Tarım işçilerinin çalışma koşulları, ve örgütlenme sorunları -1-

SUNUM
Tarım işçileri yüzyıllardır en ilkel koşullarda, sabahın zifiri karanlığından akşamın geç saatlerine kadar ancak karınlarını doyuracak bir ücrete çalışıyorlar. Tarlalara kamyonlarla, traktör römorklarıyla gidiyorlar.
Hiçbir güvencesi olmayan ve örgütlülükten yoksun mevsimlik tarım işçileri, toplumun en fazla ve en acımasız sömürülen işçileri, emekçileri durumundadırlar. Ailece (üç kişiden 10 kişiye kadar) tarım işçiliğine gitmelerine rağmen ellerine hiçbir şey kalmaz. Barınma, beslenme ve sağlık sorunlarının çözümü patronların insafına kalmıştır. Acımasız çalışma koşulları, sabahın köründen, akşamın geç saatlerine kadar kol ve beden gücüyle  5 milyona, 7,5 milyona çalışıyorlar.
Tarımda çalışan yüz binlerce işçi aynı kaderi paylaşmasına rağmen örgütsüzdür. Her dönem, özellikle yaz ve sonbahar aylarında, başta Çukurova olmak üzere Karadeniz, Ege, Marmara, İç Anadolu gibi bir çok bölgeye doğru iş için yollara düşerler.
Yoğun sömürü koşullarında çalışan tarım proletaryasının düşük ücretlere karşı 2001 yılında gerçekleştirdiği iki günlük grev, ’80 sonrası tarım işçilerinin gerçekleştirdiği ilk grev olma özelliği taşıdı. Yine geçtiğimiz ay (Haziran) Özgür Gündem gazetesinde çıkan haberde Manisa’nın Turgutlu ilçesinde 500 tarım işçisinin bir araya gelerek “tarım işçileri inisiyatifi” adı altında dernek çalışmalarına başladıkları yazıyordu. Bu ve benzeri gelişmeler, tarım işçilerinin giderek eyleme ve örgütlenmeye yöneldiklerini ve mahkum oldukları çalışma ve sömürü düzeninin kader olmadığını gösterdi.
Bu yazımızda, tarım işçilerinin en ilkel en barbar koşullarda çalışmalarına ve sömürünün en şiddetlisine tabi olmalarına rağmen örgütlenememelerinin önündeki engellerin neler olduğunu ele almaya çalışacağız.
Tarım işçilerinin birlikte hareket etmelerine imkân verecek herhangi bir örgütten yoksun olmaları, hem büyük bir olumsuzluktur hem de düşündürücüdür. Bundan dolayı, mevsimlik tarım işçilerinin bir araya gelmesi, taleplerini tek bir ağızdan dile getirmeleri giderek önem kazanmaya başlamaktadır.

ÇÖZÜLEN KÖYLÜLÜK VE TARIM PROLETARYASININ BOYVERİŞİ
Toplumsal besin kaynağı olan tarımsal üretimin yok edilerek, tarımın emperyalist ülkelerin yağmasına açılması ve yüzde 40’larda olan üretici nüfusunun % 10’lara çekilmeye çalışılması; bir taraftan köylülüğün tamamen mülksüzleştirilmesine diğer taraftan işçileşmesine hizmet etmektedir.
İşbirlikçi burjuvazi ve onun iktidarı ülkeyi ekonomik, sosyal ve siyasal alanda yeniden yapılandırıyor. Bu yapılandırma için çıkarılan her yasa, atılan her adım, ülkenin emperyalist güçlere iyiden iyiye bağlanması anlamına geliyor. Ekonomik krizleri, emperyalist savaşları fırsat olarak değerlendiren sermaye egemenliği, yıllardır hayata geçirilemeyen tüm uygulamaları bir bir gerçekleştiriyor. Özellikle tek partili hükümet, sermayenin çıkarları doğrultusunda yasaların peş peşe çıkmasının da bir avantajı olarak değerlendiriliyor. Sermaye için çıkarılması sürdürülen her yasa ve düzenleme ise, kapitalist sistemin ihtiyaçlarına cevap vermek ve diğer taraftan toplumsal katmanlarda çözülmeler, bir çok kesimin var olan konumunu yitirmesi ve açlığa işsizliğe itilmesi anlamı taşıyor. Bu kesimlerden birinin de köylülük olduğu biliniyor.
IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanan tarım politikaları, önce Özal sonra Demirel ve ardı sıra gelen hükümetler eliyle bir bir hayata geçirildi. Kemal Derviş’le özdeşleşen 57. hükümet ve bugün AKP tarafından da kararlılıkla uygulanan tarım politikaları; esas olarak uluslararası tekellerin tarım pazarı üzerindeki hakimiyetini pekiştirmeyi ve genişletmeyi hedefliyor. Şeker yasası, tütün yasası, tarım reformu ve bugün de TEKEL’i tamamen özelleştirilmeyi amaç edinerek süregelen dayatmalar, bu tekelci hakimiyet politikalarının sonuçları olarak gündeme geldi. Tüm bu gelişmeler, bir taraftan ülke toprağının, tarımının yağmalanmasına diğer taraftan zorunlu işçilik ve işsizleştirme sonuçlarına yol açıyor. 4 milyon toprak sahibi aileyi 40 ve 50 bine indirme amaçlı politikalar, toprak dışında bir işle uğraşamayan yüz binlerce aileyi aynı zamanda tarım işçiliğine mahkum ediyor veya işsizler ordusuna katıyor.
Türkiye’de hiç toprağa sahip olmayan ya da sahip olduğu toprak kendisini geçindirmeye yetmeyen milyonlarca kır emekçisi var. Bunlardan bir kısmı başkalarının topraklarında ortakçılık usulleriyle tarımsal üretim yaparken, önemli bir kısmı da devlete ya da özel kişilere ait tarım işletmelerinde ücret karşılığı çalışmaktadır.
Kürt illerinde küçük işletmelerde ağırlıklı olarak tütün ve pancar tarımı yapılmaktadır. Fakat, son yıllarda, devletin bu ürünlerde izlediği desteklerin kaldırılması, alım fiyatlarının düşük tutulması ve kotalama politikası Kürt illerinde küçük üretimi hızla tasfiye etmektedir. GAP’la birlikte sulanabilir hale gelen topraklar, hızla az sayıda kişinin, yerli ve yabancı tekellerin mülkiyetine geçmektedir. Hayvancılığın tasfiyesi de son aşamadadır.
Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası’nın, önceki yıl yayınladığı bir raporda, ildeki topraksız köylülerin oranının %42,1’e ulaştığını belirtmektedir. Yine bu rapora göre, toplam işletme sayısının sadece %9’u 500 dekardan büyüktür. Bunların ortalama arazi büyüklüğü ise 1876,3 dekardır. Diyarbakır’a ait bu rakamların yaklaşık olarak diğer bölge illeri için de geçerli olduğu düşünülebilir. Buradan çıkacak sonuç, Kürt illerinde işsizliğin ve mülksüzleşme sürecinin tarım işçiliğine yönelimi artıracağıdır.
Köylülüğün tasfiyesinin ekonomik nedenlerinin yanı sıra özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşanan 15 yıllık savaşın da bu tasfiye sürecine özel ama yoğun bir etkisinin olduğu artık bilimsel bir tespit olarak kabul ediliyor. Yıllardır uygulanan OHAL yasakları, toprağını işleyemeyen, hayvanını yaylaya çıkaramayan Kürt köylüsünü ekonomik anlamda çöküntüye sürüklemiştir. Boşaltılan köyleri ve zor yoluyla göçe maruz bırakılan yüz binlerce yoksul Kürt köylüsü; topraklarını, evlerini, yaylalarını, hayvanlarını geride bırakmak durumunda kaldı. Kürt yoksullarının önemli bir kesimi göç yollarının ardından mevsimlik veya sürekli tarım işçiliği ile geçimlerini sağlamak durumunda kaldılar. Böylece daha dün kendi geçimlerini sağlayacak kadar toprağa ve hayvana sahip olan köylüler, bugün yaşamlarını sürdürmek için il il dolaşır hale geldiler.

DEVLET HANGİ TARIM İŞÇİSİNİ TANIYOR?
Tarımda bugün ücretli emek-gücü kullanımı çok değişik biçimler alabilmektedir. Fakat devletin yasal statü kapsamına koyduğu/tanıdığı tarım işçileri esas olarak; TİGEM, DÜÇ, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na bağlı Araştırma Müdürlükleri, Deneme İstasyonu Müdürlükleri ve İl Tarım Müdürlükleri ve benzeri işyerlerinde ve doğrudan toprakla ilişkili olmayan işlerde (idari hizmetlerde, tarım alet ve araçlarının bakım ve onarımı işlerinde çalışanlar ile şoförler ve benzeri) çalışan, bazı tarım işçileri ile tarımsal nitelikte olmayan ormancılık faaliyetlerinde çalışan orman işçileri yasa kapsamındadır.
Ancak tarım ve orman işçilerinin büyük bir çoğunluğu, iş yasası kapsamına alınmamıştır. Türkiye’de tarımdaki ücretli emek-gücü istihdamına ilişkin istatistikler net açıklamalar yapmış değildir. İstatistikleri baz alarak net rakamlar söylemek zordur. Ancak işgücü gereksinimi ve bazı hesaplara göre, tahminen 1,5 milyon tarım ve orman işçisi bulunmaktadır. (Bu rakamın sadece 400 bininin Türkiye’de pamukta istihdam edildiği tahmin edilmektedir.)
Her yıl Çukurova’ya 120 -140 bin tarım işçisinin çalışmaya geldiğini İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun belgeleri gösteriyor. Daha önceki yıllar bu rakam 400 binlere dayanırken, GAP’ın hayata geçmesi, Çukurova’da pamuk hasadının azalması ve bir çok göçzedenin ile yerleşmesi gibi etkenler bu sayıyı azalttı.
Tarım-ormancılık gibi sektörlerde çalışan toplam işçi sayısı yaklaşık 1,5 milyon iken, bunun sadece 150-200 bin kadarı iş yasası kapsamına alınmıştır.  Bu sayının ise  sadece 40 bin kadarı sözleşme yapmaktadır.  Bunlar da esasen kamu alanında çalışanlardır.
Türkiye, tarım ve orman işçilerinin çalışma koşullarını ve işçi sağlığı ve iş güvenliğini hiçbir biçimde düzenlemeyen, genel olarak çalışma mevzuatı ve gelişmişlik düzeyi geri ülkeler arasında yer almaktadır.
Ülkemizde tüm çalışanlar yetersiz de olsa bir yasal düzenlemenin koruyucu şemsiyesi altına alınmışken; tarım işçilerinin İş Kanunu kapsamı dışında tutulması, tam olarak hayata geçtiğinde 750 bin mevsimlik tarım işçisini istihdam edecek GAP projesi için, nasıl bir sömürü cehenneminin hedeflendiği daha iyi anlaşılmaktadır.

TARIM İŞÇİLERİNİN YIL BOYUNCA İZLEDİĞİ GÖÇ SEYRİ
Yüzyıllardır devam eden bölgeler arası ekonomik uçurum bugün de pek değişmemiş, tersine 15 yıl yaşanan çatışma ortamının ardından Kürt illerinde var olan cılız ekonomik yatırımlar bile geri çekilir hale gelmiştir. Zaman zaman gündeme gelen kimi yatırım hamleleri ise, kredi olanaklarının hortumlanmasına vesile olarak, bir hizmete dayanak olmadan çürüyen makinelere, tamamlanmamış işletmelere dönüşmüştür. Savaşın yanı sıra bölgenin hizmet, yatırım ve olanaklardan mahrum bırakılmasının da kitlesel göçlere açık bir etkisi vardır.
Bölge koşulları ve kitlesel göçler, her gün yüzlerce işsizin, mevsimlik işçi adayının Çukurova, Karadeniz, Ege ve Marmara bölgelerine gitmesine neden oluyor. Pamuk işçiliğinden fındık toplamaya, tütün toplayıcılığından pancar çapalamaya kadar iş ayrımı yapmaksızın, şehir şehir dolaşmayı da beraberinde getiriyor. Tarım işçiliği için gerçekleşen göç, kendiliğinden ve dengesiz değil, kendi doğasında aşamalı bir seyir izlemektedir. İlk olarak Çukurova’ya göç başlar: Göç-1, Ocak-Haziran arası süreyi kapsayan bir sürede, bostan, sera, yer fıstığı çapası, pamuk çapası, fide tohumları, karpuz-soğan çapası, ot ayıklama, ilaçlama, gübreleme ve sulama, ardından bu ürünlerin bazılarının hasadı işlerinde çalışanları kapsar. Ardından, Hatay’a, 2. göç başlar: soğan çapası ve hasadı yapılır. Kimyon, pancar, nohut ve patates çapası için 3. göç İç Anadolu’ya (Konya, Nevşehir; Ankara). 4. göç Karadeniz’edir. Fındık hasadı için Ordu, Giresun ve yöresinde çalışılır. 5. Göç yeniden Çukurova’ya yapılır. Eylül-Ekim aylarıdır ve pamuk hasadı başlamıştır. Yüz binleri bulan tarım işçileri yollara düşmüştür. 6. göç: Yeniden iç Anadolu’yadır. Bu sefer o bölgede patates, pancar hasadının zamanı gelmiştir. Göç 7 ise, geri dönüştür.  Bir kısmı kısa bir süreliğine geri dönmeyip bulunduğu yörelerde çadırlarda kışı geçirip yeni hasadı beklerken, bir çoğu da esas kaldıkları memleketine geri döner. Ancak sorunlar burada bitmez. Kazandıkları para dışında bir gelirlerinin olmaması, gittikleri yerlerde yeni sorunları beraberinde getirir.
Ekmeğini kazanmak için her yıl göçebe bir yaşam sürmek durumunda kalan ırgatlar için, bu göç dayanılmaz bir hal alır. Yaşam kavgası için katlandıkları bu göç yolları adeta drama döner. Kimi, trenlerin kara vagonlarında, kimi, kamyonlarla yollara düşerler, kilometrelerce yol kat ederler. Çoluk çocuk, yorgan döşek ve yanlarına aldıkları kap kacaklarıyla yollara dökülürler.
Bazen Giresun Valiliği’nin şehre girmelerini yasaklaması gibi uygulamalarla karşılaşırlar. Kimlik kontrollerinden geçerler, durdurulurlar, suçlu muamelesi görür, terörist damgası yerler. Güvenlik önlemi adı altında -çoğu zaman Kürt oldukları için- farklı uygulamalara maruz kalırlar. Göç süresi boyunca onca zorlukla karşılaşırlar.
Sürekli göç halinde bulunan mevsimlik tarım işçileri sağlıksız koşullarda barınmak zorunda kalırlar. Bazen ağaç gölgelerinde bazen gölgenin bile olmadığı alanlarda el yordamıyla yaptıkları -yağmur geçiren, güneşi iki kat çeken- derme çatma çadırlarda kalıyorlar. Her bir çadırda 20-30 kişinin kaldığı tarım işçileri, yazın sıcaktan ve sivrisinekten, kışın ise soğuklardan doğru dürüst uyku bile uyuyamıyorlar. Tuvaletin bulunmadığı, çocukların yüzünde sineklerin eksik olmadığı bir ortamda saatlerce çalışıyorlar. Karşılığında ise asgari ücreti bile alamıyorlar.

ÜCRET SORUNU
Tarım işçileri, iş gücünü iş sahiplerine neredeyse karın tokluğuna satmaktadır. Çünkü her yıl, tarla ve bahçe sahiplerinin içinde bulunduğu ve işçilerin hiçbir söz hakkının olmadığı bir komisyon, işçilerin ücretlerini belirliyor. Komisyona, ücretlerin esas muhatabı olan işçiler ve  elçiler alınmıyor. Kendi aralarında toplanarak, mevsimlik işçilerin alacakları ücreti tespit eden işverenler, böylelikle işçilerin daha çok sömürüleceği bir ücret belirliyorlar.
Tarım İşçilerinin Sorunlarını Görüşme Kurulu’na (ücret belirleme komisyonu) Valilik veya yardımcıları başkanlık ediyor: Komisyon üyeleri;Tarım İl Mürdürlüğü, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Bölge Müdürlüğü, İş ve İşçi Bulma Kurumu Bölge Müdürlüğü, Sosyal Sigortalar Kurumu Bölge Müdürlüğü, İş ve İşçi Bulma Kurumu Şube Müdürlüğü, Tarımsal Araştırma Müdürlüğü, Çiftçiler Birliği, il-ilçedeki Ziraat Odaları, Türk-İş Bölge Başkanı ve Tarım-İş Şube Başkanı’ndan oluşuyor. Bu komisyon –ve ücret belirleme toplantıları- yüz yıla yakındır sürüyor. Çukurova pilot bölge kabul edildiğinden, burada belirlenen ücret, yakın iller tarafından kabul ediliyor. Mersin, Hatay, Kahramanmaraş ve daha birçok il burayı baz alıyor. Her yıl Valilik öncülüğünde toplanan komisyondan çıkan sonuç, tarım işçilerinin bir yıllık çalışmasını ve kaderini belirliyor.
Tarım işçileri, İş Yasası’na tabi olan işçilerden farklı olarak asgari ücret uygulamasının da dışında bırakılmışlardır. Alacakları gündelik, temsil edilmedikleri “Çalışma Komisyonu” tarafından belirleniyor.
Mevsimlik işçilerin ücretleri, toprak sahiplerinin çıkarlarına göre ve üç ayrı çalışma biçimine göre düzenlenmiştir:
1- Çapalama Ücreti: Gündelik olarak ödenir.
2- Sulama ve İlaçlama Ücreti: Götürü (kabala) usulde ödenir.
3- Toplama Ücreti: Kilo başına ödenir.
Mısır Valisi M. Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Adana havalisini yönettiği (1833-1840) dönemde, tarım işçileri için şöyle bir sistem kurulmuştur:
1- Hafta’nın 5,5 günü  çalışan işçiye 7 günlük ücret verilir.
2- Haftalık ücretler, arz-talebe göre ve işçi temsilcileri (elçilik buradan doğmuş olmalı) ile işveren temsilcilerinden kurulu bir komisyon tarafından tayin edilir ve herkes buna uyar.
3- İşçi-işveren arasında bir anlaşmazlık çıkarsa anlaşmazlığı bu komisyon çözer. 
Dolayısıyla 160 yıl öncesinin ücret ve çalışma koşulları günümüzden daha iyidir desek hiç de abartmış olmayız. 160 yıl öncesinin sistemi neredeyse daha ileridir, çünkü ücretin dışında haftanın 1.5 günü ücretli izin gibi sosyal hak tanınmıştır. Ayrıca; ücret dışında sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeği olmak üzere 3 öğün yemek de toprak sahiplerince verilmektedir. Günümüzde ise, ne ücretli izin ne yemek ya da yemek parası verilir. Tüm bunlara rağmen; bir de hak edilen ücretlerin zamanında ödenmemesi söz konusudur. Toplama ve çapalamada iş biter, ama ücretler genellikle geç verilir. 3 ay sonraya ya da 1 yıl sonraya bırakıldığı çok sık görülür. Ürünlerin kötü olduğu, sahibinin ürünleri satamadığı ya da haciz geldiği durumlarda ise, tarım işçilerine ücret hiç ödenmez.
Günümüzde ücret, görünüşte Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından (1973 yılından beri) saptanmaktadır. Oysa tarım işçileri için saptanan ücret, sanayi için saptanan oranın çok altındadır. Ancak pratikte belirlenen düşük ücrete bile uyulmaz. 1475 sayılı iş yasasının 1972 tarihli yönetmelik hükümleri gereğince, ülke geneli için merkezi düzeyde saptanan bu asgari ücret,  tarım işçileri için, valilerce aşağı çekilerek saptanır. Oysa valilerin böyle bir saptama için yasal dayanakları yoktur. Ancak yıllardır süregelen uygulamalar, tarım alanındaki çalışan işçilerin haklarına dair yasal boşluklar ve işçilerin örgütsüzlüğü, bu keyfiyeti doğuruyor. Gerçekte, ne hükümet tarafından belirlenen asgari ücrete ne de valilerin saptadığı asgari ücretlere uyulmaktadır. Gerçek ücret, o yılki işçi ihtiyacına ya da iş aramaya gelenlerin azlığına-çokluğuna göre işveren tarafından belirlenir. Yani piyasa kuralları işler. İş arayan çoksa yevmiyeler düşer. Yine, yörenin büyük toprak sahipleri (ya da onların birlikleri) tarafından ücretler belirlenir. Üstelik, toprak sahiplerinin ücret saptama yetkisi, İ.İ.B.K  tarafından da tanınmıştır.
Önemli not: Ancak Adana’da iki yıldır ücret belirleme komisyonu toplanmıyor. Ve gerekçe olarak ise, “elçiler ile toprak sahipleri kendi anlaşsın, biz valilik olarak karışmıyoruz” deniliyor.

