Yaşamın kökenleri ve olasılıkları

Geçtiğimiz ay, birbiriyle ilgili iki konu, ilginç bir şekilde, ayrı ayrı gündem haline geldiler. Biri, çeşitli televizyon programlarında ve bunlardan çıkarak yazılı basında “tartışılan” insanın evrimi konusu, diğeri ise, bazı “uzaylıların” ülkemizi ziyaret ettiği (!) yönündeki kimi “tanıklıklar” ekseninde gündeme gelen “uzaylılar” meselesiydi. Bu iki konu, başta da söylediğimiz gibi, ilginç bir şekilde, ama kesinlikle “tesadüfi” olarak eşzamanlı bir biçimde boy gösterdi. Sorunu “tartışan” kişi ve kesimlerin, neredeyse tamamı, bütünlüklü bir doğa felsefesine sahip olmadığından, hem bu iki sorunun birbirine yakınlığını, hem de tek tek her iki konunun “tartışmaya müsait olamayacak” denli açıklığa kavuşmuş yönlerini gözden kaçırdılar. Böylelikle ortaya, içerik olarak son derece sığ, görüntü açısından da neredeyse parodi düzeyinde tablolar çıktı.
Bu “gözden kaçırılan noktalar” konusunu biraz açmakta yarar var…
İki sorunun birbirine yakınlığı derken, temel olarak, yaşamın kökeni ve insanlığın türeyişine ilişkin tezlerin, bilimin bugünkü gelişmişlik düzeyinde artık, kozmoloji (evrenbilimi) ile de denetlenir olduğunu ve yeryüzündeki yaşamın kökeni ve evrimine ilişkin bulgu ve önermelerin, evrende başka yaşam biçimlerinin varlığına ilişkin tartışmaları da belirleyen, yönlendiren bir hükmü olduğunu kastediyoruz. Bunu daha detaylı olarak ele alacağız; ama başlangıç açısından söylenebilir ki, evrende bir başka alan üzerindeki olası yaşam sistemleri de, model olarak, yeryüzünün ve onun üzerindeki canlı sisteminin bağlı bulunduğu doğal (fiziksel-kimyasal-biyolojik) yasalara veya bunların benzerlerine bağlı olmak durumundadır. Maddenin olası biçimleri, alabildiği formlar ve en küçük bileşenlerinin girebildiği fiziksel-kimyasal ilişkiler bakımından, bilimin bugün dünya üzeri deneylerine dayanarak vardığı sonuçlar -elbette salt dünyaya özgü bazı koşullar dışta tutularak- evrenin başka yerleri için de geçerlidir. Nitekim dünyayı ve onun üzerindeki tüm canlıları oluşturan evren maddesi, başka oran ve bileşimlerde de olsa, diğer gezegen ve yıldızları ve “muhtemel” canlıları da oluşturmuştur. Bir başka deyişle, yeryüzünün ve organik dünyanın maddi temeli, evrenin başka bölgelerinin de maddi temelidir. O halde, insanın kökeni tartışmaları (ki bu, insanda temsil edilen “akıllı yaşam” formunun varlığını irdeliyor olması bakımından da özgün ve özel bir tartışmadır) kaynakları ve vardığı özel-genel sonuçlar açısından, başka “akıllı yaşam” biçimlerinin olasılığına ilişkin tezlere de veri sunmaktadır. Bahis olan, “dünyayı ziyaret eden” başka canlı türleri olduğuna göre, popülerleşen tartışmanın, bir “akıllı yaşam” aradığını söyleyebiliriz. Bir başka gezegen ya da galaksiden “teknolojik” olanaklarla “ziyarete gelen” türlerin de, “en az insan kadar” akıllı olması gerekmektedir…
