiren bu iki gündemin iç içe geçmiş olması, “Türkiye gençliğinin kendi geleceği üzerine söz sahibi olabilmesi ve gençlik hareketinin birleşik örgütleriyle egemenlerin karşısına dikilebilmesi” açısından neyi ifade eder? Kestirmeden söylenecek olursa; böyle bir dönemde, gençliğin kitleler halinde mücadeleye atılması ve örgütlenme düzeyinin yükselmesi için düne göre daha çok sebep ve olanak vardır.
Bu, her şeyden önce, oyların verilmesinin hemen ardındaki bugünler dahil olmak üzere seçim döneminin, en uzak gözüken kesimleri bile politikayla ‘haşır-neşir’ kılması nedeniyle böyledir. Sorunun daha önemli yanı ise, “savaşa sürüklenmekte” olan Türkiye’nin durumuyla ve “içine sürüklenilmekte” olunan savaşın niteliğiyle ilgilidir. Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu etkinliklerinin, bir bakıma, yüz-binlerce gencin bir araya gelerek emperyalist savaş hazırlıklarına tepkisini ifade ettiği eylemler halini alması, zaten bunların ifadesidir.

SAVAŞA MAHKÛM OLAN DÜZEN PARTİLERİDİR
Başbakan Bülent Ecevit’in, sızlanma üslubuyla sarf ettiği “Türkiye’nin savaşa doğru sürüklenmekte olduğuna” ve “çok sayıda gencimizin bu savaşta hayatını kaybedebileceğine” dair sözleri, bir itiraf olarak anlaşılabileceği gibi kapıdaki tehlikenin engellenemez” olduğu sahte kanaatini yayma amacını da taşıyordu.
Gerçekten, Amerikancı hükümetlerin yönetimindeki Türkiye, dün Kore’de, Somali’de, Bosna’da ve Afganistan’da olduğu gibi, bugün de Irak’ta savaşa sürükleniyor. Son olarak, halen Afganistan’ın başkenti Kabil’de, Amerikancı hükümeti korumak amacıyla görev yapan 4500 kişilik Türk Silahlı Kuvvetleri birliği karşılığında ABD, Türkiye’ye 228 milyon dolar “bağışladı.”
Daha birkaç ay önce Kabil’deki yabancı askeri gücün komutanlığını büyük bir hevesle üstüne alan Genelkurmay ve düzen politikacıları, şimdi “Irak’ta çıkacak savaşın getireceği ekonomik kaybın giderilmesi için ABD’nin desteğine ihtiyaç olduğu” yönünde propaganda yapıyorlar. Onlara göre, “engellenmesi olanaksız bu savaşın içinde yer almak daha yararlı”!
Ülke ekonomisinin dışa bağımlı olmasını, IMF tarafından dayatılan yasaların harfiyen Meclis’ten geçirilmesini, dış politikada Amerikan çıkarlarının korunmasının esas alınmasını, halkın siyasi örgütlenme ve yönetime katılma olanaklarının baskıyla ortadan kaldırılmasını “kaçınılmaz” gibi sunanlar, elbette Amerikan saldırganlığına yataklık etmeyi de zorunlu göstermek gayretindeler.
Bu konuda üslup farklılıkları dışında, tam bir görüş birliği içindeler. MHP, DYP ve ANAP’tan yapılan açıklamalar, Ecevit’inkinden daha pervasız bir içerik taşıyor. CHP ve AKP de, kendi tabanlarıyla ters düşme pahasına “savaşta ABD’ye destek olmaya talip olduklarını” ima eden açıklamalar yapmaktan geri durmuyor.

BÖLGEDE SAVAŞ, ÜLKE İÇİNDE KAMPLAŞMA!
Düzen partileri, “savaşa sürüklenişlerinin” üstünü örtmek için, “Kuzey Irak’ta Kürt devleti kuruluyor” yaygarasını devreye soktular. Kuzey Irak’ı denetim altında tutan Kürt partilerinin, -üstelik ABD’nin önderliğinde ve Ankara’da başlatılan birkaç yıllık görüşme sürecinin sonucunda- ikinci kez ortak parlamento oluşturması, “Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale etmesi” yönünde, ortamı terörize edici nitelikte açıklama ve yorumların yükselmesine vesile yapıldı.
Bu gelişme üzerinden, “ülkenin savaşa sürüklendiğini” veya “artık savaştan kaçınmanın mümkün olmadığını” açıklamaktalar. Gerçekten de gelişmeler, ABD’nin, bir kedinin ense kökünden tutarcasına, “Kürt sorunu” konusundaki “hassasiyetinden” yararlanarak Türkiye devletini Irak batağına sokma gücüne sahip olduğunu gösteriyor.
Düzen partisi sözcülerinin, Kürt partilerinin ayrı devlet kurma gibi bir girişimde olmadıklarını defalarca açıklamalarına rağmen “Kuzey Irak’a müdahale” konusunu böylesine körüklemeleriyse, ancak onların Amerikan saldırı kampanyası içine “sürüklenme” isteklerinin işareti olarak yorumlanabilir.
Türkiye halkının, Amerikan saldırısına karşı olduğu herkesçe bilindiğinden, “Kürt sorunu” üzerinden bir bölünme yaratılmaya çalışılıyor; üstelik bu, şovenizmin kışkırtılmasıyla ülke içindeki Türk ve Kürt emekçiler arasına gerginlik tohumları ekme pahasına yapılıyor. Bu bakımdan onlar “sürüklenmekle” kalmıyor, Amerikan saldırısının sonuçlarından nasiplenme hevesleri ve siyasi yok oluşlarının önünü halkı bir kez daha bölerek alma ihtiyaçları nedeniyle, “sürüklenmekten” çıkar umuyor.
Açıktır ki, eğer samimi olarak ABD’nin savaş girdabına sürüklenilmek istenmiyorsa, “içerideki” Kürt sorunu demokratik ve halkçı bir temelde çözümlenerek, Kuzey Irak’ta kurulacak bir devletin ülke için tehdit gibi algılanmasının da, dolayısıyla “Amerikan saldırısı içinde yer alma zorunluluğunun” da önü baştan alınabilir.
Ancak düzen partileri ve devlet bürokrasisi, böyle bir çözüme yetenekli olmadıkları gibi, bunun gibi bir niyet de taşımadıklarını ortaya koyuyorlar. Amerikan dayatmaları karşısındaki tam teslimiyetleri, buna bağlı olarak ülke içinde Türk ile Kürt emekçileri birbirinden uzaklaştırıcı şovenist politikaya mahkûm etmekle, en büyük ihanet çukuruna doğru sürükleniyorlar.

SAVAŞIN FATURASINI KİM ÖDEYECEK?
“Çıkacak savaşın faturasının ABD tarafından karşılanacağı” yalanı da düzen partileri, devlet erkânı ve medya kalemşorları tarafından yoğunlaştırılan bir propaganda unsuru. “Resmen” Irak’a yönelik bir Amerikan müdahalesine karşı olduklarını iddia eden bu kişi ve kurumlar, ABD’nin üst düzey siyasi ve askeri sözcüleriyle gündemi Irak saldırısı olduğu bilinen toplantılar yapmalarının üstünü de, bu sahte gerekçeyle örtmeye çalışıyorlar.
Çıkardıkları “faturalarda”, -savaşın içinde yer almasa dahi- Türkiye’nin uğrayacağı zararın 14–16 milyar dolar olduğuna dair basında yer alan haberler, ABD’yle yürütülmekte olan pazarlıkların içeriği hakkında fikir veriyor.
Oysa ortaya atılan bu rakamlar Türkiye ve bölge halklarının karşı karşıya kalacağı yıkıma dair verileri içermiyor. Bu veriler, Amerikan emperyalizmiyle savaş pazarlığına oturan işbirlikçi sermayedarların yapmak zorunda kalacağı “fedakârlık” ve Beyaz Saray’dan talep ettikleri savaş bahşişini ifade ediyor. Yoksa yüz binlerce insanın ölmesi, sakatlanması, en temel insani ihtiyaçlarından mahrum kalması, zorunlu göç, bölgedeki ekonomik ve sosyal hayatın uzun yıllar boyu tamir edilemeyecek düzeyde tahrip olması ve halklar üzerindeki emperyalist baskının daha da yoğunlaşması gibi halka yıkılacak zararların, parayla pulla ölçülmesi mümkün değil.