‘TARIM İŞÇİLERİNİN SORUNLARINI GÖRÜŞME KOMİSYONU’ YA DA ÜCRET DIŞINDA HİÇBİR ŞEYİ SORUN OLARAK GÖRMEME KOMİSYONU
Her şeyi alınıp satılan bir meta haline getiren kapitalist sistem, diğer sömürü alanlarında olduğu gibi, bu alanda da, sadece işçinin çalışma ücretinin –işçiyi ne kadar aza kapatacağının- hesabını yapar. İşçinin ücreti dışındaki onlarca sorununu ise görmezden gelir. Tarım işçilerinin çalışma koşullarını belirlemek için toplanan komisyonda görüşülen tek konunun sadece ücretler olması, işgücünü satan tarım işçilerinin insani, sosyal sorunlarının toprak sahiplerini ve yerel yönetimleri ilgilendirmediğini gösteriyor. İşçi, adete bir makine gibi görülmektedir. Üretimin gerçekleşmesini ve daha fazla kazanç sağlamayı amaçlayan işverenler için insan faktörü, insan sağlığı ve insanın sosyal yaşamı hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Her asgari ücret belirlenmesinden sonra, senede iki kez toplanan Komisyon, toplantıda tek konu olarak ücretleri ele alıyor. Tarım işçilerinin sağlık, iş güvencesi, eğitim, ulaşım, sigorta gibi yığınlarca sorunu üzerine ise tek bir laf edilmiyor. Tarım işçilerinin nakil, barınma, sağlık, eğitim gibi başlıca sorunlarını hiç gündeme almayan, görüşmeyen komisyonun tek görevi; düşük ücret belirlemektir.

ULAŞIM
Özellikle işe giden tarım işçilerinin ulaşımının insanlık onuruna ve trafik kurallarına uygun olmayan bir şekilde yapılması bile, komisyonun gündemini oluşturmuyor. Kamyonlarla adeta istiflenerek nakilleri yapılıyor. Bu nakillerde yoğun trafik kazaları eksik olmuyor. Ve kazalar, onlarca işçinin yaşamını yitirmesine neden oluyor.

YERLEŞİM VE BARINMA
İkinci sorun ise, yerleşim yerlerinin sağlıksız olması. Tarım işçileri, genellikle nehir ve sulama kanalları yanlarına, insanın yaşayamayacağı bölgelere çadırlarını kuruyorlar. Sıtma, tifo, sarılık  baş başa kaldıkları temel hastalıklar. Böcek ve yılan sokması, güneş çarpması, zehirlenmeler gibi birçok sorun da cabası…
Önemli diğer bir sorun da barınmadır. Tarım işçileri, çoğunlukla kamıştan, bezden ve çuvaldan kurulu sağlıksız çadırlarda barınır. Sivrisinek, yakan gibi her türlü haşere bu çadırlarda dolaşır. Oysa daha düzenli, yağmur geçirmeyen çadırlarla, zararlı böceklerden korunacak ve dezenfekte edilmiş bir şekilde çözüm mümkündür.

SAĞLIK
Yetkililer her ne kadar “Sağlık hizmetleri görülüyor” dese de, her yerde sağlık ocağı bulunmadığından, tarım işçilerinin büyük bir kısmı sağlık hizmetinden faydalanamıyor. Yerleşim yerlerinin ve tankerle, traktör römorkuyla getirilen suyun sağlıksız olması, tuvalet sorunu, sulama kanallarında banyo gibi problemlerden dolayı, tarım işçileri, yoğun sağlık problemleri ile baş başa kalıyorlar. Tüm bu sorunlar aciliyetini sürdürüyor ve çözüm bekliyor.   
Birçok ülkede işçiler, tarım ilaçlarının zararlarının farkında olarak ve ona karşı alınmış önlemleri kullanarak bu işi yaparken, ülkemizde tarım işçileri, hiç bir önlem alınmadan, insan sağlığını tehdit eden ilaçları tarlaya saçmaktadır. Tarım ürünlerine zarar veren, canlıları öldürmek için kullanılan kimyasal ilaçları, işçiler; koruyucu giysi ve eldivenden mahrum bir şekilde kullanıyorlar. Birçoğu ilacı çıplak eli ile karıştırıyor, ilaçlama yaparken koruyucu giysi giymesi gerekirken lime lime olmuş elbiselerle çalışıyor ve ilaç vücuda çok daha kolay geçiyor. Tüm bu ilaçlama esnasında tarım işçileri yavaş yavaş zehirleniyor. Birçoğu gelecekteki yaşamlarında kanser, çeşitli solunum yolu hastalıklarına yakalanmaktadır. Özellikle kadınlar daha çok etkilenmekte, hamile kadınların doğacak bebekleri, çeşitli hastalıklara kapılmaktadır. Tarım işçilerinin tarım alanlarındaki zararlıları yok etmek için kullandıkları ilaçlar, aslında kendileri için zarar oluşturmaktadır.

EĞİTİM
Can yakıcı başka bir sorun ise, çocukların okuyamaması, yani eğitimdir. Tarım işçilerinin yöreye geliş ve gidiş tarihlerine bakıldığında, işçi çocuklarının eğitim alma şanslarının haliyle ortadan kalktığı görülür. 2. ve 3. ayda başlayan tarımsal işler, 10. ve 12. aylara kadar sürmektedir. Tarımda çalışan işçiler bir lokma ekmek kazanabilmek ve hayatlarını idame edebilmek için, mecburen çocuklarını da yanında getirmek zorunda kalıyorlar. Bir çoğunun çocuğu ise beraber çalışıyor. Bu, çocukların eğitimini gerçekleştirememesine neden oluyor.
Okulların açıldığı dönem, pamuk mevsimidir onlar için. İki ay kadar süren pamuk hasadından sonra gecikmeli başlarlar eğitime. Okula başlayanların çoğunluğu erken terk etmektedir. Birçoğu ise, ne okul bilmektedir ne de okuma yazma. Tek bildikleri çalışmak ve buna rağmen yoksulluktan kurtulamamak.

ÇALIŞMA SÜRESİ YA DA SÜRESİZ ÇALIŞTIRMA
Pamuk işçileri, 40 yıl önce günde 14-16 saat çalıştırılırdı. Bugün bir parça değişiklik olmakla birlikte, günlük çalışma süresi hala çok uzundur. Irgatlar, günde ortalama 11-12 saat çalıştırılmaktadır. Haftalık çalışma süresi sanayi sektöründe haftada 45 saatken, bu süre, tarımda 70 saati rahatlıkla aşmaktadır. İşveren, “işler yetişmedi” bahanesiyle çalışmayı sabah daha erken başlatabilmekte ya da paydosu geciktirebilmektedir. Tam bir keyfiyet söz konusudur. Günlük çalışma süresi ne kadar uzarsa uzasın, bunun karşılığında işçiye fazla mesai ücreti ödenmesi söz konusu olmaz. Ücretler gündelik (yevmiye) olarak belirlendiği için, ücretli hafta tatili gibi bir hakkın lafı bile edilmemektedir. İşe gitmeyen işçinin o günkü yevmiyesi hiçbir mazeret kabul edilmeden kesilmektedir.

SOSYAL HAKLAR
Tarım işçilerinin sigortadan yararlanma hakları yoktur. İş Kanunu’ndan olduğu gibi, SSK Kanunu’ndan da dışlanmışlardır. Devlet, sürekli olarak bir tarım iş yasasının çıkacağından, tarım işçilerinin sosyal güvenlik hakkına kavuşacağından söz ededurur, ama 30 yıldır bu söylenen yapılmaz. 1983’te, “Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu” diye bir yasa çıkarılmıştır. Ama bunun, tarım işçilerine gerçek bir sosyal güvenlik sağlamakla ilgisi yoktur. Tarım işçilerini taşıyan kamyonların kaza yapması sonucu ölüm ve yaralanma vakaları eksik olmuyor. Sigorta başta olmak üzere tarım işçilerinin hiçbir sosyal hakları olmadığı için, kazalar gibi olaylar kazandıklarını tamamen yitirmelerine neden oluyor.

İŞ GÜVENLİĞİ
Tarım işçilerinin önemi bir sorunu da, iş garantilerinin ve ücret garantilerinin olmamasıdır. Birçok kez geldikleri bölgede iş bulamayan mevsimlik tarım işçileri, yeniden geldikleri yerlere dönmek durumunda kalırlar. Zor ve ağır çalışma saatleri boyunca alın teri döken tarım işçileri, hem işverenler hem de kimi elçiler tarafından hakaret ve angaryaya maruz kalıyorlar. 30-40-50-60 kişilik ekipler halinde bahçelerde çalışan tarım işçileri, gün boyunca istenen verimi gösteremezseler, yevmiyelerinden bile kesinti yapılıyor. Çoğu zaman aylıkları geciktirilerek ödenen tarım işçilerinin toplama ücretleri ve yevmiyeleri, valilik tarafından her yıl geciktirilerek açıklanıyor. Önceki yıl, Çukurova bölgesinde, işçilerin çalışmasının üzerinden 3 ay geçtikten sonra, Valilik ücreti açıkladı. Böylece tarım işçileri, 3 ay boyunca bir yıl önceki ücretten çalıştılar, ancak yeni ücrete göre farklarını da alamadılar. Böylece binlerce tarım işçisinin  emeğine, alın terine ikinci bir kez el konulmuştu.
Önlerinde bunca zorluk varken, mevsimlik işçilerin birlikte hareket etmelerine imkân verecek herhangi bir örgütten yoksun olmaları, hem büyük bir olumsuzluk hem de düşündürücüdür. İşçilerinin bir araya gelerek taleplerini tek bir ağızdan dile getirmelerinin önündeki engelleri açarak daha iyi anlayabiliriz.

İŞBÖLÜMÜ VE ÖRGÜTLENME
Tarımsal üretimde temel üretim aracı topraktır. Toprağın niteliğini büyük oranda yükselten ise, özel aygıtlar kullanan işgücü değil, tohum gübre, ilaç gibi maddelerdir. İşgücü sanayide olduğu gibi yapay ortamda değil, doğal ortamda kullanılır. O nedenle, işçiler ne kadar kalabalık olursa olsunlar; çapa gibi çok basit aletler kullanarak veya pamuk toplayarak daha çok bireysel olarak çalışmak durumunda kalıyorlar. Başka bir ifadeyle, mevsimlik tarım işçilerinin sınıfsal dayanışma ve örgütlenme düzeyinin sanayi işçilerine göre zayıf olmasının nedeni; kolektif emek kullanımı düzeyinin düşük olmasıdır. Kolektif emek düzeyinin düşüklüğüne; üretimin sürekli olmaması (mevsimlik ve kısa süreli) ve günlük çalışma süresinin çok uzun olması da eklenince, örgütlenme koşulları daha da zorlaşmaktadır.
Ayrıca bu olumsuz koşullara, mevsimlik işçiler arasında yoğun olarak bulunan küçük grup ilişkilerini (aile-akrabalık-aşiret ilişkileri) de eklemek gerekir. Küçük grup ilişkilerinin varlığı, kendi içinde güçlü bir ilişki, güçlü bir dayanışma yaratırken, değişik grupları bir araya getirmede, yani sınıf dayanışması ve birliğini sağlamada zorlaştırıcı bir işlev oluşturmaktadır.
Mevsimlik tarım işçilerinin dikkat çeken bir başka özelliği, çoğunluğunu kadın ve çocuk işçilerin oluşturmasıdır. Aslında bu, tarla ve toprak sahiplerinin özel tercihidir. Çünkü, patronlar, kadın ve çocuk diye küçümsedikleri bu işçilerden çok daha fazla yararlanmakta, “ne versek kabul ederler” düşüncesiyle hareket etmektedirler. Ayrıca, burada patronlar, kadın ve çocukların seslerini bastırmanın daha kolay olacağı ince hesabını da yapmaktadır.
Tüm bu olumsuz koşullar, mevsimlik işçilerin ancak ve ancak elçilik kurumu etrafında örgütlenmesine izin vermiştir.

ELÇİLİK KURUMU
Çukurovada Elçi, Ege’de Dayıbaşı olarak adlandırılan bu aracılar işçinin sırtından geçinmektedir. Elçi, toprak sahibi ile işçi arasında aracı görevini gören ve işçileri anlaştığı tüccarın işine götüren kişidir. Parasını her bir işçinin gündeliğinden -ücret belirleme komisyonu tarafından miktarı belirlenmiş bir kesinti yaparak- alıyor.
Tarım alanındaki çalışma düzeninden, konaklama yerinin organizasyonuna, işverenle ücret pazarlığına kadar her şeyi elçi yürütür. Elçiler sürekli işçi temsilcisi muamelesi görürler, ancak gerçek anlamda işçilerin çıkarını savundukları çok az görülmüştür. Elçilik, işçilerin üzerinden geçimini sağlar, yani işçinin sömürülmesinden pay alır. İşçinin örgütlenmesinin, hakları için mücadele etmesinin önünde de bir engel oluştururlar.
Nitekim özellikle 18. yy.’da Çukurova ve Ege’de pamuk üretimiyle birlikte ortaya çıkan mevsimlik tarım işçiliği, kendisiyle birlikte ortaya çıkan elçilik kurumunu aşan bir örgütlenmeyi gerçekleştirememiştir. Mevsimlik tarım işçiliğinin 18. ve 19. yy. örgütlenme düzeyi neyse, bugünkü, örgütlenme düzeyi de odur. Örgütlenme ihtiyacını 18. yy.’da da elçilik karşılıyordu, bugün de halen elçilik karşılıyor. 
Kapitalist bir kurum olarak 1946’da kurulan, 1955’de tarım işkolunu kapsamına alan İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun elçilik kurumunu  tasfiye etmesi beklenir; oysa tasfiye bir yana, elçilik kurumuna bir de yasal statü kazandırmıştır. İ.İ.B. Kurumu’nca 1978 yılında çıkarılan 7/15271 karar sayılı tüzük, bu yasallaştırmanın bir örneğini oluşturmaktadır. Tüzükte, “tarımda iş ve işçi bulmak için İş ve İşçi Bulma Kurumu’nca izin verilen gerçek ve tüzel kişiler aracı sayılırlar” denmektedir.
İ.İ.B.K.’nun elçiliği tasfiye edemeyişinin nedeni; elçinin, basit bir aracı işlevinin çok ötesinde; işçilerin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarına uygunluk gösteren başlı başına bir örgüt işlevinin olmasıdır. O, aracılık işlevinin yanında, çalışma ve barınma düzenini örgütleyen, işçilerin hem çevreyle olan dış ilişkilerini hem de kendi iç ilişkilerini düzenleyen bir otoritedir. Özellikle göçmen işçiler için, elçi, kimi zaman işçilerin yanlarında getirdikleri Ağa’sıdır, kimi zaman, işçilerle aynı yaşamı, aynı mekanı paylaşan bir temsilcisidir; o, kimi zaman tefeci, kimi zaman kurtarıcıdır. Aileler için genç kızlarını, yani namuslarını teslim ettikleri kişidir. Daha önceleri elçiler, kendileri, çocukları ve akrabalarını yanlarına alarak bu işi yaparlardı. Bugün de halen bu tip yüzlerce elçi vardır. Bu elçiler, küçük elçi, yani fakir elçidir, çoğu kendisi de çalışır. Ancak bunlar dışında, özellikle son yıllarda yeni bir elçi tipi ortaya çıkmıştır.
Bu yeni tip elçiye; zengin, işletmeci yada müteahhit elçilik denebilir. Bu yeni tip elçiliği diğerlerinden farklı kılan 2 önemli özelliği vardır: Birincisi sermayelerinin olması, İkincisi işçilerle-işverenler arasında değil; küçük sermayeli elçilerle-büyük işverenler arasında aracılık yapmasıdır. Görüldüğü gibi, kapitalist tekelleşme elçiliği tesviye etmiyor, onu da beraberinde geliştiriyor, tekelleştiriyor.
Bu yeni tip elçilik, tarım işçilerinin örgütlenmesinde önemli bir engel oluşturmaktadır. Tarih boyunca, mevsimlik tarım işçilerinin, çalışma ve barınma koşullarının iyileştirilmesi, ücretlerin zamanında alınması, hakaretlere, aşağılanmalara tepki gösterilmesi vb. ekonomik ve sosyal nedenlerle çok çeşitli eylemleri olmuştur ve olmaktadır. Ama bu eylemlerinin hiçbiri modern anlamda örgütlü eylem değildir. Eğer eylem az-çok örgütlü ise, o eylemin merkezinde mutlaka elçi vardır. O eylemi örgütleyen elçidir. Eğer eylemin merkezinde elçi yoksa, o eylem kendiliğinden bir patlama tepki niteliğindedir.
Tarım işçileri içinde daha üst düzeyde bir örgütlenmeyi gerçekleştirebilmek için, dışarıdan devrimci tarzda bir müdahale zorunlu görünmektedir. Dışardan müdahale edilmediği sürece, elçilik kurumunu aşan bir örgütlenmeyi mevsimlik işçilerin kendiliğinden gerçekleştirmesi zordur.