Gözden kaçırılan ikinci nokta ise, her iki konunun da, bir “tartışmaya”, “karşılıklı fikir yürütmeye” izin vermeyecek derecede, bilimsel deney ve tecrübelerle kanıtlanmış yanlarıydı. Sözgelimi organik evrim, bugün “var mıydı-yok muydu” diye tartışılabilecek bir bilmece değil, biyolojiden antropolojiye kadar birçok bilim alanında belirleyici bir rol üstlenmiş, dört başı mamur bir bilimin konusudur. Bilimsel deney ve bulgulara, tarihsel bilgi birikimine ve kalıntılara bakan her bilgin, yani asgari sorumluluklarını yerine getiren her bilim adamı, evrimi, tartışılacak değil, dünyayı anlarken yararlanılacak bir gerçeklik kuramı olarak görür. Evrim, artık bir hipotez değil olgudur. Son yıllarda, özellikle ABD’nin bazı eyaletlerinde, ilk ve orta öğretim kurumlarının müfredatından evrim kuramının çıkarılmasına yönelik bazı adımlar atılmış durumda. (Kansas eyaletinin eğitim kurulu Ağustos 1999’da, eğitim müfredatından evrimin çıkarılmasına karar verdi.  Illinois eyaletinde ise aynı yıl, evrim “tartışmalı konular” arasına alınarak, okullara, “kuramı istedikleri gibi verme” serbestisi (!) tanındı.) Bu eyaletlerin eğitim müfredatlarının neleri içereceğine karar veren “kururların bilimsel içeriği bir yana, bu durum, ABD’de özellikle 90’lı yıllarla birlikte yaygınlaşan ve buradan hareket ederek tüm dünyaya yayılma eğilimi gösteren bazı bilimdışı “bilim yöntemi” teorilerinin çarpık içeriğiyle de uyum göstermektedir. “Bilinemezci”, anti-materyalist, mistik bir dizi felsefi safsatadan sonra, bilimin birden fazla gerçeklikten hareket edip yine birden fazla gerçekliğe varabileceğini vaaz eden bu “yöntem” havarileri, yaratılış efsanelerinin de, pekâlâ evrim gibi bir “yorum” olabileceğini, hangisinin daha bilimsel olduğuna karar verecek bir bilim otoritesinin varolamayacağını öne sürüyorlar. İnsanlığın on binlerce yıllık bilgi ve deney birikimini bir çırpıda gözden çıkaran bu sözde rölativizmin izleri, tartışmanın bizdeki haline de bazı yönleriyle sinmiş durumdaydı. Cehaletin sınırsız geriliğine kucak açan bu post-modern “yaklaşım” sayesinde, bazıları, aslında kutsal kitapların ve yaratılış inancının evrim kuramını yadsımayan hatta kapsayan bir düzlemde olduğunu iddia edebilmişlerdir.
Aynı, “mevcut bilgilerin netliğine rağmen” tartışma durumu, ‘uzaylı marifetlerinde de’ görüldü. Bilim, evrenin başka köşelerinde canlı hayatın olasılıklarına dair pek çok yaklaşıma sahiptir ve bu yaklaşımlar, “gözlemlere”, “deneylere”, çeşitli yollarla sınanmış hipotezlere dayanmaktadır. Tüm bu etkinliklerde, “ölçme’ler yapılmış, fiziğin, matematiğin, öteki bilimlerin mevcut birikimleri göz önünde bulundurularak eğilimler belirlenmiştir. En kestirme yoldan bir örnek verilecek olursa, henüz, “dünyayı ziyaret edebilecek uzaklıkta” bir başka uygarlığın varlığına dair hiçbir kanıt yoktur ve bu, bilimsel olarak, dünya uygarlığına ulaşabilecek kadar yakın bir “akıllı yaşam” uygarlığının bulunmadığı anlamına gelmektedir. Bilimin sınırları dâhilindeki “şüphe” faktörü, elbette bu durum için de geçerlidir. Ancak bu faktör, bir dağın tepesinde “ateş topu gibi cisimler” görüldüğünde akla gelen ilk ihtimalin “UFO”lar ya da “uzaylılar” olmasına neden olacak kadar önemli değildir. Aksine, mevcut veriler, bunun akla en son gelmesi gereken ihtimal olması gerektiğine işaret etmektedir. Elbette, konunun, medya kuruluşlarının kendisine hedef seçtiği kitlelerin “fantezi ilgilerini” uyandırmaya, popüler merakı canlı