SAVAŞA ‘KARŞI ÇIKMAK’ VE SAVAŞA KARŞI MÜCADELE
Egemenler ülkeyi savaşa sürüklüyor, bu çabalarını Türk-Kürt ayrımcılığını körükleyerek desteklemeye çalışıyorlar ve utanmazcasına Amerikan emperyalizmiyle pazarlık yürütürken halkların uğrayacağı yıkımın “dış yardımla” giderileceğine dair sahte vaatler yayarak, “Boyunlarınızı cellâtlara uzatın” diyorlar…
Halkın ve gençliğin gözleri önündeki bu gelişmeler, elbette öfke ve tepki topluyor. Savaş karşıtı tepkiler, siyasal alanda güçlü bir örgüte de sahip: ortaya çıkışından sonraki kısa süre içinde halkın ve gençliğin mücadele istek ve umudunun katlanarak artmasına yol açan Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu. Dahası; bloğu desteklesinler desteklemesinler, geniş halk kesimlerinin savaş hazırlıklarına karşı tepkiyle dolu olduğu herkesçe biliniyor.
“Savaşa karşı olmanın” ötesine gidebilen gençler ise, emperyalist saldırı hazırlıklarına ve Türkiye’nin savaşa alet edilmesine karşı çeşitli protesto eylemleri düzenliyor. Bugünlerde gösterilen tepkiler, henüz egemenleri köşeye sıkıştıracak ve savaş tehlikesini püskürtebilecek yaygınlıkta ve kitlesellikte değil; genellikle, üniversitelerde ve semtlerdeki solcu politik gençlik gruplarının üyeleriyle sınırlı protestolar. Buna rağmen; ülkedeki sıcak politik ortam, karşı karşıya olunan savaş tehlikesinin ciddiyetinin bütün halk tarafından hissediliyor oluşu ve Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun kitlelerdeki mücadele isteğini artırıcı etkisi sebebiyle, bu tepkilerin her okul, mahalle ve işyerine yayılmasının, yüz binlerce genci kucaklamasının olanakları, son derece fazla. Bunlara, tüm dünya çapına yayılmış bulunan, savaş karşıtı gençlik hareketleriyle dayanışma imkânı da eklenmeli.
Emperyalist savaşa karşı eylemlerin sonuca ulaşabilmesinin esas koşulu, halkın ve gençliğin sadece kendisini muhtemel bir savaşın getireceği ekonomik ve sosyal yıkımdan korumak amacıyla ve yıllardır biriken anti-amerikan duyguların dışavurumuyla hareket etmemesi; mücadelesini, ülkenin ve bölgenin her türlü emperyalist tahakkümden kurtarılmasına kadar genişletebilmesidir. Emek Gençliği’nin Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu içinde bir araya geldiği gençlik örgütlerinin çabalarıyla olabilecek bu genişleme, aslında emperyalist savaşın yıkımından kurtulmanın da tek yolu. Çünkü tüm tarafların üzerinde uzlaştıkları, “Türkiye olmadan Irak’a yönelik Amerikan müdahalesi gerçekleşemez” tespiti, bir başka tespiti doğuruyor: Emperyalizme karşı mücadele edilmedikçe, savaşa karşı durulması, harekete geçmek üzere olan savaş makinelerinin etkisizleştirilmesi mümkün değil!
Türkiye’nin emperyalizm, işbirlikçisi yönetimlerden kurtulması, bağımsız ve demokratik Türkiye’nin kurulması uğruna verilen mücadele, bugün savaş tehlikesine karşı gösterilen tepkilerle iç içe geçiyor. Öyleyse, gençlik kitlelerinin bağımsız kitlesel mücadele ve örgütlenmesi de savaş tehlikesine, emperyalizme ve onun işbirlikçilerinin iktidarına karşı mücadelenin sıcaklığı içinde hayat bulabilir.
İşsizliğe, eğitimsizliğe, yoksulluğa, kültürel yozlaşmaya, geleceksizliğe itilen ve bunlara karşı şu veya bu biçimlerde tepkisini ifade eden, hayatları çeşitli arayışlar ve sürüklenişlerle heba olan milyonlarca genç… İşyerlerinden, semtlerinden ve okullarından başlayarak ortak mücadelesini örecek, birleşik örgütlerinde kurtuluşa yönelecekse; bu, bugün savaşa, IMF boyunduruğunun sıklaştırılmasına, yani emperyalist tahakküme karşı koyma üzerinden olabilir.
Hiçbir genç emperyalist savaşa, ülkeyi batağa sürüklediği herkesçe malûm işbirlikçi iktidarlara karşı halkını, ülkesini, onurunu ve geleceğini savunmaktan geri durmayacağına göre, bekledikleri; protestoculuğu aşan bir anlayışla ve biçimciliğin yerine kapsayıcılığı geçiren bir örgütsel çalışkanlıkla, savaşa karşı mücadele cephesinin örülmesinden başka bir şey değildir.
Böylece gençlik hem ülke ve bölge üzerindeki emperyalist tahakkümün sıkılaşmasının, Türk ve Kürt emekçilerin birbirine düşürülmesinin, milyonların savaşın yıkımı altında kalmasının önüne barikat kurabilir; hem de, kitleler halinde mücadeleye atılıp örgütlerini kurarak geleceğe umutla bakma şansını yakalayabilir.

