Amerikan emperyalizmi nereye koşuyor?

1. Emperyalist Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni “resmi tarih” kitaplarında, ” Bir Sırp teröristin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdını öldürmesi olarak” anlatılır. Oysa bu gerekçenin hiçbir ikna ediciliği ve doğruluğunun olmadığı birçok gerçek tarihçi tarafından defalarca ve defalarca ortaya konmuştur. 11 Eylül’ün ardından “terörizme karşı savaş” ilan eden emperyalist Amerikan “İmparatorluğu”nun gerekçesi de buna benziyor: “Osama Bin Laden isimli Suudi milyarder, şeriatçı teröristin New York’ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerini ve Pentagon’u vurması.”
ABD yönetimi bu gerekçeye dayanarak “uluslararası terörizme karşı savaşın bütün dünyayı kapsaması gerektiği”ni söyleyip harekete geçti. “Uluslararası terörizme karşı” başlatıldığı söylenen savaşın gerçekte, bütün dünyayı tehdit eden ve 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na doğru gidebilecek bir sürecin ilanı olduğu kısa sürede ortaya çıktı. ABD’nin, Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’un vurulmasından sadece çeşitli derecelerden “terörist” ilan ettiği ülkeleri değil, bütün dünyayı sorumlu tuttuğunu anlamak için çok fazla zaman geçmesine gerek kalmadı. Washington Post ve New York Times’in 11 Eylül’ün hemen ardından yaptığı “düşman” tanımı bunun ilk işaretleri oldu.
Önce ABD Başkanı George W. Bush, “teröristler ile onlara yataklık edenler arasında ayrım yapmayacağını” açıkladı. Dışişleri Bakanı Colin Powell ise saldırıları “savaş eylemi” olarak niteledi. New York Times gazetesinde yer alan bir yorumda, ABD Başkanı Bush için bu saldırıların “hem bir tehdit, hem de bir fırsat” olduğu vurgulanarak “düşmanın büyüklüğünü” ifade etmek için şunlar söyleniyordu: “Düşman, modern çağda ABD topraklarındaki savunma noktalarının içine girebildiğini kanıtladı.” (Washington Post–13 Eylül) Yine aynı tarihli New York Times’in düşman tanımı ise, “Ulus tespit etmesi güç bir düşmanla savaşa giriyor” şeklindeydi. Böylece düşman tanımı, yerine göre; devlet, ülke, örgüt, yasa, anlaşma vb. herkesin ve her şeyin düşman olarak ilan edilip saldırılabileceğini de kapsayan bir “belirsiz genişlikte” yapılıyordu.
Bütün bunlar, ABD emperyalizminin 11 Eylül saldırısını Amerikan gücünü pekiştirmenin bir vesilesi yapmaya başladığının da ilk somut ifadeleriydi. Aynı gün yapılan diğer açıklamalar ve yazılan yazılar ise, ABD’nin yürüteceği emperyalist terör ve savaşın, 1. Körfez Savaşı ve Yugoslavya’nın parçalanması için yürütülen NATO saldırısından farklı olarak, başta Avrupalı emperyalistler olmak üzere diğer emperyalist ülkelerin açık veya örtülü desteği olsun ya da olmasın uzun süreli ve kararlı bir şekilde yürütüleceğini gösteriyordu.
ABD’nin bugün de etkin olan isimlerinden, Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger şöyle yazıyordu:
“Tepkimiz, uluslararası uzlaşmaya tabi olamaz, çünkü tehdit altında olan bizim güvenliğimiz. Ancak yine de bu, müttefiklerimizle ortak bir direniş aracı bulmamız gereken bir sorundur.”
ABD’nin eski Ulusa] Güvenlik Danışmanı Sandy Berger’in sözleri de Kissinger’ı tamamlıyor: “Bu mücadele uzun süreli, koordineli bir ekonomik, askeri ve siyasi çabayı gerektiriyor. Bu çaba, mümkünse müttefiklerimizle yürütülmeli.” (Washington Post)
11 Eylül’den sadece birkaç gün sonra ABD Temsilciler Meclisi, Senato tarafından Bush’a verilen savaş yetkilerini onayladı. Oyların 420’sinin lehte, 1’inin aleyhte çıktığı toplantının sonunda Bush, “gereken yerde gereken oranda güç kullanma” gibi muğlâk bir yetkiye kavuşmuş oldu.
Temsilciler Meclisi’nin onayladığı yetkinin kapsamı şöyle: “Başkan; 11 Eylül saldırılarını planladığını, yetkilendirdiğini, işlediğini ya da desteklediğini saptadığı ülkeler, örgütler veya kişilere veya böylesi örgüt veya kişilere yataklık eden ülkeler, örgütler veya kişilere gereken kuvveti kullanmakla yetkilendirilmiştir.” Bush yetkiyi alır almaz, Pentagon’a, 50 bin yedek askeri göreve çağırma yetkisi verdi. Bu askerlerden bazılarının, Amerikan üsleri gibi denizaşırı birimlerde görevlendirilebileceği açıklandı.
Bush, daha sonra ne kadar durumu toparlamak için düzeltmeler yapsa da, ABD’nin, 11 Eylül saldırılarını gerekçe göstererek bütün dünyaya yönelttiği yıkım tehditlerinin yakın hedefini ise, “Haçlı Seferi” benzetmesiyle dile getiriyordu. Beyaz Saray’da yaptığı açıklamada, “Amerikan halkına hatırlatmak isterim ki, baş şüphelinin (Osama Bin Laden) örgütlenmesi, birçok ülkeyi kapsıyor” diyen Bush, “Bu Haçlı Seferi, terörizme karşı bu savaş, uzun sürecek” açıklamasını yaptı.
11 Eylül saldırısının ulusal güvenliğine yönelik açık bir tehdit olduğunu söyleyen ABD yönetiminin ulusal güvenlikten ne anladığını ise, Rahul Mahajan ve News Center isimli Amerikalı gazetecilerin kaleminden öğrenelim: “Herkes savaş tamtamları çalıyor; böyle bir ortam, Pearl Harbor saldırısından bu yana görülmemişti.” (…) “Bütün bu zaman boyunca Kübalıların yabancı tahakkümü olmadan yaşama isteğinin, ABD şirketlerinin kârlarını tehdit eden her şeyin, devletimizin ve şirketlerimizin dünyanın geri kalanını kontrol etme yeteneğine halel getirecek herhangi bir şeyin ‘ulusal güvenliğimizi’ tehdit ettiği öğretildi bize.” (Aktaran, 14 Eylül tarihli Yeni Evrensel gazetesi)
11 Eylül saldırısının ardından ABD’de yapılan analizler, açıklamalar ve tutumlar elbette bunlarla sınırlı değildi. Ancak bunlar bile daha başında, “uluslararası terörizme karşı her cepheden savaş” denen ve uzunca bir süreyi kapsayacağı ilan edilen emperyalist saldırganlığın bir “nokta operasyonu” olmadığını kavramaya yeter.
ABD emperyalizminin açıktan ilan ettiği terör ve savaş sürecinin görünürdeki gerekçelerinin oluşturduğu örtüyü kaldırdığımızda, ortaya çıkacak olan gerçek şudur: Emperyalist ABD “İmparatorluğu”, uluslararası tekelci hegemonyasının genişletilmiş yeniden üretimi için bütün dünyaya, “ya karşıma çıkarak yeni bir emperyalist paylaşım savaşına giden sürecin parçası olacaksınız ve ben sizi askeri-ekonomik gücümle ezeceğim ya da emperyalist dünya kapitalizminin benim merkezinde olduğum, öncülüğünü benim yaptığım temelde yeniden inşasına razı olacaksınız” diye dayatıyor. Ve bir kez daha yaşadığımız çağın sorununun özü ortaya çıkıyor: “Egemenlik konumu ve buna bağlı olarak ortaya çıkan şiddet; işte, ‘kapitalist gelişmenin en son aşaması için’ tipik olan budur, mutlak bir egemenliğe sahip ekonomik tekellerin oluşmasıyla kaçınılmaz olarak ortaya çıkması gereken ve ortaya çıkmış olan şey budur.”(1)

