Küresel Isınma ve Su Sorunu

Bazı bilim insanlarının teorilerine göre; yerküre bundan milyonlarca yıl önce de bir takım iklimsel değişimlere uğramıştır. Fakat bu iklimsel değişimler basit bir meteorolojik olay olarak kalmamıştır. Yeryüzündeki canlıların topluca yok olmasına neden olmuştur. “En kitlesel yok oluşlar, iklimsel değişimle gerçekleşmiştir.”

Bilim insanlarının bulguları, bundan 251 milyon yıl önce yeryüzündeki yaşamın neredeyse sıfırlandığını göstermektedir. 251 milyon yıl önce, yeryüzündeki kara parçaları henüz birbirinden ayrılmamışlardı. Karalar Pengea adlı süper bir kıtada birleşik durumdaydılar. İşte bu dönemde ortaya çıkan iklimsel değişim, denizdeki canlıların yüzde 90’ını, karadaki canlılarınsa yüzde 75’ini yok etmiştir. Bilim insanları, bunu, fosil kayıtlara dayanarak ileri sürmektedirler.*

Aslında bu toplu yok oluşla ilgili olarak iki değişik teori bulunmaktadır. Bunlardan daha önceki teori, bundan 65 milyon yıl önce meydana gelen bir kitlesel yok oluştaki gibi, 10–20 km çapında meteorların dünyaya çarpması sonucu ortaya çıkan toplu yok oluş teorisidir. Diğer bir görüş ise, bu toplu yok oluşun birden değil, uzunca bir süre devam eden bir küresel ısınma sonucunda olduğudur. Gerek çarpma teorisiyle ilgilenenlerin, gerekse iklim değişimi sonucu kademeli yok oluşu savunanların görüşleri daha geniş şekilde değişik kaynaklardan incelenebilir. Ama dikkate değer konu şudur. Teoriler, toplu yok oluşun nedenini hava sıcaklığının aşırı artması ve oksijen yetersizliği olarak açıklamaktadır. Sonuçta, toplu yok oluşa neden olan en önemli etkenin iklimsel değişim olduğu ortaya çıkıyor.

Bundan milyonlarca yıl önce iklimsel değişimin nedeni neydi? Bu sorunun yanıtı, Sibirya Kapanı denen yerde çok uzun süren volkanik faaliyetler olarak verilmektedir. Ama neden sadece bu değildir. Bir taraftan volkanlar dünyayı ısıtıyor, diğer yandan ise okyanusun altında donmuş şekilde duran büyük metan rezervleri de açığa çıkarak “atmosferde dizginlerinden boşanmış bir ısınmaya” neden oluyor. Bu arada oksijen de azalmaya başlıyor. Atmosferdeki oksijen oranı yüzde 16 oranına düşüyor. (Günümüzde bu oran, yüzde 21’dir.) “Bu ise, 5000 metre yüksekliğindeki dağın tepesinde zorlukla alınan nefese eşittir.” Washington Üniversitesi Profesörlerinden Peter Ward, bu konuları araştıran ekibin başındaki kişi olarak, şu görüşü ileri sürmektedir. “Sıcaklık arttıkça arttı ve kritik noktaya geldiğinde her şey öldü. Yaşam türlerinin çoğu dayanılmaz sıcaklık ve oksijen yetersizliğinin oluşturduğu çifte felaketle baş edemedi.”**