Bağımsız kıbrıs’ın yolu Ankara’dan geçiyor

Kuzey Kıbrıs’taki tarihi parlamento seçimlerini geride bıraktık ve şimdi Kıbrıs sorunu Ankara’daki iktidar odaklarının kucağında yalnızca bir dış politika iflası olarak değil, aynı zamanda bir iç politika hesaplaşmasının konusu olarak duruyor.
Güney Kıbrıs’ın, “Kıbrıs Cumhuriyeti” sıfatıyla ve adanın tümünün temsilcisi olarak Avrupa Birliği’ne (AB) üye olacağı 2 yılı aşkın zamandır belliydi. Aslında o zamandan beri, Türkiye’nin 1974’ten bugüne kadar izlediği Kıbrıs politikasının iflas ettiği herkes tarafından kabul edilegeldi. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasındaki çatışmaları ve Rum faşistlerin darbe girişimini bahane ederek, ABD’nin desteğiyle adaya müdahalede bulunan Türkiye yönetenleri, 1974’ten beri “Kıbrıs sorununun çözüme kavuştuğunu” savunarak, adanın Türkler ve Rumlar arasında taksim edilmesini dayattılar. KKTC’nin devam ettirilmesi veya Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye tarafından ilhak edilmesi, bu görüşün farklı versiyonlarıydı. KKTC’nin hiçbir devlet tarafından tanınmamasına, uluslararası hukuka göre Kuzey Kıbrıs topraklarının “işgal altında” sayılmasına rağmen, hatta Kıbrıslı Türkler içinde yer yer baş gösteren muhalefet hareketleri de görmezden gelinerek, bu “milli dava” ısrarla sürdürüldü. Fakat, Güney Kıbrıs’ın Mayıs 2004’te, “Kıbrıs sorunu çözülse de çözülmese de” AB üyesi olacağının kesinleşmesinin ardından, bu politika resmen çöktü. Ankara’daki iktidar odaklarının “stratejik hedef” olarak belirledikleri AB’nin, Güney Kıbrıs’ı içine alması, Türkiye’yi uluslararası alanda “korsan” bir devlet durumuna düşürecekti. Türkiye, AB üyesi olacak ülkelerden birinin topraklarını, 40 bin askeriyle ikiye ayırıyordu ve AB ülkeleri, kapılarında beklettikleri Türkiye’ye Kıbrıs sorununun çözümünü başlıca şartlardan biri olarak dayatmaktaydı!
İflas gerçeğini itiraf edenlerden, KKTC Cumhurbaşkanlığı Müsteşarı Ergün Olgun, 8 Mayıs günü Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen bir panelde, şu sözleri sarf etti: “Hedeflerimiz değişmese de, stratejimiz iflas etti. Daha esnek politika izleyen, özellikle 1992 sonrası AB’yi bir politika unsuru haline getiren Güney Kıbrıs, bizim sabit hedeflerde, sabit politikada ısrarımız karşısında başarıya ulaştı. Bizim yeni bir oyun düzme zorunluluğumuz var. Bir fay hattından geçiyor Kıbrıs.” (Murat Yetkin, Radikal, 9 Mayıs 2003)
Buna rağmen Ankara, Kıbrıs politikasını yenilemeye girişmedi. Adanın iki kesimi arasındaki geçişlerin şartlı olarak serbestleşmesi vb. düzenlemeler de, Ankara’nın elini güçlendirmek yerine, Kıbrıslı Türkler ve Rumların birlikte yaşayabileceklerinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Ancak seçim sonuçlarının belli olmasının, üstelik KKTC parlamentosunu kilitleyecek bir sonuç çıkmasının ardından, Ankara, artık ciddi bir yol ayrımında. Üstelik bugün sorun yalnızca Kıbrıs politikasını yenileme sorunu değil; iktidar odaklarının iki kanadı arasındaki sert bir mücadelenin konusu artık Kıbrıs: bir yanda AKP Hükümeti’nin siyasi sözcülüğünü üstlendiği ve TÜSİAD’dan Ankara’daki AB lobilerine kadar uzanan iktidar odakları; diğer yanda, Genelkurmay’ın başını çektiği ve Dışişleri Bakanlığı başta olmak üzere “sivil” devlet bürokrasisinden CHP’ye, MHP’den Bülent Ecevit ve Mümtaz Soysal gibi siyasetçilere kadar uzanan geleneksel çizgideki iktidar kanadı.

KUTUPLAŞMA VE DIŞ MÜDAHALELER
14 Aralık seçimlerinin en belirgin iki özelliği, Kıbrıs Türk toplumu içindeki keskin kutuplaşma ile Türkiye’nin, AB’nin ve ABD’nin pervasızca müdahaleleri oldu. İktidar ortakları “Ulusal Birlik Partisi” (UBP) ve “Demokrat Parti” (DP) ile üç muhalefet partisi “Cumhuriyetçi Türk Partisi-Birleşik Güçler” (CTP-BG), “Barış ve Demokrasi Hareketi” (BDH) ve “Çözüm ve AB Partisi” (ÇABP) seçimlerin iki cephesini oluşturdular. Muhalefet partileri söylemlerinde “statüko” aleyhine sert demeçler verip, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan’ın adıyla anılan çözüm planının uygulanması ve Güney Kıbrıs ile birlikte AB’ye girilmesi yönünde propaganda yaptılar. İktidar partileri ve “Cumhurbaşkanı” sıfatı taşımasına rağmen tarafsızlığı tamamen bir yana atan Rauf Denktaş ise, Annan Planı’nı temelden reddederek, muhalefeti “hainlikle” suçladılar.
Terazinin iki kefesinin birbirine bu kadar denk oluşu, dış müdahale olanaklarını ve bu müdahalelerin etkilerini iyice artırdı. Zaten, Ankara’dan hiçbir adım atılmasa dahi, Türkiye devletinin “doğal olarak” iktidar partilerinin arkasında olduğu herkesçe bilinmekteydi. Çünkü, muhalefet daha baştan bu seçimlerde yalnızca milletvekillerinin belirlenmeyeceğini, Annan Planı aracılığıyla yeni bir rejimin kurulup kurulmamasının oylanacağını ilan etti. Bu, adanın kuzeyinde 1974’teki askeri müdahale sonrası Türkiye tarafından kurulan rejimin sonu demekti.
Tamamen Ankara’nın kontrolündeki bu rejimde memur maaşları, her ay Türkiye’den gönderilen ortalama 60 milyon dolar sayesinde ödenebiliyor. Uluslararası hukuka göre “40 bin Türkiye Cumhuriyeti askerinin işgali altında” olan Kuzey Kıbrıs’ın, Türkiye dışında hiçbir ülkeyle ticaret, ulaşım, haberleşme vb. ilişkisi bulunmuyor. Merkez Bankası Başkanı, albay rütbesinin üzerindeki subaylar gibi kilit kademedeki bürokratlar, Ankara tarafından, Kuzey Kıbrıslı olmayan kişiler arasından tayin ediliyor.
Üstelik, seçmenlerin yaklaşık yarısına tekabül eden bir kitle Türkiye göçmeni ve bu kitle geleneksel olarak UBP ve DP’yi desteklemekte. 14 Aralık seçim sürecinde de, daha önceki seçimlerde olduğu gibi, çok sayıda Türkiye göçmeni yeni seçmen yazıldı. BDH’nin mahkemeye yaptığı başvuru sonucunda, sadece 24 Eylül günü 1500’ü aşkın Türkiye göçmeninin KKTC vatandaşlığına geçirilerek seçmen yapıldığı ortaya çıktı. Bu kişilerin, Bakanlar Kurulu’nun, “Resmi Gazete’de yayınlanmaması şartıyla” aldığı dört satırlık bir kararla seçmen yapılabilmesi, ancak Kuzey Kıbrıs’taki Denktaş rejiminde mümkün olabilir. Muhalefetin yüzde 50’nin biraz üzerinde oy aldığı ve iki cephenin 25’er milletvekili çıkardıkları göz önüne alındığında, 141 bin seçmen içinden 1500 kişinin dengeleri ne kadar değiştirebileceği daha iyi anlaşılır.

