küresel ısınma, kasırgalar ve kapitalizm

GİRİŞ
Son yıllarda yer kürede mevsimlere bir haller oldu. Ne kışlar eski kış, ne yazlar eski yaz. Bitki türlerinin bir kısmı tarihe karıştı. Aynı şekilde bazı hayvan türleri de yok oldu gitti. Fakat gerek bitki gerekse hayvan türlerindeki bu yok oluşlar durmadı. Tam tersine daha da hızlanarak devam etmekte. Üstelik son yıllarda ekolojik çeşitliliğin azalması her geçen gün biraz daha artmakta.
Dünyanın bazı bölgeleri su baskınlarıyla, bazı bölgeleri ise susuzlukla boğuşmaktadır. Yani fazlası ayrı bir felaket, olmaması başka bir felaket. Kutuplardaki buzullar her geçen gün daha da küçülmekte. Deniz seviyesi her geçen gün yükselmekte. Kuzey Yarımküre’nin en büyük buz kütlesi olan Grönland adası, küresel ısınma nedeniyle eriyor. Yer kürenin sıcaklığı giderek artmaktadır. Grönland kütlesinin erimesi, düşük seviyedeki sahil şeridinde bulunan yerleşim yerlerinin sular altında kalmasına neden olacak. Bazı tahminlere göre, deniz seviyesindeki yükselme 7 metreyi bulacaktır.
Küresel ısınmanın bir başka kurbanı ise, Amazon ormanlarıdır. Brezilya hükümetinin yaptığı araştırmalar, dünyanın akciğeri sayılan Amazon’un 2003 yılında rekor düzeyde ormanlık alan yitirdiğini gösteriyor. Amazon ormanları 4,2 milyon kilometre karelik bir alanı kaplamaktaydı. Bunun yüzde 20’lik bir kısmının yok olduğunu görmekteyiz.
İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi öğretim elemanlarından Sir King, şu an atmosferde, son “55 milyon yıl” boyunca olduğundan daha fazla karbondioksit olduğunu söylemektedir. Dünyada meydana gelebilecek ani hava değişimleri ve benzer felaketlerle savaşabilmek için Kyoto protokolüne uymak dışında yapılabilecek başka hiçbir şey olmadığını vurgulayan Sir King, “Buzların hızla eridiğini görüyoruz. Bunun sonunda birçok dünya şehri sular altında kalacak. Londra, New York ve New Orleans bu sonla karşılaşacak ilk şehirler…” demişti. Katrina Kasırgası bu öngörüyü kısmen doğruladı.

KÜRESEL ISI DEĞİŞİMİ
Küresel ısı değişimi, her zaman ısının yükselmesi şeklinde olmaz. Yer küredeki sıcaklığın düşmesi de, bu değişimin bir parçasıdır. Nitekim dünyada zaman zaman buzul çağları da yaşanmıştır.

Yukarıdaki grafikte zamana göre ortalama sıcaklık değişimini görmekteyiz. Yukarıdaki grafiğe ve dünyanın geçmişine baktığımızda, iklimdeki ısınma ve soğumaya yol açan atmosferik değişimlerin nedenini sadece insan kaynaklı etkenlere bağlamak doğru olmaz. Fakat son yıllardaki sera gazı emisyonundaki artışı göz önüne aldığımız zaman, insan etkinliklerinin günümüzde belirleyici rol oynadığını görürüz.
Diğer yandan, insan etkinlikleri olmasa da, küresel iklim değişimlerinin olacağı bilinmektedir. Ama bu değişimler doğal seyrinde olacaktır. İşin içine insan etkinlikleri faktörü girince, bu doğal gidişat, anormal bir gelişime dönüşmektedir.
İklim değişiklikleri konusunda, YTÜ Doğa Bilimleri Araştırma Merkezi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şükrü ERSOY, bir makalesinde şu saptamaları yapmaktadır. “…Özellikle son 3.5 milyar yıldan beri bu değişikler sürekli olmakta ve iklimler değişmektedir. Jeolojik tarihte canlıların topluca yok olmalarına yol açan ekstrem iklim değişimleri tarihinde pek çok kez tekrarlanmıştır. Bu olayların büyük bir kısmında insanoğlu yoktur. Çünkü insanlar dünya tarihinin ancak son 3 milyon yılından sonra sahneye çıkmışlardır. Dünyanın ilk dönemlerindeki ilkel atmosfer bileşimi şimdikinden çok farklıdır. Organik çorba adı verilen anorganik karışımdan güneş ışınları ve elektriklenme yoluyla türememiş olan ilk canlılar (eobiyontlar), fotosentez yapamayan, ancak fermantasyonla yaşayan ilkel bitkilerdir. Paleontologlara göre, atmosferde yeterince oksijen bulunmadığı dönemlerde ortaya çıkan ilk basit hayvanlar, ilkel bitkilerin (alglerin) yarattığı bir çeşit “oksijen vahaları” etrafında yaşamışlardır. 4.5 milyar yıldan beri varolan Dünya’da canlı çeşitliliği, ancak atmosfer bileşiminin şimdiki bileşimine yaklaştığı son 600 milyon seneden sonra artmıştır. Yaşadığımız çağdaki değişimleri de içine alan son dönem iklim değişiklikleri, aslında günümüzden 1.650.000 yıl (bazı bilim adamlarına göre 1.8 milyon yıl) önce Kuvaterner’de başlamıştır. Kuvaterner zamanının başı kabul edilen bu tarihten günümüze dek 4 adet büyük küresel buzul (glacial) dönemi ile bunların arasında sıcak iklimler (inter-glacial) yer almıştır. 18 000 yıl önce dünyayı kaplayan buzullar şimdikinin 3 katı büyüklüğündeydi. O dönemde ormanlık alanlar azalmış, çöller artmıştı. Yaşadığımız dönem olan Holosen (latincede “Holo” bütün, tam; “Cene” ise yeni anlamına gelmektedir) 10 000 yıl önce başlamıştır. Dünyadaki son buzulların erimeye başladığı dönem Holosen’in başlangıcı olarak kabul edilir. 8000 ile 5000 yılları arasında (Alt – Orta Holosen) ise atmosferdeki nem çok fazladır. Her yer ormanlarla kaplı olup, dünyada hemen hemen hiç çöl bulunmamaktadır. Şimdi ise sıcaklığın arttığı bir dönemde yaşamaktayız. Isınmaya bağlı olarak küresel deniz seviyesi de gitgide yükselmiştir. Son 7000 yıla kadar çok hızlı devam eden deniz seviyesi yükselimi (hatta Nuh tufanı bu paroksizmal dönemde olmuştur) günümüzde giderek yavaşlamıştır. Bu arada uzun buzul dönemleri yanında kısa süreli buzul dönemleri (örneğin, günümüzden 700 ile 200 yılları arasında) de yaşanmıştır. ”1

İzlanda’da incelmiş buzul şapkanın erime hızı (NASA nın web sayfasından alınmıştır)

Tekrar vurgulayalım ki, yer kürenin sıcaklığındaki değişimin doğal seyrine, son zamanlarda insan faktörü damgasını vurmaya başlamıştır. Yer küredeki iklimsel değişimin seyri insanların fosil yakıtları aşırı ölçüde kullanması ve endüstrileşmesiyle birlikte dünyayı felakete hızla yaklaştırmaktadır.

KASIRGALAR NASIL OLUŞUR?

