Faşist propaganda ve güncel bazı örnekleri

Enver Paşa, Türk burjuva siyaseti açısından karakteristik sayılabilecek özellikler taşıyordu. Daha doğrusu, onun temsil ettiği bir siyasi hareketin politik angajmanı, Türk burjuva siyasetine “karakteristik” olarak yerleşecek yönlere sahipti. 1908 devriminde kendisinin ve hareketinin mutlak monarşiye karşı oynadığı ilerici rolle birlikte Enver Paşa, çeşitlenmiş hevesleri, farklı alanlara yayılmış tutkuları ve içeriğiyle güdük ama biçimiyle sınırsız hayal-gücüyle bir Türk siyasetçi prototipi olarak öne çıkmıştı. Ama bir iktidar kliği haline geldiği andan başlayarak, Abdülhamit’e karşı yürüttüğü “radikal” muhalefetten 1915 dramlarına, bütün bir Birinci Dünya Savaşı sürecinden -fiziksel olarak sonu anlamına da gelecek olan- Orta Asya maceralarına dek, kendisinin ve hareketinin elinin değdiği her yerde, akıl kabuğuyla gizlenmiş bir akıldışılık, ilericilik ile örtülmüş bir koyu gericilik, ittihat adıyla kamufle edilmiş bir bozgunculuk görülüyordu. Yüzeyinde gezdiği siyaseti daima askeri bir fonksiyon olarak görmüş ve onu da yutan tufandan sonra Avrupa’ya -ve dolayısıyla dünyaya- “yepyeni” ve sapkın bir eğilim olarak görünecek olan faşizmi, belli belirsiz bir yönelim olarak yaşamıştı. Bir sınıfın, burjuvazinin hükmetme biçimlerinden birini, henüz olmayan bir sınıfın “yaratılması” gibi akıldışı bir tutkuyla hissetmiş ve Ermeni sorununun “çözümü” noktasındaki uygulamalarıyla ona ilham kaynağı olmuştu. Karizmatik önderin şahsında toplanmış politik tutkular, kitleler adına ve onların gönenci için alınmış katliam kararları, iradenin gücüne ve askeri hiyerarşinin toplumsal izdüşümlerine körü körüne bağlanmış düş-gücü, Enver Paşa’da kristalize olan İttihatçılığın özgün yanları olarak kalmayacak, kuruluş döneminden başlayarak yeni Türk devletinin ve burjuva siyasetinin fonunu oluşturan unsurlardan bazıları olarak kalıcılaşacaktı. Enver Paşa karikatürü, tarihsel olarak, kendisinden başka başka figürlerin türediği, yenilerinin türetilebileceği bir “lider” eskizidir.

* * *
Bir bilgiden değil de bir inanıştan hareket eden, tersinden giderek, bilgilere değil inançlara kaynaklık eden “kurtarıcı” figürü, mistik olmanın dışında burjuva rasyonelliğine de uygundur. İktidarla gericileşen burjuvazi, “toplum” ismini ve “toplumsal” sıfatını terk edeli beri, toplumun sorunlarının karşısına kurtarıcı mitoslarını sürmektedir. Toplumsal kurtuluşun bireylere, ‘lider’lere, en azından ‘kadro’lara havale edildiği burjuva siyaseti, zaten, aslında tek bir burjuva siyaseti olduğunun üstünü örten bir alan olarak örgütleniyor. Burjuva hizipleri, asla gerçekleştirmeyecekleri değişimin ve kurtuluşun formüllerini ayrı makamlardan söylerken aynı yanılsama alanının üzerinden hareket ediyorlar. “Kurtarıcı”, işte bu yanılsama alanının rasyonelliğine uyum gösteren bir figürdür. Kitlelerin, politikadan ve politik eylemden uzak durmaları ve ona en fazla yaklaştıkları anda da, bir kurtarıcının ya da kurtarıcılar örgütünün destekçileri olarak davranmaları esasına dayalı bir rasyonelliktir bu. Tüm geçerliliğini, birikmiş öfkeleri boş beklentilere çevirerek söndürmesinden alır. Kimi zaman da, o tersyüz edilmiş “kurtarma” iddiasının işlevlerinden yararlanarak, en koyu baskıların üzerinde yükselen iktidarlara zemin oluşturur. Hitler’in işsiz ve umutsuz bir aylak olmaktan bütün Almanya’nın führeri olmaya kadar giden sıra-dışı yolculuğu da, bir tesadüf değil, o işlevsel zeminin armağanıdır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, cesur ama yeteneksiz, gözü pek ama yaratıcılıktan uzak bir asker olarak “ıskarta”ya ayrılan Hitler, küçük bir sağcı partiye üye olduğu 1919 yılına kadar, yaşamdan neredeyse hiçbir beklentisi olmayan bir savaş küskünüdür. Ama o küçük parti içerisindeki baş döndürücü yükselişi, neredeyse bütün yakıtını da bu örselenmiş umutsuzluktan almaktadır. Bu gayrı-meşru hizmetçi çocuğunun acı ve başarısızlıklarla dolu, tüm kabuk kırma hamleleri olanaksızlıklarla sınırlanmış yaşamı, bu küçük ama ilk nefes borusundan, yanan bir gaz gibi fışkırır. Almanya, bir dünya paylaşımı yenilgisinin ağır yükü altında, neredeyse bütün bir ulus olarak acı çekerken, Hitler’in kötü kaderin intikamını alacağını ve bütün adaletsizliklerin üzerinde yükselen bir adaleti vaat eden söylemi bölük bölük taraftar toplayacaktır. Toplumsal olan sorunu, toplumsal bir ambalajın içine tıkıştırılmış bireysel yöntemlerle ‘çözme’ iddiasındaki faşist parti serpilip gelişir. Hitler’in buyurgan üslubunda, sadece geçmişe dönük intikamın tutkulu izi değil, kendilerine ait olmayan bir çıkarın peşinde sürüklenmesi istenen kitlelere dönük yanıltıcı bir ton da vardır. Sadece Hitler ve diğer faşist demagoglar için değil, tüm burjuva siyasetçiler için, kitlelere, onların çıkarlarıyla ilişkisi olmayan talepler ve ‘çözümler’ önermek ve bunlar üzerinde örgütlenmek gibi, ilk bakışta zor görünen bir görev düşmektedir. Bu tamamen ters çevrilmiş ilişki, burjuva politikacıdan, bir sihirbaz kadar ‘hünerli’ olmasını bekler: Kitleleri ya yanlış ve kendi çıkarlarının tersine olan bir alana örgütleyecektir ya da doğru talepleri mırıldanarak yanlış yönteme kazanacaktır. Emekçilere genel oy hakkı tanımak zorunda kalmış burjuva, siyasal meşruluğunu sürdürebilmek için bu sıkıntıya katlanmak durumundadır. Hitler, bu sıkıntıdan bir olanak yaratmayı başarmış bir burjuva politikacısıdır. Alman burjuvalarını, kitleler halinde peşinde sürüklediği Alman halkının görkemiyle partisine kazanmış ve halka, “geçmişin acılarını” unutturacak, gecikmiş bir adaleti tesis edecek “radikal’ projeler buyururken, burjuvaziye, dünyanın yeniden paylaşımı cesaretini aşılamıştır. Bütün psikopatik bireysel görüntülerinin ötesinde, dönemin en sığ ve en yüzeysel gerçeklik görüntülerinin üzerinde kasıtlıca ve özenle duran iyi bir demagogdur. Propaganda Bakanı Goebbels’in, faşist propagandacılara, “herkesçe bilineni ısrarla tekrar et” önerisi, basit bir demagoji anahtarı değildir. Naziler, kitleler karşısında uyuşturucu ve yanıltıcı propagandalarının gücünü karmaşıklıktan değil basitlikten alır. Üzerinde hemen herkesin birleştiği ve ortalama bir aklın dünyaya çarpık bakışının ürünü olan basit klişeler, faşistlerin elinde birer propaganda silahına dönüşür. Vatan, bayrak, ırk gibi kavramlar etrafında, en basit ama en keskin, en iç gıcıklayıcı sloganlar örülür. Alman emekçilerinin dolaysız çıkarlarının karşısına soyut bir “Almanya” imgesini çıkaran faşist parti, yıkımla sonuçlanmış bir savaşın korkunç ekonomik sonuçlarını, işsizlik, sürekli kriz, kontrolsüz enflasyon ve pahalılık gibi gündelik yaşamın en ağır sorunlarını, “disiplin” ve “düzen” gibi sözcüklerin, gerçekte kendi seslerinden ibaret olan kerametiyle aşmayı vaat eder.”Naziler, ekonomik ve toplumsal olarak kaosun hâkim olduğu Almanya’ya, otorite ve bu otoritenin en kristalize olmuş temsilcisi olarak güçlü devlet imgesini önerirler. Hitler’in buyurgan sesi, emir verir gibi konuşması; toplama kampları, genel tutuklamalar, siyasal şiddet ve pervasızlık gibi uygulamaları, devlet ve otoritenin açık görüntüleri olarak ortaya çıkarlar. Hitler, insanların acıları ve sorunların çözümü noktalarında, dayanışmacı bir iyimserliği değil, tehdit eden, itaate çağıran, bireylerden ve kitlelerden kişiliksizleşmeyi bekleyen olumsuz bir otoriter kimliği benimsemiştir. Ekonomik ve toplumsal krizin Almanya’da yarattığı genel ortamın cevap verdiği şey, bu olumsuz rolün yaydığı beklentidir. Gericiliği daha da gericileştirip, çözümsüzlükten çözüm, çaresizlikten çare olarak söz etmek; bütün bir ülkenin kaderini, en geri yurttaşın siyasal bilincini çoğaltıp örgütlemede görmek ve göstermek faşist paradigmanın temellerinden biridir. Bizim ülkemiz, bunun en tipik örneklerinden birini ’90’lı yıllarda yaşamış ve “Ya sev ya terk et” sloganı, bütün toplum açısından, şöyle ya da böyle bir “gündem” olan bir sorunun ‘çözümü’ olarak önerilmiştir. Sloganın basit, ikincil çağrışımlardan, siyasal bir derinlikten ve toplumsal sorumluluktan uzak karakteri, Kürt sorunu karşısındaki en geri tepkiyi kalkış noktası olarak alması taraftarlarını artırmıştır. Zaten problem olan şeye kaynaklık eden bir yaklaşımın, ‘çözüm’ olarak hatırı sayılır bir kabul görmesi, tam da o sığlıktan kaynaklanmaktadır. “Ya sev ya terk et”, son tahlilde “başarılı” bir faşist propaganda sloganıdır ve çözümsüzlüğün mekanizmasını çözüm olarak öneren ikiyüzlü demagojinin de tipik bir örneğidir.
Yeniden söyleyecek olursak, Almanya deneyiminin çok açıkça gösterdiği gibi, faşist propaganda ve örgütlenmenin dayandığı mekanizmalardan ikisi, otoriter bir kişilik ve o kişi etrafında örülmüş buyurgan örgütlenme ile söylemdeki sığlık ve tehdit havasıdır. Her ikisi de, politik olmalarının yanı sıra -hatta bundan daha çok- psikolojik bir yönelimi hedeflerler. Faşizmin, üslup olarak daima muhtaç olduğu demagoji de, zaten, psikolojik mekanizmaları harekete geçirerek nesnel gerçekliği gizleyen bir yönteme sahiptir. Özellikle bunalım dönemlerinin, “canı burnuna gelmiş” ama bir o kadar da siyasetin dışına itelenmiş kitleleri, umutsuzlukla bıkkınlık arasındaki çelişkinin ortasında, kof demagojilere, hiçbir derinliğe sahip olmayan, gerçekte apolitik ve pasif olan “siyasi” çağrılara daha kolay meylederler. Faşist tasarım, böylesi anlarda, karşısında tek tek bireylerin ve gerçek siyasal irade olarak toplumsal kesimlerin iradesini yitirdiği kişilikler uydurur. “Kurtarıcı” figürü, kurtuluş umudu ve enerjisini emip ertelemek üzere bir kez daha ortaya çıkarılmıştır. Kurtarıcı adayı, geniş kesimler arasında en fazla tepki çeken, en fazla nefret uyandıran geleneksel devlet kurumlarını dahi kolaylıkla ve şiddetle eleştirir (görünürken) bunların meşruiyetini yeniden inşa edecektir. En süslü, en kökten, en şiddet dolu sözlerinin arkasında bile, statükoyla yapılmış pespaye bir uzlaşmanın izlerini taşır. Burjuva
politikacı, eleştirdiği makinenin makinisti olmayı talep etmektedir.

