Kuzey Kıbrıs’taki tarihi parlamento seçimlerini geride bıraktık ve şimdi Kıbrıs sorunu Ankara’daki iktidar odaklarının kucağında yalnızca bir dış politika iflası olarak değil, aynı zamanda bir iç politika hesaplaşmasının konusu olarak duruyor.
Güney Kıbrıs’ın, “Kıbrıs Cumhuriyeti” sıfatıyla ve adanın tümünün temsilcisi olarak Avrupa Birliği’ne (AB) üye olacağı 2 yılı aşkın zamandır belliydi. Aslında o zamandan beri, Türkiye’nin 1974’ten bugüne kadar izlediği Kıbrıs politikasının iflas ettiği herkes tarafından kabul edilegeldi. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasındaki çatışmaları ve Rum faşistlerin darbe girişimini bahane ederek, ABD’nin desteğiyle adaya müdahalede bulunan Türkiye yönetenleri, 1974’ten beri “Kıbrıs sorununun çözüme kavuştuğunu” savunarak, adanın Türkler ve Rumlar arasında taksim edilmesini dayattılar. KKTC’nin devam ettirilmesi veya Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye tarafından ilhak edilmesi, bu görüşün farklı versiyonlarıydı. KKTC’nin hiçbir devlet tarafından tanınmamasına, uluslararası hukuka göre Kuzey Kıbrıs topraklarının “işgal altında” sayılmasına rağmen, hatta Kıbrıslı Türkler içinde yer yer baş gösteren muhalefet hareketleri de görmezden gelinerek, bu “milli dava” ısrarla sürdürüldü. Fakat, Güney Kıbrıs’ın Mayıs 2004’te, “Kıbrıs sorunu çözülse de çözülmese de” AB üyesi olacağının kesinleşmesinin ardından, bu politika resmen çöktü. Ankara’daki iktidar odaklarının “stratejik hedef” olarak belirledikleri AB’nin, Güney Kıbrıs’ı içine alması, Türkiye’yi uluslararası alanda “korsan” bir devlet durumuna düşürecekti. Türkiye, AB üyesi olacak ülkelerden birinin topraklarını, 40 bin askeriyle ikiye ayırıyordu ve AB ülkeleri, kapılarında beklettikleri Türkiye’ye Kıbrıs sorununun çözümünü başlıca şartlardan biri olarak dayatmaktaydı!
İflas gerçeğini itiraf edenlerden, KKTC Cumhurbaşkanlığı Müsteşarı Ergün Olgun, 8 Mayıs günü Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen bir panelde, şu sözleri sarf etti: “Hedeflerimiz değişmese de, stratejimiz iflas etti. Daha esnek politika izleyen, özellikle 1992 sonrası AB’yi bir politika unsuru haline getiren Güney Kıbrıs, bizim sabit hedeflerde, sabit politikada ısrarımız karşısında başarıya ulaştı. Bizim yeni bir oyun düzme zorunluluğumuz var. Bir fay hattından geçiyor Kıbrıs.” (Murat Yetkin, Radikal, 9 Mayıs 2003)
Buna rağmen Ankara, Kıbrıs politikasını yenilemeye girişmedi. Adanın iki kesimi arasındaki geçişlerin şartlı olarak serbestleşmesi vb. düzenlemeler de, Ankara’nın elini güçlendirmek yerine, Kıbrıslı Türkler ve Rumların birlikte yaşayabileceklerinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Ancak seçim sonuçlarının belli olmasının, üstelik KKTC parlamentosunu kilitleyecek bir sonuç çıkmasının ardından, Ankara, artık ciddi bir yol ayrımında. Üstelik bugün sorun yalnızca Kıbrıs politikasını yenileme sorunu değil; iktidar odaklarının iki kanadı arasındaki sert bir mücadelenin konusu artık Kıbrıs: bir yanda AKP Hükümeti’nin siyasi sözcülüğünü üstlendiği ve TÜSİAD’dan Ankara’daki AB lobilerine kadar uzanan iktidar odakları; diğer yanda, Genelkurmay’ın başını çektiği ve Dışişleri Bakanlığı başta olmak üzere “sivil” devlet bürokrasisinden CHP’ye, MHP’den Bülent Ecevit ve Mümtaz Soysal gibi siyasetçilere kadar uzanan geleneksel çizgideki iktidar kanadı.