Rita kasırgası    Katrina kasırgası

Wilma Kasırgası

“1979’dan beri alfabetik sırayla kadın-erkek isimlerinden karma liste yapılıyor. Toplam 6 adet liste bulunuyor ve bunlar rotasyon usulüyle her yıl yeniden onaylanıyor. Yani 2004 listesi, 2010’da tekrar kullanılıyor. Ancak bir kasırga çok yıkıcı olduysa, o kasırganın bulunduğu listeye sıra geldiğinde, Dünya Meteoroloji Örgütü ile eşgüdüm halinde, söz konusu kasırga ‘emekliye’ sevk ediliyor. Örneğin, geçen yılki Charley, Frances, Ivan ve Jeanne’in ardından bu yıl Katrina kasırgası ‘emekliye’ ayrılmak zorunda kalırken, Rita’nın da aynı akıbete uğraması bekleniyor. Kasırgalara yazılı ve konuşma dilinde ayırt edici kısa ve kolay isimler verilmesi, bu kasırga ve tropik fırtınaları özellikle kıyı üsleri ve denizdeki gemilerin tanımlaması sırasında önemli kolaylık sağlıyor.”
Kasırgalar, birçok farklı koşulun bir araya gelmesiyle oluşur. Genellikle kasırgalar tropik iklim kuşağının geçtiği okyanuslarda oluşurlar. “Kasırgaları ısıyla çalışan bir makineye benzetebiliriz… Kasırgalar oluşurken tropik sıcak havayı alıp küçük bir bölgeye sıkıştırır… Bu sırada yağmur ve şimşekler oluşur… Yağmur havayı daha da ısıtır ve basıncı azaltır… Rüzgar bu alçak hava basıncının yarattığı boşluğu doldurur. Genellikle deniz suyu sıcak ve hava ona göre daha soğuksa kasırgalar daha güçlü bir şekilde oluşur. Kasırgalar aslında birçok küçük fırtınadan meydana gelmektedir. Bu küçük fırtınaların hepsi bir arada daire şeklinde hareket ediyor. Kasırga gücünü arttırdıkça ortasında bizim kasırganın gözü dediğimiz bir boşluk oluşuyor. Bu noktada yağmur ve rüzgarın şiddeti en üst düzeye ulaşıyor….”2
Küresel ısınmanın yukarıda da değindiğimiz gibi, iki nedeni bulunmaktadır. Bunlardan birincisi doğal nedenlerdir. Doğal nedenleri ortadan kaldırmak veya engellemek mümkün değildir. İkinci neden ise, insanoğlunun doğal ortama olan olumsuz etkinlikleridir. İşte bu olumsuz etkinliklerden vazgeçmek ve doğru davranışlara yönelmek gerçekleştirilebilir bir durumdur.
Kasırgaların oluşumu ise ısıya bağlıdır. Küresel ısınmanın iki nedeninden birisi zararlı insan etkinlikleridir demiştik. İnsanların zararlı etkinliklerinin başında fosil yakıtların sorumsuzca ve giderek artan bir oranda kullanılması gelmektedir. Ayrıca, endüstrileşmeyle birlikte, atmosfere atılan sera etkili atıklar (CO2, CH4, N20, CFC-11, HCFC-22, CF4 gibi gazlar) ve ormanların hızla yok edilmesi bu etkinin katlanmasına neden olmuştur. Bunun nedeni ise, fosil yakıtların çoğunu tüketen, dünya nüfusunun % 15’ine sahip olan gelişmiş ülkelerdir. Endüstrileşmeyle birlikte zararlı sera gazlarının atmosfer içinde artması, insanoğlunun iklim değişimine neden olduğu tek aktivite değildir. Fotosentez yoluyla atmosfer bileşiminin korunmasına katkı koyan ormanların yok edilmesi de, bu zararlı etkinin bir diğer parçasını oluşturmaktadır. Bunun yanında, bilinçsiz tarım uygulamalarını, suyun ve toprağın bilinçsizce kirletilmesini de saymamız gerekir. Çünkü böylece topraklar tuzlanarak çoraklaşmış, çıplaklaşmış, erozyon artmış ve çöller büyümüştür.
Bütün bunlar, bir bütün olarak, küresel ısınmayı hızlandırmıştır. Son yıllardaki küresel ısınmanın artmasıyla birlikte, kasırgaların hem şiddeti artmıştır, hem de tekrarlanma aralıklarındaki süre kısalmıştır.
Uzmanlar, kasırgaların gücünü 1-5 arası bir skalayla belirtmektedirler. En düşük derece olan 1 dereceli kasırgalar güçsüz olurken, 5. derecedeki kasırgalar en güçlü olanlardır. Örneğin ABD’yi şimdiye kadar vuran ve 5. derecede kaydedilen kasırga sayısı 3 tür. Fakat küresel ısınma bu şekilde devam ederse, bu sayının giderek artacağını söylemek mümkündür. Bunu, bir bakıma, doğanın kendisine en fazla zarar veren bölgelere karşı bir tepkisi olarak görmek de mümkün olabilir.

KÜRESEL ISINMANIN SORUMLUSU KİM?
Küresel ısınmanın iki nedeninden birisinin insan etkinlikleri olduğunu söyledik. Fakat insan faktörünü biraz daha açmamız gerekiyor. Çünkü bu küresel ısınmada yeryüzünde yaşayan bütün insanların sorumluluğu veya katkısı aynı derecede değildir. Birçok musibette olduğu gibi, bu musibette de, parayı takip ettiğimizde sorumlunun kim olduğunu bulmamız mümkündür. Parayı takip ettiğimizde ise, karşımıza kapitalist tekeller ve mali sermaye egemenliği, emperyalizm çıkmaktadır.
“Büyük bir kısmı fosil yakıt tüketiminden kaynaklanan insan kaynaklı karbon emisyonları, 1850’lerde senelik 50 milyon metrik ton seviyesinden, 2000’de senelik 6500 milyon metrik ton seviyesine ulaşmıştır. Bugün dünyayı felakete sürükleyen sera gazlarını büyük ölçüde endüstrisi gelişmiş emperyalist ülkeler üretmektedirler. Bu gazlardan en önemlisi olan CO2 gazı açısından, bütün dünyanın ürettiğinin dörtte birini ABD tek başına üretmektedir. Buna karşın, gene de Kyoto Protokolünü imzalamamaktadır. Doğa ise, kendisine en fazla zararı veren bölgelere tepkisini fırtınalarla, kasırgalarla, aşırı yağışlarla ortaya koymaktadır…”
“…Son Katrina Kasırgası’nın ortaya koyduğu felaket ve sonrasına baktığımızda ise, ABD emperyalizminin insanlıktan ne derecede uzaklaştığını açıkça görmekteyiz.
Ekranlarda izlediğimiz görüntülerde, mağdur olanların genellikle yoksul ve siyah ırktan oldukları görülmektedir.
New Orleans’ta soygun, yağma, tecavüz ve hırsızlığın önüne geçilemiyor.
Devlet yurttaşlarını bu tür saldırılardan koruyup, onların daha insanca bir yaşam süreceği koşulları oluşturmak yerine, kente Irak halkına karşı katliam yapmış olan 300 askeri yerleştirmiş, bu askerlere öldürme yetkisi verilmiştir.
Yiyecek, ilaç ve su yerine kurşun.
Acaba felakete uğrayanlar, siyahî değil de varsıl ve beyaz olsaydı aynı ilgisizliğe uğrarlar mıydı?
ABD’de teknoloji gerçekten de çok ileri düzeydedir.
Felaketin boyutlarını uydu aracılığıyla çok net bir şekilde izleyebiliyorlar. Ama felakete uğrayan kendi yurttaşlarına acil önlem olarak Irak’ta katliamlara katılan silahlı ve öldürme yetkili askerler gönderiyorlar.
Sırf Katrina Kasırgası’nın maddi zararının 50 milyar dolar olduğu söyleniyor. Küresel ısınmaya neden olan uygulamalara devam edildiği sürece, bu zararların daha da artacağını söylemek her halde kâhinlik olmayacaktır.
Bütün bu felaketler birilerine kaybettirirken, birilerine de para kazandırmaktadır. Kaybedenler, her zamanki kaybedenlerdir.
Yani halk.
Kazananlar ise, her zamanki kazananlardır, yani kapitalistler.
İşte anamalcı sistemin ruhu budur.
Sistem hep anamalcı sömürgenlerin kazanması üzerine kurulmuştur.
ABD emperyalizmi ise, ırkçıdır, sömürücüdür, katliamcıdır.
Kendi yurttaşlarına karşı bile ayrımcıdır.
New Orleans’ta yaşananlar, aslında emperyalizmin gerçek yüzünü ve bilinçaltını bir kez daha ortaya çıkartmıştır.
Yerküre hızla doğal felaketlere koşmaktadır. Bu felaketlerin birinci dereceden sorumluları ise, anamalcılardır, emperyalistlerdir. Bunların başında da, ABD emperyalizmi gelmektedir. Emperyalizmin bu yüzünü görüp, ona karşı mücadeleyi hedeflemeyen bir çevreci anlayışın gerçek anlamda çevreci olması, bence mümkün değildir.
Umarım Katrina’nın nefesi, bu sömürgenlerden kurtulması için insanlığı uyandırmaya yeter. Çünkü gelinen noktada, emperyalizm, bütün yer küreyi felaketlere sürüklemektedir.”3

