kyoto protokolü ve emisyon ticaretinin ülkemize olası yansımaları
ENVER ŞAT
GİRİŞ
Küresel ısınmanın insan etkinliklerinden kaynaklandığının kesinleşmesinden sonra, sera gazı salınımının sınırlandırılmasının, hatta düşürülmesinin bir zorunluluk olduğu ortaya çıktı. Bu konuda sadece bilim insanları değil, görünüşte devletler de gerekli önlemleri almanın kaçınılmaz olduğu konusunda görüş birliğine varmış durumda. Fosil yakıt kullanımının sınırlandırılması için 11 Aralık 1997 yılında Japonya’nın Kyoto kentinde bir protokol imzalandı. Fakat yürürlüğe girmesi için; “gelişmiş ülkeler” olarak tanımlanan ve Kyoto Protokolünde Ek 1’de (bakınız: Kyoto protokolü tutanakları) gösterilen ülkelerden; en az 55 ülkenin katılımı ve bu ülkelerin CO2 salınımlarının, toplam CO2 salınımının %55’ini oluşturması gerekmekteydi. Bu koşullar ancak 16 Şubat 2005 yılında gerçekleşebildi. Şubat 2009’da Türkiye’nin de katılımıyla, ülke ve diğer devletlere bağlı örgütlerden oluşan sayı 181’e çıktı.
Kyoto Protokolü, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda –kuşkusuz kapitalizm koşullarında olabildiğince– mücadeleyi sağlamaya yönelik uluslararası tek çerçevedir. Bu açıdan önemlidir. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde imzalanmıştır. Bu protokolü imzalayan ülkeler, karbon dioksit ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salınımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa “emisyon ticareti” yoluyla haklarını arttırmaya söz vermişlerdir. Protokol, ülkelerin atmosfere saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki düzeyin %5,2 altına düşürmelerini gerekli kılmaktadır. Koşulların 2012 yılına kadar sağlanması bir yükümlülük olarak kabul edilmiştir. Buna rağmen, pratikte birçok ülke belirli sanayi kuruluşlarına sınırlamalar koymuştur (kâğıt endüstrisi, enerji santralleri gibi). AB’de bu uygulama vardır ve birçok ülke de buna doğru kaymaktadır. Buna göre, belirlenen seviyeden fazla salım yapacağını anlayan bir şirket, anlaşmanın kapitalist içeriğini kanıtlamak ve göstermek üzere, bir şekilde başka yerlerden “Karbon Kredisi” bulmak zorundadır. Bu da, Karbon ticaretini ve borsasını ortaya çıkarmıştır. Kyoto Protokolü’nü ekonomik açıdan önemli kılan da, bu “emisyon ticareti”dir.
Şimdi, konuyu daha anlaşılır kılmak için, bazı başlıklar altında özetlemek yararlı olacaktır.
KYOTO PROTOKOLÜ’NÜN GÖRÜNÜRDEKİ TEMEL PRENSİPLERİ
· Kyoto Protokolü devletler tarafından desteklenir ve BM şemsiyesi altında küresel kurallar ile belirlenir.
· Devletler iki genel sınıfa ayrılmıştır: Gelişmiş ülkeler, bu ülkeler Ek 1 ülkeleri olarak anılmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler, bu ülkeler Ek 1’de yer almayan ülkeler olarak Ek2’de yer almaktadırlar. Bu ülkeler, gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanmaktadırlar. Ek 1’de yer almayan ülkelerin sera gazı sorumlulukları yoktur ve her yıl sera gazı envanteri raporu vermelidirler.
· Kyoto Protokolündeki hedeflerine uymayan herhangi bir Ek 1 ülkesi, bir sonraki dönem azaltma hedeflerinin %30 daha azaltılması ile cezalandırılacaktır.