KUTUPLAŞMA VE DIŞ MÜDAHALELER
14 Aralık seçimlerinin en belirgin iki özelliği, Kıbrıs Türk toplumu içindeki keskin kutuplaşma ile Türkiye’nin, AB’nin ve ABD’nin pervasızca müdahaleleri oldu. İktidar ortakları “Ulusal Birlik Partisi” (UBP) ve “Demokrat Parti” (DP) ile üç muhalefet partisi “Cumhuriyetçi Türk Partisi-Birleşik Güçler” (CTP-BG), “Barış ve Demokrasi Hareketi” (BDH) ve “Çözüm ve AB Partisi” (ÇABP) seçimlerin iki cephesini oluşturdular. Muhalefet partileri söylemlerinde “statüko” aleyhine sert demeçler verip, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan’ın adıyla anılan çözüm planının uygulanması ve Güney Kıbrıs ile birlikte AB’ye girilmesi yönünde propaganda yaptılar. İktidar partileri ve “Cumhurbaşkanı” sıfatı taşımasına rağmen tarafsızlığı tamamen bir yana atan Rauf Denktaş ise, Annan Planı’nı temelden reddederek, muhalefeti “hainlikle” suçladılar.
Terazinin iki kefesinin birbirine bu kadar denk oluşu, dış müdahale olanaklarını ve bu müdahalelerin etkilerini iyice artırdı. Zaten, Ankara’dan hiçbir adım atılmasa dahi, Türkiye devletinin “doğal olarak” iktidar partilerinin arkasında olduğu herkesçe bilinmekteydi. Çünkü, muhalefet daha baştan bu seçimlerde yalnızca milletvekillerinin belirlenmeyeceğini, Annan Planı aracılığıyla yeni bir rejimin kurulup kurulmamasının oylanacağını ilan etti. Bu, adanın kuzeyinde 1974’teki askeri müdahale sonrası Türkiye tarafından kurulan rejimin sonu demekti.
Tamamen Ankara’nın kontrolündeki bu rejimde memur maaşları, her ay Türkiye’den gönderilen ortalama 60 milyon dolar sayesinde ödenebiliyor. Uluslararası hukuka göre “40 bin Türkiye Cumhuriyeti askerinin işgali altında” olan Kuzey Kıbrıs’ın, Türkiye dışında hiçbir ülkeyle ticaret, ulaşım, haberleşme vb. ilişkisi bulunmuyor. Merkez Bankası Başkanı, albay rütbesinin üzerindeki subaylar gibi kilit kademedeki bürokratlar, Ankara tarafından, Kuzey Kıbrıslı olmayan kişiler arasından tayin ediliyor.
Üstelik, seçmenlerin yaklaşık yarısına tekabül eden bir kitle Türkiye göçmeni ve bu kitle geleneksel olarak UBP ve DP’yi desteklemekte. 14 Aralık seçim sürecinde de, daha önceki seçimlerde olduğu gibi, çok sayıda Türkiye göçmeni yeni seçmen yazıldı. BDH’nin mahkemeye yaptığı başvuru sonucunda, sadece 24 Eylül günü 1500’ü aşkın Türkiye göçmeninin KKTC vatandaşlığına geçirilerek seçmen yapıldığı ortaya çıktı. Bu kişilerin, Bakanlar Kurulu’nun, “Resmi Gazete’de yayınlanmaması şartıyla” aldığı dört satırlık bir kararla seçmen yapılabilmesi, ancak Kuzey Kıbrıs’taki Denktaş rejiminde mümkün olabilir. Muhalefetin yüzde 50’nin biraz üzerinde oy aldığı ve iki cephenin 25’er milletvekili çıkardıkları göz önüne alındığında, 141 bin seçmen içinden 1500 kişinin dengeleri ne kadar değiştirebileceği daha iyi anlaşılır.