Kişi başına senelik karbon emisyonları4

Doğrusal ve logaritmik ölçekler üzerinde dünya enerji tüketimi4

Dünya doğum ve ölüm oranları (C. M. Cippola; US Bureau of Census)(4)

Doğrusal ve logaritmik ölçekler üzerinde dünya nüfus artışı (UNPD)4

Yukarıdaki grafiklere baktığımızda, dünya nüfusunun 1800-2000 yılları arasında çok hızlı bir şekilde arttığı açıkça görülmektedir. Ayrıca kişi başına tüketilen enerjinin her geçen sene arttığı; bu artışın, endüstrisi gelişmemiş ülkelerin gelişiminin devam edecek olması nedeniyle, yükselmeye devam edeceği bir gerçektir. Hem nüfusun artması, hem de dünyanın geri kalmış bölgelerinin teknolojik gelişiminin tamamlanacak olması, önlenemez bir enerji tüketim artışını getirmektedir. Enerjinin tüketimi ise, mevcut enerji kaynaklarından fosil yakıtların kullanılması durumunda, sera etkili gazların daha da artması anlamına gelmektedir. Bunun sonucunun ne olacağı ise, şimdiden ortaya çıkmıştır.
Diğer yandan, enerjinin etkin kullanılması gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Enerjinin etkin kullanılması için, hem üretilen ürünlerin israf edilmemesi, hem de bu ürünlerin en az enerjiyle üretilmesi gerekmektedir. Oysa anamalcı sistemlerin temel ruhu israf üzerine kurulu olduğu için, hem enerji pazarlayıcıları, hem de endüstriyel ürün üreten işletme sahipleri bu durumla çelişmektedirler. Enerji pazarlayıcısı, hem pahalı hem de fazla enerji pazarlarsa fazla kâr elde edecektir. Sanayici ise, ürettiği ürünü en az enerjiyle üretmenin yollarını arayacaktır. Ama diğer yandan da, ürettiği ürünlerin sürümünün fazla olması için, ucuz ama sınırlı dayanıklılıkta ürünler üretmek işine gelmektedir. Böylece sürümden kazanabilmektedir. Fakat bu durum ise, malzemelerin israf edilmesini getirmektedir. Bu açıdan bakınca, anamalcı sistemin bir israf sistemi olduğunu bir kez daha görmekteyiz. Üstelik bu israf, sadece meta ve enerjiyle de sınırlı değildir. Anamalcı sistemdeki rekabet anlayışı, bilimin ve tekniğin de israfına neden olmaktadır. Çünkü dünyaya bir bütün olarak bakacak olursak, kullanılan teknolojiler ne kadar yeni ve çevreci olursa, doğaya verilen zarar da o ölçüde az olacaktır. Ama bu, anamalcı sistemlerde, çıkar çevrelerinin işine gelmemektedir. Bu durumda bilgi, dolayısıyla teknoloji, paylaşılmadığı (hatta emperyalist ülkelerin tekelinde toplandığı) için, verimsiz ve çevre katili teknolojiler kullanılmaya devam edilmektedir. Bu kıran kırana savaşta, “enerji-ekoloji-ekonomi” faktörlerini en uygun şekilde değerlendirmede (optimizasyon) “ekonomi” daha ağır basmakta, başka bir söyleyişle kâr hırsı belirleyici olmakta, enerjinin etkin kullanımı ve çevresel etkiler geri plana itilmekte rekabette üstünlük ve kâr için gerektiğinde hatta hiçbir şeye kulak asılmamaktadır.
Diğer yandan, günümüzde bilim insanlarının uyarıları, halkların baskısı ve gelişen doğal afetler, anamalcıları ve bir kısım emperyalist devletleri de tutumlar geliştirmek zorunda bırakmıştır. Kyoto Protokolü bunun sonucu ortaya çıkmıştır. Kyoto Protokolü, her ne kadar emperyalist ülkelerin çıkarlarını koruyucu bir takım özelliklere sahip olsa da, dünya kamuoyunun ve dürüst bilim insanlarının baskı oluşturması durumunda, daha adaletli bir şekle ve uygulamaya kavuşabilir. Yoksa mevcut gidişe bakarsak, küresel ısınmanın faturasının, bu ısınmada en az sorumluluk sahibi olan dünya işçileri ve mazlum halklara yıkılmak istendiği açıkça görülür.
Bir bütün olarak baktığımızda, insanlığın geleceğiyle ve çıkarlarıyla anamalcılık ve emperyalizm çelişmektedir. İnsanlığın geleceğinin kurtulması, ancak anamalcı sistemlerden ve onun kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan emperyalizmden kurtulması, yarınlarını doğayla uyumlu enerji kaynakları ve endüstriden ulaşıma kadar, üretim ve yaşam koşullarını çevreci uygulama teknikleriyle planlamasıyla mümkün olacaktır.

1 Prof. Dr. Şükrü ERSOY, YTÜ Doğa Bilimleri Araştırma Merkezi.
2 Chris Landsea, Merkezi Miami’de bulunan Ulusal Kasırga Merkezi’nde meteoroloji uzmanı
3 E. Ş., Günlük Evrensel, 05.09.2005 “Yaşadıkça”
4 Ali K. SAYSEL, “Küresel Ekolojik  Kriz ve  İklim Değişimi”, Ocak 2005

Küresel Isınma ve Su Sorunu

Bazı bilim insanlarının teorilerine göre; yerküre bundan milyonlarca yıl önce de bir takım iklimsel değişimlere uğramıştır. Fakat bu iklimsel değişimler basit bir meteorolojik olay olarak kalmamıştır. Yeryüzündeki canlıların topluca yok olmasına neden olmuştur. “En kitlesel yok oluşlar, iklimsel değişimle gerçekleşmiştir.”

Bilim insanlarının bulguları, bundan 251 milyon yıl önce yeryüzündeki yaşamın neredeyse sıfırlandığını göstermektedir. 251 milyon yıl önce, yeryüzündeki kara parçaları henüz birbirinden ayrılmamışlardı. Karalar Pengea adlı süper bir kıtada birleşik durumdaydılar. İşte bu dönemde ortaya çıkan iklimsel değişim, denizdeki canlıların yüzde 90’ını, karadaki canlılarınsa yüzde 75’ini yok etmiştir. Bilim insanları, bunu, fosil kayıtlara dayanarak ileri sürmektedirler.*

Aslında bu toplu yok oluşla ilgili olarak iki değişik teori bulunmaktadır. Bunlardan daha önceki teori, bundan 65 milyon yıl önce meydana gelen bir kitlesel yok oluştaki gibi, 10–20 km çapında meteorların dünyaya çarpması sonucu ortaya çıkan toplu yok oluş teorisidir. Diğer bir görüş ise, bu toplu yok oluşun birden değil, uzunca bir süre devam eden bir küresel ısınma sonucunda olduğudur. Gerek çarpma teorisiyle ilgilenenlerin, gerekse iklim değişimi sonucu kademeli yok oluşu savunanların görüşleri daha geniş şekilde değişik kaynaklardan incelenebilir. Ama dikkate değer konu şudur. Teoriler, toplu yok oluşun nedenini hava sıcaklığının aşırı artması ve oksijen yetersizliği olarak açıklamaktadır. Sonuçta, toplu yok oluşa neden olan en önemli etkenin iklimsel değişim olduğu ortaya çıkıyor.