* * *
Türkiye, geçtiğimiz aydan itibaren girdiği “seçim havası”nda, burjuva hiziplerin ‘çeşitliliği’ ve türediliği karşısında başı dönmüş bir siyasal gündemi izliyor. Fakat siyasal bunalım, “seçim kararı” ve havasının çok öncesine dayandığından siyasal “arayışlar” da daha eski bir tarihe dayanıyor. Bütün bu türedilerin arasında, benzer özellikleriyle dikkat çeken birkaç örnek var: Cem Uzan’ın, baraj görücüye çıkarmaları ve şarkıcı seremonileriyle başlayan ve “herkesçe beklenen” siyasete atılma kararı ile sonlanan ‘çıkışı’; geçen yılın yaz aylarında “Ermenileri telin” gibi ‘hassas’ bir konudaki miting çıkarmalarıyla gündeme gelen ve şimdilerde Büyük Türkiye Partisi’ni, çoğunlukla emekçi semtlerini hedefleyen “tanıtım ve katılım” toplantılarıyla örgütlenmeye girişen Haydar Baş vakası; Demokrat Parti’ye ‘büyük lider’ olarak atanan ve memleket sorunlarına el koyacağı iddiasıyla tasarlanmış fotoğraflarla duvarlarda boy gösteren Melih Gökçek; bir siyasal örgüt olarak partisi değil de, kendi adı önde yürüyen ve bu haliyle bir hayli popüler olan Tayyip Erdoğan; yarattığı bütün beklentileri bir bir boşa çıkardığı iktidar koltuğundan halkın üzerine doğru kıpırdanan MHP; hasta Türkiye’ye doktorluğunu öneren Çiller ve partisi vs. vs.
Tek tek hepsinde, yukarıda sözünü ettiğimiz türden ‘propaganda’ malzeme ve yöntemleri bulmak mümkün. Üstelik bunlar, burada saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok. Ama belli başlılarının üzerinde durmak, Türk burjuva siyasetinin tarihsel eğilimlerine güncel karşılıklar bulmak bakımından da anlamlı olacak.

ÇİLLER ECZANESİ!
Çillerle başlayalım. Tansu Hanım’ın ‘doktor’luğuna yapılan vurgu, toplumsal sorunun bireysel çözüme indirgenmesinin en karikatür örneği gibi görünüyor. Ülkenin ‘hasta’ olduğuna dair vurgu, herkesçe malum olan bir sorunun popülist bir söylemle tekrarından öteye gidemiyor. Ama parti, büyük ve zekice bir propaganda keşfiymiş gibi ısrarla vurguladığı, hasta-doktor-ilaç imgeleriyle, toplumun tüm kesimlerinde yeniden üretmeye çalıştığı ahmakça eleştiriden medet umuyor. Taksim’de, üzerinde DYP’nin ve Çiller’in adının yazdığı temsili ilaç kutularını dağıtarak gerçekleştirilen siyasal etkinlik, sadece, düşük zekâ ürünü bir propaganda çalışması olarak görülmemeli. Nitekim geri ve iradesiz bir ‘seçmenler topluluğu’ olarak tasarlanan kitleye dönük bir mesaj da taşımaktadır: İyileşmek için ilaç yutmak yeterli; şu gördüğünüz Çiller marka ilaçlar sizi şıp diye iyi ediverecek. Manzara, Amerika’nın kuruluş yıllarında “her derde deva” ilaçlar satarak kasaba kasaba gezen ve bir kısmı bu yolla hayli iddialı paralar kazanan ama bir kısmı da katran ve tüye bulanmaktan kurtulamayan şarlatan eczacıları hatırlatmaktadır. Çiller, tüm denenmişliğine ve bu bakımdan uyandırdığı kötü anılara rağmen “kurtarıcı” olarak önerilirken, hafızasını yitirmiş ya da önemsemeyen bir toplumun tercihine de seslenilmektedir. Çiller’in gerçekten ‘ilaç’ olarak görülebilmesi için, hafızasını yitirmiş ya da türlü numaralarla zihni bulandırılmış bir kitleye ihtiyaç vardır. Kendi iktidar deneyiminin başarısız sonuçları pozitif bir bilgi olarak ortada dururken, kurtarıcılığa soyunarak ilaç kutularıyla sokağa çıktığında taşlanmaması bile, indirgemeci propagandasının bir ‘başarısı’ olarak kabul edilmelidir!

HAYDAR BAŞ VE SÜRÜSÜ
Haydar Baş, geçtiğimiz ilkbaharda gürültüyle İstanbul’a geldiğinde, büyük bir tedirginlik yaratmamıştı. Ermeni sorununun Avrupa eksenli olarak gündeme getirildiği bir dönemde, Çağlayan’a topladığı birkaç bin kişiyle Ermenileri protesto etmiş ve yeniden suskunluğa gömülmüştü. Şimdilerde, bizzat kendi emri altındaki küçük televizyon kanalını saymazsak, medya kendisine hiç ilgi göstermese de, ülkenin çeşitli yerlerinde ve İstanbul’un emekçi semtlerinde salon toplantıları düzenleyerek ‘partisi’nin propagandasını yapıyor. Baş iki bakımdan dikkat çekici: Birincisi, tüm halinde ve tavrında, bütün macerasına birahane konuşmalarıyla başlayan Hitler’e belli belirsiz bir öykünme var. Hitler’i tanımasa ve macerasını bilmese dahi, o basık tavanlı düğün ve spor salonlarında, kendisini ‘saygıyla’ dinleyen kitleye mutlak bir otorite olarak davranmaya özen gösteriyor. Kullandığı jargon, bayrak, millet, din, Türk gibi kavramlar etrafında düpedüz ırkçı ve dinci bir söylem kuruyor. Bizzat Goebbels’in, “bilineni tekrar et” öğüdüne uymaktaymış gibi. En sıradan gerici lakırdıları birbiri ardına sıralayıp duruyor.
Baş’ta dikkat çekici ikinci yan ‘kitlesi’yle ilişkisinde. Yaban sazlıkları gibi bayrak sallayıp durmaktan öte hiçbir katılım göstermeyen kitle, Haydar Baş’a, artık bir an önce iktidara gelip kendilerini kurtarmasını istedikleri bir ‘baba’ gibi davranıyorlar. İsa’dan beri toplumsal karşılıklar bulan çoban ve sürü ilişkisi, Haydar Baş’ın “Büyük Türkiye Partisi”nde kimseyi gocundurmadan hüküm sürüyor. Baş, karşısında eriyen, gürültülü ve seremonik bir tablo oluşturmaktan başka hiçbir fonksiyon üstlenmeyen kitle ile acemi bir führer görünümünde.

CEM UZAN
Hepsinin arasında, faşist propaganda tekniklerini ve estetiği en açık haliyle kullanansa Cem Uzan’ın, ilk bakışta kendisinden ibaretmiş gibi görünen partisi. Cem Uzan, çok sayıda televizyon kanalının bir akşam yayınını satın alarak başlattığı “siyasi” çalışmalarında; otoriter, huysuz, öfkeli ve buyurgan bir ‘lider’ izlenimi yaratmak için, çoğunlukla gerçekçi olmaktan çıkıp teatralleşen bir üslup kullanıyor. Haydar Baş’ta olduğu gibi Cem Uzan’da da, kısa, kesik cümlelerle ‘hitap’ etme eğilimi, yine gerici bir psikolojik atmosferin hedeflenmesiyle ilişkilidir. Sandık, millet, devlet gibi klişe kavramların vurucu tonlamalarla hecelenerek ve buyurgan bir edayla tekrarlanması; dinleyici kitleyle, ahmakça sorular sorup cevap almaya dayalı bir ilişki kurulması, mesajın bilgiye ve politikaya değil, psikolojiye ve itaate dönük içeriğini ele veriyor. Devletle de pek çok ticari problem yaşayan bir işadamının, “devlet devlet olacak, vatandaş da vatandaş” parolasına sığdırmaya çalıştığı emir dolu nutukları, dayanışma ve işbirliği yerine seçtiği cezalandırma ve hükmetme pozisyonunu güçlendiren otoriter bir çerçeve çiziyor ve bu hava, abartılı, tehditkâr el-kol hareketleri ile destekleniyor.
Genç Parti’nin adında ve Cem Uzan’ın konuşmalarında tekrar eden “gençlik” vurgusu ise, yaşlılığı bir düşkünlük olarak gören faşist eğilime paraleldir. Halkın ve bizzat yaşlı burjuva politikacıların dilinde anlamsız bir tekerlemeye dönüşmüş olan, “bu memleketin başına çöreklenmiş ihtiyar politikacılar ve onların bireysel inadı” klişesine gönderme yaparak prim toplamaktadır. Kötü yönetimin, yaştan ve hatta niyetten bağımsız olarak, kendi sınıfları açısından bir zorunluluk olduğunu göstermemeye yarar.
Partiye, ‘özel olarak hazırlatılan’ amblem bile tedirgin edici bir sertlikte. MHP’nin, daima savaşı, çatışmayı, şiddeti hatırlatan üç hilali gibi, kışkırtıcı ve tehdit edici bir içeriğe sahip. İkinci bir hilalle desteklenmiş Türk bayrağı, kimin daha milliyetçi olduğu yarışına sunulmuş bir kanıt gibi kullanılıyor.