tutmaya dönük bir şekilde işlendiği açıktır. Ama tüm bu popüler sululuğun hatırına, tüm o “ateş topları”nın, o “yanardöner cisimler”in işaret ediyor olabileceği başka doğa durumları gözden kaçırılmaktadır. Elbette bilim çevreleri, bu ihtimalleri göz önünde bulunduracaktır. Ama geniş halk kesimleri açısından, görülen her parıltının ardından, bunları anlayabilecek, yorumlayabilecek nitelikteki kişi ve kurumlara değil de, “medya kuruluşlarına” koşmayı teşvik eden bu tutum, ibretliktir. Örneğin, “hareket halindeki faylardan sızan metan gazı atmosferde yükselirken tutuşabilir ve göze ateş topu gibi görünebilir” diyen bilim adamlarının sesleri, çok yakında yaşanmış dramatik deprem deneyine rağmen duyulmamaktadır.
Her iki konuya dönük “tartışma”ların, bu eksik ve çarpık yanları üzerine ortak bir noktaya da dikkat çekmek gerekiyor. Öteki bütün düşünce etkinlikleri gibi bilimsel tartışma da, salt bir niyetin ya da tercihin ürünü değildir. Bir yanıyla tarihseldir ve birikim sorunudur; diğer yanıyla, tartışan “fikirlerin” boy verdiği toplumun, o topluma hâkim olan maddi ilişkilerin belirlediği bir “kültür” sorunudur. Türkiye, gerek öncülünden devraldığı “miras”la, gerek modern cumhuriyetin kuruluş yıllarından başlayarak bugüne gelen öz “servetiyle”, bilim karşısında ‘resmi olarak’ bön pozisyondadır. Bilim deyince teknolojiyi ve onun popüler ürünlerini anlayan, bağımlılık temelinde maddi ilişkiler kurduğu emperyalist ülkelerin “teknoloji ihracı” politikaları doğrultusunda, ihtiyaçlarından değil, o bağımlılığın getirdiği “zorunluluklarından” hareket ederek ülkeyi budala bir tüketim havuzu haline getiren egemen politikalar, bilimin çeşitli alanlarına ilişkin bu “tartışma” biçimlerini de belirlemektedir. Sözgelimi, cep telefonu teknolojisinin, aygıtın ve altyapısının gerekli bilgisi mevcut değilken, sürekli tahrik edilen bir tüketim alanı olarak ithal edilmesi, halka, zehir saçan baz istasyonları, ek vergiler ve yer yer fazlasıyla gülünç biçimler alan yeni türde bir “iletişim alışkanlığı” olarak yansımış, ama sonuç olarak, bu alanda, bir anda milyonlarca dolarlık bir pazar haline gelen ülkeden toplanan paralar, uluslararası tekellerin kasasına akmıştır. Türkiye’de burjuvazi, bağımsız ve yetkin bir bilim alanının oluşmasına olanak tanımamış, hatta buna izin vermemiştir. Üniversiteler üzerinde on yıllardır sürmekte olan tahakküm, özgür düşüncenin önüne çıkarılan büyük engeller, bilimsel araştırmalar için reva görülen gülünç kaynaklar ve çalışma koşulları, çarpık ve baştan aşağı hastalıklı eğitim-öğretim sistemleri ve daha pek çok etkenin kuşatması altında Türkiye, yaygın bir bilim kültürüne sahip olamamıştır. Bu çarpık sistem, kendi “bilim adamlarını”, “akademisyenlerini” uygun bürokratik tarzda yetiştirmiş ve çarkının orasına burasına yerleştirmiştir. Egemenlerin ruhunda hüküm süren ithalat tanrıları, bilimin de ithal edilerek bu memurlar aracılığıyla sürdürülebileceğini hayal etmiş ve ortaya bugünkü tablo çıkmıştır. (Tüm sınırlı koşullara ve zorluklara rağmen bilime katkıda bulunan ve zaten kendileri de bu tablodan rahatsız olan pek çok saygın bilim adamımızı tenzih etmek gerekir.)