· 2008 ile 2012 arasında, Ek 1 ülkeleri, sera gazı salınımlarını 1990 yılı seviyesinden ortalama %5 aşağıya çekmek zorundadırlar (birçok AB üyesi ülke için, bu, 2008 için beklenilen sera gazı salınımlarının %15 aşağısına denk gelmektedir). Ortalama salınım azalmasının %5 olarak belirlenmesine rağmen, AB üyesi ülkelerin salınım hedefleri, %8 azaltma ile İzlanda tarafından hedeflenen %10 artırıma kadar değişmektedir. Bu azaltma hedefleri, 2013 yılına kadar belirlenmiştir.
· Kyoto Protokolü, Ek 1 ülkelerinin sera gazı salınımı hedeflerine ulaşmak için başka ülkelerden salınım azalması satın alabilmeleri esnekliğine imkân tanımıştır. Bu, çeşitli borsalardan (AB Salınım Ticaret Borsası gibi) veya Ek 1’de yer almayan ülkelerin salınımlarını azaltan Temiz Gelişim Tekniği (TGT) projeleri ile veya diğer Ek 1 ülkelerinden satın alınabilinir. Yani, gelişmiş ülkeler belirli ödemeler karşılığı gaz salınımı yapabilmektedirler.
· Sadece TGT Yönetim Kurulu tarafından onaylanmış Onaylı Salınım Azaltımları (OSA) alınıp satılabilir. BM çatısı altında, Kyoto Protokolü Bonn merkezli Temiz Gelişme Tekniği Yönetim Kurulu’nu, Ek 1’de yer almayan ülkelerde gerçekleştirilen TGT projelerini değerlendirip onaylaması için kurmuştur. Bu projeler onaylandıktan sonra OSA verilir.
Pratikte bu kurallar, Ek 1’de yer almayan ülkelerin sera gazı sınırlamalarına tabi olmadıklarını, ama sera gazını azaltan bir projenin bu ülkelerde uygulanması durumunda elde edilen Karbon Kredisinin Ek 1 ülkelerine satılabilineceğini anlatır.
KYOTO PROTOKOLÜ’NÜN YAPTIRIMLARI VE SORUMLULUKLARI
Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Uygulama Birimi’nin bir Ek 1 ülkesinin salım hedeflerine uymadığına karar vermesi durumunda, o ülkenin, salım hedefi farkı ile birlikte fazladan %30 daha salımını azaltması gerekmektedir. Aynı zamanda ülke salım ticareti programın yüzde 50’sini kapsamaktadır.
BMİDÇS, “ortak fakat farklılaştırılmış” sorumluluklar tanımlamaktadır. Ortak ülkeler;
1. Tarihsel ve güncel küresel sera gazı salımının gelişmiş ülkeler tarafından gerçekleştirildiğini,
2. Gelişmekte olan ülkelerin kişi başı gaz salımlarının halen düşük olduğunu,
3. Gelişmekte olan ülkelerin küresel salımlarının sosyal ve gelişimsel ihtiyaçlarına göre artacağını kabul ederler.
Yani; Çin, Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkeler, anlaşma gereklerinden muaftırlar. Çünkü şu andaki iklim değişikliklerine neden olan salımların ana sorumlusu değildirler.
Kyoto Protokolünü eleştirenler, gelişmekte olan ülkelerin ve özellikle Çin, Hindistan gibi ülkelerin, yakın bir zamanda en fazla sera gazı salımı yapan ülkeler olacağını söylemektedirler. Aynı zamanda, protokol sınırlamaları yüzünden gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere çıkış olacağını ve dolayısıyla net sera gazı salımlarının değişmeyeceğini söylemekteler. Bu açıdan bakıldığında, haksız sayılmazlar. Örneğin Çin, 2002 yılında küresel düzeyde atmosfere salınan sera gazlarının yüzde 13,6’sından sorumlu ve bu oran, Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra, ikinci büyük rakamdır. Yine Hindistan, yüzde 4,2 ile atmosferi en fazla kirletenler arasında beşinci sıraya yükselmiş durumdadır.