* * *
Halkı en geri olduğu noktada kavrayarak oraya sabitlemek, faşist propagandada süzülmüş olarak açığa çıkan, ama gerçekte tüm egemen sınıf politikasının temelini oluşturan bir eğilimdir. Ezilen sınıfların; çarpıtılmamış, yanılsamaya uğratılmamış haliyle berrak bilinci; politikanın, bir sınıfın çıkarlarını diğerlerine karşı savunmak şeklinde özetlenebilecek bir araç olduğunu öğretir. Tüm hizipleriyle düzen partileri; faşizmin, güdük burjuva demokrasisinin ve gerici geleneklerin etkisi altında; kimi zaman birini kimi zaman diğerini öne çıkartan temsilcileriyle aynı sınıfın propagandasını yapmaktadırlar. Emekçi sınıf, tüm öteki alanlarda olduğu gibi günlük politikada da, temsil ettiği yeni dünyanın ilericiliğini tek başına hayata geçirmektedir. Geriye kalanı, Enver Paşa’ya, yarattığı geleneklere rağmen, rahmet okutacak durumdalar.

Yaşamın kökenleri ve olasılıkları

Geçtiğimiz ay, birbiriyle ilgili iki konu, ilginç bir şekilde, ayrı ayrı gündem haline geldiler. Biri, çeşitli televizyon programlarında ve bunlardan çıkarak yazılı basında “tartışılan” insanın evrimi konusu, diğeri ise, bazı “uzaylıların” ülkemizi ziyaret ettiği (!) yönündeki kimi “tanıklıklar” ekseninde gündeme gelen “uzaylılar” meselesiydi. Bu iki konu, başta da söylediğimiz gibi, ilginç bir şekilde, ama kesinlikle “tesadüfi” olarak eşzamanlı bir biçimde boy gösterdi. Sorunu “tartışan” kişi ve kesimlerin, neredeyse tamamı, bütünlüklü bir doğa felsefesine sahip olmadığından, hem bu iki sorunun birbirine yakınlığını, hem de tek tek her iki konunun “tartışmaya müsait olamayacak” denli açıklığa kavuşmuş yönlerini gözden kaçırdılar. Böylelikle ortaya, içerik olarak son derece sığ, görüntü açısından da neredeyse parodi düzeyinde tablolar çıktı.
Bu “gözden kaçırılan noktalar” konusunu biraz açmakta yarar var…
İki sorunun birbirine yakınlığı derken, temel olarak, yaşamın kökeni ve insanlığın türeyişine ilişkin tezlerin, bilimin bugünkü gelişmişlik düzeyinde artık, kozmoloji (evrenbilimi) ile de denetlenir olduğunu ve yeryüzündeki yaşamın kökeni ve evrimine ilişkin bulgu ve önermelerin, evrende başka yaşam biçimlerinin varlığına ilişkin tartışmaları da belirleyen, yönlendiren bir hükmü olduğunu kastediyoruz. Bunu daha detaylı olarak ele alacağız; ama başlangıç açısından söylenebilir ki, evrende bir başka alan üzerindeki olası yaşam sistemleri de, model olarak, yeryüzünün ve onun üzerindeki canlı sisteminin bağlı bulunduğu doğal (fiziksel-kimyasal-biyolojik) yasalara veya bunların benzerlerine bağlı olmak durumundadır. Maddenin olası biçimleri, alabildiği formlar ve en küçük bileşenlerinin girebildiği fiziksel-kimyasal ilişkiler bakımından, bilimin bugün dünya üzeri deneylerine dayanarak vardığı sonuçlar -elbette salt dünyaya özgü bazı koşullar dışta tutularak- evrenin başka yerleri için de geçerlidir. Nitekim dünyayı ve onun üzerindeki tüm canlıları oluşturan evren maddesi, başka oran ve bileşimlerde de olsa, diğer gezegen ve yıldızları ve “muhtemel” canlıları da oluşturmuştur. Bir başka deyişle, yeryüzünün ve organik dünyanın maddi temeli, evrenin başka bölgelerinin de maddi temelidir. O halde, insanın kökeni tartışmaları (ki bu, insanda temsil edilen “akıllı yaşam” formunun varlığını irdeliyor olması bakımından da özgün ve özel bir tartışmadır) kaynakları ve vardığı özel-genel sonuçlar açısından, başka “akıllı yaşam” biçimlerinin olasılığına ilişkin tezlere de veri sunmaktadır. Bahis olan, “dünyayı ziyaret eden” başka canlı türleri olduğuna göre, popülerleşen tartışmanın, bir “akıllı yaşam” aradığını söyleyebiliriz. Bir başka gezegen ya da galaksiden “teknolojik” olanaklarla “ziyarete gelen” türlerin de, “en az insan kadar” akıllı olması gerekmektedir…
Gözden kaçırılan ikinci nokta ise, her iki konunun da, bir “tartışmaya”, “karşılıklı fikir yürütmeye” izin vermeyecek derecede, bilimsel deney ve tecrübelerle kanıtlanmış yanlarıydı. Sözgelimi organik evrim, bugün “var mıydı-yok muydu” diye tartışılabilecek bir bilmece değil, biyolojiden antropolojiye kadar birçok bilim alanında belirleyici bir rol üstlenmiş, dört başı mamur bir bilimin konusudur. Bilimsel deney ve bulgulara, tarihsel bilgi birikimine ve kalıntılara bakan her bilgin, yani asgari sorumluluklarını yerine getiren her bilim adamı, evrimi, tartışılacak değil, dünyayı anlarken yararlanılacak bir gerçeklik kuramı olarak görür. Evrim, artık bir hipotez değil olgudur. Son yıllarda, özellikle ABD’nin bazı eyaletlerinde, ilk ve orta öğretim kurumlarının müfredatından evrim kuramının çıkarılmasına yönelik bazı adımlar atılmış durumda. (Kansas eyaletinin eğitim kurulu Ağustos 1999’da, eğitim müfredatından evrimin çıkarılmasına karar verdi.  Illinois eyaletinde ise aynı yıl, evrim “tartışmalı konular” arasına alınarak, okullara, “kuramı istedikleri gibi verme” serbestisi (!) tanındı.) Bu eyaletlerin eğitim müfredatlarının neleri içereceğine karar veren “kururların bilimsel içeriği bir yana, bu durum, ABD’de özellikle 90’lı yıllarla birlikte yaygınlaşan ve buradan hareket ederek tüm dünyaya yayılma eğilimi gösteren bazı bilimdışı “bilim yöntemi” teorilerinin çarpık içeriğiyle de uyum göstermektedir. “Bilinemezci”, anti-materyalist, mistik bir dizi felsefi safsatadan sonra, bilimin birden fazla gerçeklikten hareket edip yine birden fazla gerçekliğe varabileceğini vaaz eden bu “yöntem” havarileri, yaratılış efsanelerinin de, pekâlâ evrim gibi bir “yorum” olabileceğini, hangisinin daha bilimsel olduğuna karar verecek bir bilim otoritesinin varolamayacağını öne sürüyorlar. İnsanlığın on binlerce yıllık bilgi ve deney birikimini bir çırpıda gözden çıkaran bu sözde rölativizmin izleri, tartışmanın bizdeki haline de bazı yönleriyle sinmiş durumdaydı. Cehaletin sınırsız geriliğine kucak açan bu post-modern “yaklaşım” sayesinde, bazıları, aslında kutsal kitapların ve yaratılış inancının evrim kuramını yadsımayan hatta kapsayan bir düzlemde olduğunu iddia edebilmişlerdir.
Aynı, “mevcut bilgilerin netliğine rağmen” tartışma durumu, ‘uzaylı marifetlerinde de’ görüldü. Bilim, evrenin başka köşelerinde canlı hayatın olasılıklarına dair pek çok yaklaşıma sahiptir ve bu yaklaşımlar, “gözlemlere”, “deneylere”, çeşitli yollarla sınanmış hipotezlere dayanmaktadır. Tüm bu etkinliklerde, “ölçme’ler yapılmış, fiziğin, matematiğin, öteki bilimlerin mevcut birikimleri göz önünde bulundurularak eğilimler belirlenmiştir. En kestirme yoldan bir örnek verilecek olursa, henüz, “dünyayı ziyaret edebilecek uzaklıkta” bir başka uygarlığın varlığına dair hiçbir kanıt yoktur ve bu, bilimsel olarak, dünya uygarlığına ulaşabilecek kadar yakın bir “akıllı yaşam” uygarlığının bulunmadığı anlamına gelmektedir. Bilimin sınırları dâhilindeki “şüphe” faktörü, elbette bu durum için de geçerlidir. Ancak bu faktör, bir dağın tepesinde “ateş topu gibi cisimler” görüldüğünde akla gelen ilk ihtimalin “UFO”lar ya da “uzaylılar” olmasına neden olacak kadar önemli değildir. Aksine, mevcut veriler, bunun akla en son gelmesi gereken ihtimal olması gerektiğine işaret etmektedir. Elbette, konunun, medya kuruluşlarının kendisine hedef seçtiği kitlelerin “fantezi ilgilerini” uyandırmaya, popüler merakı canlı tutmaya dönük bir şekilde işlendiği açıktır. Ama tüm bu popüler sululuğun hatırına, tüm o “ateş topları”nın, o “yanardöner cisimler”in işaret ediyor olabileceği başka doğa durumları gözden kaçırılmaktadır. Elbette bilim çevreleri, bu ihtimalleri göz önünde bulunduracaktır. Ama geniş halk kesimleri açısından, görülen her parıltının ardından, bunları anlayabilecek, yorumlayabilecek nitelikteki kişi ve kurumlara değil de, “medya kuruluşlarına” koşmayı teşvik eden bu tutum, ibretliktir. Örneğin, “hareket halindeki faylardan sızan metan gazı atmosferde yükselirken tutuşabilir ve göze ateş topu gibi görünebilir” diyen bilim adamlarının sesleri, çok yakında yaşanmış dramatik deprem deneyine rağmen duyulmamaktadır.
Her iki konuya dönük “tartışma”ların, bu eksik ve çarpık yanları üzerine ortak bir noktaya da dikkat çekmek gerekiyor. Öteki bütün düşünce etkinlikleri gibi bilimsel tartışma da, salt bir niyetin ya da tercihin ürünü değildir. Bir yanıyla tarihseldir ve birikim sorunudur; diğer yanıyla, tartışan “fikirlerin” boy verdiği toplumun, o topluma hâkim olan maddi ilişkilerin belirlediği bir “kültür” sorunudur. Türkiye, gerek öncülünden devraldığı “miras”la, gerek modern cumhuriyetin kuruluş yıllarından başlayarak bugüne gelen öz “servetiyle”, bilim karşısında ‘resmi olarak’ bön pozisyondadır. Bilim deyince teknolojiyi ve onun popüler ürünlerini anlayan, bağımlılık temelinde maddi ilişkiler kurduğu emperyalist ülkelerin “teknoloji ihracı” politikaları doğrultusunda, ihtiyaçlarından değil, o bağımlılığın getirdiği “zorunluluklarından” hareket ederek ülkeyi budala bir tüketim havuzu haline getiren egemen politikalar, bilimin çeşitli alanlarına ilişkin bu “tartışma” biçimlerini de belirlemektedir. Sözgelimi, cep telefonu teknolojisinin, aygıtın ve altyapısının gerekli bilgisi mevcut değilken, sürekli tahrik edilen bir tüketim alanı olarak ithal edilmesi, halka, zehir saçan baz istasyonları, ek vergiler ve yer yer fazlasıyla gülünç biçimler alan yeni türde bir “iletişim alışkanlığı” olarak yansımış, ama sonuç olarak, bu alanda, bir anda milyonlarca dolarlık bir pazar haline gelen ülkeden toplanan paralar, uluslararası tekellerin kasasına akmıştır. Türkiye’de burjuvazi, bağımsız ve yetkin bir bilim alanının oluşmasına olanak tanımamış, hatta buna izin vermemiştir. Üniversiteler üzerinde on yıllardır sürmekte olan tahakküm, özgür düşüncenin önüne çıkarılan büyük engeller, bilimsel araştırmalar için reva görülen gülünç kaynaklar ve çalışma koşulları, çarpık ve baştan aşağı hastalıklı eğitim-öğretim sistemleri ve daha pek çok etkenin kuşatması altında Türkiye, yaygın bir bilim kültürüne sahip olamamıştır. Bu çarpık sistem, kendi “bilim adamlarını”, “akademisyenlerini” uygun bürokratik tarzda yetiştirmiş ve çarkının orasına burasına yerleştirmiştir. Egemenlerin ruhunda hüküm süren ithalat tanrıları, bilimin de ithal edilerek bu memurlar aracılığıyla sürdürülebileceğini hayal etmiş ve ortaya bugünkü tablo çıkmıştır. (Tüm sınırlı koşullara ve zorluklara rağmen bilime katkıda bulunan ve zaten kendileri de bu tablodan rahatsız olan pek çok saygın bilim adamımızı tenzih etmek gerekir.)