A – ABD’nin ekonomik, askeri ve siyasi konumunun güncel görünümü
ABD emperyalizminin 11 Eylül’ü bir fırsat olarak değerlendirip yapmak istediğinin ne olduğunu daha iyi anlamak için, ekonomik, askeri ve siyasal açıdan konumunun yakın geçmiş ve güncel durumuna genel hatlarıyla bakmakta fayda var.
1) Genel ekonomik durum
1999 ve 2002 yılları arasında ABD ekonomisine durgunluk ve daralma hâkim oldu. Avrupalı emperyalist ülkelerde olduğu gibi, ABD de, 2001 yılı içerisinde ekonomisinin büyüme hedeflerini önemli oranda geri çekti. 2003 yılına kadar yüzde 3’ün üzerinde olması planlanan büyüme oranı iki kez aşağı çekilerek yüzde 1,7 seviyesine geriledi. Onlarca yıldır zenginler devleti olan (Rockefeller, Morganlar, Bill Gates, Donald Trump’lar devleti) ABD’de servetin tekelde yoğunlaşmasındaki hız, Amerika’yı yoksul-zengin uçurumunun dünyanın hiç bir yerinde olmadığı boyuta taşıdı. Şirket yöneticilerinin ücretlerindeki artışlar, işçi ücretlerindeki artışları bir kaç misline katlıyor. İşçilere verilen ortalama ücret, yöneticinin maaş zammı oranında arttırılmış olsaydı, bir işçinin yıllık kazancının şu anda kazandığının tam 6 katı olması gerektiği, bu konuda yapılan tartışmaların gösterdiği ve ABD basınına yansıyan çarpıcı bir gerçek durumunda. Amerika’nın en zengin yüzde 1’lik kesimi ABD’nin servetinin yüzde 38’ini elinde bulunduruyor. Nüfusun yüzde 80’i ise toplam servetin yüzde 17’sini bölüşmek durumunda. Dünya kamuoyunda yaygın olan inanışın sandığı gibi Amerika’da sınıflar arasındaki gelir uçurumu azalmıyor. Aksine, son 10 yıl içerisinde sınıflar arası gelir uçurumu hızla büyüdü.
ABD Temsilciler Meclisi’ne 2002 yılının başlarında sunulan ve büyük şirketlerin, servet sahiplerinin çıkarlarına hizmet eden Ekonomik Teşvik Paketi gidişatın bu yönde devam ettiğinin bir göstergesi.
Paket adeta, zenginlerin ödediği vergiyi, ödedikleri orana göre geri ödemeyi içeren bir nitelik taşıyor. “20 Ekim’de yayınlanan New York Times’in başyazısına göre, peşin vergi kesintilerinden elde edilen 54 milyar dolarlık bütçenin her bir kuruşu en çok vergi ödeyen yüzde 30’luk dilimin cebine giderken, yarısı da en üst yüzde 5’lik dilime gidiyor. Alım satım vergilerinden elde edilen kazancın yüzde 80’ini ise, en üst yüzde 2’lik dilimdeki aileler alıyor. Kongre Bütçe Ofisi’nden alman bilgiye göre, 2002 yılı için saptanan teşvik miktarı olan 100 milyar doların sadece 2,3 milyar doları, bu miktarı ekonomiyi teşvik edecek biçimde harcaması beklenen işsizler yararına harcanacak.” (Aktaran Yeni Evrensel Gazetesi)
Bu yolla Kongre bu yılın başlarında, servet sahiplerine hiç beklemedikleri bir kazanç sağlamış oluyor. Beyaz Saray tarafından açıklanan bütçe taslağı, 2002 yıl için 100 milyar, 2003 yılı için ise 80 milyar açık öngörüyor. ABD’de, 1997’den bu yana bütçe hep fazla verirken, ABD ekonomisinin son beş yılında ilk kez bu düzeyde bütçe açığı oluşuyor.
ABD ekonomisine hâkim olan tekellerin başında petrol, enerji ve ilaç tekelleri geliyor. 2001 yılı içerisinde en kârlı 20 Amerikan şirketinin ilk üçünü de bu tekeller oluşturuyor. Bunlar; Exxon Mobil, Citigroup ve General Elektrik. En kârlı ilk 20 şirket içerisinde 6 ilaç tekeli bulunuyor. Şirketlerin cirolarında son yıllarda düşüş yaşanırken, kârlıklarındaki yükselişin kaynağında finansal, spekülatif, kupon kesme faaliyetleri bulunuyor. Bu şirketlerin her birisi Amerikan mali oligarşisini oluşturan şirketler.(2)
2) Askeri harcamalar
ABD askeri sanayisinin uzun yıllardır özel sektörle iç içe geçmiş olan yapısı 1997’de yapılan stratejik değerlendirmede şöyle ifade ediliyor: “İkmal işlemlerini rasyonelleştirmek, askeri endüstrileri yeniden yapılandırmak, savunma piyasasına rekabetçi liberalizasyonu getirmek ve sivil sektörden daha fazla teknoloji sağlamak için gerekli önlemleri kapsayan bu devrim, aynı zamanda ‘İş Dünyasında Devrim’dir (RBA-Revolution in Business Affair).”(3) Bu stratejik değerlendirme kapsamında sözü edilen devrim, yine aynı stratejik değerlendirme içerisinde yer alan ve silahlı kuvvetlerin modernleştirilmesini temel alan “Askeri Sorunlarda Devrim (Revolution in Military Affaires-RMA)” yaklaşımıyla birlikte ele alınıyor. Her iki yaklaşımda da hedef savunmanın, silahlanmanın ekonomi içerisindeki yerini, bütçedeki payını düzenlemenin nasıl olacağını belirlemek. Yani Clinton dönemi de dâhil, bütçeden savunma, silahlanma alanına ayrılan payın azaltılması hedefiyle yapılan değerlendirmelerde iki temel eksen var; daha az harcamayla daha güçlü bir savunmaya ulaşmak, yani bu alanda verimliliği artırmak ve bu alanı daha fazla özel sektöre açmak.
Bugün Amerika bütün diğer emperyalist ülkeler arasında savunma sanayine, silahlanmaya en çok bütçe ayıran ülke durumunda olmayı sürdürüyor. 1997 yılında ABD’nin Dört Yıllık Savunma Planı kapsamında bu alana ayırdığı bütçe 300 milyar dolara yakın. Bu bütçeye ek olarak ayrılan kalemler ve Enerji Bakanlığı, Maliye Bakanlığı vb. bakanlıkların direk ya da dolaylı olarak savunmayı ilgilendiren konularda kendi bütçelerinden yaptıkları harcamalar buna dâhil değil. Askeri harcamaların, silahlanmanın ABD bütçesindeki payı 2002 yılı içerisinde 400 milyar dolar civarında. Direkt ve dolaylı diğer bakanlık kalemlerindeki harcamalar yine bunun dışında. Bu düzeyiyle bütçeden bu alana ayrılan miktar, son 50 yıl içerisinde en yüksek kabul edilen 1985–1990 dönemindekinden de oldukça fazla. O yıllardaki rakam 350 milyar dolar civarında.
Azaltma çabalarının sonuçsuzluğu bir yana, Demokratından Cumhuriyetçisine ABD yönetimlerinin militarist karakteri hiç bir dönem değişmiyor. Bir anlamda ABD ekonomisine hâkim olan “petro-askeri sanayi”nin büyüklüğü, ABD emperyalizminin temelini oluşturuyor.
1996 yılında ABD’nin savunma harcamalarının dünya savunma harcamaları içerisindeki payı yüzde 33,3. Bu oran dünyanın en büyük askeri bütçelerine sahip olan Rusya, Japonya, Fransa, Almanya, İngiltere ve Çin’in toplam harcamalarından bile fazla. Bir başka çarpıcı veri; “ABD’nin sadece Suudi Arabistan’ı korumak için yaptığı askeri harcamalar, İran ve Irak’ın toplam savunma harcamalarının yaklaşık dört katı, ABD’nin himaye ettiği ve sıkı bir müttefiki olan (Güney) Kore Cumhuriyeti için yapılan harcamalar ise bu ülkenin kuzey komşusunun yaptığı harcamaların neredeyse üç katı” olmasıdır.(4)
Bugün ise dünyada askeri harcamaların toplamının yaklaşık 800 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. 400 milyar dolarlık payı ile ABD bunun yarısını oluşturuyor.
ABD Başkanı Bush, 11 Eylül’ün ardından askeri, militarist harcamalar için yeni kaynak aktarımını da gündeme getirdi. Beyaz Saray’ın hazırladığı 2003 yılı bütçe tasarısının merkezinde, “ülke içi güvenlik” gerekçesiyle polis ve ordunun olağanüstü ölçüde güçlendirilmesi bulunuyor. Bütçede, biyolojik silah araştırmalarına daha fazla para ayrılmasını ön gören kalemlerin yanı sıra “kıyamet senaryolarının tartışılacağı” özel toplantılar da öngörülüyor. Bütçede ayrıca uçak şirketlerinin alması gereken güvenlik malzemelerinin masraflarının ABD hükümeti tarafından üstlenilmesi ve bu yolla tekellere milyarlarca dolar pompalanması da öngörülüyor. 11 Eylül’ün ardından “ülke içi güvenlik” için 20 milyar dolar ayrılmasını onaylayan ABD Kongresi, 2003 bütçesinde bu rakamı daha da artırmayı öngörüyor. Bütün bunların bir başlangıç olduğu ve bunlarla birlikte Kongre’nin bu rakamı bile az bulduğu üzerine sızan bilgiler, ABD’de basına yansıyan tartışmalarda yer alıyor.
Ocak ayının son haftasında Pentagon’da yaptığı bir konuşmada Bush 2003 yılı bütçesinden Pentagon’a ayrılacak payın 48 milyar dolar daha artırılmasını talep ettiğini açıkladı. Bush, askeri yetkililerin alkışları arasında yaptığı konuşmada, “Bunları almak bütçemizi zorlayabilir, ama büyük vatanımızın savunması söz konusu olduğunda masraftan kaçınmayacağız. Modern savaş silahlan etkili ve pahalı. Ama terörizme karşı savaşı kazanmamız için gerekliler” (Yeni Evrensel gazetesi -25 Ocak) sözleriyle, ek askeri bütçeyi neden istediğini söylerken, Beyaz Saray’da 50 eyaletin “olası terör saldırılarına” karşı iç güvenliği artırması için yeni fon arayışına girdiğini açıkladı.
ABD ekonomisinin içinde bulunduğu durgunluk ve daralmadan çıkışının yükünün, ABD’nin işçi, emekçileri başta olmak üzere sömürülen, ezilen dünya halklarının sırtına yıkılacağını, onlara ödetileceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
3) 11 Eylül sonrası hak ve özgürlüklerde kısıtlamalar
ABD yönetiminin 11 Eylül ile birlikte içerde attığı adımlar sadece ekonomi ve askeri alanı kapsamıyor. Özellikle yabancılar başta olmak üzere ABD yönetimi her tür muhalefete karşı alınan tedbirler kapsamında tam bir McCarthy operasyonu yürütüyor.
Yabancılar üzerinde estirilen gözaltı ve tutuklama terörü, uluslararası ve eyaletler arası ulaşımda yoğunlaştırılan güvenlik tedbirleri ve getirilen kısıtlamalar, gözaltı süreleri ve sorgulama sürecine ilişkin yapılan yeni düzenlemeler, ABD Başkanı’na verilen yeni diktatör yetkileri vb. fiili ve yasal birçok uygulama ABD yönetiminin, temel hak ve özgürlüklere yönelik başlattığı kapsamlı bir tırpanlama operasyonun ilk etaptaki sonuçları durumunda.
ABD yönetiminin bu konudaki tutumunu 11 Eylül’den bir hafta sonra 18 Eylül’de açıklama yapan ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld açıkça ortaya koydu. Rumsfeld, hedeflerinin “teröre yataklık eden ülkeler” ile sınırlı olmadığını açıklayarak, “İçinde bulunduğumuz, geçmiştekilerden farklı bir savaş… Saldırının arkasında devletler ve hükümet dışı kuruluşlar bulunuyor’ dedi. Böylece ilk kez bir Amerikalı yetkili, ülke içi ve dışındaki muhalif örgütlenmeleri, kitle örgütlerini, sendikaları ve siyasi partileri hedef tahtasına koydu.” (Yeni Evrensel gazetesi – 20 Eylül)
Bu anlayışa uygun olarak ABD yönetiminin bir polis devletine yakışan tedbirlerinin kapsamını, Adalet Bakanı John Ashcroft’un da içinde bulunduğu yetkili ağızlardan yapılan açıklamalar doğrultusunda şöyle özetleyebiliriz: Elektronik teşhisin standart olduğu, göçmenlerin çok daha yakından takip edilip sınır dışı edilebildiği yeni bir ülke. Devlet görevlilerinin elektronik casusluk yeteneğinin artırılması ve “şüpheli”lerin malvarlıklarına el koymanın kolaylaştırılması. Dünyadaki bütün bilgisayarların internet üzerindeki hareketlerinin daha kolay takip edilmesi ve “iç casusluğun” önündeki engellerin kaldırılması. Her Amerikalıya bir akıllı kart verilmesi ve böylece kim nereye giderse gitsin takip edebilir durumda olması. Göçmenlerin, ne yaptıklarını periyodik olarak yetkililere iletmeleri. Ayrıca; dükkânlar, bürolar, kamusal alanlar ve miting gibi etkinliklerde video kamera takibinin yaygınlaştırılması.
Bunlara bir de ABD Başkanı’na tanınan diktatör yetkilerini de eklemek gerekir. Bu konudaki çarpıcı bir kaç olayı Washington Post 19 Kasım’da şöyle sıralıyor:
– Bush, Rusya ile anlaşmasının ardından, ABD’nin nükleer silahlarında büyük çaplı indirime gidileceğini açıkladı. Ama indirim, yazılı bir anlaşma haline getirilmedi. Böylece, konu ABD Senatosu’na gönderilmedi.
– Bush yönetimi, ülkedeki yabancılar üzerindeki baskıyı artırmak üzere, Göçmen Servisi’ni yeniden yapılandırma kararı aldı. Ama bunun için, Kongre’den onay alınmadı.
– Beyaz Saray, son olarak, “terörist şüphelilerin askeri mahkemelerde yargılanmasına olanak tanıyan bir karara imza atarak, yargının yetkisini de gasp etmiş oldu.
Bu konuya ilişkin Yeni Evrensel gazetesinin 22 Kasım tarihli sayısında yer verilen haberin devamında şunlar yer alıyor, uzun olmasını göze alarak aktarıyoruz:
“Washington Post, bunların yanı sıra, Bush yönetiminin ‘halkın devletin işleyişi hakkında bilgilenme hakkı olmadığına’ inandığını ve bu inancın, son 30 yılın temayüllerine aykırı olduğunu belirtti. Bu inancın gerekçesi de, her zamanki gibi ‘ulusal güvenlik’.
“Halkın bilgilenme hakkını yok saymanın somut ifadesi, Senato ve Kongre’nin elini kolunu bağlamak olarak ortaya çıkıyor. Bush, Kongre üyelerine istihbarat brifingi verilmesini sınırlandırdı. Bütçe yetkisini yasama organından devraldı ve yürütmenin, ‘terör zanlıları’nı takip edip yakalama yetkisini genişletti. Ayrıca, Adalet Bakanlığı’na, ‘terör’ vakalarında, mahkeme kararı olmadan avukat-zanlı görüşmelerini dinleme hakkı tanındı.
“Vatansever yasa!
“Bush’un ‘ülke içini düzenleme’ yolundaki en önemli hamlesi, USA PATRIOT (Vatansever) adıyla bilinen yasa oldu. Bu yasanın Kongre’den onay almasıyla birlikte; devletin, şüphelileri takip etme, arama, gözaltına alma veya sınır dışı etme yetkileri genişletildi. Adalet Bakanlığı da, göçmenleri belli bir suçlama olmadan gözaltına alma hakkına kavuştu. Halen ülkede yüzlerce göçmen, haklarında hiçbir iddia olmadığı halde aylardır tutuklu bulunuyor. Hükümet, 11 Eylül ile ilgili olarak kaç kişinin gözaltına alındığını bile açıklamayı reddediyor. Bu kişilerin, avukatları ile görüştürülmediği de öğrenildi.
“Emperyal başkanlık
“Geçmiş ABD Başkanları da, benzer yöntemlerle iktidarlarını pekiştirmişti. Lyndon Johnson, ‘Tonkin Körfezi kararı’ maskesi altında Senato ve Kongre’yi felç etti. Roosevelt de, 2. Dünya Savaşı sırasında aynı şeyi yaptı. Bu başkanlardan ders alan Kongre, kamuoyunun da baskısıyla, Savaş Yetkileri Yasası’nı çıkardı. Bu yasa sayesinde, ABD başkanlarının olağanüstü durumlardaki yetkileri tanımlanmış oldu. Böylece, Watergate Skandalı ve ‘soğuk savaş’ dönemlerinde, Amerikan liderleri nispeten Kongre ve Senato karşısında sorumlu oldular.
“Bush’un, ‘sonsuza kadar süreceği’ ilan edilen ‘terörle mücadele’ gerekçesiyle yaptıkları, birçok uzman hukukçu tarafından ’emperyal başkanlık döneminin geri dönüşü’ olarak niteleniyor. Bu terim, son olarak Richard Nixon için kullanılmıştı.
“Her şeye o karar veriyor
“Cato Enstitüsü yöneticilerinden Tim Lynch, ‘Başkan Bush’un elindeki güç, gerçekten nefes kesici’ diye konuştu. Lynch, ‘Savaşın Irak’a yayılıp yayılmayacağına tek bir kişi karar verecek. Tek bir kişi, Amerikan vatandaşlarının mahremiyet hakkının sınırlarını belirleyecek’ dedi. Yetki genişletilmesi, diğer alanlara da yansıyor. Bush, ‘görevi başındaki bir başkanın, geçmiş başkanlarla ilgili kayıtların kamuoyuna açıklanmasını önleme hakkına’ sahip olduğu yönünde bir karar daha aldı. Bu karar, Kongre’nin geçmiş yıllarda çıkardığı bir yasaya açıkça aykırı. Bush, sosyal güvenliğin özelleştirilmesi için gizli bir toplantı yapmak istediğinde ise, ‘Açık Toplantı Yasası’nın engeli ile karşı karşıya kaldı. Yasayı bertaraf etmek için, toplantı ‘iki grup’ halinde yapıldı.”
İşte “özgürlükler ülkesi”nin (!) gerçek yüzü. Yargı dâhil her alanda ve günlük hayatın her aşamasında FBI ve CIA denetiminde güvenlikli, demokratik ve özgür Amerika!
Yeni Evrensel gazetesinden aktardığımız bu uzunca pasaj önemli. Çünkü yazının bu bölümüne kadar ortaya koyduğumuz tablo, ABD emperyalizminin ve bütün işbirlikçilerinin iddia ettiği gibi “uluslararası terörizmle mücadele” adı altında sürdürdüğü operasyonların ve içerde yaptığı çok yönlü hazırlıkların, bir “teröristi” ya da “terör örgütü”nü alt etmekten çok daha fazlasına yönelik bir hazırlığı kapsadığını gösteriyor.
4) Bush yönetimi ve tekeller
Geçmiş dönemlerde olduğu gibi bugün de Bush’un Başkanlığındaki ABD yönetimi petrol, enerji ve silah tekelleriyle iç içe geçmiş durumda. Bush yönetiminin şaibeli bir seçimle iktidara geldiği günlerde de bu gerçek gündeme gelmişti. Bush’un ve kabinesinin seçimlerde en büyük destekçilerinin dev petrol, enerji ve silah tekelleri olduğu da biliniyor.
Başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok ülke ve son olarak da işgalle ortaya çıkan Afganistan yönetimiyle ABD yönetiminin ve onu destekleyen şirketlerin yaptığı petrol ve silah anlaşmalarını, ABD mali oligarşisinin, petro-askeri sanayi ağırlıklı tekelci egemenliğinin ihtiyaçları belirliyor. ABD mali oligarşisini bir ahtapot olarak düşünürsek, kollarının Wall Street, Pentagon, Beyaz Saray, CIA, FBI, CNN ve New York Times olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu ahtapot, 11 Eylül’den sonra onlarca yıl süreceği en yetkili ağızlardan açıklanan ve ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in “ömrümüz sonunu görmeye yetmez” dediği emperyalist terör ve savaşı çok yönlü bir şekilde yürütüyor.
Yöneticilerinin önemli bir kısmı, Amerikan hükümetlerinde daha önce görev almış isimler. Bunu tersten de söyleyebiliriz. Yani, ABD yönetimlerinin kilit noktalarında görev alanların hemen hepsi, başta silah ve petrol tekelleri olmak üzere ABD’li şirketlerde görev yapmış ve yapıyor. Ancak, ABD yönetimiyle şirketlerin ilişkisinin hiç bir dönem George W. Bush iktidarında olduğu kadar aşikâr olmadığı herkes tarafından kabul görüyor. Bush’un danışmanlarının yanı sıra, eski ABD Başkanı baba George Bush, bizzat bu ilişkilerin merkezinde bulunuyor. Bu çerçevede, M. Mulvihill, Jack Meyers ve J. Wells’in Boston Herald’da yayınlanan incelemeleri, Bush yönetiminin ABD’li petrol, silah ve enerji tekelleriyle olan iç içeliğini şu örneklerle gözler önüne seriyor.
“Terörizmle mücadele” konseptinin mimarlarından olan baba Bush, halen Washington merkezli Cariyle Group Bankası’nın üst düzey danışmanlarından. Banka, hem Suudi kraliyet ailesi ile hem de ABD’li savunma şirketleri ile sıkı bağlara sahip. Bu şirketler, Suudi ordusunun eğitimiyle dahi ilgileniyor. Bush’un şirket adına yaptığı her konuşmadan 80 ila 100 bin dolar aldığı belirtiliyor. Fakat kesin rakam bilinmiyor.
Amerikan şirketlerinin Suudi Arabistan’da elde ettikleri kârların büyük kısmı, askeri anlaşmalar sayesinde gerçekleşiyor. ABD Savunma Bakanlığı raporlarına göre, Cariyle Group, Suudi Ulusal Muhafızları ve hava kuvvetlerinin eğitimi sözleşmesini imzalayan BDM’nin en büyük yatırımcısıydı.
1998’de Cariyle, denetim hisselerini savunma devi TRW International’a sattı. Bu esnada, Cariyle Group, BDM ve TRVV’nin yönetim kurulları, üst düzey Cumhuriyetçi politikacılarla doluydu.
Ayrıca Reagan’ın ulusal güvenlik danışmanlığını yapan, CIA’de Başkan Yardımcısı olarak görev alan Carlucci, bugün de Cariyle Group’un başında. Cariyle Group yetkilileri arasında eski Başkan Bush’un yanı sıra başka Cumhuriyetçi Partili yöneticiler de var: Eski Savunma Bakanı James A. Baker III, Eski Hazine Sorumlusu Richard Darman ve Güvenlik ve Borsa Komisyonu Başkanı Arthur Levitt. Başkan Bush’un da Cariyle ile ilişkisi var. Bankanın yan kuruluşlarından havayolları yemek şirketi Caterair’da 1994’e kadar yöneticilik yaptı. 6 yıl sonunda Texas’ta vali olduğunda Bush ile şirket arasında “bağış” ilişkisi sürdü. Sonuç olarak Suudi parası dönüp dolaşıp Teksas’lı Bush ailesini buluyor.
ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e gelince. ABD ile Suudi Arabistan arasındaki karmaşık ilişkilerin kilit isimlerinden biri de Dick Cheney. Pentagon’dan ayrılarak petrol işine giren Cheney, Bush’un seçimi kazanmasıyla bu yılbaşında Başkan Yardımcısı oldu. Baba Bush yönetiminde Savunma Bakanı olan Cheney, daha sonra petrol hizmetleri şirketi Halliburton Co’daki işini Beyaz Saray’a gelene dek sürdürdü. 2000’de ayrılırken Halliburton’dan 34 milyon dolar aldı. Bush yönetiminde yer alan tek petrol tüccarı Dick Cheney değil. Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice da, Suudi çöllerinde petrol işi yapan ve bu yıl Texaco ile birleşen tekel Chevron’da uzun yıllar çalıştı. Hatta Chevron’un petrol tankerlerinden biri Rice’ın adını taşıyor.
Eski Hazine Bakanı ve Nicholas Brady ve baba Bush’un asistanı Edith E. Holiday, ABD’li Amerada Hess şirketinin yönetim kurulundaydı. Şirket halen Suudi Arabistan’ın zengin aileleriyle birlikte Azerbaycan’da petrol sahaları açıyor.
Suudiler ile iş yapan bir diğer kurum da, uluslararası enerji şirketlerinden Houston merkezli Frontera Resources Corp. Kısa bir süre önceye kadar, Azerbaycan’da petrol aranması ile ilgili 900 milyon dolarlık projenin yüzde 30’luk kısmının yatırımcısıydı. Diğer yatırımcılar ise, ülkenin devlete ait petrol kurumu ve Delta-Hess grubu yani Suudi Delta Oil ile Amerada Hess ortaklığı.
Amerikan yönetimleri, petrol şirketleri ve Suudi trilyonerleri arasındaki ilişkiler, ABD’nin özellikle Ortadoğu’daki politikalarını da aydınlatıyor. Birçok Müslüman ülke, Osama Bin Ladin’in örgütü El Kaide ile ilişkileri olduğu gerekçesiyle bombardıman tehdidi altına alınırken, Bin Ladin’in kendi ülkesi Suudi Arabistan’ın “soruşturma dışı” bırakılması da ancak bu ilişkiler ağıyla açıklanabilir.
The New Press’ten John Nichols’un 11 Eylül’den hemen sonra ABD şirketlerinin lehine yapılan kıyaklara ilişkin aktardığı örnekler çarpıcı: Şirket lobicileri, 11 Eylül terörist saldırılarından birkaç gün sonra havayolları endüstrisi için 15 milyar dolar federal ödeme ve borç alarak Amerika tarihinin en büyük hazine hücumunu gerçekleştirdiler. Bu örnek daha zihinlerde tazeyken, lobicilerin yeni bir saldırı peşinde olmaları şaşırtıcı değil. The Brooks Brothers Brigades lobicileri Kongre merdivenlerini doldurmuşlar, seçim kampanyasına destek amacıyla yaptıkları harcamalara dair belgeleri ellerinde sımsıkı tutuyorlar ve büyük ödülü bekliyorlar: Ülkenin en büyük ve en kârlı şirketine 16 milyar dolar vergi iadesi… Kâr eden şirketlere yapılacak geri ödemeler üzücü, IBM, Ford, GM ve GE gibileri için milyarlarca dolarlık indirim anlamına geliyor.
Dev geri ödemeler Başkan Bush ve Yardımcısı Dick Cheney ile yakın ilişkileri olan enerji şirketlerinin de işine yarayacak: Chevron, Texaco, Enron, Phillips Petroleum ve CSM Energy’nin her birine milyonlarca dolar. Havayollarının Eylül’de 15 milyar dolar federal yardım aldığını hatırlıyor musunuz? Yeni plan ile daha da fazlasını alacaklar.
Hatırlanacağı gibi Enron adlı şirket iflas ederken ABD yönetimiyle olan ilişkileri bir skandala neden olmuş, ancak 11 Eylül sonrası toz bulut içerisinde bu işler unutulmuştu. Enron, Bush yönetiminin seçim kampanyasına, General Electric ve Ford ile birlikte en çok maddi desteği veren şirketlerin içinde yer alıyordu.
Yukarıda ortaya konan tablodan da anlaşılacağı gibi ABD ekonomisi, bütçesi ve tekellerin yapısı ve 11 Eylül saldırısını bahane ederek içeride gerçekleştirdiği hak ve özgürlüklere ilişkin kısıtlamalarla tam bir askeri-militarist ekonomi durumunda. ABD ekonomisi için petrol demek her şey demek. Petrole egemen olmak demek ise, güçlü askeri sanayi demek. Sadece bu tablo bile, ABD için, “işte emperyalist terör ve savaş odağı olan imparatorluk” demek için yeter de artar bile. Dahası, emperyalist ABD “İmparatorluğu”nun içerden bakıldığında görülen bütün bu güncel-genel görünümü, 11 Eylül sonrası ABD’nin dünya hegemonyasını yeniden inşa etme yönünde başlattığı sürecin “iç nedenleri” ve dayanakları açısından çarpıcı bir tablo ortaya koyuyor. 7 Ekim’de başlayan ve işgalle sonuçlanan Afganistan saldırısının 11 Eylül’den çok önce planlanmış olması, Irak’a yönelik olarak aralıksız süren hava operasyonları ve Saddam’ın neye mal olursa olsun yıkılacağına yönelik sürekli tehditler ve yine Beyaz Saray’ın yetkilerini genişletme planının da aylar önceden masaya yatırılmış olmasıyla birlikte düşünüldüğünde, ABD emperyalizminin ekonomik durgunluk ve daralmayı emperyalist hegemonyasını güçlendirme amaçlı müdahalelerle, terörizm ve savaşla birlikte aşmayı düşündüğünü, bunun için dünya halklarına büyük bedeller ödetmeyi hesapladığını söylemek sanırız bir abartı olmayacaktır.
Meşhur Trumann Doktrini’nde olduğu gibi onlar “İç ekonomik bunalımlarını ve demokratik sorunlarını dışa yayılarak aşmaya” alışkınlar.
B- Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslara ABD müdahalesinde yeni dönem
11 Eylül terörist saldırısını fırsat bilen ABD emperyalizmi terör ve savaş tehdidi ile çıktığı yolda ilk adımı Afganistan’ın işgali ile attı. Afganistan işgali öncesi ve sonrasında yapılan açıklamalarda ABD saldırganlığının hedefinin oldukça geniş bir yelpazeyi kapsadığı her fırsatta dile getirildi.
Irak, Suriye, Libya, ABD’nin arka bahçesi Latin Amerika ülkeleri, Filipinler, Endonezya, İran vb. başta petrol ve enerji kaynakları olmak üzere ABD’li tekellerin iştahını kabartan Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasların zengin topraklarının ABD’nin de iştahını kabarttığını ve hedefin bu bölgelerin zenginliklerinin yeniden paylaşımı olduğunu, ABD emperyalizmi attığı her adımda açık açık gösterdi. 11 Eylül’den sonraki bir kaç aylık süreç içerisinde emperyalist müdahalelere zemin hazırlamak için “uluslararası teröre karşı mücadele” kapsamında adı geçen 60’a yakın ülkenin Osama Bin Laden ve onun liderliğini yaptığı söylenen El-Kaide örgütü ile bağlantıları arandı. Ancak bu çabalardan istenilen sonuç alınamadı ki, artık ABD emperyalizmi, Afganistan’la başlattığı harekâtı Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yaymak için, birkaç ay önce olduğu kadar “terör bağlantısı” peşinde koşmuyor. Örneğin, Ladin ve El-Kaide ile bağlantısı olsun ya da olmasın, Irak’ı işgal de dâhil, her ne biçimde olursa olsun, ABD’nin dize getireceğini ilan etmiş durumda.
Bilindiği gibi, dünya petrol ve enerji rezervlerinin büyük bir kısmı bu bölgelerde bulunuyor ve belli ki emperyalist ABD “İmparatorluğu”, emperyalist dünya kapitalizminin öncülüğünü sürdürmenin yolunun bu bölgelere mutlak hâkimiyetten geçtiğini düşünüyor.
a) Orta Asya ve Kafkaslar
ABD’nin, Orta Asya petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde ekonomik denetim kurma stratejisinin merkezinde, Afganistan bulunuyor. Bu gerçek ve ABD’nin Aralık 2000 tarihli Afganistan Enerji Enformasyon yazısı, ABD emperyalizminin Afganistan işgalinin nedenlerini yeterince açık hale getiriyor: “Afganistan’ın enerji bakımından önemi, Orta Asya’dan Arap Denizi’ne petrol ve doğalgaz ihracatı için potansiyel geçiş rotası olmasından kaynaklanır. Afganistan üzerinden geçecek milyarlarca dolarlık petrol ve gaz ihraç hatları projeleri bulunmaktadır.” Ayrıca Afganistan’ın stratejik konumu da önemli. İran, Hindistan ve Çin ile sınır komşusu. Daha da önemlisi; Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan ile komşu ve ortak dini paylaşıyor. Bu ülkeler de, Rusya ile sınır komşusu olan Kazakistan ile komşular.
ABD, ham petrolünün yüzde 51’ini, yani günde 19,5 milyon varil petrolü ithal etmekte. Enerji Enformasyon İdaresi’nin tahminlerine göre, 2020 yılında bu oran yüzde 64’e, yani günde 25,8 milyon varile çıkacak. Hazar bölgesi petrol rezervlerinin, Batı Sibirya ve Basra Körfezi’nin ardından, dünyanın üçüncü büyük rezervi olduğu söyleniyor. Önümüzdeki 15–20 yıl içinde bu bölge, Körfez petrolünü geride bırakabilecek. Hazar petrol ve gazı, bölgedeki tek hidrokarbon deposu değil. Türkmenistan’ın Karakum Çölü, dünyanın en büyük üçüncü doğalgaz rezervine (3 trilyon metreküp) ve altı milyar varil tahmini petrol rezervine sahip. Bugünkü tahminlere göre Hazar havzası, devasa gaz kaynaklarının yanı sıra, 200 milyar varil petrol içeriyor. Bu miktarın bugünkü değeri, 4 trilyon dolar. ABD’nin enerji ihtiyacını, en az 30 yıl karşılamaya yeterli.
Bu tablo ise, Afganistan işgali ile birlikte ABD emperyalizminin bugününü ve geleceğini nerede gördüğünün somut haritası durumunda. ABD’nin, petrolü bir güvenlik sorunu olarak görüp, onu her araçla korumak zorunda olduğunu, diğer etmenler, diğer değerler ne olursa olsun asıl belirleyici olanın petrol olduğunu yazımızın yukarıda ki bölümlerinde ortaya koymuştuk, ikisi birleştiğinde, ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslara müdahalede yeni bir dönemi başlattığını görebiliriz.
Orta Asya’da ABD açısından bir diğer önemli nokta da Pakistan. Afganistan işgali boyunca Pakistan’ı önemli bir dayanak olarak kullanan ABD, Orta Asya’da bu ülkeye önemli roller yükleyeceğinin de işaretlerini verdi. Afganistan işgalinde Hindistan yönetimi de ABD’ye destek verdi, ancak ABD, Pakistan’ın askeri yönetimi üzerindeki daha belirgin bir otoriteye sahip durumda. ABD’nin bölgeye müdahalesinin ilk aşamasının istikrarsızlık yaratmak olduğu düşünüldüğünde, Pakistan-Hindistan arasındaki çatışmanın kızışmasını da bu kapsamda görmek gerekiyor. İki ülke arasında uzun dönemden bu yana küçük çaplı sınır çatışmaları yaşanıyor. Her iki ülke de sınırlarına büyük askeri yığınaklar yapmış durumda ve hava kuvvetleri sürekli alarmda tutuluyor.
Bölge ülkeleri arasında yaşanan gerginlikler ve bölgede yaşanan her tür istikrarsızlık, ABD’nin bölgeye daha kalıcı olarak yerleşmesinin, askeri yığınak ve yeni üsler kurmasının bir dayanağı haline geliyor. Bu kapsamda ABD’nin bölgeye her müdahalesi çatışmaları ve gerginlikleri artırma yönünde oluyor. Bölge ülkelerinin egemenlerinin yaşanan istikrarsızlıkları kendi hesapları doğrultusunda kullanmak için birer fırsat olarak değerlendirmeleri ise, bölgeyi giderek daha fazla “patlamaya hazır bir bomba” haline getiriyor.
Pakistan Emek Partisi Genel Sekreteri Hindistan ve Pakistan arasındaki savaş gerginliğini şöyle değerlendiriyor: “Puan kazanmak için Amerikan oyununu oynamak istiyorlar. Tek çözüm yolu savaş… Amerika’nın Afganistan’daki savaşı, barış ya da sözde teröristlerden kurtuluş getirmedi. Aksine, dünya barışına yönelik tehditleri artırdı. Dünya, bir nükleer savaşa tarihte daha önce hiç olmadığı kadar yakın.”
ABD, Afganistan işgali ve sonrasındaki adımlarıyla Özbekistan ve Kırgızistan’a da üs kurarak bölgedeki egemenliğini genişletme peşinde. Her iki ülkede kurulan üslerin, başlangıçta geçici olduğu açıklanırken, Pentagon’un böyle düşünmediği ortada. Her fırsatta yeni savaş donanımlarını bu üslere yerleştiriyor. Kırgızistan’a kurulan ABD hava üssü, Çin topraklarından sadece 320 kilometre uzaklıkta ve ayrıca, Özbekistan’daki petrol yataklarına oldukça yakın.
Ayrıca ABD yönetimi, Afganistan saldırısı ile birlikte, GUUAM adıyla bilinen ABD güdümlü “bölgesel güvenlik paktı” projesini yeniden gündeme getirdi. GUUAM; Gürcistan, Ukrayna, Özbekistan, Azerbaycan ve Moldova’yı kapsaması planlanan bir bölgesel pakt. Askeri ilişkilerden siyasi “istikrar”a ve ABD’ye ekonomik bağımlılığa kadar bir dizi alanı kapsayan bu proje gerçekleşirse, Rusya’ya yönelik en ağır darbelerden biri indirilmiş olacak. GUUAM’ın en iddialı hedefi ise, üyelerini, enerji nakil rotaları açısından Rusya’ya bağımlılıktan çıkararak ABD’ye bağlamak.
11 Eylül saldırılarından önce tam 140 ülkede faaliyet yürüten ABD ordusu, 11 Eylül sonrası Afganistan işgali, öncesi ve sonrası attığı adımlarla, bu ülkelere Orta Asya ve Kafkaslarda Afganistan, Kırgızistan, Özbekistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ı da ekledi. Orta Asya ve Kafkaslara yönelik ABD müdahaleleri, ABD’li strateji kuruluşlarının önümüzdeki dönemin çatışmalarının Asya kıtası ekseninde gerçekleşeceği öngörülerine uygun olarak, Pentagon’un bu bölgeye “özel önem” verdiğini gösteriyor.
b) Ortadoğu ve Irak
Orta Asya ve Kafkaslara müdahalede Afganistan sadece bir basamak durumundayken, müdahalenin Ortadoğu ayağındaki basamağını oluşturan bir diğer katliam ve işgal de Filistin’de yaşanıyor. İsrail’in Filistin’e yönelik gerçekleştirdiği işgal ve soykırımı, sadece Siyonizm’in çıldırmış saldırganlığıyla açıklayabilir miyiz? Elbette ki hayır! ABD’nin buradaki açık desteği de gösteriyor ki, ABD emperyalizminin çok yönlü emperyalist saldırganlığının bir parçası olarak Kasap Şaron’un önü açıldı ve Filistin büyük bir yıkıma sürüklendi. Filistin işgalinden kısa bir süre önce Irak’a saldırı için Ortadoğu ülkelerinden açık destek arayan ABD yönetimi, bölgeye Dick Cheney’i gönderdi. Ancak ABD Başkan Yardımcısı istediğini alamadan geri döndü ve Ortadoğu’da ABD’nin açık işbirlikçiliğini yapan devletler de dahil Arap yönetimleri, ABD’ye “Irak’ı bırak Filistin’e bak” deyince, ABD emperyalizmi bölgedeki bir numaralı tetikçisi Şaron’u devreye sokarak, Filistin’le nasıl ilgileneceğini gösterdi. ABD desteğiyle başlayan ve süren Filistin işgali ve katliamlar, ABD’nin istediği yanıtı vermeyen Arap devletlerine bir gözdağı niteliği taşırken, İsrail Siyonizm’inin tarihi hayallerini gerçekleştirmek için de bir dayanak oldu. Ve bugün Filistin, ABD için ikinci bir Vietnam olma ihtimalini de içerecek bir pozisyonda direnmeye devam ediyor.
Şüphesiz Orta Asya’ya yönelik ABD müdahalesi, Ortadoğu ve Körfez bölgesinin petrol rezervleri ve enerji geçiş koridoru olarak öneminin geri plana itildiği anlamına gelmiyor. Aksine ABD, Irak’a yönelik müdahaleyi sürekli gündemde ve sıcak tutarak Ortadoğu ayağındaki hazırlıklarını da sürdürüyor. Başkan Yardımcısı Cheney’in ziyaretinden umduğunu bulamaması, ABD’nin Ortadoğu’daki pozisyonunun zayıflaması olarak yorumlanamayacağı gibi, ABD de, kendisinin bu bölgedeki otoritesinin Orta Asya ve Kafkaslara göre çok daha ileri düzeyde olduğunu bilmenin rahatlığıyla hareket ediyor.
Bu arada, ABD’nin “terörü destekleyen ülkeler” listesinde yer alan ve müdahaleye yakın olduğu ABD’li yetkililer tarafından sık sık dile getirilen Ortadoğu’ya yakın bir Afrika ülkesi olarak Sudan’ın güneyinde bulunan devasa petrol rezervleri de, ABD’nin iştahını her zaman kabartan konumunu sürdürüyor. Bu rezervler; Kanada, Çin ve Malezyalı petrol tekelleri tarafından çıkarılıyor. Söz konusu şirketlerin hisseleri, ABD mali piyasalarında işlem görmekte. Amerikan tekellerinin Sudan’da faaliyet yürütmesi, 1993’ten beri yasaklanmış bulunuyor. Ama bu şirketler, dolaylı yollarla Sudan petrolünü almaya devam ediyor.
C – Perde arkasındaki asıl hedef Rusya ve Çin
ABD’nin içeride ve dışarıda başlattığı emperyalist terör ve savaş yönündeki yürüyüşü ve yürürken yaptığı hazırlıklar, yazı boyunca ortaya konan görünürdeki hedeflerin dışında, asıl olarak, Rusya’nın bölgesel egemenliğini hedef alıyor. Gerek ABD’li gerek ABD karşıtı uzmanların, ABD’nin Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkaslardaki müdahalelerine ilişkin analizlerinde dönüp dolaşıp geldikleri yer, asıl Rusya olmak üzere, Çin’i de içine alan bir emperyalist dalaşta düğümleniyor.
ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslardaki yeni konumlanışı, Rusya ve Çin’in “arka bahçesi” olan bölgede “salyangoz satma” girişimlerini ifade ediyor.
Emperyalist ABD “İmparatorluğu”nun devasa ekonomik ve askeri gücü karşısında, tek başına Rusya veya Çin’in, ABD’yi püskürtecek bir açık karşı saldırıya geçişi mümkün gözükmüyor. Tarafların hepsi bunun bilincinde ve emperyalist hegemonya savaşı bunun bilincinde olarak sürüyor. Afganistan işgali, Irak’a müdahale hazırlıkları, İsrail’in Filistin işgali gibi ilhakçı ve sömürgeci girişimler, lojistik hazırlıklar ve düzenlemeler, Rusya’nın açık itirazına rağmen, ABD’nin açık bastırmasıyla, NATO’nun doğuya doğru genişlemesi girişimleri vb. ABD emperyalizminin direkt ve dolaylı bütün adımları, eski Sovyet cumhuriyetlerini, tıpkı eski Yugoslavya gibi ezme stratejisini hızlandırma kapsamında gerçekleşiyor. ABD emperyalizmi, Rusya ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerini zayıf ve NATO egemenliğindeki bölgeler halinde parçalarsa, Rusya’nın büyük zenginliğini yağmalamayı ve dünyanın diğer bölgelerinde, Rusya’dan çekinmeden istediğini yapabilecek konuma gelmeyi hesap ediyor.
Sovyetlerin, Gorbaçov döneminde yaşadığı dağılma ve uzunca bir zamanı kapsayan Yeltsin dönemi boyunca, ABD’nin eski Sovyet cumhuriyetleri ve Varşova Paktı üyesi ülkelere yönelik emperyalist yayılma politikaları, “barışçıl” politikalar temelinde sürdü. Ancak Putin’le beraber emperyalist Rusya burjuvazisi, Moskova’nın göbeğine ABD bayrağı dikme girişimine karşı kendi çıkarlarını merkez alan bir tutum izlemeye yöneldi. Bunun dönüm noktalarından birini IMF programlarının reddedilmesi ve borç ödemelerinin durdurulması oluşturdu. Putin ve Rusya burjuvazisinin bölgedeki egemenliğini güçlendirme girişimlerinin ABD’yi rahatsız etmesi uzun sürmedi. Yaşadığı bütün alt üst oluşlara rağmen Rusya, sadece olağanüstü büyük ve zengin bir ülke değil, aynı zamanda, ABD’nin dışındaki tek uluslararası nükleer güç olarak varlığını koruyordu.
Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki merkezi güç pozisyonunu yeniden ve daha ileri düzeyde inşa etme girişimleri ve Çin’le açık işbirliğine yönelmesi, ABD emperyalizminin karşısına hiç de yabana atılmayacak bir emperyalist rakip güç çıkarıyor. Rusya ve Çin arasında imzalanan askeri ve ekonomik stratejik işbirliği anlaşmaları, her iki ülkenin ABD’nin çıkarları karşısındaki pozisyonlarını güçlendirmelerine hizmet ediyor. Bütün bunlar, artık bölgede ABD’nin her adımına karşı, ABD çıkarlarına ters adımlar atan, dahası ABD adım atmasa da kendisi sürekli güçlenme peşinde olan bir Rusya ve onun göz ardı edilemez ortağı olan bir Çin’in varlığı anlamına geliyor.
Öyle ki Afganistan’ın işgaline doğrudan katılmayan Rusya, Afganistan’da pozisyon edinmek için devredeydi. Kabil ve Mezar-ı Şerif’in denetimine ilişkin haberi duyuran Rus gazetesi Vremya Novosti, haberi “Bizim Çocuklar Şehirde” diye vererek, Rusya’nın Afganistan’daki varlığına işaret ediyordu.
ABD, Kabil’in düşmesinin ardından çelişkili açıklamalar yaparken, Rusya memnuniyetini gizlemiyordu.
ABD’nin 11 Eylül’ü fırsat olarak değerlendirme çabaları, Rusya tarafından da kendisine muhalefet eden ülkelere açık baskı uygulama, askeri ve ekonomik müdahalesinin boyutlarını genişletme yönünde bir “rahat hareket etme olanağı” olarak görüldü, kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor. ABD’nin, Rusya ve Çin’in bölgesel çıkarlarını hedef alan girişimleri, her iki ülke tarafından da biliniyor ve çatışma henüz “başka aktörler üzerinden sürdürülen üstü örtük bir savaş diplomasisi” olarak sürüyor. ABD ile Rusya arasındaki bu “savaşın” en önemli ve dünya halkları açısından en tehlikeli olan ilk adımı, her iki ülkenin de “nükleer silah kullanan ilk taraf olmama” olarak özetlenen “Soğuk Savaş ilkesi”ni terk etmeleri oldu.
Şüphesiz bütün bunlar Amerika’nın daha atak, saldırgan ve “ben istediğimi yaparım” tehdidiyle hareket etmesi gerçeğini değiştirmiyor. ABD ve Rusya tekellerinin petrol ve enerji üzerindeki çatışmalarında bugün için ibre Rusya’nın avantajlı pozisyonuna işaret ediyor olsa da, ABD, “dünya emperyalist-kapitalist sisteminin öncüsü benim ve bu pozisyonumu yitirmemek için her şeyi göze aldım” diyen tutumuyla, Orta Asya ve Kafkaslarda açık bir hegemonya savaşından çekinmeyeceğini gösteren adımlar atmaya devam ediyor.
Açıktır ki, ABD ve Rusya arasında 1990 yılların başında, görünürde sağlanan “inter-emperyalist” veya “ultra-emperyalist” ittifakın yerinde yeller esiyor. Yüzyılın başında Lenin’in Kautsky’yi eleştirirken söylediklerini hatırlayalım: “Kapitalizmin var olmayı sürdürdüğü koşullarda ( ve Kautsky tamda bu koşulu saymaktadır), bu tür ittifakların uzun ömürlü olacağı, her türlü ve olabilecek her biçimdeki sürtüşmeyi, çatışmayı ve mücadeleyi dıştalayacağı ‘düşünülebilir’ mi?
“Bu soruya olumsuz yanıt vermek için soruyu açıkça ortaya koymak yeterlidir. Çünkü kapitalizm koşullarında, çıkarların, nüfuz alanlarının, sömürgelerin vb. paylaşılmasının temeli olarak, bu paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların gücü ise eşit bir biçimde değişmez, çünkü kapitalizmde tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi dalları ve ülkelerin eşit bir gelişimi olanaksızdır. Kapitalist gücü o dönemdeki İngiltere’nin kapitalist gücü ile karşılaştırıldığında, yarım yüz yıl önce Almanya, zavallı bir hiçti; aynı şekilde Japonya’nın Rusya karşısındaki durumu da farklı değildi. Emperyalist güçler arasındaki güçler dengesinin on, yirmi yıl sonra hiç değişmeksizin aynı kalacağı ‘düşünülebilir’ mi? Kesinlikle düşünülemez.
“Yavan, dar kafalı İngiliz papazlarının ya da Alman ‘Marksist’i’ Kautsky’nin hayallerinde değil ama kapitalizmin gerçeğinde, ‘inter-emperyalist’ veya ‘ultra-emperyalist’ ittifaklar bu nedenle -bu ittifaklar hangi biçimde kurulmuş olursa olsun; ister emperyalist bir koalisyona karşı başka bir koalisyon biçiminde, ister bütün emperyalist güçlerin genel bir ittifakı biçiminde olsun- zorunlu olarak yalnızca savaşlar arasındaki ‘soluklanma’ molalarıdır. Barışçı ittifaklar savaşlara zemin hazırlar ve kendileri de savaşlardan doğarlar; dünya ekonomisi ile dünya politikasının emperyalist bağlantıları ve değişken ilişkilerinin, bir ve aynı temeli üzerindeki barışçı ve barışçı olmayan mücadele biçimlerinin nöbetleşmesini yaratarak birbirlerini koşullarlar.”(5)
ABD ile ikili veya tek tek Rusya-Çin arasındaki ilişkinin barışçı ve barışçı olmayan biçimlerinin birbirini koşullayan nöbetleşmesinde “barışçı” dönemin “savaşçı” döneme yerini bıraktığını söylemek için yeterli somutlukta olgu ve olay var sanırız.
D- AB’nin liderleri Almanya ve Fransa’nın durumu
11 Eylül’ün ardından Almanya ve Fransa, “uluslararası terörizme karşı mücadele”de ABD’nin yanında olduklarını, yaşanan saldırının sıcaklığının ağırlığıyla açıkladılar. İngiltere ise, ABD’nin, Avrupa Biriliği (AB) içerisindeki “biricik emperyalist dostu” olarak en büyük desteği vereceğini ilk duyuran ülke oldu. İngiltere, bu tutumunu, Afganistan işgali, İsrail’in Filistin’i ilhakı ve soykırımı konusunda da devam ettirdi.
ABD’nin Afganistan’ı “düzlemesi” ve yeni bir işbirlikçi hükümetin kurulması sürecinin başlamasıyla birlikte Almanya, Fransa, Kanada ve Avustralya, Afganistan’a asker gönderme yarışına girdi. AB ile Almanya ve Fransa “devre dışı” pozisyonlarını ABD’nin yanında “kısmen devrede” düzeyinde tuttular ve bu bugün de sürüyor. Ancak bu durumun ortaya çıkmasında, Almanya ve Fransa’nın kendi tutumlarından daha çok Amerika’nın “siz bilirsiniz” tutumu belirleyici oldu.
Alman Der Spiegel dergisinin ABD’nin eski güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski ile yaptığı ve Afganistan’daki savaş, Ortadoğu’daki gelişmeler, Avrupa-ABD ilişkilerini kapsayan röportajı, sürece ilişkin, AB’nin, Almanya ve Fransa’nın konumu ve ABD’nin buna bakışını genel olarak ortaya çıkarıyor. Röportajda Brzezinski, “Almanya gibi bazı ülkelerde durum başka gözüküyor. Teröre karşı savaşta Avrupa ne kadar önemli?” sorusuna “Avrupalılar’dan bahsetmek çok zor. Bu savaşta Avrupa yok, sadece Avrupa devletleri var. İngiltere örneğin, operasyona katılıyor. Ve böylece bizim hareketimiz de ciddi bir etki kazandı. Daha önce ‘Güvenlik politikasında bağımsız, dünya çapında rolü olan bir Avrupa’ konusunda büyük laflar eden diğerleri, şimdi ürkek davranıyor” yanıtını veriyor. Almanya’nın 3900 asker gönderme sözü verdiğinin hatırlatılması üzerine de, “Bu harika tabi. Diğer taraftan 11 Eylül’den beri tam iki ay geçti. Yine de 3900 asker iyi. Zaten, bizim en önemli dostlarımızın zaman içinde daha güçlü katılacaklarından kuşkum yok. Ama o durumda, örneğin Amerikalı askerlerle beraber çalışmada zorluklar gibi bazı pratik sorunlar çıkabilir.”
Brzezinski, “Sonuçta Amerikalılar her şeyi tek başlarına yapmayı tercih etmezler miydi?” sorusuna ise, “Elbette kendi birliklerine komuta etmek daha kolay. Gerçekten en önemli olan görevler ABD tarafından tek başlarına çözülmek zorunda. Bu bir yandan işin gerçekliği, ama öte yandan insan kendini biraz yalnız hissediyor” diye karşılık veriyor.
Der Spiegel Brzezinsk’ye, başta Almanya olmak üzere AB’nin rahatsızlığını ifade eden şu soruyu soruyor; “Bush hükümetinin başından bu yana, hiçbir şey Avrupalıları, bu tek yanlı hareket kadar kızdırmadı. Şimdi ise birdenbire ortaya bu dünya çapında ittifak çıktı. Bu aniden keşfedilen çok taraflılık gerçekte, gösteriden daha fazla bir şey mi?” Brzezinski’nin yanıtı ise, ABD’nin rahatsızlığı ve meydan okuyuşunu açıkça ortaya koyar nitelikte: “Bu çok taraflılık değil. Günümüzde yaşanan, dünya siyasetinde Amerikan ağırlığının ifadesinden başka bir şey değil. Washington’a kimlerin geldiğine şöyle bir bakınız: Dün Mısır devlet başkanı, bugün Fransız. Sonra İngiltere başbakanı ve ardından Putin, Alman başbakanı yakında yine gelmeyecek miydi? Listenin sonu yok. Birçok hükümet açısından, yeni durum karşısında açık ki, Amerika’nın istikrarsızlaştırılması mümkün olsaydı, dünya anarşi içine düşerdi. Ve hepsi de bundan korkuyor. Bu da dünyanın tek kutuplu olduğunu ve bu gücün de ABD olduğunu gösteriyor.”
ABD’nin, dünyanın tek hâkimi olarak hareket etmesinin Almanya ve Fransa tarafından tepkiyle karşılandığı bir gerçek. Ancak ne Almanya’nın ne de Fransa’nın ekonomik ve askeri gücü, ABD’ye karşı bu rahatsızlığını açık bir “reddediş” ya da “baskı” olarak gündeme getirmesine olanak tanıyacak düzeyde değil. Birçok konuda ortak çıkarlar etrafında hareket eden AB burjuvazisi ise, ABD söz konusu olduğunda, aynı tutumu takınamıyor.
Almanya ve Fransa ikilisinin AB’yi merkezi bir emperyalist güç konumuna getirmek, AB tekellerinin ekonomik ve siyasi çıkarlarını Almanya ve Fransa mali oligarşisinin çıkarları ekseninde yeniden yapılandırmak doğrultusunda attığı ekonomik ve askeri adımlarda belirli bir mesafenin kat edilmiş olması, bu gerçeği değiştirmiyor. 2002’nin Şubat ayında AB üyesi ülkelerin tek para sistemine geçişinin başlaması, AB içerisinde “Merkez Avrupa” oluşumunun kurulmasına yönelik girişimler, NATO’dan bağımsız olarak AB ortak güvenlik sisteminin oluşturulması ve Avrupa Ordusu’nun kurulması girişimleri, Almanya ve Fransa’nın, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra ABD öncülüğünü kabul etmek zorunda kalan pozisyonlarını değiştirmeye yönelik adımlar olarak dikkat çekti. Dahası son on yıl içerisinde, Almanya ve Fransa devlet adamlarının “ABD eskisi gibi kendisinin tek güç olduğunu düşünmemeli” yönlü açıklamaları, ABD’nin mutlak önderliğini ilelebet tanıyacakları gibi bir durumun olmadığının vurgulanmasına yönelikti. AB içerisinde İngiltere’nin hemen her zaman, İtalya ve Yunanistan’ın ise kimi konularda, Almanya ve Fransa’nın değil ABD’nin yanında yer alan tutumlarının sıklaşması da, işin bir başka boyutu.
Bu tablo, en azından henüz, ABD’nin Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslarda sürdürdüğü operasyonun karşısında, Almanya ve Fransa’nın üçüncü bir aktör olarak cepheden müdahale etmesini engelliyor. Emperyalist ABD “İmparatorluğu”nun devasa gücünün bu ülkeler tarafından bilinmesinin caydırıcılığı hala sürüyor. Bu durumun ilelebet sürmeyeceğinden ve sözü edilen bölgelerde ABD’nin girdiği çatışmaların orta vadede yıpratıcı olacağından kalkarak; süreci, askeri ve ekonomik açıdan güçlenme, içeride tıpkı ABD’nin yaptığı gibi polis devleti uygulamaları ve düzenlemelerini artırarak konumlarını sağlamlaştırma yönünde değerlendirmeyi tercih ediyorlar. NATO’dan bağımsız hareket edebilecek bir Avrupa Ordusu’nun kuruluşunun biran önce gerçekleşmesine yönelik AB yetkililerinin açıklamalarının son günlerde arka arkaya gelmesi, bu açıdan dikkate değer.
Bugün için henüz ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslarda emperyalist hegemonyasını yeniden tahkim etme girişimleri, Rusya ve Çin’i pratik-güncel olarak tehdit ettiği kadar AB’yi, Almanya ve Fransa’yı tehdit ediyor gözükmüyor. Ancak bu durumun çok da uzun sürmeyeceğini, ABD emperyalizmi ile Almanya ve Fransa’nın emperyalist çıkarları arasındaki çelişki ve çatışmaların daha da belirginleşeceğini söylemek kehanet olmayacaktır.
Çünkü “Tekelci ve emperyalist aşamasına vardığında kapitalizm, genel olarak ‘olgunlaşmakla’; bağrındaki emek sermaye karşıtlığının ‘ağırlaşması’, ‘gericilik’ ve ‘şiddet’ eğiliminin ‘yoğunlaşması’ ile kalmaz, yeni ‘uzlaşmaz karşıtlıkların ortaya çıkmasına da yol açar. Sermaye ihracı ile gelişen kapitalizmin ‘geri’ ülkelerdeki burjuvazinin bir kesimine tekelci ve işbirlikçi bir karakter kazandırması ve kendi ‘eşit olmayan sıçramalı gelişme’sinin sonucu değişen güç ilişkilerine göre paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması gereğinin doğması, bu karşıtlıkların önemli iki sonucu olmuştur. Emperyalist ülkelerle sömürge ve bağımlı halklar arasındaki ve emperyalist tekeller ve devletlerin kendi aralarındaki uzlaşmaz karşıtlıklar, bu yeni karşıtlıkların önde gelen ikisidir. Kapitalizm, dünyanın fethini tamamlar; ama ne var ki, onu; kendini devrimci bunalımlara, savaşlara, iç savaşlara ve ölüme götürecek karşıtlıklar yumağına çevirmekten de kaçınamaz.”(6)
Sonuç olarak; bütün dünyaya yayılmış olan ABD emperyalist sermayesinin güncel çıkarları, kendisini genişletilmiş düzeyde yeniden üretme ihtiyaçları, sömürge ve bağımlı ülkeler ile emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaları yeni bir boyuta taşımadan karşılanabilir durumda değil. Bunun için, 11 Eylül’ü bahane eden ABD emperyalist “imparatorluğu”, “uluslararası terörizme karşı mücadele” adı altında emperyalist yeniden paylaşım kapsamında bir operasyon yürütüyor. Bu, bütün dünyanın yeni bir emperyalist paylaşım savaşıyla açıktan tehdit altında olması demek.
Bu tablo, yüz yılın son çeyreğinde “Yeni Dünya Düzeni” ve “küreselleşme” adı altında sürdürülen her türden “inter-emperyalist” ya da “ultra-emperyalist” propaganda ve tezlerin vaat ettiği, “emperyalizmin mutlak egemenliğinde bir dünya barışı” yaygarasını tuzla buz ediyor. New York Times yazarlarının başını çektiği “yeni emperyalizm” anlayışıyla, emperyalist ABD “imparatorluğu” bütün dünyaya, “son bir kez daha benim öncülüğümde Anglosakson emperyalizminin yıkıcılığına boyun eğin. Sonra dünyaya barış ve refah egemen olacak” diye sesleniyor.
Böyle bir dünyayı, kırın ve kentin bütün yoksullarının, emekçilerin ve gençlerin işçi sınıfı etrafında birleşerek; emperyalist sömürü zincirinin en zayıf halkalarından başlayıp, kırıp, dağıtmaktan başka hangi devrimci güç ve eylem düzlüğe çıkarabilir ki?
Dünyaya barışı ve refahı egemen kılmanın başka bir yolu yok.

