Faşist propaganda ve güncel bazı örnekleri

Enver Paşa, Türk burjuva siyaseti açısından karakteristik sayılabilecek özellikler taşıyordu. Daha doğrusu, onun temsil ettiği bir siyasi hareketin politik angajmanı, Türk burjuva siyasetine “karakteristik” olarak yerleşecek yönlere sahipti. 1908 devriminde kendisinin ve hareketinin mutlak monarşiye karşı oynadığı ilerici rolle birlikte Enver Paşa, çeşitlenmiş hevesleri, farklı alanlara yayılmış tutkuları ve içeriğiyle güdük ama biçimiyle sınırsız hayal-gücüyle bir Türk siyasetçi prototipi olarak öne çıkmıştı. Ama bir iktidar kliği haline geldiği andan başlayarak, Abdülhamit’e karşı yürüttüğü “radikal” muhalefetten 1915 dramlarına, bütün bir Birinci Dünya Savaşı sürecinden -fiziksel olarak sonu anlamına da gelecek olan- Orta Asya maceralarına dek, kendisinin ve hareketinin elinin değdiği her yerde, akıl kabuğuyla gizlenmiş bir akıldışılık, ilericilik ile örtülmüş bir koyu gericilik, ittihat adıyla kamufle edilmiş bir bozgunculuk görülüyordu. Yüzeyinde gezdiği siyaseti daima askeri bir fonksiyon olarak görmüş ve onu da yutan tufandan sonra Avrupa’ya -ve dolayısıyla dünyaya- “yepyeni” ve sapkın bir eğilim olarak görünecek olan faşizmi, belli belirsiz bir yönelim olarak yaşamıştı. Bir sınıfın, burjuvazinin hükmetme biçimlerinden birini, henüz olmayan bir sınıfın “yaratılması” gibi akıldışı bir tutkuyla hissetmiş ve Ermeni sorununun “çözümü” noktasındaki uygulamalarıyla ona ilham kaynağı olmuştu. Karizmatik önderin şahsında toplanmış politik tutkular, kitleler adına ve onların gönenci için alınmış katliam kararları, iradenin gücüne ve askeri hiyerarşinin toplumsal izdüşümlerine körü körüne bağlanmış düş-gücü, Enver Paşa’da kristalize olan İttihatçılığın özgün yanları olarak kalmayacak, kuruluş döneminden başlayarak yeni Türk devletinin ve burjuva siyasetinin fonunu oluşturan unsurlardan bazıları olarak kalıcılaşacaktı. Enver Paşa karikatürü, tarihsel olarak, kendisinden başka başka figürlerin türediği, yenilerinin türetilebileceği bir “lider” eskizidir.

* * *
Bir bilgiden değil de bir inanıştan hareket eden, tersinden giderek, bilgilere değil inançlara kaynaklık eden “kurtarıcı” figürü, mistik olmanın dışında burjuva rasyonelliğine de uygundur. İktidarla gericileşen burjuvazi, “toplum” ismini ve “toplumsal” sıfatını terk edeli beri, toplumun sorunlarının karşısına kurtarıcı mitoslarını sürmektedir. Toplumsal kurtuluşun bireylere, ‘lider’lere, en azından ‘kadro’lara havale edildiği burjuva siyaseti, zaten, aslında tek bir burjuva siyaseti olduğunun üstünü örten bir alan olarak örgütleniyor. Burjuva hizipleri, asla gerçekleştirmeyecekleri değişimin ve kurtuluşun formüllerini ayrı makamlardan söylerken aynı yanılsama alanının üzerinden hareket ediyorlar. “Kurtarıcı”, işte bu yanılsama alanının