YAŞAMIN KÖKENLERİ
Bu uzun girişten sonra konumuza dönebiliriz.
Yeryüzünde yaşamın kökleri, uzun yıllar boyunca üzerinde çalışılmış, ama özellikle geride bıraktığımız yüzyıl içerisinde önemli fosil bulguların yardımıyla pek çok bakımdan ilerleme sağlanmış bir konudur. Bu noktada, Sovyet bilgini Aleksander Oparin’in, geçen yüzyılın ilk yansında yaptığı çalışmalar belirleyici oldu. Oparin tarafından 1924’te yayınlanan “Yaşamın Kökeni” adlı bilimsel makale, sadece yaşamın kökenlerine ilişkin tartışmaları belirlemekle kalmadı, yaşam olgusunu değerlendirmede de yeni bir dönemi başlattı.
Oparin’in en büyük “şansı” materyalist felsefi yaklaşımıydı. Bu konuda Amerikalı bilim adamı Isaac Asimov, dürüst bir itirafta bulunur ve “Batılı ulusları sınırlayan dinsel tereddütlerin Sovyetler Birliği’nde geçerli olmamasının, Oparin’in geniş ufkunu şaşırtıcı olmaktan çıkardığını” söyler. Gerçekten de Oparin, temel ilkelerini Friedrich Engels’in “Doğanın Diyalektiği” isimli hacimli çalışmasında bulan, materyalist bilim yaklaşımının oluşturduğu felsefi tutumdan hareket etmiştir. Yaşamın kökeni sorununun, felsefi olarak, iki uzlaşmaz ekolün, idealizm ve materyalizmin arasındaki çatışmanın da merkezinde olduğunu belirtmiş ve daha sonra, yaşamı maddenin biçimlerinden biri olarak algılayan materyalist görüşe bağlı kalarak sonuçlara ulaşmıştır.
Yaşam maddenin biçimlerinden biridir… Canlılar dünyasının son derece karmaşık ve özelleşmiş deviniminin yanında “statik”miş gibi görünen madde dünyasının durgunluğu ile birlikte düşünüldüğünde, bu tanım, başlangıçta pek tatmin edici görünmüyor. Ama artık biliyoruz ki, canlı-cansız tüm evren, maddenin çeşitli biçimler almış halidir. İşte Engels’in belirleyici rolü de bu noktada başlıyor. Engels, Doğanın Diyalektiği’nde, tüm canlı yaşamın ortak kökeninin “protoplazmalar” (Protoplazma: Bir hücrenin, kendi sınırlarını oluşturan dış zarı da dâhil olmak üzere tüm içeriği.) olduğuna atıfta bulunarak, bunun, organik ve inorganik doğa arasındaki uçurumu asgariye indirmekle kalmadığını, mevcut doğa görüşünü de tümden değiştireceğini söylemişti. Engels, maddenin, tüm evren gerçeklikleri üzerindeki bu mutlak varlığını, “her şeyin, maddenin ve onun hareketinin biçimleri olduğu” yönündeki materyalist doğa kavrayışının bir kanıtı olarak gösterdi. Ve bu madde-yaşam ilişkisini çarpıcı şekilde formüle etti: “Yaşam, proteinli maddelerin varlık biçimidir”! Bu önemli tespit, kendinden sonraki 140 yıl boyunca, sayısız olguyla desteklendi ve geçerliliğini korudu. Engels’in formülü, salt bir biyokimyasal gerçekliği ifade etmiyordu; ifadenin kuruluşunda, doğa bilimlerine ilişkin bir felsefi temel vardı: Yaşam maddenin biçimlerinden biridir… İşte bu temel, Asimov’un işaret ettiği materyalist tereddütsüzlüğün ve Oparin’in vurguladığı felsefi çatışmanın materyalizm lehine sonuçlanmasının da gerekçesidir. Dinin ve öteki mistik-idealist felsefi sistemlerin önermeleri, doğayı maddenin biçimleri ve hareketi olarak tanımlayan materyalist bilim anlayışının karşısında kesin ve geri dönüşü olmayan bir yenilgi almış durumdadır. Hele bugün, bilimin bugünkü gelişmişlik düzeyinde bunun tartışılacak hiçbir yanı kalmamıştır.
Şimdi yeniden Oparin’e dönersek; onun bu felsefi temele dayanan çalışması ve bu çalışmanın üzerinde şekillenen biyolojik hipotezler, yaşamın, “cansız maddelerden evrimleşme” yoluyla başladığını savundu. Canlı varlıkların cansız maddeden türetilemeyeceğine dair genel kabul, bu kabulle “barış içinde yaşayan” Tanrıcı yaratılış reçetelerini de bir kenara atıyordu. Böylelikle, Darwin’de temel bir evrim haritası şeklinde dönüşüm ve birbirinden türeme özellikleriyle açıklanan canlılık, bu sürecin en başı, ‘kökeni’ açısından da bilimsel bir açıklamaya kavuşmuş oluyordu. Bu açıklama, nesnel bulgularla desteklenmekten yoksundur. Bundan şunu kastediyoruz. Mevcut fosil kayıtları, asla yaşamın en ilkel ilk biçimlerinin görüldüğü kabul edilen milyarlarca yıl öncesine ait örnekler içermiyor. Bu nedenle, yaşamın başlangıç zamanlarına ilişkin tarihsel belgelerimiz yok. Ama maddenin bilinen özellikleri ve kozmolojinin, dünyanın oluşum dönemi koşullarına ilişkin tespitleri, Oparin’in tezlerini doğruluyor. Nitekim Dünya’nın ilkel atmosfer koşulları, maruz kaldığı morötesi ışınları ve inorganik bileşiminin, laboratuar koşullarında bir düzenekte bir araya getirilmesiyle yapılan deneylerde, yaşamın kökenini oluşturan aminoasitlerin ve protein zincirlerinin, inorganik maddi temelden dönüşebildiği tespit edilmiştir. Maddenin giderek daha fazla keşfedilen özellikleri, böyle bir inorganik-organik dönüşümünün olanaklı olduğunu göstermektedir. Yaşamın kökenini açıklayabilmek bakımından, ya bu dönüşüme, ya da bir Tanrı’ya ihtiyaç vardır.
Canlılar, cansız doğada da mevcut olan kendi maddi temellerinin organik dönüşümünden var olmuşlardır. Ama canlı yaşam bir kez var olduktan sonra, onun sürekliliğinin temeli yine canlı yaşamın kendisidir. Bir başka deyişle yaşam, ancak yaşamın olmadığı bir gezegende kendiliğinden ortaya çıkabilir. Nitekim ilk organizmalar, kendilerini var eden atmosfer koşullarını değiştirmişler ve dünyayı, artık inorganik-organik dönüşümünün kendiliğinden gelişimine izin vermeyecek yeni koşullarına getirmişlerdir. Bundan sonrasını, organik evrim teorisi açıklar. Cansız maddeden evrilen ilkel tekhücreliden günümüzün “akıllı insan”ına dek tüm yaşam biçimlerinin türeyişi, maddenin canlı organizmada temsil edilen biçiminin dönüşümüdür. Yaşam, keyfi ve iradi bir olgu değildir. Bir tanrının “keyfen” var etmesine değil, kendi içsel işleyiş yasaları olan inorganik-organik, organik-organik dönüşümlerin belirlediği bir evrim temeline dayanır. Bu ise, evrende başka yaşam biçimlerinin olasılığına dair tartışmalar açısından önemli bir noktadır. Meğerki uygun atmosferik ve jeolojik koşullar altında bugünün gelişmiş uygarlığına varabilecek bir canlı yaşam formu cansız maddeden türeyebiliyor, o halde bu, evrenin ufuksuz genişliği içindeki başka yıldız sistemleri açısından da olanaklıdır. Bilinmeyen, uzak bir gezegende de, Dünya’nın ilkel koşullarını ve canlılığın başlangıcını tayin eden süreç işlemiş ya da işliyor olabilir. Maddenin hareket yasaları, temel özellikleri evrensel olduğuna göre, başka yerlerde de aynı dönüşümler gerçekleşmiş ya da gerçekleşiyor olabilir. Bu anlamda, evrende bir başka yaşam vardır ya da yoktur demek şimdilik olanaksız. Nitekim ne mevcut bilgilerimiz ve gözlemlerimizle, böyle bir “başka yaşam” varlığına kanıt olabilecek olgulara ulaşabilmiş durumdayız, ne de tüm evrende yapayalnız olduğumuzu gösteren delillere. Elbette, tutarlı öngörülerde bulunmak, her zaman mutlak ve sınanmış bilgiyi gerektirmez. Düşüncenin sistematik tutarlılığı ve doğanın işleyiş yasalarının keşfedilmesinin sağladığı olanaklar bazı genel yaklaşımlar geliştirmemizi sağlıyor. Örneğin, böyle bir başka yaşam varsa da, ona şimdilik ulaşamaz durumda olduğumuzu biliyoruz. Daha önce yapılan deneysel çalışmalar, 24 bin yıl sürecek bir yolculukla ulaşılabilecek bir menzilde, bizimkine benzer bir uygarlığın izini bulamadı. Sovyet araştırmacılar, bu menzildeki bir alana radyo sinyalleri göndererek yanıt almayı denediler, ama sonuçlar olumlu değildi. Uygarlaşmamış yaşam biçimlerinden ise, onlardan alabileceğimiz bir “yanıt” olmadığına göre, ancak ampirik yolla emin olabiliriz. Ki bugüne kadar elde edilmiş gözlemler, yakın çevremiz açısından bu ihtimale de olumsuz yanıtlar veriyor.