Büyük çarpma teorisini öne sürenlerin ve küresel ısınma sonucu bu yok oluşun olduğunu savunanların teorilerinde; bu felakete insan etkinliklerinin neden olmamış olduğu ortak noktadır. Yani insanın dışında gelişen doğal olaylar sonucu bu yok oluşlar gerçekleşmiştir. İşin teknik yanını, bu farklı teorileri ileri süren bilim insanlarının tartışmalarına terk ederek günümüze dönecek olursak; bugünkü küresel ısınmanın baş sorumlusunun insan etkinlikleri olduğunu görürüz. Bunun başlangıcının da 1760’lara dayandığını görmekteyiz. Çünkü sanayi devrimini başlaması ve gereksinim duyulan enerjinin fosil yakıtlardan karşılanması, bugünkü duruma gelmenin ilk temellerini oluşturmuştur. Tabiî ki, sorun, sadece bu kadarla da kalmadı. Bir yandan fosil yakıtlar yakılırken, diğer yandan da ormanlar hızla yok edilerek, atmosferdeki bu fazla karbondioksiti yok ederek, biokütleye dönüştürecek organizmalar azaltılmaya başlandı. Böylece atmosferdeki karbondioksit miktarı giderek artmaya başladı. Bu artış, son 50 senede iyice katlanınca, günümüzde geri dönüşü olmayan noktaya ulaştı.

 

Bunun doğal sonucu olarak atmosfer ısınmaya başladı. Atmosferdeki bu ısı artışının “geçtiğimiz yüzyılda 0,6 derecelik bir değerde gerçekleştiği hesaplandı. Bulunduğumuz yüzyıldaysa ısınmanın 6 dereceyi bulması bekleniyor.”* Yani şu ana kadarki ısınmanın tam 10 katı bir ısınma öngörülmektedir. Bu konularla ilgili olarak birçok kaynakta teknik bilgiler sıralanmaktadır. Fakat bu nedenler öyle bir dille anlatılmaktadır ki; sanki küresel ısınma kendiliğinden olmuş ya da bunun sorumlusu herkesmiş gibi gösterilmektedir. Bu problemi başımıza açanlara değinildiği zaman da pek suya sabuna dokunulmamaktadır.

Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, bu seferki küresel ısınmanın sorumlusu insan etkinlikleridir. Fakat bu sorumluluk bütün insanlar için aynı oranda değildir. Bu sorumluluk, hem ülkeler, hem de bireyler açısından eşit değildir. Eldeki bulgular, en zengin ülkelerin en fazla sorumlu olduğunu göstermektedir. (Bunların başında da, dünyanın ürettiği CO2’nin dörtte birini üreten ABD gelmektedir.) Ülkelerdeki bireyler ölçeğinde ise; gene en zenginlerin en fazla karbondioksit ürettiklerini görmekteyiz. Yani şöyle diyebiliriz; dünyada toplu yok oluşların eşiğine gelmemizin baş sorumluları; fabrikaları, enerji ve maden kaynaklarını vb. elinde toplayan ve “gereksiz masraf” sayarak arıtma vb. önlemlerinden uzak durduğu kadar, hem yenilenebilir hem de doğa ve insana zararsız enerjiden uzak duran, iktisadi ve siyasi olarak egemen olduğu sömürü üzerine bir düzen kurarak, tüm üretimi ve ısınması, ulaşımı dahil tüm toplumsal yaşamı doğanın tahribatı üzerine kuran, dünya nimetlerinden en fazla yararlanan anamalcılardır. Bütün bunların nedeni, onların doymak bilmez açgözlülükleridir. Sonra diğer kesimlerin sorumlulukları gelmektedir. Eğer bir bedel ödenecekse, bu sorunda en fazla sorumluluğu olanların en fazla bedeli ödemesi gerekir. Ama gelin görün ki, gene bedeli mazlum halklara ve yoksullara ödetmek için bin bir türlü oyuna başvurulmaktadır, gelecekte de bu tarzda hareket edecekleri bellidir. Sorunun bu boyutuna, Ö.D. Kasım 2005 163. sayıda “Küresel ısınma, kasırgalar ve kapitalizm” başlıklı makalede değinmiştik. Ayrıca iklimsel değişimle ilgili olarak, Evrensel gazetesinin Şubat ayı içerisinde yayınlanan Hayat ekleri, değişik açılardan ve değişik bilim insanlarının, uzmanların görüşlerini geniş bir şekilde vermiştir. Diğer yandan, internette yapılacak küçük bir araştırma, onlarca makaleye ulaşılmasını sağlayacaktır. Bu bilgilere isteyen herkesin internetten ulaşması mümkün olduğu için, aynı bilgileri tekrar etmemekte yarar görmekteyiz. Ama gene de, atmosferdeki karbondioksitle sıcaklık değişimi arasındaki ilişkiyi gösteren aşağıdaki grafiği vermeden geçemeyeceğim.