Dipnotlar:
1 Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm – Evrensel Basım Yayın
2 Bu bölümdeki veriler Wall Street Journa’e ait- Aktaran Milliyet gazetesi
3 Evrenin Efendileri, Derleyen: Tarık Ali, OM Yayınevi
4 Bu bölüme ve kullanılan verilere ilişkin bakınız; a.g.e
5 Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm-Evrensel Basım Yayın
6 A.g.e. Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı adına yazılan önsözünden.

Güçlü bir demokrasi cephesi için; değişen koşullar ve yeni olanaklar

Demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi, bunun için de demokrasi güçlerinin birleşik, ortak mücadelesinin zorunluluğu genel kabul gören bir olgudur. Bugün az çok gerçek bir demokrasiden yana olan işçi, emekçi, kadın, genç, aydın, sanatçı kime sorsanız, size, demokrasi güçlerinin birleşmesi ve ortak mücadele etmesinin öneminden, bunun acil bir ihtiyaç olduğundan söz eder. Hatta bulundukları toplumsal konum, siyasal bilinç ve tecrübeleri oranında bunun gerçekleşmemiş oluşunu sorgulayıp, demokrasiden yana olduğunu düşündükleri parti, örgüt veya kurumları, onların öne çıkan temsilcilerinin tutumlarını eleştirirler.
Bu tablonun genel olarak her dönem için az çok geçerli olduğu söylenebilir ve bu yanlış olmaz. Ancak, her zamankinden farklı olarak, içinden geçtiğimiz dönemin, birçok açıdan kendine has siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarının, sorunlarının, tartışmalarının, demokrasi güçlerinin birleşik ve ortak mücadelesine olan ihtiyacı ve beklentileri artırdığı, üzerinden atlanamayacak bir gerçeklik. Özellikle son bir yıl içerisinde yaşanan, toplumun günlük hayatını derinden etkileyen ve ortaya çıkardığı sonuçlar itibarı ile kendinden önceki maddi-toplumsal koşulları ciddi anlamda değiştiren iç ve dış siyasi olaylar bugünün özgün durumunun temelini oluşturuyor.
Bunların en çok öne çıkan ve dünün koşullarına göre hareket etmeyi imkânsız hale getirenlerini, kronolojik olarak ortaya çıkışlarına, birbirlerini etkileyiş ve tetikleyişlerine göre, olabildiğince özetleyerek şöyle sıralayabiliriz.

1 – Dış politikada inkâr edilemez çöküş
Şüphesiz burada egemen sınıfların ve hükümetin dış politikasının bugün geldiği noktayı ayrıntılarıyla ele almak mümkün değil. Daha çok konumuzla ilgili yönü açısından bir durum tespiti ile yetineceğiz.
Egemen sınıflar ve hükümet cephesi, sistemin yeniden yapılandırılmasını temel alan muhafazakâr-liberal politikalarına halkı yeniden ve yeniden yedekleyebilmek için dış politikalarını en önemli propaganda malzemesi olarak kullandılar. Özellikle 2007’den sonra çok yönlü, kesintisiz ve gürültülü bir propaganda başlattılar ve günümüze kadar getirdiler. Bu propagandaya göre; Türkiye’yi “bölgesel güç”, “lider ve model ülke” yapacak aktif dış politikayla, dünyanın ve bölgenin bozulan/değişen dengelerine en uygun adımlar atılacak ve Türkiye zenginlik, refah ve İslam ülkeleri hinterlandı içerisinde egemenlik açısından hak ettiği yeri alacaktı. Ancak özellikle son bir yıldır dış politika alanında yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkardıkları sonuçların, bu propagandanın etki gücünü, gündeme geldiğinden bu yana en zayıf düzeye çektiğini söyleyebiliriz. “Komşularla sıfır sorun” deyip, sorunu olmayan komşusu kalmayan bir egemen sınıflar Türkiye’si, içeride ve dışarıda herkesin en çok dile getirdiği ve dış politikanın sözde yapıcılarının bile reddedemediği bir gerçekliktir. Suriye ve Mısır başta olmak üzere, İran, Irak, Tunus ve Libya gibi Türkiye’nin uzak ve yakın kara ve deniz komşularıyla olan sorunları büyüyor. Resmi rakamlara göre, Türkiye’nin bu durumdan dolayı sadece ekonomik kaybının 40 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Yani Türkiye egemen sınıfları ve hükümet cephesi dış politikada inkâr edilemez bir çöküş yaşıyor. Toparlanma tartışmaları ise, başta kendi aralarındaki gerilim ve çatışmalar olmak üzere, bölgesel güç merkezleri ve batı ile doğunun büyük emperyalist güç odakları ile ilişkilerini de doğrudan etkiliyor. Artık egemen sınıflar ve hükümet cephesinde dış politika çizgisinde tutarlı, uyumlu ve aktif bir mutabakattan söz edilemez. Bırakalım büyük sermaye çevreleri, cemaat ve hükümet içerisindeki gerilimi, sadece Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın günlük politik açıklamalarındaki “biri Hanya’ya biri Konya’ya” değerlendirmeler bile bunun görülmesi açısından yeterlidir.

2 – “Müzakere süreci ve demokratik siyaset” dönemi
Ocak ayından bu yana Türkiye, Kürt sorunundaki çözümsüzlük nedeniyle günlük hayata hâkim olan çatışma, kışkırtma ve gerilimlerin dışına çıkarak, barış ve çözüm tartışmalarının öne çıktığı bir sürece girdi. “Silahlı mücadele döneminin kapanıp, demokratik siyaset dönemine geçildiğini” ilan eden Abdullah Öcalan’ın açıklaması ve İmralı’da süren görüşmelerle, Kürt sorunun çözümünde bir müzakere döneminin başladığının ilan edilmesi Türkiye’nin günlük hayatında yeni bir iklim yarattı. Özellikle hükümet cephesinin somut adım atmaması, CHP ve MHP’nin ise barışa değil, savaşa hizmet eden tutum ve açıklamaları bugün hala bıçak sırtı bir zeminin varlığına işaret etse de, bu iklimin çeşitli zikzaklara rağmen devam edeceğini söyleyebiliriz. Bugün artık Türk ve Kürt halkının büyük çoğunluğunun Kürt sorununda, diyalog ve barışçıl bir çözümden yana olduğunu ulusalcı, statükocu, ırkçı, faşist çevreler bile reddedemez durumdadır.
Hükümetin özellikle son günlerde “2. Sessiz Devrim” propagandasıyla şişirdiği “demokrasi paketi” hazırlıkları, bu süreç açısından nasıl bir etki yaratacak, bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ancak bugünden, hükümetin hazırladığı paketin Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, gençlerin, işçi ve emekçilerin sınıf bilinçli ileri kesimlerinin demokratikleşme talep ve beklentilerine yanıt vermekten uzak olduğu görünüyor. Dahası, yapılan açıklamalar ve kamuoyuna yansıyan bilgiler, paketin, hükümetin adı geçen kesimler başta olmak üzere, bütün bir toplumu bölme, saflaştırma, kendisine karşı oluşan tepki ve güvensizliği durdurma, iç çelişki ve çatışmaları aşmada yeni bir hamle yapma ve hepsinden de önemlisi Başbakan Erdoğan’ın mevzisini güçlendirme amacıyla gündeme getirildiğine işaret ediyor. Tıpkı geçmişin açılım-paket-proje siyaseti ve 12 Eylül referandumunda olduğu gibi, toplumun demokrasi ve barış isteyen, bekleyen büyük kesimini, yeniden hükümetten bir demokratikleşme beklentisi içerisine çekmeyi amaçladığını söylemek sanırız bugünden bir gerçeği ifade etmek olur.
Özetle, Kürt sorununda müzakere ve demokratik siyaset sürecinin yılın başından beri yarattığı toplumsal ve siyasal koşullar, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi açısından olumlu bir ortam, ilerletici dayanaklar ve koşullar ortaya çıkarmıştır.

3 – Haziran halk direnişi

Demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi konusunda son bir yıl içerisinde ortaya çıkan yeni olanaklar açısından en önemli gelişme, Gezi Parkı Direnişi ile başlayıp hızla bütün ülkeye yayılan Haziran halk direnişidir. Halkın büyük kendiliğinden patlaması ve ardından gelişen direniş sürecine dair neden-sonuç bağlamında birçok şey söylendi. Dergimizin sayfalarında da, yazılı ve sözlü işçi basını başta olmak üzere birçok farklı platformda da oldukça değerli ve yol gösterici değerlendirmeler yapıldı, yapılmaya devam edecek. Ancak burada konumuzla bağlantısı açısından dikkat çekilen birkaç yönü paylaşmakla yetineceğiz.
Egemen sınıflar cephesi ve hükümet yıllardır “kahrolsun eski düzen” propagandası eşliğinde sistemin “reform ve demokrasi öncüsü” olduğu iddialı rüzgâr estiriyor. Halk kitlelerini aldatma, baskı altına alma, beklentiye sokma ve bir biçimde yedekleme siyasetinin bu “AKP’li hali”nin ne kadar etkili olduğu gerçeği çeşitli örnekleriyle yakın geçmişte yer aldı. Haziran halk direnişi ile bu egemen politika kuşatması yarılmış, demokrasi mücadelesinde geçmişin birikimi ile birlikte değerlendirilmesi gereken yeni bir dönem başlamıştır. Artık egemen sınıflar ve hükümet cephesinin “kahrolsun eski düzen” sloganı etrafında siyaset kurup, halk kitlelerinin eğilimini buna göre şekillendirme dönemi büyük oranda kapanma sürecine girmiştir. Halk kitlelerinin esas eğilimi, kurulan “yeni düzenin” sorgulanması, baskıcı ve yıkıcı sonuçlarına karşı tepki gösterilmesi, demokratik haklar ve özgürlükler için mücadele edilmesi yönündedir.
Yine egemen sınıfların ve hükümetin yıllardır sistemin yeniden yapılandırılmasına esas teşkil eden muhafazakar-liberal ittifak ve politikalarının “reform ve ileri demokrasi” şalını alaşağı edip, AKP Hükümeti’ni sistemin en baskıcı ve gerici mihrakı olarak ortaya yere atması, Haziran halk direnişinin bir başka önemli sonucu olmuştur. Bu, aynı zamanda, halk yığınlarının egemen politikalara karşı belli başlı yönleriyle de olsa biriktirdiği tepki ve öfkenin büyüklüğünün, demokrasi mücadelesinin maddi-toplumsal temelinin yaygınlığının ve gücünün de dışa vurumudur.
Haziran halk direnişi, uzun zamandır demokrasi mücadelesi açısından lokal, istikrarsız ve zayıf olan batı merkezli mücadele ve eylemlerin yarattığı olumsuz havayı temelden sarsmıştır. Özellikle “Her yer Lice, her yer direniş”, “Diren Lice Taksim seninle” vb. sloganlarla, Gezi Direnişi’nde katledilen gençlerle, Lice’de katledilen Kürt gencini yan yana koyarak, BDP ve Türk bayrağı taşıyan gençlerin polis terörüne karşı el ele tutuşan fotoğrafını tarihe not düşerek, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi açısından ortaya çıkan yeni durumun hem kendisi, hem de dayanağı ve göstergesi olmuştur.
Bütün bunlara, elbette, direnişin ardından ortayı çıkan park forumlarını, mahalle meclisleri temelinde örgütlenme eğilimini, özellikle Hükümet’in ilan ettiği “Eylül sendromu” na rağmen tribünlerden yükselen sesleri ve devlet-polis terörüne rağmen hakkını dile getirmek için sokağa çıkma eğiliminin devam etmesini de eklemek gerekir.

4 – Egemen sınıflar cephesindeki çelişki ve çatışmalar
Egemen sınıflar ve hükümet cephesi yukarıda özet olarak sıraladığımız iç ve dış politikada yaşanan tarihi nitelikteki olaylar ve gelişmeler nedeniyle önemli yaralar almıştır.
Başta hükümetin içeride ve dışarıda savaş politikalarında ısrar etmesi, dış politikasının esas olarak Suriye’ye çarparak çöküş sürecine girmesi; Kürt sorunu, laiklik, basın özgürlüğü, eğitim politikaları başta olmak üzere demokratik hak ve özgürlükler konusunda halkın beklentilerine yanıt verilmemesi ve nihayetinde sistemin restorasyonu üzerinde kurulan “yeni düzen”in her geçen gün baskıcı, yasakçı ve otoriter politikalarla şekillendiğinin daha görünür hale gelmesi, bunun belli başlı nedenlerini oluşturdu.
Gelinen noktada, egemen sınıflar ve AKP Hükümeti’nin oluşturduğu liberal-muhafazakâr ittifak, iç gerilimler ve çatışmalara açıktan açığa sahne oluyor. Ancak hükümet bir yıpranma, iç çatışma ve gerileme sürecine girmiş olsa da, henüz halktan aldığı destekte büyük bir gerileme görülmüyor. Koşullar daha çok hükümetin halk nezdindeki itibar ve güç kaybına neden olacak unsurların artığına işaret ediyor. Hükümetin işinin düne göre oldukça zorlaştığını gösteriyor.
Egemen sınıflar ve hükümet cephesinde yaşanan iç çatışma ve gerilimler nasıl bir seyir izleyecek? Hâkim sınıflar cephesindeki arayışlar nasıl sonuçlanacak? Hükümet kendi iç dengelerini yeniden ne kadar kurabilecek ve AKP etrafındaki ittifak tek parça olarak ne kadar kalabilecek? CHP, sistemin alternatifi bir düzen partisi olarak kendisini ne kadar güçlendirebilecek, bu yöndeki adımları sonuç verecek mi? Muhafazakâr-liberal ittifaka karşı, sol-liberal bir ittifak odağı olabilecek mi?
Elbette bütün bu soruların yanıtları sadece egemenler cephesinin iç ilişkilerine, dengelerine ve onların uzlaşma tercihlerine göre verilmeyecek. Emek, barış ve demokrasi güçlerinin mücadelesi de gidişatın yönünde tayin edici bir etkiye sahip olacaktır. Bunun için de demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi her zamankinden daha acil ve önemlidir.