TARIM İŞ YASASINA İHTİYAÇ VAR
Gerek bugün yaşanan sıkıntılara çözüm bulmak, gerekse geleceğin tarım sektöründeki çalışma hayatını düzenlemek ve işçilerin sosyal haklardan, örgütlenme olanaklarından  faydalanmasını sağlamak için, tarım işçilerinin 1475 Sayılı İş Kanunu kapsamına alınmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Tarım işçilerinin, ekonomik-sosyal-siyasal taleplerini savunmak, bu talepler üzerinden sesini ve eylemini yükseltmek için bir sendikal mücadeleye ihtiyaç vardır. Ancak tarım işçilerin, mevsimlik işçilerin her şeyden önce Tarım-İş Yasası’na ihtiyacı vardır. Bugün tarım işkolunda, yukarıda da ifade edildiği gibi, ne tarım işçisini (kadrolu-kadrosuz) ne de tarım işverenini tarif eden ve tarım işkolunu düzenleyen bir yasa yoktur. Böyle bir yasa ve düzenleme olmadığı için, sendikal haklar, grev hakkı, TİS hakkı, sigorta hakkı, asgari ücretten yararlanma hakkı, sağlık hakkı vb. çalışma yaşamına, sosyal yaşama dair ne varsa, karşılık bulmamaktadır.
Tarım işkolunda kapitalist hukuk, iş hukuku yoktur. Hala 150 yıl öncesinin feodal hukuku işletilmektedir. Ne değiştirilmesi öncesinde 1475 sayılı yasa ne 506 sayılı yasa ne İş ve İşçi Bulma Kurumu Yasası ne de diğer iş yasalarının hiçbiri tarım işçilerini tarif etmemektedir. Tarım işkoluna uygun bir yasanın olmaması örgütlenmeyi zorlaştıran önemli bir etkendir. Öyleyse, tarım işçilerinin örgütlenmesi mücadelesi verilirken, aynı zamanda, tarım işkoluna uygun yasal bir zemin oluşturulması için çaba sarf edilmeli, harekete geçilmelidir. Konu, aynı zamanda, yasal olduğuna göre, Barolar, hukukçular, aydınlar, sendikalar ve tüm emek güçleri duyarlı hale getirilmeli ve geniş bir kamuoyu yaratılmalıdır. Kuşkusuz bir yandan hukuk mücadelesi örgütlenirken, asıl, tarım işçileri arasında çalışmaya ve örgütlenmeye ağırlık verilerek, çalışma ve barınma koşullarının iyileştirilmesi, ücretlerin yükseltilmesi, zamanında ödenmesi, yemek, su, sivrisinek, ulaşım gibi somut talepler için çeşitli eylemler örgütlenmelidir. Eylemler, sadece çalışma alanlarında, tarlalarda örgütlenmekle kalınmamalı; kentlerde, kasabalarda, barınma ve oturma mekanlarında da örgütlenmelidir. Bu faaliyetler içinde, kendine özgü, ihtiyaca uygun düşen çeşitli örgütleme biçimleri ortaya çıkacaktır; tarım işçilerinin dernek vb. türünden kısa vadeli örgütler kurmasının koşulları doğacaktır.

TARIM İŞÇİLERİNİN ÖRGÜTLENME VE SENDİKA DENEYİMİ
Tarım işçilerinin sömürü ve sefalet cenderesinden kurtulabilmelerinin yolu örgütlenmekten, bilinçli ve birleşik bir mücadeleden geçiyor. Şu an tarım işçilerinin örgütlenme deneyimi ve mücadele birikimi bir hayli yetersiz. Tarım işçiliği, özellikle de pamuk işçiliği, Çukurova’da 1840’lı yıllarda başlamasına rağmen, işçiler sendikanın ne demek olduğunu tam 110 yıl sonra, yani ancak 1950’lerde öğrenebildiler.

KUTU- 1: ÇTİS sendikası
1947 yılında işçilere sendikal hakları tanıyan yasaların çıkması üzerine, sendikal örgütlenme hızlanmaya başladı. Ancak yeni kanunda sendikaların siyasetle uğraşmalarını engelleyen hükümler vardı. Özellikle devlet güdümlü sendika kurulmasının teşviki ilk kez bu yıllara dayanır. Çukurova Tarım İşçileri Sendikası da böyle bir ortamda, 2 Şubat 1951’de kuruldu.
ÇTİS’in (Çukurova Tarım İşçileri Sendikası) kurucularının ve aktif çalışanlarının tamamı elçilerdi. İşçiler sendikanın merkezinde olmamasına rağmen, ÇTİS, tarım işçilerinin sorunlarına sahip çıkma gayreti gösterdi. Pamuk toplama ücretlerinin yükseltilmesi talebiyle bildiri dağıttı, işverenle görüşme ve pazarlıklar yürüttü. İş bulabilmeleri için işçilere yardım etti. Tarlalarda ve konaklama yerlerinde sağlığa ve iş güvenliğine aykırı koşulların iyileştirilmesi için çaba saffetti. Fakat kısa yaşamında tüm yaptıkları, bu ilk girişimlerle sınırlı kaldı. 1961 Anayasası’nın kabulünden sonra yenilenen kanunlarla, tarım alanında da sendikal örgütlenmenin, toplusözleşme yapmanın ve greve gitmenin yolları açıldı. Ancak tarım ve avcılık-balıkçılık işkollarında, çoğu yerel birçok sendika kuruldu. Kayıtlar, 1951’den bugüne kadar tarım alanında onlarca sendikanın kurulduğunu, ancak bunların çoğunun kısa ömürlü olduğunu göstermektedir.

KUTU-2: ÇAPA-İŞ Sendikası
Çapa-iş sendikası Erzin şubesinin 1974 yazında gerçekleştirdiği grev, mevsimlik tarım işçilerinin ilk örgütlü eylem olması nedeniyle, bu deneyimden bazı dersler çıkarılabilir:
Grev, pamuk toplama ücretlerinin yükseltilmesi talebi üzerinde inşa edilmiştir. Grev, 4 farklı dinamiğin uygun bir bileşimi sayesinde örgütlenebilmiş ve başarıya ulaştırılabilmiştir. Bu dinamikler:
1- Sendika yönetimi,
2- Başta emekçi gençlik olmak üzere, yöre halkının ve İs-Demir işçilerinin önemli düzeyde maddi ve moral desteği,
3- Yöredeki elçilerin çoğunluğunun aktif katılımı ve desteği,
4- Yöredeki diğer işçilerin çoğunluğunun aktif katılımı.
1974 pamuk toplama mevsiminin bitmesi ve yöreye dışardan gelen işçilerin memleketlerine dönmesiyle birlikte, ÇAPA-İŞ sendikasının faaliyeti de bitmiştir. Sendikal faaliyete süreklilik kazandırılmamıştır. Süreklilik kazandırılması için çok çaba gösterilmiş ama başarılı olunamamıştır. Süreklilik kazandırmak umuduyla, tarım işçilerinin sendikası olan TOPRAK-İŞ sendikasıyla ÇAPA-İŞ sendikası DEVRİMCİ TOPRAK-İŞ sendikası  adı altında birleştirilmiş, DİSK’e bağlanmış ama yine de başarılı olunamamıştır.
Başarısızlığın nedeni; aynı işkolunda çalışıyor olmaktan başka hiçbir ortak yanı olmayan “kadrolu işçilerle mevsimlik işçilerin örgüt birliği sağlanırsa eylem birliği de sağlanır” düşüncesidir. Yanlışlık buradadır. Oysa, salt iş koşulları üzerinde Ceylanpınar DÜÇ’deki kadrolu işçilerle Çukurova’daki mevsimlik işçilerin eylem birliğinin sağlanmasının koşulları mevcut değildir. Çünkü, bu iki kesimin talepleri, sorunları, işverenleri ve çalıştığı mekanları çok farklıdır.

Faydalanılan Kaynaklar:
1-    Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu ve 1475 sayılı İş Kanunu
2-    Güney Kültür dergisi, Dç. Dr. Adnan Gümüş, Fakirlik Döngüsü: Göçmen Tarım İşçilerinin Yıllık Hareketi
3-    Suat Aksoy’dan aktaran Dr. Murat Şeker
4-    Evren gazetesi haberleri
5-    Adana Sanayi ve Ticaret odası yayınları

Hasan yoldaşın bıraktıkları ve öğrettikleri…

EVRENSEL Gazetesi Adana Bölge muhabiri Hasan İşler ve DİHA muhabiri Volkan Eryiğit, 19 Mart Cuma günü Adana’nın Ceyhan İlçesinde gerçekleştirilecek olan Demokratik Güçbirliği mitingi için oluşan konvoyda yaşanan kaza  sonucu yaşamını yitirdiler.
Hasan İşler, sadece Evrensel gazetesi muhabiri değildi. O aynı zamanda Emek Gençliği’nin militan bir önderi, Emeğin Partisi Adana İl Örgütü’nün  de yöneticisiydi.

AİLESİNİN TEK OKUYANI
Hasan, Çukurova Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde öğrenim görüyordu. Diğer kardeşleri okuyamamıştı. Annesi, babası Hasan’ın öğrenciliği ile gurur duyuyordu. Okuyor olmasından dolayı ailesi Hasan’a farklı bir değer veriyordu.
Ailede üniversite okuyan tek kişi olması Hasan için bir ayrıcalık değildi. O yine de diğer kardeşleri gibi duvarlara boya fırçasını sallamaktan ve köye gidip tarlada çalışmaktan geri durmuyordu. Özellikle yazları ailesinin bütçesine katkı sağlamak ve kendi okul harçlığını çıkarmak için boya işleri yapıyordu.
Hem okuyor hem çalışıyordu; ama emek dünyasına katılması yalnızca boyacılık yaparak çalışmasıyla sınırlı kalmadı. Emeğin dünyasının örgütlenmesine, işçilerle kaynaşma ve birleştirilmeleri davasına tam bir nefer olarak katılmak üzere, üniversite öğrenimini dondurdu, ve her Emek Gencinin örnek alması gerektiği şekilde bir parti örgütçüsü olarak, işçi sınıfının saflarına katıldı.

PARTİ MÜCADELESİNE ADANMIŞ BİR YAŞAM
Hasan İşler’in esas işi, partili mücadelenin işlerini yapmaktı. Çünkü o yaşamını işçi sınıfının emekçilerin davasına adamıştı. Çalışkan bir devrimci, kararlı bir parti işçisiydi. Onun için “parti hamalı” dense doğru olur. Mücadelenin sürekli ileriye gitmesi çabası ve inancı ile çalışıyordu. Partinin attığı her güçlü adım onun yüzündeki tebessümü artırıyordu. Yüreğiyle, enerjisiyle, tüm içtenliğiyle işe sarılıyordu. Bu tavrı herkesi sarıp sarmalıyor ve işin içine çekip katıyordu.
Devrim ve sosyalizm için yorulmadan koşuyordu. Güçlü bir iradesi ve bedeni vardı. Parti bayraklarını asmak, karşıdan karşıya pankart çekmek  için direklere en iyi o tırmanıyordu. Afişi en iyi o asıyordu.
Sadece duvarları boyamıyordu, o aynı zamanda işinin ehli olarak tüm hünerini partinin pankartlarını yazmakta da kullanıyordu. Her miting arifesinde eylem pankartlarını parti binasında geceleri hiç üşenmeden yazıyordu. Parti mücadelesinin ihtiyaçlarından olan tüm işler elinden geliyordu.
Hasan, sabahın altısında SASA’nın Mensa’nın, Bossa’nın işçi servislerine bildiri dağıtmak için kalkardı. Parti kortejinde slogancı olur, eylemlerin, mitinglerin örgütleyiciliğini yapardı. İş yaparken hiç usandığı, bıktığı olmamıştı. Partide hiçbir yoldaşı onun bir iş için geri durduğunu görmemişti.

ÖRNEK DEVRİMCİ KİŞİLİK
Samimi, sıcaktı, tereddütsüzdü. Hasan yoldaşın devrimci ahlakı ve yoldaşça ilişkisi özellikle gençlik içinde ilgi topluyordu. Halkın geleceği için tüm enerjisini harcaması ve bıkmak usanmak bilmemesi herkesin hayranlık duyduğu özelliği idi.
Bencillik, Hasan’ın yanından geçmemişti. Paylaşımcıydı en çok da sigarasını ve evinde yapılan güzel yemekleri paylaşırdı genç yoldaşları ile… Korkuları aşmıştı, kavganın ve eylemin içine ama ille de merkezine girerdi.
Devrimci kişiliği var eden ilişkilerin birçoğu Hasan’da somutlaşmıştı. Dayanışma, yardımlaşma ve fedakarlık Hasan’ın en belirgin özelliklerindendi.
Hiç bir yoldaşını kırdığı, bir yoldaşına bağırdığı görülmemişti. Suskunluğu, bir o kadar çalışkanlığı ve masum gülüşü, bir de o içten “kardeşş” deyişi herkesin beyninde iz bıraktı.

SAYISIZ GENÇLİK EYLEMİNİN ÖRGÜTLEYİCİSİ VE ÖNDERİ
Hasan yoldaş, Çukurova Üniversitesi’nde öğrenci gençlik mücadelesinin en önünde yer aldı. Kol, klüp ve ÖTK örgütlenmeleri ve YÖK’e karşı mücadele içerisinde gençlik mücadelesinin kararlı ve direngen önderlerinden biri oldu.
80 sonrası Adana’da ilk kez yapılan gençlik mitingi önerisinin en ısrarlı savunucusu ve çalışanı Hasan oldu. AOBP ve 6 Kasım YÖK protestosu için yapılan eyleme şiddetli yağmura rağmen 1500 kişi katılmıştı. AOBP ve YÖK karşıtı bu mitingte, sadece liseliler ve üniversitelerin eylemi bütünleşmemiş, Adana’daki tüm gençlik örgütleri de mitingte yer almıştı. Hasan, hem bu gençlik mitinginin örgütleyicisi hem de miting tertip komitesinin üyesiydi.
Ülke genelinde anadilde eğitim için dilekçeler verildiği 2001 yılında Ç.Ü.’nde binlerce dilekçe verilmişti. Dilekçe veren öğrencilerden 1030 öğrenci hakkında soruşturma açılmıştı. Bazı öğrenci önderleri cezaevine gönderilmişti. Devrimci öğrencilerin tırpanlandığı, okulun dışına atıldığı bir süreçti. Baskıların en yoğun olduğu bu dönemde 6 Mayıs anma etkinliği ile bu baskı ortamının kırılma fikrinin yine savunucusu ve örgütlenmesi için en çok koşturanı Hasan’dı.
Hasan, ses cihazı getirilerek üniversiteye kurulması önerisi getirmişti. Bazı yoldaşlarının “bunun parasını ödeyemeyiz, içeri sokamayız” önerileri Hasan’ı ikna etmemişti ve hemen işe koyularak ses düzeni kiralamış, tüm yeteneklerini kullanarak ses düzenini kampüsteki R 1 dersliğinin önüne kurmuştu. Ve estirilen terör ortamına meydan okuyan 6 Mayıs’ı, esmer tenindeki tebessümü ve yoldaşlarının kolunda çektiği halay ile kutlamıştı.
Üniversite gençliğinin işçi çalışmasında bir dayanak olması ve Adana Emek Gençliği’nin işçi merkezli bir örgütlenmeye yönelmesinde Hasan’ın önemli bir yeri vardır. Emekçi özellikleri Hasan’ın, işçi ve emekçi gençlik yığınlarına yönelmesini daha da kolaylaştırıyordu.
Aylarca süren EKSA grevinde işçilerle oturup kalkmış, onlarla birlikte grev okulunda pişmişti. Partinin Eksa işçileri ile ortak piknik yapma fikrine hemen kendi köylerinin yakınındaki piknik alanını önermiş ve bunun için araçların bulunmasına kadar bir çok işi üstlenmişti.
Yine SASA işçilerinin 12 günlük grev sürecinde ilk kez Ç. Ü. Kampüsü içinde grevci işçilerle dayanışma şenliği organize ederek Sasa işçilerini, sendikacıları öğrencilerle buluşturmuşlardı.
Ailesi tarafından Barkal Sanayi sitesinde alınan boya işi, Hasan’ı en çok sitedeki örgütlenme çalışması açısından sevindirmişti. Çünkü boya yaparken parti çalışmalarını aksatmak onun sıkıntı duyduğu bir durumdu.

ÜNİVERSİTE MÜCADELESİNDEN PARTİ YÖNETİCİLİĞİNE
Hasan, Emek Gençliği il yöneticiliği ve onlarca eylemin biriktirdiği mücadele deneyimiyle gerçek bir dava adamı olarak  partinin il yöneticiliği görevini üstlendi.
Genç bir aydın olarak, parti ile işçi sınıfını, emekçileri buluşturmak için yoksul emekçi mahallerine ve fabrikalara yüzünü tamamen çevirdi. Artık o profesyonelce parti görevlerini üstlenen bir parti kadrosuydu.
Çukobirlik işçilerinin direnişi ve fabrika önünde başlattıkları açlık grevinde, partinin sorumlu kadrosu olarak Hasan, yerini aldı. İşçi basınının eylem yerine düzenli ulaştırılması, işçilerin eyleminin başarıya ulaşması ve ileri işçilerin bağımsız politik örgütlenmeleri için günlerce koşturdu. Günlerce işçilerle hayatın her alanını paylaştı.
ABD emperyalizminin Irak’a bombalar yağdırdığı ortamda partinin Adana’nın birçok noktasına kurduğu imza standlarında gür sesiyle bağırıyordu: ”Ülkemizin hava alanları, toprakları ABD emperyalizmin hizmetine sunulamaz. ABD Ortadoğu’dan defolmadır. Üsler kapatılmadır. Türkiye’nin savaş batağına çekilmesine izin vermeyelim!” İncirlik Üssü ve İskenderun Limanı üzerinden Irak’a ABD askeri sevkiyatının yapıldığı günlerde, Emek Gençliği’nin önderi ve yapılan anti emperyalist gösterilerin örgütçü militanı Hasan’dı.
Hasan, her gün büyüyen, her gün yenilenen ve gelişen mücadele ve kavga dolu 6 yıllık parti yaşamını geride bıraktı. Ve yoldaşımız 6 yıllık partili yaşamına; yüzlerce eylem, etkinlik ve mücadele birikimi sığdırdı. İşçi sınıfının ve ezilen halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesini, sosyalizm davasını hep ileriye taşımak için çalıştı. Bir gün, bir an bile yılmadı, inançsızlığa kapılmadı. En zor koşullarda, üniversitede birkaç kişinin kaldığı dönemde bile partiye sarılmaktan, mücadeleyi omuzlamaktan geri durmadı.