AKP’NİN ZİK-ZAKLARI
14 Aralık seçimleri sürecinde, Ankara’nın Rauf Denktaş ve iktidar bloğuna desteği, bu “geleneksellik” sınırlarını da aştı. “KKTC’nin kuruluş yıldönümü” etkinliklerinin yapıldığı 15 Kasım günü adaya giden Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, Rauf Denktaş’a tam destek sundu. “Kıbrıs politikasında açılım” bekleyen Ankara ve İstanbul’daki AB lobicileri büyük hüsrana uğrarken, Erdoğan onların gönlünü almak için muhalefet partileri liderleriyle de yarım saat kadar görüştü.
Aslında, 15 Kasım kutlamalarından 6 gün önce Kıbrıs konusunda zehir zemberek bir açıklama yapan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Erdoğan’ın hareket alanını oldukça daraltmıştı. Özkök, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye kontrolünde olmasının “stratejik önemine” işaret ederek, hem Kuzey Kıbrıs’taki muhalefetin umudunu kırmış, hem de AKP’ye mesaj vermişti: “Hiçbir Avrupalının ‘Haydi burası AB toprağı, birkaç gün içinde çıkın’ deyip, buraya gelip, Kıbrıs’ta savaşıp öleceğini sanmıyorum.”
15 Kasım günü adaya gidenler arasında yer alan Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına ve Milli Güvenlik Kurulu (MGK) eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç ise, Özkök’ten çok daha açık biçimde, geleneksel Kıbrıs politikasını dillendirdiler.
Ankara’nın seçimlere müdahalelerine bir örnek de, 14 Aralık’a bir hafta kala, “Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı” Abdüllatif Şener’in adaya yaptığı ziyaret oldu. Seçim yasaklarına rağmen, iktidar bloğu temsilcileriyle birlikte “temel atma” törenlerine katılan Şener, nihayet AKP’nin Kıbrıs politikasını açığa vurdu. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bir yandan “Kıbrıs’ta çözüm istiyoruz” açıklamaları yapıp Denktaş’a imalı eleştiriler gönderirken, diğer yandan da dönüp Denktaş’ın arkasında olduklarını ilan ediyorlardı. Şener ise, seçimlere bir hafta kala, Başbakan Derviş Eroğlu ile birlikte verdiği pozlarla, AKP Hükümeti’nin ağırlığını iktidar bloğundan yana koyduğunu dosta düşmana göstermiş oldu. Aynı günlerde, 3 Kasım seçimlerinde AKP’nin propaganda kampanyasını yöneten “reklamcının”, UBP için de çalışmaya başladığı kamuoyuna yansıdı.
AKP’nin son ana dek tavrını belli etmemesinin sebepleri arasında, “ordunun vereceği tepkiden çekinilmesi” veya “kararsızlık” gibi gerekçeler sayılabilir. Fakat, sebep ne olursa olsun, şu bir gerçek ki; eğer AKP Hükümeti haftalar öncesinden iktidar bloğunu desteklediğini ilan etmiş olsa, hatta açıkça muhalefet liderlerini eleştirse, bu kadar etkili olamazdı. Fakat, Kuzey Kıbrıs kamuoyunda, “AKP’nin de Kıbrıs sorununda çözüm istediği” kanaati yayılmışken ve seçimlere yalnızca bir hafta kalmışken iktidar bloğundan yana tavır konulması, muhalefete önemli bir darbe vurdu.