A) BAHANELERDEN KURTULUP SOMUT ADIM ATILMALI
Burada sıraladıklarımız ve daha da fazlası, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi için değişen koşullar ve yeni olanakların neler olduğuna ana hatlarıyla işaret ediyor. Sadece bu kadarı bile, güçlü bir demokrasi cephesi ihtiyacının, onun değişen ve yeni koşullarının görülebilmesi açısından sanırız yeterince veri sunuyor.
Ancak bunların ortaya konulması ve az çok herkes tarafından kabul ediliyor olması, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi açısından somut, pratik ve ileri adımlar atmak için yeterli olmuyor. Bugün bu ihtiyacı karşılama sorumluğuyla yüz yüze olan çevrelerde öne çıkan bazı gerekçeleri irdelemek ve açıkça sorgulamak gerekiyor.
Geniş bir demokrasi cephesinin oluşması, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi konusunda en çok öne çıkarılan gerekçelerin başında, ideoloji-program farklılıkları geliyor. Bu, başlı başına daraltıcı, bugün demokrasi mücadelesinin ilerletilmesinin orta yerde duran görev ve sorumluluklarının yerine getirilmesinden kaçmak dışında hiçbir sonuç doğurmayan bir gerekçedir. Meseleye ideolojik-program birliği çerçevesinde yaklaşmak, daha başında, bu güçlerin bir araya gelmesinin zeminini büyük oranda ortadan kaldırıyor. Oysa demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi için, en geniş demokrasi cephesinin oluşması için, ideolojik-program birliği değil, en acil ve asgari demokratik talepler etrafında bir araya gelmek ve bunu kabul ederek işe başlamak gerekir.
Bu gerekçeye bağlı olarak öne sürülen ikinci gerekçe ise; “sol ittifak, sol birlik ya da sol cephe” önerisi ve tartışmalarıdır. Bu yaklaşımın da geniş bir demokrasi cephesi anlayışıyla bağdaşmadığı, darlaştırıcı olduğu açıktır. Bugüne kadarki bütün iyi niyetli çabalardan bir sonuç alınamamış, hatta bugünün ihtiyacına yanıt vermediği ve veremeyeceği büyük oranda pratik olarak görülüp paylaşılmışken hala bunda ısrar etmek, topu taca atmaktan, bahane bulmaktan başka bir anlam ifade etmez.
Üçüncü en önemli gerekçe ise, Kürt hareketinin yaklaşımının ve gücünün geniş bir demokrasi cephesinin oluşmasını olumsuz etkilediğidir. Elbette bu ayrıntılı değerlendirmeyi gerektiren bir konudur. Kürt sorununun ve bugüne kadar devletin, hükümetlerin izlediği ırkçı ve imhacı politikaların yarattığı yargıların, geriliklerin özellikle Türk kökenli halk kitleleri içerisindeki etkisi nedeni ile birçok zorlukla karşılaşıldığı ve karşılaşılacağı doğrudur. Ancak Kürt siyasi hareketinin içerisinde yer almadığı bir demokrasi cephesinin hiçbir açıdan geniş bir demokrasi cephesi ihtiyacına yanıt vermeyeceği ve dahası böyle bir cephenin demokrasi cephesi olamayacağı açıktır. Bugünkü koşullarda Kürt siyasi hareketinin kendi isteğiyle bile olsa yer almayacağı bir demokrasi cephesinin eksik, dar ve en önemli dayanaklarından birisinden yoksun olacağı kabul edilmeden, demokrasi mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt vermek mümkün olmaz, olamaz.
En çok öne sürülen gerekçelerin dördüncüsü ise, sendikaların, emek ve meslek örgütlerinin, çevre örgütlerinin, sanatçı örgütlerinin, siyasi açıdan heterojen bir yapıya sahip oldukları için, siyasi, parti ve örgütlerle birlikte ortak bir demokrasi cephesinde kurumsal olarak yer almalarının mümkün ve doğru olmadığıdır. Siyasi parti ve örgütlere, daha çok “siz bir araya gelin, biz destekleyelim” yönlü kolaycı yanıtlar verilmektedir. Uzatmadan söyleyelim; eğer acil ve asgari demokratik taleplerin elde edilmesi için demokrasi güçlerinin bir araya gelmesi ve ortak mücadele etmesi ihtiyacına bu gerekçeyle yanıt verilmiyorsa, zaten demokrasi mücadelesine ihtiyaç duyulmuyor demektir. Kaldı ki, sadece yakın dönemde, demokratik talepler için yapılan eylemler ve kurulan mücadele platformlarının bileşimlerine bile bakıldığında, böyle bir gerekçeye sığınmanın Türkiye’nin emek, barış ve demokrasi güçlerinin birikimine yakışmayacağı görülecektir. Bu arada, hükümette olanından muhalefette olanına kadar bütün düzen partilerinin temsilcilerinin bu kurumalarda kendi siyasetlerini yapmakta ne kadar istekli oldukları gerçeği de ortada dururken, bu gerekçeler ne kadar anlamlı olabilir?
Sonuçta bütün bu gerekçelerden veya bahanelerden kurtulup, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin gerektirdiği bilinç ve sorumlulukla hareket etmek herkesin yararına olan tek yol ve tutumdur.

B) HDK DENEYİMİ, GÜÇLENMESİ VE YENİDEN ÖRGÜTLENMESİ
Bütün eksikliklerine ve zayıflıklarına rağmen Halkların Demokratik kongresi (HDK), demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi açısından bugünün tek pratik oluşumu durumundadır.
Bugüne gelen sürecin ilk adımları, esas olarak 2002 seçimlerinin hemen öncesinde, o zaman Kürt siyasi hareketinin legal partisi olan DEHAP ile EMEP’in öncülüğünde oluşan Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’yla atılmıştır. Aradan geçen yıllar içerisinde bu blok deneyimi çeşitli biçimler alarak ilerlemiş, ama esas olarak seçim dönemleriyle sınırlı kalmıştır. Son olarak Haziran 2011 Genel Seçimleri sürecinde de bir güç birliği ve blok oluşmuştur. Bloğun elde ettiği seçim başarısı, demokrasi güçlerinin daha kalıcı ve seçime endeksli olmayan bir demokrasi cephesi oluşturması ve ortak mücadeleyi ilerletmesi açısından önemli bir dayanak yaratmıştır. İşte Halkların Demokratik Kongresi bu birikimin üzerinde örgütlenmiştir.
HDK bugün açısından Türkiye’nin bütün demokrasi güçlerini asgari oranda kapsayan ve onların birliği ve ortak mücadelesine yön veren güçlü bir odak olamamıştır. Bunun objektif ve subjektif nedenlerinden söz edilebilir. Kaldı ki gerek HDK etrafında birleşen güçler, gerekse de çeşitli gerekçeler öne sürerek HDK içerisinde yer almaktan geri duran kesimler bu nedenleri sorgulamakta ve tartışmaktadır. Bu sorgulama ve tartışmalarda öne çıkan unsurlar, bütün demokrasi güçlerini kapsayan bir birliğin ve ortak mücadele cephesinin kurulması konusunda somut adımların atılması ve ilerleme sağlanmasının önündeki engeller olarak, yukarıda öne sürülen gerekçelerin özü itibarı ile aynıdır. Ancak gerek HDK’nın mevcut bileşenleri, gerekse HDK dışında kalan ama geniş bir demokrasi cephesinde yer alması gereken kesimlerin (siyasi parti, kurum, sendika, meslek örgütleri, inanç, çevre ve kadın örgütleri, sanatçı ve aydın örgütleri vb.) mevcut durumun nedenlerini sorgulama ve tartışmakla yetinemeyeceği açıktır. Ne yapılabileceği ve yapılması gerektiği konusunda da somut öneriler sunmak ve adım atmak durumundadırlar. İllerden başlayıp merkeze doğru ilerleyecek şekilde ülke genelinde yeni bir süreç mi başlatılacaktır, yoksa merkezi bir konferans toplanıp, platform açılıp buna bağlı olarak yerellere doğru adımlar mı atılacaktır ya da daha farklı bir yöntem mi izlenecektir? Bütün bunlar konusunda önümüzdeki dönemde mutlaka somut bir çerçeve oluşturup harekete geçmenin zorunluluğu orta yerde durmaktadır.
HDK’nın özellikle Haziran halk direnişinin ortaya çıkardığı yeni koşullar ve olanaklar ile “müzakere ve demokratik siyaset süreci” eksenindeki mücadelenin ortak bir hatta ilerlemesi için atılması gereken adımlar konusunda başlattığı tartışma önemlidir. Ancak henüz gerek kendi cephesinden, gerekse dışındaki güçler açısından yeteri kadar derinlik ve somutluk kazandığını söylemek mümkün değildir. Kaldı ki HDK’nın attığı kimi somut adımları ve yaptığı çağrıları gerekçe göstererek “biz zaten üzerimize düşeni yapıyoruz, bırakalım dışımızda kalanlar ne yapacaklarına karar versin” demekle bir yere varılamayacağı da açıktır.
HDK’nın demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi açısından, bütün eksikliklerine ve zayıflıklarına rağmen bugün için en ileri oluşum olduğunu söylemek, sadece bir olumluluğu teslim etmek anlamına gelmez. Aynı zamanda, daha geniş bir demokrasi cephesinin oluşması için daha fazla sorumluluk taşımak, hatta bu işin öncülüğünü yapmak anlamına da gelir. Bunun için de hiçbir ön koşul öne sürmeksizin, kendisini önceleyen bir tutuculuk yapmaksızın, değişen koşulları ve ortaya çıkan yeni olanakları görerek, bugüne kadarki deneyim ve birikimi de dayanak yaparak adım atmak, ilerlemek gerekir. Böyle bir çalışmayı yürütmek içen HDK merkezinin kararını beklemek de gerekmez. Kaldı ki HDK Genel Meclisi’nin bununla çelişen değil, örtüşen kararları söz konusudur. Dolayısıyla birkaç ilde ve ilçede örnek somut adımların atılması bile yakın ve orta vadede demokrasi mücadelesi ve demokrasi güçlerinin birliği açısından oldukça değerli olacak, etkili, pratik sonuçlar doğuracaktır.
HDK’nın güçlenmesi, büyümesi ve yeniden örgütlenmesi de ancak ve ancak böylesine geniş ve kapsayıcı bir perspektiften hareketle mümkündür. Ancak böyle ele alınırsa, HDK’nın genişlemesi, yeniden örgütlenmesi vb. iddiaların pratik bir anlamı olabilir. HDK’nın veya onun siyasi bir parti olarak iz düşümü olan HDP’nin bu perspektifin dışına düşmesi, yukarıda ortaya konan çerçevenin dışındaki herhangi bir yaklaşım nedeni ile içe dönmesi, her ne vesile ile olursa olsun bir blok-cephe örgütlenmesi olmaktan uzaklaşması ya da bu karakterinin zayıflaması, bugüne kadarki emeklerin heba olmasından başka bir sonuç doğurmaz.

C) DEMOKRASİ CEPHESİ VE CHP’NİN DURUMU
Demokrasi güçlerinin birliği, ortak mücadelesi ve güçlü, kapsayıcı, geniş bir demokrasi cephesine olan ihtiyaç hangi platformda gündeme gelse, belki de en çok sorulan, konuşulan ve tartışılan konulardan birisi, CHP’nin durumu oluyor. Elbette tarihsel ve güncel belli başlı açılardan bakıldığında bunun nedenleri anlaşılmaz değildir. Ancak asıl anlaşılmaz olan, CHP’nin içerisinde bu fikirde olduğunu söyleyenler de dâhil, bunu en çok soranların ve tartışanların, soruyu asıl muhatabına, yani CHP yönetimine, genel başkanına değil de, CHP dışındaki kesimlere sormasıdır. Hal böyle olunca da, bitmez tükenmez bir ihtimaller ve tahminler üzerine konuşmak kaçınılmaz oluyor. Ancak biz, bu yazıda, konuya ilişkin somut ve temel bazı belirlemelerde bulunmakla yetineceğiz.
Birincisi; CHP’nin programı ve merkez yönetiminin bugünkü güncel politik tutumu, böyle bir cephede yer almaktan uzak olduğunu açık ve somut olarak gösteriyor. Nadir de olsa, doğru muhatapların, doğru sorularla karşılaştıklarında, birleştirici, kucaklayıcı ve kapsayıcı görünme, ama esas olarak “bir oy bir oydur” kaygısıyla, genel geçer değerlendirmelerde bulunarak buna açıkmış gibi bir görüntü verdiği olmuyor değil. Ancak bu durum, CHP’nin böyle bir cephede yer almaktan uzak olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
İkincisi; CHP’nin bugünkü konumuyla ne kadar tek bir parti olarak kalacağı da belirsizdir. Zira iç ve dış politikada yaşanan hızlı değişimler karşısında CHP cephesinden verilen tepkiler, kaç CHP var, hangi CHP ne diyor şeklinde yorumları, biraz da küçüksemek adına, sürekli gündemde tutmaktadır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve merkez yöneticileri ise, Anayasa Komisyonu tartışmalarında olduğu gibi, bu durumu, parti içi demokrasi, siyasetçilerinin kendi görüşlerini söyleme hakkı ve hatta kimi zaman partinin zenginliğinin bir ifadesi olarak geçiştirmeyi tercih etmektedir. CHP’nin bu konumu, onun içerisinde demokrasi güçleriyle ortak hareket etme konusunda bir eğilimi sürekli var etmektedir.
Üçüncüsü; CHP içerisinde gerek milletvekili, gerekse çeşitli düzeylerde parti yöneticisi konumunda olan ve böyle bir birlikten, ortak mücadeleden yana olduğu bilinen azımsanmayacak sayıda kişinin olduğu bilinmektedir. Elbette bu kişilerle ortak hareket edilmesi, onların demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi içerisinde yer alması önemlidir ve bunun için ısrar edilmelidir. Dahası bu kişilerin CHP içerisinde daha cesur ve ısrarlı davranarak, daha örgütlü hareket etmesi de somut bir ihtiyaçtır.
Dördüncüsü; demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin, geniş bir demokrasi cephesinin oluşmasının doğrudan muhatabı durumundaki birçok meslek örgütü, Alevi çevreleri, çevre platformları, kitle örgütleri, sanatçı ve aydın çevreleri içerisinde CHP’nin hala önemli bir etkisinin var olduğu gerçeği inkâr edilemez. Gerek bu dikkate alındığında, gerekse CHP tabanının demokrasi mücadelesine kazanılmasının genel olarak önemi düşünüldüğünde, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi ihtiyacının CHP saflarında tartışılmasını sağlamanın somut bir karşılığı vardır. Hal böyle olunca, bunun pratik sonuçları da olacaktır. Kaldı ki, sadece CHP açısından değil, AKP tabanının kazanılması ve daha düne kadar muhafazakâr-liberal ittifakın etkisindeki aydın çevreleri başta olmak üzere, demokratikleşme konusunda AKP’den medet uman ama bugün onun politikalarını sorgulayan çeşitli inanç çevrelerinin de böyle bir demokrasi cephesinde yer almasına açık olmak gerekir.

D) YEREL SEÇİMLER VE DEMOKRASİ CEPHESİ
Türkiye artık yeni bir yerel seçim sürecine girmiş bulunuyor. Elbette böylesi dönemlerde, demokrasi güçlerinin birliği, ortak mücadelesi ve geniş bir demokrasi cephesinin oluşturulması tartışmalarını yerel seçimlerden bağımsız yapmak ve tartışmak mümkün olmayacaktır. Hatta yerel seçimlerin ardından Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerin de geleceği düşünüldüğünde, bu durum daha bir belirginlik ve ağırlık kazanıyor. Sonuçta, bunun böyle olmasında bir gariplik yoktur.
Ancak bugüne kadarki deneyimlerin ve bir bütün demokrasi mücadelesinin tarihsel birikiminin gösterdiği ve unutulmaması gereken gerçek şudur: Demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi ihtiyacı seçimlere endekslenen, ona göre şekillenen, onunla başlayıp biten bir ihtiyaç olarak görülmemelidir. Nihayetinde her seçim demokrasi mücadelesinin gerçekleştiği arenalardan biridir. Bu açıdan demokrasi mücadelesinin seyri içerisinde önemsiz görülemez. Ama asıl ve doğru olan, demokrasi mücadelesinin seçimlere değil, seçimlerin demokrasi mücadelesine bağlı olarak ele alınması ve gerçekte de buna göre anlamlandığının kavranmasıdır.
Dolayısıyla seçim-siyaset takvimi, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin bir aracı, canlı birer dayanağı ve olanakların daha da belirginleştiği eşikler olarak değerlendirilmelidir. Güçlü ve etkili bir demokrasi cephesinin oluşması seçimlere bağlı olmamalı, seçimler böyle bir oluşumun etkili ve güçlü bir şekilde kurulması için dayanak olmalıdır.
Şüphesiz, geniş ve güçlü bir demokrasi cephesinin nesnel ve güncel temellerini belirlemekle, yapılacakları temel hatlarıyla ortaya koymakla, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi sağlanmış olmuyor. Belki de asıl zor olan bundan sonra başlıyor. Zoru başarmak ise sabır, ısrar ve kararlılık gerektiriyor. Türkiye’nin demokrasi güçlerinin bu açıdan küçümsenemeyecek bir birikimi olduğu ise inkâr edilemez.

Hürmüz Boğazı ısınıyor, körfez kaynıyor ve savaş olasılığı artıyor: Türkiye bataklığın derinliklerine doğru…

Türkiye’nin en önemli sınır komşularının bulunduğu bölgede çelişki ve çatışmalar derinleşiyor. Yeni yılın bu ilk ayı içerisinde Hürmüz Boğazı merkezli yaşanan gerilimler, ABD’nin başını çektiği yeni bir emperyalist politikanın devreye konulduğunu gösteriyor. Bu politika, esas olarak, ABD tarafından Arap-İslam ülkeleri arasında Şii-Sünni çatışmasının büyütülmesini temel alıyor. ABD, özellikle Sünni çoğunluğu yedekleyerek, bölgenin Batı emperyalizmine yeniden bağlanmasında çatışmaları ve savaş koşullarını kışkırtan hamleleri arka arkaya gündeme getiriyor. Türkiye egemen sınıfları ve hükümet ise, ABD emperyalizminin çıkarlarına bağlanmış, çatışma ve savaş politikalarının ön cephesinde her geçen gün daha fazla bataklığın dibine doğru sürükleniyor.

ABD’NİN YENİ SAVUNMA STRATEJİSİ
2011’in son günleriyle yeni yılın ilk günlerinde bölgenin ve elbette Türkiye’nin geleceği açısından ABD merkezli önemli açıklamalar ve adımlar gündeme geldi. Bunlardan öne çıkan belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz:
1 ) ABD, yeni yıla iki hafta kala Irak’taki son askeri birliklerini de çekerek, 8 yıldır sürdürdüğü Irak işgaline resmen son verdiğini açıkladı. Bunun hemen ardından, Obama’nın Başkan olmasıyla gündeme getirilen ve Şii-Sünni-Kürt tarafların Irak yönetimini bir uzlaşmayla paylaşması üzerine kurulan denge ciddi anlamda bir sarsıntı yaşadı.
2) ABD Başkanı Barack Obama, 2012’nin hemen başında, 5 Ocak’ta Pentagon’da bir basın toplantısı düzenleyerek, ABD’nin “yeni savunma stratejisi”ni ilk kez resmi olarak açıkladı. Açıklamada öne çıkan hususlar bölgedeki politik-taktik değişim ve gidişat açısından çarpıcıydı.
3) İran’a yönelik tehdit ve ambargo açıklamaları arka arkaya gelmeye başladı. ABD, bu çerçevede Batılı emperyalistleri de kışkırtarak, Hürmüz Boğazı üzerine gerilimi tırmandırdı. ABD’den sonra AB’den de gelen ambargo kararları İran’ın tepkisini artırırken, Körfez’in yeniden ısındığı ve Ortadoğu’nun kaynadığı yeni bir süreç başlattı.
1. ve 3. adımlar esas olarak 2. maddede yer alan ve “ABD Ulusal Savunma Stratejisindeki Değişiklik” olarak dünya kamuoyuna duyurulan politikaların bir devamı niteliğindeydi. Obama dönemine özgü “kadife yumruk” diplomasisinin genel üslubuna uygun olması için özel bir dikkat gösterilmiş olsa da, bu konuda yapılan açıklama, esas olarak sömürü, çatışma ve savaş politikalarının tırmandırılacağını açıkça ilan ediyordu. Hatta Demokratların Obama’sının ortaya koyduğu tablodaki değişim, üslubu giderek önemsiz bir hale getirip, Cumhuriyetçilerin George Bush dönemini aratmayacak bir sürecinde işaretlerini veriyordu.
Obama, açıklamasında, artık Irak ve Afganistan türü uzun ve kapsamlı operasyonların sona erdiğini belirtirken, önceliğin Pasifik ve Ortadoğu olduğunu söyledi. Savunma stratejisini 5 ana başlık altında toparlayan Obama, bunları sırasıyla, “terörle mücadele” ve gayri nizami savaş, caydırıcılık, İran ve Çin’in adını açıkça söyleyerek dile getirdiği ABD ordusunun erişiminin engellendiği bölgelerdeki tehditlerle mücadele, kitle imha silahlarının denetimi ve son olarak siber savaş olarak özetledi.
Evet, artık ulusal güvenlik stratejisinin bir numaralı hedefinin İran olduğu açıkça ilan ediliyordu. İran bir yandan bölgesel kuşatma altına alınmaya çalışılırken, bir yandan da ihtiyaca göre İsrail’in de devreye gireceği cepheden müdahalelerle, iç çatışma ve provokasyonlarla çember daraltılarak yeni bir kıskaca alınmaya başlandı.

HÜRMÜZ BOĞAZINDA GERİLİM VE Şİİ-SÜNNİ ÇATIŞMASI
ABD’nin yeni savunma stratejisine ilişkin Obama’nın yaptığı bu açıklamalar, özellikle son iki ay boyunca Hürmüz Boğazı üzerinden İran’a yönelik artan tehditleri ve buna bağlı olarak atılan adımları daha da manidar kılmaktadır. Ayrıca ABD’nin bölgedeki emperyalist politikalarının sadece İran, Suriye ve Irak’ı değil aynı zamanda Rusya ve Çin’i de kapsayan bir hegemonya çatışmasının parçası olduğu bir kez daha ilan edilmektedir.
Bilindiği gibi, Batı emperyalizminin lideri ABD, esas hedef olan bölgedeki petrol ve diğer enerji kaynaklarının kullanımı, kontrolü ve geçiş yollarının denetimi amacıyla 2001’de Afganistan’ı, iki yıl sonra 2003’te de Irak’ı işgal etmişti. Bu işgaller, ABD’nin bölgedeki hedefleri açısından belirli avantajlar sağlasa da, esas hedef ve buna bağlı olarak İran ve Suriye’nin kuşatılması açısından istenilen sonuca ulaşılamadı.
Bu çerçevede, yıllardır İran’ın “nükleer silahlanma programı” gerekçe gösterilerek gündemde tutulan İran’a yönelik kuşatma ve baskı politikalarında yeni bir döneme girilmiş görülüyor. Hürmüz Boğazı merkezli yaşanan gerilim ve bu eksende İran’a yönelik tehditler, bu yeni dönemin bugün için öne çıkan yönünü oluşturuyor.
Bu son süreç, ABD’nin İran’a yönelik yaptırım ve özellikle petrol konusundaki ambargo kararlarına karşı İran’ın sert bir çıkış yaparak, Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidinde bulunmasıyla daha sıcak bir döneme girdi diyebiliriz. İran’ın bu açıklamasına karşılık ABD ve Avrupa Birliği’nden de sert yanıtlar geldi. Karşılıklı olarak uçak ve savaş gemilerinin Körfez’deki trafiğinin artmasıyla gerilim tırmanırken, AB’nin son ambargo kararı İran’a yönelik kuşatmayı daha da büyütmüş durumda. Bugün için AB’nin ABD ile ittifak halinde hareket ederek İran üzerindeki baskıyı daha da artıracağı görülüyor. Birkaç gün önce, İran ve Suriye gündemiyle bir araya gelen Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları, yaptıkları toplantıda, İran’a yönelik yeni yaptırım kararları aldılar. Brüksel, ambargo ile Tahran’dan petrol ithalatını 1 Temmuz’dan itibaren kademeli olarak yasaklayacak. AB, bu ambargo kararını, İran’ı masaya oturtmak ve sorunları masa başında çözmek için aldığını iddia ediyor. Ayrıca AB Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Suriye’ye yönelik baskı ve yaptırımların artırılmasına yönelik kararlar da alındığı açıklandı.
Ancak İran, AB’nin bu kararı karşısında geri adım atmasının söz konusu olmayacağını belirterek, petrol ihracatı konusunda bir daralma yaşanırsa Hürmüz Boğazı’nın hemen kapanacağı tehdidini yeniledi. AB’nin bu kararına tepki gösteren sadece İran değildi. Rusya tarafından yapılan açıklamada da, “İran’ın AB tarafından tehdit edildiği, bunun kabul edilemeyeceği ve gelişmelerin endişeyle izlendiği” duyuruldu.
Hürmüz Boğaz’ı Basra Körfezi’ni Umman Körfezi’ne bağlıyor ve dünya petrol ticaretinin % 40’ı bu boğaz üzerinden gerçekleştiriliyor. Günde yaklaşık 17 milyon varil petrolün geçtiği Boğaz’ın kapatılması durumunda dünya petrol fiyatlarının altüst olacağı ve bunun özellikle ABD ve Avrupa ekonomisini ciddi bir sarsıntıya uğratacağını bilen İran, Batılı emperyalistlerin baskı ve tehditleri karşısında sinmeyeceğini ortaya koyan bir çizgide ısrar ediyor.
Öte yandan ABD’nin Irak’tan çekilmesinin hemen ertesi günü, Irak’ın işgalinin Obama dönemini oluşturan son birkaç yıllık bölümünde kurulan ve Şii-Sünni-Kürt dengesine dayanan yeni Irak yönetimi ciddi bir sarsıntı geçirdi. Neredeyse 24 saatte eskiyen bu uzlaşma ve denge yapısı son günlerde daha da belirginleşen bir çözülme yaşıyor. Irak’ın son seçimlerde iktidara gelen Başbakanı Nuri El Maliki, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi hakkında kendisine suikast düzenlemeyi planlandığı gerekçesiyle tutuklama kararı çıkardı. Bu olay, ABD’nin son askeri birliklerinin Irak’tan çekilmesinden birkaç saat sonra gerçekleşti. Haşimi, bu karar üzerine Irak Cumhurbaşkanı Talabani’ye sığındı. Maliki, uzlaşmanın ve dengelerin bozulmadığı konusunda ısrarlı açıklamalar yapsa da, Irak’ta iç çatışmaların artacağı ve zaten işgal boyunca geri plana düşen ama bitmeyen Şii-Sünni çatışmasının tırmanacağı açıkça görülüyor. Maliki adil bir yargılanma sözü verip, Haşimi’ye dair kesin kararı mahkemelerin vereceğini söylüyor ve bunda ısrar ediyor. Haşimi de, mahkemeye çıkmayı bir tek koşulla kabul edeceğini, bunun da Maliki’nin istifa etmesi olduğunu söylüyor ve bunda ısrar ediyor.
Bu süreçte Şii-Sünni gerilimi tırmanırken, işgal sürecinde geri plana itilen çatışma ve eylemlerde son birkaç hafta içerisinde bir artış gözleniyor.
Suriye cephesinde ise, Beşar Esad yönetiminin yıkılması için ABD’nin açık desteğini alan Türkiye egemen sınıfları ve AKP Hükümeti’nin Sünni çoğunluğa dayanarak adeta bir iç savaş kışkırtıcılığı yaptığı biliniyor. Türkiye’nin durumuna ayrıca değineceğimizi hatırlatarak, bu tablo içerisinde ABD’nin önümüzdeki dönem bölgede Şii-Sünni çatışmasını kışkırtmayı sürdüreceğinin altını burada bir kez daha çizelim. Bu kışkırtmada esas olarak bölgedeki Sünni egemenlerin desteğini alan ve bu desteği Sünni çoğunluğu yedeklemek üzere kullanan ABD, kurduğu bu emperyalist tezgâh ile, Afganistan ve Irak’ın işgali ile ulaşamadığı hedeflerine doğru yeni ve sonuç alıcı bir hamle yapabileceğini hesap ediyor. Oyun derinleştikçe ve cari hale gelip işlerliği arttıkça, bölgenin ABD’ye olan bağımlılığının daha da büyüyeceği, bunun karşısında ABD’ye karşı direnen İran ve Suriye’nin çözüleceği ve teslim olacağı hesap edilmektedir.