AKP’NİN ZİK-ZAKLARI
14 Aralık seçimleri sürecinde, Ankara’nın Rauf Denktaş ve iktidar bloğuna desteği, bu “geleneksellik” sınırlarını da aştı. “KKTC’nin kuruluş yıldönümü” etkinliklerinin yapıldığı 15 Kasım günü adaya giden Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, Rauf Denktaş’a tam destek sundu. “Kıbrıs politikasında açılım” bekleyen Ankara ve İstanbul’daki AB lobicileri büyük hüsrana uğrarken, Erdoğan onların gönlünü almak için muhalefet partileri liderleriyle de yarım saat kadar görüştü.
Aslında, 15 Kasım kutlamalarından 6 gün önce Kıbrıs konusunda zehir zemberek bir açıklama yapan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Erdoğan’ın hareket alanını oldukça daraltmıştı. Özkök, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye kontrolünde olmasının “stratejik önemine” işaret ederek, hem Kuzey Kıbrıs’taki muhalefetin umudunu kırmış, hem de AKP’ye mesaj vermişti: “Hiçbir Avrupalının ‘Haydi burası AB toprağı, birkaç gün içinde çıkın’ deyip, buraya gelip, Kıbrıs’ta savaşıp öleceğini sanmıyorum.”
15 Kasım günü adaya gidenler arasında yer alan Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına ve Milli Güvenlik Kurulu (MGK) eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç ise, Özkök’ten çok daha açık biçimde, geleneksel Kıbrıs politikasını dillendirdiler.
Ankara’nın seçimlere müdahalelerine bir örnek de, 14 Aralık’a bir hafta kala, “Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı” Abdüllatif Şener’in adaya yaptığı ziyaret oldu. Seçim yasaklarına rağmen, iktidar bloğu temsilcileriyle birlikte “temel atma” törenlerine katılan Şener, nihayet AKP’nin Kıbrıs politikasını açığa vurdu. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bir yandan “Kıbrıs’ta çözüm istiyoruz” açıklamaları yapıp Denktaş’a imalı eleştiriler gönderirken, diğer yandan da dönüp Denktaş’ın arkasında olduklarını ilan ediyorlardı. Şener ise, seçimlere bir hafta kala, Başbakan Derviş Eroğlu ile birlikte verdiği pozlarla, AKP Hükümeti’nin ağırlığını iktidar bloğundan yana koyduğunu dosta düşmana göstermiş oldu. Aynı günlerde, 3 Kasım seçimlerinde AKP’nin propaganda kampanyasını yöneten “reklamcının”, UBP için de çalışmaya başladığı kamuoyuna yansıdı.
AKP’nin son ana dek tavrını belli etmemesinin sebepleri arasında, “ordunun vereceği tepkiden çekinilmesi” veya “kararsızlık” gibi gerekçeler sayılabilir. Fakat, sebep ne olursa olsun, şu bir gerçek ki; eğer AKP Hükümeti haftalar öncesinden iktidar bloğunu desteklediğini ilan etmiş olsa, hatta açıkça muhalefet liderlerini eleştirse, bu kadar etkili olamazdı. Fakat, Kuzey Kıbrıs kamuoyunda, “AKP’nin de Kıbrıs sorununda çözüm istediği” kanaati yayılmışken ve seçimlere yalnızca bir hafta kalmışken iktidar bloğundan yana tavır konulması, muhalefete önemli bir darbe vurdu.
Kuzey Kıbrıs’taki muhalefet partileri, “rejimin güven oylamasına” dönüşen bu seçimlerden yüzde 51 oyu, Ankara’nın böylesi müdahalelerine rağmen aldılar. Rejimin simgesi olan Rauf Denktaş’ın oğlunun başında olduğu DP, yüzde 12 civarında oyla ancak üçüncü parti olabildi.
Öte yandan; seçimlere müdahale girişimleri, yalnızca Ankara’dan gelmedi. ABD Dışişleri Bakanlığı Kıbrıs Koordinatörü Thomas Weston, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen başta olmak üzere, yabancı yetkililer de, Denktaş karşıtı açıklamaları ve Türikye-AB ilişkileri konusundaki tehditvari demeçleriyle, seçim sürecinde dikkatleri üzerlerine çektiler. Ancak, Denktaş-UBP-DP bloğunun her fırsatta bu demeçleri işaret ederek, “muhalefetin kökünün dışarıda olduğu” yönünde propaganda yapmış olmaları dikkate alındığında, böylesi müdahalelerin de muhalefetin işini zorlaştırdığı sonucuna ulaşılabilir.

BÖYLE SEÇİME BÖYLE SONUÇ
Kuzey Kıbrıs’taki seçmenler, bu karmaşık ortamda sandık başına gittiler. En trajik yan ise, iki bloktan hangisi kazanırsa kazansın, yeni hükümetin Türkiye’den, AB’den, ABD’den ve BM’den bağımsız olarak hareket edemeyeceğinin bilinmesiydi. Bu konuda, AB yetkilisi Verheugen ile Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül benzer sözler sarf ederek, Kuzey Kıbrıs halkının iradesinin fazla umurlarında olmadığını dile getirdiler. Verheugen, Kuzey Kıbrıs’taki rejim uluslararası zeminde tanınmadığından, seçimlerin AB açısından “ancak muhalefet kazanırsa bir anlam ifade edeceğini” söyledi. Gül de, “sonuçlar ne olursa olsun, Kıbrıs’ta Ankara’nın rızası olmadan adım atılamayacağını” belirtti.
Yarısı Türkiye göçmeni olan 141 bin seçmen, “Rumlar gelip toprağımızı alır” veya “Böyle giderse Kıbrıs Türk toplumu yok olur” gibi korkulara sürüklendi. Seçimlerin iki cephesi de söylemlerinde, kendileri iktidara geldiklerinde ne yapacaklarından ziyade, öbür taraf gelirse ne kadar kötü günlerin geleceğine ağırlık verdiler. İki bloğu oluşturan partiler ne sahip oldukları dünya görüşüne, ne de ileri sürdükleri siyasi ve ekonomik programa göre yapılanmıştı. Tarihi, emperyalist sömürgecilik ve müdahalelerin tarihi olan Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyaset kültürü, sağlam köklere sahip partilerin oluşmasına izin vermediğinden; tek tek siyasetçiler ve partiler, her şeyden bağımsız olarak, Annan Planı’na “evet” ve “hayır” diyenler olarak kutuplaştılar. Bu, öyle kaygan bir zemindi ki, daha dün muhalif partilerden birine yakın olan birinin, UBP veya DP’nin listelerinde görülmesi kimseyi şaşırtmadı. Veya, koyu muhafazakâr olarak bilinen bir emekli subay, CTP veya BDH saflarına katılabildi.
Seçim sonuçları, böylesi bir sürecin ürünüydü. İki bloğun oy oranlarının yüzde 51’e yüzde 49 kalması fazla bir şaşkınlık yaratmasa da, parlamentodaki 50 koltuğun yarı yarıya paylaşılması kafaları karıştırdı. Seçimlerin en belirgin sonucu, muhalefetin, Rauf Denktaş’ı “Güney Kıbrıs ile müzakereleri yürütme yetkisinin” elinden alabilecek güce ulaşamaması. İkinci sonuç ise, bileşimi ne olursa olsun, zayıf kalacağı belli olan yeni hükümete Ankara’nın “siyaset dikte etmesinin” kolaylaşması oldu.

ANKARA VE ANNAN PLANI
Seçim sonuçlarının ardından, Ankara ve KKTC 8 ay öncesine; Güney Kıbrıs’ın 1 yıl sonra AB üyesi olacağının resmiyet kazandığı, Ergun Olgun’un “yeni bir oyun düzme zorunluluğundan” bahsetmek zorunda kaldığı günlere döndü. Zaten, 8 aylık seçim sürecinin sonunda hangi sonuç çıkarsa çıksın, Türkiye uluslararası kamuoyunun “çözüm” baskısını daha fazla hissedeceği bir döneme girecekti. Seçimlerin sonucu ise, bu yeni süreçte Denktaş’ın daha az veya daha çok yetkilere sahip olup olmamasını belirleyecekti.
Seçimlerin ardından Başbakan Erdoğan, aynı 1 yıl önce olduğu gibi, Denktaş’ı hedef almaya başladı ve yeniden “Annan Planı’nın görüşme zemini olarak kabul edilmesi gerektiği”nden söz etti. Denktaş da, Annan Planı’nın kabul edilemeyeceğini tekrar ederken, ordunun Erdoğan’ı dizginlemesi umuduyla beklemeye koyuldu.
Bu arada, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın hazırladığı bir takım “çözüm önerilerinin”, daha önce Denktaş’ın söylediği gibi “Annan Planı’na karşıt” olarak değil, “bu planda yapılması istenen düzeltme önerileri” olarak sunulacağı yönünde haberler gelmeye başlaması anlamlı. Türkiye ve KKTC’nin en yetkili kişilerinin hakkında “Rum oyunu”, “gizli Enosis planı”, “Kıbrıs Türkü’nü yok etme tasarısı” dedikleri bir çözüm planı, bugün kabul edilebilir bulunuyor!