rasyonelliğine uyum gösteren bir figürdür. Kitlelerin, politikadan ve politik eylemden uzak durmaları ve ona en fazla yaklaştıkları anda da, bir kurtarıcının ya da kurtarıcılar örgütünün destekçileri olarak davranmaları esasına dayalı bir rasyonelliktir bu. Tüm geçerliliğini, birikmiş öfkeleri boş beklentilere çevirerek söndürmesinden alır. Kimi zaman da, o tersyüz edilmiş “kurtarma” iddiasının işlevlerinden yararlanarak, en koyu baskıların üzerinde yükselen iktidarlara zemin oluşturur. Hitler’in işsiz ve umutsuz bir aylak olmaktan bütün Almanya’nın führeri olmaya kadar giden sıra-dışı yolculuğu da, bir tesadüf değil, o işlevsel zeminin armağanıdır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, cesur ama yeteneksiz, gözü pek ama yaratıcılıktan uzak bir asker olarak “ıskarta”ya ayrılan Hitler, küçük bir sağcı partiye üye olduğu 1919 yılına kadar, yaşamdan neredeyse hiçbir beklentisi olmayan bir savaş küskünüdür. Ama o küçük parti içerisindeki baş döndürücü yükselişi, neredeyse bütün yakıtını da bu örselenmiş umutsuzluktan almaktadır. Bu gayrı-meşru hizmetçi çocuğunun acı ve başarısızlıklarla dolu, tüm kabuk kırma hamleleri olanaksızlıklarla sınırlanmış yaşamı, bu küçük ama ilk nefes borusundan, yanan bir gaz gibi fışkırır. Almanya, bir dünya paylaşımı yenilgisinin ağır yükü altında, neredeyse bütün bir ulus olarak acı çekerken, Hitler’in kötü kaderin intikamını alacağını ve bütün adaletsizliklerin üzerinde yükselen bir adaleti vaat eden söylemi bölük bölük taraftar toplayacaktır. Toplumsal olan sorunu, toplumsal bir ambalajın içine tıkıştırılmış bireysel yöntemlerle ‘çözme’ iddiasındaki faşist parti serpilip gelişir. Hitler’in buyurgan üslubunda, sadece geçmişe dönük intikamın tutkulu izi değil, kendilerine ait olmayan bir çıkarın peşinde sürüklenmesi istenen kitlelere dönük yanıltıcı bir ton da vardır. Sadece Hitler ve diğer faşist demagoglar için değil, tüm burjuva siyasetçiler için, kitlelere, onların çıkarlarıyla ilişkisi olmayan talepler ve ‘çözümler’ önermek ve bunlar üzerinde örgütlenmek gibi, ilk bakışta zor görünen bir görev düşmektedir. Bu tamamen ters çevrilmiş ilişki, burjuva politikacıdan, bir sihirbaz kadar ‘hünerli’ olmasını bekler: Kitleleri ya yanlış ve kendi çıkarlarının tersine olan bir alana örgütleyecektir ya da doğru talepleri mırıldanarak yanlış yönteme kazanacaktır. Emekçilere genel oy hakkı tanımak zorunda kalmış burjuva, siyasal meşruluğunu sürdürebilmek için bu sıkıntıya katlanmak durumundadır. Hitler, bu sıkıntıdan bir olanak yaratmayı başarmış bir burjuva politikacısıdır. Alman burjuvalarını, kitleler halinde peşinde sürüklediği Alman halkının görkemiyle partisine kazanmış ve halka, “geçmişin acılarını” unutturacak, gecikmiş bir adaleti tesis edecek “radikal’ projeler buyururken, burjuvaziye, dünyanın