YAŞAMIN KÖKENLERİ
Bu uzun girişten sonra konumuza dönebiliriz.
Yeryüzünde yaşamın kökleri, uzun yıllar boyunca üzerinde çalışılmış, ama özellikle geride bıraktığımız yüzyıl içerisinde önemli fosil bulguların yardımıyla pek çok bakımdan ilerleme sağlanmış bir konudur. Bu noktada, Sovyet bilgini Aleksander Oparin’in, geçen yüzyılın ilk yansında yaptığı çalışmalar belirleyici oldu. Oparin tarafından 1924’te yayınlanan “Yaşamın Kökeni” adlı bilimsel makale, sadece yaşamın kökenlerine ilişkin tartışmaları belirlemekle kalmadı, yaşam olgusunu değerlendirmede de yeni bir dönemi başlattı.
Oparin’in en büyük “şansı” materyalist felsefi yaklaşımıydı. Bu konuda Amerikalı bilim adamı Isaac Asimov, dürüst bir itirafta bulunur ve “Batılı ulusları sınırlayan dinsel tereddütlerin Sovyetler Birliği’nde geçerli olmamasının, Oparin’in geniş ufkunu şaşırtıcı olmaktan çıkardığını” söyler. Gerçekten de Oparin, temel ilkelerini Friedrich Engels’in “Doğanın Diyalektiği” isimli hacimli çalışmasında bulan, materyalist bilim yaklaşımının oluşturduğu felsefi tutumdan hareket etmiştir. Yaşamın kökeni sorununun, felsefi olarak, iki uzlaşmaz ekolün, idealizm ve materyalizmin arasındaki çatışmanın da merkezinde olduğunu belirtmiş ve daha sonra, yaşamı maddenin biçimlerinden biri olarak algılayan materyalist görüşe bağlı kalarak sonuçlara ulaşmıştır.
Yaşam maddenin biçimlerinden biridir… Canlılar dünyasının son derece karmaşık ve özelleşmiş deviniminin yanında “statik”miş gibi görünen madde dünyasının durgunluğu ile birlikte düşünüldüğünde, bu tanım, başlangıçta pek tatmin edici görünmüyor. Ama artık biliyoruz ki, canlı-cansız tüm evren, maddenin çeşitli biçimler almış halidir. İşte Engels’in belirleyici rolü de bu noktada başlıyor. Engels, Doğanın Diyalektiği’nde, tüm canlı yaşamın ortak kökeninin “protoplazmalar” (Protoplazma: Bir hücrenin, kendi sınırlarını oluşturan dış zarı da dâhil olmak üzere tüm içeriği.) olduğuna atıfta bulunarak, bunun, organik ve inorganik doğa arasındaki uçurumu asgariye indirmekle kalmadığını, mevcut doğa görüşünü de tümden değiştireceğini söylemişti. Engels, maddenin, tüm evren gerçeklikleri üzerindeki bu mutlak varlığını, “her şeyin, maddenin ve onun hareketinin biçimleri olduğu” yönündeki materyalist doğa kavrayışının bir kanıtı olarak gösterdi. Ve bu madde-yaşam ilişkisini çarpıcı şekilde formüle etti: “Yaşam, proteinli maddelerin varlık biçimidir”! Bu önemli tespit, kendinden sonraki 140 yıl boyunca, sayısız olguyla desteklendi ve geçerliliğini korudu. Engels’in formülü, salt bir biyokimyasal gerçekliği ifade etmiyordu; ifadenin kuruluşunda, doğa bilimlerine ilişkin bir felsefi temel vardı: Yaşam maddenin biçimlerinden biridir… İşte bu temel, Asimov’un işaret ettiği materyalist tereddütsüzlüğün ve Oparin’in vurguladığı felsefi çatışmanın materyalizm lehine sonuçlanmasının da gerekçesidir. Dinin ve öteki mistik-idealist felsefi sistemlerin önermeleri, doğayı maddenin biçimleri ve hareketi olarak tanımlayan materyalist bilim anlayışının karşısında kesin ve geri dönüşü olmayan bir yenilgi almış durumdadır. Hele bugün, bilimin bugünkü gelişmişlik düzeyinde bunun tartışılacak hiçbir yanı kalmamıştır.