Bundan milyonlarca yıl önce iklimsel değişimin nedeni neydi? Bu sorunun yanıtı, Sibirya Kapanı denen yerde çok uzun süren volkanik faaliyetler olarak verilmektedir. Ama neden sadece bu değildir. Bir taraftan volkanlar dünyayı ısıtıyor, diğer yandan ise okyanusun altında donmuş şekilde duran büyük metan rezervleri de açığa çıkarak “atmosferde dizginlerinden boşanmış bir ısınmaya” neden oluyor. Bu arada oksijen de azalmaya başlıyor. Atmosferdeki oksijen oranı yüzde 16 oranına düşüyor. (Günümüzde bu oran, yüzde 21’dir.) “Bu ise, 5000 metre yüksekliğindeki dağın tepesinde zorlukla alınan nefese eşittir.” Washington Üniversitesi Profesörlerinden Peter Ward, bu konuları araştıran ekibin başındaki kişi olarak, şu görüşü ileri sürmektedir. “Sıcaklık arttıkça arttı ve kritik noktaya geldiğinde her şey öldü. Yaşam türlerinin çoğu dayanılmaz sıcaklık ve oksijen yetersizliğinin oluşturduğu çifte felaketle baş edemedi.”**

Büyük çarpma teorisini öne sürenlerin ve küresel ısınma sonucu bu yok oluşun olduğunu savunanların teorilerinde; bu felakete insan etkinliklerinin neden olmamış olduğu ortak noktadır. Yani insanın dışında gelişen doğal olaylar sonucu bu yok oluşlar gerçekleşmiştir. İşin teknik yanını, bu farklı teorileri ileri süren bilim insanlarının tartışmalarına terk ederek günümüze dönecek olursak; bugünkü küresel ısınmanın baş sorumlusunun insan etkinlikleri olduğunu görürüz. Bunun başlangıcının da 1760’lara dayandığını görmekteyiz. Çünkü sanayi devrimini başlaması ve gereksinim duyulan enerjinin fosil yakıtlardan karşılanması, bugünkü duruma gelmenin ilk temellerini oluşturmuştur. Tabiî ki, sorun, sadece bu kadarla da kalmadı. Bir yandan fosil yakıtlar yakılırken, diğer yandan da ormanlar hızla yok edilerek, atmosferdeki bu fazla karbondioksiti yok ederek, biokütleye dönüştürecek organizmalar azaltılmaya başlandı. Böylece atmosferdeki karbondioksit miktarı giderek artmaya başladı. Bu artış, son 50 senede iyice katlanınca, günümüzde geri dönüşü olmayan noktaya ulaştı.

 

Bunun doğal sonucu olarak atmosfer ısınmaya başladı. Atmosferdeki bu ısı artışının “geçtiğimiz yüzyılda 0,6 derecelik bir değerde gerçekleştiği hesaplandı. Bulunduğumuz yüzyıldaysa ısınmanın 6 dereceyi bulması bekleniyor.”* Yani şu ana kadarki ısınmanın tam 10 katı bir ısınma öngörülmektedir. Bu konularla ilgili olarak birçok kaynakta teknik bilgiler sıralanmaktadır. Fakat bu nedenler öyle bir dille anlatılmaktadır ki; sanki küresel ısınma kendiliğinden olmuş ya da bunun sorumlusu herkesmiş gibi gösterilmektedir. Bu problemi başımıza açanlara değinildiği zaman da pek suya sabuna dokunulmamaktadır.

Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, bu seferki küresel ısınmanın sorumlusu insan etkinlikleridir. Fakat bu sorumluluk bütün insanlar için aynı oranda değildir. Bu sorumluluk, hem ülkeler, hem de bireyler açısından eşit değildir. Eldeki bulgular, en zengin ülkelerin en fazla sorumlu olduğunu göstermektedir. (Bunların başında da, dünyanın ürettiği CO2’nin dörtte birini üreten ABD gelmektedir.) Ülkelerdeki bireyler ölçeğinde ise; gene en zenginlerin en fazla karbondioksit ürettiklerini görmekteyiz. Yani şöyle diyebiliriz; dünyada toplu yok oluşların eşiğine gelmemizin baş sorumluları; fabrikaları, enerji ve maden kaynaklarını vb. elinde toplayan ve “gereksiz masraf” sayarak arıtma vb. önlemlerinden uzak durduğu kadar, hem yenilenebilir hem de doğa ve insana zararsız enerjiden uzak duran, iktisadi ve siyasi olarak egemen olduğu sömürü üzerine bir düzen kurarak, tüm üretimi ve ısınması, ulaşımı dahil tüm toplumsal yaşamı doğanın tahribatı üzerine kuran, dünya nimetlerinden en fazla yararlanan anamalcılardır. Bütün bunların nedeni, onların doymak bilmez açgözlülükleridir. Sonra diğer kesimlerin sorumlulukları gelmektedir. Eğer bir bedel ödenecekse, bu sorunda en fazla sorumluluğu olanların en fazla bedeli ödemesi gerekir. Ama gelin görün ki, gene bedeli mazlum halklara ve yoksullara ödetmek için bin bir türlü oyuna başvurulmaktadır, gelecekte de bu tarzda hareket edecekleri bellidir. Sorunun bu boyutuna, Ö.D. Kasım 2005 163. sayıda “Küresel ısınma, kasırgalar ve kapitalizm” başlıklı makalede değinmiştik. Ayrıca iklimsel değişimle ilgili olarak, Evrensel gazetesinin Şubat ayı içerisinde yayınlanan Hayat ekleri, değişik açılardan ve değişik bilim insanlarının, uzmanların görüşlerini geniş bir şekilde vermiştir. Diğer yandan, internette yapılacak küçük bir araştırma, onlarca makaleye ulaşılmasını sağlayacaktır. Bu bilgilere isteyen herkesin internetten ulaşması mümkün olduğu için, aynı bilgileri tekrar etmemekte yarar görmekteyiz. Ama gene de, atmosferdeki karbondioksitle sıcaklık değişimi arasındaki ilişkiyi gösteren aşağıdaki grafiği vermeden geçemeyeceğim.

Dünyadaki suyun, kimine göre yüzde 97’si, kimine göre ise yüzde 97,5’i tuzlu sulardan oluşmaktadır. Geriye klan yüzde 2,5–3 gibi bir kısım ise, tatlı sudur.

Bu tatlı suyun yüzde 68,3’ü buzullar ve buz dağlarından oluşmaktadır. Yeraltı sularıysa yüzde 31,4 tür. Yani yeryüzündeki su, tatlı suların sadece 0,3 gibi küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Bunun da yüzde 87’si göllerde, yüzde 11’i bataklıklardadır. Nehirlerdeki suyun miktarı ise sadece yüzde 2’dir. Uzaydan bakınca suküre gibi görünen dünyamızın içilebilir ve kullanılabilir su konusundaki durumu budur.

Bugün dünyamızda suyla ilgili olarak şöyle bir tablo daha görmekteyiz.

·           Dünyanın yüzde 20’si yeterli su hizmeti alamıyor.

·           Bir milyardan fazla insan içecek yeterli temiz su bulamıyor.

·           2,5 milyardan fazla insan su kaynaklı hastalıklara karşı korunamadığı için, her gün 10 bin ila 20 bin çocuk ölüyor. Aslında bu ölümler önlenebilir durumda.

·           Latin Amerika, Afrika ve Asya’da kolera salgınları yaygın durumdadır. Hindistan’da ise, insanlar arsenik karışmış su içiyorlar.

·           Sulamada kullanılan su, dünyada kullanılan tatlı suyun yüzde 73’üdür.

·            2010 yılında sulanan tarım alanının 290 milyon hektar, 2050 yılında ise 330 milyon hektar olacağı hesaplanmaktadır. Dünyada işlenebilir toplam arazi ise, 3,2 milyar hektar civarındadır. Şu an kişi başına düşen tarım arazisi 0,23 hektar iken, bu miktar 2050 yılında nüfus artışından ötürü 0,15 hektar düşecektir.

Peki, dünyadaki su kaynakları insanların ve diğer canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için yeterli midir?