yeniden paylaşımı cesaretini aşılamıştır. Bütün psikopatik bireysel görüntülerinin ötesinde, dönemin en sığ ve en yüzeysel gerçeklik görüntülerinin üzerinde kasıtlıca ve özenle duran iyi bir demagogdur. Propaganda Bakanı Goebbels’in, faşist propagandacılara, “herkesçe bilineni ısrarla tekrar et” önerisi, basit bir demagoji anahtarı değildir. Naziler, kitleler karşısında uyuşturucu ve yanıltıcı propagandalarının gücünü karmaşıklıktan değil basitlikten alır. Üzerinde hemen herkesin birleştiği ve ortalama bir aklın dünyaya çarpık bakışının ürünü olan basit klişeler, faşistlerin elinde birer propaganda silahına dönüşür. Vatan, bayrak, ırk gibi kavramlar etrafında, en basit ama en keskin, en iç gıcıklayıcı sloganlar örülür. Alman emekçilerinin dolaysız çıkarlarının karşısına soyut bir “Almanya” imgesini çıkaran faşist parti, yıkımla sonuçlanmış bir savaşın korkunç ekonomik sonuçlarını, işsizlik, sürekli kriz, kontrolsüz enflasyon ve pahalılık gibi gündelik yaşamın en ağır sorunlarını, “disiplin” ve “düzen” gibi sözcüklerin, gerçekte kendi seslerinden ibaret olan kerametiyle aşmayı vaat eder.”Naziler, ekonomik ve toplumsal olarak kaosun hâkim olduğu Almanya’ya, otorite ve bu otoritenin en kristalize olmuş temsilcisi olarak güçlü devlet imgesini önerirler. Hitler’in buyurgan sesi, emir verir gibi konuşması; toplama kampları, genel tutuklamalar, siyasal şiddet ve pervasızlık gibi uygulamaları, devlet ve otoritenin açık görüntüleri olarak ortaya çıkarlar. Hitler, insanların acıları ve sorunların çözümü noktalarında, dayanışmacı bir iyimserliği değil, tehdit eden, itaate çağıran, bireylerden ve kitlelerden kişiliksizleşmeyi bekleyen olumsuz bir otoriter kimliği benimsemiştir. Ekonomik ve toplumsal krizin Almanya’da yarattığı genel ortamın cevap verdiği şey, bu olumsuz rolün yaydığı beklentidir. Gericiliği daha da gericileştirip, çözümsüzlükten çözüm, çaresizlikten çare olarak söz etmek; bütün bir ülkenin kaderini, en geri yurttaşın siyasal bilincini çoğaltıp örgütlemede görmek ve göstermek faşist paradigmanın temellerinden biridir. Bizim ülkemiz, bunun en tipik örneklerinden birini ’90’lı yıllarda yaşamış ve “Ya sev ya terk et” sloganı, bütün toplum açısından, şöyle ya da böyle bir “gündem” olan bir sorunun ‘çözümü’ olarak önerilmiştir. Sloganın basit, ikincil çağrışımlardan, siyasal bir derinlikten ve toplumsal sorumluluktan uzak karakteri, Kürt sorunu karşısındaki en geri tepkiyi kalkış noktası olarak alması taraftarlarını artırmıştır. Zaten problem olan şeye kaynaklık eden bir yaklaşımın, ‘çözüm’ olarak hatırı sayılır bir kabul görmesi, tam da o sığlıktan kaynaklanmaktadır. “Ya sev ya terk et”, son tahlilde “başarılı” bir faşist propaganda sloganıdır ve çözümsüzlüğün mekanizmasını çözüm olarak öneren ikiyüzlü demagojinin de tipik bir örneğidir.