GAZETECİLİK GÜNLERİ
En çok gazete satanımızdı Hasan. İşçi basının güçlendirilmesi ve gazete etrafında sınıfın bağımsız politik örgütlenmesinin gerçekleştirilmesi kararına, işçi basınının muhabirliğini üstlenerek yanıt verdi. Ama o gazeteciliği bir meslek olarak ele almıyordu. Sabah gazeteye gelip akşam gitmiyordu. Gazetenin satışının örgütlenmesinde, gazetenin emekçilerin örgütlenmesi çalışmasında etkili bir şekilde kullanılmasında hem pratik görev alıyor hem de kafa patlatıyordu. İstanbul’dan uçağın kar-kış dolayısıyla aksadığı, Güney’in ve Doğu’nun gazetelerinin yerlerine ulaşamama tehlikesinin ortaya çıktığı durumlarda, Hasan geceyarıları bir yolunu bulup gecikmeli uçağı karşılar ve yine bir yolunu bulup yerlerine ulaştırırdı. Gazetenin mahallelerde, işyerlerinde daha yaygın dağıtılması için aktif görev alıyordu. Muhabirliği de hızlı bir sürede kavradı. 
Hasan’ın daha yapacağı çok iş vardı. Partisine, gazetesine ve tabii ki devrim ve sosyalizm mücadelesine katacağı çok şey vardı. Yazacağı çok haber, fotoğrafını çekeceği çok eylem vardı. Ama işte o lanet kaza sonucu DİHA muhabiri Volkan Eryiğit’le birlikte aynı yerde aynı işi yaparken, halkların kardeşliğinin birer simgesi olarak ve halkların kardeşleşmesine hizmet ederek aramızdan ayrıldılar. Sonuna kadar sosyalizm savaşçısı ve işçi sınıfı düşmanlarının yeminli düşmanı Hasan, partisinin halkları birleştirmenin bir yolu olarak geliştirdiği seçim taktiğinin uygulanması sürecinde, birikimlerinin ve mücadelesinin bilinciyle, SHP seçim otobüsünün üzerinde hayata gözlerini bir devrim şehidi olarak kapadı.
Şimdiye kadar onun hakkında söylediklerimiz, “her ölenin arkasından iyi konuşulur” yaklaşımıyla söylenmedi, öyle anlaşılmamalı. Söylediklerimizin azı var çoğu yoktur ve onu, en iyi tanıyanlar bilir. Bir de, kısa süre önce Qamışlo’da birbirine kırdırılan halkların binlercesinin kardeşlik sloganlarıyla Hasan’ın ardında birleştiği cenaze töreni, buna tanıktır.

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ SLOGANLARIYLA UĞURLAMA
Hasan Arap’tı, Volkan  Kürt. İkisi de halkların kardeşliği davası için koşturuyordu. Hasan sürekli Kürtçe müzik dinliyordu. “Hem Arapsın hem de hep Kürtçe müzik dinliyorsun” diye takılan yoldaşlara cevabı hazırdı; “hocam halkların kardeşliği… ”
Hasan ve Volkan’ın cenazesinde on bini aşkın uğurlayıcı vardı. Binlerce emekçi Hasan ve Volkan’ı, kurmak istedikleri kardeşlik sistemine uygun olarak alkışlar, zılgıtlar ve “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları ile uğurladı. 2004 yılının Newroz ateşi de onlar için yandı.
Ölümleri bile halkları kardeşleştirici, birleştirici, kaynaştırıcı oldu. Adana’da ilk kez on binleri aşan Kürt ve Arap; yan yana durarak, beraberce gözyaşı dökerek, aynı sloganı attılar ve kol kola yürüdüler.
Herkesin yaşadığı duygu benzerdi, iki devrimcinin onurlu yaşamları, eğilmez başları ve halklarına bağlılıkları ile gurur duyuyorlardı. Onların mücadelesine daha ileriden sarılacaklarının, onları devrim ve sosyalizm davasında yaşatacaklarının sözünü verdiler.

HALA MEYVE VEREN  BİR EMEK VE DEVRİMCİ ÇABA
Hasan, 6 yıllık partili yaşamında hep sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya özlemi içinde oldu. Ve ardında bu özlemi amaç edinen onlarca genç öğrenci bıraktı.
Bugün Çukurova Üniversitesi 3. sınıf 4. sınıf öğrencisi onlarca genç, Hasan’ın özverisi, paylaşımcılığı ve onları partili mücadeleye kazanma kararlılığı sonucu aramızdalar.
Levent ve Güneşli mahallelerinde Hasan’ın üniversiteye hazırlanmaları için ücretsiz ders verdiği gençlerin Hasan’ın ardından gelip partiye üye olmaları, onun emeklerinin boşa gitmediğinin başka bir göstergesidir.
Hasan’ın abilerinin partiye ve onun davasına sahip çıkacaklarını ifade etmeleri, partiden giden her genci “Hasan’ı kaybettik ama yüzlerce kardeş kazandık” diyerek bağrına basmaları, küçük kardeşinin gelip partiye üye olması, Hasan’ı en çok sevindirecek ve partiyi güçlendiren gelişmelerdir. Yine Hasan’ı yitirmemizin ardından, Evrensel gazetesi satarak onun anısına sahip çıkan gençlerin, partililerin halktan, “Hasan’ın gazetesi” diye olumlu tepki toplamaları, onun bize ve halka bıraktığı olumlu değerlerin en mütevazi olanlarındandır.

SÖZ VERİYORUZ…
Hasan’ın anısına açılan deftere yazan her Emek Gencinin “senin inancın, senin paylaşımın, senin yoldaşlığın bizim mücadelemizi daha da perçinleyecek” demesi, birçok üniversite öğrencisinin “Hasan yoldaş senin en çok şikayet ettiğin, üniversitedeki gazete satışlarının düzensizliği idi. Ama sana söz veriyoruz. Günlük işçi basınını üniversiteye daha düzenli ulaştırıp daha çok örgütlenmenin aracı haline getireceğiz” demeleri, Hasan’ın bize bıraktıkları ve öğrettiklerinden sadece birkaç tanesi…
Tüm genç devrimciler Hasan’a sahip çıkmanın, Hasan’ı unutmamanın yolunun partinin ilkelerine sıkı sıkıya sarılmaktan geçtiği gerçeğini unutmayacak olmalarının artık bir nedini daha var. Bundan böyle onlar, binlerce işçi ve emekçiyi parti mücadelesine katmada Hasan gibi koşturmak, Hasan gibi işe sarılmak ve Hasan gibi iş yapmak zorundalar.
Çukurova’nın Kürt, Türk, Arap  ezilen halkları Volkan’la birlikte Hasan yoldaşı unutmayacak.
Her iki militan gazeteciyi, devrim ve sosyalizm mücadelesinde yaşatacağız.
Bir kez daha anıları ve mücadeleleri önünde saygıyla eğiliyoruz.

Tekel’de mücadele ve aşılması gerekenler

Bilindiği gibi, birçok fabrika ve işyeri, “bunlar devlet üzerinde kamburdur, zarar ediyor” propagandası eşliğinde, kelepir denecek rakamlarla elden çıkarıldı, bazıları da kapatıldı. “Devlet köşkerlik yapar mı?” diyerek Sümerbank’ları, “devlet köfte yapar mı?” diyerek Et Balık Kurumları’nı kapatan zihniyet, şimdi de, “Devlet sigara üretir mi?” ve “Sigara sağlığa zararlıdır” diyerek, TEKEL fabrikalarını kapatıyor.
İşbirlikçi AKP hükümeti, TEKEL fabrikalarını kapatarak, bir taşla birkaç kuş vurmak istiyor. TEKEL’in kapatılması, sadece sigara üretimini ve onu gerçekleştiren işçileri vurmuyor. Yerli tütünü, tütün üreticilerini, ülke ekonomisini ve sanayii de vuruyor. AB’ye girme adı altında tarımın yüzde onlara çekilmesi planın bir parçası da böylece hayat buluyor. Tarım ve sanayinin çökertilmesi aynı anda gerçekleştirilmiş oluyor.
AKP hükümetinin TEKEL fabrikalarını kapatmak istemesi üzerine, işçiler mücadele sürecini başlattılar. Geçtiğimiz yılın Şubat ayında, sigara fabrikasının önündeki D-400 karayolunu kullanarak Adana’ya gelen Başbakanın yolu TEKEL işçilerince kesilince, bu mücadele geniş kesimlerce konuşulmaya başlandı.
SEKA’dan esinlenerek fabrikayı terk etmeyen ve gruplar halinde nöbet tutan TEKEL işçileri, yaptıkları sayısız eylem ve etkinliklerle ülke gündemine girmiş oldular. Bu yazıda, TEKEL’in kapanması durumunda ortaya çıkacak sonuçlar, kısa tarihçe ve işçilerin mücadelesinin çeşitli yönleri özetlenmeye çalışıldı.
Bu yazı, 28 Ocak tarihinde kaleme alınmıştır. Süreç sıcak ve gelişmeler hızlı olduğundan, yaşanacak yeni gelişmeler, bu tarih dikkate alınarak ve bu yazıyla birleştirilerek yorumlanmalıdır.

TASFİYE EDİLME SIRASI TEKEL’İN

Cumhuriyetin ilk yıllarında (1923 sonrası) “devlet öncülüğünde sanayileşme-kapitalistleşme” politikasının gereği olarak fabrika ve işletmeler kurulmaya başlandı. KİT (Kamu İktisadi Teşekkülleri) adı verilen bu işletmelerin çoğu (dokuma, tütün, şeker vb.) tarıma dayalı işletmelerdi. Öte yandan köylünün kalkındırılması hedeflenerek, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK), Tarım Satış Kooperatif Birlikleri (TSKB) ve buna bağlı çok sayıda kooperatif kuruldu. Tarımda kapitalistleşme hızlandıkça, tarımdan sanayiye kaynak akışı da hızla arttı. Böylece sanayi ile tarım arasında birbirini büyüten, birbirini çoğaltan ve zenginleştiren bir ilişki gelişmeye başladı. Bu cümleden olarak, metal sektörü vb.’nin yanı sıra, çoğunlukla tarımsal sanayi, ülke tarım ve hayvancılığının ürünlerinin işlendiği ve halkın, ekmek, sigara, içki, süt ve et ürünleri, pamuklu dokuma, ayakkabı vb. gibi ihtiyaçlarını görece ucuz karşılayabilmesine az-çok mümkün kılan devlet işletmeleri tarafından sürüklendi; bu işletmeler, ülke üretiminin başlıca bölümüyle gayrısafi milli hasılanın büyük kısmını sağlayageldiler.
1980 askeri darbesinin ardından uygulama alanı bulan 24 Ocak Kararları’yla birlikte ise, tarım ve sanayi alanında yeni bir süreç başladı. Uluslararası tekellerle birlikte işbirlikçi burjuvazi, hükümetler eliyle, ülkeyi ekonomik, sosyal ve siyasal alanda yeniden yapılandırmanın adımlarını hızla atmaya başladı.
Özelleştirme uygulamaları, gümrük duvarları ve tüm korumacı tedbirlerin kaldırılmasıyla birlikte bu birikimler uluslararası sermayenin talanına açıldı. Bu yapılandırma çerçevesinde çıkarılan her yasa, atılan her adım, ülkenin emperyalist güçlere iyiden iyiye bağlanması anlamına gelmekteydi. Ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri talana açıldı. Ülkenin dışa bağımlılığı daha da arttırıldı.
IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanan ekonomik politikalar, önce Özal, sonra Demirel ve ardı sıra gelen hükümetler eliyle hayata geçirildi. Öncesinde, Kemal Derviş’le özdeşleşen 57. Hükümet, bugün ise AKP tarafından kararlılıkla uygulanan ekonomik politikalar, esas olarak uluslararası tekellerin ülke pazarı üzerindeki hakimiyetini pekiştirmeyi ve genişletmeyi hedefliyordu. Bununla beraber, Şeker Yasası, Tütün Yasası, Tarım Reformu Yasası ile tarımı ve tarıma bağlı sanayiyi tasfiye etmenin yasal alt yapısı oluşturuldu. TEKEL ve Şeker fabrikalarının en kârlı birimleri yabancı sermayeye sunulurken, geri kalanlar kapatılma yoluna gidildi. Böylece yerli tarım üretiminin yabancı tekeller karşısında rakip güç olmaktan çıkarılması gerçekleşecekti. Süregelen dayatmalar, tekelci burjuvazinin hakimiyet politikasının sonuçları olarak gündeme geldi.
Sermaye için çıkarılan her yasa ve her yeni düzenleme kapitalist sistemin yapılanma ihtiyaçlarına cevap verirken, diğer taraftan da, toplumsal katmanlarda çözülmelere yol açtı. Birçok sosyal kesim, var olan konumunu yitirmeye, açlığa ve işsizliğin pençesine düşmeye başladı.
Et Balık Kurumu ve Süt Endüstri Kurumu’nun tasfiyesi nasıl hayvancılığı bitirdiyse, Sümerbank, Aksantaş, Çukobirlik, TEKEL gibi kurumların özelleştirilmesi ve tasfiye edilmesi ise, tarımın bitirilmesi politikasını hızlandırdı. Örneğin, Adana ilinde 275 ortakla kurulmaya başlanan ve 65 bin ortağa ulaşan Çukurova Pamuk, Yerfıstığı ve Yağlı Tohumlar Tarım Satış Kooperatifleri Birliği (ÇUKOBİRLİK)’in elden çıkarılması, Çukurova tarımının ipini çekti. Üreticiye tarımsal gübre, tarımsal ilaç ve tohumluk desteği sağlayan, çiftçinin ürününü değerlendiren ÇUKOBİRLİK’in tasfiyesiyle birlikte, pamuğun (devlet desteğinde) boya-basma ve iplik dokuma gibi sanayi bölümlerinde işlenmesi de sona erdirilmiş oldu. Bugün Adana’da kamu alanında işler durumdaki son fabrika olan TEKEL Sigara Fabrikası, Çukurova ve doğu illerinin yerli tütününü işliyor. Tasfiye süreci, Adana Sigara Fabrikası’na kapatmayı dayatıyor.

YERLİ TÜTÜN ÇÖPE, YABANCI TÜTÜN VİTRİNE KONUYOR

TEKEL fabrikalarının alkollü bölümleriyle birlikte yaprak fabrikalarının da tasfiye edilmesinin ardından, Türkiye’de sadece sigara üreten 6 TEKEL fabrikası kaldı. Bu fabrikaların üçü (Adana, Malatya, Bitlis), tamamen yerli tütün işleyen fabrikalardır. İmalatında yüzde 100 yerli tütün kullanılan Samsun ve Maltepe sigaralarının üretimi artık bitiriliyor. Yüz binlerce çiftçinin tütün ekmesi engellenirken, ülke yabancı tip ve ithal tütüne mahkum ediliyor. Yabancı sigara tekellerinin kullandığı Virginia tipi tütün üretimi karşısında yerli tütün, rekabet gücünü tamamen kaybediyor.
Bu üç fabrikanın kapısına kilit vurulması, öte yandan, yerli tütün sağlayan Malatya, Adıyaman, Bitlis, Diyarbakır gibi illerde üretim yapan yoksul Kürt köylüsünün ekonomik olarak ölümü anlamına gelecek. Zira tütün üretimi yapılan topraklar çok küçük tarımsal alanlardır. Bu topraklarda aynı ekonomik değeri sağlayacak başka bir tarımsal üretimi yapmak da mümkün değildir. Bilimsel olarak, tütün üretiminin yapıldığı topraklarda toprak zehirlendiği için, yeni bir ürüne geçilmesi yılları alacaktır.

TEKEL’İN KISA TARİHİ
Tütünün yakın tarihi, Osmanlı döneminde Reji’nin kuruluşundan (1883), İnhisarlar İdaresi’ne (1933), oradan da TEKEL’e (1946) kadar uzanıyor. Reji döneminde elde edilen kaynak, borç ödemeleri ve devletin diğer cari harcamalarının finansmanında kullanılıyor. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise, yaratılan bu kaynakların büyük ölçüde demiryollarının geliştirilmesinde kullanıldığını görüyoruz.
Türkiye’de şarapçılığın geliştirilmesi, tütün tarımının iyileştirilmesi, yeni sigara ve içki çeşitlerinin sunulması gibi hizmetlerle TEKEL, yıllardır hem tüketicileri, hem de üreticileri doğrudan ilgilendirdi. Tütünden kibrite, tuzdan meşrubata, şaraptan biraya, likörden rakıya ve konyağa, ispirtodan kolonyaya, çakmaktan baruta kadar, onlarca maddenin üretim, dağıtım ve satışını yapan TEKEL, aynı zamanda, piyasada yabancı tekel ürünleri için kontrol aracı rolü de görmüştür. Sipahi’den Yenice’ye, Gelincik’ten 27 Mayıs’a, sigara kutularının kapak resimleriyle, Yalova rakısının etiketi, eski şarap ve bira ilanlarıyla, Samsun, Bafra, Köylü, İkinci ve Asker sigaralarıyla ve paket kağıdı kesme makinesiyle, reji döneminden kalan bakır imbiklerle TEKEL koca bir tarihtir.