Bu sorunun yanıtı; eğer kaynaklar kirletilmemiş olsaydı ve paylaşılabilseydi, evet olurdu. Ama karşımızda iki temel sorun var. Birincisi, su kaynaklarının yer kürenin her tarafında eşit bir şekilde dağılmış olmaması; ikincisi ise, var olan su kaynaklarının da hızla kirletiliyor olmasıdır. Tatlı su kaynaklarının yüzde 31,4’ünü oluşturan yeraltı sularıdır, demiştik. Deniz seviyesinin yükselmesi ve yeraltı sularının bilinçsiz tüketim sonucu azalması, yani seviyesinin düşmesi sonucu büyük oranda deniz suyu ile karışarak, yeraltı sularının önemli bir kısmının da kullanım dışı kalması tehlikesi bulunmaktadır. Diğer yandan, yüksek dağların başındaki buzulların erimesi ve ortadan kalkması sonucu, yerüstü sularının yanı sıra yeraltı sularını da besleyen ana kaynaklardan birinin ortadan kalmış olması, bu sıkıntıyı artırıcı bir özellik taşıyacaktır. Öngörülere göre, önümüzdeki yıllarda küresel iklim değişimine bağlı olarak; Fırat-Dicle nehirlerini besleyen bölgelere düşecek yağış miktarında önemli bir azalma söz konusu olacaktır. Bu nehirlerin suyunun azalması ve ülkemizin gereksinimi olan suyun karşılanması için daha fazla suya gereksinim duyacak olmamız, bölgemizde bulunan ve bu nehirlerin suyuna yaşamsal bağımlılığı olan ülkelerle karşı karşıya gelmemize neden olacaktır. Bu konuda şimdiden bir takım homurtular ortaya çıkmış durumdadır. Ama Türkiye, bugüne kadar barışçı ve dengeli bir politika izlemiştir. Örneğin, barajları yaparken sınır ülkelerin durumları da göz önüne alınmıştır. Ama Bulgaristan aynı şeyi Türkiye’ye yapmamıştır. Tatlı su ile ilgili çatışmalar eski çağlardan beri süregelmiştir aslına. “Örneğin Mezopotamya’daki yazılı kayıtlar, yaklaşık 4500 yıl önce, Ortadoğu’daki iki devletin; Umma ve Lagaş’ın sulama suyu kanallarının denetimi konusunda ciddi şekilde çatıştığını gösteriyor.”* Tabiî ki, bütün komşularımızla iyi ilişkiler ve karşılıklı halkların çıkarlarını gözeten bir ilişki içerisinde olmak herkesin yararınadır. Ama emperyalist güçlerin her durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanma alışkanlıklarını da göz ardı etmemek ve oyuna gelememek gerekir.

Suların kirletilmesi sorununu bizim ülkemizde de yaşanmaktadır. Bir zamanlar kirleri temizleyen bazı akarsularımızın kendisi kirlilik kaynağına dönüşmüştür. Yeraltı sularımızın bilinçsiz bir şekilde ve verimsiz bir şekilde tüketilmesi devam ediyor. Yeraltındaki suyun seviyesi, bu nedenle, her geçen gün düşüyor. Örneğin Konya ovasındaki yeraltı suyunun seviyesi, her yıl 1–2 metre düşmektedir. Ayrıca gene Konya ovasında, yeraltı galerilerindeki suların seviyesinin düşmesi sonucu ortaya çıkan boşluklar yüzünden oluşan çökmeler, televizyon programlarına bile haber kaynağı olmaktadır. Çünkü bu çöküklerle, adeta krater gölü gibi göletler ortaya çıkmaktadır.

Ama bundan daha beteri ise; yeraltı sularımızın hızla kirletilmesidir. Tarımda bilinçsiz kullanılan kimyasal gübreler ve kimyasal zehirler yeraltı sularını hızla kirletmeye devam ediyor. Diğer yandan, AB ve diğer emperyalist oluşumların, kendi ülkelerinin toprağını, suyunu kirletmemek için bizim gibi ülkelere kurdukları kimyasal ürün fabrikalarının atıklarının yaptığı kirlilik bulunmaktadır. Çevresel etkileri fazla olan veya enerjiyi fazla tüketen endüstri dallarını kendi ülkelerinin dışına çıkartmaktadırlar. Bu fabrikaları kendi ülkelerine kurmamalarının nedeni, kendi çevrelerini korumak içindir. Bizim çevre standardımız düşük olduğu için, bu fabrikaları bizim ülkemize kurmak, onların kârlılığını artırmaktadır. Çünkü Türkiye’de doğayı kirletmenin herhangi bir bedeli bulunmamaktadır. Aynı fabrikaları kendi ülkelerinde kuracak olsalar, arıtma tesisleri ve işlemleri nedeniyle aynı ürünü daha pahalıya mal edeceklerini biliyorlar. O nedenle bizim ülkemizde üretim yaparken, bir yandan da çevre standartlarımızın düşük kalması için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bugün ülkemizde bir yılda üretilen zararlı atık, yaklaşık 1 milyon 600 bin ton civarındadır. Kocaeli’nde bulunan İzaydaş’ın yıllık atık yok etme kapasitesi ise, 100 bin tondur. Geriye kalan 1,5 milyon ton zehir ne oluyor dersiniz? Bu atıkların tamamı; havaya, yerüstü ve yeraltı sularına, denize ve toprağa karıştırılmaktadır. Bir bakıma vatan toprakları asıl bu şekilde kaderine terk edilmektedir.

Şimdi ülkemizde suyun durumuna kısaca bir göz atacak olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır.

·           Ülkemizde kişi başına düşen yıllık su miktarı 1830 metre küptür. Bu miktarın, 20 yıl sonra, 980 metre küpe ineceği öngörülmektedir. Şu an dünya ortalamasıysa, 7600 metre küptür.

·           Yenilenebilir su potansiyelimiz 234 milyar m3 tür. Bunun 41 milyar m3 ü yeraltı suyu, 193 milyar m3’ü de yerüstü sularından oluşmaktadır. Ekonomik anlamda tüketilebilecek yer altı ve yerüstü suyumuzun miktarı ise, 110 milyar m3 olarak tahmin edilmektedir.

·           Suyun yüzde 72’si tarımda, yüzde 18’i konutlarda, yüzde 10’u ise sanayide kullanılmaktadır.

·           Tarımda uygulanan sulama sisteminin yüzde 88’i ilkel bir yöntem olan “salma” yöntemidir. Oysa damla yöntemiyle en az yüzde 70–80 arası tasarruf sağlanmaktadır.

·           Son 40 yılda, sulak alanlarımızın yarısını kurutmuş durumdayız. Bu kuruma ya da kurutma işi hâlâ devam etmektedir.

·           Nehirlerimiz, göllerimiz, su havzalarımız ve yeraltı sularımız hızla kirletilmektedir.

·           Topraklarımızın 25,8 milyon hektarlık kısmı sulanabilir arazilerden oluşmaktadır. Ekonomik olarak sulanabilir arazi ise, 8,5 milyon hektardır. Şu an, bunun da 4,9 milyon hektarlık kısmı sulamaya açılmış durumdadır.

·           Dünyada sulanabilir araziler tarım yapılan arazilerin yüzde 17’sini oluşturmasına karşın, bitkisel üretimin yüzde 40’ı bu alanlardan elde edilmektedir.

Yukarıdaki tabloya baktığımızda, asıl sorunun, “Ayşe teyze”nin banyo yapması ya da bulaşığını bol su ile durulaması olmadığı ve olamayacağı net olarak anlaşılacaktır. Asıl sorun, suyun kirletilmesidir. Öncelikle su havzalarının korunması gerekiyor. Bunun için su havzalarında eğer tarımsal faaliyetler yapılacaksa, bu uygulamaların kirletici olmamasına, özellikle bu havzalarda hiçbir yapılaşmaya izin verilmemesine dikkat etmek gerekmektedir. Ancak bu şekilde yeraltı ve yerüstü sularımızın kirletilmesinin önüne geçilmesi mümkün olacaktır. Tarımda kullanılan suyun daha etkin kullanımı için; sulama yöntemlerinin damla yöntemine dönüştürülmesi gerekmektedir. Şehir sularının şebeke kayıp ve kaçaklarının yüzde 40’lardan, olması gereken en az düzeye indirilmesi gerekmektedir. İşte bütün bunlar yapıldıktan sonra, sıra, dişlerimizi fırçalarken ne kadar su tüketeceğimize, ya da daha az su kullanmamızı sağlayan tuvaletler kullanmamız konusuna da gelecektir.