Şimdi yeniden Oparin’e dönersek; onun bu felsefi temele dayanan çalışması ve bu çalışmanın üzerinde şekillenen biyolojik hipotezler, yaşamın, “cansız maddelerden evrimleşme” yoluyla başladığını savundu. Canlı varlıkların cansız maddeden türetilemeyeceğine dair genel kabul, bu kabulle “barış içinde yaşayan” Tanrıcı yaratılış reçetelerini de bir kenara atıyordu. Böylelikle, Darwin’de temel bir evrim haritası şeklinde dönüşüm ve birbirinden türeme özellikleriyle açıklanan canlılık, bu sürecin en başı, ‘kökeni’ açısından da bilimsel bir açıklamaya kavuşmuş oluyordu. Bu açıklama, nesnel bulgularla desteklenmekten yoksundur. Bundan şunu kastediyoruz. Mevcut fosil kayıtları, asla yaşamın en ilkel ilk biçimlerinin görüldüğü kabul edilen milyarlarca yıl öncesine ait örnekler içermiyor. Bu nedenle, yaşamın başlangıç zamanlarına ilişkin tarihsel belgelerimiz yok. Ama maddenin bilinen özellikleri ve kozmolojinin, dünyanın oluşum dönemi koşullarına ilişkin tespitleri, Oparin’in tezlerini doğruluyor. Nitekim Dünya’nın ilkel atmosfer koşulları, maruz kaldığı morötesi ışınları ve inorganik bileşiminin, laboratuar koşullarında bir düzenekte bir araya getirilmesiyle yapılan deneylerde, yaşamın kökenini oluşturan aminoasitlerin ve protein zincirlerinin, inorganik maddi temelden dönüşebildiği tespit edilmiştir. Maddenin giderek daha fazla keşfedilen özellikleri, böyle bir inorganik-organik dönüşümünün olanaklı olduğunu göstermektedir. Yaşamın kökenini açıklayabilmek bakımından, ya bu dönüşüme, ya da bir Tanrı’ya ihtiyaç vardır.