AB’NİN KIBRIS OYUNUNA DAHİL OLMASI
Annan Planı; onyıllardır Doğu Akdeniz ve Ortadoğu politikaları çerçevesinde Kıbrıs’a emperyalist müdahalelerde bulunan ve bu nedenle yer yer birbirleriyle de karşı karşıya gelen ABD, İngiltere ve AB’nin üzerinde uzlaştıkları, daha sonra da Yunanistan’ı ikna ettikleri bir plan. Kıbrıs’taki “bir buçuk devlet”in birleştirilip yeni bir devletin inşa edilmesini, yeni devletin işleyişini, Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin birbirleriyle ve diğer ülkelerle münasebetlerini, AB ile Kıbrıs’ın ilişkisini vb. düzenliyor.
Adayı İngiltere sömürgesi olmaktan çıkaran 1959-60 anlaşmaları, nasıl Kıbrıs’ı, 2. Paylaşım Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzenine uygun olarak yeniden örgütlediyse, Annan Planı da bugünkü güç dengelerine uygun bir düzenleme öneriyor.
Adaya uygulanan çok yönlü emperyalist baskılar, 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temellerinden sarsılmasına sebep olmuş ve Türkiye’nin 1974 müdahalesiyle, Kıbrıslı Türk ve Rumların ortak devleti fiilen ortadan kalkmıştı. Aradan geçen zaman içinde Kıbrıs sorununun “askıda kalması”, ABD başta olmak üzere emperyalist müdahalecilerin, adanın kuzeyini kontrol altında tutarak burayı kumarhane cenneti, kara para aklama merkezi haline getiren Türkiye’nin ve adeta saltanat kuran Denktaş’ın çıkarınaydı.
Fakat bu denge, AB’nin genişleme stratejisinin temellerinin atıldığı ’90’lı yılların başından itibaren bozulmaya başladı. Giderek ekonomik ortaklıktan siyasi ve askeri birliğe doğru yönelen AB’nin genişleme stratejisinde başlıca hedeflerden birinin Kıbrıs olması kaçınılmazdı. Zira, ada Akdeniz’in kontrolü için önemliydi ve Kıbrıs’la tarihsel bağları olan Yunanistan, AB’nin etkin üyelerinden biriydi.
AB-Kıbrıs ilişkilerinin hızla geliştiği ’90’lı yıllar, aynı zamanda Türkiye-AB ilişkilerinin de canlılık kazandığı yıllar oldu. Yani, uluslararası zeminde Kıbrıs’taki çözümsüzlüğün sona erdirilmesi baskılarını tetikleyen AB, öte yandan da Türkiye’deki iktidar odakları üzerinde etkin hale geldi. Bugün ise, bu etkinlikten güç alan AB’ci kanatla, gelenekselci kanadın Kıbrıs üzerine çetin ve yoğun bir mücadeleye girişecekleri anlaşılıyor.
Öte yandan; Annan Planı için Türkiye’ye baskı uygulayan bu emperyalist güçlerin, birbirlerinden farklı amaçları olduğu da bir gerçek. Mayıs ayında Güney Kıbrıs’ı içine alacak olan ve Kıbrıs sorununun içine taşınmasından çekinen AB için, Annan Planı temelinde bir “çözüme” ulaşılması ve Kıbrıs’ta az çok istikrar sağlanması farklı bir anlam ifade ediyor. Dünyada ve bölgede çok daha geniş emperyalist emeller peşinde koşan ABD ve sadık müttefiki İngiltere içinse, “istikrarsızlık” da tercih konusu olabilir.
Örneğin; ABD’nin eski Savunma Bakan Yardımcısı ve şu sırada Pentagon’un danışmanı olan Richard Perle, geçen yıl yaptığı bir açıklamada, “Türkiye’nin hiçbir zaman AB üyesi olamayacağını” belirterek, “bu nedenle Türk-Amerikan ilişkilerinin, serbest ticaret anlaşması benzeri anlaşmalarla güçlendirilmesi gerektiğini” söyleyiverdi. Oysa, Amerikan yönetimi “resmen”, Türkiye’nin AB üyeliğinin en kısa zamanda gerçekleşmesini destekliyor. Bugünlerde, ABD’nin “yeni küresel askeri stratejisi” kapsamında, Kıbrıs’ta da askeri üs edinmeyi planladığına dair haberler hatırlanırsa; ABD’nin hem Türkiye ve Yunanistan üzerindeki kontrolünü devam ettirmek, hem AB karşısında elinde koz tutmak ve hem de bölgede yeni planlar devreye sokmak için Kıbrıs’ta yeni oyunlar oynayabileceği daha iyi anlaşılır.
Ankara’daki “Annan Planı karşıtı” kesimin, kimi zaman “AB baskıları karşısında ABD’den destek almayı” önerirken, sadece kendi fikirlerini dile getiriyor olmadıklarını, Washington’dan aldıkları bir takım mesajlarla hareket ettiklerini düşünmek de daha gerçekçidir. 