YARATTIĞI İSTİHDAM VE EKONOMİYE KATKISI
TEKEL, ülkenin katma değer anlamında en büyük gelir sağlayan birkaç kurumundan biridir. TEKEL’in satışı, 22 bin işçiyi, 600 bin ekici ve ailesi olmak başta üzere, 3 milyon insanın kaderini doğrudan ilgilendiriyor. TEKEL, kârı ve  cirosu ile Türkiye’de 500 sanayi kuruluşu içinde ilk sıralarda yer alıyor. TEKEL’in sadece bir günlük hasılatı 28 trilyon. Yabancı ve yerli sermaye çevrelerinin TEKEL’e ilgisinin asıl nedeni; TEKEL’in Türkiye ve dünyada sahip olduğu bu büyük pazar payıdır.
Sadece Adana Sigara Fabrikası 2000-2005 yılları arasında, fabrikanın % 70’ni yenileyerek, 10 trilyonluk yatırım yaptı, Adana’ya aylık 3 trilyon TL aktardı. 2003 yılında13.5 trilyon, 2004 yılında 14 trilyon kazandıran Adana TEKEL; 2005 yılında ise, üretimin engellenmesine rağmen, 4,5 trilyon kâr sağladı. Adana TEKEL Sigara Fabrikası, günlük 4 trilyon değerinde 50 ton sigara üretimi yapan, 700 işçiyi bünyesinde çalıştıran, 3500-4000 aileyi doğrudan etkileyen, 600 bin tütün ekicisinin ürününü işleyen bir kapasiteye sahip.
TEKEL’in kapatılmasıyla birlikte, Philip-Morris, Marlboro ve Camel’e yeni pazar payı, Amerikan tütününe ise yeni yayılma alanı açılıyor. Görüldüğü üzere, halkın alın teri ve yıllardır ortaya koyduğu birikimlerle oluşan fabrikalar ve ülke kaynakları, bir avuç sermayedarın çıkarı için gözden çıkarılıyor, emperyalistlere parça parça peşkeş çekiliyor.

ÖZELLEŞTİRME VE TEKEL İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ
Özelleştirme saldırısı kapsamında ilk olarak, TEKEL’e bağlı alkollü içki bölümleri, TEKEL yaprak gibi işletmeler satılmaya/kapatılmaya başlandı. Bu ilk dönemlerde, TEKEL işçilerinin mücadeleye aktif olarak katıldıklarını söylemek mümkün değil. Çünkü işçiler, bu dönemde, özelleştirmenin sonuçlarını yeterince kavramamışlardı. Örneğin Alkol ve Yaprak bölümleri 2003’te kapatılmak istendiğinde, sigara işçilerinde genel olarak, “bu durum bizi etkilemez, biz emekli olana kadar fabrika kapanmaz” düşüncesi baskın gelmekteydi.
2005 yılında SEKA işçilerinin başını çektiği mücadele, tüm diğer illerde olduğu gibi, Adana’da da TEKEL işçilerinin mücadelesini ateşledi. SEKA sürecine paralel olarak birçok eylem gerçekleştiren Adana TEKEL işçileri, “SEKA kıvılcım TEKEL ateş olacak” sloganı etrafında birleşti.
Özelleştirme saldırısına karşı sayısız eylem gerçekleştiren ve tecrübe biriktiren TEKEL sigara işçileri, bu mücadele sürecinde bir değişim ve dönüşüm yaşadılar. TEKEL işçileri, bir yandan slogan atmayı öğrenirken, aynı zamanda, kol kola yürümeyi ve kendi içinde birlik olmayı da öğrendiler. Ankara, Malatya ve Tokat mitingi gibi büyük kitle eylemlerine katılan Adana sigara işçileri, özellikle Malatya’da Tüm Köy Sen ve Tek Gıda İş’in ortaklaşa gerçekleştirdiği mitingden oldukça etkilendiler.
Eylem dalgası giderek büyürken, Adana’da yeni bir sıçrama gerçekleşmekteydi. Üretici köylüleri kastederek, “gözünüzü toprak doyursun” diyen Başbakan Erdoğan, Çiftçiler Birliği’nin binasının açılışı için Adana’ya geldi. Bunu duyan TEKEL işçileri, yoldan geçen Başbakana seslerini duyurmak istemişler, ancak güvenlik güçleri buna izin vermemişti. İşçiler de, bunun üzerine aniden bir karar vererek, Başbakanın yolunu kesmişlerdi. İşçilerin yaptığı bu eylemi engellemeyi beceremeyen güvenlik güçleri, fabrikanın önünde kordona aldıkları 600 TEKEL işçisine saldırdı. Bu eylem, hareketi protestocu bir sınırdan çıkarırken, ona yeni bir ivme de kazandırdı.
İleri öncü işçiler, sınıftan yana sendikacılar, sınıf partisi ve Tek Gıda-İş sendikasının girişimleriyle, 3 Nisan’da TEKEL için bir halk mitingi yapılması gündeme getirildi. Ancak TÜRK-İŞ böyle bir mitingi istemedi. TÜRK-İŞ ve Tek Gıda-İş genel merkezinin böyle bir mitinge karşı çıkmasına rağmen, DİSK, KESK, TMMOB, Tek Gıda-İş Bölge ve 1 No’lu şube ile TÜMTİS bir araya gelerek miting kararı aldı. Yaklaşık 10 bin kişinin katıldığı mitinge temsili düzeyde gelen TÜRK- İŞ yöneticileri, gördükleri kitle karşısında apar topar pankartlarını getirip açtı. Bu mitingte, yine sendikal rekabet ve ‘solculuk-sağcılık’ gibi suni ayrımlar öne çıktı. TÜRK-İŞ tarafından diğer sendikalar dışlanmaya çalışılırken; TTB ve KESK cephesindeki kimi sendikacılar da, TÜRK- İŞ’in bu tutumuna karşılık kürsüyü terk etmek istedi. Bu eylemin ardından yürütülen tartışmalar, sendikalar arasındaki rekabeti kızıştırdı. Bu gelişmelerin bir neticesi olarak, TEKEL üzerinden yaratılan sendikal birlik yeniden darbe aldı ve sendikalar uzun bir süre toplanamadı.
Başbakanın önünün kesilmesi, 3 Nisan Adana mitingi ve AKP’ye yapılan yürüyüşlerle birlikte TEKEL işçileri, politikaya, işçi sınıfının birliği fikrine daha çok yaklaştı. Adana’da birçok sendika ve partiyi gezen işçiler mücadelelerine destek istediler. EMEP il örgütüne yapılan ziyarette, işçilerle partililer ortak mücadele planları çıkardılar. Eylemlerden önce düzenli bir çalışmanın yürümediği fabrikada, işçilerin bir bölümü, partiyi ve parti çalışmasını tanıdıkça, partili mücadeleye yöneldi.
İşçilerin bir bölümü eylem ve mücadele sürecinde, sınıfın günlük çıkan gazetesinin önemini kavramaya başladı. Özellikle işçi mektupları, mücadele aracı olarak işlev görmeye başladı. İşçiler, mektup köşesinden, Samsun, Tokat, Malatya ve İstanbul TEKEL işçilerine seslenerek, mücadeleyi genelleştirmeye çalıştılar. Mektuplar, aynı zamanda, Adana halkına seslenmenin ve mücadeleyi tartışmanın da kürsüsü olmaya başladı. Eylemlerle başlayan süreçte sadece 1 işçi gazete alırken, gelinen yerde 10 işçi günlük gazete okur hale geldi. Çıkan kimi haberler üzerine fabrikada 50 ile 150 arasında gazete dağıtıldı. Fabrika dışından yapılan gazete dağıtımı, giderek yerini, içerde işçilerin dağıtım mekanizmasına bıraktı.
SEKA işçilerinin fabrikaya kapanması ve ülke genelinde işçi eylemlerinin hız kazanması üzerine, TEKEL’in özelleştirme süreci ertelendi. Bunun üzerine, işçilerde ve sendika yönetimlerinde rehavet baş gösterdi. Tek Gıda-İş sendikasının 2005 1 Mayıs’ına katılmamasıysa, diğer işçi kesimleri ve sendikalardan büyük tepki topladı. TEKEL işçilerine karşı önceden gelen önyargılar böylece pekişmiş oldu. 1 Mayıs alanına gelen 20-30 TEKEL işçisi ise, Tek Gıda-İş pankartını göremedi. Dolayısıyla TEKEL üzerinden sağlanan birliktelik ve sınıf dayanışması bir kesinti dönemine girdi.

BİR TASFİYE YÖNTEMİ: ÜRETİMSİZ BIRAKMA
TEKEL işçileri ve sendika, 6 aylık süreci, saldırının kendileri için ertelendiği düşüncesi ile avunarak ve eylemsiz geçirdi. Ancak 2006’ya yaklaşan günlerde, TEKEL Adana Sigara fabrikasının üretimi kesildi. Bu sefer daha zorlu bir süreç başlıyordu. Fabrikanın kapatılacağı hükümet tarafından her fırsatta söyleniyordu. Bunun ilk adımı ise, fabrikanın üretimsiz bırakılmasıydı. Bunun üzerine, işçiler, “TEKEL’den ölümüz çıkar” şiarı ile yeni bir mücadele sürecine girdiler.
TEKEL Adana Sigara fabrikasına 2 ayı aşkındır süredir üretim yaptırılmıyor. Bu sürecin sonunda fabrika tamamen kapatılacak. Üretimin yapılmadığı fabrikada, işçilere aslında psikolojik baskı yapılıyor. İşe yaramadıkları hissine, çalışmadan ücret aldıkları psikolojisine kapılmaları istenen işçilerin direncinin kırılması hedefleniyor. Hesap ise açık: işçileri teslim almak. Üretim yaptırılmayan işçilerin disiplini kaybetmeleri, dayanışma duygularını yitirmeleri bekleniyor. Zira benzer bir süreci, Adana Aksantaş fabrikası işçileri de daha önce yaşadılar. Kapatılması gündeme geldiğinde eyleme geçen Aksantaş işçileri, sürece eylemlerle başlamışlar, fakat yaklaşık bir yıl üretimsiz bırakılarak, tayinlere boyun eğer bir noktaya getirilmişlerdi. Bugün TEKEL sürecine bakınca, ilk akla gelen Aksantaş örneği oluyor.

SEKA KIVILCIM OLDU, TEKEL NASIL ATEŞ OLACAK?
Yaklaşık 2 aydır üretimsiz kalan işçilerin çoğu, fabrikanın kapatıldığına dair kararın alındığını düşünüyor ve kapatma kararının açıklanmasını bekliyorlar. İşçilerin oldukça gergin olduğunu söylemek mümkün. Özelleştirmeye karşı daha önce mücadele etmiş fabrika ve işletmelerin son aşamada yenildiklerini bilen işçiler, “bizim kazanmamız mümkün mü?”sorusuyla başlayan tartışmalar yürütüyorlar. Bu soruyu diğer işletmelerden işçiler de soruyor ve cevabını merak ediyor. Bir önceki direniş olan SEKA, işçilerin en çok üzerinde konuştukları örnek olarak öne çıkıyor. SEKA kıvılcım oldu, peki TEKEL nasıl ateş olacak? TEKEL SEKA’yı nasıl aşacak? Hareketin can alıcı sorunu işte bu soruda yatıyor. Kuşkusuz bu sorunun cevabı bir tane değil. Bu açıdan belli başlı temel noktaları ele almak gerekecek.
1- Elbette TEKEL, SEKA değildir. İşçilere göre, TEKEL’in 6 önemli fabrikası var ve bu açıdan SEKA’dan farklı olarak, TEKEL’in etki gücü daha fazla olabilir. Yani hareketin tek fabrikaya sıkışması aşılabilir. Bir SEKA yerine 6 SEKA yaratılabilir. Bütün TEKEL işçileriyle birlikte, bir bütün olarak TEKEL’in büyük emekçi ailesini harekete geçirmek, devasa bir güç oluşturmak anlamına geliyor. Fakat bunun o kadar kolay olmadığı da görülmez değil. Özellikle İstanbul, Tokat ve Samsun TEKEL işçisinin Adana ve Malatya eylemlerine ilgisizliğinden yakınan işçiler, bir yandan kendilerini de eleştiriyorlar. “Daha önce Alkol gittiğinde de biz sesimizi çıkarmamıştık” diyen işçiler, bugün kalan 4 TEKEL fabrikası ile fikir ve eylem birliğini yakalamış değiller. Bunun için diğer fabrikalara ekipler göndermek ve ortak toplantılar yapmak gerekiyor. İşçi bunun da farkında, fakat sendikadan gelecek bir organizasyonu beklemeyi de aşamıyor. Tabandan, yani işçiden işçiye gidecek bir inisiyatif, başarı için mutlak gerekli.
2- SEKA, son kertede işçinin kendini fabrikaya kapatma eylemidir. Bu nedenle, Adana TEKEL işçisi de, fabrikaya kapanmayı hesaplamakta ve SEKA’nın bunu nasıl yaptığını merak etmektedir. Fakat burada yanlış bilinen bir şey vardır. SEKA işçisi, her ne kadar kapanmışsa da, öncesinde önemli işleri de başarmıştır. Fabrika gezileri, halkı aydınlatma, mitingler, ailelerin militanca sürece katılması vb. birçok çalışma defalarca örgütlenmiştir. Yani birden bire bir kapanma olmamıştır. Dolayısıyla SEKA’nın sadece kapanma yönüyle anılması ve taklit edilmesi, SEKA tecrübesini yeterince kavramamak olur. Adana TEKEL işçisinin, Adana halkının ezici bir çoğunluğunu davasına kazandığını söylemek, bugün için mümkün değildir. Bu açıdan, Adana, henüz Kocaeli’nin gerisindedir ve halkı kazanmak için yapılacak çokça iş vardır.
3- İşçi, önsezileriyle bir yanıyla doğruyu görmektedir. Evet, SEKA’dan farklı olarak, 6 büyük fabrika, on binlerce tütün üreticisi ve işçilerin aileleriyle muazzam bir güç yaratılabilir ve kazanılabilir. Bunlar yapılmadan işçilerin fabrikaya kapanmaları, başarının baştan itilmesi demek olacaktır. İşçiler militan olabilir, fedakar olabilir, haklı olabilir, ama bu, mutlaka ve yapılması gerekenler yapılmadan kazanılacağı anlamına da gelmemektedir. TEKEL işçileri, Tek Gıda-İş sendikasına üyedirler. Bu sendika, geçtiğimiz günlerde şube kongresini yaptı. Bu kongreye 17 işyerinden delegeler katıldı. Peki, bugün bu 17 işyerindeki işçiler, TEKEL için ne yapmaktadır? Neredeyse hiçbir şey? Bu, o işletmelerin işçilerinin mi suçudur? Bunu böyle ifade etmek doğru olmaz. Soruyu tersten sormak daha doğrudur. Sendika, bu 17 işletmenin işçilerini TEKEL için, daha doğru söyleyişle TEKEL’in mücadelesi etrafında birleştirmek için ne yapmıştır? TEKEL işçileri, bu işyerlerinden işçilerle, işyeri temsilcileriyle bu meseleyi konuşmuş, tartışmış, desteği somutlaştırmaya ya da ortak talepleri belirlemeye ve birleşik bir emek mücadelesinin geliştirilmesi için çalışmaya yönelmiş midir? İşyerleri çıkışında, yemekhanelerde, işçi servislerinde bu işçilere bir şey anlatılmış, bir şey dağıtılmış mıdır? SEKA gibi fabrikaya kapanmadan önce, bu tartışılmış mıdır? Bugüne kadar birçok kurum TEKEL’i ziyaret etmiştir de, “destek çığ gibi büyümüştür” de, TEKEL’in çevresindeki bu fabrikalar ve aynı sendikanın üyesi olan bu işçiler bir kez olsun ziyarete gelmişler midir? Bu sorulara doyasıya bir olumlu yanıt verilemiyor. Bu nedenle, yapılacak iş bellidir. Öncelikle fabrikalar gezilmeli, fabrikalar dayanışma fikrine kazanılmalıdır.
4- İşçiler sık sık TÜRK-İŞ’i eleştirmektedir. “Suskun TÜRK-İŞ istemiyoruz” sloganlarıyla daha iyi bir sahiplenme, daha etkili eylem kararları alınmasının talep edildiği göze çarpıyor. Elbette TÜRK-İŞ, sendika bürokrasinin ağırlığıyla işçileri ezmektedir ve bu açıdan ne dense yeridir. Fakat sitem etmenin yetmediği de bilinmelidir.
Adana’da TÜRK-İŞ Başkanlar Kurulu ayda bir defa toplanıyor ve 28 şube başkanı bu toplantıya katılıyor. Bu şubelere bağlı da çok sayıda fabrika ve işyeri var. İşte görev burada işçiye düşmektedir. Bu işyerleri gezilmelidir. İşçinin işçiye seslendiği, diğer işçilerin aydınlatıldığı bir çalışma hayata geçirilmelidir. Diğer fabrikalardaki işçiler birleşik mücadele fikrine kazandırılmalıdır. TÜRK-İŞ; ancak buralar gezilirse, Adana işçisi dayanışma duygusu ve ortak talepler etrafında bir araya gelme ve sermayenin saldırılarının püskürtülme zorunluluğu fikri ve buradan gelişecek bir pratikte birleşir ya da birleşmek üzere hareketlenir ve baskı oluşturursa, harekete geçer ya da geçmek zorunda kalır. Kaldı ki, sadece TÜRK-İŞ değil, DİSK, KESK, HAK-İŞ’in örgütlü olduğu işyerleri de gelişmelerden bihaberdir.
5- Başta tekstil olmak üzere, özel sektörde örgütlü-örgütsüz on binlerce Adana işçisi TEKEL sürecini yanlış bilmekte ve yorumlamaktadır. “Onlar bizden çok alıyor, aylık 1 milyar alıyorlar, kapatılırsa kapatılsın. Gelsin bizim yaptığımız işi yapsınlar” gibi birçok tanımlama bu işçilerce yapılmaktadır. Elbette karşı çıkan işçiler de yok değildir, ama bunlar azınlıktadır. Adana TEKEL işçileri, başta OSB olmak üzere, işçi havzalarını aydınlatmak için de harekete geçmek zorundadır.
6- Fabrikaya kapanma bir yanıyla zorlu bir mücadeledir. Kolay da değildir. Fakat yapılan işlerde ‘gösterişçilik’ öne çıkabilmekte, işçiler, aydınlatma ve örgütlenme çalışmasından uzak kalarak, sadece eylem yapma tutumuna girebilmekte, medyada yer edinebilme çabası baskın gelebilmektedir. Piyasanın baskısı ile popülizmin de boy verdiği bu süreç yukarıda bahsedilen işlerin yerine getirilmesine engel olurken, aynı zamanda, mücadelenin başarıya ulaşması açısından da tehlikeye işaret etmektedir. Esas çözüm, sadece içeri kapanmak değildir. 700 işçiyi, birer örgütçü olarak, Adana’ya ‘çıkarmaktır’.
Sokaklar, fabrikalar, üniversite, köyler, aydınlar işçileri beklemektedir. 700 işçi, eylemin ve nöbetin olmadığı zaman, fabrikada atıl kalmaktadır. Ama gruplar halinde çalışmaya koyulacak işçiler, Adana’ya yayılabilecek bir ordu gibidir. Bu güç, bugün, kimsenin elinde bulunmamaktadır.