Kuzey Kıbrıs’taki muhalefet partileri, “rejimin güven oylamasına” dönüşen bu seçimlerden yüzde 51 oyu, Ankara’nın böylesi müdahalelerine rağmen aldılar. Rejimin simgesi olan Rauf Denktaş’ın oğlunun başında olduğu DP, yüzde 12 civarında oyla ancak üçüncü parti olabildi.
Öte yandan; seçimlere müdahale girişimleri, yalnızca Ankara’dan gelmedi. ABD Dışişleri Bakanlığı Kıbrıs Koordinatörü Thomas Weston, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen başta olmak üzere, yabancı yetkililer de, Denktaş karşıtı açıklamaları ve Türikye-AB ilişkileri konusundaki tehditvari demeçleriyle, seçim sürecinde dikkatleri üzerlerine çektiler. Ancak, Denktaş-UBP-DP bloğunun her fırsatta bu demeçleri işaret ederek, “muhalefetin kökünün dışarıda olduğu” yönünde propaganda yapmış olmaları dikkate alındığında, böylesi müdahalelerin de muhalefetin işini zorlaştırdığı sonucuna ulaşılabilir.
BÖYLE SEÇİME BÖYLE SONUÇ
Kuzey Kıbrıs’taki seçmenler, bu karmaşık ortamda sandık başına gittiler. En trajik yan ise, iki bloktan hangisi kazanırsa kazansın, yeni hükümetin Türkiye’den, AB’den, ABD’den ve BM’den bağımsız olarak hareket edemeyeceğinin bilinmesiydi. Bu konuda, AB yetkilisi Verheugen ile Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül benzer sözler sarf ederek, Kuzey Kıbrıs halkının iradesinin fazla umurlarında olmadığını dile getirdiler. Verheugen, Kuzey Kıbrıs’taki rejim uluslararası zeminde tanınmadığından, seçimlerin AB açısından “ancak muhalefet kazanırsa bir anlam ifade edeceğini” söyledi. Gül de, “sonuçlar ne olursa olsun, Kıbrıs’ta Ankara’nın rızası olmadan adım atılamayacağını” belirtti.
Yarısı Türkiye göçmeni olan 141 bin seçmen, “Rumlar gelip toprağımızı alır” veya “Böyle giderse Kıbrıs Türk toplumu yok olur” gibi korkulara sürüklendi. Seçimlerin iki cephesi de söylemlerinde, kendileri iktidara geldiklerinde ne yapacaklarından ziyade, öbür taraf gelirse ne kadar kötü günlerin geleceğine ağırlık verdiler. İki bloğu oluşturan partiler ne sahip oldukları dünya görüşüne, ne de ileri sürdükleri siyasi ve ekonomik programa göre yapılanmıştı. Tarihi, emperyalist sömürgecilik ve müdahalelerin tarihi olan Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyaset kültürü, sağlam köklere sahip partilerin oluşmasına izin vermediğinden; tek tek siyasetçiler ve partiler, her şeyden bağımsız olarak, Annan Planı’na “evet” ve “hayır” diyenler olarak kutuplaştılar. Bu, öyle kaygan bir zemindi ki, daha dün muhalif partilerden birine yakın olan birinin, UBP veya DP’nin listelerinde görülmesi kimseyi şaşırtmadı. Veya, koyu muhafazakâr olarak bilinen bir emekli subay, CTP veya BDH saflarına katılabildi.
Seçim sonuçları, böylesi bir sürecin ürünüydü. İki bloğun oy oranlarının yüzde 51’e yüzde 49 kalması fazla bir şaşkınlık yaratmasa da, parlamentodaki 50 koltuğun yarı yarıya paylaşılması kafaları karıştırdı. Seçimlerin en belirgin sonucu, muhalefetin, Rauf Denktaş’ı “Güney Kıbrıs ile müzakereleri yürütme yetkisinin” elinden alabilecek güce ulaşamaması. İkinci sonuç ise, bileşimi ne olursa olsun, zayıf kalacağı belli olan yeni hükümete Ankara’nın “siyaset dikte etmesinin” kolaylaşması oldu.