Dünyadaki suyun, kimine göre yüzde 97’si, kimine göre ise yüzde 97,5’i tuzlu sulardan oluşmaktadır. Geriye klan yüzde 2,5–3 gibi bir kısım ise, tatlı sudur.

Bu tatlı suyun yüzde 68,3’ü buzullar ve buz dağlarından oluşmaktadır. Yeraltı sularıysa yüzde 31,4 tür. Yani yeryüzündeki su, tatlı suların sadece 0,3 gibi küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Bunun da yüzde 87’si göllerde, yüzde 11’i bataklıklardadır. Nehirlerdeki suyun miktarı ise sadece yüzde 2’dir. Uzaydan bakınca suküre gibi görünen dünyamızın içilebilir ve kullanılabilir su konusundaki durumu budur.

Bugün dünyamızda suyla ilgili olarak şöyle bir tablo daha görmekteyiz.

·           Dünyanın yüzde 20’si yeterli su hizmeti alamıyor.

·           Bir milyardan fazla insan içecek yeterli temiz su bulamıyor.

·           2,5 milyardan fazla insan su kaynaklı hastalıklara karşı korunamadığı için, her gün 10 bin ila 20 bin çocuk ölüyor. Aslında bu ölümler önlenebilir durumda.

·           Latin Amerika, Afrika ve Asya’da kolera salgınları yaygın durumdadır. Hindistan’da ise, insanlar arsenik karışmış su içiyorlar.

·           Sulamada kullanılan su, dünyada kullanılan tatlı suyun yüzde 73’üdür.

·            2010 yılında sulanan tarım alanının 290 milyon hektar, 2050 yılında ise 330 milyon hektar olacağı hesaplanmaktadır. Dünyada işlenebilir toplam arazi ise, 3,2 milyar hektar civarındadır. Şu an kişi başına düşen tarım arazisi 0,23 hektar iken, bu miktar 2050 yılında nüfus artışından ötürü 0,15 hektar düşecektir.

Peki, dünyadaki su kaynakları insanların ve diğer canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için yeterli midir?

Bu sorunun yanıtı; eğer kaynaklar kirletilmemiş olsaydı ve paylaşılabilseydi, evet olurdu. Ama karşımızda iki temel sorun var. Birincisi, su kaynaklarının yer kürenin her tarafında eşit bir şekilde dağılmış olmaması; ikincisi ise, var olan su kaynaklarının da hızla kirletiliyor olmasıdır. Tatlı su kaynaklarının yüzde 31,4’ünü oluşturan yeraltı sularıdır, demiştik. Deniz seviyesinin yükselmesi ve yeraltı sularının bilinçsiz tüketim sonucu azalması, yani seviyesinin düşmesi sonucu büyük oranda deniz suyu ile karışarak, yeraltı sularının önemli bir kısmının da kullanım dışı kalması tehlikesi bulunmaktadır. Diğer yandan, yüksek dağların başındaki buzulların erimesi ve ortadan kalkması sonucu, yerüstü sularının yanı sıra yeraltı sularını da besleyen ana kaynaklardan birinin ortadan kalmış olması, bu sıkıntıyı artırıcı bir özellik taşıyacaktır. Öngörülere göre, önümüzdeki yıllarda küresel iklim değişimine bağlı olarak; Fırat-Dicle nehirlerini besleyen bölgelere düşecek yağış miktarında önemli bir azalma söz konusu olacaktır. Bu nehirlerin suyunun azalması ve ülkemizin gereksinimi olan suyun karşılanması için daha fazla suya gereksinim duyacak olmamız, bölgemizde bulunan ve bu nehirlerin suyuna yaşamsal bağımlılığı olan ülkelerle karşı karşıya gelmemize neden olacaktır. Bu konuda şimdiden bir takım homurtular ortaya çıkmış durumdadır. Ama Türkiye, bugüne kadar barışçı ve dengeli bir politika izlemiştir. Örneğin, barajları yaparken sınır ülkelerin durumları da göz önüne alınmıştır. Ama Bulgaristan aynı şeyi Türkiye’ye yapmamıştır. Tatlı su ile ilgili çatışmalar eski çağlardan beri süregelmiştir aslına. “Örneğin Mezopotamya’daki yazılı kayıtlar, yaklaşık 4500 yıl önce, Ortadoğu’daki iki devletin; Umma ve Lagaş’ın sulama suyu kanallarının denetimi konusunda ciddi şekilde çatıştığını gösteriyor.”* Tabiî ki, bütün komşularımızla iyi ilişkiler ve karşılıklı halkların çıkarlarını gözeten bir ilişki içerisinde olmak herkesin yararınadır. Ama emperyalist güçlerin her durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanma alışkanlıklarını da göz ardı etmemek ve oyuna gelememek gerekir.