SON GELİŞMELER İÇERİSİNDE TÜRKİYE’NİN DURUMU

ABD’nin bu planı/oyunu, aynı zamanda Kürt politikasında da yeni bir yönelime işaret etmektedir. ABD, düne kadar bölgede Kürtlere vaatler vererek ve tarihsel hakları olan statülerini tanıma yönünde adımlar atarak, onları kendi stratejisine bağlama tutumu izliyordu. Bugün ise, bölme ve mücadele güçlerini zayıflatma tutumunu öne çıkaran bir yaklaşımı benimsemektedir.
Türkiye egemen sınıfları ve AKP hükümeti ise, hem genel hedefleri –siz hayalleri diye okuyun– açısından, hem de özel olarak Kürt sorunu konusundaki politikaları açısından dönüp dolanıp ABD’nin bölge stratejisine ve politikalarına yeniden ve daha ileriden bağlanmaktadır. Şüphesiz durumun zorlukları ve sıkıntılarının farkındadırlar, ancak “canım cennet istiyor, ama günahlarım izin vermiyor” konumunda, bataklığın derinliklerine doğru gitmeye de devam etmektedirler. Bu açıdan Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümet cephesinden Ocak ayı içerisinde öne çıkan belli başlı yeni belirtilere değinmekte yarar var.
ABD, bölge politikalarının hedefine ulaşabilmesi için Türkiye’nin önemli bir dayanak olduğunu, özellikle de İran’ın direncini kırabilecek güçteki tek bölge ülkesinin Türkiye olduğunu kabul ederek hareket ediyor. Türkiye emen sınıfları ve AKP Hükümeti de, “bölgesel güç/lider ülke” olma hayallerini öne çıkararak, aktif bir dış politika izlediğini propaganda ediyor.
Bu “çıkar kesişmesi” bağlamında, Türkiye, Malatya’nın Kürecik Bucağı’nda, ABD’nin eski radar üssü bulunan, bugün ise TSK’ya bağlı olan askeri bölgede, NATO’ya bağlı bir erken uyarı füze savunma sistemi kurmayı kabul etmişti. Bu adımın esas olarak ABD-İsrail çıkarları doğrultusunda ve İran’ı hedef alan bir stratejinin parçası olduğu gerçeği, Hükümet ve Dışişleri Bakanlığı’nın bütün kıvrak açıklamalarına rağmen üstü örtülemeden gündemde kalmaya devam etmektedir. İran ve Rusya, Türkiye’nin kıvrak açıklamalarına rağmen bu füze savunma sisteminin kendilerine karşı kurulduğunu açıkça ilan etmişler ve Türkiye’yi bundan vazgeçmeye çağırmışlardı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “zinhar böyle bir şey yok” diye her iki ülkeyle ikna görüşmeleri yapıp diplomasi hünerleri sergilerken, Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin füze gücü ile İran’ın füze gücünü karşılaştıran açıklamaları gündeme geldi. Bakan Davutoğlu’nun Başbakan Erdoğan’a “biz daha bir mızrağı çuvala sığdıramamışken sen yenisi ortaya atıyorsun” diye sitem edip etmediği bilinmez, ama Erdoğan’ın açıklamalarından birkaç hafta sonra yeniden soluğu İran’da almaktan kurtulamadığını biliyoruz.
15 Aralık 2011’de TÜBİTAK Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun 22. Toplantısı’nın basına kapalı bölümünde konuşan Başbakan Erdoğan’ın açıklaması, basına yansıdığı kadarıyla şöyleydi:
“Komşumuz İran 2 bin – 2 bin 500 kilometre menzilli füzeler yaptı. YAŞ toplantısında komutanlara sordum. ‘Bizim füzelerimizin menzili ne kadar?’ diye. ‘En fazla 150 kilometre’ dediler. Bu olmaz. Bunu geliştirmemiz lazım. (…) Kapı komşumuz İran’da bu var. Tamamen yerli. Avrupa’dan bağımsız olarak kendisi üretiyor. Ambargoya rağmen bunu yapıyor. Biz de yapabiliriz. Sizden bunu istiyorum.”
Başbakan Erdoğan’ın bu sözlerinin basına yansımasından birkaç hafta sonra, 4 Ocak 2012’de, Dışişleri Bakanı Davutoğlu İran – Tahran ziyaretine çıktı. Ziyaretin gündeminde, İran-Türkiye ekonomik-ticari ilişkileri, İran’ın nükleer çalışmaları, Şii-Sünni geriliminin arttığı Irak, Suriye ve Filistin’in olduğu açıklandı. Bakan Davutoğlu’nun gezi öncesindeki açıklamaları şöyleydi:
“Bölgesel bir soğuk savaşı engellemeye kararlıyız. Bazı çevreler Sünni-Şii gerilimi etrafında bir soğuk savaş çıkarmaya eğilimliler, etkileri on yıllarca sürebilecek olan.. Zaten bu ziyaretimde bu konuyu özellikle gündeme getireceğim. Bölgesel bir mezhep gerilimi, bütün bölge için bir intihar olur. (…) Bazen görüş ayrılıkları olsa bile, bunları konuşarak çözmeye çalışan bir diplomatik geleneğimiz var. (…) Şimdi bölgede yeni bir Şii-Sünni, İran karşıtı veya Körfez’deki gerilim benzeri gerilimlerin ortaya çıkmasına Türkiye şiddetle karşıdır.”
Gezi dönüşünde ise, Davutoğlu’na, ziyaretin nasıl geçtiği ve “soğuk savaş”ı isteyenlerin kimler olduğu sorulduğunda verdiği yanıt çarpıcıydı: “Bazı durumların somut bir tarafı veya sorumlusu olmaz. Kişiler, devletler ya da kurumlara bağlı olmayan durumlar olur” vb. cümlelerle soruyu yanıtlamaya çalışan Davutoğlu “sorumluluğu ve işi Allah’a havale etmiş” bir analiz yaptı!
Davutoğlu’nun gerek gezi öncesi, gerekse sonrasında yaptığı açıklamalar, Türkiye-Suriye ilişkileri açık çatışma noktasına gelmeden önce Hükümet ve Dışişleri cephesinden yapılan açıklamalara oldukça benziyor. Hele Davutoğlu’nun “tarih, kültür, gelenek hatırlatmalı, ata-dede soslu diplomasi dili” düşünüldüğünde, benzerlikler daha bir çarpıcı hal alıyor. Ama sonuçta emperyalist dünyanın, bölgenin ve hayatın gerçeklerinin Türkiye’yi Suriye karşısında nasıl bir noktaya getirdiğini hepimiz biliyor ve görüyoruz. Bölgede Şii-Sünni çatışmasının kimler tarafından kışkırtıldığını bildiği halde açık yanıt veremeyen bir Dışişleri Bakanı’nın, İran ziyaretinde kendisine “dön ve aynaya bak önünde ve ardında kimleri görüyorsun” diye sorulmuş olabileceğini öngörmek sanırız yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla, ne kadar zor bir ihtimal olursa olsun, Suriye’ye ilişkin olduğu gibi, İran’a ilişkin olarak da, çıkıp “Bize söz verdiler. Ama sözlerini tutmadılar, ikiyüzlü davrandılar. Demokratik reformlar konusunda üzerlerine düşeni yapmadılar” vb. türü fazlasıyla “inandırıcı” açıklamaların yapılmayacağının garantisini hiç kimse veremez.
Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın bu sözlerinin yanına, Irak’ta yaşanan Başbakan El Maliki – Cumhurbaşkanı Yardımcısı El Haşimi (Şii-Sünni) çatışmasının ardından konuya ilişkin olarak Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamaları da koymakta yarar var. Başbakan Erdoğan, El Maliki’nin tutuklama kararı üzerine kendisini eleştiren sert bir açıklama yaptı. Maliki bu açıklamaya aynı sertlikle yanıt verdi ve Türkiye’nin Irak’ın içişlerine karışmaması gerektiğini söyleyerek, Erdoğan’a Türkiye’deki mezhep ve milliyet farklılıklarını hatırlattı. Bu açıklama karşısında daha da sertleşen Erdoğan, partisinin Ocak ayındaki son TBMM grup toplantısında yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Amerika ve diğer ülkeler Irak’a girdiği zaman bize de davet geldiğinde Irak’taki kardeşlerimiz bizim oraya girmemizi istemedikleri için Irak’a girmedik. Aksi halde Türkiye de Irak’ta olacaktı. Girmedik, çünkü biz istenmediğimiz yerde olmayız. Sayın Maliki’nin şunu bilmesi gerekir. Siz bir mezhep kavgası içerisinde eğer Irak’ta böyle çatışma sürecini başlatırsanız, buna da bizim sessiz kalmamız mümkün değil. Sizler Irak’la uzaktan yakından ilişkisi olmayan, binlerce, on binlerce kilometre uzaktan gelenlere ‘hoş geldiniz’ diyeceksiniz, onları evinizde ağırlayacaksınız, onlara yönelik en ufak sesiniz olmayacak, sınır komşu Türkiye’ye karşı, ‘Türkiye bizim içişlerimize karışıyor’ diyeceksiniz. Bu nasıl siyaset etme, ülke yönetim anlayışı, önce burada söylediklerini kulaklarının duyması lazım. Onun için çirkin ve talihsiz açıklama diyorum. Mezhep çatışmalarını önleyecek sorumlu bir tutum sergilenmesini bekliyoruz.”
Başbakan Erdoğan, bu açıklamasıyla, Irak’ta ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurma sevdasını ve “aba altından sopa gösterme” tutumunu “Irak’ı işgal” tehdidine kadar vardırmıştır. Açıktır ki, bu tutumuyla Türkiye, ABD Başkanı Obama’nın “Yeni önceliğimiz Ortadoğu ve Pasifik” deyip stratejik savunma hattını topraklarından “on binlerce kilometre uzağa kurduğu” bölgede, Lübnan’dan Bahreyn’e, Yemen’den Irak’a, Pakistan’dan Suudi Arabistan, Suriye ve İran’a kadar uzanan hatta tezgâhlanan Şii-Sünni çatışmasında safını belirlemiş, bataklığın derinliklerine doğru gitmektedir. Ortadoğu ve Pasifik’te ABD emperyalist saldırganlığın ön cephesinde, Sünni egemenlerin ve çoğunluğun yedeklenmesinde üzerine düşen rolü yerine getirmek için var gücüyle çalışmaktadır.

BARIŞ, DEMOKRASİ VE ANTİEMPERYALİST MÜCADELE İÇ İÇE
Türkiye egemen sınıflarının ve AKP Hükümeti’nin, ABD’nin bölgeye ilişkin geneldeki politika ve taktiklerine ilişkin bağlılığı, özelde Kürt sorunu konusunda da yaşanıyor. İşbirlikçi egemenlerin, Başbakan Erdoğan ve bütün bir Hükümet sözcülerinin, Kürt sorunu konusunda ağız birliği yaparak sürdürdükleri “inkâr yok, baskı ve ezmeye devam” politikasında son dönemlerde öne çıkardıkları vurgular bu açıdan dikkat çekicidir. Başbakan Erdoğan ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Kürt milletvekili Hüseyin Çelik’in BDP ve onun şahsında Kürt ulusal hareketini din ve kimlik kıskacına almayı amaçlayan açıklamalar yaptığına sık sık tanık oluyoruz. Türkiye’de Kürtlerin çoğunluğunu Sünni Kürtlerin oluşturduğundan ve Kürt ulusal hareketinin tabanının da esas olarak Sünni Kürtlere dayandığından hareketle, bir taraftan din ve mezhep bölünmesini kışkırtıp, bir taraftan da Sünnilikle etnik kökeni karşı karşıya getirerek, “Kürt sorununda AKP çözümü” hattında ilerleyebileceklerini hesap ettikleri görülüyor.
Başbakan Erdoğan, “Bunlar Zerdüşt olduklarını söylüyorlar. Dinsizliği savunuyorlar. Bunların dine de peygambere de bir saygısı yok. Zaten Apo’yu peygamber olarak görüyorlar” içerikli bir propagandayı sürekli işleyerek öne çıkarıyor. Bu yaklaşım Fethullah Gülen ve cemaati tarafından Kürt sorunu konusunda yapılan açıklamalar ve çalışmalarla da teşvik ediliyor. Yine bir taraftan Kürt illerinde dini propaganda, cemaat ve tarikat örgütlenmesi için bütçeden özel pay ayrılırken, Diyanet’in bölgedeki çalışmalarının merkezine benzer politikalar konuluyor ve öte taraftan “melelere maaş bağlanması” türünden girişimler gündeme getiriliyor.
Bu koşullarda içeride ve dışarıda savaşa karşı çıkıp barış için mücadeleyi yükseltmek, bu mücadeleyi demokrasi mücadelesi ve antiemperyalist mücadeleyle birlikte ele almak daha da önem kazanmıştır. Başta bütün milliyet ve inançlardan mücadeleye atılan işçi ve emekçiler olmak üzere, sendikalar, kadın ve gençlik örgütleri, çevre ve yaşam alanları için mücadele verenler, Aleviler ve Kürtler barış ve demokrasi mücadele ile antiemperyalist mücadelenin iç içe geçtiğini bilerek, görerek yollarına devam etmek durumundadırlar. Açıktır ki, ABD ve işbirlikçilerinin oyununu bozmak, geniş halk yığınlarının gerçekleri görmesini sağlamak ve saldırıları püskürtmek açısından buna ihtiyaç vardır.

Dış politikada bugüne nasıl gelindi? AKP nereye koşuyor? – 2

Bir önceki yazımızda, Türkiye’nin dış politikasının geçirdiği serüveni ana hatlarıyla hatırlatıp, sermaye ve AKP hükümetinin bugünkü dış politikasının belli başlı yönleri üzerinde durmuştuk. Özellikle Suriye ile yaşanan ilişkiler çerçevesinde gelinen son duruma değinerek, önümüzdeki dönem hükümetin dış politika alanındaki politik yaklaşım ve taktiklerinin yaşadığı çöküş ve tıkanmadan çıkıp yeni bir toparlanma sürecine girip giremeyeceğini sormuştuk.
Bu yazımızda da egemen burjuva güçlerin ve hükümetin dış politikasının belli başlı yönleriyle sorgulanmasını ve Türkiye’nin sürüklendiği çıkmazı değerlendirmeyi sürdürüyoruz.

“STRATEJİK DERİNLİK”İN ALTINDAN ÇIKAN GERÇEK
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslararası Konumu” isimli kitabı ilk kez 2001 yılında yayınlandı. Davutoğlu, kitabın yayınlanmasından kısa bir süre sonra dönemin başbakanı Abdullah Gül’ün, ardından da 2009 yılına kadar Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Dış Politika Baş Danışmanı olarak görev yaptı. 2009 yılında AKP hükümetinin parlamento dışından kabinede görev alan ilk ve tek bakanı olan Davutoğlu, Haziran 2011 seçimlerinde milletvekili oldu ve oluşturulan yeni kabinede Dışişleri Bakanı olarak görev aldı. Bugün de görevine devam ediyor.
Yaklaşık on yılı kapsayan bu dönem içerisinde Davutoğlu’nun kitabı ve öne sürdüğü tezler esas olarak 2007 yılından sonra öne çıktı ve tartışma yarattı. Yazımızın ilk bölümünde kısaca değindiğimiz, 2007 yılında, önce MİT Müsteşarı Emre Taner’in açıkladığı 80. Yıl Raporu, arkasından da ABD Başkanı Bush ile Başbakan Erdoğan’ın Washington’da yaptığı görüşmenin sonuçları, Davutoğlu’nun ortaya koyduğu dış politika çerçevesinin bir parçası olarak değerlendirilmeye başlandı.
Davutoğlu’nun “stratejik derinliği”nde ortaya konulan yaklaşımın “dış politikaya özgün, bağımsız, kapsamlı, aktif-dinamik ve yeni bir bakış getirdiği” propagandası o günden beri, hükümet ve egemen burjuvazi cephesinden yoğun olarak sürdürülüyor. Ancak yakın tarihe kısaca bir göz attığımızda, “stratejik derinlik”in ortaya çıkışı ile ABD’nin Türkiye’ye önerdiği dış politika yaklaşımı arasında fazlasıyla çarpıcı bir örtüşme ortaya çıkmaktadır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, aradan geçen yaklaşık on yıl sonra, bu gerçeği kendi ağzından itiraf edecektir. Bu örtüşme, AKP hükümeti ve egemen sınıfların izlediği dış politikanın içerdiği “stratejik derinlik”in ne kadar “özgün, bağımsız, kapsamlı, aktif-dinamik ve yeni” olduğunu göstermesi açısından üzerinde durmaya değerdir.
90’lı yılların sonu ve 2000’li yılların hemen başında ABD’nin tanınmış stratejistleri, bölge uzmanları ve ister Demokrat ister Cumhuriyetçi olsun eski-yeni Başkan ve dışişleri bakanları Türkiye’nin bölgedeki rolü üzerine yeni ve kapsamlı diyebileceğimiz tartışma ve değerlendirmeler yapıyorlardı. ABD’nin bölge uzmanları olarak Türkiye basınında sık sık boy gösteren, kitapları hemen Türkçeye çevrilen CIA stratejisti Graham E. Fuller ve George Friedman, yapılan tartışma ve değerlendirmelerin en çok öne çıkan iki ismi durumundaydı. Bu şahıslar, her vesile ile dünyada ve bölgede yaşanan gelişmeler üzerinden Türkiye’nin bölgede üstlenmesi gereken rol ve yapması gerekenler konusunda analizler yapıyordu. Türkiye’de konferanslar düzenleniyor, basın toplantıları ve röportajlar yapılıyor ve sürekli Türkiye’nin dünya ve bölgenin yeni koşullarında ne kadar önemli olduğu vurgulanıyordu.
Özet olarak söyledikleri, “Türkiye yüzünü batıya değil doğuya dönmelidir. Türkiye’nin geleceği doğudadır. Türkiye tarihsel, kültürel köklerini, jeopolitik ve jeostratejik konumuyla birleştirirse, bölgede hızla yükselen bir ekonomi, bölgesel bir güç, lider ve model ülke olabilir. Koşullar bunun için her zamankinden daha büyük olanaklar sunmakta ve bu olanaklar her geçen gün artmaktadır.”
Bu yaklaşım, sadece adı geçen şahıslar tarafından değil, aynı zamanda dönemin ABD Başkan ve dışişleri yetkilileri tarafından da her fırsatta dile getiriliyordu. Bu kapsamda biraz uzun da olsa, hatırlanması ve önemi açısından dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’un ‘99 yılı sonunda düzenlediği Türkiye ziyareti sırasında TBMM’de yaptığı konuşmanın ana bölümlerini aktarmakta yarar var.

1999’DA BİLL CLİNTON…

“Amerika’nın dayanışma hislerini iletmeye geldim. Ulusal bir trajedi sırasında, ortaklığımızın ve stratejimizin önemini belirtmek için geldim. Uzun süreden beri dostuz.
“1863 yılında, Amerika Birleşik Devletleri dışındaki ilk Amerikan koleji -Robert Kolej- kapılarını Türkiye’nin gençlerine açtı; Boğaziçi kenarında bulunmasına izin verilen tek yabancı enstitü idi. Bunun kesin sebebi, Amerika’nın, Türk egemenliğine hiçbir zaman tecavüz etmemiş olmasıydı. Başlangıcını ülkelerimize borçlu olan bu okuldan Sayın Ecevit’in mezun olmuş bulunmasından gurur duyuyorum.
“Bu yüzyılın başlarında, Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük kurucusu Kemal Atatürk, Amerika’nın hayallerini, cesur reformlarıyla yakaladı; kendisine, İkinci George Washington adı verilmişti, Time Mecmuası’nın kapağında yer aldı, Kongre üyelerimizle yazışmalarda bulundu ve biz de, sefaretimizi, buraya, Ankara’ya, Anadolu’nun kalbindeki bu şehre taşıdık. 1927’de, altı gün süren konuşmasında, bu Meclis önünde, Atatürk, Türkiye’nin dünya ülkeleriyle olan ilişkilerini değerlendirirken, bence, Amerika’ya bir kompliman yaptı ve ‘diğerlerine nazaran, Amerika Birleşik Devletleri, daha kabul edilir bir ülkedir’ dedi.
“…
“… Türkiye ile ilişkilerimizi gözden geçirmek isterim. Soğuk savaşın başlangıcında, Başkan Truman, Türkiye’nin bütünlüğünü korumak için, Amerika’nın kaynaklarını seferber edeceğini ilan etti. Truman doktrini, ilişkimizi kaynaştırdı ve Amerika’nın soğuk savaş sonrası ilişkilerinin temelini oluşturdu. 50 yılı aşkın bir süredir, müttefikliğimiz, zamanın karşısında kuvvetli durmuş ve Kore’den Kosova’ya kadar bütün imtihanları geçmiştir. Bütün Amerikalılar adına, yarım yüzyıllık dostluk, güven ve karşılıklı saygıdan dolayı, sizlere teşekkür ediyorum.
“Soğuk savaş sona erdikten sonra, mükemmel bir şeyi keşfettik. Basitçe, ilişkilerimizin, Sovyetler Birliği’yle karşı karşıya olduğumuz zamandaki kadar önemli olmadığını ve aslında, soğuk savaş sonrasında, ortaklığımızın çok daha önemli olduğunun farkına vardık. Birlikte, NATO’yu, 21.inci Yüzyılın taleplerine adapte ediyoruz; Balkanlar’da ve Ortadoğu’da barış için ortaklık yapıyoruz; tüm bölgeye yardımcı olacak yeni enerji kaynakları geliştiriyoruz. Geçen yılki ticaretimiz 6 milyar doların üzerindeydi; son beş yılda, ticaretimiz, yüzde 50’den fazla artmıştır.
“Eski Cumhurbaşkanınız Turgut Özal’ın vizyonu, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Ecevit’in devam eden liderliği ve Türk insanının dinamizmi sayesinde, Türkiye, bölgesel büyümenin motoru haline gelmiştir.
“…
“… Bu Meclis, Türkiye’yi yeni yüzyıla götürmek için, hali hazırda cesur adımlar atmıştır. Amerikan basınının bunu iyi dinlemesini istiyorum: Haziran ve Eylül ayları arasında, bu Meclis, olağanüstü 69 yeni kanun geçirdi –bunu, eve dönünce, bizim Kongremize de anlatacağım. Ama şunu da anlıyorum; sadece sayısı değil, önemli olan, bu kanunların kalitesidir. Sosyal güvenlik konusunda dönüm noktasında olacak bir yasa, Uluslararası Tahkim Kanunu, bankacılık reformu; bu kanunlar cesaret ve vizyon gerektirmiştir.
“…
“… Yeni binyılın başlangıcında, farklı geçmişlerden, bugün kutladığımız, birbirimize yaklaşmaya giden yolculuğumuza yansıyacak ender bir şans doğmuştur. Yeni binyıla girerken ortaklığımızı daha da geliştirmeliyiz.
“…
“… 20.yy’ı anlamak için, Türkiye’nin tarihi bir anahtardır; ancak, ben inanıyorum ki, Türkiye’nin geleceği, önümüzdeki binyılın ilk yüz yılının şekillenmesinde de son derece önemli bir rol oynayacaktır. Bugün, birkaç dakika ayırarak, buna neden böyle inandığımı anlatmak istiyorum.
“İnsanlar, harita çizebilmeye başladıklarından bu yana, Türkiye’nin coğrafyasının sabit gerçeklerine dikkat çekmişlerdir ki, Anadolu, kıtalar arasında bir köprüdür…
“…
“… Türkiye’nin Doğu ile Batı’yı birleştirebilmesindeki başarısı, bu coğrafyayı göz önüne alınca, daha da önem kazanmaktadır.
“Yaklaşık, tümü, demokrasi ve barışa aktif düşmanlık içerisinde olan veya demokrasi ve barışı sağlayabilmek için büyük engellerle mücadele eden komşular tarafından etrafınız kuşatılmıştır. Güneydoğuda İran, kapalı ve açık bir toplum savunucuları arasında olağanüstü tartışmalara şahit olurken, Irak, kendi halkına kendi baskı yapmaya, komşularını tehdide ve toplu imha silahları arayışına devam ediyor.
“Kuzey Irak’taki Çekiç Güç operasyonundaki desteğinizden dolayı size teşekkür ediyorum. Bu, Kuzey Irak’taki insanları korumamıza, Saddam’ın baskısını azaltmamıza ve cesurca karşılaştığınız 1991 yılındaki mülteci krizinin yeniden yaşanmasına mâni olmaktadır.
“Adil, detaylı bir barış kurabilmek için çok iyi bir imkân doğmuştur. Türkiye, İsrail ve Arap ülkelerine bağlantılarından dolayı, barış için bir güçtür. Kuzeybatıdaki Balkanlarda son on senede yedi yeni demokrasi doğmuştur ve dört savaş yüz binlerce masum hayata mal olmuştur. NATO bünyesindeki Türk güçleri bu savaşların sona ermesine yardımcı olmuştur ve bu sayede, yüzyılın insan hakları ve insan itibarına olan güçlü bağlarını sergileyerek son bulmasını sağlamıştır. Bugün, kalıcı barış için el ele çalışıyoruz; sadece etnik temizliği ortadan kaldırmaya değil, Balkanlara huzur ve refah getirmeye çalışıyoruz.
“Doğuda Sovyetler İmparatorluğunun harabelerinden 12 tane bağımsız devlet ortaya çıktı. Dünyada, şu anda, özellikle onların sağlam ve demokratik toplumlar haline gelmelerine yardım etmekten daha büyük bir görev yoktur. Bu görevde, aynı şekilde, Türkiye, özellikle aynı dil, tarih ve kültürü taşıyan devletlere ulaşmakta hep önder olmuştur; fakat hâlâ yapılacak çok şey var. Rusya’nın önemli demokratik devrimini tamamlamasına yardımcı olmalıyız. Rusya’ya, terörizmle verdiği savaşın doğru olduğunu; fakat sivillere karşı kaba kuvvet kullanmanın yanlış olduğunu, bunun, Rusya’nın çözmeye çalıştığı sorunları daha da ciddî hale getireceğini anlatmalıyız.
“Dağlık Karabağ’daki sorunların çözümü için uğraşmalıyız. Bölgenin enerji kaynaklarını, yeni kurulmuş bağımsız devletlerin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak ve Türkiye ile Avrupa’nın büyümesine yardımcı olacak şekilde güvenlik altına almalıyız.
“…
“… Geriye baktığımızda ve gelecek nesillere baktığımızda iki değişik istikbal hayal etmek mümkün; fazla zorlanmadan, bir pesimist kişi karanlık bir gelecek görebilir: Barış yolları parçalanmış bir Ortadoğu, Saddam’ın kontrol altına alınmayan saldırganlığı, Orta Asya ve Kafkaslar’da yıkılmış demokrasiler, bölgede yayılan aşırı uçlaşma ve terörizm, Balkanlarda yükselen şiddet, Pakistan ve Hindistan’da önlenemeyen bir nükleer gerginlik; ancak, bir de farklı bir vizyon var ki, bu da, güçlü bir Türkiye’yi gerektiren, dünyanın yol kesişiminde üç büyük inancın birleştiği, haklı rolünü oynayan Türkiye ile zenginliğin yükseldiği ve çatışmaların azaldığı bir gelecek; toleransın, inancın bir parçası olduğuna ve terörizmin saçma bir inanç olduğuna inanılan bir gelecek; insanların inançları doğrultusunda hareket edebileceği ve geçmişlerini ilan edebilecekleri, kadınların eşit saygı gördüğü, milletlerin geleneklerini korumak ve dünyadaki yaşama ayak uydurmak arasında ayrıcalık görmediği bir gelecek; farklılıklarımızı ve insanlığımızı koruyan, insan haklarına saygının arttığı bir gelecek ve özellikle, çoğunluğu Müslüman olan milletlerin, Müslüman olmayan milletlerle ortaklığının arttığı, insanların küçük ya da büyük ümitlerini yerine getirmek için beraber çalışılan bir gelecek.
“Ümit ediyorum ki, gelecekte bir Amerikan devlet başkanı Müslüman kültürü olan bir ulusa hitap ederken, birbirinden çok değişik üç ülke olan Endonezya, Nijerya, Fas’ın ilerlemelerinin hepimize eskimiş uygarlıkların çatışması sorununu unutmamızı sağladığını söyleyebilsin.
“…
“… Bütün bunlar doğrultusunda, bölgede ve dünyada milyarlarca insanın geleceği, bu odada 25 yıl boyunca alınacak kararlara bağlı. Bu insanların hepsinin, Türkiye’nin kendini güçlü, laik, geleneklerine saygılı, geçmişinden gurur duyan; ama Avrupa’nın da tam bir parçası olan bir ülke haline gelmesinden çıkarları var. Bu, çok çalışma, vizyon isteyen bir görev; ama zaten çoğunu yaptınız; Özal’ın reformları, bu Meclis’in kararları ve Türk insanının her gün binlerce yoldan enerji dolu ve sorumlu bir sivil toplum olma çabası.
“…
“…Amerika’nın, Avrupa’nın veya herhangi birinin sizin geleceğinize yön vermeye hakkı yoktur. Bu hakka sadece siz sahipsiniz. Demokrasi, bu demektir. Bu konular üzerinde durmamızın sebebi, bahsettiğim sebeplerden dolayı, Türkiye’nin başarısında derin bir çıkarımız olmasıdır. Biz kendimizi, sizin dostunuz olarak görüyoruz.
“…
“… Geleceği belirlemenin ikinci bir yolu da, Ege bölgesindeki gerginliği azaltmaktır. Bunun yapılabilmesi için, Türkiye ve Yunanistan’ın çok çalışması gerekmektedir. Bu zorlu ilişkideki derin tarihi, inanın bana, anlayabiliyorum; fakat insanlar, yeni ve daha iyi bir tarihin yaratabileceği imkânları görmeye başlıyorlar.
“…
“… Son olarak, beraber yaratmak istediğimiz gelecek için, Avrupa’daki yandaşlarımız tarafından öngörüye ihtiyacımız var; bölünmez, demokratik ve tarihte ilk kez barış içerisinde olan Avrupa vizyonumuzun Türkiye’yi kucaklamadan gerçekleşmeyeceği öngörüsü.
“Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Topluluğunun bir üyesi değildir; fakat ben, devamlı, Avrupa’nın bütünleşmesinin daha hızlı ve daha ileri gitmesini destekledim ve bu, Türkiye’yi de kapsar. Hâlâ Avrupa’ya dar bir görüşle bakanlar var. Onların Avrupa’ları, şu dağlarda veya şu su kütlesinde veya daha da kötüsü, insanların Tanrı’ya daha değişik şekilde ibadet etmeye başladıkları yerlerde bitebiliyor; fakat büyüyen ve ümit saçan bir topluluk, Avrupa’nın, bir yer olduğu kadar, bir fikir olduğunu da kabul ediyor. Bu fikir, insanların, farklılıktan –fikir, kültür ve inanç farklılığından– güç alabileceğidir.
“…
“… 10 yıl önce, bu ay, Berlin Duvarı yıkıldı; Avrupa’nın üzerinden bir perde kalktı. Bu yıldönümünü en iyi kutlamanın yolu, bu özgürlük hissini yeni nesle hissettirmektir. 1989 yılında, gözümüze ilişen birleşmeyi tamamlamanın en iyi yolu, tüm güneydoğu Avrupa’yı, Avrupa fikrine ve birliğine dâhil etmektir. Bu, Sırbistan’da demokrasi demektir; bu, Ege’de barış demektir; bu, Avrupa Birliği’ne tam olarak kabul edilen, başarılı ve demokratik bir Türkiye demektir.
“…
“… Önümüzde imtihan edilmemiş yeni bir yüzyıl bulunmaktadır; bu, büyük bir fırsattır. Bu odada başlayan ve halen yükselmekte olan demokratik devrimi derinleştirerek, Türkiye, vatandaşlarına iyi hizmet etmekten daha da fazlasını yapabilir. Sizin örneğinizle ve sizin çabanızla, Türkiye, dünyanın ilham kaynağı olabilir.” (Bill Clinton – 15 Kasım 1999 TBMM Konuşması. Meclis Arşivi – Simültane Çeviri Kayıtları)