Canlılar, cansız doğada da mevcut olan kendi maddi temellerinin organik dönüşümünden var olmuşlardır. Ama canlı yaşam bir kez var olduktan sonra, onun sürekliliğinin temeli yine canlı yaşamın kendisidir. Bir başka deyişle yaşam, ancak yaşamın olmadığı bir gezegende kendiliğinden ortaya çıkabilir. Nitekim ilk organizmalar, kendilerini var eden atmosfer koşullarını değiştirmişler ve dünyayı, artık inorganik-organik dönüşümünün kendiliğinden gelişimine izin vermeyecek yeni koşullarına getirmişlerdir. Bundan sonrasını, organik evrim teorisi açıklar. Cansız maddeden evrilen ilkel tekhücreliden günümüzün “akıllı insan”ına dek tüm yaşam biçimlerinin türeyişi, maddenin canlı organizmada temsil edilen biçiminin dönüşümüdür. Yaşam, keyfi ve iradi bir olgu değildir. Bir tanrının “keyfen” var etmesine değil, kendi içsel işleyiş yasaları olan inorganik-organik, organik-organik dönüşümlerin belirlediği bir evrim temeline dayanır. Bu ise, evrende başka yaşam biçimlerinin olasılığına dair tartışmalar açısından önemli bir noktadır. Meğerki uygun atmosferik ve jeolojik koşullar altında bugünün gelişmiş uygarlığına varabilecek bir canlı yaşam formu cansız maddeden türeyebiliyor, o halde bu, evrenin ufuksuz genişliği içindeki başka yıldız sistemleri açısından da olanaklıdır. Bilinmeyen, uzak bir gezegende de, Dünya’nın ilkel koşullarını ve canlılığın başlangıcını tayin eden süreç işlemiş ya da işliyor olabilir. Maddenin hareket yasaları, temel özellikleri evrensel olduğuna göre, başka yerlerde de aynı dönüşümler gerçekleşmiş ya da gerçekleşiyor olabilir. Bu anlamda, evrende bir başka yaşam vardır ya da yoktur demek şimdilik olanaksız. Nitekim ne mevcut bilgilerimiz ve gözlemlerimizle, böyle bir “başka yaşam” varlığına kanıt olabilecek olgulara ulaşabilmiş durumdayız, ne de tüm evrende yapayalnız olduğumuzu gösteren delillere. Elbette, tutarlı öngörülerde bulunmak, her zaman mutlak ve sınanmış bilgiyi gerektirmez. Düşüncenin sistematik tutarlılığı ve doğanın işleyiş yasalarının keşfedilmesinin sağladığı olanaklar bazı genel yaklaşımlar geliştirmemizi sağlıyor. Örneğin, böyle bir başka yaşam varsa da, ona şimdilik ulaşamaz durumda olduğumuzu biliyoruz. Daha önce yapılan deneysel çalışmalar, 24 bin yıl sürecek bir yolculukla ulaşılabilecek bir menzilde, bizimkine benzer bir uygarlığın izini bulamadı. Sovyet araştırmacılar, bu menzildeki bir alana radyo sinyalleri göndererek yanıt almayı denediler, ama sonuçlar olumlu değildi. Uygarlaşmamış yaşam biçimlerinden ise, onlardan alabileceğimiz bir “yanıt” olmadığına göre, ancak ampirik yolla emin olabiliriz. Ki bugüne kadar elde edilmiş gözlemler, yakın çevremiz açısından bu ihtimale de olumsuz yanıtlar veriyor.

* * *
Güncel olarak “tartışıla gelen” başka yaşam biçimleri olgusu ise, tartışmaya kaynaklık eden gerekçeler açısından, kesinlikle bir “akıllı yaşam” arayışıdır. Genellikle bilimin dışına çıkıp bilim-kurgunun sınırları içinde kalan bu mesele, bir “ziyaretçi” saplantısına dayalı olduğundan, kesinlikle insandan daha ileri bir uygarlığın izini sürmektedir. İnsanın, bırakın bizzat gitmeyi, gözlem ve sonda araçlarıyla bile ulaşamadığı uzaklıklardan “gelmesi gereken” ziyaretçiler, çok daha ileri bir uygarlığın temsilcisi olmalıdır. Aklın ve bilincin hüküm sürdüğü bir uygarlığın… Peki, akıl ve bilinç nasıl bir gelişimin ürünüdür? Engels’e yeniden dönmek gerekiyor: “… Maddenin hareketi, salt kaba mekanik hareket değildir, salt yer değiştirme değildir; ısı ve ışıktır, elektrik ve magnetik gerilimdir, kimyasal bileşim ve ayrışımdır, yaşamdır ve son olarak bilinçtir. ” (Engels, Doğanın Diyalektiği, sf. 48, Sol Yayınları)
Engels, materyalist yaklaşımını çok önemli bir noktaya vardırmış ve bilinç ile, ona bağlı düşüncenin de, maddi bir temele dayandığını vurgulamıştır. Akıllı yaşamın koşulu olan beyin, maddenin dolaysız bir biçimidir ve onun temel hareket yasaları hükmünde, yetkin bir organ olma özelliğini zamanla kazanmıştır. Kendi kendinin bilincine varmış varlık olarak son derece özel bir yere sahip olan insan, nesnel varlığıyla da, bilinç durumuyla da, maddenin bir suretidir. Kendi varlığının bilgisi ve öteki bütün düşünsel etkinlikleri maddi temellere dayalıdır.