* * *
Güncel olarak “tartışıla gelen” başka yaşam biçimleri olgusu ise, tartışmaya kaynaklık eden gerekçeler açısından, kesinlikle bir “akıllı yaşam” arayışıdır. Genellikle bilimin dışına çıkıp bilim-kurgunun sınırları içinde kalan bu mesele, bir “ziyaretçi” saplantısına dayalı olduğundan, kesinlikle insandan daha ileri bir uygarlığın izini sürmektedir. İnsanın, bırakın bizzat gitmeyi, gözlem ve sonda araçlarıyla bile ulaşamadığı uzaklıklardan “gelmesi gereken” ziyaretçiler, çok daha ileri bir uygarlığın temsilcisi olmalıdır. Aklın ve bilincin hüküm sürdüğü bir uygarlığın… Peki, akıl ve bilinç nasıl bir gelişimin ürünüdür? Engels’e yeniden dönmek gerekiyor: “… Maddenin hareketi, salt kaba mekanik hareket değildir, salt yer değiştirme değildir; ısı ve ışıktır, elektrik ve magnetik gerilimdir, kimyasal bileşim ve ayrışımdır, yaşamdır ve son olarak bilinçtir. ” (Engels, Doğanın Diyalektiği, sf. 48, Sol Yayınları)
Engels, materyalist yaklaşımını çok önemli bir noktaya vardırmış ve bilinç ile, ona bağlı düşüncenin de, maddi bir temele dayandığını vurgulamıştır. Akıllı yaşamın koşulu olan beyin, maddenin dolaysız bir biçimidir ve onun temel hareket yasaları hükmünde, yetkin bir organ olma özelliğini zamanla kazanmıştır. Kendi kendinin bilincine varmış varlık olarak son derece özel bir yere sahip olan insan, nesnel varlığıyla da, bilinç durumuyla da, maddenin bir suretidir. Kendi varlığının bilgisi ve öteki bütün düşünsel etkinlikleri maddi temellere dayalıdır.
Yazının başında, iki sorunun birbirine yakınlığı olarak işaretlenen yere geri dönmüş bulunuyoruz. Gördük ki, yaşam, madde ve enerjinin sonsuz hareketinin aldığı biçimlerden biridir. Akıl ve bilinç de. Bu yasa, Dünya dışında olabileceği varsayılan yaşamlar için de geçerlidir. O halde, yaşamın kökeni ve insanlığın türeyişine ilişkin süreçler, model olarak, mümkün olan başka yaşamları öngörmek ve tespit etmekte kullanabileceğimiz eşsiz verilerdir. 24 bin yıldan daha fazla sürecek yolculuklara çıkamayacağımıza göre, akıllı yaşamın tarihine, yani tek hücreliden başlayarak insansı maymunlara ve modern insana uzanan sürece bakmak durumundayız. Maddenin hareket yasalarından yola çıkarak, örgütlenmiş proteinin nasıl beyni oluşturduğunu, beynin, memelilerin en ilkellerinden başlayarak her ileri evrim adımında nasıl yetkinleştiğini, insanın şimdiki durumuna gelene kadar hangi aşamalardan geçtiğini anlamak durumundayız. Yani, evrende başka hayat var mı tartışması, fiziğin ve öteki doğa bilimlerinin temel ilkelerini, yaşamın kökleri kuramını, organik evrimi hesaba katmadan yürütülemez. Popüler bir tartışma bile, hiç değilse kabuller olarak bunları hesaba katmak durumundadır. Ancak böylelikle, “uzaylı ziyaretçiler” halüsinasyonları hak ettiği ilgiyi görecektir.
Oparin, “şu an bilmediklerimizi yarın biliyor olacağız” demişti. Bu umut verici ifade, materyalist bilimin ufuklarının genişliğini de içermektedir. Yaşamın, biçimleri, olasılıkları, geçmişi ve geleceğine dair tüm önermeler, felsefi olarak, ancak tarihsel-materyalist bir düzlemden hareket edildiğinde “bilimsel” niteliği kazanabilmektedir. Başka yaşam sistemlerinin olasılığı tartışmaları da öyle. Bu konuda, temel bir yaklaşımı formüle etmesi bakımından, Engels’e son kez kulak vermek gerekiyor:
“Kaç milyonlarca güneş ve dünya doğup kaybolursa kaybolsun; yalnız bir güneş sisteminde ve yalnız bir gezegende organik yaşam koşulları ortaya çıkıncaya dek ne kadar zaman geçerse geçsin; aralarından düşünebilen beyinlere sahip hayvanların gelişmesine ve kısa bir zaman için yaşam koşullarının ortaya çıkıp sonra gene acımasızca ortadan kaldırılmasına dek ne kadar çok organik varlıklar meydana gelip ve daha sonra gene yok olursa olsun – maddenin bütün dönüşümleri içinde, sonsuza dek aynı kalacağı, hiçbir niteliğinin hiçbir zaman kaybedilemeyeceği ve bu yüzden aynı zamanda aynı sarsılmaz zorunlulukla yeryüzünün en yüce yaratığı düşünen aklı yok edeceği ve bir başka yerde, bir başka zaman onu yeniden üreteceği konusunda kuşkumuz yoktur.” (Engels, age. sf. 51)