Diğer yandan, su bedelleri oldukça yüksek olduğu için, dar gelirli insanlar zaten tasarruf yapmaktadırlar. Nerede görülmüş halkımızın küvetleri sıcak suyla doldurup köpüklü banyo yaptığı? İnsanlarımızın çoğu bu tür sahneleri ancak filmlerde görmektedirler. Yani kimse merak etmesin, halkımız çok iyi tasarruf etmektedir. Aynı şekilde, elektriği, yakıtı ve telefonu da idareli kullanmaktadır halkımız. Zaten öyle olmasa, su, elektrik, telefon faturaları ödenemeyeceği için ilgili şirketlerce kesilir ve yüzde yüz ‘tasarruf’ sağlanmış olur.

Peki, hiç mi tasarruf yapmayalım?

Elbette ki, hem tasarruf yapma noktasında, hem de koruyucu önlem alma noktasında, hem kurumlara, hem de bireylere düşen önemli görevler vardır. Bir kere, suyun yaşamın kaynağı olduğunu hiçbir şekilde unutmamak lazımdır. “Akan su pislik tutmaz” deyip atıklarımızı akarsulara vermemek gerekir. Su havzalarının korunması için gerekli düzenlemelerin yeniden gözden geçirilmesi ve kirletici unsurların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Böylece yerüstü sularımız korunmuş olacaktır. Özellikle sanayinin ve kentsel atıkların suları kirletmesine engel olunmalıdır. Bu arada, tabiî ki, “Ayşe teyze” de, kullandığı plastik poşetten, ömrünü tamamlamış bir pile kadar her türlü zararlı atıkları doğaya bırakmayıp, geri dönüşüme katmalıdır. Bunun devamı ise, bu tür atıkları alıp gerekli yerlere iletecek bir yerel yapılanmanın varlığıyla sağlanır.

Ülkemizde ve dünyada; gelen bu tehlikeye karşı önlem almak için, öncelikle, kirli teknolojilerden uzaklaşmak, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek zorunluluktur. Ve bu zorunluluğu, bu kirlilikte en fazla sorumluluğu olanlar da görmüşlerdir. Ama onların dertleri, bu durumu bile kendileri açısından bir kârlılığa dönüştürmek, en azından zararsız kapatabilmek veya bu zararın çoğunu diğer ülkelere ve “aşağı sınıflar”a, halka yıkabilmektir. Bunun için bir takım önlemleri aslında 1980’li yıllardan bu yana almaktadırlar. Özellikle enerjinin etkin kullanımı konusunda oldukça ileri adımlar atmış durumdadırlar. Gerek konutlarda, gerekse endüstride enerjinin etkin kullanımını sağlamış durumdalar. Bu durumda bile, daha da iyi duruma getirmek için çalışmalarına devam etmektedirler. Şimdi özellikle yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına yönelik çalışmalar bu ülkelerde hızla sürmektedir. Bugün Almanya’da, sırf rüzgâr enerjisi santrallerinin kurulu gücü 20 bin MW’ın üzerindedir. Özellikle güneş ve rüzgâr enerjisi, endüstrisi gelişmiş ülkelerin gözde enerji kaynaklarındandır. Yeni yapılan binaların çatıları ve dış yüzeylerinin enerji üreten güneş panellerinden oluşması olağan bir uygulama olmuştur. “Almanya’da yeni konutlar metre kare başına 40 kWh enerji tüketiyor. Bu değer bizim ülkemizde ortalama 300 kWh’tır.”* Bir yandan enerjiyi etkin kullanan bu ülkeler, diğer yandan kendi çevrelerini korumak adına kirli teknolojilerini ülkelerinin dışına çıkartmaktadırlar.

Yaklaşan bu küresel tehlikeden insanlığın kurtuluşu; enerjinin etkin kullanımı, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının yaygınlaştırılması, çevreyle uyumlu teknolojilerin kullanılması, çevreye zarar veren teknolojilerin ve fosil yakıtların kullanılmamasıyla mümkündür. Bu arada, elbette ki, atmosferdeki karbondioksiti azaltmak için ormanların geliştirilmesi gerekmektedir. Bütün bunlar yapılsa bile, dünyanın dengesini bulabilmesi yüzlerce yıl sürecektir. Ama en azından canlıların ve bitkilerin, dolayısıyla insanların kitlesel yok oluşlarının önüne geçilmiş olunacaktır. Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi ise, bu felakete neden olanların ikna edilmesi veya etkisizleştirilmesiyle mümkündür.



* Bilim ve Teknik 2005 Şubat sayısı

** Agy.

* Bilim ve Teknik 2001 Haziran sayısı

* Bilim ve Teknik 2001 Nisan sayısı

* T.S. Uyar, 11 Şubat 2007 Evrensel Hayat

Kyoto Protokolü ve Emisyon Ticaretinin Ülkemize Olası Yansımaları

kyoto protokolü ve emisyon ticaretinin ülkemize olası yansımaları

ENVER ŞAT

 

GİRİŞ

Küresel ısınmanın insan etkinliklerinden kaynaklandığının kesinleşmesinden sonra, sera gazı salınımının sınırlandırılmasının, hatta düşürülmesinin bir zorunluluk olduğu ortaya çıktı. Bu konuda sadece bilim insanları değil, görünüşte devletler de gerekli önlemleri almanın kaçınılmaz olduğu konusunda görüş birliğine varmış durumda. Fosil yakıt kullanımının sınırlandırılması için 11 Aralık 1997 yılında Japonya’nın Kyoto kentinde bir protokol imzalandı. Fakat yürürlüğe girmesi için; “gelişmiş ülkeler” olarak tanımlanan ve Kyoto Protokolünde Ek 1’de (bakınız: Kyoto protokolü tutanakları) gösterilen ülkelerden; en az 55 ülkenin katılımı ve bu ülkelerin CO2 salınımlarının, toplam CO2 salınımının %55’ini oluşturması gerekmekteydi. Bu koşullar ancak 16 Şubat 2005 yılında gerçekleşebildi. Şubat 2009’da Türkiye’nin de katılımıyla, ülke ve diğer devletlere bağlı örgütlerden oluşan sayı 181’e çıktı.

Kyoto Protokolü, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda –kuşkusuz kapitalizm koşullarında olabildiğince– mücadeleyi sağlamaya yönelik uluslararası tek çerçevedir. Bu açıdan önemlidir. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde imzalanmıştır. Bu protokolü imzalayan ülkeler, karbon dioksit ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salınımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa “emisyon ticareti” yoluyla haklarını arttırmaya söz vermişlerdir. Protokol, ülkelerin atmosfere saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki düzeyin %5,2 altına düşürmelerini gerekli kılmaktadır. Koşulların 2012 yılına kadar sağlanması bir yükümlülük olarak kabul edilmiştir. Buna rağmen, pratikte birçok ülke belirli sanayi kuruluşlarına sınırlamalar koymuştur (kâğıt endüstrisi, enerji santralleri gibi). AB’de bu uygulama vardır ve birçok ülke de buna doğru kaymaktadır. Buna göre, belirlenen seviyeden fazla salım yapacağını anlayan bir şirket, anlaşmanın kapitalist içeriğini kanıtlamak ve göstermek üzere, bir şekilde başka yerlerden “Karbon Kredisi” bulmak zorundadır. Bu da, Karbon ticaretini ve borsasını ortaya çıkarmıştır. Kyoto Protokolü’nü ekonomik açıdan önemli kılan da, bu “emisyon ticareti”dir.

Şimdi, konuyu daha anlaşılır kılmak için, bazı başlıklar altında özetlemek yararlı olacaktır.

 

KYOTO PROTOKOLÜ’NÜN GÖRÜNÜRDEKİ TEMEL PRENSİPLERİ

· Kyoto Protokolü devletler tarafından desteklenir ve BM şemsiyesi altında küresel kurallar ile belirlenir.