Suların kirletilmesi sorununu bizim ülkemizde de yaşanmaktadır. Bir zamanlar kirleri temizleyen bazı akarsularımızın kendisi kirlilik kaynağına dönüşmüştür. Yeraltı sularımızın bilinçsiz bir şekilde ve verimsiz bir şekilde tüketilmesi devam ediyor. Yeraltındaki suyun seviyesi, bu nedenle, her geçen gün düşüyor. Örneğin Konya ovasındaki yeraltı suyunun seviyesi, her yıl 1–2 metre düşmektedir. Ayrıca gene Konya ovasında, yeraltı galerilerindeki suların seviyesinin düşmesi sonucu ortaya çıkan boşluklar yüzünden oluşan çökmeler, televizyon programlarına bile haber kaynağı olmaktadır. Çünkü bu çöküklerle, adeta krater gölü gibi göletler ortaya çıkmaktadır.

Ama bundan daha beteri ise; yeraltı sularımızın hızla kirletilmesidir. Tarımda bilinçsiz kullanılan kimyasal gübreler ve kimyasal zehirler yeraltı sularını hızla kirletmeye devam ediyor. Diğer yandan, AB ve diğer emperyalist oluşumların, kendi ülkelerinin toprağını, suyunu kirletmemek için bizim gibi ülkelere kurdukları kimyasal ürün fabrikalarının atıklarının yaptığı kirlilik bulunmaktadır. Çevresel etkileri fazla olan veya enerjiyi fazla tüketen endüstri dallarını kendi ülkelerinin dışına çıkartmaktadırlar. Bu fabrikaları kendi ülkelerine kurmamalarının nedeni, kendi çevrelerini korumak içindir. Bizim çevre standardımız düşük olduğu için, bu fabrikaları bizim ülkemize kurmak, onların kârlılığını artırmaktadır. Çünkü Türkiye’de doğayı kirletmenin herhangi bir bedeli bulunmamaktadır. Aynı fabrikaları kendi ülkelerinde kuracak olsalar, arıtma tesisleri ve işlemleri nedeniyle aynı ürünü daha pahalıya mal edeceklerini biliyorlar. O nedenle bizim ülkemizde üretim yaparken, bir yandan da çevre standartlarımızın düşük kalması için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bugün ülkemizde bir yılda üretilen zararlı atık, yaklaşık 1 milyon 600 bin ton civarındadır. Kocaeli’nde bulunan İzaydaş’ın yıllık atık yok etme kapasitesi ise, 100 bin tondur. Geriye kalan 1,5 milyon ton zehir ne oluyor dersiniz? Bu atıkların tamamı; havaya, yerüstü ve yeraltı sularına, denize ve toprağa karıştırılmaktadır. Bir bakıma vatan toprakları asıl bu şekilde kaderine terk edilmektedir.