ANKARA VE ANNAN PLANI
Seçim sonuçlarının ardından, Ankara ve KKTC 8 ay öncesine; Güney Kıbrıs’ın 1 yıl sonra AB üyesi olacağının resmiyet kazandığı, Ergun Olgun’un “yeni bir oyun düzme zorunluluğundan” bahsetmek zorunda kaldığı günlere döndü. Zaten, 8 aylık seçim sürecinin sonunda hangi sonuç çıkarsa çıksın, Türkiye uluslararası kamuoyunun “çözüm” baskısını daha fazla hissedeceği bir döneme girecekti. Seçimlerin sonucu ise, bu yeni süreçte Denktaş’ın daha az veya daha çok yetkilere sahip olup olmamasını belirleyecekti.
Seçimlerin ardından Başbakan Erdoğan, aynı 1 yıl önce olduğu gibi, Denktaş’ı hedef almaya başladı ve yeniden “Annan Planı’nın görüşme zemini olarak kabul edilmesi gerektiği”nden söz etti. Denktaş da, Annan Planı’nın kabul edilemeyeceğini tekrar ederken, ordunun Erdoğan’ı dizginlemesi umuduyla beklemeye koyuldu.
Bu arada, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın hazırladığı bir takım “çözüm önerilerinin”, daha önce Denktaş’ın söylediği gibi “Annan Planı’na karşıt” olarak değil, “bu planda yapılması istenen düzeltme önerileri” olarak sunulacağı yönünde haberler gelmeye başlaması anlamlı. Türkiye ve KKTC’nin en yetkili kişilerinin hakkında “Rum oyunu”, “gizli Enosis planı”, “Kıbrıs Türkü’nü yok etme tasarısı” dedikleri bir çözüm planı, bugün kabul edilebilir bulunuyor!
AB’NİN KIBRIS OYUNUNA DAHİL OLMASI
Annan Planı; onyıllardır Doğu Akdeniz ve Ortadoğu politikaları çerçevesinde Kıbrıs’a emperyalist müdahalelerde bulunan ve bu nedenle yer yer birbirleriyle de karşı karşıya gelen ABD, İngiltere ve AB’nin üzerinde uzlaştıkları, daha sonra da Yunanistan’ı ikna ettikleri bir plan. Kıbrıs’taki “bir buçuk devlet”in birleştirilip yeni bir devletin inşa edilmesini, yeni devletin işleyişini, Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin birbirleriyle ve diğer ülkelerle münasebetlerini, AB ile Kıbrıs’ın ilişkisini vb. düzenliyor.
Adayı İngiltere sömürgesi olmaktan çıkaran 1959-60 anlaşmaları, nasıl Kıbrıs’ı, 2. Paylaşım Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzenine uygun olarak yeniden örgütlediyse, Annan Planı da bugünkü güç dengelerine uygun bir düzenleme öneriyor.
Adaya uygulanan çok yönlü emperyalist baskılar, 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temellerinden sarsılmasına sebep olmuş ve Türkiye’nin 1974 müdahalesiyle, Kıbrıslı Türk ve Rumların ortak devleti fiilen ortadan kalkmıştı. Aradan geçen zaman içinde Kıbrıs sorununun “askıda kalması”, ABD başta olmak üzere emperyalist müdahalecilerin, adanın kuzeyini kontrol altında tutarak burayı kumarhane cenneti, kara para aklama merkezi haline getiren Türkiye’nin ve adeta saltanat kuran Denktaş’ın çıkarınaydı.
Fakat bu denge, AB’nin genişleme stratejisinin temellerinin atıldığı ’90’lı yılların başından itibaren bozulmaya başladı. Giderek ekonomik ortaklıktan siyasi ve askeri birliğe doğru yönelen AB’nin genişleme stratejisinde başlıca hedeflerden birinin Kıbrıs olması kaçınılmazdı. Zira, ada Akdeniz’in kontrolü için önemliydi ve Kıbrıs’la tarihsel bağları olan Yunanistan, AB’nin etkin üyelerinden biriydi.