Temmuz 2001

Stalingrad

Irak Savaşı, pek çok konu açısından, geçtiği yeri bir işaret fişeği gibi aydınlatarak “bitti”. Tarihin olağandan daha hızlı devindiği ve gizemli bir projektörle geniş bir zaman dilimini aydınlattığı o ilginç dönemlerden de biriydi bu. Bir an patlamış bir flaş gibi, karanlık ve boğucu bir dönemin daha net çizgilerle görünmesini sağladı. “Tarihselci” bir anlayışa sahip olan kesimler için zaten görünmekte olan kimi olgular, çok daha geniş kesimler açısından da böylelikle berraklaştı. Savaşın sonunu getiren gizemli olaylar ve “beklenen” Bağdat savunmasının neredeyse bir mahalle kavgası sadeliğinde geçmesinin ardından, Saddam’ın ya da çok güvendiği muhafızlarının komutanlarının veya bir başkasının/başkalarının ihaneti üzerinde duran teoriler, savaşın ilk günlerindeki büyük ve moralli direnişi unutturacak bir ilgi uyandırıyor. Bağdat’ın bu denli “kolay” düşmesi, bu teorilerden birinin gerçek olma ihtimalini güçlendiriyor; ama işte o “satış”ın olduğu âna dek süren direnişin -en azından ABD’li savaş borazanlarının moralinde bir çöküntü olarak- yarattığı etkiyi ortadan kaldırmıyor. Irak, istilacı güçler karşısında; elleri kolları bağlanmış, kendisini savunmakla, topyekûn bir savunmayı örgütlemekle yükümlü organları, ayrıntıları bilinmeyen bir ihanetle çekip gitmişken, çaresizce diz çöktüğünde, işte en azından o yukarıda sözü edilen flaşı patlatabilecek kadar zaman bulabilmişti. Güney Irak halkının, tüm olanaksızlıklara ve düşmanın “savaşın kurallarını” bile hiçe sayan kalleş gaddarlığına rağmen, bir yurt savunması ruhuyla sürdürdüğü direnişin ortaya çıkardığı temel bir gerçek oldu: Emperyalist savaş makinesi, bir gün kaçınılmaz olarak karşılaşacağı yenilginin/yenilgilerin yakınlaşmakta olduğunu seziyor ve bundan yakıcı bir şekilde korkuyor.
Savaşın, o ani bitişinden sonra Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in, yıkılan Saddam Hüseyin heykellerine bakarak, 90’lı yılların başında Doğu Avrupa’da yaşanan yıkımları hatırlatması ve Saddam rejiminin uyandırdığı imgeleri, Lenin’in, Stalin’in Sovyetler Birliği’ndeki imgesiyle eşitlemeye çalışması, gerçekte savaşın önemli ayrıntılarından biriydi. Amerika’nın “savunma” bakanı aracılığıyla, Hitler ve Saddam ile Lenin ve Stalin isimlerini bir arada anmasıyla, bugünün orta zekalı televizyon ve gazete yorumcularının sığlığı arasında bir paralellik kurmak ve Rumsfeld’i cahillikle suçlamak doğru değildir. Rumsfeld de, öteki Amerikan baronları da, kuşkusuz, bunların aynı şeyler olmadığını biliyorlar. Ama, bu sözlerin çağrışımları, zaten savaş boyunca bir çarpıtma ve yalan yatağında akmış olan propagandanın hizmetindeyken, hem bir korkuyu gizliyor hem de bir başka korkuyu büyütüyor.
Irak savaşında iletişimin olanakları, sağlıklı bir iletişimin olanaklarını ortadan kaldırmak için kullanıldı. İfade “özgürlüğü” ve yaygın teknik olanaklar, artık ifade edecek tek bir gerçek kalmayasıya yalanın hizmetine koşuldu. Bu savaşla birlikte artık iyice görüldü ki, iletişimin kendisi, bugün iletişimsizliğin kuralıdır. Kişi, ne kadar çok haber alıyor ve ne kadar çok görüntü izliyorsa, gerçekler hakkında o kadar az şey biliyor. Örgütsüz ve eleştirel bir bakıştan yoksun halk kitlelerine, Amerika’da da, dünyanın başka yerlerinde de, bu garip ve bunaltıcı çelişkinin içinde, savaşı ve olanları anlama çabasının yorucu yükü düştü. İşte tam da, işaret parmağını Saddam’ın yıkılan heykellerine doğrultup, “Lenin, Stalin de böyleydi” diyen adamın sözlerinin ne denli sahte ve art niyetli olduğunu gizlemeye yarayan bulanıklıkta bir ortam…
***
Lenin ve Stalin, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist toplum düzeninin ve onun İkinci Dünya Savaşı’nda faşist istilacılığa karşı kazandığı ve tüm dünya halklarının hafızalarında yer etmiş olan büyük zaferin iki güçlü ismidir. 1917 devriminden sonra Lenin’in önderliğinde kurulmaya başlanan yeni toplumun bütün bir Sovyet halkında yarattığı –dünya halklarına da sirayet eden– bilinçli ve inançlı iyimserlik, gelecek konusunda duyulan sabırlı güven, İkinci Dünya Savaşı’nda sergilenen olağanüstü yurt savunmasının en nesnel zeminini oluşturuyordu. Sovyet halkı ve tümüyle bir halk ordusu biçimindeki Kızılordu’nun, anayurdu istila ederek içlerine doğru ilerleyen faşist Alman ordularına karşı giriştiği büyük savaş; gerçekte sadece Sovyetler Birliği’nin değil, faşizmin bizzat işgali altındaki bütün bir Avrupa halkının ve “Sovyetler düştükten sonra” sıranın geleceği diğer ulusların da savaşıydı. Faşizme ve Alman emperyalizmine karşı duyulan büyük nefret, Sovyet yurttaşlarının kahraman direnişinde somutlaşıyor ve bütün halklar, en azından gönülleriyle bu büyük savaşta Sovyetler’i destekliyordu. Sovyet direnişinin uyandırdığı heyecan, işgal edilmiş Avrupa ülkelerindeki, kimi yerde dağınık, kimi yerde umutsuz direnişleri ve partizan savaşlarını hararetlendirdi. Avrupa’da ve işgal altındaki başka ülkelerde, uluslar, Nazi işbirlikçisi rejimlere, iştahla Sovyetlerin yıkılmasını bekleyen sözde “müttefik” hükümetlere ve başka pek çok olumsuzluğa rağmen, Sovyet direnişinin moraliyle saflarını güçlendirdiler ve “yenilmez” sanılan Alman savaş makinesine karşı moralle savaştılar. Sovyetler açısından, savaşın en kritik, en zorlu aşaması olan Stalingrad savunması, bütün o direnişlerin odaklandığı bir dönüm noktası olarak yerini aldı İkinci Dünya Savaşı tarihinde. Her açıdan tahkim edilmiş, teknik olanakları geniş ve saldırı gücü yüksek Alman istila ordusu, bu küçük şehrin önünde, tüm tarihin en ağır bozgunlarından birine uğradı. Sovyetleri istila için gelen Alman ordusu, aylarca kuşattığı, ağır silahlarla yakıp yıktığı, dünyayla bağlantılarını kestiği Stalingrad’ın önlerinde, kelimenin gerçek anlamıyla yok oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın dönüm noktasıydı bu kuşatma ve çok geniş topraklara istilacı olarak yayılmış olan Alman ordularının yenilgiler zinciri Stalingrad’da başladı. Sovyet ordusu ve halkı, faşist orduları önüne katarak, Berlin’de ve Hitler’in ele geçirilmesiyle son bulacak bir kovalamaya başladı. Anglo-Amerikan müttefikler, ancak Sovyetler Alman ordusunun direncini kırdıktan sonra gerçek anlamda katıldılar savaşa. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi ordularının yenilmesini sağlayan, Stalingrad savunmasını bir dönüm noktası olarak belirleyip söylenebilir ki, Sovyet halkının topyekûn direnişiydi. Bütün bir ülke ve halk, tüm dünya halklarının samimi desteğini yanında hissederek, önce kıstırıldığı ve her türlü insani olanaktan mahrum bırakıldığı bir kentin içinde, sonra faşist orduyu püskürte püskürte girerek özgürleştirdiği Avrupa’nın doğu ülkelerinde amansız bir savaş verdi; sadece düşmana değil “dost”a da parmak ısırtan bir savaş. İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetlerin müttefiki gibi görünen ama en kritik anlarda onu yalnız bırakıp, yenilmesini, hiç değilse zayıf düşmesini temenni eden batılı emperyalistler, İngiltere ve ABD de, Stalingrad’da cisimleşen direniş ruhunu ve Sovyet halkının “Sosyalist Anayurdun Savunulması” adıyla, hem bir ülkeyi hem de onun toplumsal düzenini fedakarca savunması karşısında endişelenmişti. İkinci savaşın hemen ardından baş gösteren “Soğuk Savaş” gerginliğinin önemli nedenlerinden biri de buydu. Sovyetler Birliği, yeni bir düzeni kurma konusunda kanı ve canıyla bedel ödeyerek kararlılığını dolaysızca bildiren halkıyla birlikte, artık tüm dünya için, eskisinden daha da büyük bir umudu temsil ediyordu. Emperyalist egemenliğin varlığını en fazla tehdit eden de, bu umudun evrensel düzeydeki yaygınlığıydı. Faşistlerin Stalingrad’da görmeye başladıkları ve sonlarını getiren kabus, tüm zorba egemenlikler için bir “tehdit” olarak algılanıyordu nitekim.