· Devletler iki genel sınıfa ayrılmıştır: Gelişmiş ülkeler, bu ülkeler Ek 1 ülkeleri olarak anılmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler, bu ülkeler Ek 1’de yer almayan ülkeler olarak Ek2’de yer almaktadırlar. Bu ülkeler, gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanmaktadırlar. Ek 1’de yer almayan ülkelerin sera gazı sorumlulukları yoktur ve her yıl sera gazı envanteri raporu vermelidirler.

· Kyoto Protokolündeki hedeflerine uymayan herhangi bir Ek 1 ülkesi, bir sonraki dönem azaltma hedeflerinin %30 daha azaltılması ile cezalandırılacaktır.

· 2008 ile 2012 arasında, Ek 1 ülkeleri, sera gazı salınımlarını 1990 yılı seviyesinden ortalama %5 aşağıya çekmek zorundadırlar (birçok AB üyesi ülke için, bu, 2008 için beklenilen sera gazı salınımlarının %15 aşağısına denk gelmektedir). Ortalama salınım azalmasının %5 olarak belirlenmesine rağmen, AB üyesi ülkelerin salınım hedefleri, %8 azaltma ile İzlanda tarafından hedeflenen %10 artırıma kadar değişmektedir. Bu azaltma hedefleri, 2013 yılına kadar belirlenmiştir.

· Kyoto Protokolü, Ek 1 ülkelerinin sera gazı salınımı hedeflerine ulaşmak için başka ülkelerden salınım azalması satın alabilmeleri esnekliğine imkân tanımıştır. Bu, çeşitli borsalardan (AB Salınım Ticaret Borsası gibi) veya Ek 1’de yer almayan ülkelerin salınımlarını azaltan Temiz Gelişim Tekniği (TGT) projeleri ile veya diğer Ek 1 ülkelerinden satın alınabilinir. Yani, gelişmiş ülkeler belirli ödemeler karşılığı gaz salınımı yapabilmektedirler.

· Sadece TGT Yönetim Kurulu tarafından onaylanmış Onaylı Salınım Azaltımları (OSA) alınıp satılabilir. BM çatısı altında, Kyoto Protokolü Bonn merkezli Temiz Gelişme Tekniği Yönetim Kurulu’nu, Ek 1’de yer almayan ülkelerde gerçekleştirilen TGT projelerini değerlendirip onaylaması için kurmuştur. Bu projeler onaylandıktan sonra OSA verilir.

Pratikte bu kurallar, Ek 1’de yer almayan ülkelerin sera gazı sınırlamalarına tabi olmadıklarını, ama sera gazını azaltan bir projenin bu ülkelerde uygulanması durumunda elde edilen Karbon Kredisinin Ek 1 ülkelerine satılabilineceğini anlatır.

KYOTO PROTOKOLÜ’NÜN YAPTIRIMLARI VE SORUMLULUKLARI

Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Uygulama Birimi’nin bir Ek 1 ülkesinin salım hedeflerine uymadığına karar vermesi durumunda, o ülkenin, salım hedefi farkı ile birlikte fazladan %30 daha salımını azaltması gerekmektedir. Aynı zamanda ülke salım ticareti programın yüzde 50’sini kapsamaktadır.

BMİDÇS, “ortak fakat farklılaştırılmış” sorumluluklar tanımlamaktadır. Ortak ülkeler;

1. Tarihsel ve güncel küresel sera gazı salımının gelişmiş ülkeler tarafından gerçekleştirildiğini,

2. Gelişmekte olan ülkelerin kişi başı gaz salımlarının halen düşük olduğunu,

3. Gelişmekte olan ülkelerin küresel salımlarının sosyal ve gelişimsel ihtiyaçlarına göre artacağını kabul ederler.

Yani; Çin, Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkeler, anlaşma gereklerinden muaftırlar. Çünkü şu andaki iklim değişikliklerine neden olan salımların ana sorumlusu değildirler.

Kyoto Protokolünü eleştirenler, gelişmekte olan ülkelerin ve özellikle Çin, Hindistan gibi ülkelerin, yakın bir zamanda en fazla sera gazı salımı yapan ülkeler olacağını söylemektedirler. Aynı zamanda, protokol sınırlamaları yüzünden gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere çıkış olacağını ve dolayısıyla net sera gazı salımlarının değişmeyeceğini söylemekteler. Bu açıdan bakıldığında, haksız sayılmazlar. Örneğin Çin, 2002 yılında küresel düzeyde atmosfere salınan sera gazlarının yüzde 13,6’sından sorumlu ve bu oran, Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra, ikinci büyük rakamdır. Yine Hindistan, yüzde 4,2 ile atmosferi en fazla kirletenler arasında beşinci sıraya yükselmiş durumdadır.

 

KYOTO PROTOKOLÜ’NDE “EK1” VE “EK2” ÜLKELERİ

Protokolde belirtilen Ek1 ülkeleri, endüstrisi gelişmiş ülkelerdir. Bilindiği gibi, endüstrisi gelişmiş ülkeler atmosfere en fazla sera gazı bırakan ülkelerdir. Bu ülkelerin başında da ABD gelmektedir. ABD, tek başına, bütün dünyanın atmosfere bıraktığı sera gazının dörtte birinden sorumludur. Buna karşın, henüz Kyoto Protokolü’nü imzalamamıştır.

Protokol’de Ek2’de yer alan ülkeler ise, endüstriyel açıdan geri kalmış ve sera gazı salınımı kişi başına dünya ortalamasının altında kalan ülkelerdir. Yani küresel ısınmaya neden olan değil, küresel ısınmanın mağduru durumundaki ülkelerdir. Tabiri caizse “gaz piyasası”nda, bu ülkelerin emisyon fazlası değil, emisyon alacağı bulunmaktadır. Bu durum ise, Ek1’deki ülkelerin, Ek2’deki ülkelerin kullanılmamış emisyon haklarını ucuza kapatarak, kendilerine yüksek kârlar sağlamasına olanak yaratmalarına yaramaktadır. Bu olaya, “emisyon ticareti” denmektedir. Ve tabii ki, “zengin dünyanın” yükü gene “fakir dünyanın” üzerine yıkılmaktadır.

Türkiye, daha önce, hem Ek1, hem de Ek2 listesinde yer almakta idi. Fakat kendi başvurusu üzerine 2001 yılında Fas’ta yapılan toplantıda Ek2’den çıkartılmış, sadece Ek1 listesinde yer almaktadır. Kyoto Protokolüne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun tasarısı, 05.02.2009 tarihinde, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaşan kanun tasarısı ve gelişmeler hakkında yazılı ve görsel basında yeterince söz edildiği için, konuyu kısa kesmekte yarar bulunmaktadır.

 

EMİSYON TİCARETİ NEDİR? NASIL İŞLEMEKTEDİR?

Emisyon ticareti konusu, endüstrisi gelişmiş ülkelere iyi bir “pazar” açmaktadır. Bu pazarda, AB başı çekmektedir. Ayrıca ABD’nin devlet olarak Kyoto Protokolüne imza atmamasına karşın, ABD kökenli şirketler, “Emisyon Ticareti”nden oldukça büyük kârlar sağlamaktadırlar.

İklimsel değişime neden olan gazlar; karbon dioksit (CO2), metan, azot oksit, ve araç egzozları ve insan eliyle üretilen benzer gazlardır. Ama Ocak ayından bu yana ticarete açılan gaz, CO2 gazıdır.

Protokol; kendi yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlanan ülkelere, bu konuda daha başarılı olan ülkelerden ‘kredi’ alma imkanı tanımaktadır. Plana göre, her ülke, kendi hedefleri doğrultusunda, şirketlere, atmosfere bırakabilecekleri gaz miktarını belirleyen kotalar koyacaktır. Şirketler, belirlenen düzeyin üzerine çıktıklarında, ürettikleri zehirli gazlar için bir bedel ödeyeceklerdir. Yada bu bedeli ödememek için, gelişmemiş bir ülkeden “kredi” (biz buna emisyon hakkı diyebiliriz) satın alacaktır. Tabii ki, alınan bu kota, kendi emisyon üretimini azaltmanın getireceği maliyetin çok çok altında olacaktır. Böylece emisyon “kredisini” satan ülkenin kendi gereksinimlerini karşılamak için yapacağı bir takım yatırımlar baştan engellenmiş olacaktır. Ya da elindeki “krediyi” bitirmişse, yapacağı bir takım yatırımların maliyeti dayanılmaz boyutlarda yüksek olacaktır. Yani bir bakıma, geleceğini ipotek altına almış olacaktır!