Yazının başında, iki sorunun birbirine yakınlığı olarak işaretlenen yere geri dönmüş bulunuyoruz. Gördük ki, yaşam, madde ve enerjinin sonsuz hareketinin aldığı biçimlerden biridir. Akıl ve bilinç de. Bu yasa, Dünya dışında olabileceği varsayılan yaşamlar için de geçerlidir. O halde, yaşamın kökeni ve insanlığın türeyişine ilişkin süreçler, model olarak, mümkün olan başka yaşamları öngörmek ve tespit etmekte kullanabileceğimiz eşsiz verilerdir. 24 bin yıldan daha fazla sürecek yolculuklara çıkamayacağımıza göre, akıllı yaşamın tarihine, yani tek hücreliden başlayarak insansı maymunlara ve modern insana uzanan sürece bakmak durumundayız. Maddenin hareket yasalarından yola çıkarak, örgütlenmiş proteinin nasıl beyni oluşturduğunu, beynin, memelilerin en ilkellerinden başlayarak her ileri evrim adımında nasıl yetkinleştiğini, insanın şimdiki durumuna gelene kadar hangi aşamalardan geçtiğini anlamak durumundayız. Yani, evrende başka hayat var mı tartışması, fiziğin ve öteki doğa bilimlerinin temel ilkelerini, yaşamın kökleri kuramını, organik evrimi hesaba katmadan yürütülemez. Popüler bir tartışma bile, hiç değilse kabuller olarak bunları hesaba katmak durumundadır. Ancak böylelikle, “uzaylı ziyaretçiler” halüsinasyonları hak ettiği ilgiyi görecektir.
Oparin, “şu an bilmediklerimizi yarın biliyor olacağız” demişti. Bu umut verici ifade, materyalist bilimin ufuklarının genişliğini de içermektedir. Yaşamın, biçimleri, olasılıkları, geçmişi ve geleceğine dair tüm önermeler, felsefi olarak, ancak tarihsel-materyalist bir düzlemden hareket edildiğinde “bilimsel” niteliği kazanabilmektedir. Başka yaşam sistemlerinin olasılığı tartışmaları da öyle. Bu konuda, temel bir yaklaşımı formüle etmesi bakımından, Engels’e son kez kulak vermek gerekiyor:
“Kaç milyonlarca güneş ve dünya doğup kaybolursa kaybolsun; yalnız bir güneş sisteminde ve yalnız bir gezegende organik yaşam koşulları ortaya çıkıncaya dek ne kadar zaman geçerse geçsin; aralarından düşünebilen beyinlere sahip hayvanların gelişmesine ve kısa bir zaman için yaşam koşullarının ortaya çıkıp sonra gene acımasızca ortadan kaldırılmasına dek ne kadar çok organik varlıklar meydana gelip ve daha sonra gene yok olursa olsun – maddenin bütün dönüşümleri içinde, sonsuza dek aynı kalacağı, hiçbir niteliğinin hiçbir zaman kaybedilemeyeceği ve bu yüzden aynı zamanda aynı sarsılmaz zorunlulukla yeryüzünün en yüce yaratığı düşünen aklı yok edeceği ve bir başka yerde, bir başka zaman onu yeniden üreteceği konusunda kuşkumuz yoktur.” (Engels, age. sf. 51)

Temmuz 2001

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