***
Amerika, çıkacağı aylar öncesinden belli olan bir savaşla Irak’a saldırdıktan sonra, “şok ve dehşet” adını verdiği bir savaş taktiği yürüttü. “Şok ve dehşet” adının tüm açık ve gizli anlamlarının taşıdığı yıkıcı tehdit, Nazi savaş aygıtının başta Sovyetler Birliği olmak üzere herkese yönelttiği bir barbarlığı hatırlatıyordu. Kentlerin, hava bombardımanları ve ağır topçu ateşleriyle yok edilmesi, istilaya karşı direniş gösteren şehirlerin acımasızca cezalandırılması, direnişin her türlü baskıya rağmen sürdüğü koşullarda, sivillere dönük, psikolojik yılgınlığı hedefleyen katliam saldırıları… Tüm Nazi savaş mekanizması, Amerika’nın Irak’a ve kentlerine yönelttiği saldırıda uygulandı. Ama tüm bunlara rağmen, ilk günlerde Irak halkının direnişi sürdürmesi ve ülkenin güneyinde başlayarak ortalarına kadar tüm kentlerin, düşmanın teknik üstünlüğüne rağmen, ağır kayıplar verme pahasına teslim edilmemesi, etkisinin sınırları Irak’ı aşan bir moral ortamı yaratmaya başlamıştı. Amerikan saldırısı öncesinde yekpare bir görüntü vermeyen, kuzeyde Kürtler, güneyde Şiiler ve ülkenin orta kesimlerindeki kimi aşiretler tarafından bir “iç savaş” çıkarılması ve Saddam’a karşı Amerikan istilacılığıyla birleşmesi beklenen Irak unsurlarının, Saddam’ı “kendi” sorunları olarak görüp –Kürtler dışında– emperyalist saldırganlığa karşı birleşmesi; önce Irak’ta, belki tarihi boyuca olmayan bir “ulusal ruh” doğurma eğilimindeydi. Sonra bu “ruh” bölge halklarına yayılmaya başladı. Ortadoğu’da, tarihsel ve güncel gerekçelerle, Amerikan ve İngiliz emperyalizmine karşı duyulan büyük öfke, bu direnişin etrafında önce moral olarak sonra fiziki olarak birleşme işaretleri bile vermeye başlamıştı. Biri kapitalist batı uygarlığının sömürgeci dönemlerinden kalma olan ve tüm bir Ortadoğu-Kuzey Afrika Arap halklarının sömürgeleştirilmesi, işbirlikçi zorba rejimler tarafından kontrol edilmesi olgusuna dayanan; diğeri daha güncel olmak üzere, Filistin sorunundan kaynaklanan ve on yıllardır tüm dünyanın gözleri önünde işgalci ve Siyonist İsrail rejiminin kuruluşundan itibaren Filistin aleyhine desteklenmesinden kaynaklanan iki uçlu tepki, Irak’ta gelişmesi muhtemel kalıcı bir direnişin etrafında kenetlenme eğilimindeydi. Arap-Müslüman dünyasının, emperyalist Batı karşısında yüzyıllardır süren ezikliğinin, tüm yeraltı zenginliklerinin ve coğrafi avantajlarının, aşiret, şeyhlik, hanedanlık gibi egemenlik kaynaklarından beslenen işbirlikçi zorba rejimler tarafından emperyalist ülkelere peşkeş çekilmesinin yarattığı nefretin; bu direniş olgusu etrafında bir tarihsel hesaplaşmaya dönüşme eğiliminde olduğunun açıkça görüldüğü günler yaşandı. Bağdat’ı savunmak için neredeyse tüm Arap ülkelerinden Irak’a geçen gönüllüler, tüm Arap ülkelerinde gerçekleştirilen ve giderek dozunu artıran eylemler; sadece Amerikan saldırganlığına karşı bir dayanışma göstermenin ötesine de geçerek, bütün bir Ortadoğu’yu şekillendirme gücüne sahip, kendi işbirlikçi rejimlerini hedef alan bir kitle potansiyeline işaret ediyordu.
Bu kadarla da kalmıyordu. Arap-Müslüman dünyasının dolaysız olarak hissettiği duygudaşlık, Latin Amerika’dan Asya’nın talan edilmiş ülkelerine, Afrika’dan gelişmiş kapitalist ülkelerdeki yoksul kitlelere dek, çok geniş bir antiemperyalist birikimin olduğunu ve bunun, etrafında toplanabileceği umudunu veren bir direniş olgusunu hissettiği anda birleşik bir güce dönüşmesinin ne denli mümkün olduğunu da gösteriyordu savaş. Kuşkusuz, Saddam rejimi ve onun rejimini oluşturan, “güvenliğinden”, “sürdürülmesinden” sorumlu unsurların niteliği –ve hatta bunların emperyalist bölge politikalarının geçmişiyle doğrudan bağlantısı– böylesi birleşik bir gücün oluşturulmasında sadece yeteneksiz değil, olanaksızdı da. Ama Amerikan emperyalizmine karşı duyulan büyük tiksinti ve mücadele azminin, Irak yönetimi gibi belirsiz ve güven vermeyen bir unsurun etrafında dahi giderek belirginleşen bir destek halkası oluşturmaya başlaması; dahası, Irak halkının askeri direnişinin “emperyalist savaş mekanizmasının yenilmezliği” efsanesini bazı hamlelerle en azından delmiş ve yıpratmış olması, ABD yönetimi açısından tedirgin edici bir gerçekliği açıkça göstermiş oluyordu. Bağdat, bir entrikayla savaşsız teslim alınmasaydı da düşecekti belki. Ama ABD, tıpkı Nazi Almanyası’nın yaptığı gibi açık kitle katliamlarına girişmek; emperyalist söylemin en dış maskesini oluşturan, “insan hakları”, “zorba rejimlerin yıkılması ve halklarının özgürleştirilmesi” gibi palavraları söylenemez hale getiren bir şiddet uygulamak durumunda kalacaktı ve kendisi de çok ağır kayıplar verecekti. Bütün bunlar birleştirildiğinde, Rumsfeld ve “ekipteki” öteki şahinlerin kötü rüyalar görmesi anlaşılır oluyor.
Irak yönetimi ve halkın savunduğu ülkenin geleceği konusundaki kaygıları ile Sovyet yönetimi ve ülkeyi savunan Sovyet halkının geleceğe olan umut dolu güveni karşılaştırıldığında, Bağdat’tan bir Stalingrad etkisi beklemek, elbette mümkün değildi zaten. Ama hemen herkesçe bilinen bu nitelik farkına rağmen, Irak halkının direnişinin yarattığı etki, emperyalist saldırganlıkta patolojik bir anının canlanmasına yetti.
Sonuçta, askeri olarak kazanılmamış/kazanılamamış bir savaşın yükü altında olan ABD emperyalizminin, siyasetçileri aracılığıyla, asıl endişesini bir “tarih dersi” havasıyla ele vermesi tesadüf değildir. Amerikan savaş aygıtı caydırıcı etkisinden çokça kaybederek ve kazanç kalemini entrika, “diplomasi”, satın alma birimlerine borçlu olarak çıktı bu savaştan. Irak direnişinin “yarım” kalmasının Rumsfeld’in hastalıklı anılarıyla yakından ilgisi olduğu da biliniyor: Bir halk iktidarı, hiçbir işbirliğine yanaşmayan gerçek bir direniş ülkesi savaşın dengelerini alt üst edebilir… Sovyetlerin Stalingrad’da yaptığı gibi. Ve halkın gerçek önderleri, böylesi bir savaşın topyekûn örgütlenmesinde hiçbir duraksamaya yer vermeksizin davranabilir.

Geçmişten günümüze Kapitalizm ve eşitlik

Bugün, ABD’nin biriktirdiği silah gücünü, bu güçten de cesaret alan saldırgan dış politikasını ve bu ülkenin dünya siyasetinde yarattığı imgeyi tanımlamak için “imparatorluk” kavramından ilham almak; ABD’yi bir postmodern imparatorluk modeli olarak tarif etmek ve dolayısıyla onu geçmiş imparatorluk deneyimleriyle karşılaştırarak, tarihin önemli büküm noktalarıyla günümüz arasında paralellikler, benzerlikler kurmak eğilimi oldukça yaygın. Politik gelişmelerin kabukları arasındaki dikkat çekici benzerlikler, bu kıyaslamalara inandırıcılık kazandırıyor, bu doğru. Bunun yanı sıra, söz konusu eğilim, meseleyi daha “kolay” anlaşılır bir şekilde, modelleme üzerinden ele aldığı için de yaygınlıkla benimseniyor.
Dünya üzerinde kurulmuş başka imparatorluklar (Roma, Osmanlı vb.), kendileri dışındaki halkları, fetih, istila, boyun eğdirme gibi yöntemlerle bağlı/bağımlı hale getirdiler. Kaba gücün ve gelişkin şiddet araçlarının varlığı, tarihin o dönemlerinde de, bu fetihçi ve istilacı imparatorluklar için öneme sahipti. Bu devletler de, dünyanın çeşitli bölgelerine uzun süren seferler düzenlediler ve ekonomik-politik bir gücün, potansiyel ve/ya da fiili bir askeri güce, bir şiddet ve savaş yeteneği ve gelişkinliğine koşut olduğu hükümranlıklar kurdular. İlk bakışta görünen bu önemli “kabuk” benzerliklerinin dışında, başka ortak noktalar da bulunabilir. Ve ABD’nin, tarihin eski veya görece yeni bir döneminde, Doğu’da veya Batı’da, Hıristiyanlar veya Müslümanlar tarafından kurulmuş şu veya bu imparatorluğa benzediği, bu “modeller” bağlamında da değerlendirilebileceği öne sürülebilir.
Ama, bir ülkenin tarihsel gelişiminin yalnız kendi toplumsal koşullarına bağlı olmayıp, onu çevreleyen dünya-tarihsel koşullar tarafından belirlenmesi gibi; bir ülkenin, bir hükümranlık mekanizmasının “yazgısının”, hatta onu niteleyecek ve tanımlayacak sıfat ve adların geçmişin temsillerinde aranması da doğru değil. Bugün büyük ve yıkıcı bir uygarlık ve egemenlik mekanizması olarak Birleşik Devletler; hamuruna karışmış pek çok tarihsel dinamiğin yanı sıra, kendi öznel tarihinin ve bu tarihin gerçekleşmiş bulunduğu zaman ve uzamda varolagelmiş başka olguların belirleyiciliği altındadır. Ve bunlardan biri de, şüphe yok ki, Protestan Avrupa sömürgeciliğinin –en örtüsüz haliyle bir kez de Amerika’nın ‘keşif’ ve istila edilmesi vesilesiyle tanışılmış bulunan Batı sömürücülüğünün– suretidir. Bugün, uluslararası kapitalist sistemin enerji ve hammadde kaynakları ile öteki maddi donanım ve süreçlerinin yanı sıra gelişkin şiddet araçlarına daha fazla sahip olmak ve bunları kullanmak konusunda tereddütsüz bir yıkıcılığa dönüşebilen “özgüveni” edinmiş olmakla da Avrupalı akrabalarından birkaç adım önde duran ABD sömürgeciliğinin eskizleri, Batı Avrupa tarihinin örtük ya da açık sömürücü geçmişinde tespit edilebilir. Avrupa büyük sermayesinin çıkar örgütlerini ve bunların daha büyük ölçeklerdeki siyasal birliklerini, ABD’nin “huzursuzluk verici” hegemonyasına karşı alternatif bir odak, bir denge unsuru olarak görmeden önce, yeterince açık olan bu akrabalık ilişkisini hatırlamalıyız: Geçmişin hayaletlerini, bugünü temsil eden ruhlar olarak çağırmak ve onlara yeniden dirilecekleri anlam alanları yaratmak yerine…