KYOTO PROTOKOLÜ’NDE “EK1” VE “EK2” ÜLKELERİ
Protokolde belirtilen Ek1 ülkeleri, endüstrisi gelişmiş ülkelerdir. Bilindiği gibi, endüstrisi gelişmiş ülkeler atmosfere en fazla sera gazı bırakan ülkelerdir. Bu ülkelerin başında da ABD gelmektedir. ABD, tek başına, bütün dünyanın atmosfere bıraktığı sera gazının dörtte birinden sorumludur. Buna karşın, henüz Kyoto Protokolü’nü imzalamamıştır.
Protokol’de Ek2’de yer alan ülkeler ise, endüstriyel açıdan geri kalmış ve sera gazı salınımı kişi başına dünya ortalamasının altında kalan ülkelerdir. Yani küresel ısınmaya neden olan değil, küresel ısınmanın mağduru durumundaki ülkelerdir. Tabiri caizse “gaz piyasası”nda, bu ülkelerin emisyon fazlası değil, emisyon alacağı bulunmaktadır. Bu durum ise, Ek1’deki ülkelerin, Ek2’deki ülkelerin kullanılmamış emisyon haklarını ucuza kapatarak, kendilerine yüksek kârlar sağlamasına olanak yaratmalarına yaramaktadır. Bu olaya, “emisyon ticareti” denmektedir. Ve tabii ki, “zengin dünyanın” yükü gene “fakir dünyanın” üzerine yıkılmaktadır.
Türkiye, daha önce, hem Ek1, hem de Ek2 listesinde yer almakta idi. Fakat kendi başvurusu üzerine 2001 yılında Fas’ta yapılan toplantıda Ek2’den çıkartılmış, sadece Ek1 listesinde yer almaktadır. Kyoto Protokolüne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun tasarısı, 05.02.2009 tarihinde, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaşan kanun tasarısı ve gelişmeler hakkında yazılı ve görsel basında yeterince söz edildiği için, konuyu kısa kesmekte yarar bulunmaktadır.
EMİSYON TİCARETİ NEDİR? NASIL İŞLEMEKTEDİR?
Emisyon ticareti konusu, endüstrisi gelişmiş ülkelere iyi bir “pazar” açmaktadır. Bu pazarda, AB başı çekmektedir. Ayrıca ABD’nin devlet olarak Kyoto Protokolüne imza atmamasına karşın, ABD kökenli şirketler, “Emisyon Ticareti”nden oldukça büyük kârlar sağlamaktadırlar.
İklimsel değişime neden olan gazlar; karbon dioksit (CO2), metan, azot oksit, ve araç egzozları ve insan eliyle üretilen benzer gazlardır. Ama Ocak ayından bu yana ticarete açılan gaz, CO2 gazıdır.
Protokol; kendi yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlanan ülkelere, bu konuda daha başarılı olan ülkelerden ‘kredi’ alma imkanı tanımaktadır. Plana göre, her ülke, kendi hedefleri doğrultusunda, şirketlere, atmosfere bırakabilecekleri gaz miktarını belirleyen kotalar koyacaktır. Şirketler, belirlenen düzeyin üzerine çıktıklarında, ürettikleri zehirli gazlar için bir bedel ödeyeceklerdir. Yada bu bedeli ödememek için, gelişmemiş bir ülkeden “kredi” (biz buna emisyon hakkı diyebiliriz) satın alacaktır. Tabii ki, alınan bu kota, kendi emisyon üretimini azaltmanın getireceği maliyetin çok çok altında olacaktır. Böylece emisyon “kredisini” satan ülkenin kendi gereksinimlerini karşılamak için yapacağı bir takım yatırımlar baştan engellenmiş olacaktır. Ya da elindeki “krediyi” bitirmişse, yapacağı bir takım yatırımların maliyeti dayanılmaz boyutlarda yüksek olacaktır. Yani bir bakıma, geleceğini ipotek altına almış olacaktır!