Yeniden söyleyecek olursak, Almanya deneyiminin çok açıkça gösterdiği gibi, faşist propaganda ve örgütlenmenin dayandığı mekanizmalardan ikisi, otoriter bir kişilik ve o kişi etrafında örülmüş buyurgan örgütlenme ile söylemdeki sığlık ve tehdit havasıdır. Her ikisi de, politik olmalarının yanı sıra -hatta bundan daha çok- psikolojik bir yönelimi hedeflerler. Faşizmin, üslup olarak daima muhtaç olduğu demagoji de, zaten, psikolojik mekanizmaları harekete geçirerek nesnel gerçekliği gizleyen bir yönteme sahiptir. Özellikle bunalım dönemlerinin, “canı burnuna gelmiş” ama bir o kadar da siyasetin dışına itelenmiş kitleleri, umutsuzlukla bıkkınlık arasındaki çelişkinin ortasında, kof demagojilere, hiçbir derinliğe sahip olmayan, gerçekte apolitik ve pasif olan “siyasi” çağrılara daha kolay meylederler. Faşist tasarım, böylesi anlarda, karşısında tek tek bireylerin ve gerçek siyasal irade olarak toplumsal kesimlerin iradesini yitirdiği kişilikler uydurur. “Kurtarıcı” figürü, kurtuluş umudu ve enerjisini emip ertelemek üzere bir kez daha ortaya çıkarılmıştır. Kurtarıcı adayı, geniş kesimler arasında en fazla tepki çeken, en fazla nefret uyandıran geleneksel devlet kurumlarını dahi kolaylıkla ve şiddetle eleştirir (görünürken) bunların meşruiyetini yeniden inşa edecektir. En süslü, en kökten, en şiddet dolu sözlerinin arkasında bile, statükoyla yapılmış pespaye bir uzlaşmanın izlerini taşır. Burjuva
politikacı, eleştirdiği makinenin makinisti olmayı talep etmektedir.

* * *
Türkiye, geçtiğimiz aydan itibaren girdiği “seçim havası”nda, burjuva hiziplerin ‘çeşitliliği’ ve türediliği karşısında başı dönmüş bir siyasal gündemi izliyor. Fakat siyasal bunalım, “seçim kararı” ve havasının çok öncesine dayandığından siyasal “arayışlar” da daha eski bir tarihe dayanıyor. Bütün bu türedilerin arasında, benzer özellikleriyle dikkat çeken birkaç örnek var: Cem Uzan’ın, baraj görücüye çıkarmaları ve şarkıcı seremonileriyle başlayan ve “herkesçe beklenen” siyasete atılma kararı ile sonlanan ‘çıkışı’; geçen yılın yaz aylarında “Ermenileri telin” gibi ‘hassas’ bir konudaki miting çıkarmalarıyla gündeme gelen ve şimdilerde Büyük Türkiye Partisi’ni, çoğunlukla emekçi semtlerini hedefleyen “tanıtım ve katılım” toplantılarıyla örgütlenmeye girişen Haydar Baş vakası; Demokrat Parti’ye ‘büyük lider’ olarak atanan ve memleket sorunlarına el koyacağı iddiasıyla tasarlanmış fotoğraflarla duvarlarda boy gösteren Melih Gökçek; bir siyasal örgüt olarak partisi değil de, kendi adı önde yürüyen ve bu haliyle bir hayli popüler olan Tayyip Erdoğan; yarattığı bütün beklentileri bir bir boşa çıkardığı iktidar koltuğundan halkın üzerine doğru kıpırdanan MHP; hasta Türkiye’ye doktorluğunu öneren Çiller ve partisi vs. vs.
Tek tek hepsinde, yukarıda sözünü ettiğimiz türden ‘propaganda’ malzeme ve yöntemleri bulmak mümkün. Üstelik bunlar, burada saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok. Ama belli başlılarının üzerinde durmak, Türk burjuva siyasetinin tarihsel eğilimlerine güncel karşılıklar bulmak bakımından da anlamlı olacak.

ÇİLLER ECZANESİ!