‘ZİYARET ÇARPTI BİZİ’ DEMEMEK İÇİN

Kuşkusuz direnen işçilerin çeşitli kesimlerce ziyaret edilmesi moral açıdan önemlidir. Fakat ziyaretçiler, TEKEL’i bir ‘ziyaret yeri’ olmaktan da çıkarmak zorundalar. Her ziyaretçi grubun, temsil ettiği ana kitlenin içinde nasıl bir çalışma yürüteceği ve bu ana kitlenin nasıl bir eylem içerisinde olacağı, süreci belirleyecek bir faktör durumundadır. Öte yandan, bir “ziyaret pazarı”nın açıldığı da söylenebilir. Kimi gruplar defalarca TEKEL’e gitmiştir de, bir kez olsun, TEKEL işçilerini alıp, birlikte, mahalleleri, kahveleri, fabrikaları gezmiş midir? Henüz yetersiz de olsa, Emek Partisi örgütünün kimi çalışmaları, bu açıdan örnek alınabilir. Zira partili bir muhtar, işçileri yanına alarak, mahallesinde kahvehaneleri gezip halkı aydınlatmış; işçiler, muhtarla birlikte, halka bildiri dağıtmıştır. Emek Gençliği, işçilerle birlikte, pilot noktalarda ve mahallelerde bildiriler dağıtmıştır. Parayla afiş yapma önerisini reddeden Emek Gençliği, işçileri de yanına alarak, şehrin birçok noktasına sendikanın afişlerini asmıştır. Partililer, yanlarına işçileri alarak, diğer sendikaların temsilci kurullarına katılmış, işyerlerini gezmiş ve birlikte mücadele çağrısı yapmıştır.
Ne yazık ki, birçok sendika yöneticisi, defalarca TEKEL’e gitmesine rağmen, halen üyelerini buraya taşımamış veya üyelerinin TEKEL direnişi ile dayanışmasını sağlamamıştır. Henüz sendikacıların sendikacıları ziyaret etmesi aşılmış değildir.
Sınıf partisinin örgütüne, sınıftan yana sendikacılara, işçi inisiyatifini teşvik eden, işçiler arasında dayanışma duygu ve fikrini geliştiren, işçileri birleştirici, birleşik işçi hareketinin önünü açıcı örnekleri geliştirme görevi düşmektedir. Tayin edici süreç, işyerlerinde dayanışma eylemlerinin gelişmesi, mahallelerin gösteri yerlerine dönmesi, esnafın kepenk kapatması, okullarda derslerin bir kez olsun boykot edilmesi ve üreticilerin hareketlenmesiyle başlayabilir. Bütün bunlar da, aydınlatma ve örgütlenme işidir. Yoksa ‘ziyaret olayı’, işçileri bir heyecan atmosferine çekip, yapılacak işlerin ve gerçek çözümün önüne bir perde gibi çekilebilmektedir. Bunun sonu ise, diğer direnişlerde olduğu gibi, ‘ziyaret çarptı bizi’ olmaktadır.

İŞÇİLERİN BİRLİK SORUNU VE KOMİTE
Fabrikanın kapatılması ve mücadele süreci içerisinde, işçilerin önüne, yapılması zorunlu bir olağan şube kongresi çıkmıştır. Eylemler nedeniyle üç kez ertelenen kongre, nihayet gerçekleşmek zorunda kalmıştır. Önce delege seçimleri yapılmış ve bu seçimde, işçiler, iki blok liste etrafında kutuplaşmışladır.
Listeler, sağ-sol gibi sıfatlarla tanımlandırılsa da, bu durumu, ekip ve isimlerle adlandıranlar da vardır. Fakat bu seçimde, esas bölünme, mücadeleyle hakların alınması fikri etrafında birleşenler ile hükümet ve devletle ‘uzlaşma’ ve taviz yolunu seçenler biçimindeki iki eğilim arasında olmuştur. Her iki eğilim de güçlü bir oy oranı almış ve seçimi, –bizim tabirimizle– ‘uzlaşmacılar’ kazanmıştır.
Seçimlere, AKP bütün güçleriyle müdahale etmiştir. Bakanlık, milletvekilleri, belediye başkanları ve AKP il teşkilatının, her şeyi göze alıp, işçilerle görüştükleri açığa çıkmıştır. Bunlar, direnişin boş olduğunu, kimi grupların bunu siyaset için kışkırttığını, kendi listeleri kazanırsa hükümetle diyalog yolunun açılacağını propaganda etmişler ve başarılı da olmuşlardır. Mücadeleyi savunan kesimler ise, darlık ve ayağı yerden kesik ‘solculuk’la da birleşen bir zaafiyet göstererek, kendini zayıf bırakmıştır.
TEKEL’de seçimi kazanan liste, şube kongresinde kaybetmiştir. Çünkü diğer örgütlü işyerlerinden gelen delegelerle bu liste azınlığa itilmiştir. Seçimi eski yönetim kazanmıştır. Böylece, aslında TEKEL işçisinin iradesi, bir yanıyla dışlanmıştır. Bu durum, karşılıklı küskünlüğü beraberinde getirmiş ve işçiler arasındaki ayrılığı derinleştirmiştir.
TEKEL işçisi, bu ayrılığı gidermek zorundadır. Buna mahkumdur, yoksa, her eyleminde içeriden hançerlenmekten kurtulamayacaktır. Bunun yolu, yönetim-muhalif tablosunu parçalayacak ve taban iradesinin birliğini temsil edecek ortak bir mücadele komitesidir.

KOMİTE İŞÇİ İRADESİNİ TEMSİL ETMELİDİR
Bu çelişkilerden hareketle, fabrikada, her iki taraftan temsilcilerin olduğu bir ortak komite kurulmuştur. Fakat bu komite, seçimle değil, sendikanın belirlediği isimlerle, yani bir yanıyla, atamayla belirlenmiştir. Komitenin varlığını hissettirmesinde de sorunlar yaşanmaktadır.
Komite, bütün işçilere açık değil, garip bir ‘gizlilik’ içerisindedir. Bu durumda da, çok başlılık, çok seslilik sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Elbette bir direnişte gizlilik de gereklidir. Fakat günlük bir karar mekanizması, değerlendirme toplantısı ve bütün işçinin inisiyatifiyle bütünleşmedeki sorunlar, ancak 700 işçiye açık davranarak ve işçilerin ortak karar alacağı bir demokrasi anlayışı işletilerek aşılabilir. İşini yapmayan komite üyeleri görevden alınabilmeli, yerine yenileri demokratik seçimle getirilebilmelidir. Komiteye bağlı, daha çok sayıda iş üzerinden görevlendirilmiş grup, daha çok sayıda görevlendirilmiş işçiye ihtiyaç vardır.

“KAPATMA”DAN “İŞÇİYE VERİLMESİ”NE ÇARK EDİŞ
Sendika başkan ve yöneticileri, eylemler sürecinde, TEKEL’i savunma kavgasını vatanı savunma kavgası olarak tanımladılar. ‘TEKEL vatandır vatan satılmaz’ sloganıyla, işçilerin sorununun, sadece ekmek değil, ülkenin bağımsızlık sorunu olduğu, sendikacılarca defalarca dile getirildi.
Eylemlerin dozajı arttıkça, kirli hesaplar içerisinde olanlar, çözüm önerilerini basın yoluyla açıklamaya başladılar. Önce Adana Ticaret Odası Başkanı Şaban Baş, “Fabrikaya da işçilere de yazık, özelleştirme çözüm olabilir” açıklaması yaparak, ‘duyarlı’ Adanalı kapitalistlere, fabrikayı satın alma çağrısı yaptı. Öncesinde, Tekel Adana Müdürlüğü’nün benzer açıklamasına sendikanın imza atması tartışılmış ve sendika tarafından bu durum yalanlanmıştı.
Her fırsatta işçileri sıkıştırarak, çözümsüzlüğü dayatan AKP yetkilileri, “o zaman fabrikayı size verelim, biz veriyoruz alan yok” açıklamaları yaptı. Son olarak, yerel gazetelere demeç veren Tek Gıda-İş, Unakıtan’ın bu önerisini değerlendirdiklerini belirtti. Tek Gıda-İş yöneticileri, “Kardemir modeli” biçiminde getirilirse, kendilerinin fabrikayı alabileceklerini açıkladı.
Kuşkusuz bu durum, işçilere ölümü gösterip, hastalığa razı etmek isteyenlerin peşine gitmek demektir. “4-C bizim için tabuttur” diyen işçiler, ‘kendi’ fabrikalarında, 4 C’den beter koşullarda ezilmek istemiyorlarsa, bu açıklamaların üzerine gitmek zorundadırlar. Ve elbette, bu demeçleri de ‘yalanlama’, hem sendikanın prestiji, hem de işçilerin çıkarı için yararlı olacaktır.

PARTİ ÇALIŞMASINI YENİLEMEK ZORUNLU
Düne oranla, TEKEL fabrikası üzerine yapılan çalışmada, EMEP, her gün yeni bir şey yapan bir parti örgütüdür. Bu durum, hiç kuşkusuz bir moral kaynağıdır. İşçilerin hareketinin her geçen gün hız kazanmasıyla birlikte, parti örgüt çalışmasının temposu da artıyor.
Olağan bir dönemde, TEKEL’de bu çalışmaların yürütülmesi, aynı etkiyi sağlayamasa bile, oldukça iddialı bir çalışma olarak adlandırılabilirdi. Ama bugünkü saldırının boyutu daha ileride olduğu için, örgüt çalışması, bu saldırıyı püskürtmeye yetecek düzeyin ve buna uygun bir iddianın gerisinde kalmaktadır. EMEP’in 4. Kongresi’ndeki “eşik” ve “çıta” tartışmasına dönersek, bu durum daha anlaşılır olacaktır.
Uluslararası burjuvazi ve emperyalist örgütler, ülkenin talanı ve dışa bağımlı hale getirilmesi için, bu kez TEKEL’e saldırmış ve bunu işbirlikçiler eliyle yürütmektedir. Üstelik önceden hedeflenen kaleler de, tek tek düşürülmüştür. Yani onlar için, iş, daha kolay hale getirilmiştir. İşte “çıta” burada konmuştur. Bu saldırıyı püskürtecek bir iddiadan yoksun tüm çalışmalar, eylemler ihtiyacı karşılayıp “çıta”yı aşamamakta, ama amacına ulaşamayarak, çıtanın altından geçmekte ve iktidar hedefli bir iddiayla, ancak ona bağlandığında mümkün olabilecek, saldırının önünü alma imkanından yoksun hale gelmektedir.
EMEP örgütü, partililer; TEKEL çalışmasını değerlendirirken, dağıttığı bildiri çeşitlerine, düzenlediği imza kampanyalarına, gerçekleştirdiği ziyaretlere ve diğer gruplara göre kattığı sayılara, örgütlediği işçilere, mevcut hareket üzerinde oynadığı role ve günlük işçi basının yarattığı etkiye bakıp, belki mutluluk duyabilir. Kuşkusuz iyi örnekler ve ilerleyen yanlar değerlendirilmelidir.
Fakat bütün Adana halkını birleştirmede, kenti sarsacak bir etkinin yaratılmasında ve yukarıda sözü edilen işçilerin yaşadığı sıkıntıların aşılmasında henüz çok geride olunduğu bilinmek zorundadır. Partinin 4. Kongresi’nin işaret ettiği meselelerde uyanık olunursa, daha güçlü bir çalışmayı yakalama imkanına kavuşmak mümkün olabilir.
Partinin yerel yönetim aygıtları ve yöneticileri, çalışmayı, bütün üyeleri içerisine çekecek şekilde örgütleyerek, her üyesine, bizzat kendi çalışma alanlarında, TEKEL üzerinden bir görev verebilir hale gelebilir, gelmesi gereklidir. Giderek bütün çevre ilişkilerine ve bir bütün olarak kent emekçilerine görev çıkartan bir çalışmaya girmek, işçi hareketinin de çıkarına olacaktır.
Günlük işçi basını EVRENSEL’in ele alınışı hâlâ yeterli değildir. Ancak bu duruma rağmen bile, işçiler üzerinde büyük bir etki sağladığı görülebilmektedir. Başta TEKEL olmak üzere, diğer fabrikalarda da hareketin politikleşmeye yönelmesinin, istikrar kazanmasının, birleşik bir hale gelmesinin esas ölçütü de gazetenin daha çok işçiye ulaştırılması ve onlar tarafından kullanılır kılınmasıdır.
Sorunumuz; daha büyük pankartlar, daha çok bayrak değil, işçilerin taleplerini formüle eden sloganlar ve dövizlerdir. Ama asıl, TEKEL ve TEKEL işçilerinin hareketi etrafında, ortak ve kendi talepleriyle, Adana işçisini ve emekçi halkını birleştirmek ve harekete geçirmektir. Adana’daki fabrikalara, işçi evlerine ve mahallelerine gitmek, onları kendi talepleri üzerinden hareketlendirmek ve ortak talepler etrafında birleştirmek için üstün bir enerji ve girişimcilikle çalışmak, işçi hareketinin de parti örgütünden beklentisidir. Adana TEKEL işçilerinin olduğu kadar, sınıf partisinin de sorumluluğu büyüktür ve işçi hareketinin ilerlemesi, bu sorumlulukların hakkıyla üstlenilmesine bağlıdır.

İşçi Hareketi ve Mersin Serbest Bölge Deneyimi

İşçi sınıfı, sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırılarının çok ileri boyutlara ulaştığı bir dönemden geçiyor. Bunun karşısında, işçiler, bazen az bazen çok, kimi zaman hazırlıklı, kimi zaman hazırlıksız ve kendiliğinden de olsa, kavgaya tutuşmaktan, mücadele etmekten geri durmuyorlar. Haklarını aramaya devam ettikleri oranda, işçiler, kazanmanın mücadeleden geçtiği fikrine şu ya da bu oranda ulaşmaya başlıyorlar.

Bu bakımlardan, Mersin Serbest Bölgesi işçilerinin mücadelesi zengin deneyler sunmaktadır. Mersin Serbest Bölgesi’ndeki işçi başkaldırısı, genç sendikasız işçiler arasındaki hoşnutsuzlukların had safhaya çıktığı ve işçilerin geçim ve çalışma koşullarının giderek ağırlaştığı, işçilerde güvensizlik, umutsuzlukla beraber mücadele etme ve birleşme eğiliminin de giderek arttığının işaretlerini vermiştir.

Bugün açısından, işçi sınıfının –özellikle genç işçilerin– bilinç, örgütlenme düzeyi ve mücadele deneyimi zayıf olsa da, işçiler, sınıf karakterlerinden gelen bir igüdüyle hareket ederek, patronlar karşında kavgaya atılmaktadır. Mersin Serbest Bölge işçilerinin, Mart ortalarında başlattıkları ve bir hafta süren iş bırakma eylemi bunun somut bir göstergesidir. Daha önce de Uşak tekstil işçileri, Çorum toprak işçileri, Adana ExSA, TemSA işçileri, Diyarbakır Akyıl işçileri ve Antalya Serbest Bölge’de faaliyette bulunan Novamed-GMV işçilerinin (halen grevleri sürmektedir) mücadeleleri benzer özellikler taşımaktadır.

Serbest Bölge işçilerinin başlattığı eylem, 2007’nin önemli işçi eylemlerinden biri olmuştur. İşçiler üzerindeki baskılar, kimi firmalarda tuvalete gitmenin izne tabi tutulması (fişle tuvalete gitme vb.), sağlıksız kuyu suyu yerine kapalı su isteyen işçilerden su paralarının alınması gibi sayısız insanlık dışı uygulama, tekstil patronlarının sömürü de bir sınır tanınmadığını gözler önüne sermektedir. Aşırı zorunlu mesailer, keyfi uygulamalar, düşük ücret, her vesileyle “mali sıkıntı var”, “kriz var” denilerek işçi haklarının tırpanlanması, işçiyi insan yerine koymayan uygulamalar ve işten atmalar; Mersin Serbest Bölge işçilerinin sabrını taşırmıştır. Bir işletmede başlayan ve 37 işyeri ile devam eden üç bin dolayında işçinin katıldığı iş bırakma eylemi bir hafta sürmüştür. Bu yazıda, işçilerin eylem sürecini, kazanımlarını, başarısızlığın nedenlerini ve bununla doğrudan bağlantılı olan sendikalar ve sınıfın devrimci partisinin çalışmasını irdeleyeceğiz.

 

SERBEST SÖMÜRÜ BÖLGELERİ

Serbest Bölgeler, 15 Haziran 1985’de yürürlüğe giren 3218 sayılı Yasa ile kuruldu. Kuruluş amacı, “Türkiye’de ihracat için yatırım ve üretimi artırmak, yabancı sermaye ve teknoloji girişini hızlandırmak, ekonominin girdi ihtiyacını ucuz ve düzenli bir şekilde temin etmek, finansman ve ticaret imkânlarından daha fazla yararlanmak üzere serbest bölgelerin kurulması, yer ve sınırlarının tayini, yönetimi, faaliyet konularının belirlenmesi, işletilmesi, bölgelerdeki yapı ve tesislerin teşkili ile ilgili hususları kapsar” şeklinde ifade edilmektedir.

Serbest Bölgeler’de yerli veya yabancı patronlar ve şirketler çok büyük kazançlar sağladılar ve sağlıyorlar. Gerçekleştirdikleri faaliyetler, dolayısıyla elde ettikleri kazançlar, gelir ve kurumlar vergisine tabi değil. İşçilerin sigorta primlerinin tam olarak yatırılmaması, işçilerin çalışma süresinin az gösterilerek kayıt dışı çalıştırılması serbest bölgelerdeki en başta gelen uygulamalardan. 48 saate varan aralıksız çalıştırılma, fazla mesai ve buna karşılık fazla çalışma ücretlerinin tam olarak ve zamanında ödenmemesi en bilindik uygulamalardır. Serbest Bölgeler’de işçiler, adeta köle gibi çalıştırılıyor. Patronlar, hak-hukuk, yasa tanımadan, mümkün olan en ağır koşullarda işçileri çalıştırarak, kârlarına kâr katıyor. Dolayısıyla bu bölgelere firma kuran patronlar; öteki teşvikler yanında, örgütsüz genç işçileri sınırsız bir biçimde sömürerek kârlarını katlıyorlar. Yani işçinin posasını çıkarıp iliğine kadar sömürdükten sonra kapı dışarı ederek, ihbar ve kıdem tazminatlarının birikmesine de müsaade etmiyorlar. Türkiye’de, ilk olarak Mersin Serbest Bölge faaliyete geçmiştir. ’90’ların başında 2–3 firma bulunurken, bugün Mersin Serbest Bölge’de 50’nin üzerinde firma faaliyet yürütmektedir. Mersin Serbest Bölge, sendikasız, düşük ücretle, kötü muamele ile işçi çalıştırılması yönüyle patronlara serbest sömürü alanı oluşturmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda maliye tarafından birçok şirkete büyük operasyon düzenlenen Mersin Serbest Bölge, aynı zamanda, her türlü kaçakçılığın yapıldığı bir yer olması itibariyle de dikkat çekicidir.