AB-Kıbrıs ilişkilerinin hızla geliştiği ’90’lı yıllar, aynı zamanda Türkiye-AB ilişkilerinin de canlılık kazandığı yıllar oldu. Yani, uluslararası zeminde Kıbrıs’taki çözümsüzlüğün sona erdirilmesi baskılarını tetikleyen AB, öte yandan da Türkiye’deki iktidar odakları üzerinde etkin hale geldi. Bugün ise, bu etkinlikten güç alan AB’ci kanatla, gelenekselci kanadın Kıbrıs üzerine çetin ve yoğun bir mücadeleye girişecekleri anlaşılıyor.
Öte yandan; Annan Planı için Türkiye’ye baskı uygulayan bu emperyalist güçlerin, birbirlerinden farklı amaçları olduğu da bir gerçek. Mayıs ayında Güney Kıbrıs’ı içine alacak olan ve Kıbrıs sorununun içine taşınmasından çekinen AB için, Annan Planı temelinde bir “çözüme” ulaşılması ve Kıbrıs’ta az çok istikrar sağlanması farklı bir anlam ifade ediyor. Dünyada ve bölgede çok daha geniş emperyalist emeller peşinde koşan ABD ve sadık müttefiki İngiltere içinse, “istikrarsızlık” da tercih konusu olabilir.
Örneğin; ABD’nin eski Savunma Bakan Yardımcısı ve şu sırada Pentagon’un danışmanı olan Richard Perle, geçen yıl yaptığı bir açıklamada, “Türkiye’nin hiçbir zaman AB üyesi olamayacağını” belirterek, “bu nedenle Türk-Amerikan ilişkilerinin, serbest ticaret anlaşması benzeri anlaşmalarla güçlendirilmesi gerektiğini” söyleyiverdi. Oysa, Amerikan yönetimi “resmen”, Türkiye’nin AB üyeliğinin en kısa zamanda gerçekleşmesini destekliyor. Bugünlerde, ABD’nin “yeni küresel askeri stratejisi” kapsamında, Kıbrıs’ta da askeri üs edinmeyi planladığına dair haberler hatırlanırsa; ABD’nin hem Türkiye ve Yunanistan üzerindeki kontrolünü devam ettirmek, hem AB karşısında elinde koz tutmak ve hem de bölgede yeni planlar devreye sokmak için Kıbrıs’ta yeni oyunlar oynayabileceği daha iyi anlaşılır.
Ankara’daki “Annan Planı karşıtı” kesimin, kimi zaman “AB baskıları karşısında ABD’den destek almayı” önerirken, sadece kendi fikirlerini dile getiriyor olmadıklarını, Washington’dan aldıkları bir takım mesajlarla hareket ettiklerini düşünmek de daha gerçekçidir.
BAĞIMSIZ, BİRLEŞİK KIBRIS SEÇENEĞİ
Ankara’daki AB’ci ve gelenekselci iktidar odaklarının yeni bir çatışma konusu olan Annan Planı, yıllardır devam eden çözümsüzlükten bıktırılmış Kıbrıslı Türklerin ve Rumların geniş kesimleri tarafından, Kıbrıs sorununa çözüm olanağı olarak görülüyor. Birleşik bir Kıbrıs’ın oluşturulması için gerekli bazı asgari düzenlemeleri içermesi yanında, adaya yönelik emperyalist müdahaleleri de “hukuka bağlayan” bu belgenin, Kuzey Kıbrıs halkının elinde bayrağa dönüşmesinin başlıca iki sebebinden söz edilebilir. Bu sebeplerin ilki; Türkiye’nin adanın iki kesimini birbirinden ayırdığı 30 yıl boyunca oluşan tahribatın giderilmesi, dünyadan izole edilmiş bir kara para aklama merkezine dönüştürülen Kuzey Kıbrıs’ın rehabilitasyonu ve adanın iki toplumu arasındaki sosyal ve ekonomik uçurumun giderilmesi için gerekli düzenlemelerin Annan Planı içinde az veya çok yer alması. İkinci önemli sebep ise; ancak Annan Planı’nın arkasında duran AB, İngiltere ve ABD aracılığıyla Türkiye Genelkurmayı’na ve Denktaş’a geri adım attırılabileceğine inanılması.