BAĞIMSIZ, BİRLEŞİK KIBRIS SEÇENEĞİ
Ankara’daki AB’ci ve gelenekselci iktidar odaklarının yeni bir çatışma konusu olan Annan Planı, yıllardır devam eden çözümsüzlükten bıktırılmış Kıbrıslı Türklerin ve Rumların geniş kesimleri tarafından, Kıbrıs sorununa çözüm olanağı olarak görülüyor. Birleşik bir Kıbrıs’ın oluşturulması için gerekli bazı asgari düzenlemeleri içermesi yanında, adaya yönelik emperyalist müdahaleleri de “hukuka bağlayan” bu belgenin, Kuzey Kıbrıs halkının elinde bayrağa dönüşmesinin başlıca iki sebebinden söz edilebilir. Bu sebeplerin ilki; Türkiye’nin adanın iki kesimini birbirinden ayırdığı 30 yıl boyunca oluşan tahribatın giderilmesi, dünyadan izole edilmiş bir kara para aklama merkezine dönüştürülen Kuzey Kıbrıs’ın rehabilitasyonu ve adanın iki toplumu arasındaki sosyal ve ekonomik uçurumun giderilmesi için gerekli düzenlemelerin Annan Planı içinde az veya çok yer alması. İkinci önemli sebep ise; ancak Annan Planı’nın arkasında duran AB, İngiltere ve ABD aracılığıyla Türkiye Genelkurmayı’na ve Denktaş’a geri adım attırılabileceğine inanılması.
Yaşadıkları toprak parçasının giderek “ıssız bir adaya” dönüşmesinden, işsizlik ve yoksulluğun katlanarak artmasından dolayı bunalmış olan Kuzey Kıbrıs’ın emekçilerinin, böyle bir eğilim göstermelerini anlamak güç olmasa gerek. Güney Kıbrıs’ın birliğe üyeliğinin ardından, “otomatikman” AB pasaportlarına sahip olacak Kıbrıs Türk gençliğinin yeni bir göç dalgasıyla adayı terk edeceğine; kısa zamanda Kuzey Kıbrıs Türk toplumunun yok olacağına ve Kuzey Kıbrıs’ın, Türkiye’nin bir vilayetine dönüşeceğine inanılıyor.
Bu arada, Kuzey Kıbrıslıların mücadelelerinin, “Annan Planı’nı savunmakla” sınırlı kalmadığı da gözden kaçırılmamalı. Her gün çalışmak için Güney Kıbrıs’a geçen ve sayıları 10 bine yaklaşan işçilerin bir kısmı, Ağustos ve Eylül aylarında “esnek çalışma” kurallarına karşı ve örgütlenme amacıyla grevler yaptı. Güney Kıbrıs’taki Tüm Kıbrıs İşçi Federasyonu (PEO) da, bir kampanyayla işçilere destek oldu. Sonuçta, 1500 civarında Kıbrıslı Türk işçi, PEO’da örgütlendi. Böylece, Rum ve Türk işçilerin ortak örgütlenmesi 40 yılı aşkın süreden sonra tekrar gündeme geldi. 70 bin üyeli PEO, faaliyetlerini “iki toplumlu” bir ülkeye göre yeniden düzenlemeyi, öncelikle de Türk işçilere kendi dillerinde hitap edebilmeyi hedefleri arasına aldı. “Birleşik Kıbrıs’a bir an önce varılması adına” Annan Planı ve AB üyeliğini destekleyen PEO içinde, AB müktesebatının Kıbrıs’a uygulanması nedeniyle meydana gelecek hak gasplarına karşı nasıl mücadele edileceğinin şimdiden tartışılmakta olması da dikkat çekici. Keza, Yunanistan’daki işçi ve köylü hareketlerinin AB yasalarına karşı mücadele deneyimlerinin, Kıbrıslı emekçiler için ilham oluşturduğu da.
Kuzey Kıbrıs Türk toplumundaki siyasi hareketlilik ve Rum kesimindeki böylesi gelişmeler, 1974 düzeni sarsılmaya başladığında bile, adanın emperyalist müdahalelerden arındırılması talebini yükseltecek, emek eksenli bir mücadele cephesinin olanaklarının ne kadar genişleyebildiğini gösteriyor. Adanın iki kesiminde de asgari demokratik koşulların doğması durumunda; emperyalistler ile Türkiye ve Yunanistan’ın müdahale imkanlarının daralacağı, Kıbrıslı Türk ve Rumların “bağımsız ve birleşik Kıbrıs” talebi etrafındaki örgütlenme ve mücadelelerinin güç kazanacağı açıktır.
Kıbrıs’ta, emperyalizme karşı halkların kardeşliğinin kazanması, elbette Türkiyeli emekçilerin bağımsız, demokratik Türkiye mücadelesinin de yararınadır.