Zengin ülkeler, buna rağmen; yükümlülüklerin yükünü hafifletmek için kotaları “cömertçe” belirlemişlerdir. Bir ton CO2’nin atmosfere bırakılmasının karşılığı bile belirlenmiş durumda. Bu bedel, şimdilik 7 Euro civarından başlamıştır. Bu bedel, duruma göre yeniden belirlenecek, 20-30 Euro’ya kadar yükselecektir. Şimdiki karbon ticareti hacminin ise, 40 Milyar Euro civarında olduğu uzmanlarca söylenmektedir. Kârlar-zararlar bir yana, her halükarda, bunun, insanlığı zehirlemenin pazarlığı ve piyasası/pazarı olduğu açıktır.

Bu açıdan bakılacak olursa; ülkemizde kurulan ve kurulması düşünülen fosil yakıtlı (doğalgaz veya kömürle çalışan) santraller, ileriki yıllarda başımıza bela olacaklardır. Bu bela yetmezmiş gibi, bir de petrol üreten (Rusya gibi) ülkelerin petrol rafinerilerini bizim ülkemizde kurmak istemleri, karbon vergilerini başımıza bela edecektir. Çünkü kişi başına üretilen CO2 miktarı, bu tür fosil yakıtların üretimi ve kullanımıyla artmaktadır. Bu durumda, kota bittiğinde, sınırın geçilmesi durumunda ödenecek bedel çok ağır olacaktır.

Endüstrisi gelişmiş ülkelerin (ABD ve AB emperyalizmi başta olmak üzere) 1980’li yıllardan bu yana uyguladıkları politika; enerji yoğun üretim yapan ve çevreyi kirleten endüstri dallarını ülkelerinin dışına çıkartmak olmuştur. Aşağıdaki grafik Almanya özelinde durumu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.

Yukarıdaki grafiğe baktığımızda, Almanya’da 1987 yılından sonra kişi başına tüketilen birincil enerji miktarının düştüğünü, ama buna karşın kişi başına düşen GSMH değerinin çok daha fazla bir atışa geçtiğini görmekteyiz. Bunun nedeni; enerjiyi fazla tüketen demir-çelik, çimento, seramik, cam sanayisi gibi sektörleri ülke dışına kaydırmış olmalarıdır. Daha sonra, çevreyi kirleten sektörlerin de ülke dışına çıkartılmasıyla, bu sektörlerin kendi ülkelerine getireceği toplumsal maliyetleri iyice aşağıya çekmişlerdir.

Şimdi ise, CO salınımı az olan ülkelerin ellerindeki potansiyeli ucuza kapatarak, kendilerini kurtarmaya, hatta bu işten kâr sağlamaya çalışmaktadırlar.

 

SONUÇ OLARAK

Kyoto Protokolü, küresel ısınmaya ve bunun sonuçlarına karşı bir önlem olarak ortaya çıkmıştır. Buna göre, dünyadaki herkesin bir emisyon salma kotası bulunmaktadır. Bu kotayı aşanların, kotayı doldurmayanlardan kota satın alması söz konusudur. Ya da kendi fazla emisyonuna karşılık emisyon azaltıcı bir takım etkinlikler yapması gerekmektedir. Yenilenebilir enerjilere yatırım, ağaçlandırma, enerjiyi daha etkin kullanma… vb. uygulamalar, bu tür etkinliklere girmektedir. Bu düşünce, ilk başta oldukça mantıklı ve caziptir. Ama işin içine anamalcı zihniyet girince, bu durumda bile anamalcıların kâr sağlamaya çalışmaları kaçınılmaz olmuştur. İnsan etkinliklerinden kaynaklı olan küresel iklim değişimi insanlığı bir uçuruma doğru sürüklerken bile, anamalcı zihniyet “uçuruma düşmeden önce ne götürürsem kârdır” mantığıyla hareket etmektedir. Bu nedenle enerjinin etkin kullanımı konusunda sınırlara gelmiş olan endüstrisi gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin kotalarına göz dikmişlerdir. Çünkü endüstrisi gelişmiş ülkelerde enerji zaten etkin kullanıldığı için; enerji tasarrufunun maliyeti, gelişmekte olan ülkelere göre çok yüksektir. Oysa gelişmekte olan bir ülkede aynı miktardaki bir tasarrufu gerçekleştirmek çok daha ucuza mal olmaktadır.

Türkiye özelinden baktığımızda, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır.

Kyoto Protokolüne imza atmak, ileride dünyanın yaşayacağı iklimsel sorunların çözümüne katkı sunmak açısından (kapitalizm koşullarında olanaksız olsa bile, bu sürecin doğru bir şekilde yönetilmesi varsayımıyla) olumlu bir tavırdır. Dünya halklarında çevre bilinci gelişmektedir ve bu gelişmeyi göz önünde tutacak olursak, ilerisi için umutlanabiliriz. Anamalcı küresel egemenler her durumdan kâr sağlamaya çalışmaktadırlar; ancak gelişen çevre bilincinin onlar bakımından da bir baskı ve kısıtlama oluşturmakta olduğundan söz edilebilir. Günümüzde bir takım otomobil üreticilerinin araçlarının reklamını yaparken, aracın atmosfere saldığı emisyon miktarının diğer araçlara göre daha az olmasını ön plana çıkartması da, bu bilincin yükselmesinin bir sonucudur. Bu tür örneklerin giderek artacağı da bir gerçektir.

Türkiye’nin enerjiyi etkin kullanması ve yenilenebilir enerji kaynaklarının potansiyeline baktığımızda, oldukça şanslı olduğumuzu söyleyebiliriz. Çünkü ülkemizde enerji bugüne kadar hep israf edilerek ve verimsiz şekilde kullanıldığı için; enerji tasarrufunun maliyeti çok düşüktür. Şu anda yaptığımız etkinlikleri kullandığımız enerjinin yarısı civarında bir enerjiyle yapabileceğimiz kadar verimsiz bir enerji tüketimimiz bulunmaktadır. Bizim enerjiyi etkin kullanarak yapacağımız böyle bir tasarrufu, örneğin Almanya aynı oranda yapmaya kalkışsa, birkaç misli harcama yapmak zorunda kalacaktır. Çünkü onlar zaten enerjiyi etkin kullanmaktadırlar. Örneğin ısı yalıtımı yapılmış bir binada yüzde 10 enerji tasarrufu yapmak için yapacağınız masraf, ısı yalıtımı yapılmamış bir binada yapacağınız yüzde 50 tasarruftan daha pahalıya mal olmaktadır.

Diğer yandan, ülkemizin yenilenebilir enerji kaynakları, ülkemizin bütün enerji gereksinimini karşılayacak potansiyeldedir. Ve bu kaynakların kullanımı, bize “emisyon kotası” bakımından çok büyük avantajlar sağlamaktadır. Buna karşın; hala fosil yakıtlı santrallerin yapımına devam edilmesi, uzun vadeli fosil yakıt ithaline yönelik tahkim koşullu anlaşmaların yapılması, ülkenin geleceğini karatmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

Bundan sonrasına baktığımızda, ülkemizin bir an önce fosil yakıtlardan kurtulmanın yollarına bakması, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapması, enerjiyi etkin kullanmak için gerekli önlemleri alması kaçınılmazdır. Bu uygulamalar, elbette ki, en iyi şekilde toplumcu bir ekonomi politikanın yaşama geçirildiği bir sistemde olur. Ama şimdiki durumda bile; eğer iyi bir toplumsal muhalefet örgütlenebilirse, yapılacak ve yaptırılacak çok şey bulunmaktadır. Şimdiki gidişe baktığımızda; Kyoto protokolünün ülkemiz açısından avantaj olması mümkünken, dezavantaja dönüşmesi olasılığı daha yüksek görünmektedir.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