Şimdi ülkemizde suyun durumuna kısaca bir göz atacak olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır.

·           Ülkemizde kişi başına düşen yıllık su miktarı 1830 metre küptür. Bu miktarın, 20 yıl sonra, 980 metre küpe ineceği öngörülmektedir. Şu an dünya ortalamasıysa, 7600 metre küptür.

·           Yenilenebilir su potansiyelimiz 234 milyar m3 tür. Bunun 41 milyar m3 ü yeraltı suyu, 193 milyar m3’ü de yerüstü sularından oluşmaktadır. Ekonomik anlamda tüketilebilecek yer altı ve yerüstü suyumuzun miktarı ise, 110 milyar m3 olarak tahmin edilmektedir.

·           Suyun yüzde 72’si tarımda, yüzde 18’i konutlarda, yüzde 10’u ise sanayide kullanılmaktadır.

·           Tarımda uygulanan sulama sisteminin yüzde 88’i ilkel bir yöntem olan “salma” yöntemidir. Oysa damla yöntemiyle en az yüzde 70–80 arası tasarruf sağlanmaktadır.

·           Son 40 yılda, sulak alanlarımızın yarısını kurutmuş durumdayız. Bu kuruma ya da kurutma işi hâlâ devam etmektedir.

·           Nehirlerimiz, göllerimiz, su havzalarımız ve yeraltı sularımız hızla kirletilmektedir.

·           Topraklarımızın 25,8 milyon hektarlık kısmı sulanabilir arazilerden oluşmaktadır. Ekonomik olarak sulanabilir arazi ise, 8,5 milyon hektardır. Şu an, bunun da 4,9 milyon hektarlık kısmı sulamaya açılmış durumdadır.

·           Dünyada sulanabilir araziler tarım yapılan arazilerin yüzde 17’sini oluşturmasına karşın, bitkisel üretimin yüzde 40’ı bu alanlardan elde edilmektedir.

Yukarıdaki tabloya baktığımızda, asıl sorunun, “Ayşe teyze”nin banyo yapması ya da bulaşığını bol su ile durulaması olmadığı ve olamayacağı net olarak anlaşılacaktır. Asıl sorun, suyun kirletilmesidir. Öncelikle su havzalarının korunması gerekiyor. Bunun için su havzalarında eğer tarımsal faaliyetler yapılacaksa, bu uygulamaların kirletici olmamasına, özellikle bu havzalarda hiçbir yapılaşmaya izin verilmemesine dikkat etmek gerekmektedir. Ancak bu şekilde yeraltı ve yerüstü sularımızın kirletilmesinin önüne geçilmesi mümkün olacaktır. Tarımda kullanılan suyun daha etkin kullanımı için; sulama yöntemlerinin damla yöntemine dönüştürülmesi gerekmektedir. Şehir sularının şebeke kayıp ve kaçaklarının yüzde 40’lardan, olması gereken en az düzeye indirilmesi gerekmektedir. İşte bütün bunlar yapıldıktan sonra, sıra, dişlerimizi fırçalarken ne kadar su tüketeceğimize, ya da daha az su kullanmamızı sağlayan tuvaletler kullanmamız konusuna da gelecektir.

Diğer yandan, su bedelleri oldukça yüksek olduğu için, dar gelirli insanlar zaten tasarruf yapmaktadırlar. Nerede görülmüş halkımızın küvetleri sıcak suyla doldurup köpüklü banyo yaptığı? İnsanlarımızın çoğu bu tür sahneleri ancak filmlerde görmektedirler. Yani kimse merak etmesin, halkımız çok iyi tasarruf etmektedir. Aynı şekilde, elektriği, yakıtı ve telefonu da idareli kullanmaktadır halkımız. Zaten öyle olmasa, su, elektrik, telefon faturaları ödenemeyeceği için ilgili şirketlerce kesilir ve yüzde yüz ‘tasarruf’ sağlanmış olur.

Peki, hiç mi tasarruf yapmayalım?