Zengin ülkeler, buna rağmen; yükümlülüklerin yükünü hafifletmek için kotaları “cömertçe” belirlemişlerdir. Bir ton CO2’nin atmosfere bırakılmasının karşılığı bile belirlenmiş durumda. Bu bedel, şimdilik 7 Euro civarından başlamıştır. Bu bedel, duruma göre yeniden belirlenecek, 20-30 Euro’ya kadar yükselecektir. Şimdiki karbon ticareti hacminin ise, 40 Milyar Euro civarında olduğu uzmanlarca söylenmektedir. Kârlar-zararlar bir yana, her halükarda, bunun, insanlığı zehirlemenin pazarlığı ve piyasası/pazarı olduğu açıktır.
Bu açıdan bakılacak olursa; ülkemizde kurulan ve kurulması düşünülen fosil yakıtlı (doğalgaz veya kömürle çalışan) santraller, ileriki yıllarda başımıza bela olacaklardır. Bu bela yetmezmiş gibi, bir de petrol üreten (Rusya gibi) ülkelerin petrol rafinerilerini bizim ülkemizde kurmak istemleri, karbon vergilerini başımıza bela edecektir. Çünkü kişi başına üretilen CO2 miktarı, bu tür fosil yakıtların üretimi ve kullanımıyla artmaktadır. Bu durumda, kota bittiğinde, sınırın geçilmesi durumunda ödenecek bedel çok ağır olacaktır.
Endüstrisi gelişmiş ülkelerin (ABD ve AB emperyalizmi başta olmak üzere) 1980’li yıllardan bu yana uyguladıkları politika; enerji yoğun üretim yapan ve çevreyi kirleten endüstri dallarını ülkelerinin dışına çıkartmak olmuştur. Aşağıdaki grafik Almanya özelinde durumu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yukarıdaki grafiğe baktığımızda, Almanya’da 1987 yılından sonra kişi başına tüketilen birincil enerji miktarının düştüğünü, ama buna karşın kişi başına düşen GSMH değerinin çok daha fazla bir atışa geçtiğini görmekteyiz. Bunun nedeni; enerjiyi fazla tüketen demir-çelik, çimento, seramik, cam sanayisi gibi sektörleri ülke dışına kaydırmış olmalarıdır. Daha sonra, çevreyi kirleten sektörlerin de ülke dışına çıkartılmasıyla, bu sektörlerin kendi ülkelerine getireceği toplumsal maliyetleri iyice aşağıya çekmişlerdir.
Şimdi ise, CO salınımı az olan ülkelerin ellerindeki potansiyeli ucuza kapatarak, kendilerini kurtarmaya, hatta bu işten kâr sağlamaya çalışmaktadırlar.
SONUÇ OLARAK
Kyoto Protokolü, küresel ısınmaya ve bunun sonuçlarına karşı bir önlem olarak ortaya çıkmıştır. Buna göre, dünyadaki herkesin bir emisyon salma kotası bulunmaktadır. Bu kotayı aşanların, kotayı doldurmayanlardan kota satın alması söz konusudur. Ya da kendi fazla emisyonuna karşılık emisyon azaltıcı bir takım etkinlikler yapması gerekmektedir. Yenilenebilir enerjilere yatırım, ağaçlandırma, enerjiyi daha etkin kullanma… vb. uygulamalar, bu tür etkinliklere girmektedir. Bu düşünce, ilk başta oldukça mantıklı ve caziptir. Ama işin içine anamalcı zihniyet girince, bu durumda bile anamalcıların kâr sağlamaya çalışmaları kaçınılmaz olmuştur. İnsan etkinliklerinden kaynaklı olan küresel iklim değişimi insanlığı bir uçuruma doğru sürüklerken bile, anamalcı zihniyet “uçuruma düşmeden önce ne götürürsem kârdır” mantığıyla hareket etmektedir. Bu nedenle enerjinin etkin kullanımı konusunda sınırlara gelmiş olan endüstrisi gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin kotalarına göz dikmişlerdir. Çünkü endüstrisi gelişmiş ülkelerde enerji zaten etkin kullanıldığı için; enerji tasarrufunun maliyeti, gelişmekte olan ülkelere göre çok yüksektir. Oysa gelişmekte olan bir ülkede aynı miktardaki bir tasarrufu gerçekleştirmek çok daha ucuza mal olmaktadır.