KİTABIYLA DAVUTOĞLU…

Clinton’un bu konuşmasında söylediklerinin hemen ardından, Türkiye egemen burjuvazisi ve AKP hükümetince “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” hayalinin yerine geçmek üzere öne sürülen yeni hayalinin çerçevesini Davutoğlu’nun kaleminden aktarmakta yarar var. Çünkü Clinton’un konuşmasının hemen ardından Davutoğlu’nun satırlarını okuyunca, daha düne kadar “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” hayalini pompalayarak, her adımda ABD’nin kölesi olanlarla, onları “zamanın ruhunu anlamamakla ve gerçekçi olmamakla” eleştirip Yeni Osmanlıcı “yeni” hayaller kurup sonra da bunu allayıp pullayıp halka propaganda edenlerin nasıl dönüp dolaşıp ABD işbirlikçiliğine postu serdiğini açıkça görüyoruz. Davutoğlu “Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslararası Konumu” başlıklı kitabının “Türkiye’nin Jeopolitik Yapısının Yeniden Yorumlanması” alt başlıklı bölümünde şöyle diyor:
“Türkiye jeopolitik açıdan kara ve deniz güç merkezlerinin doğu-batı ve kuzey-güney doğrultusundaki hâkimiyet alanı mücadelelerinin ve geçiş bölgelerinin merkezi konumunda bulunmaktadır. Kuzey-güney doğrultusunda Avrasya merkez kara kütlesini sıcak denizlere ve Afrika’ya bağlayan iki önemli kara geçiş bölgesi (Balkanlar ve Kafkaslar) ve bir deniz geçiş bölgesi (Boğazlar) Türkiye’de kesişmekte ve bu bölgeleri jeoekonomik kaynak merkezleri olan Ortadoğu ve Hazar bölgesine bağlamaktadır. Doğu-batı doğrultusunda ise, Anadolu yarımadası, Avrasya ana kıtasını kuşatan stratejik yarımadalar kuşağının en önemli halkasıdır.
“…
“Bu coğrafi ve tarihi faktörlere rağmen, jeopolitiğin uluslararası önemi, onu kullanan diplomatik geleneğin birikim ve dehasına bağımlı olagelmiştir. Türkiye bu jeopolitik faktörü, Soğuk Savaş boyunca son derece statik bir çerçevede, çevre unsuru olmayı kabullendiği bir ittifak bloğu nezdinde itibarını ve pazarlık gücünü artıran bir koz olarak kullanmaya çalışmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet tehdidine karşı Batı Bloğunun güvenlik şemsiyesine ihtiyaç hisseden Türk hariciyesi, jeopolitik avantajlarını, bu güvenlik şemsiyesi mukabilinde önemli bir diplomatik değer olarak gündemde tutmaya gayret etmiştir. Özelde ABD’nin, genelde de NATO’nun bu güvenlik şemsiyesi ile ilgili vecibelerini göz ardı ettiği veya Türkiye’nin başka alanlardaki pazarlık gücünün zayıfladığı dönemlerde Türkiye’nin en önemli kozu olarak müzakere masasına konan jeopolitik konum, dünyaya açılım stratejisinin bir parametresi olmaktan çok, statükoyu müdafaa stratejisinin bir aracı olarak görülmüştür.
“Soğuk Savaş parametrelerinin yok olduğu yeni uluslararası çevre içinde Türkiye jeopolitiğinin rolü de yeniden yorumlanmak zorundadır. Öncelikle, bu rol, geçmişin statükoyu muhafaza stratejisi aşılarak değerlendirilmelidir. Küresel ve bölgesel dengelerin dinamik şekilde değiştiği bir dönemde, jeopolitiği statükoyu korumak için kullanmak, zamanla jeopolitik avantajların kullanılamaz hale gelmesine yol açar. Jeopolitik konum başlı başına bir değer değildir.
“Jeopolitik konum bu konuma uygun bir tarzda ortaya konan bir dış politika stratejisinin etkin aracı olması halinde değer kazanır. Bu anlamda, Türkiye jeopolitiğinin dış politika stratejisi içindeki yerini yeniden yorumlamak ve uluslararası çevre içinde yeni bir anlam kazandırmak zorundayız.
“Jeopolitik konum artık; sınırları müdafaa dürtüsünün yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisinin aracı olarak görülmemelidir. Aksine, bu jeopolitik konum kademeli bir şekilde dünyaya açılmanın ve bölgesel etkinliği küresel etkinliğe dönüştürmenin bir aracı olarak görülmelidir. Sınırlara dayalı yerel etkinlikten kıtasal ve küresel etkinliğe yönelmenin öncelikli şartı, jeopolitiğin, uluslararası ekonomik, siyasi ve güvenlik ilişkilerinde dinamik bir çerçeve içinde kullanılmasına bağlıdır.
“Bu, dinamizmin yoğun temposu yerine statükoculuğun rahatını tercih eden bir dış politika geleneği, bırakın jeopolitiği küresel etkinliğe dönüştürmeyi, cari sınırları bile muhafaza edemeyecektir.
“Mesela Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin bütünlüğünü SSCB’nin sıcak denizlere inmesinin önünde bir engel olarak gören kimi müttefikler için bu jeopolitik konumun muhafazası önemli iken, aynı müttefikler, değişen şartlar içinde, bugün Ortadoğu’da Türkiye’nin su-petrol dengesine dayalı jeoekonomik etkinliğini kendi çıkarları için zararlı görüp, bu sınırların değişmesini veya uluslararası hukuk içinde görülmeyen fakat reel olarak kendini hissettiren yeni etki alanlarının oluşmasını isteyebilirler.
“Türkiye’nin gelecek yüzyıla yönelik dış politika stratejisi, güç merkezleri ile ilişkilerin alternatifli tarzda yeniden düzenlenmesi ve uzun dönemli kültürel, ekonomik ve siyasi bağların sağlamlaştırıldığı bir hinterlant oluşturulması şeklinde özetlenebilir.
“Bu açıdan bakıldığında, Türkiye, bu dış politika stratejisini, ileride uluslararası çevreye kademeli bir tarzda açılabilmek için kullanabileceği üç önemli jeopolitik etki alanı içinde taktik önceliklere dayandırmak zarureti ile karşı karşıyadır:
“1. Yakın kara havzası: Balkanlar – Ortadoğu – Kafkaslar
“2. Yakın deniz havzası: Karadeniz – Adriyatik – Doğu Akdeniz – Kızıldeniz – Körfez – Hazar Denizi
“3. Yakın kıta havzası: Avrupa – Kuzey Afrika – Güney Asya – Orta ve Doğu Asya.
“İç içe geçen dairevi kuşaklardan oluşan bu havzalar, Türkiye’nin bölgesel etki alanlarının (hinterlant) kademeli bir tarzda genişletilerek, uluslararası küresel konumunun güçlendirilmesi hedefine yönelik dış politika stratejisinin jeopolitik temelidir. Türkiye, ancak bu jeopolitik kuşaklar arasındaki geçişkenliği ve karşılıklı bağımlılığı iyi değerlendirebilen ve bunu iç siyasi kültür ile bütünleştirebilen bir yenilenme içine girerse, uluslararası sistemin edilgen çevre unsuru olmak konumundan kurtulabilir. Aksi takdirde, bugünkü siyasi elit ülke jeopolitiğini başka siyasi güç merkezlerinin stratejik düzenlemelerinin taktik faktörü olarak görmeye devam ederse, hem bu jeopolitik kuşaklar üzerindeki itibarını kaybedecek, hem de kendi iç bütünlüğünü koruyamayan bir statükoya bağımlı olacaktır.”
ABD Başkanı’nın yaklaşık 12 yıl önce TBMM kürsüsünden söyledikleri, George Friedman ve Graham E. Fuller’in açıklamalarından aktardığımız özet, egemen Türkiye burjuvazisi, AKP hükümeti ve Davutoğlu’nun “stratejik derinliği” ile birlikte yan yana konduğunda, sanırız epeyce dikkat çekici olmaktadır.
Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslar arası Konumu” başlıklı kitabının yazılış ve yayınlanışıyla ABD’li yetkilerinin, CIA stratejistlerinin açıklamaları, ne tesadüftür ki çok yakın tarihlere denk gelmektedir. Dahası bu dönem, Fethullah Gülen’in ABD ziyaretleri ve ardından uzun Pensilvanya ikametiyle de çakışmaktadır. Gülen’in “medeniyetler ittifakı, dinler arası buluşma” çalışmaları ve açıklamaları da bu dönemde öne çıkmaktadır. Elbette bütün bunlar bir tesadüf de olabilir. Ama bu neyi değiştirir ki?
Sonuçta, bütün bu “tesadüflerden” yıllar sonra, Davutoğlu’nun Mart 2009’da Dışişleri Bakanı olarak gittiği ABD’de yaptığı açıklamalar, tesadüf ya da değil, “stratejik derinlik”in geldiği noktayı özetlemeye yetecek niteliktedir.
Davutoğlu, bir hafta süren ziyareti boyunca ABD Başkanı Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı emekli orgeneral James Jones, Dışişleri Bakan Yardımcısı James Steinberg, özel Ortadoğu temsilcisi George Mitchell, İran-Güneybatı Asya ve Körfez özel temsilcisi Dennis Ross, Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi Başkanı Howard Berman ve daha birçok yetkiliyle yaptığı görüşmelerin içeriğini birkaç cümleyle şöyle özetliyordu:
“Hemen hemen bütün konularda tutumlarımızın örtüştüğü intibaını edindik. Türkiye’nin Orta Doğu, Kafkaslar ve Afganistan’daki dış politika aktivitesi, muhataplarımızca takdirle karşılandı.”
Davutoğlu, aynı açıklamasında, eski Başkan Bush döneminde ABD ile bazı fikir ayrılıklarının bulunduğunu; bunun bir örneğinin Suriye konusunda yaşandığını vurguluyor, yeni Başkan Obama yönetimiyle ise, Türkiye’nin politikalarının hemen hemen tamamen paralellik taşıdığını vurguluyordu. Davutoğlu’nun açıklamalarında “hemen hemen” kısmına neden olan Suriye politikasında gelinen nokta ise, daha da çarpıcıdır. Çünkü Türkiye-Suriye ilişkilerinde gelinen yer ve bugün yapılanlar, Bush dönemindeki bazı fikir ayrılıklarını da ortadan kaldırmış ve Suriye’ye saldırganlık konusunda Bush’tan da ileri gidilmiştir. İşi biraz daha zamana yayma, derinden ve kontrollü gitme uyarısı bu kez ABD’den gelmektedir.
İşin bu boyutuna daha sonra değinmek üzere nokta koyalım ve şimdilik bütün bunların, egemen burjuvazi ve AKP hükümeti cephesinden sürekli gündemde tutulan “dış politikaya özgün, bağımsız, kapsamlı, aktif-dinamik ve yeni bir bakış getirme” propagandasının temelsizliğine ya da gerçek temeline işaret ettiğini vurgulamakla yetinelim.

AKTİF DIŞ POLİTİKA: ABD’NİN AKTİF İŞBİRLİKÇİLİĞİ

Açıktır ki, egemen burjuvazi ve AKP hükümetinin Türkiye’nin “bölgesel güç” ve “lider ülke” olmak iddiasıyla sürdürdüğü aktif dış politika, dönüp dolanıp, ABD’nin aktif işbirlikçiliğine çıkmaktadır. Hatta ’90’lı yılların sonunda ve 2000’li yıllarında başında Türkiye üzerine ABD’de yapılan tartışma ve değerlendirmeler hatırlandığında, “birileri yazmış, bunlar da oynuyor” dedirtecek kadar manidar bir tablo çıkmaktadır karşımıza.
Şüphesiz olup bitenler bu kadar basit ve düz bir çizgide yaşanıp ilerlememektedir. Fakat dünden bugüne yaşananlara bakıp, yarına dair bir şeyler söyleyebiliriz ki, o da şudur: Türkiye egemenleri ve AKP hükümeti, izledikleri dış politika ile her geçen gün kurdukları ve halklara kurdurdukları hayallerden daha fazla uzaklaşmaktadır. ABD’nin bölgedeki aktif işbirlikçisi, Batı emperyalizminin bölgedeki vurucu gücü olma gerçeği ise, daha fazla belirginlik kazanmaktadır.
Hatırlanacaktır, bir zamanlar Turgut Özal için, “onun en büyük başarısı, ABD’nin çıkarlarını ABD’den önce görüp, Washington’un Türkiye’den beklentilerini Washington’dan önce sezip gereğini yapmaktı. Leb demeden leblebiyi anlardı” nazireleri yapılırdı. Başbakanı, Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanıyla AKP hükümeti, bu konuda Özal’a rahmet okutacak kadar başarı ve yetenek göstermektedir. Bu açıdan da Türkiye’nin dış politikasına “bağımsızlık, komşu ülkeler başta olmak üzere, bölge ve bütün dünya ülkeleriyle onurlu ve eşit ilişkilere dayalı bir uluslararası ilişki sürdürme, dünya barışına ve halkların kardeşliğine hizmet etme” konusunda herhangi bir yenilik getirmediler. Ama uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda gece gündüz aktif ve dinamik bir çalışma sürdürme konusunda yeni bir çığır açtıklarına şüphe yok.
AKP hükümeti ve kurmayları sadece Türkiye açısından ABD işbirlikçiliğinde yeni bir çığır açmakla kalmadı. Aynı zamanda, başta Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) olmak üzere, özellikle Arap-Sünni İslam örgütlenmelerinin ABD emperyalizmine hizmet etmesi için de özel bir görevi yerine getirdi, getirmeye de devam ediyor.
Yazımızın ilk bölümünde, 2007 yılının sonunda Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinin önemli gündemlerinden birisinin, “Türkiye’deki ABD karşıtlığının azaltılması için AKP hükümetinin ne yapmayı düşündüğü konusu” olduğunu söylemiştik. O günden bugüne, özellikle de Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasından bu yana geçen yıllar içerisinde, bu konunun sadece Türkiye halkları için, değil bütün bölge halkları için geçerli bir gündem olduğunu gösterir bir aktif dış politika izliyor hükümet.
Filistin ve Gazze konusunda izlenen çizgi, özelikle Son BM Genel Kurulu öncesi ve sonrasında İsrail hükümetine efelenip ABD’yi aklayan yaklaşım, bunun en dikkat çekici örneğini oluşturmuştur. Filistin’in bir devlet olarak tanınmasını veto edeceğini açıklayan ve Gazze’deki işgal ve katliamların koruyuculuğunu üstlenen esas emperyalist gücün ABD olduğunu bile bile, ona tek bir laf etmeyip, her fırsatta İsrail’in Netanyahu Hükümeti’ne çatmanın bir işlevi de bu değil midir?
Bahreyn, Yemen, Afganistan, Irak vb. Güney Asya ve Ortadoğu ülkeleri konusunda izlenen politikalar, Mısır, Tunus ve Libya başta olmak üzere Kuzey Afrika ülkelerine ilişkin yapılan müdahaleler, yine Suriye’yi karıştırmak ve açıktan bir iç savaş örgütlemek üzere atılan adımlar, bölgede ABD seviciliği için çalışmak değilse nedir? Gerek Başbakan ve Cumhurbaşkanı, gerekse Davutoğlu yaptıkları her açıklamada, Türkiye ve yabancı basındaki röportajlarında, uluslararası toplantılardaki konuşmalarında ABD’yi üzecek tek bir cümle kurmamaya neredeyse yemin etmişçesine bir özen göstermektedirler. Sürekli Türkiye-ABD ilişkilerini övmekte, bu ittifakın “bölgenin geleceğini anlayarak, bölge halklarının çıkarına kurulmuş tek gerçek ittifak” olduğunu içerde ve başta bölge olmak üzere dış gezilerde her fırsatta propaganda etmektedirler. ABD başta olmak üzere, Batılı emperyalist propaganda merkezlerinin Türkiye’yi Arap-İslam ülkelerine sürekli örnek-model göstermesine ses çıkarmayıp, hatta bununla övünüp, “bakın siz de bizim gibi yapın, o zaman her şey daha iyi olacak ve yolunda gidecek” diye propaganda yapmanın bir anlamı da bu değil midir?
Arap-İslam ülkelerinde yaşayan halklar arasında var olan anti-Amerikancılığı ve anti-emperyalizmi izole etmek için bu kadar canhıraş çalışan bir başka politik mihrak henüz ortada yoktur desek, sanırız abartmış olmayız. Tam da bu noktada, “bölgesel güç” ve “lider ülke” olma propagandasının arka planında dile getirilen 3. Kuşak Yeni Osmanlıcılığın ruhundaki gerçekçilik karşımıza, “ABD işbirlikçisi olmadan bir şey olunmaz” hafifliğiyle çıkmaktadır.
Bu durum, insanın aklına, Can Yücel’in, Yahya Kemal’in bir dörtlüğüne nazire yaptığı mısraları getirmektedir:
“Körfezdeki dalgın suya bir bak;
göreceksin
NATO’nun kablosu durmakta derinde!”
Biz de haddimiz olmayarak bir nazire yapalım her iki şaire.
“Körfezdeki stratejik derinliğe bir bak
göreceksin
ABD’nin kabloları durmakta dibinde!”

SURİYE’YE ÇARPAN, SURİYE’DEN AYAĞA KALKABİLİR Mİ?
Türkiye, dış politika alanında, AKP hükümetiyle birlikte sadece yeni “derin stratejik” hayaller ve “yeni iddialarla” değil, aynı zamanda yeni araç ve söylemler ve yeni bir taktik politikayla da tanıştı. “Komşularla sıfır sorun”, “kamu diplomasisini etkin kullanma”, “bölge ülkeleriyle ortak gelecek, ortak çıkarlar”, “ortak geleceği bölge devletleriyle ortak kurma”, “bölge barışını güvenceye alma”, “bölge ülkeleriyle barışçıl bir gelecek inşa etme” vb. taktik tutum ve söylemler bunların başında geliyordu. Bu söylemler, üstelik sadece içeride kullanılan propaganda amaçlı söylemler de değildi. Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla birlikte, dışişleri bürokrasisi, sermaye örgütlerinin temsilcileri, başta yandaş medya kuruluşları olmak üzere, bir bütün olarak sermaye basını, Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) gibi hükümet ve Cumhurbaşkanlığı destekli “stratejik araştırma kuruluşları” vb. resmi ve gayri resmi bütün bir devlet ve sermaye güçleri adeta bir seferberlik-kampanya halinde bu politik-taktik anlayışla çalışmalara başladılar.
Davutoğlu’nun yukarıda aktardığımız jeopolitik taktik önceliklerinde yer alan bölgelerde, bazen günde birkaç ülkeyi birden ziyaret edecek bir tempoyla, ikili ilişkilerin askeri, ekonomik, ticari, kültürel çok yönlü bir çerçevede canlandırılması ve ilerletilmesi için aktif bir çaba içerisine girdiler. Bir yandan Türkiye’nin dış ticaret hacminde önemli artışlar yaşanırken, bir yandan da 5, 10, 15 yıllık ekonomik-ticari hedefler belirleniyor ve bu çerçevede anlaşmalar yapılıyordu. Mısır, İran, Suriye, Irak (Kürdistan Federe Yönetimi dâhil), Tunus, Libya başta olmak üzere, kısa, orta ve uzun vadeli birçok anlaşmalara imza atılıyor, ABD’den alınmış açık destekle, “bölgesel güç”, “lider ülke” olma hayallerine doğru hızla yelken açılıyordu.
Tunus’la başlayıp Mısır’la devam eden halk ayaklanmaları, bu aktif dış politika çalışmasında önemli bir sarsıntı yarattı. Özellikle Mısır’da Mübarek yönetimi ve Libya’da Kaddafi ile kurulan yakın ilişkiler, can-ciğer kuzu sarması dostluk söylemleriyle kurulmuş dengeler, yaşanan halk ayaklanmalarıyla yerini sancılı, gerilimli ve çatışmalı bir sürece bıraktı. Aslında, hesap yapılmıştı. Bu bölgeler, başta ABD olmak üzere, uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin ihtiyaçlarına uygun olarak liberal bir dönüşüm yaşayacaklar, uluslararası kapitalist sisteme yeniden ve yenilenerek bağlanmaları zaman içerisinde olabildiğince sancısız bir şekilde gerçekleşecekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve halkların isyanı, koşulları neredeyse tamamen değiştirdi. Uzun sözün kısası, 30-40 yıllık diktatörlerle kurulmuş yakın ve sıcak ilişkiler yerini tehditlere ve çatışmalara bıraktı. Tunus’ta Bin Ali çabuk gitti, Mısır’da Mübarek’in gidişi biraz sancılı gerçekleşti! Ancak egemen burjuvazi ve AKP hükümeti cephesinden ortaya atılan politik-taktik söylemlerin alabora olduğu ilk yer Libya oldu. Öyle ki, Libya’ya NATO’nun müdahalesi gündeme geldiğinde, Başbakan Erdoğan’ın “kimse böyle bir şey beklemesin, buna izin vermeyiz” diye açıklama yapmasının üzerinden birkaç gün geçti ya da geçmedi; devlet ve hükümet, kendisini, Libya’ya NATO müdahalesinin karargâhında otururken buldu. Böylece, “Komşularla sıfır sorun”, “kamu diplomasisini etkin kullanma”, “bölge ülkeleriyle ortak gelecek, ortak çıkarlar”, “ortak geleceği bölge devletleriyle ortak kurma”, “bölge barışını güvenceye alma”, “bölge ülkeleriyle barışçıl bir gelecek inşa etme” merkezli politik-taktik yaklaşım ilk büyük darbeyi almış oldu. Dahası,  geleceği dair ekonomik ve ticari ilişkiler konusunda yapılan hesaplar ve planlar da büyük bir belirsizliğe gömüldü.
Örneğin, Türkiye- Mısır Dış Ticaret hacmi 2009 yılına kadar büyük artışlar göstermiş ve 3.2 milyar dolara ulaşmıştı. Hedef 4 yıl içerisinde 10 milyar doları aşmasıydı. Yine Libya ile olan dış ticaret hacminde de önemli artışlar olmuş 2010 yılında 2.5 milyar dolara ulaşılmıştı. Ancak asıl büyük hedef, 2011 ve 12’yi içeriyordu. Önce 20 milyar doların, ardından da 35 milyar doların üzerine çıkmak hedefleniyordu. Tunus geriden geliyordu ve hedefler çok yüksek değildi. Ama onun da 2008’de 1.3 milyar dolar olan dış ticaret hacminin 2011-12’de 4-5 kat artması hedefleniyordu. Gelinen noktada, başta Libya olmak üzere, Mısır’da ve Tunus’ta artık hesaplar yeniden yapılıyor, hedefler revize ediliyor ve örneğin Libya’da 10 milyar dolar civarında bir noktaya gerilenmiş bulunuyor.
Ancak, AKP’nin dış politikasındaki çöküş, Libya’da aldığı darbenin ardından, esas olarak Suriye politikasıyla gerçekleşti. Bundan yaklaşık 10 ay öncesine kadar AKP hükümetinin bölgedeki taktik-politik tutumunun en olumlu sonuçlar verdiği söylenen ülkelerin başında Suriye ve Beşar Esad yönetimi geliyordu. Bu konuda o kadar ileri gidilmişti ki, taktik-politik tutumun öne çıkarılan hasletleri, Suriye’de “Tek millet, iki devlet” sloganıyla ifade edilir olmuştu. Daha önce Başbakan’ın Azerbaycan için kullandığı zaman bile tartışmalara neden olan bu slogan, Suriye içinde kullanılmaya başlanmış, Erdoğan ve Esad yönetimleri ortak kabine toplantısı yapar duruma gelmişlerdi. Bu pratik adımlar, içeride ve başta ABD olmak üzere dışarıda hükümetin politik başarısı olarak sunuluyor, öyle de kabul görüyordu. George Bush’un ABD Başkanlığı döneminde, 11 Eylül saldırısının ardından, Irak, İran, Suriye ve Kuzey Kore “haydut devletler” olarak ilan edilmiş ve hedefe konulmuştu. Irak’ın işgali ve ardından geçen süre içerisinde yaşananlar ABD’ye pahalıya patlayınca, Obama’nın Başkanlığı ile birlikte yeni bir taktik-politik tutum ortaya konmuştu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun deyimiyle, bu, Türkiye’nin politikalarıyla örtüşüyordu. Kimin politikasının kiminkini örttüğünü tartışmak çok önemli değildi. Ama bu taktik-politik tutum bir anda altüst oldu. Beşar Esad yönetimi, diplomaside ve uluslararası ilişkilerde savaş nedeni sayılabilecek bir üslupla “yalancı, hain, ikiyüzlü, zalim, halk düşmanı” vb. ilan edilerek, açıkça yıkılması gereken bir düşman olarak hedef alındı. Başbakan Erdoğan, son BM Genel Kurulu’nun ardından Türkiye’ye dönerken, –birçok kez yaptığı gibi ayakları havadayken(!)– Suriye’yi karıştırmakta ne kadar ileri gideceklerini, Esad’ı mutlaka devireceklerini, ambargo başta olmak üzere artık somut adımların atılacağını açıkladı. Artık Başbakan Erdoğan, sürekli olarak, bir zamanların George Bush’u gibi konuşuyor, hatta ondan bile ileri gidiyordu. Ancak ne BM’den, ne NATO’dan istenen destek gelmiyordu. Başbakan Erdoğan içine düştükleri durumu biraz tepkiyle, biraz sitemle karışık, ama asıl olarak itiraf ve serzeniş içerisinde, şöyle dile getiriyordu:
“Bugün benzer acıların Suriye’de yaşandığına şahit oluyoruz. Suriye, enerji kaynakları noktasında yeterince zengin bir ülke olmadığı için, dünya kamuoyunda yeterince dikkat ve hassasiyetle izlenmiyor olabilir. Yeterince petrole sahip olmadığı için, Suriye, Libya kadar yankı uyandırmıyor olabilir. Ama bilmenizi isterim ki, Libya’da ölenler ne kadar insansa, ne kadar cansa, Suriye’de öldürülenler de o kadar insandır, o kadar candır. Libya için iştahlarını kabartanların, Suriye’deki katliamlar için sessiz ve tepkisiz kalması, insanlık vicdanında tamiri zor yaralar açmaktadır. Bölgede yaşanan trajediyi görmek, çığlıkları işitmek ve akan kanın durması için acilen tedbir almak zorundayız…”
“…Esad yönetimine, son 9 yıllık süreçte, bir an önce reformları gerçekleştirmesi için yoğun öneri ve tavsiyelerde bulunduk. Çünkü hep bize şunu sordular? Siz Türkiye’de ne yaptınız da bu noktaya geldiniz? Biz de onlara Türkiye’deki demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti yapısını saatlerce anlattık. Hatta ‘gönderin partinizin mensuplarını onlara bizler nasıl bir parti çalışması yapıyoruz anlatalım’ dedik. Kısmen de bunu yaptılar, ama devamlılık arz etmedi. Reformların sağlıklı ve hızlı yapılması için geçmişte Suriye yönetimiyle samimi işbirliğimiz maalesef karşılık bulmadı.”
Başbakan Erdoğan’ın 3. Karadeniz Enerji ve Ekonomik Forumu’nun açılışında yaptığı konuşmadaki bu söyledikleri, dış politikadaki taktik-politik tutumun çöküşünün de özet bir itirafı durumundadır.
AKP Hükümeti’nin Suriye politikası karşısında Beşar Esad ve diğer Suriye devlet temsilcilerinin açıklamaları da zaman geçtikçe eskisi gibi “kibar ve anlayışlı” olmaktan çıkmış durumda. Onlar da, tehdide karşı tehditle yanıt verir oldular. İran ve Rusya, biraz daha geriden gelse de Çin, Suriye’nin yanında yer alıyor. Dolayısıyla Türkiye egemen sınıfları ve AKP hükümeti, “bölge ve hatta dünyanın geleceği açısından Suriye demek sadece Suriye demek değildir” gerçeği ile karşı karşıya kıvranıyor.
Sermaye ve hükümetin “stratejik derinliği” bir yandan dünya kapitalizminin ana güç merkezleri arasındaki rekabet ve çatışmanın merkezine toslarken, öte yandan bunun bir parçası olarak, bölgesel hesap ve planlar da, bölgenin güç merkezlerinin direnişine toslamış bulunuyor. Gelinen noktada, Türkiye egemenleri, AKP hükümeti ve özellikle de Fethullah Gülen cemaati, Suriye politikasını sorguluyor ve yeniden bir toparlanma, taktik-politik yenilenmeyi tartışıyor. Bu tartışmalardan da açıkça görülüyor ki, egemen sınıflar ve AKP hükümeti açısından dış politikada “cicim ayları”nın sonuna gelindiğini söylemek bir abartı veya yanlış olmayacaktır.
Biz soruyu “Suriye’ye çarpan Suriye’den ayağa kalkabilir mi?” diye sormuştuk. Yanıtını, bugüne kadar hükümetin dış politikasını yere göğe sığdıramayanlara bırakalım. Arka arkaya yapacağımız bazı alıntılar biraz uzun olacak, ama yanıt açısından buraya aktarılmalarının önemli olduğunu vurgulayalım.
İlk alıntı, TASAM Başkanı Süleyman Şensoy’un TRT Türk kanalındaki röportajının kendi sitesinde yayınlanan kayıtlarından:
“Şimdi genel bir fotoğraf, ayrıntıları daha net gösterir: Kuzey Afrika – Ortadoğu’dan başlayan süreçte biz başından beri Güney Asya’daki bir takım ülkelere de bu sıçrayacak diye öngörüyoruz. Bu ülkeler, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve daha sonra 11 Eylül 2001 gibi iki önemli milat içinde kurumsal dönüşümlerini tamamlayamamış, otoriter rejimlerle devam etmiş ülkeler. Bu ülkelerin sistemleri, bu otoriter sistemleri tasfiye oluyor. Batılı güçler açısından baktığımız zaman da, şu anlamı ifade ediyor; bütün süreç, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya’yı içine alan yeni bir liberal ekonomik kuşak. Çünkü Batılı ekonomilerin durumunu hepimiz birlikte izliyoruz. Oldukça sıkışık… İkincisi, aynı liberal ekonomik kuşak üzerinde yeni bir güvenlik kuşağı ve ikisinin toplamıyla da Rusya ve Çin’i yalnızlaştırmak gibi bir hedef var. Tabii Türkiye bütün bunların neresinde duruyor? Türkiye, bu ülkelerin, bu geçiş sürecini yaşanmasının zorunluluğunu zamanında gördü. Ülkelerin bu süreci kendi iç dinamikleri ile, işbirliği içinde, bir kaosa ve çok uzun sürecek acılı bir dönemlere yol açmadan, mümkün olduğunca başarılı ve hızlı bir şekilde geçmesine yardım eden en kilit ülke konumunda şu anda. Böyle bir genel fotoğraf var önümüzde.”