 

ÖRGÜTLENMEYE, SENDİKALAŞMAYA SERBESTLİK YOK

Egemen burjuvazi tarafından, Serbest Bölgeler, aynı zamanda işçinin örgütlenememesi açısından da ciddi bir şekilde kurgulanıp, planlamışlardır. Serbest Bölge ve Organize Sanayi Bölgeleri’nde işçilerin örgütlü bir güç olarak haklarını elde etmeye yönelmesi, kontrol noktaları, her fabrikanın önüne güvenlik konulması, işçinin arama ve taramadan geçirilmesi gibi sayısız yasal ve yasa dışı uygulamayla engellenmektedir. İşçilerin eylemini, “yasaları” öne sürerek engellemeye çalışan yetkililer, patronlar mağdur olmasın diye yapılan tüm yasadışı uygulamalara ise sessiz kalıyor. Mersin Serbest Bölge, Gümrük Müdürlüğü, Serbest Bölge Emniyet Amirliği, Serbest Bölge Müdürlüğü ve Serbest Bölge İşleticisi Anonim Şirketi’nin (MESBAŞ) kontrol noktası olmasına rağmen, işçilere başkasına ait ve üzerinde oynama yapılmış giriş kartları veriliyor. Kaçak işçi çalıştırma bu gibi yollarla gerçekleştiriliyor. Yine bant sistemi ve benzeri işbölümü de, işçilerin bir araya gelmemesi açısından değerlendirilmektedir. Kaldı ki, birkaç işçinin yemek molasında veya çay arasında bir araya gelmesi, konuşması göze batmakta ve uyarılara neden olmaktadır. Haksızlığa boyun eğmeyen, tepki gösteren veya örgütlenme çabası içinde olanlar, hemen kapı dışarı edilmektedir.

Örgütlenme nedeni ile işten atılan işçiler, Serbest Bölgede bir daha iş bulamıyor. Kara listeye alınan işçileri hiçbir firma kabul etmiyor. Patronlar kendi aralarında son derece örgütlü davranıyorlar. Patron dernekleri var. Patronlar, havuz oluşturarak işçilerin direnişte oldukları firmaların zararlarını karşılıyorlar. Böylece, işçiler karşısında patronların direnme gücü artıyor. Bu nedenledir ki, eylem boyunca patronlar, aldıkları siparişleri zamanında teslim etmedikleri için yüksek rakamlı tazminatlar ödemeyi göze alabildiler. Yani, işçilerin eylemi nedeniyle oluşan mali yükü, tüm patronlar birlik içinde karşıladılar. Diğer yandan, patronlar işçilerle girdikleri mücadeleyi kaybetmemek için, bir süreliğine kârlarını kaybetmeyi tercih ettiler. Çünkü işçiye taviz verdiklerinde, tüm Serbest Bölge işçileri örgütlenecek ve haklarını talep edeceklerdi. Bunun için eylemin uzamasını göze aldılar. Kısacası, Serbest Bölge patronları işçilere karşı birleşip eylemde olan işçileri ezmek ve direnişlerini bitirmek/mücadeleyi kaybetmemek için kendi cephelerinde her şeyi yapmışlardır. İşçileri sürekli şekilde sömürmek için, işçi eyleme geçse de durumun değişmeyeceğini işçinin kafasına kazımak, patronların direniş karşısındaki temel amacını oluşturmuştur. Bu yüzden, işçilerin mücadeleden sonuç alamaması ve kazanımla çıkamaması için her şeyi yaptılar. Bunun için kendi aralarında örgütlü bir şekilde davrandılar ve direnişi boşa çıkarmak için her türlü dayanışmayı gerçekleştirdiler.

 

ÖNYARGILAR KIRILDI, SINIFA GÜVEN DUYGUSU TAZELENDİ

Mersin’deki işçi başkaldırısı, ağır sömürü koşullarına karşı serbest bölgelerdeki ilk önemli işçi eylemi olma bakımında son derece önemlidir. İşçiler, firma farkı gözetmeksizin; tüm firmalardaki işçilerin ortak talepleri üstünden kalkarak, bir haftaya yayılan bir eylem, direniş gerçekleştirdiler. Eylem kendiliğinden gelişse de, acil talepler üzerinden ve genel işçi birliğini sağlayarak başlanan bir eylem olması açısından anlamlı ve öğretici olmuştur. Serbest bölgedeki ağır çalışma koşullarına fiziki olarak artık dayanamayan işçiler, üretimden gelen güçlerini, en meşru direnme haklarını kullanarak ve her tür saldırıyı göze alarak eylemi başlattılar. İşçilerin bu mücadelesi, önce Mersin’de, ilerleyen günlerde tüm ülkede kamuoyu gündeminin ilk sıralarına oturdu. İşçinin her hakkını gasp eden; maaşını, fazla çalışma ücretini, sigorta primini ödemeyen, 30 gün çalışan işçiyi 10-15 gün çalışmış gibi gösteren ve yasal olmayan belgeler düzenleyen patronların tutumu, emekçiler ve halk tarafından büyük tepkiyle karşılandı.

“Yeter artık, bu sömürü dursun, biz köle değiliz” diyerek sokağa dökülen işçiler, bu çıkışlarıyla, o ana kadar herhangi bir örgütlülüğe ve hiçbir mücadele deneyimine sahip olmasalar da, hem dosta hem de düşmana haklarını aramaktan geri durmayacaklarını ve sömürü koşullarına sürgit boyun eğmeyeceklerini ve en önemlisi, birlikte hareket ettiklerinde nasıl bir etki yarattıklarını, patronları nasıl ayaklarına kadar getirdiklerini gördüler/gösterdiler.

“Hiçbir şekilde Serbest Bölge’de eylem olmaz, sendika kurulamaz, işçiler bir araya gelemez” şeklindeki önyargılı dar düşünceler ve özünde sınıfa güvenmeyen yaklaşımlar, işçilerin eyleme geçmesiyle kırılmış, işçiler arasında da mevcut olan bu yönlü düşünceler, yerini özgüvene, kararlılığa ve sınıfa inanca bırakmıştır.

 

ADIM ADIM EYLEME

İlk olarak 15 Mart 2007 günü, Rebeka firmasında çalışan 100 e yakın işçi, yasal olarak mesai ücretlerinin hafta içinde %150 oranında zamlı ödenmesi gerektiğini ve zorunlu mesailerin kaldırılması talebi ile iki saat iş bıraktılar. İşçiler, aynı anda notere başvurarak, durumlarını anlatan bir belgeyi tasdik ettirdiler. Rebeka işçilerinin doğal hakkını arama refleksi ile başlattıkları bu eylem, benzer veya daha kötü koşullarda çalışan diğer firmalarda çalışan işçileri tetikledi ve ikinci gün,  Mersin Serbest Bölge’de bulunan tüm işyerlerinde işçiler iş bırakarak direnişe geçtiler.

Eylem, hiçbir hazırlık yapılmadan, önceden planlamadan ve ani bir patlama sonucu kendiliğinden otaya çıkmış; diğer firmaların işçileri, sokakta toplanan işçilere katılmışlardır. O ana kadar grevleri, direnişleri sadece televizyondan izlemiş olan işçiler, örgütsüz bir şekilde, ne yapacaklarını bilmeden eyleme kalkışmış; bu yüzdendir ki, ilk günü, kargaşa içerisinde, oradan oraya koşturarak geçirmişlerdir.

Günlük işçi basını aracılığı ile yapılan haberlerin anında işçilere ulaştırılması, sınıfın devrimci partisinin işçilerin yaşam alanlarına giderek ve ileri işçilerle temas kurarak eylemin örgütlü bir şekilde ve işçilerin kuracağı komite ile sürdürülüp güvenceye alınmasına yönelik yardımları sonucu, kargaşa hali, yerini bilinçli davranışlara bırakmıştır. Eylemin ikinci günü, 6 kişilik eylem komitesi, akşama doğru ise, her işyerinden bir veya iki kişi olmak üzere 50 kişilik bir alt komite oluşturularak, eylemin daha planlı ve etkili bir şekilde devam etmesi sağlanmıştır. Gündüz saatlerinde eylem yapan işçiler, akşam BES, Eğitim-Sen ve Petrol İş sendika salonlarında toplantı yapmış, eylemin gidişatını değerlendirmiş ve eylemi daha iyi organize etme ve kendi kendisini yönetmede ciddi mesafeler almıştır. O güne kadar birbirlerini hiç tanımayan, farklı firmalarda çalışan işçiler, mücadele içerisinde kendi aralarında kaynaşmış, sorunlarının aynı olduğu ve bir arada hareket ettiklerinde devasa bir güç oluşturduklarının farkına varmışlardır. İlk gün işçilerin eylemini önemsemeyen, “Nasıl olsa bir iki gün bağırıp çağırırlar, daha sonra da işe geri dönerler” diye düşünen patronlar, eylem bir haftayı bulunca kaygılanmaya başlamışlar, zaman zaman arabulucular ile görüşme talebinde bulunmuşlardır. İşçiler de, aslında, eylemin bir gün süreceğini zannederek eyleme katılmışlardır. Ne var ki, eylemin işçilerde yarattığı etki, ileri işçilerin öne çıkması, eylem esnasında işçilerin kendi güçlerinin farkına varması ve özellikle de 2–3 bin işçinin taleplerinin işçi komitesi tarafından doğru formüle edilmesi, işçilerde hak alınana kadar eylemi sürdürme tutumunu geliştirmiştir.

Tekstil patronlarının, işçilerin karşısında ortak bir tutumla (sınıf tutumu) hareket etmeleri ve işçilerin eylemini boşa çıkaracak manevralar yapmaları, işçilerinde onlara karşı yeni mücadele yöntemlerini geliştirmesine neden olmuştur. İşçiler, giderek, karşılarındaki gücün bir günlük eylemle dize gelmeyeceğini, patronların örgütlü gücü karşısında işçi sınıfının örgütlü gücünün şart olduğunu ve Serbest Bölge’de iş bırakmayan tüm işçilerin iş bırakması gerektiğini, ama bunun için de önceden hazırlık yapmak gerektiğini tartışmaya başlamışlardır.

 

KİM, KİMİN HİZMETİNDE..

İşçilerin Türk-İş temsilciliği aracılığı ile ulaştıkları Mersin Valisi’nin “işçi ile patron arasına giremeyeceğiz, biz taraf olamayız” sözleri, mücadeleci işçilerin, aslında valinin de patronlardan yana taraf olduğu fikrini edinmelerine yol açmıştır. Mersin valiliğinin Serbest Bölgedeki hukuksuzluğu, yasa dışılığı, kentin en yetkili mülki amiri olarak işçi ile patron arasındaki normal bir durum gibi görmesi, kimin valisi olarak davrandığının bir işareti oldu. Serbest Bölge’deki Cami hocasının, namaz esnasında ve vaazında: “Yaptığınız dinen suçtur, 3 gömlek dikip 5 gömlek parası istiyorsunuz. Bu günahtır” diyerek işçileri suçlaması, patronların dini ve din görevlilerini de kendi çıkarları için nasıl kullandığını göstermesi bakımından öğretici olmuştur. Yine işçiler, ülkenin güvenliği ve halkın emniyeti için görev yaptığını düşündükleri kolluk güçlerini sürekli karşılarında görmüş ve güvenlik güçleri tarafından defalarca tehdit edilmişlerdir. Bu durum, özellikle ülkücü olarak bilinen işçiler tarafından ciddi soru işaretlerini beraber getirmiştir. Birçok işçi, bu zamana kadar kutsadığı devletin kurumlarının gerçek işlevini ve patronlarla (sermayeyle) olan ilişkisini, bu olaylarla daha iyi anlamaya başlamıştır. İşçiler, tüm siyasi partileri ziyaret ederek, kendilerini desteğe çağırmalarına rağmen, MHP’nin destek vermemesi, Ülkü Ocağı kültürüyle büyüyen genç işçilerin, Ülkü Ocakları tarafından “eylemi bitirin” şeklinde uyarılmaları; ülkücü genç işçilerin MHP’nin gerçek yüzünü görmesi bakımından öğretici olmuştur. İşçilerin bir haftalık eylemlerinden dolayı ziyarete gelmek durumunda kalan AKP il başkanının, patronların vergi gibi birçok sorunu olduğunu, patronların sorunlarını çözdükleri takdirde işçilerin taleplerinin karşılanacağını söylemesi, işçiler tarafından yuhalanmasına neden olmuştur. Birçok işçi, “Siz patronlardan mı yanasınız, şimdiye kadar neredeydiniz? Bizler için 4 yıldır ne yaptınız?” diye tepki göstermiş, yuhalama ve ıslık sesleriyle protestolarını sürdürmüştür. Bunun üzerine AKP’liler, eylem alanını terk etmek durumunda kalmışlardır. AKP’nin, işçilerin eylemini destekleme adıyla gerçekleştirdiği ziyarette dahi patronlardan yana tutum alması, AKP’ye oy veren çok sayıda işçinin de, AKP’nin gerçek niyetini anlamasını sağlamıştır.

 

VE EYLEM SONLANIYOR…

Mersin Serbest Bölge’de çalışan 3 bin işçi, bir haftayı aşkın hak alma mücadelesini sürdürdü. Patronların, servis araçlarını kaldırması ve işçilerin arasına şefleri göndererek yürüttükleri ikna çabaları ve çeşitli oyunları, işçiler tarafından boşa çıkartıldı. Bir hafta boyunca işçiler, kendi imkânlarıyla serbest bölge önüne gelip eylemlerine devam ettiler. İşçiler, eylem boyunca resmi makamları göreve çağırdı. 37 tekstil firması hakkında suç duyurusunda bulundu. Her işyerinde 2–3 işçinin görevlendirilmesi ile hazırlanan dilekçeler altına imza alınıp, Adana Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne ve Mersin SSK’ya başvuruda bulunuldu. SSK bildirimi yapılmadığı, ücretlerin sürekli geç ve asgari ücretin altında ödendiği, günlük normal çalışma sürelerinin üzerinde çalışıldığı ve yapılan fazla mesai ücretlerinin eksik ödendiği ilgili kurumlara iletildi. Ancak işçiler lehine herhangi bir adım atılmadı. Türlü oyunlara karşın, işçilerin eylemini kıramayan Mersin Serbest Bölge patronları, işçilere bıçak ve cam parçalarıyla saldırdı. Tüm saldırılar sonucunda geri adım atmayan işçilerle, sonunda patronlar görüşmek durumunda kaldı. İşçiler arasından seçilen altı kişilik komite, patronlarla, işçilerin talepleri hakkında iki kez görüşme yaptı. Görüşme esnasında bazı patronlar, işçilerin taleplerini sözlü olarak kabul etti. Bazıları talepleri kabul etmezken, bazıları da görüşmediler. İşçiler ise, tüm patronlar aynı anda talepleri kabul edene kadar eyleme devam etme kararı aldılar.

Ancak giderek işçilerin cebindeki 3–5 kuruş da suyunu çekmeye, saflar dağılmaya başladı. Yol parası olmadığı için eylem yerine gelemeyen, simit parası olmadığı için aç kalan işçinin eylemde direngenliği zayıfladı. Dışarıdan da ciddi bir destek alamayan işçiler, eylem uzadıkça maddi sorunlarla karşılaşmalarını ve bazı patronların da talepleri kabul etmesini göz önüne alarak, eylemi sonlandırma kararı aldı. Her işyerinden bir işçi temsilcisinin bulunduğu geniş heyet ile değerlendirme yapan işçiler, “toplu eylemi bitirme, bundan sonra işten atılanlarla eylemi devam ettirme” kararı aldılar. İşçilerin işbaşı yapması üzerine, bazı firma sahipleri kimi işçileri işe almayarak işten attı. İşten atılan işçiler, işe dönme mücadelesi sürdürme kararı aldı.

İşçiler eylemi bitirirken dahi, patronlar karşında “birlikte başladık, birlikte bırakalım, gerektiğinde tekrar birlikte eylem yapalım” görüntüsünü vermeye özel önem gösterdiler. Ve “Artık Mersin Serbest Bölge eskisi gibi olmayacak. Bizler bir haftalık eylem sürecinde çok şey öğrendik. En önemli kazanımımız, birlikte hareket etmek ve sesimizi tüm Türkiye’ye duyurmak oldu” dediler. Eylemi bitirmenin mücadeleyi bitirmek anlamına gelmediği söyleyen işçiler, mücadeleden vazgeçilmeyeceğini, işten atılanlar için hukuk mücadelesinin ve işe geri dönme mücadelesinin sürdürüleceğini, ayrıca Serbest Bölge’ye sendika sokma çabalarının da süreceğini belirttiler. İşçi temsilcilerinin aldığı kararı, işçilerin sözcüsü şöyle açıkladı: “Birçok firma sahibi işçilerin haklarını kabul etti. Hep bizi 3 gün işbaşı yapmadığımızda işten atmakla tehdit ettiler. Ancak toplu hareket edince işten atmanın kolay olmadığı görüldü. Eylemimiz kendiliğinden başladı ve uzun sürdürmenin yeterli hazırlığı yapılmadı. Eylemimizi güvenceye alacak bir sendikal aracımız da yok. En önemlisi de, patronlara, işçinin karar alıp iş bırakarak toplandığını ve karar alıp dağıldığını göstermemiz lazım. Patronların, ‘işçiler parçalandı, kendiliğinden dağıldı’ dediği bir tablonun yaşanmaması için biz topluca iş başı yapıyoruz.