Türkiye özelinden baktığımızda, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır.
Kyoto Protokolüne imza atmak, ileride dünyanın yaşayacağı iklimsel sorunların çözümüne katkı sunmak açısından (kapitalizm koşullarında olanaksız olsa bile, bu sürecin doğru bir şekilde yönetilmesi varsayımıyla) olumlu bir tavırdır. Dünya halklarında çevre bilinci gelişmektedir ve bu gelişmeyi göz önünde tutacak olursak, ilerisi için umutlanabiliriz. Anamalcı küresel egemenler her durumdan kâr sağlamaya çalışmaktadırlar; ancak gelişen çevre bilincinin onlar bakımından da bir baskı ve kısıtlama oluşturmakta olduğundan söz edilebilir. Günümüzde bir takım otomobil üreticilerinin araçlarının reklamını yaparken, aracın atmosfere saldığı emisyon miktarının diğer araçlara göre daha az olmasını ön plana çıkartması da, bu bilincin yükselmesinin bir sonucudur. Bu tür örneklerin giderek artacağı da bir gerçektir.
Türkiye’nin enerjiyi etkin kullanması ve yenilenebilir enerji kaynaklarının potansiyeline baktığımızda, oldukça şanslı olduğumuzu söyleyebiliriz. Çünkü ülkemizde enerji bugüne kadar hep israf edilerek ve verimsiz şekilde kullanıldığı için; enerji tasarrufunun maliyeti çok düşüktür. Şu anda yaptığımız etkinlikleri kullandığımız enerjinin yarısı civarında bir enerjiyle yapabileceğimiz kadar verimsiz bir enerji tüketimimiz bulunmaktadır. Bizim enerjiyi etkin kullanarak yapacağımız böyle bir tasarrufu, örneğin Almanya aynı oranda yapmaya kalkışsa, birkaç misli harcama yapmak zorunda kalacaktır. Çünkü onlar zaten enerjiyi etkin kullanmaktadırlar. Örneğin ısı yalıtımı yapılmış bir binada yüzde 10 enerji tasarrufu yapmak için yapacağınız masraf, ısı yalıtımı yapılmamış bir binada yapacağınız yüzde 50 tasarruftan daha pahalıya mal olmaktadır.
Diğer yandan, ülkemizin yenilenebilir enerji kaynakları, ülkemizin bütün enerji gereksinimini karşılayacak potansiyeldedir. Ve bu kaynakların kullanımı, bize “emisyon kotası” bakımından çok büyük avantajlar sağlamaktadır. Buna karşın; hala fosil yakıtlı santrallerin yapımına devam edilmesi, uzun vadeli fosil yakıt ithaline yönelik tahkim koşullu anlaşmaların yapılması, ülkenin geleceğini karatmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
Bundan sonrasına baktığımızda, ülkemizin bir an önce fosil yakıtlardan kurtulmanın yollarına bakması, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapması, enerjiyi etkin kullanmak için gerekli önlemleri alması kaçınılmazdır. Bu uygulamalar, elbette ki, en iyi şekilde toplumcu bir ekonomi politikanın yaşama geçirildiği bir sistemde olur. Ama şimdiki durumda bile; eğer iyi bir toplumsal muhalefet örgütlenebilirse, yapılacak ve yaptırılacak çok şey bulunmaktadır. Şimdiki gidişe baktığımızda; Kyoto protokolünün ülkemiz açısından avantaj olması mümkünken, dezavantaja dönüşmesi olasılığı daha yüksek görünmektedir.