Elbette ki, hem tasarruf yapma noktasında, hem de koruyucu önlem alma noktasında, hem kurumlara, hem de bireylere düşen önemli görevler vardır. Bir kere, suyun yaşamın kaynağı olduğunu hiçbir şekilde unutmamak lazımdır. “Akan su pislik tutmaz” deyip atıklarımızı akarsulara vermemek gerekir. Su havzalarının korunması için gerekli düzenlemelerin yeniden gözden geçirilmesi ve kirletici unsurların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Böylece yerüstü sularımız korunmuş olacaktır. Özellikle sanayinin ve kentsel atıkların suları kirletmesine engel olunmalıdır. Bu arada, tabiî ki, “Ayşe teyze” de, kullandığı plastik poşetten, ömrünü tamamlamış bir pile kadar her türlü zararlı atıkları doğaya bırakmayıp, geri dönüşüme katmalıdır. Bunun devamı ise, bu tür atıkları alıp gerekli yerlere iletecek bir yerel yapılanmanın varlığıyla sağlanır.

Ülkemizde ve dünyada; gelen bu tehlikeye karşı önlem almak için, öncelikle, kirli teknolojilerden uzaklaşmak, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek zorunluluktur. Ve bu zorunluluğu, bu kirlilikte en fazla sorumluluğu olanlar da görmüşlerdir. Ama onların dertleri, bu durumu bile kendileri açısından bir kârlılığa dönüştürmek, en azından zararsız kapatabilmek veya bu zararın çoğunu diğer ülkelere ve “aşağı sınıflar”a, halka yıkabilmektir. Bunun için bir takım önlemleri aslında 1980’li yıllardan bu yana almaktadırlar. Özellikle enerjinin etkin kullanımı konusunda oldukça ileri adımlar atmış durumdadırlar. Gerek konutlarda, gerekse endüstride enerjinin etkin kullanımını sağlamış durumdalar. Bu durumda bile, daha da iyi duruma getirmek için çalışmalarına devam etmektedirler. Şimdi özellikle yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına yönelik çalışmalar bu ülkelerde hızla sürmektedir. Bugün Almanya’da, sırf rüzgâr enerjisi santrallerinin kurulu gücü 20 bin MW’ın üzerindedir. Özellikle güneş ve rüzgâr enerjisi, endüstrisi gelişmiş ülkelerin gözde enerji kaynaklarındandır. Yeni yapılan binaların çatıları ve dış yüzeylerinin enerji üreten güneş panellerinden oluşması olağan bir uygulama olmuştur. “Almanya’da yeni konutlar metre kare başına 40 kWh enerji tüketiyor. Bu değer bizim ülkemizde ortalama 300 kWh’tır.”* Bir yandan enerjiyi etkin kullanan bu ülkeler, diğer yandan kendi çevrelerini korumak adına kirli teknolojilerini ülkelerinin dışına çıkartmaktadırlar.

Yaklaşan bu küresel tehlikeden insanlığın kurtuluşu; enerjinin etkin kullanımı, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının yaygınlaştırılması, çevreyle uyumlu teknolojilerin kullanılması, çevreye zarar veren teknolojilerin ve fosil yakıtların kullanılmamasıyla mümkündür. Bu arada, elbette ki, atmosferdeki karbondioksiti azaltmak için ormanların geliştirilmesi gerekmektedir. Bütün bunlar yapılsa bile, dünyanın dengesini bulabilmesi yüzlerce yıl sürecektir. Ama en azından canlıların ve bitkilerin, dolayısıyla insanların kitlesel yok oluşlarının önüne geçilmiş olunacaktır. Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi ise, bu felakete neden olanların ikna edilmesi veya etkisizleştirilmesiyle mümkündür.



* Bilim ve Teknik 2005 Şubat sayısı

** Agy.

* Bilim ve Teknik 2001 Haziran sayısı

* Bilim ve Teknik 2001 Nisan sayısı

* T.S. Uyar, 11 Şubat 2007 Evrensel Hayat

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