“En zor rol Türkiye’nin… Çok prestijli, ama çok zor bir rol, çünkü bu, aynı zamanda Suriye üzerinden bir Doğu – Batı bloklaşmasına doğru da gidiyor. Belki konuşacağız ilerde. Bu anlamda bu süreç başarılı olursa, Türkiye bölgesel güç – küresel aktör olma iddiasının içini de çok büyük ölçüde doldurmuş olacak. Ama bir yol kazası olursa – hiç temenni etmiyoruz –  bu da, Türkiye için ciddi sorunlara yol açabilir.
“…
“Aslında Arap Birliği’nden önce bu yaptırım kararları Birleşik Milletler’de alınacaktı. Güvenlik Konseyine de sunuldu. Rusya ve Çin sürpriz yaparak, bunu veto ettiler. Batılı ülkeler, Libya’daki gibi, diğer Kuzey Afrika ülkelerindeki gibi, bu ülkelerin sessiz kalacağını düşünüyorlardı. Ama veto ettiler. Çünkü Suriye’nin çok stratejik bir önemi var. Suriye de düştüğü zaman, sıra Güney Asya’ya geliyor. Çin ve Rusya, bu oluşturulan yeni liberal ekonomik ve güvenlik kuşağının bir şekilde kendisini çevrelemek için olduğunu, bu alanlardaki Rusya ve Çin menfaatlerinin de tasfiye edileceğini öngördükleri için burada bir karşı duruş sergilemeye başladılar. Çinliler daha temkinli, Ruslar ise daha agresifler. Savaş gemilerini gönderdiler, şimdi uçak gemisi gönderecekleri söyleniyor, bu açıdan da dengelemek gerekiyor. Suriye’ye askerî bir müdahale yapmanın önünde Rusya ve Çin gibi çok önemli iki engel var ve bunlarla diyalog içinde bu süreci yönetmek gerekiyor.”
İkinci alıntı Zaman Gazetesi Yazarı İhsan Dağı’dan…
“Suriye işi başımızı çok ağrıtacak. Önceki gün Topkapı’ya yönelik ‘tuhaf’ saldırı bunun bir işareti.
“…
“Ortadoğu’da kimse iktidardan ‘gönüllü’ bir şekilde çekilmiyor. İktidar için ‘pazarlık’ da yapılmıyor; savaşılıyor.
“…
“Beşşar Esed gidecek, ama giderken kendisiyle birlikte kimleri ve neleri götürecek? Boşuna ‘bütün bölgenin kan gölüne döneceği’ tehdidini savurmuyor. Suriye meselesi, sadece Suriye’den ibaret değil. İran’dan başlayıp Irak’a, oradan Suriye ve Lübnan’a inen, Filistin’e Hamas üzerinden dokunarak, Ürdün’e kadar bulaşan, öte yandan da İran’dan Körfez’e sarkan karmaşık bir bölgesel hesaplaşmaya dönüşebilir bu iş. Dahası, Rusya’nın da gelişmelere müdahil olma isteğini unutmamak lazım.
“Kısaca, bölge içi dengeleri sarsacak derin bir krizden söz ediyoruz. Bütün bunlardan dolayı başlangıçta, Suriye’nin ‘tedrici ve düzen içinde’ dönüşümünü öngören Türkiye yaklaşımı yerindeydi. Ancak Suriye’deki rejim ve güç ilişkileri bizim sandığımız kadar basit olmadığından, Esed, destekçileri ve rejimin gerçek sahipleri iktidarlarından vazgeçmediler.
“Her halükarda şu anda ok yaydan çıkmış durumda. Suriye ve Türkiye ilişkilerinin Esed gitmeden ‘normalleşmesi’ artık imkânsız. Daha da ötesi, Türkiye’nin son zamanlarda pek gurur duyduğu Ortadoğu’daki ‘yükselen gücü’, Suriye ‘düşmeden’ restore edilemeyecek. Esed’in Şam’da oturmaya devam ettiği bir senaryo Türkiye’yi bölgesel politikada ‘kâğıttan kaplan’a dönüştürecek, ‘düzen kurucu’ rol oynadığı iddiasını gülünç hale getirecek.
“Kısaca, Suriye politikasında Türkiye, ‘kazan kazan’ politikasından ‘ya hep ya hiç’ politikasına savrulmuş görülüyor. Ya siyasal hedefi olan Suriye’de rejim değişikliğini gerçekleştirerek ‘dönüştürücü güç’ünü sergileyecek ya da geri çekilecek ve bölgesel politikasının dilini, araçlarını ve hedeflerini gözden geçirecektir. Bu, başka ülkelerde ‘rejim değişikliği’ politikası izleyen her ülkenin başına gelir; hedef gerçekleşirse bölgesel ve küresel profilleri yükselir, hedef ülkedeki ‘nüfuz’ları tavan yapar, ancak rejim değişikliği hedefini gerçekleştiremezlerse de ‘rezil’ olurlar. Suriye örneğinde Türkiye’nin yaşadığı açmaz bu.
“…
“Bazıları ‘bir taşla iki kuş’ vurmak da isteyebilir. Türkiye, Esed’in gönderilmesinde fiili bir kaldıraç rolü oynamaya başladığında, kendini birden yapayalnız bulabilir. Esed rejimiyle birlikte Türkiye’nin de batması üzerine kurulan bir senaryoya ne dersiniz? Suriye’de rejimi değişime zorlayabilen bir Türkiye’nin edineceği prestij ve gücü bölgesel ve küresel aktörler almaya hazır mı sizce?”
Son alıntıyı ise, 25. Abant toplantısına ilişkin Zaman gazetesinin manşetinde yer alan haberden bir bölüm aktararak yapalım.
“Türkiye’nin ve dünyanın yaşadığı önemli sorunları tartışarak çözüm önerileri sunan Abant Platformu, 25. toplantısında ‘Arap Baharı’ndan sonra Ortadoğu’nun geleceği ve Türkiye’ konusunu ele aldı.
“Protesto dalgasının etkilediği Suriye sınırına yakın Gaziantep’te gerçekleştirilen toplantıya 25 ülkeden 100’ün üzerinde bilim adamı katıldı. İlk günkü tartışmaların odağına ise, Türkiye’nin Arap Baharı’ndaki rolü yerleşti. ‘Türkiye model mi olacak, yoksa tecrübelerinden istifade edilecek bir ülke mi?’ sorusuna farklı cevaplar verildi. Arap katılımcılar, Batı’nın model dayatmasına karşı olduklarını ifade etti. Toplantıda, ‘Türkiye’nin model değil, ilham olabileceği’ görüşü öne çıktı.
“…
“Cumhurbaşkanlığı Ortadoğu Başdanışmanı Erşat Hürmüzlü, kendi ayakları üzerinde yükseldiği müddetçe Ortadoğu’daki hareketlenmelerin bahar olabileceğini ve Türkiye’nin de model değil daha çok ilham olabileceğini belirtti. ‘Rol gelip Türkiye’yi bulabilir, ancak Türkiye’nin model olma gibi bir iddiası yok. Suriye’nin Mısır’ın kararları kendi mutfaklarında pişirilecektir. Biz halkla rejim arasında bir seçim yapmamız gerektiğinde, seçimimizi halktan yana yaptığımızı belirtmek isteriz’ diye konuştu.”
Biraz uzun olma pahasına buraya aktardığımız bu alıntılar, yukarıda sorduğumuz, “Suriye’ye çarpan Suriye’den ayağa kalkabilir mi” sorusunun yanıtı açısından, bugüne ve geleceğe ilişkin yeteri açıklıkta bir fikir vermektedir sanırız! Evet. Türkiye egemenleri ve AKP hükümetinin “stratejik derinliği” ve ona bağlı olarak yürütülen taktik politikası dünyanın ve bölgenin gerçeklerine fena çarpmıştır ve ufukta da ayağa kalkma şansı görünmemektedir. Bunun için kafa yorup, formüller arayanların kucağında kocaman bir belirsizlik, bilinmezlik, ucu her koşulda çatışma ve savaş politikalarına çıkan ve sonucun ne olacağı kestirilemeyen açmazlar ve problemler yığını vardır.
Daha düne kadar “komşularla sıfır sorun”, “ortak geleceği bölge devletleriyle ortak kurma”, “bölge ülkeleriyle barışçıl bir gelecek inşa etme” temelinde politika yaptıklarını söyleyip, “Türkiye’nin gelecek yüzyıla yönelik dış politika stratejisi, güç merkezleri ile ilişkilerin alternatifli tarzda yeniden düzenlenmesi ve uzun dönemli kültürel, ekonomik ve siyasi bağların sağlamlaştırıldığı bir hinterlant oluşturulması şeklinde özetlenebilir” diyenlerin, “at binip kılıç kuşandıktan sonra”, gelip vardıkları yer, postu ABD emperyalistlerinin kucağına sermek olmuştur. Bundan böyle her kımıldanışında ve somut bir adım atma hamlesinde ABD’nin desteğine daha fazla muhtaç olan konuma gelmiş; başta komşu ülkeler olmak üzere, bölge ülkeleriyle sorunları ve çatışma alanları artmış, oraya-buraya deli danalar gibi koşturan bir devlet ve hükümet cephesi ile karşı karşıyayız.
Dahası, diyelim ki Suriye’de istedikleri gibi bir sonuç aldılar ve Esad’ı yıkıp kendileri gibi ABD emperyalizmiyle kader birliği yapmış muhafazakâr-liberal ittifaka dayalı bir hükümet kurdular. Hatta daha da ileri gidelim ve İran’ın da bu noktaya geldiğini/getirildiğini varsayalım. Bu ülkeler, Türkiye’nin “lider ülke” ve “bölgesel güç” olarak varlığı ve etkinliğini kabul edip ona boyun mu eğecekler? İster yakın, isterseniz bakabildiğinizce uzak tarihe bir bakın. Yine ister yakın ve isterseniz olabildiğince uzak bir geleceğe bakın. Baktığınız yerde büyük savaşlar, kıyımlar, yıkımlar, katliamlar görürsünüz, ama bu soruya “evet” yanıtı verebileceğiniz hiçbir şey göremezsiniz. Eğer tabii ki aklınız başınızdaysa ve içinizde biraz olsun vicdan, biraz olsun halk sevgisi varsa.
Sadece Mübarek gittikten sonra Mısır’da oluşan tablo ve Türkiye-Mısır ilişkilerinde ortaya çıkan durum bile bu açıdan anlayana çok şey gösterecek somut ve öğreticilikte bir örnektir.
Elbette bütün bu gerçeklere rağmen böyle düşünmeyenler ve Türkiye egemenlerine “parlak ufuklar” gösterip, gaz verenler de yok değil. Bunların başında da George Friedman geliyor. Friedman, “Gelecek 10 Yıl – Neredeydik… Nereye gidiyoruz?” isimli kitabında şöyle diyor:
“Türkiye uzun süreçte İran tarafından durdurulamaz, Türkiye ekonomik açıdan çok daha dinamik bir ülke ve bu yüzden daha gelişmiş bir orduyu destekleyebilir. Daha da önemlisi İran’ın coğrafi olarak sınırlı bölgesel seçenekleri varken, Türkiye Kafkaslar’a, Balkanlar’a, Orta Asya’ya ve sonunda da Akdeniz’e ve Kuzey Afrika’ya uzanıyor; bu, İranlıların mahrum kaldığı fırsatlar ve müttefikler yaratıyor. İran’ın eskiden beri önemli bir donanma gücü olmadı ve limanlarının yerleri yüzünden gelecekte de olamaz. Türkiye, tam tersine, Akdeniz’de sık sık egemen güç oldu ve yine öyle olacak. Gelecek on yıllık süreçte Türkiye’nin bölgede egemenliğe yükselişini görmeye başlayacağız.
“… ABD Türkiye’ye uzun vadeli bakış açısıyla yaklaşmalı ve gelişimin engelleyici bir baskı uygulamamalı.”
Türkiye egemenleri ve AKP hükümeti Friedman’a fazlasıyla inanıyor görünüyor ve önümüzdeki dönem için “lider ülke”, “bölgesel güç” olma hayallerini yeniden ve yeniden üretmenin bir yolunu arıyor olabilir. Ama Friedman’ınki dâhil hangi yoldan gidilirse gidilsin, Türkiye egemenleri ve AKP hükümeti açısından ufukta tek bir gerçek var: “Türkiye’nin lider ülke ve bölgesel güç olması, ya gırtlağına kadar ABD işbirlikçisi olmasıdır ya da imkânsızdır.”

İÇ POLİTİKA DIŞ POLİTİKA, DIŞ POLİTİKA İÇ POLİTİKADIR
“Stratejik derinlik”in Türkiye’yi getirdiği önemli noktalardan birisi de iç ve dış politikanın birbirini belirleme ve iç içe geçme düzeyindeki yükselme olmuştur. AKP hükümetinin uluslararası ilişkilerde izlediği politik-taktik çizginin bundaki payı yadsınamaz. Ancak bu durumun temelinde, esas olarak Türkiye’nin, başta ABD ve Alman, Fransız vb. emperyalizmi olmak üzere uluslararası kapitalist sistem içerisinde geldiği bağımlı kapitalist ülke konumu yer almaktadır. Bu konuma bağlı olarak ortaya atılan ekonomik ve politik hedefler ise, bu durumu pekiştirmektedir.
Ekonomik, sosyal, siyasal, tarihsel, kültürel vb. çeşitli alanlarda yaşanan ve yaşanacak olan iç gelişmeler, Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası konumunda doğrudan belirleyici bir rol oynarken, aynı kapsamda, bölgesel ve uluslararası arenada yaşanan ve yaşanacak olan gelişmeler de, içeriyi doğrudan etkilemektedir. Örneğin Kürt sorununda baskı, çatışma ve savaş eksenli politikaları öne çıkaran bir anlayışın, dış politikada, özelikle de bölge ülkeleriyle ilişkilerde barış, kardeşlik, karşılıklı eşit ilişkilere dayalı bir çizgide yürümesi pratik olarak mümkün değildir. Aynı bağıntıyı ters yönde de kurmak gerekir. Yani bölgede emperyalist gericiliğin en önemli merkezi haline gelmiş, tehdit, çatışma ve savaş eksenli bir politik hatta ilerleyen Türkiye’nin içerdeki sorunları eşitlikçi, demokratik, barışçı politikalarla çözmesi pratik olarak mümkün değildir.
Egemen sınıfların ve AKP hükümetinin içeride ve dışarıda savaş eksenli politikaları, aynı zamanda, Türkiye’yi giderek bir savaş ekonomisi cenderesine de daha ileriden ve derinlemesine bağlayacak yönde sürüklemektedir. ABD ile işbirliği içerisinde “PKK ve terörle kapsamlı mücadele” adı altında Kürt ulusal hareketine karşı sürdürülen askeri ve siyasi operasyonlar, bunun ve genel olarak bölge politikasının sonucu olarak yükselen polisiye ve askeri harcamalar, Suriye’ye yönelik uygulanan ambargo vb. başta olmak üzere içerde ve dışarıda savaş merkezli politikaların yarattığı ve yaratacağı ekonomik – ticari maliyet bunun başlıca tetikleyicileri durumundadır. Daha bugünden Türkiye ekonomisinde 2012-13’te büyüme ve toplam ticaret hacmine ilişkin önemli düşüşler yaşanacağı tahminleri ilgili ve yetkili ağızlardan gelmektedir. Dolayısıyla bundan önceki dönemlerde yaşanan örneklerde olduğu gibi, “içeride ve dışarıda savaş politikalarının” politik açıdan olduğu gibi ekonomik açıdan da bütün maliyeti esas olarak işçi ve emekçi halk yığınlarının sırtına yıkılacaktır.
Burada son olarak kendisine ulusalcı, sosyal demokrat ve hatta sosyalist diyen kimi kesimlerin AKP karşıtlığına ilişkin olarak da birkaç şey söylemekte yarar var.
AKP hükümetinin ilk döneminden günümüze kadar gelen süreçte, bu siyasal odakların sürdükleri AKP karşıtı propaganda esas olarak AKP’ye hizmet etmiştir. “Bunlardan başka ne beklenebilirdi ki?” diye de sorulabilir. Ancak bu siyasi odakların özelikle batıda Türk kökenli işçi, emekçi halk kesimleri üzerinde, gençlik ve kadın kitleler üzerindeki etkisi küçümsenemez. Bunun için iki önemli gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmekte yarar var.
Birincisi; adı geçen siyasi odaklar ve onların çeşitli renklerden türevleri, AKP hükümetinin genel olarak bölge politikasını, özel olaraksa Suriye politikasını eleştirmektedir. Ancak bu eleştiriler, esas olarak sertlikler, tehditler ve genel olarak çatışma eğilimlerine karşı gelmektedir. “Bölgesel güç”, “lider ülke olma” vb. açılardan özü itibariyle bir karşı çıkış söz konusu değildir. Bunun için de, başta ABD olmak üzere Batı emperyalizminin vurucu merkezi olma konusunda tutarlı bir anti-emperyalist çizgiden uzaktırlar. Bu konumda durarak AKP’ye karşı çıktığını ve muhalefet ettiğini söylemek, dönüm dolanıp, AKP’ye hizmet etmeye dönüşür.
İkincisi ise, Kürt sorunu karşısındaki baskı ve imha politikalarını kabul eden, sınır içi ve sınır dışı askeri operasyonları destekleyen, hatta yetersiz gören ırkçı-şoven tutum ve anlayışlarıdır. Bu tutum ve anlayışlar, esas olarak ABD ve AKP’nin Kürt ulusal hareketinin ezilmesine yönelik politikasıyla tam bir uyum içerisindedir. Dolayısıyla Kürt sorunu konusunda böyle bir politik tutum takınıp, bölge ve Suriye politikasında ABD ve AKP hükümetini eleştirmek, esas olarak bu güçleri desteklemek, onların ekmeğine yağ sürmektir. İçeride Kürt sorununun eşit haklara dayalı, gönüllülük temelinde, demokratik ve halkçı bir tarzda çözümünü savunmadan emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı tutarlı bir mücadele sürdürülemez. Bugün Kürt ulusal hareketinin çözüm için öne sürdüğü “Bölgesel, demokratik özerklik” talebi kabul edilip, bu hakkın tanınmasını savunmadan, bütün zorluklarına rağmen bu gerçeğin Türk kökenli işçi ve emekçiler tarafından kavranması için çalışmadan, bölgede ve dünyada barış istemek en hafif değimiyle körlüktür. Bu körlük, son noktada gelip, egemen güç ilişkileri ve dengeleri açısından ABD’nin ve başta AKP hükümeti olmak üzere onun işbirlikçilerinin güçlenmesine hizmet etmiştir, edecektir.
Bir kez daha tekrarlayarak bitirelim, egemen sınıflar ve AKP’nin “stratejik derinliği” Türkiye ve bölge halklarının barış içerisinde bir arada yaşamasına hizmet etmiyor. Türkiye’nin “bölgesel güç” ve “lider ülke olma” hesapları her geçen gün daha fazla uzaklaşılan hayaller olmaktan öteye geçmiyor. Bugünün 3. Kuşak Yeni Osmanlıcıları “kılıç kuşanıp at binmiş”, Osmanlı’nın “muhteşem yüzyılına değil de, son padişah Vahdettin’in Osmanlısı’na doğru koşuyorlar.

Yararlanılan Kaynaklar

1 – Uluslararası Durum ve Görevler – Siyasal ve Örgütsel Bir Platform. Hazırlayan: S. Cihan – Evrensel Basım Yayın
2 – Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Ahmet Davutoğlu – Küre Yayınları
3 – Kısa Türkiye Tarihi, Sina Akşin – Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
4 – Gelecek 100 Yıl – 21. Yüzyıl İçin Öngörüler, Gelecek 10 Yıl – Neredeydik… Nereye Gidiyoruz?, George Friedman – PEGASUS Yayınları
5 – Müslüman Kardeşler’den Yeni Osmanlılar’a İslamcılık, Selin Çağlayan – İmge Kitabevi Yayınları
6 – TASAM ve konuyla ilgili çeşitli internet sitelerinin arşivleri

DIŞ POLİTİKADA BUGÜNE NASIL GELİNDi? AKP NEREYE KOŞUYOR?-1

Türkiye özellikle son birkaç yıldır dış politika alanında yaşanan olaylar ve tartışmaların neredeyse günlük hayatın bir parçası haline geldiği bir ülke durumunda. Her geçen gün bu durum daha da belirginlik kazanıyor.
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın iç ve dış gezilerde, katıldıkları bütün etkinliklerde, ulusal ve uluslar arası bütün basın kuruluşlarının verdikleri demeçlerde en çok öne çıkan, hatta çoğu zaman esasını belirleyen gündem bölgede yaşanan gelişmeler, devlet ve hükümetin dış politikası oluyor. Hal böyle olunca da kahvede, işyerinde, okulda, camide, cem evinde yapılan sohbetlerin ağırlıklı konularından birisini bölgede ve komşu ülkelerle yaşanan gelişmeler, Türkiye ile olan bağlantıları ve etkileri oluşturuyor. 
Buna uygun olarak da, Özgürlük Dünyası’nın son sayılarının hemen hepsinde konuya ilişkin çeşitli makaleler yer alıyor. Bizde bu yazımızda iç politikayla bağlantısı içerisinde devlet ve hükümetin dış politikasının genel ve kimi özel yönlerini belli başlı açılardan irdeleyeceğiz.

ÜSTÜ ÖRTÜLMEK VE YOK SAYILMAK İSTENENLER

Şüphesiz son yıllarda bölgenin bugününü ve geleceğini doğrudan etkileyen gelişmelerin başında Kuzey Afrika, Güney Asya ve Ortadoğu ülkelerinde yaşanan halk hareketleri geliyor. Tunus’ta başlayan, Mısır’la devam eden ve ardından bu bölgelerdeki birçok ülkede şu veya bu düzeyde ve şu veya bu nitelikte etkileri görülen halk hareketleri güncelliğini ve önemini koruyor. Zaman zaman halkların kitlesel tepkisinde geriye düşmeler olsa da, özellikle Tunus ve Mısır’da yaşanan devrimci süreç yeni biçimler alarak devam ediyor. Son bir iki hafta içerisinde Mısır’da Tahrir Meydanı”nda yeniden başlayan halkın kitlesel protestoları bunun bir göstergesi.
Bugün içinden geçilen sürecin doğru kavranabilmesi ve doğru sonuçlar çıkarılabilmesi açısından gözden kaçırılmaması gereken bir kaç temel husus var.