Hamburg’un evladı, Alman işçi sınıfının önderi thaelmann

“21 Ekim Pazar günü, Baltık Denizi kıyılarında bulunan bütün limanların, Bremen, Stettin, Schweinemunde, Lübeck ve Hamburg limanlarının işçileri bir konferans düzenliyorlar. Delegelerin büyük çoğunluğunu SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi) üyeleri oluşturuyor, ama çoğu birkaç gündür grevde bulunan fabrikalardan gelmiş. Bu grevlerin ‘kanunsuz’ olduğunu ilan eden Maden İşçileri Sendikası’na üyelik kartlarını geri vermişler hepsi. Yirmi sekiz yıllık sosyal bürokratlığın oluşturduğu küf ve yosunlardan görünmeyen eski bir Sosyal Demokrat Partili Stettin delegesiyle, enine boyuna, iri kemikli, gür kaşlı ve sıkılı yumruğunu bir mil gibi indiren, demir pençeleriyle Hamburg Ayaklanması’nın dizginlerini tutmaya hazır bir işçi olan T. arasında büyük bir çarpışma oldu.
Burada, bu konferansta, T. her duruma egemen oluyor, davanın saptırılmaması için var gücüyle çabalıyordu. Sosyal bürokratları yakıcı kamçı darbeleriyle döven, kazınmaktan köpüre köpüre eriyen buz parçaları üzerinde yetkinliğinin verdiği bütün ağırlıkla arabasını çeken, ve artık tartışmaya dayancı kalmamış, gözünü öfke bürümüş olan militanları kendine getirmeye, yerlerine oturtmaya çabalayan T., kurşun yüklü arabalarını buzla kaplı köprülerin dik yokuşlarına sürmeye alışkın ihtiyar bir arabacıyı andırıyor.” (Larissa Reissner, Hamburg Barikatları, s. 71, Evrensel Basım Yayın)
Yoldaş T., Ernst Thaelmann’dır. 1923 yılı sonunda Hamburg kenti genelindeki işçi ve halk ayaklanmasına liderlik ederken, Almanya Komünist Partisi’nin (KPD) orta kademe yönetici kadrolarından biridir. Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’nın hemen ardından patlak veren devrim (1919) geri çekilmiştir; ancak, Almanya’daki ekonomik durum her geçen gün daha kötüye gitmekte, açlık ve yoksulluk milyonlarca Alman işçi ve emekçisinin yaşamını tehdit eder hale gelmektedir. Almanya sermayedarlar sınıfının, burjuvazinin gerici partileri ülkeye hükmetme aczi içine düşmüşken, ülke genelinde işçi hareketi kabına sığmamakta, bunun sonucunda Saksonya ve Tühringen eyaletleri başta olmak üzere, Almanya’nın bazı bölgelerinde sosyal demokrat hükümetler kurulmaktadır. Ancak merkezi yönetim ve faşizmin gittikçe güç kazandığı Bavyera’nın orduları, işçi ve halk hareketlerinin iktidar mevzilerine dönüşme olanağı bulunan bu yönetimleri ezmeye hazırlanmaktadır. Ezilecek yerlerin başında ise Hamburg ve çevresi gelmektedir. Bu koşullar altında, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK), KPD yöneticilerinin ve Thaelmann’ın da katılımıyla yaptığı değerlendirme toplantısının ardından, Almanya’da devrimci durum oluştuğu sonucuna varır ve tüm dünya işçi ve ezilen halklarını Almanya işçi sınıfıyla dayanışmaya çağırır.
Komünistler, iki eyaletteki sosyal demokrat hükümetlere katılır ve işçi sınıfını yakında gerçekleşmesi kaçınılmaz görünen çarpışmalara hazırlamak için canla başla çalışmaya başlarlar. Her yerden yalan yanlış söylentilerin yayıldığı (Sovyet denizaltılarının Hamburg açıklarına geldiği vb.), her gün kendiliğinden ve hedefsiz grev, gösteri ve sokak çatışmalarının yaşandığı o kargaşalı günlerde Thaelmann’ın omzundaki yük oldukça ağırdır: İşçilerin örgütlülük düzeyinin iki hafta gibi kısa bir süre içinde ayaklanmaya hazır düzeye getirilmesi, yalpalayan sosyal demokratları -ilişkilerin tamamen kopmamasına büyük özen göstererek- devrim cephesine çekmek, Almanya ve Avrupa’daki siyasi gelişmeler konusunda KPD Merkez Komitesi ve KEYK’in değerlendirmelerini her gün takip edip kent ve bölge örgütlerini bu görüşlere kazanmak, askeri ayaklanma planı üzerinde çalışmak… Kuşkusuz bir devrimci ayaklanmanın önderinin çözmesi gereken sorunlar, karşılaşacağı zorluklar burada sayılamayacak kadar fazladır.
Üstelik bu işçi önderinin, henüz oldukça dar ve genç bir komünist partisinin, birkaç yıllık üyesi olması da dezavantajlardan biridir. Ancak Thaelmann bu görevi başarıyla yerine getirecektir. Hamburg ayaklanmasının liderliği, onun hayatı boyunca taşıdığı onurlu sıfatlardan biri olacaktır: Hamburg tersanelerinde taşıma işçiliğinden parlamentolarda milletvekilliğine ve Cumhurbaşkanı adaylığına, anti-faşist halk cephesinin ve dünyanın en büyük komünist partilerinden birinin mimarlığından, yıllarca zindanlarda geçen hayatının son döneminde dahi Hitler faşizmine karşı direnişini sürdüren bir komünist öndere kadar uzanan sıfatlardan biri.
Liman işçilerinin konferansından yalnızca bir gün sonra Thaelmann, bu kez bir grup KPD yöneticisiyle toplantıdadır. Ancak durum tamamen tersine dönmüş, burjuvazinin ve gerici sermaye partilerinin hizmetindeki Alman ordusu Saksonya eyaletine girmiştir. Artık ayaklanma için “dün çok erken, yarın çok geçtir”:
“Gece yarısının derin sessizliğinde ‘şeflerin’ toplantısı: Askeri örgüt liderleri, kendilerine derin bir doygunluk duygusu veren ‘savaş’ buyruklarını alıyorlar. Bir erteleme kararının alınması için saatlerce savaşan, hareketin olgunlaşmadan önce sokaklara dökülmesine yol açacak olan delikleri tıkayan T., şimdi bütün tıkaçları çıkarıyor ve ayaklanmanın selini durduran bütün muslukları açıyor (…)
Liderler, gece yarısı çeşitli bölgelere dağılarak işçileri yüzerlik birimler halinde bir araya topladılar ve onlara bilgi verdiler. Partili olmayan geniş işçi katmanları gibi partinin kendisi de, savaş birliği komandolarının karakollara el koyduğu sabaha dek, ayaklanmadan haberdar değildi. Yapılan programa göre, 23 Ekim sabahı gün doğmadan, saat 4.45’te, kentin bütün bölgelerinde bulunan karakollar basılacak, böylece polisin silahsızlandırılması işi, bütün kentte aynı anda gerçekleştirilmiş olacaktı. Karakollara el koyulmasından hemen sonra da Wandsbek barakaları kuşatılacak, oradaki silahlar alınacaktı. Adamlarını harekete geçirmiş bulunan savaş birlikleri liderleri, gece yarısından hareketin başladığı ana dek savaşçıların yanından ayrılmadılar; kimsenin evine gitmesine, ışık yakmasına ya da ‘karısına veda etmesine’ izin vermediler. Böyle önlemler sayesinde polis tam anlamıyla gafil avlandı ve silahlarını kuzu kuzu devrimcilere teslim etti. Hareket, bu büyük başarıyı T.’ye ve onunla birlikte çarpışma planını hazırlayan öteki yoldaşlara borçludur. Kitlesel ayaklanmadan önce askeri örgütün yaptığı bu beklenmedik ve sessiz darbe, karşılaşmanın yarı yarıya kazanılmış olmasını sağladı. Çünkü askeri birlikler, bu darbeyle, 1) düşmanı, destek noktaları olan karakollardan yoksun bıraktı, 2) polisten silahlarını almakla onu etkisiz bırakırken, işçileri silahlandırmış oldu, ve 3) kitlelerde bir zafer kazanıldığı bilinci uyandırarak, daha yeni başlamış olan bir mücadeleye kolayca katılmalarını sağladılar.” (A.g.e, s.72-73-74)
Ayaklanan Hamburg işçileri, büyük bir başarıyla kentin tamamına yakınını ele geçirir. Ancak hem sosyal demokratların sermaye partilerine yakın durması, hem KPD yönetiminin izlediği yanlış çizgi, hepsinden önemlisi Almanya işçi sınıfı ve KPD’nin ayaklanmayı ülke geneline yayabilecek örgütlülük ve siyasi olgunluğa sahip olmayışı, ayaklanmanın nihai başarısını engeller. Hamburg işçileri ve kimi zaman evlerini açarak, kimi zaman birlikte barikatlar kurarak onlara destek veren Hamburg halkı düzenli olarak çekilir. Birkaç gün sonra sanki burası bir ayaklanmanın meydana geldiği bir yer değil de, Avrupa’nın herhangi sakin bir kentiymişçesine, Hamburg’da her şey sakindir. Ancak düzenli çekiliş sayesinde işçi önderleri ve KPD’nin kayıpları bir düzineyi geçmezken, binlerce asker ve ağır silahlarla işçilere ve halka saldıran gerici ordu birliklerine 100’ün üstünde kayıp verdirmişlerdir. Ayaklanmanın ardından Hamburglu emekçiler adeta zafer kazanmış gibidir. Ayaklanma, Almanya işçi sınıfı için önemli tarihi dersler sunacak, KPD’nin kitlesel devrimci bir işçi partisine dönüşümünde bir basamak olacak, işçilerin ileri kesimlerinin sosyal demokratların gerici rollerini bir kez daha anlamalarını sağlayacak ve Thaelmann’ı partinin liderliğine yakınlaştıracaktır:
“Ayaklanmanın politik önderi, Ernst Thaelmann’dı. Hamburg işçileriyle yakınlığı, cesareti, organizasyon yeteneği, kesin ve net karar alma becerisi burada etkili oldu. Polisin ayaklanma merkezlerini çembere almasına rağmen ayaklanmacılarla bağlantıyı koruyor, onlara önerilerde bulunuyor ve moral veriyordu. Çoğunlukla bisikletle yollardaydı; gri rüzgarlık, işçi tulumu, konçlu çizme ve bildik mavi denizci kasketiyle.” (Alman Proletaryasının Önderi Ernst Thaelmann, Günther Hortzschansky-Walter Wimmer, s.80, Evrensel Basım Yayın)

AYAKLANMADAN ÖNCE VE SONRA
Thaelmann’ın hayatını anlatan yazı ve eserlerde Hamburg ayaklanması, “bir komünistin olgunlaşma dönemi”nin son günleri olarak değerlendiriliyor. Çocuk denebilecek yaşlarından itibaren Hamburg liman ve tersanelerinde günlük işlerde çalışan, en çok da taşıma işçiliği yapan Thaelmann’ın komünist kişiliği iki kaynaktan beslendi: Bir yandan çocukluğundan beri içinde yer aldığı işçilik yaşamı ve sendikal mücadeleler; diğer yandan, Birinci Emperyalist Savaş’ın sona ermesi ve Rusya’da sosyalizmin kurulmasıyla tüm dünya çapında sosyal demokrat ve komünist hareketler içindeki tartışma ve ayrışmalar.
Thaelmann, küçüklüğünden beri, Hamburg liman ve tersanelerinde günlük işlerde çalıştı, en çok da taşıma işçiliği yaptı. Taşıma İşçileri Sendikası’na üye olmakla kalmadı, kısa sürede arkadaşlarıyla birlikte, 300 üyesi olan sendika şubesine 1200 genç yeni üye kazandırdı. Böylece Thaelmann, patronlarla mücadelenin yanında, genç üyelere söz hakkı tanımayan ve çoğu sosyal demokrat olan sendika bürokratlarıyla mücadeleye de erken yaşlarda girişti. Girdiği işyerlerinde, patronların sendikal faaliyeti yürütmemesi karşılığında “müdürlük” gibi görevler teklif etmeleri de sık rastladığı olaylardandı. Ancak o, sendikal faaliyetlere daha sıkı sarıldığı gibi, genç bir delikanlı olarak, diğer devrimci işçiler gibi, Marksizmi öğrenme çabasına girişti ve SPD’ye üye oldu.
Bununla birlikte, kendisini güncel politik gelişmelerle çok yakından ilişkili olan ideolojik tartışmaların ortasında buldu. SPD’nin içindeki sağ ve sol kanatlar arasında, Birinci Dünya Savaşı’nda izlenen siyaset ve tarihteki ilk işçi iktidarını, sosyalizmi kuran Sovyetler Birliği karşısında alınacak tutum konusunda süren tartışmalar, bir ayrışmaya doğru gidiyordu. Nihayet 1918 yılında, 1917 Sovyet Ekim Devrimi’nin önderi Lenin ile birlikte hareket ederek, savaşın tarafı olan ülkelerin devrimcilerinin, kendi ülkelerinin gerici hükümetlerini değil, halklar arasında barışı ve devrimci işçi iktidarını sağlama çizgisini savunan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, savaşın hemen ardından, 1918 yılında KPD’yi kurdular.
Devrim dalgasının Almanya kentlerini sardığı bu günlerde SPD’nin sol kanadı içinde yer alan Thaelmann, Hamburg bölgesinde KPD’li işçi ve sendikacılarla ortak mücadeleyi, Sovyetler Birliği ve Komünist Enternasyonal ile kardeşçe ilişkileri savundu. Her grev hareketinde ve siyasi gösteride ortak kampanyalar örgütleyen SPD’nin sol kanadıyla KPD’nin birleşmesi uzun sürmedi. Birlik, işçi hareketinin güçlü olduğu Hamburg bölgesinde, Thaelmann ve yoldaşlarının özverili çabalarıyla daha güçlü sağlandı.
Thaelmann, bu dönemde, hem ciddi bir mücadele deneyimine sahip oldu, hem de bir işçi önderi olarak, Marksist aydınların başlattığı tartışmalarda aktif olarak yer aldı.