Çillerle başlayalım. Tansu Hanım’ın ‘doktor’luğuna yapılan vurgu, toplumsal sorunun bireysel çözüme indirgenmesinin en karikatür örneği gibi görünüyor. Ülkenin ‘hasta’ olduğuna dair vurgu, herkesçe malum olan bir sorunun popülist bir söylemle tekrarından öteye gidemiyor. Ama parti, büyük ve zekice bir propaganda keşfiymiş gibi ısrarla vurguladığı, hasta-doktor-ilaç imgeleriyle, toplumun tüm kesimlerinde yeniden üretmeye çalıştığı ahmakça eleştiriden medet umuyor. Taksim’de, üzerinde DYP’nin ve Çiller’in adının yazdığı temsili ilaç kutularını dağıtarak gerçekleştirilen siyasal etkinlik, sadece, düşük zekâ ürünü bir propaganda çalışması olarak görülmemeli. Nitekim geri ve iradesiz bir ‘seçmenler topluluğu’ olarak tasarlanan kitleye dönük bir mesaj da taşımaktadır: İyileşmek için ilaç yutmak yeterli; şu gördüğünüz Çiller marka ilaçlar sizi şıp diye iyi ediverecek. Manzara, Amerika’nın kuruluş yıllarında “her derde deva” ilaçlar satarak kasaba kasaba gezen ve bir kısmı bu yolla hayli iddialı paralar kazanan ama bir kısmı da katran ve tüye bulanmaktan kurtulamayan şarlatan eczacıları hatırlatmaktadır. Çiller, tüm denenmişliğine ve bu bakımdan uyandırdığı kötü anılara rağmen “kurtarıcı” olarak önerilirken, hafızasını yitirmiş ya da önemsemeyen bir toplumun tercihine de seslenilmektedir. Çiller’in gerçekten ‘ilaç’ olarak görülebilmesi için, hafızasını yitirmiş ya da türlü numaralarla zihni bulandırılmış bir kitleye ihtiyaç vardır. Kendi iktidar deneyiminin başarısız sonuçları pozitif bir bilgi olarak ortada dururken, kurtarıcılığa soyunarak ilaç kutularıyla sokağa çıktığında taşlanmaması bile, indirgemeci propagandasının bir ‘başarısı’ olarak kabul edilmelidir!

HAYDAR BAŞ VE SÜRÜSÜ
Haydar Baş, geçtiğimiz ilkbaharda gürültüyle İstanbul’a geldiğinde, büyük bir tedirginlik yaratmamıştı. Ermeni sorununun Avrupa eksenli olarak gündeme getirildiği bir dönemde, Çağlayan’a topladığı birkaç bin kişiyle Ermenileri protesto etmiş ve yeniden suskunluğa gömülmüştü. Şimdilerde, bizzat kendi emri altındaki küçük televizyon kanalını saymazsak, medya kendisine hiç ilgi göstermese de, ülkenin çeşitli yerlerinde ve İstanbul’un emekçi semtlerinde salon toplantıları düzenleyerek ‘partisi’nin propagandasını yapıyor. Baş iki bakımdan dikkat çekici: Birincisi, tüm halinde ve tavrında, bütün macerasına birahane konuşmalarıyla başlayan Hitler’e belli belirsiz bir öykünme var. Hitler’i tanımasa ve macerasını bilmese dahi, o basık tavanlı düğün ve spor salonlarında, kendisini ‘saygıyla’ dinleyen kitleye mutlak bir otorite olarak davranmaya özen gösteriyor. Kullandığı jargon, bayrak, millet, din, Türk gibi kavramlar etrafında düpedüz ırkçı ve dinci bir söylem kuruyor. Bizzat Goebbels’in, “bilineni tekrar et” öğüdüne uymaktaymış gibi. En sıradan gerici lakırdıları birbiri ardına sıralayıp duruyor.
Baş’ta dikkat çekici ikinci yan ‘kitlesi’yle ilişkisinde. Yaban sazlıkları gibi bayrak sallayıp durmaktan öte hiçbir katılım göstermeyen kitle, Haydar Baş’a, artık bir an önce iktidara gelip kendilerini kurtarmasını istedikleri bir ‘baba’ gibi davranıyorlar. İsa’dan beri toplumsal karşılıklar bulan çoban ve sürü ilişkisi, Haydar Baş’ın “Büyük Türkiye Partisi”nde kimseyi gocundurmadan hüküm sürüyor. Baş, karşısında eriyen, gürültülü ve seremonik bir tablo oluşturmaktan başka hiçbir fonksiyon üstlenmeyen kitle ile acemi bir führer görünümünde.