***
Modern Avrupa düşüncesi ve eyleminin, dolayısıyla bir bütün olarak Batı kapitalizminin, kendi tarih aynasında belirgin çizgilerle görünsün istediği olgu, Aydınlanma geleneğidir. Aydınlanma, Katolik hurafelerden kurtulmak ve dinsel hükümlere bağlı bir “kesin bilgisizlik” yerine us’un (insan aklının) yol göstericiliğine bağlanmak gibi dev bir adımın atılmasını sağlamıştır. Descartes’ın bu us’un tüm insanlarda eşit olarak verili olduğu yönündeki sözleri ve insanın ussal bir varlık olduğu yönündeki Aydınlanma hükmü, zorunlu olarak, bütün insanların doğuştan ve devredilemez şekilde eşit olduğu yargısına varır. Aydınlanma geleneğinin ve bu sürece bağlı olarak anılagelen toplumsal değişimlerin temelindeki bu eşitlik argümanı, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kapitalist uygarlığın da terennümüdür. Kapitalist uygarlık, içeriğindeki bütün us-dışı, insanlık dışı, insana ve insani değerlere yabancı öze rağmen, bu eşitlik sloganını nüfus cüzdanına büyük harflerle yazdırmıştır. 18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa’da, ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerika’da da, köleliğin yasal olarak kaldırılması; hatta kökeninde buna dair bir uyuşmazlık varmış gibi görünen bir iç savaşta –her 60 Kuzey Amerikalıdan birinin öldüğü bir iç savaşta– “kölelik yanlılarının” yenilgiye uğraması, eşitlik konusundaki “ciddiyete” kanıt olarak görülebilir. Batı uygarlığı, artık us’un egemen olduğu bir dünya düzeninde, tüm insanların birbirine eşitliğini, gerekirse silah zorunu kullanmak da dahil olmak üzere, türlü yöntemlerle dünyanın diğer halklarına gösterecektir!
Bu durumda sömürgeciliğin, bu eşitlik ülküsünün patentlenmesiyle neredeyse özdeş bir zaman diliminde modern biçimini almış olması, bir çelişki olarak görülmemeli. Afrikalı insanlar başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında on milyonlarca insanın, hayal bile edilemeyecek büyüklükte acılar ve yıkımlarla karşılaştıkları, Batılı burjuvaların, bütün o modern ve “insancıl” ilahilere rağmen, kapitalist uygarlığı gezegenin uzak köşelerine insanlık dışı metotlarla taşıdıkları gerçeği, aklın peşinde ve eşitlik ülküsünün rehberliğinde yürüdüğünü söyleyen ve tarihsel olarak “bugün”e varmış olan sistemin bir kusuru olarak değil, özü olarak görülmeli. Kapitalist inşa sürecinin pragmatist felsefesi, bir yandan kuramsal bir “eşitlik” ideasını yüceltirken, bununla eş zamanlı olarak, köleciliğe, sömürgeciliğe, dünyanın başka halklarının ve onların henüz gelişme aşamasındaki kültürlerinin ve uygarlık miraslarının talan edilmesine izin –hatta mantıksal bir zemin– verebilir. Burjuva tininin özü budur. Bir kısım entelektüelleri, akademide, sivil toplum örgütlerinde, derin felsefi metinlerinde, roman ve şiirlerinde, şurada ve burada, bu kötü kalpli dünyanın yazgısı için umutsuz gözyaşları dökerken, bir başka kısmı, kaba gücün, açık sömürünün, cinayetin, soykırımın ve başka insanlık dışı “siyaset” biçimlerinin rasyonelleştirilmesi için nihilist terler dökebilir. Bugün dünya hakimiyetini elinde bulunduran uluslararası kapitalist sistemin fikri temelinde, yeryüzündeki insanların birbirine eşit olmadığı; uygarlığın, seçilmiş ve üstün Avrupa halklarına –yalnızca bunlara– ait bir kültürel gelişimi ifade ettiği yanılsaması yatar. Gerçekte bu, sadece bir yanılsama, yanlışlıkla edinilmiş bir mantıksal dizge değil, kapitalist gelişimin tüm düşünce ve eylemlerine rehberlik eden kaçınılmaz bir “şuur”dur. Burjuva tini, nesnel dünyayı, önce kendi öznel bilincinde çarpıtır, ve sonra, bunu, felsefe, ideoloji ve siyaset olarak yaygınlaştırır. Onun gerçeklik’le ilişkisi, bu çarpık “şuur”un etkinlikleri olacak; böylelikle, “negroların”, Kızılderililerin, Asya halklarının insan-altı bir kültürü temsil ettiklerini; bizzat kendi Beyaz, Protestan ve  Zengin formasyonlarının tanımladığını düşündükleri, “insanlığın” henüz tamamlanmamış ilkel bir taslağı olduklarını düşünebilecektir. 18. ve 19. yüzyılın sömürgeciliklerinden 20. Yüzyılın emperyalizmine, Nazizmden günümüz Amerikan sömürücülüğüne dek belli başlı burjuva dünya siyasetlerinin mekanizmasında böyle bir ırkçılık yatar. Bu “siyasetlere”, aydınlanmacı pozitivizm ya da klasik liberalizm, nihilist irrasyonalizm ya da postmodernizm eşlik edebilir. Burjuva hakimiyetinin insanlık dışı biçimlerine derin anlam ve gerekçeler katacak, onun zorunluluğunu ilan edecek felsefi formlar için, çarpık burjuva şuuru, anlamsız bir çeşitliliğe (!) sahiptir: Bu çeşitlilik, belli bir töz etrafında gelişmiş, ayrı ve özgün ilkelerin zenginliğini değil, farklı yanılgıların, tuhaflıkların ve hastalıklı düşüncelerin varlığını ifade etse de… 18. yüzyılın Avrupalı düşünürleri, öteki halklardan açıkça aşağı türler olarak söz eder, onların, bir uygarlık yaratma yeteneğinden yoksun olduğunu bildirir ve sömürülmelerini ahlakileştirir; liberalizm, emperyalist sömürüyü rasyonel gerekçelerle, doğa bilimlerinden gasp ettiği “doğal farklılıklar ve üstünlükler” söylemleriyle kutsar; nihilist irrasyonalizm, tüm insani değerleri bir kuşkuculuk örtüsünün arkasında inkar ederek ve dünyanın bilgisine tek başına sahip olan elit bilinçlerini dünyanın geri kalanının karşısına koyarak, üstün ırkın dünya hakimiyetine yol verir; ve postmodern saçmalık da, bütün dünyanın ve tarih dediğimiz tüm insanlık deneyiminin kendisi gibi saçma ve tanımlanamaz olduğunu söyleyerek, 21. yüzyılın barbarlığını önemsizleştirir ve gözlerden uzaklaştırır. Bütün bunlar, tek bir egemen sınıfın, tarihsel olarak Avrupa’da iktidara gelmiş burjuva sınıfının çarpık dünya algısının görünümleridir: Egemen bilincin, farklı tarihsel duraklardaki görünümleri.
İşte böylece, eşitlik, bir sözcük olarak kavramsallaştırdığı şey olmaktan çıkmıştır. Kapitalist kültür için eşitlik, asla gerçekleştiremeyeceği bir vaadin pırıltısı olmaktan öteye gidemez. Emperyalist hakimiyet, o ilk sömürgeci biçimlerinden bugüne dek, asla dünyanın çoğunluğuyla eşit bir ilişkiye girmemiş, böyle bir ilişkinin doğal sonucu olarak ortaya çıkması gereken tarihsel sorumluluk bilincine sahip olmamıştır. Bugün, başta ifade edilen nedenlerle, uluslararası kapitalist sistemin hakim gücü olan ABD’nin, Ortadoğu ve Asya’daki, Afrika ve Latin Amerika’daki halklara karşı giriştiği sömürgeci saldırganlık ve bu saldırganlığı gerekçelendirirken kullandığı argüman, 200 yıldan fazla bir süreyi kapsayan egemen bilincin güncel bir tezahürüdür. Bush’un, Rice’ın, neo-con denen bütün o budala kalabalığın, doğal bilince, bir sapkınlık, bütün erdemlerini yitirmiş bir salt kötülük olarak görünen düşünme biçimleri ve söylemleri; gerçekte hastalıklı bir çılgınlığı değil, burjuva düşüncesinin gelişim seyrini ifade eder. Bu düşünce ve söylem, bizzat kendi öz yurdu olan Avrupa’da da hüküm sürmektedir elbette. Ama (Bush’un alaycı tanımlaması kullanılarak söylenecek olursa) bu yaşlı Avrupa, yalnızca eski ihtişamını yitirmiş olmakla değil, kendi üstün uygarlıklarına, sömürmek yoluyla katmak lutfunda bulundukları halkların, sayısız direniş ve zaferiyle de maluldür. Ve onun “dili”, bu tecrübelerinin yönlendirdiği bir denetimden geçmiştir. Zengin Avrupalıların büyük siyasal birliği AB, böylelikle kapitalist uygarlığın daha rafine, işlem görmüş; ama böylelikle de bir o kadar sahte olan hümanist dilini edinmiştir. “Yaşlı Avrupa”, hızlı gençliğinin ve aslında bütün bir ömrünün günahlarından utanarak değilse bile, bu günahların mağdurlarının artık geri dönülmez şekilde başlarına gelen kötülüklerin bir kısmını anlayabilmiş olmasından kalkarak; evrensel insanlık değerlerini, siyasal özgürlükleri, insan haklarını, demokrasiyi, hoşgörüyü, birlikte yaşamayı temsil eden bir bilge gibi görünmeyi ve bu bilgelikler kulübüne, gerçekte bütün bunların tam karşıtlarıyla kurduğu uygarlığının mertebesine, bazı halkları sınavlardan geçirerek, lütfen, kabul etmektedir. Bir yüzü Bush’un “çılgın”, paranoyak ırkçılığı, öbür yüzü Avrupalı majestelerinin steril demokrasileri olan bu çağdaş burjuva çeşitliliği, aslında, aynı barbar dünya algısının veçheleri değil mi? Avrupa Birliği, “fon” adı altında açtığı taharet musluklarıyla, eski sömürgelerinde ve dünyanın öteki yoksul bölgelerinde, sadece üretim araçlarına ve iktisadi yapıya dayanan değil, bilince ve düşünme biçimlerine de sirayet eden bir egemenlik tesisatı yaparken; kıta içindeki neredeyse tüm ülkelerde baş gösteren daha yerel ırkçı siyasal yükselişi, kendi geniş ırkçılığı lehine dizginlemeye de uğraşır.
Kapitalist uygarlığın temel prensibi, doğumundan beri ona eşlik etmekte olan ve hatta kendinden önceki düzenlerden devraldığı ve geliştirdiği bir eşitsizlik ilkesidir. Bütün insanların ve genel olarak insanlığın potansiyel olarak içerdiği evrensel birliği yadsır ve bunun yerine, “yukarı halkların aşağı halklara hükmettiği”; onlara savaş, kıyım, demokrasi vb. götürdüğü; ve her defasında “yukarıdan aşağıya mutlak otorite”, “aşağıdan yukarıya mutlak itaat” dayattığı bir düzen önerir. İnsanlığın evrensel gelişimine değil, yalnızca kendi öznel gelişimine yeteneklidir.  Avrupa Birliği de dahil olmak üzere, uluslararası emperyalist sistemin tüm örgütleri, düşünme ve eyleme biçimleri de, bu uygarlığın vahşi doğumunun izlerini taşır. Kapitalist uygarlık, nasıl bu kökenin “olağan” bir devamıysa, kapitalist kültür de, o barbar, us-dışı çağların kültürel bir fosilidir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