 

EYLEM BİTTİ PATRONLARIN SALDIRILARI BİTMEDİ

Birçok firmada işçi temsilcisi veya sözcüsü olarak bilinen veya basına açıklama yapan işçiler işten atıldı. İşten atılan toplam işçi sayısı 500’ü buldu. İşçilerin evlerine gönderilen tebligatlarda, ‘üç gün işe mazeretsiz gelinmediği için iş akitlerinin feshedildiği’ belirtildi. Konteks firmasında çalışan işçiler, işe başlamak için gittikleri atölyede, hakaret ve saldırıya uğradılar. Serbest Bölge İşverenleri Derneği ise, büyük işletmelerin öncülüğünde işverenler arasında bir protokol imzalayarak, eylemde öne çıkmış işçileri işe alan işverenlere yaptırımlar uygulama kararı aldı. Belki de ilk kez yaşanan bir uygulama da, küçük bir işletme sahibinin, eylem komitesi başkanı ve bir grup işçiye boş bir atölye vererek, burayı işletebileceklerini söylemeseydi. Hatta bu kişi, ileri işçilere, isterlerse sendika kurabileceklerini, sigortalı çalışabileceklerini taahhüt etmişti. Bu kişinin, işçi temsilcisi olarak öne çıkanların kimini şef, kimini müdür yapması, komitedeki işçilerin, işten atılan diğer işçilerle fabrika önünde devam etmeyi planladıkları eylemlerinin gerçekleşmesini engellemiş, yatıştırıcı/dağıtıcı sonuçları nedeniyle, işveren derneği de, tersine kararına karşın, bu gelişmeye sessiz kalmıştır.

 

EYLEMLE BİRLİKTE SENDİKALAR YENİDEN TARTIŞILDI

Mersin Serbest Bölge işçilerinin eylemleri, sendikal örgütlenmenin bugünkü sorunlarının olduğu kadar, işçilerin sendikalardan beklentilerinin ne olduğunu da yeniden gündeme getirdi. Bugüne kadar Serbest Bölgeler, sendikaların ilgi alanlarının dışında kalmıştır. Ancak, Mersin Serbest Bölge işçilerinin eylemi ile, hem sendikalar, hem de işçiler, sendikalaşıp sendikalaşmamayı yoğun bir şekilde tartıştılar. İşçiler; “biz eyleme geçtik, sendikacılar gelsin bizi üye yapsın ve yetkiyi alsın!” diye beklerken, sendikacılar ise, “işçiler kararlı mı?” “gerçekten sendikalaşmak istiyorlar mı?” biçiminde olaya yaklaştılar. Tekstil işkolundaki sendikalar; “O kadar işçinin noter masrafı şu kadar tutar. Yetki süreci bu kadar sürer. O zamana kadar da patron üye işçileri işten atar. Zaten konfeksiyon işçisi biraz oynak olur!” gibi açıklamaları ile, işe kâr-zarar çerçevesinde baktıklarını ortaya koydular. Ayrıca sendikalaşma sürecinin mevcut yasalardan dolayı uzun bir zaman dilimine yayılacağını ve sonucun belli olmadığını anlatarak, hem işçileri ürkütmüş, hem de kendilerinin de mücadele etmede korkak davrandıklarını göstermişlerdir. İşçileri üye yapmayı veya işçilerin mücadeleye hazırlanmasını sağlamayı ve sonuçta işçilerin sendikalara güven duymasını sağlamayı başaramamışlardır. Sendikacılar, ziyaret dışında işçilerin eyleminin başına geçmeyi, yeni bir mücadele için ellerinden geleni yapmayı, sendikasının ve üyelerinin bütün olanaklarını kullanmayı hiç düşünmemiştir. Hal böyle olunca, işçi kendi başına kalmış ve patronların sendikaları karalama propagandasından da etkilenmiş; sendikaların işçi haklarını savunmayan, hatta işçileri satan uygulamalara imza atan bozuk sicillerini de az-çok bildiğinden, sendikalaşma eğilimi zayıflamış ve önemli ölçüde sendikalaşmaktan geri durmuştur.

Ancak işçi hiçbir zaman sendikalaşmanın yanlış olduğunu veya sendikalaşmamak gerektiğini savunmamıştır. İşçi direnmiş, sendika ortada yok, işten atılmış, sendikayı yanında görmemiş, işyerinde çeşitli baskılara, hukuk dışı uygulamalara maruz kalmış, sendikaların haberi olmamış ve böyle olunca sendikaya olumsuz bakmıştır. Serbest Bölge işçileri; direnişteki en önemli kazanımları olan birlikte hareket etmeyi işyerlerindeki örgütlülüklerini koruyarak ve geliştirerek ileri taşıyamadıkları ve sendikalaşma konusunda adım atamadıkları için, direnişte bilinen sonuç yaşanmıştır.

Eyleme kalkan, direniş boyunca kendi kendisini yöneten işçiler, aynı tutumu sendikalaşma konusunda gösterememişlerdir. Bu da, şu ana kadar sendikaların işçilere yanlış anlatılmasından, işçinin sendikaları, vekâlet verilen ve müvekkil haklarını savunan avukat gibi algılamalarından kaynaklanmıştır. Geleneksel olarak bilinen sendikacılık çizgisi, buradaki işçiler tarafından da “sendikalar gelip başımıza geçseler, bizi üye yapıp noter masraflarını karşılasalar, bu iş biter” şeklinde yaşanmıştır. İşçiler, örgütlenme ve bilinç düzeylerinin elverdiği her şeyi bir yanıyla yapmışlardır. Ancak sendikalar, işçi komitesi ile görüşmelerine ve işçilerin topluca sendikaya üye olma imkânları bulunmasına rağmen üzerlerine düşeni yapmamışlardır. Bunun olabilmesi için, mevcut sendikacılık anlayışı ve kültürünü aşan bir mücadele ve çaba içinde olmak gerekiyor. Zaten sendikal mücadelenin ileriye dönük bir hamle yapabilmesi ve yeniden inşa edilebilmesi ancak böyle sağlanabilecektir.

İşçi cephesinden ise, sendikalaşmak için bizzat işçilerin kendilerinin sorumluluk alması gerektiği, sendikanın kendileri olduğu fikrinin egemen kılınması lazım. Eylem esnasında yapılan kimi tartışmalarda bu konuşulmuş, ama genel bir eğilim haline gelmemiştir. Ciddi bir işçi hareketi yakalanmış, ancak eskimekte olan çürüyen mevcut sendikal yapıyı değiştirecek bir noktaya taşınamamıştır. Mücadelede öne çıkan işçi temsilcileri ve liderleri, sendikal mücadele ve örgütlenmeyi yeniden inşa etmenin dayanağı haline getirilememiştir. Yeni bir sendikal mücadelenin genç işçilerin omuzlarında yükseleceği ve bunun için uzun süreli sabırlı bir mücadele yürütmek gerektiği fikri yeterince bilince çıkarılamamıştır.

 

GÜNLÜK İŞÇİ BASINININ ÖNEMİ

İşçilerin eylemi her gün yalnızca Evrensel’de yer bulabildi. Günlük işçi basını, yaptığı haberlerle, her günkü gelişmeleri aktardı ve bir gün sonra nelerin yapılacağı konusunda yol gösterici oldu. Eylemin ilk gününden itibaren yanlarında olan Evrensel gazetesi, işçilerin en güvendikleri dayanak oldu. İşçiler, her gün onlara ulaşan Evrensel gazetesinde kendilerini gördü, köşe yazılarını okudu ve direnişlerini anlatan yazıları tartıştı. Birçok işçiyle röportaj yapılması, mektup alınması, işçilerle gazete arasında güçlü bir bağ kurdu. İşçilerin görüşlerini, mektuplarını ve eylemin ayrıntılarını işleyen gazete, her sabah işçilerin rehberi oluyordu. İşçiler, günlük gelişmeleri ve bir gün önce nelerin olduğunu, sabah okudukları işçi basınından takip ettiler. İşçi basınının patronlar derneği ile görüşerek ikinci gün yayınladığı patronların açıklamalarını okuyan işçiler, hemen gazete aracılığı ile patronlara cevap verdiler. İşçilerin sınıf bilincinin gelişmesi ve birleşmiş bir güçle tüm ülke düzeyinde sermayenin karşısına dikilmeleri fikrinin yaygınlaşmasında, gazetenin önemli bir etkisi oldu. Gazeteyle işçiler, kurtuluş yoluna kafa yordu, bilinç ve düşünce oluşturmada ileri adımlar attı. Serbest Bölge’de çalışan işçilerin yüzde 60’ını, zorunlu göç nedeni ile Mersin’de yaşamakta olan Kürt işçileri oluşturmaktaydı. Eylemler boyunca, Kürt işçiler, aynı zamanda Newroz haberlerini de Evrensel’den takip ettiler. Türk işçilerinin ise, hem Kürt sorununu sahiplenen, hem de işçi sınıfının sesi olan bir gazeteyle tanışmalarıyla önyargıları belirli ölçüde kırıldı. Gazete aracılığı ile işçiler, ülkenin başka yerlerindeki işçilerden haberler aldılar, onların eylem ve direnişlerini takip ederek, gazete aracılığı ile bir haberleşmeyi ve bir birlerinden öğrenmeyi sağladılar.

 

SINIF PARTİSİNİN ÇALIŞMASI, ETKİLERİ VE EKSİKLER

Mersin Serbest Bölge’de gelişen işçi hareketi, sınıf partisinin öngörülerini doğrulamıştır. Daha önce, çeşitli yayınlarda ve parti genelgelerinde, özelikle de OSB’lerde, serbest bölge gibi alanlarda özel bir çalışma yürütülmesi, bu alanlara dönük teşhir-ajitasyon faaliyetinin artırılması, işçilerin örgütlenmeleri bakımından daha girişken, daha bir özenle hazırlanmış taktikler geliştirilmesi gerektiğine dikkat çekilmişti. Sınıf partisinin, her küçük gelişmeden yaralanmayı bilen, daha sistemli ve biriktiren, sabırlı ve inisiyatifli bir taktik mücadele çizgisini ısrarla bu alanda uygulamasına vurgu yapılmıştı. Ancak, sınıf içindeki çalışmada partinin taktiğini uygulamada, günlük işlerle oyalanmama, ortalık çalışmasında kurtulma ve istikrarlı, sistemli bir çalışma yürütmede halen ciddi sorunlar yaşamaktadır.

Mersin Serbest Bölge’de aynı sorun yaşanmıştır. Partinin buraya yönelik önceden kayda değer bir çalışmasının olmayışı, sadece birkaç bireysel ilişkiyle sınırlı oluşu, bu ilişkilerin verdiği bilginin dışında geniş bir bilgiye sahip olmaması ve işçilerin ruh haliyle acil taleplerini bilecek bir pozisyonda olmaması, eylemin seyrini etkileyecek ve belirleyecek imkânlardan da yoksun kalınmasını da koşullamıştır. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketine sonradan katılmak, işçi hareketine katılmak anlamına gelmiyor. Kuşkusuz, burada kendiliğinden hareketin önemsizliği ve küçümsenmesi anlatılmamaktadır. Vurgu yapılmak istenen, sınıf partisinin, sadece işçiler eyleme geçtiğinde onların yanında olmakla, onların eylemini yönlendirmekle, kendisini, görevini yerine getirmiş sayamayacağıdır.

Sınıf partisi, eylem esnasında asıl belirleyici olanın, işçilerin birlik ve bütünlüğü olduğunu sürekli dile getirdi, buna uygun bir tutum takındı. Parti, gerek sendikalaşma konusunda, gerekse de eylemin bitirilmesi konusunda açık yüreklilikle düşüncesini belirtmiş, doğru olanın ne olacağını açıklamış, ancak izlenecek yol ve alınacak karar konusunda işçilerin birliğinin korunmasını ve karara uyulmasını savunmuştur. Hiçbir gelişmenin işçilerin birliğini bozmaması konusunda gerekli hassasiyeti göstermiştir. Devrimci işçi partisi, Evrensel ile başlayan ilişkiyi ikinci günden itibaren partiyle devam ettirmiş, işçi kahvehanelerine giderek, işçilerle eylemin başarıya taşınmasını tartışmıştır. Türk ve Kürt işçiler, sınıf partisinin kendileriyle birlikte sabahtan akşama kadar güneşte yanıp, yağmurda ıslanarak mücadelelerinde başarılı olmaları için çaba sarf ettiğini gördüler ve partiye karşı olumlu duygular beslediler. Yine çok sayıda Kürt işçi, bir taraftan iş ve ekmek mücadelelerinde partiyi sürekli yanlarında görmüş, diğer taraftan Kürt sorunundaki duruşunu gördükçe, partiyi daha çok kendilerinden saymışlardır. Türk işçiler ise, Mersin’de düzenlenen Newroz mitinginde sadece EMEP’in Serbest Bölge işçilerinin sorunlarını kürsüden dile getirdiğini, mitinge katılan Kürt işçilerden öğrendiler. Birçok işçi parti binasını ziyaret etmiş, partililerin evlerine misafir olmuştur. Bazı işçiler, parti binasında asılı olan işçi resimlerine şaşırarak bakmış, kafalarında kurdukları ve yanlış anlatımlar üzerine oluşturdukları önyargılardan kalkarak bekledikleri partiden farklı ve kendileri gibi sade partililer ve parti binası ile karşılaşmış ve şaşkınlıklarını gizlememişlerdir. İşçiler, “solcu”, ürkütücü ve devrimci marşların çalındığı bir yer beklediklerini ifade etmişlerdir.

Bazı öncü işçiler, yaklaşan 1 Mayıs’ın “solcu bayramı” değil, işçi bayramı olduğunu ve tarihi üzerine edindikleri bilgilerden sonra, 1 Mayıs’ı komünist bayramı olarak öğrendiklerini ve sürekli olaylar çıkan bir gün olarak bildikleri, ayrıca solcuların ve Kürtlerin ülkeyi bölmeye çalışan kişiler oldukları düşüncesini belirtmişler ve ancak yanıldıklarını, Emek Partisi’nin işçilerin partisi olduğunu söylemişlerdir. Yine sınıf partisi, partili avukatlar aracılığı ile işçileri sık sık yasal hakları ve sendika konusunda bilgilendirmiş ve eyleme Mersin halkının desteğinin sağlanması için çaba sarf etmiştir.

 

SONUÇ OLARAK

Mersin Serbest bölge işçileri birçok önyargıyı kırarak, birleştiklerinde nasıl bir etki yarattıklarını göstermişlerdir. Sendikal hareketin de ancak buralardan yenilebileceği bir kez daha görülmüştür. Ancak mevcut sendikal bürokrasiyi geriletecek ve sendikalara taze bir kan akıtacak şekilde hareket değerlendirilememiştir. Bununla birlikte, sınıfın ileri kesimleri açığa çıkmış ve mücadele içerisinde eğitim görmüş ve deneyimleri artmıştır. İşçiler kitlesel bir çıkış gerçekleştirmişler, bir hafta boyunca Serbest Bölge’nin önünü miting alanına çevirmişler, ancak yenilgiyi (kuşkusuz birçok kazanım da sağlanmıştır) engelleyecek bir pozisyona geçememişlerdir. Bu sonuçta, en çok, işçilerin sendikal ve siyasal örgütlenme ve mücadele deneyim ve birikimlerinden yoksun olmaları rol oynamıştır. Bir hafta boyunca süren bu kahraman direniş bir kere daha gösterdi ki, bir süre daha işçiler, düşe kalka, yenilgiler yaşayarak ilerleyecek, nehirler yataklarına er geç nasıl ulaşırlarsa, hedeflerine öyle ulaşacaklardır.

Son olarak, şu noktalara dikkat çekerek bitirmeliyiz:

1. Mersin Serbest Bölge, bir yanıyla düzensiz, kuralsız çalışma koşullarının olduğu ve buna bağlı olarak işçilerin sürekli bir yerden çıkıp başka bir yerde işe girdikleri bir yerdir. Aynı zamanda burası, yolsuzluk ve kara para aklamayla anılan, “Buffalo” gibi kimi kaçakçılık operasyonlarına da haber konusu olmuştur. Bu nedenledir ki, atılan 500 işçi, bir süre sonra yeniden patronlar tarafından işe çağrılmıştır. Diğer sendikalaşan işyerlerinde bunu görmek mümkün değildir. Bu eylemler içerisinde öne çıkmış ileri işçiler, yine üretimin başına geçmişlerdir. Genç işçilerin gerek sınıf partisi olarak örgütlenmeleri, gerekse sendikalaşmaları açısından bu durum bir avantaja çevrilmeli ve serbest bölgeye dönük günlük istikrarlı bir çalışma gerçekleştirilmelidir.

2. Serbest Bölge’deki işçilerin ezici bir çoğunluğu gençtir. Sınıf mücadelesi ve tecrübesinden yoksundur. İşçilerin yarısı Kürt kökenli ve ulusal kurtuluş mücadelesinden etkilenen gençlerdir. Bir diğer yarısı ise Türk’tür ve çoğunlukla ilçelerden gelip üretime katılmış, Türk milliyetçiliğinden etkilenmiş gençlerdir. Üstelik eylem içerisinde konuşan bu gençler, öncesinde Ülkü Ocakları’nın işyerlerinde örgütlendiğini belirtmişlerdir. İşyerlerinde reisler belirlenmiş, ama bir süre sonra, kimi kirli işler nedeniyle bu gençlerin önemli bir bölümü ocaklardan kopmuştur. Oylarını ise, çoğunlukla Genç Parti’ye vermişlerdir. İşçilerin talepleri için yapılan eylemde kardeşleşme sağlanmış; Kürt genç işçiler, eylemin meşruluğunu da düşünerek, milliyetçi düşünceden gençlere eylemin sözcülüğünü bırakmışlardır. Bunlar, geleceğe yönelik önemli göstergelerdir ve doğru yaklaşıldığında –ki hak arayışındaki işçilerin tutumları bu doğrultuda olmuştur–, işçilerin mücadeleci birliklerinin sağlanmasının, bu süreçte milliyetçi vb. önyargıların kırılmasının nesnel dayanaklarının güçlülüğüne işaret etmektedir.

3. Olağan bir günde sorulsa, “serbest bölgeden bir şey çıkmaz” diye yanıtlayan partililer ya da kimi sendikacılar, eylemler patladığında hızla harekete geçmişler ve serbest bölge etrafında bir mücadele birliği örgütlemeye çalışmışlardır. Eylemlerin durulduğu bu dönemde, eylemlerde ortaya çıkan ileri öncü işçilere dayanarak yürütülecek günlük bir çalışma, hazırlık ve güç biriktirme faaliyeti, aynı zamanda, çalışma tarz ve alışkanlıklarımızın da yenilenmesini zorunlu kılmaktadır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