Yaşadıkları toprak parçasının giderek “ıssız bir adaya” dönüşmesinden, işsizlik ve yoksulluğun katlanarak artmasından dolayı bunalmış olan Kuzey Kıbrıs’ın emekçilerinin, böyle bir eğilim göstermelerini anlamak güç olmasa gerek. Güney Kıbrıs’ın birliğe üyeliğinin ardından, “otomatikman” AB pasaportlarına sahip olacak Kıbrıs Türk gençliğinin yeni bir göç dalgasıyla adayı terk edeceğine; kısa zamanda Kuzey Kıbrıs Türk toplumunun yok olacağına ve Kuzey Kıbrıs’ın, Türkiye’nin bir vilayetine dönüşeceğine inanılıyor.
Bu arada, Kuzey Kıbrıslıların mücadelelerinin, “Annan Planı’nı savunmakla” sınırlı kalmadığı da gözden kaçırılmamalı. Her gün çalışmak için Güney Kıbrıs’a geçen ve sayıları 10 bine yaklaşan işçilerin bir kısmı, Ağustos ve Eylül aylarında “esnek çalışma” kurallarına karşı ve örgütlenme amacıyla grevler yaptı. Güney Kıbrıs’taki Tüm Kıbrıs İşçi Federasyonu (PEO) da, bir kampanyayla işçilere destek oldu. Sonuçta, 1500 civarında Kıbrıslı Türk işçi, PEO’da örgütlendi. Böylece, Rum ve Türk işçilerin ortak örgütlenmesi 40 yılı aşkın süreden sonra tekrar gündeme geldi. 70 bin üyeli PEO, faaliyetlerini “iki toplumlu” bir ülkeye göre yeniden düzenlemeyi, öncelikle de Türk işçilere kendi dillerinde hitap edebilmeyi hedefleri arasına aldı. “Birleşik Kıbrıs’a bir an önce varılması adına” Annan Planı ve AB üyeliğini destekleyen PEO içinde, AB müktesebatının Kıbrıs’a uygulanması nedeniyle meydana gelecek hak gasplarına karşı nasıl mücadele edileceğinin şimdiden tartışılmakta olması da dikkat çekici. Keza, Yunanistan’daki işçi ve köylü hareketlerinin AB yasalarına karşı mücadele deneyimlerinin, Kıbrıslı emekçiler için ilham oluşturduğu da.
Kuzey Kıbrıs Türk toplumundaki siyasi hareketlilik ve Rum kesimindeki böylesi gelişmeler, 1974 düzeni sarsılmaya başladığında bile, adanın emperyalist müdahalelerden arındırılması talebini yükseltecek, emek eksenli bir mücadele cephesinin olanaklarının ne kadar genişleyebildiğini gösteriyor. Adanın iki kesiminde de asgari demokratik koşulların doğması durumunda; emperyalistler ile Türkiye ve Yunanistan’ın müdahale imkanlarının daralacağı, Kıbrıslı Türk ve Rumların “bağımsız ve birleşik Kıbrıs” talebi etrafındaki örgütlenme ve mücadelelerinin güç kazanacağı açıktır.
Kıbrıs’ta, emperyalizme karşı halkların kardeşliğinin kazanması, elbette Türkiyeli emekçilerin bağımsız, demokratik Türkiye mücadelesinin de yararınadır.