CEM UZAN
Hepsinin arasında, faşist propaganda tekniklerini ve estetiği en açık haliyle kullanansa Cem Uzan’ın, ilk bakışta kendisinden ibaretmiş gibi görünen partisi. Cem Uzan, çok sayıda televizyon kanalının bir akşam yayınını satın alarak başlattığı “siyasi” çalışmalarında; otoriter, huysuz, öfkeli ve buyurgan bir ‘lider’ izlenimi yaratmak için, çoğunlukla gerçekçi olmaktan çıkıp teatralleşen bir üslup kullanıyor. Haydar Baş’ta olduğu gibi Cem Uzan’da da, kısa, kesik cümlelerle ‘hitap’ etme eğilimi, yine gerici bir psikolojik atmosferin hedeflenmesiyle ilişkilidir. Sandık, millet, devlet gibi klişe kavramların vurucu tonlamalarla hecelenerek ve buyurgan bir edayla tekrarlanması; dinleyici kitleyle, ahmakça sorular sorup cevap almaya dayalı bir ilişki kurulması, mesajın bilgiye ve politikaya değil, psikolojiye ve itaate dönük içeriğini ele veriyor. Devletle de pek çok ticari problem yaşayan bir işadamının, “devlet devlet olacak, vatandaş da vatandaş” parolasına sığdırmaya çalıştığı emir dolu nutukları, dayanışma ve işbirliği yerine seçtiği cezalandırma ve hükmetme pozisyonunu güçlendiren otoriter bir çerçeve çiziyor ve bu hava, abartılı, tehditkâr el-kol hareketleri ile destekleniyor.
Genç Parti’nin adında ve Cem Uzan’ın konuşmalarında tekrar eden “gençlik” vurgusu ise, yaşlılığı bir düşkünlük olarak gören faşist eğilime paraleldir. Halkın ve bizzat yaşlı burjuva politikacıların dilinde anlamsız bir tekerlemeye dönüşmüş olan, “bu memleketin başına çöreklenmiş ihtiyar politikacılar ve onların bireysel inadı” klişesine gönderme yaparak prim toplamaktadır. Kötü yönetimin, yaştan ve hatta niyetten bağımsız olarak, kendi sınıfları açısından bir zorunluluk olduğunu göstermemeye yarar.
Partiye, ‘özel olarak hazırlatılan’ amblem bile tedirgin edici bir sertlikte. MHP’nin, daima savaşı, çatışmayı, şiddeti hatırlatan üç hilali gibi, kışkırtıcı ve tehdit edici bir içeriğe sahip. İkinci bir hilalle desteklenmiş Türk bayrağı, kimin daha milliyetçi olduğu yarışına sunulmuş bir kanıt gibi kullanılıyor.

* * *
Halkı en geri olduğu noktada kavrayarak oraya sabitlemek, faşist propagandada süzülmüş olarak açığa çıkan, ama gerçekte tüm egemen sınıf politikasının temelini oluşturan bir eğilimdir. Ezilen sınıfların; çarpıtılmamış, yanılsamaya uğratılmamış haliyle berrak bilinci; politikanın, bir sınıfın çıkarlarını diğerlerine karşı savunmak şeklinde özetlenebilecek bir araç olduğunu öğretir. Tüm hizipleriyle düzen partileri; faşizmin, güdük burjuva demokrasisinin ve gerici geleneklerin etkisi altında; kimi zaman birini kimi zaman diğerini öne çıkartan temsilcileriyle aynı sınıfın propagandasını yapmaktadırlar. Emekçi sınıf, tüm öteki alanlarda olduğu gibi günlük politikada da, temsil ettiği yeni dünyanın ilericiliğini tek başına hayata geçirmektedir. Geriye kalanı, Enver Paşa’ya, yarattığı geleneklere rağmen, rahmet okutacak durumdalar.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