HİTLER FAŞİZMİNE KARŞI
Hamburg ayaklanmasını takip eden yıllarda Thaelmann dikkat ve enerjisini KPD’nin yenilenmesi, işçi sınıfı içinde kök salması çabalarına verdi. Komünist Enternasyonal’in yönlendiriciliğinde yapılan tartışmalar sonucunda, partinin işçi ve halk kitlelerinden tecrit olmasına sebep olan mevcut yönetim yenilendi ve Thaelmann ile arkadaşları yönetici kadrolar haline geldiler.
1925 yılından itibaren, KPD tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. Thaelmann’ın KPD’si iç disiplinini artırırken, diğer yandan da, işçi kitleleri ve sendikalar içindeki çalışmasını kat be kat artırdı. Partinin liderliğini ele aldığı 10. Kongre’de sunduğu sendikalar konulu rapor, hem işçi hareketini küçümseyen parti içindeki “sol” sekter çizgiye bir tokat, hem de parti tarihinde bir dönüm noktasıydı.
Eyalet parlamentosu milletvekilliğine seçilen Thaelmann, bu dönemde sürekli olarak sosyal demokrat ve Hıristiyan etiketli partilerin etkisi altındaki işçilere sesleniyor, sermayedarların gerici hesaplarına karşı işçilerin ve halkın geniş kesimlerinin birliğinin sağlanması sorununu sürekli partinin esas gündemi haline getirmeye uğraşıyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adaylıklarında aldığı ortalama 5 milyon oy, partinin geniş kitleler üzerindeki etkisinin arttığının işaretiydi. Ancak Alman mali sermayesinin desteğini alan Hitler faşizminin hızla yükselişi karşısında, bu, oldukça yetersizdi. Parti içinde, kitle çalışmasındaki eksikliklerin giderilmesi uyarılarını sürekli yineleyen Thaelmann, diğer yandan da, işçi önderlerine özgü, sade ama etkileyici hitabet gücüyle, binlerce toplantı ve mitingde SPD ve diğer ilerici güçlere anti-faşist birlik çağrılarını yineliyordu.
Hitler’in, 1933 yılı başında Başbakanlık koltuğuna oturmasından yıllar önce yaptığı bu uyarılar yeterli olamadı. Kendisinin de üyesi olduğu KEYK’in ve KPD Merkez Komitesi’nin özellikle 1929 sonlarından itibaren yoğunlaştırdıkları, faşizmin yükselişine karşı birleşik halk cephesi oluşturma siyasetinin başarıya ulaşması için, artık çok geçti. Naziler özellikle kırsal bölgelerde güçlenmiş, ülkenin her yerinde silahlanarak organize olmuşlardı.
Nitekim, Almanya parlamento binasındaki (Reichstag) yangın provokasyonunun ardından sürdürülen gerici kampanya eşliğinde, 3 Mart günü tutuklandı. Tutuklanmasından iki gün sonra yapılan seçimlerde KPD 4.8 milyon oy almış, Thaelmann da milletvekili seçilmişti; ancak faşist terör artık zincirlerinden boşanmıştı.

FAŞİZMİN ZİNDANLARINDA
Hayatının son 12 yılını hapishane hücrelerinde geçiren Thaelmann, fırsat buldukça, Hitler faşizmi ve savaşın girdabındaki Almanya ve dünyadaki gelişmeler hakkındaki değerlendirmelerini dışarıya ulaştırdı. KPD’nin izlediği çizgiye yönelik özeleştirel tespitleriyle, Hitler faşizmine karşı halkların ve Sovyetler Birliği’nin yürüttüğü mücadeleye dair analizleriyle yaşama ve partisine sarıldı.
Bu süre boyunca, kendisini sorgulayan faşistlere KPD’nin programını savunmaktan geri durmadı. Bu tutum karşısında, faşistler onu yargılamaktan bile çekindiler. Mahkemeyi KPD’nin kürsüsü haline getirme ihtimali karşısında, hakkındaki suçlamalar geri çekildi; ancak bu defa da “kamu güvenliği” açısından tutukluluğu devam ettirildi.
Tutukluluğu süresince, tüm dünya çapında “Thaelmann’a özgürlük” kampanyaları düzenlendi. Tüm Avrupa kentlerinde, Arjantin’de, ABD’de, Japonya’da çeşitli dayanışma kampanyaları ve gösteriler düzenlendi. Pek çok ülkede belediye meclisleri onu onur üyesi seçtiler. Birkaç defa yapılan hapisten kurtarma girişimleri ise, başarısızlıkla sonuçlandı.
Sovyet ordularının kuyularını kazdığını anlayan Naziler, Buchenwald toplama kampına naklettikleri Thaelmann’ı, 18 Ağustos 1944 günü katlettiler ve onun “bombardıman sırasında öldüğü” yalanını ortaya attılar. Tersanelerde, işçi evlerinde, mitinglerde, barikatlarda, parlamento kürsülerinde geçen yaşamı, faşist zindanda sona erdi.
Yıllar boyunca Thaelmann ile birlikte mücadele eden yoldaşı Wilhelm Pieck’in, ölümünden yıllar sonra, onun hayatını özetlediği makalesindeki şu sözleri, bugün Türkiye’de ve dünyanın her yerinde mücadele eden işçilere ve devrimcilere bir çağrı gibidir:
“Devrimci bir partinin esas olarak fabrikalara dayanması gerektiği görüşünü Bolşevik Parti’den alıp benimsedi. Thaelmann, parti yöneticilerine çalışmanın ağırlığının fabrika hücrelerine verilmesi gerektiğini hep yeniden anımsatıyordu. Partinin yönetici organlarından, her parti kararının fabrika çalışmasının şartlarına uygun olarak somutlaştırılmasını talep ediyordu. Ernst Thaelmann, bize, partinin, kitlelerin kendi gerçek çıkarları uğruna mücadelesine önderlik görevini, ancak fabrikalardaki işçilerle sımsıkı bir bağ kurarak başarıyla yerine getirebileceğini söylüyordu.” (Emekçi Halkın Evladı Ernst Thaelmann, Wilhelm Pieck, Özgürlük Dünyası, sayı:103)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