1 – Bölge ülkelerinde yaşayan halklar, olabildiği kadarıyla onların ilerici, demokratik ve devrimci örgütleri, bulundukları ülkelerde bu halk ayaklanmalarına kaynaklık eden ve öne çıkan “iş, ekmek ve özgürlük” taleplerinin karşılanacağı bir değişimin ve dönüşümün yaşanmasında ısrar ediyorlar. Bunun karşısında, başta ABD olmak üzere diğer emperyalist güç merkezleri de bu halk hareketlerini, etkilerini ve sonuçlarını kendi çıkarları doğrultusunda ve kızışan bir rekabet içerisinde kullanmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken esas olarak, eski rejimlerin kalıntılarından ve yeni palazlanan egemen güç çevrelerinin öne çıkanlarından topladıkları işbirlikçilere yaslanıyorlar.

2 – Dünya ve bölge ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de devlet ve hükümet güçleri başta olmak üzere, her renkten burjuva aydın, gazeteci, yazar, uzman ve akademisyen çevreleri olup bitenleri değerlendirirken bu güçler mevzilenişini yok sayarak, dünya ve bölge halklarının gözünden kaçırıyorlar. Olup bitenleri ve olacakları kendi durdukları zeminden analiz ediyor, çıkardıkları sonuçlar üzerinden çok yönlü bir propaganda yapıyor ve bütün bunların yakın, orta ve uzak geleceğe dair tek yönlü ve mutlak bir doğru olarak kabul edilmesini dayatıyorlar. Sonra da yaşanan yeni olay ve ortaya çıkan olguları üst üste yığıp “dış politika satrancını iyi oynayan kazanır” dedikleri bir çerçeveden propaganda etmeyi sürdürüyorlar.

3 – Bugün halk ayaklanmalarının yaşandığı, etkilediği ülkeler ve bu ülkelerin bulunduğu bölgeler, dünyanın en önemli enerji kaynaklarını barındırıyor. Yapılan araştırmalar, uluslararası emperyalist tekellerin ve dünya kapitalizminin önümüzdeki 50 yıllık enerji ihtiyacının yarıya yakınının bölge topraklarında bulunduğunu gösteriyor. Petrol, doğalgaz ve su başta olmak üzere bu temel enerji kaynaklarının denetimi, kullanılır hale gelmesi ve dünya enerji tüketiminin ana merkezlerine taşınması için yeni enerji geçiş yollarının kurulması, mevcutlarla birlikte bunların kontrolünün sağlanması, dünya kapitalizminin yakın geleceği için hayati bir önem taşıyor.

4 – Bölgede özellikle 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından 50 ve 60’lı yıllarda kurulmuş olan dengelere bağlı olarak şekillenmiş siyasal sistemler ve rejimler dönem dönem başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlere karşı bölgedeki petrol gücünü bir silah olarak kullanabiliyordu. Bunun önemli örneklerinden birisi 70’li yıllarında başında yaşanmıştı. Hatırlanacağı gibi, 1973 yılında, Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği (OAPEC)’nin uyguladığı petrol ambargosu ABD ve Avrupa ülkelerinde ciddi bir petrol krizinin yaşanmasına neden olmuştu. Bunun üzerine ABD bölgeye yeni askeri üsler ve donanmalarla yerleşmişti. Bölge ülkeleri sonraki dönemlerde de bu kadar etkili olmasa da bölgenin enerji kaynaklarının kullanımında zorluklar çıkarmışlardı. ABD ve batılı emperyalistler bu durumun değişimi için bölgesel egemenliklerini artırma çabalarını sürekli gündemde tuttular. 
Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, batılı emperyalistler özellikle son 20-25 yıldır, Sovyetler Birliği (SB)’nin çöküşünün ilanından da güç alarak, her fırsatta bölgenin yeniden yapılandırılması ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına eksiksiz ve tam bir bağımlılığın gerçekleşebilmesi için bölgeye işgal ve savaş da dahil her türlü politikayla müdahale ediyor. Bugün gelinen noktada, bölge ülkelerindeki rejimlerin hemen hemen hepsi gerek kendi iç kapitalist gelişimlerinin gerekse de dünya kapitalizminin ihtiyaçlarına yanıt veremiyor.

5 – SB’nin dağılması yeni bir durum ortaya çıkarmış ve birçok önemli sonuç doğurmuştur. Bunlardan en önemli ve konumuzla bağlantılı olanı, SB’nin doğrudan hegemonya alanları başta olmak üzere, “iki kutuplu dünya” olarak adlandırılan dönemin dengeleri içerisinde oluşmuş hegemonya alanlarının yeniden paylaşımının gündeme gelmesidir. Başlangıçta bu yeniden paylaşımda SB’ye bağlı cumhuriyetlerin ayrılma süreci ve bölgede, iç, ulusal ve bölgesel çatışmaların savaşlarla devam etmesi öne çıkmıştır. 90’lı yılların ortalarına kadar çatışma merkezleri buralardır. Ardından Varşova Paktı üyesi “Doğu Bloğu” ülkeleri ve özellikle de Balkanlar, ulusal ve bölgesel çatışma ve savaşlara sahne olmuş ve bir anlamda yeniden paylaşımın öne çıkan merkezleri durumuna gelmiştir. 90’lı yılların sonu ve 2000’lerin başından bu yana ise bir zamanlar “yeşil kuşak” ve “bağlantısız ülkeler” olarak adlandırılan bölge ve ülkeler çatışmanın ve yeniden paylaşımın merkezi durumuna gelmiştir.

6 – 2007 ve 2008’de ABD’de yaşanan kriz ve uluslararası etkileri, ardından 2010 ve 2011 yılında başta Yunanistan ve İtalya olmak üzere belli başlı Avrupa ülkelerinde patlak veren krizler ve dünya kapitalizminin önümüzdeki döneme ilişkin ihtiyaçları, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu bölgelerde yaşanan çelişki ve çatışmaları daha da keskinleştirmektedir. Bölgenin uluslararası sermaye sistemine yeniden bağlanması temelinde gündeme gelen müdahaleler elbette ki tek tek ülkeler açısından oldukça önemlidir. Ancak altı çizilmesi gereken bir nokta daha var. Bölgenin yeniden paylaşımı merkezli politikalar, çelişki ve çatışmaların odağını giderek başta ABD ve Avrupa (esas olarak ta Almanya) olmak üzere Rusya ve Çin gibi emperyalist ülkelere doğru taşımaktadır. Bu da daha büyük ve yıkıcı bir savaş birikimini tırmandırırken, bölge ülkeleri ve halkları açısından karanlık bir gelecek hazırlamaktadır.

Elbette ki bölge ülkelerinin ulusal, milli, kültürel, dini ve mezhepsel yapıları bu süreçlerde oldukça etkili roller üstlenebilmektedir. Bu özellikler politikanın en önemli araç ve amaçları olarak kullanılmaktadır. Çelişki ve çatışmalar derinleştikçe de daha fazla öne çıkacak, çıkarılacak ve kullanılacaktır. Ancak olup biteni anlama ve anlamlandırma açısından sadece bunlarla sınırlı kalan değerlendirmelerin yetersiz kalacağı da açıktır.
Yukarıda olabildiğince özetlemeye çalıştığımız hususları atlayarak yapılan değerlendirmeler bölgede yaşanan olay ve onların ortaya çıkardığı olguları doğru kavramak, doğru sonuçlar çıkarmak açısından hayati önemdedir. Aksi takdirde emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin, olup bitenleri uluslar, ırklar, dinler ve mezhepler üzerinden açıklayarak, bölgeye “demokrasi ve özgürlüklerin hakim olması” propagandası eşliğinde yürüttükleri politikaların oluşturduğu ateşten çemberin dışına çıkabilmek mümkün değildir. Dahası, bölge halklarının eşitlikçi, demokratik ve özgürlüklerden yana taleplerinin ve mücadelelerinin toz duman arasında boğulup, faturanın yine işçi, emekçi halklara kesilmesi yeniden ve yeniden mümkün hale gelmektedir.

BÖLGEDE YAŞANANLAR VE DIŞ POLİTİKA
Bugün AKP, esas olarak Türkiye’nin lider ülke ve bölgesel güç olma hedeflerini öne çıkarıyor. Bu iddialar elbette ki AKP ile başlamış iddialar değildir.
Türkiye egemenleri özellikle son 20-25 yıllık dönem içerisinde bölgede yaşanan gelişmeler ve ABD başta olmak üzere batılı emperyalistlerin bölgeye müdahalelerine paralel olarak, dönem dönem bölgesel egemenlik hayallerini öne çıkarmışlardır. 80’li yılların sonu, 90’lı yılların başı ile AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren dikkat çeken özelliklere sahiptir. Bu açıdan 80’li yılların sonu ile 90’lı yılların başını ilk dönem olarak kabul etmek yanlış olmaz.
Çünkü o yıllara kadar Türkiye”de dış politika denince akla iki ana eğilim gelir. Birincisi “geleneksel dış politika (Atatürk-İnönü çizgisi)” olarak adlandırılan yaklaşımdır. Diğeri ise, Demokrat Parti (DP) ve Adalet Partisi (AP)’nin “fırsatları değerlendirme ve bölgede güç olma” çizgisidir.
Birincisi; genel olarak bölgede yaşanan gelişmeler karşısında ihtiyatlı olma, temkinli davranmayı elden bırakmama ve özellikle komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurmayı esas aldığını söyleyen bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım aynı zamanda, başta batılı emperyalistler olmak üzere güçlü emperyalist devletler, kendi çıkarlarını gözeten ve hepsine eşit mesafede duran bir dış politika izlediğini öne sürüyordu.
İkincisi ise, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar büyük Türk dünyasını birleştirme hamasetini öne çıkaran ve bölgenin küçük Amerika’sı olma hayali kuran bir yaklaşımdı. Bunun için her fırsatı değerlendirme adına bölgede yayılmacı emelleri öne çıkaran, batılı emperyalistlerle özellikle de ABD ile kendi çıkarlarına göre yakın bir işbirliği kurmanın önemli olduğunu öne sürüyordu.
İlk dönem diye adlandırdığımız 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başı Turgut Özal’ın Başbakanlığının son dönemi ve Cumhurbaşkanlığı yıllarıdır. Başbakan Özal 1987 yılı Nisan ayında Avrupa Birliği (AB)’ne tam üyelik için başvuruda bulunmuştu. 89’da SB’nin çöküşünün ilanı ile birlikte de başta Azerbaycan olmak üzere, SB içerisinde yer alan Türk Cumhuriyetleriyle sıkı ilişkiler kurarak bölgede etkin olma peşindeydi. 90 yılı Ağustos ayında ise Körfez Savaşı’nın gündeme gelmesi ile birlikte Ortadoğu haritasının yeniden çizilme sürecinin başladığına inanarak, ABD ile işbirliği içerisinde Irak’a askeri müdahale için düğmeye basmıştı. ABD Türkiye’den İncirlik Üssü’nü kullanmayı, Türkiye-Irak sınırına askeri bir yığınak yapılmasını ve Suudi Arabistan’da toplanan orduya askeri birlik göndererek körfez savaşına aktif olarak katılmasını istiyordu. Özal da Musul’da ve bölgedeki petrollerde etkin olmak hesabıyla bu isteğe dünden razı bir tutum sergiliyordu ve “Bir koyup üç alacağız” propagandası yapılıyordu.
Özal, son istek hariç ABD’nin diğer bütün isteklerini yerine getirdi. Aslında sonuncusunu da yerine getirme taraftarıydı ancak içerdeki tepkiler ve Yıldırım Akbulut hükümetinde ve ANAP’ta yaşanan huzursuzluklar nedeni ile bunu yapamadı. Dışişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı, Özal’ın savaşa katılma yönündeki ısrarcı tutumları nedeni ile istifa ettiler. Bu dönem aynı zamanda çok fazla öne çıkmasa da dış politikada Yeni Osmanlıcılık hesaplarının Turgut Özal ve çevresince paylaşılan bir fikir olarak tartışma konusu olan bir dönemdi.
Sonuçta Körfez Savaşı Türkiye için yıkımla sonuçlandı ve o dönem Özal’ın açıklamalarından kalkarak kurulan “Bir koyup üç alacağız diyenler üçün birini aldılar” cümlesiyle tarihe geçti.
Bu dönemin ardından AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yılların başına kadar dış politika alanında esas olarak AB’ye tam üyelik ve uyum yasaları kapsamında atılan adımlar öne çıkar. Necmettin Erbakan’ın başbakanlığında kurulan REFAHYOL hükümeti döneminde, G7 örneği izlenerek Mısır’’ın öncülüğünde M-8 adıyla kurulan ve adını D-8 olarak değiştiren Müslüman ülkeler ortak pazarı girişimi ve bunun yarattığı tartışmayı da burada anmakta yarar var. Kısa süren ve işlevsizleşen bu girişim, batıdan bağımsız bir bölgesel girişim olarak dikkat çekmiştir.
Yakın tarih açısından öne çıkan ikinci dönem AKP dönemidir. Yazımızın bundan sonraki bölümünde esas olarak bu dönemin öne çıkan özellikleri üzerinde duracağız. Burada AKP dönemi de dâhil Türkiye’nin dış politikasının yakın tarihi açısından yapılacak değerlendirmelerde gözden kaçırılmaması gereken bir olgunun altını çizmek gerekiyor.
Türkiye 80’li yılların ortalarından bugüne kadar gelen süreçte hızlı bir kapitalistleşme süreci yaşamıştır. Türkiye’nin bu hızlı kapitalist gelişimi ve geçmiş dönemleriyle karşılaştırılamayacak kadar artan sermaye birikimi süreci esas olarak uluslararası tekellerin ve emperyalist-kapitalist sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak gerçekleşmiştir. Türkiye bugün bölgede önemli bir bağımlı kapitalist ülke durumundadır. Özelikle 2000’li yılların ortasından itibaren Türkiye’nin egemen sınıfları açısından bölgedeki etkinliğini artırma, dolayısıyla bölgenin yeniden paylaşımında söz sahibi olma çabası, Türkiye’nin bağımlı kapitalist bir ülke olarak geldiği ekonomik konumdan ayrı ve onun dışında ele alınarak değerlendirilemez.
Sermaye ve hükümetin heyecanla ve ittifak halinde ortaya koyduğu Türkiye’nin ekonomik gelişim hedefleri bu açıdan yeterli veri sunmaktadır. Örneğin, bugün Türkiye, Dünya’nın 16. büyük ekonomisi durumundadır. Hükümet ve sermaye cephesi önümüzdeki on yıl içerisinde Türkiye’nin Dünya’nın ilk on büyük ekonomisi arasında yer almasını hedeflediğini sık sık dile getirmektedir. Yine çeşitli vesilelerle dile getirilen, büyüme, Gayri Safi Milli Hasıla, yakın ve orta vadeli ihracat ve ithalat hedeflerine ilişkin iddialı rakamlar dikkat çekmektedir. Türkiye egemenleri önümüzdeki on yıla ilişkin Türkiye ekonomisinin yıllık hacmini 2015’te 1 trilyon doların üzerine 2023’te ise 1.5 trilyon dolara çıkarmayı hedeflemektedir.
Sıraladığımız bu ekonomik verilere ulaşılıp ulaşılamayacağı, bunun sadece Türkiye’nin ekonomik performansıyla alakalı bir durum olmadığı vb. birçok şey söylenebilir. Dahası her şey öngörüldüğü gibi gidip bu hedeflere ulaşılsa bile bunun ne pahasına gerçekleşeceği ve kime ne faydası olacağı üzerine de çok şey söylenebilir. Ancak burada konumuzla ilgili olan yönü üzerinden bir gerçeğin altını çizmekte yarar vardır. Dünya kapitalist sistemi yerinde durmamaktadır ve onun bir parçası olarak Türkiye egemenleri kendileri için olabilecek en ileri mevziyi tutma çabası içinde olacaktır. Bundan daha doğal bir şey yoktur. Bu da başta içeride uygulanacak sömürü politikalarının derinleşmesi anlamına geldiği gibi, işbirlikçi egemen sınıfların bölgesel çıkarları konusunda değişen koşullara uygun mevzi tutma çabalarının artarak devam edeceğinin işaretidir.
Dahası bugün Türkiye ekonomisinin geldiği durum, geleneksel dış politika anlayışıyla sürdürülebilir bir durumdan oldukça uzaktır. İşbirlikçi egemen sınıflar bunun farkındadır. Onun içidir ki bugün AKP’nin izlediği dış politika, işbirlikçi egemenlerin sınıf çıkarlarından bağımsız değildir. Hatta onun içindir ki bugün birkaç ufak cılız sesi bir kenara bırakırsak, egemen sınıflar mevcut dış politikaya güçlü bir destek sunmaktadırlar.

AKP’NİN DIŞ POLİTİKASINDA İKİ DÖNEM
Yakın tarih açısından dış politikada öne çıkan iki dönemden birisinin 2000’li yılların ikinci yarısı olduğunu söylemiştik. Bu aynı zamanda 2002’de iktidara gelen AKP hükümetinin ikinci dönemi anlamına da gelmektedir.
AKP hükümetinin kurulduğu 2002 yılından 2007’ye gelene kadarki dönem içerisinde dış politikada izlediği çizginin merkezinde AB’ye tam üyelik ve bu kapsamda yapılacak düzenlemeler, uyum yasalarının çıkarılması yer aldı. Bölge ülkeleri ile ilişkilerde de geleneksel iyi geçinme yaklaşımını devam ettiriyordu. Bu dönemin en önemli olaylarından birisi 2003 yılının Mart ayında ABD’nin Irak’ı işgali olmuştur. Tıpkı yukarıda kısaca değindiğimiz Körfez Savaşı döneminde olduğu gibi, ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde de Türkiye’den benzer hatta daha ileri talepleri olmuştu. Bu talepler çerçevesinde gündeme gelen ve hükümete savaşa katılma yetkisi veren 1 Mart Tezkeresi, yaşanan yoğun tepkiler ve tartışmalar arasında Meclis’ten geçememişti. AKP hükümeti daha ikinci yılında önüne gelen bu önemli olay karşısında bir sarsıntı yaşamış ve ardından ABD ile ilişkileri toparlamak üzere hızla durumu düzeltmeye girişmişti. Ancak bir yandan istekleri yerine getirirken öte yandan işgal sürecine aktif katılmamayı tercih eden bir politik yaklaşım öne çıkmıştı.
2007 sonrası ise Türkiye’nin ve AKP hükümetinin dış politikasında önemli bir değişimin içerisine girildiğini gösterecek adımlar arka arkaya gelmiştir. Yılın hemen başında MİT Müsteşarı Emre Taner’in açıkladığı 80. Yıl Raporu, Türkiye’nin değişen dünya ve bölge koşullarında tutması gereken yere dair önemli tespitler içeriyordu. MİT Müsteşarının dile getirdiği tespitler ve açıklamalar uzun süre tartışma yarattı. Ardından yıl sonuna doğru ABD Başkanı Bush ile Başbakan Erdoğan’ın Washington’da yaptıkları görüşme, öncesi ve sonrasında kamuoyuna yansıyan yönleri ile MİT’in raporunu tamamlar, hatta somut bir plana ve adımlara dönüştürür kararları içeriyordu. Bush-Erdoğan görüşmesi aynı zamanda Irak’ın işgalinin ardından “parçalı bulutlu” olan ABD-Türkiye ilişkilerinde de yeni bir sayfa açıyordu.
MİT’in 80. Yıl Raporu’na ilişkin Müsteşar Taner’in açıklamasında öne çıkan yönler şöyleydi:
“Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasi, ister ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda, parçası olduğumuz uluslararası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir.”

“Tarih yakından incelediğinde uluslararası sistemde istikrarın hiçbir zaman uzun süre mevcudiyetini koruyamadığı görülmektedir.”

“İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanında yüzyıl boyunca önemli değişimlere yol açacak parametrelerin gelişmekte olduğu bir evreyi de işaret etmektedir. Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus-devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır. Bu devletler sadece gelişememekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dahil olamamakla kalmayacak; aynı zamanda birçoğu günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir.”

Önümüzdeki dönemde de uluslararası sistemin, kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek faydasız bir uğraş olacaktır. Son derece kaygan bir zemin üzerine oturmuş uluslararası ortamda Türkiye, bir yandan yakın zamana kadar değişik çap ve karakterde savaşların yer aldığı ve halen potansiyel çatışma tehditlerinin bulunduğu Balkanlar, diğer yandan birçok bakımdan sürtüşmelere sahne olan ve çeşitli istikrarsızlık potansiyelleri taşıyan Kafkaslar ile yaklaşık 40 yıldır fiili çatışmalar ve terörist faaliyetlerle yoğrulmuş Ortadoğu”nun arasında bir iç hat pozisyonuna sahip halde bulunmaktadır. Ayrıca bu pozisyon kademeli olarak Orta Asya’ya açılan alanlarla da bağlantılıdır. Bu üç bölgenin ve Orta Asya’nın birçok bakımdan küresel politikaların ve ‘rol’ savaşlarının belirli açılardan yoğunlaştığı alanları oluşturduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla yeni sorun ve tehditler doğrultusunda 21. yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan söz konusu olmakta ve bu durum Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir. Bu süreç içinde Türkiye, gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ‘bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir. Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlamayla (kendi konumu ile ilgili) taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız savunma pozisyonunda olmak Türkiye’ye haiz şartlar nedeniyle kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikle değerlendirmek durumundadır. Elbette bunu gerçekleştirebilmesi hiç de kolay değildir.”

Biraz uzun olma pahasına MİT Müsteşarının açıklamasından aktardığımız bölümler, AKP’nin ikinci dönemi dediğimiz dönemin anlaşılması açısından önemli ipuçları vermektedir. Raporun açıklandığı yılın sonuna doğru Kasım ayı başlarında Başbakan Tayip Erdoğan ABD’ye gitti ve Washington’da tarihe geçen Bush-Erdoğan görüşmesi gerçekleşti. Bu görüşmede Bush, Türkiye’ye olan desteklerinin süreceğini bir kez daha söylemiş ve Erdoğan’ın Türkiye’deki ABD karşıtlığı ile etkin bir mücadele yürütme konusunda neler yapacağını sormuştu. Erdoğan da Türkiye’de batının istediği reformlar yolunda kararlı bir şekilde ilerleneceği güvencesini vermişti. İki taraf da stratejik ortaklığı yeniden ve daha güçlü bir şekilde tesis etmekte anlaşarak masadan kalkmıştı.
Görüşme raporun ruhuna uygun olarak gerçekleşmiş, Türkiye’nin bölgede ABD emperyalizminin savaş atına binişinin somut bir adımı olacak şekilde sonuçlanmıştı. Bu görüşmede yeniden ve daha güçlü bir şekilde ilan edilen stratejik ortaklık, MİT Müsteşarı’nın açıklamalarında verdiği ipuçlarını birleştirmiş ve ABD ile Türkiye’nin bölge hedeflerini pekiştirmişti. Böylece o günden sonra Türkiye’de Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül ve iki yıl sonrada Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ağzından günde birkaç kez duyacağımız açıklamaların zemini örülmüş oluyordu. Türkiye dünyada ve bölgede yaşanan gelişmeler ışığında ve yeni ihtiyaçlara da yanıt vermek üzere “model-lider ülke ve bölgesel güç olma hedefiyle” dış politikasında aktif, hatta pro-aktif bir döneme giriyordu.
2008 yılının Kasım ayında ABD’de Başkanlık seçimleri yapıldı ve Bush dönemi kapandı. Seçimlerde demokratların adayı Barack Obama büyük bir gürültüyle yeni ABD Başkanı seçildi. Obama’nın seçilmesi ve verdiği mesajlar, özellikle de bölgeye ilişkin yaptığı açıklamalar Türkiye’nin ve AKP hükümetinin girdiği yolu daha da cesaretlendiren içerikteydi. Irak, İran, Suriye konusunda yaptığı açıklamalar Türkiye’nin bölgedeki hareket alanını daha da genişleten ve yeni fırsatlar sunan açıklamalar olarak değerlendiriliyordu.

“STRATEJİK DERİNLİK” VE AKP HÜKÜMETİNİN PROPAGANDASI
Aynı yıllarda Başbakan Erdoğan’ın dış politika danışmanı olan ve ardından 2009 yılında Dışişleri Bakanlığı’na atanan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun hem adı hem de “Stratejik Derinlik” adlı kitabının adı daha çok duyulur olmaya başlamıştı. Kitap ilk baskısını 2001 yılında yapmıştı ama esas popülerliğini Davutoğlu’nun Bakanlığa atanmasıyla yaptı. Kitabın içeriği ve Türkiye’nin üzerinde yürümesi gereken yola ilişkin önerdikleri, MİT Müsteşarı Emre Taner’in söylediklerinin, daha geniş ve entelektüel derinlikle ele alınmış bir çerçevesini oluşturuyordu. Belki de Taner kitabı okumuş, Davutoğlu ile bir değerlendirme yapmış, buna göre MİT’in yeni dönem stratejisini belirlemiş, ardından da gerekli kişilerin bilgisi ve onayını alarak yukarıda aktardığımız meşhur açıklamalarını yapmıştır. Kim bilir belki de sadece tesadüftür ortaya konan stratejik-taktik yaklaşımlar. Bunlar “kuldan gizli Allah’a ayan” meseleler olduğu için biz üzerine çok şey söyleyemiyoruz.
Ancak bu dönem ve dahası bugün ve her gün bize söylenenler açısından, dış politika satrancı üzerinden o günden sonra çok yönlü ve etkili bir şekilde sürdürülen propaganda, estirilen rüzgâr açısından birkaç şey söylemek ve birkaç hatırlatmada bulunmak gerekiyor zannındayız.
Ama öncesinde “Stratejik Derinlik” isimli kitabın ana mesajı olarak kabul edilebilecek bir pasajı buraya aktaralım:
“Türkiye’yi çevreleyen yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları, coğrafi olarak dünya ana kıtasının merkezini, tarihi olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslararası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan Türkiye’nin stratejik derinliğinin yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta bağlantıları ile yeniden tanımlanması ve bu derinliğin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının dış politika parametreleri olarak kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.
Modernite, Avrupa-merkezli bir tarihi sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihi birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Stratejik açıdan mihver bir ülke olan Türkiye, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi durumunda, yeni dengelerin oluşacağı daha istikrarlı uluslararası konjoktürlere daha uygun şartlarda giren merkez bir ülke konumu kazanacaktır.”

Yukarıda aktarılan bölümden de anlaşılacağı gibi “Stratejik Derinlik”te ortaya konan yaklaşım, dünyada ve bölgede yaşanan gelişmelerin derinlemesine analizine dayanıyor. Bu analizler üzerinden Türkiye önümüzdeki dönem bölgede lider bir ülke ve bölgesel bir güç olma yolunda kendisine bağımsız ve aktif bir dış politika ekseni belirliyor. Davutoğlu ve AKP hükümetinin dış politikasının propaganda merkezine koyduğu bazı belirlemeleri yeniden hatırlayalım:
“Komşularla sıfır sorun” ,.. “Türkiye, değişen küresel dengeleri doğru analiz edip, doğru öngörüler ve etkin bir diplomasiyle yeni kurulacak bölge ve dünya dengeleri arasında hak ettiği yerini almalıdır” … “Türkiye bölgesel istikrarın ve bölgede barışın köprüsü olabilecek tarihsel, kültürel ve coğrafi birikime, stratejik bir konuma sahiptir” … “Bölge ülkeleri, değişen koşulları doğru değerlendirip, mevcut güç merkezlerine karşı yeni bir güç merkezi oluşturabilirler” … vb.
Bugünkü egemen dış politikanın ana eksenini oluşturduğu söylenen ve öne çıkarılan bu vurgulara başka bazı vurgular da eklenebilir.  Ancak, dış politikayı bir satranca benzetip, iyi oynadıklarını, doğru saldırı ve savunma taktikleri uyguladıklarını, çok yönlü, çok fonksiyonlu düşündüklerini ve bunun gereğini yaptıklarını ilan edenlerin ne kadar doğru söyleyip söylemediğini görmek açısından yeterlidir.

1 – Şimdi hükümetin yaptıklarına tekrar bakalım ve kendi söylediklerini kendilerine soralım. Bugün gelinen yerde “Komşularla Sıfır Sorun”umuz mu var. Yoksa neredeyse bütün komşu ülkelerle patlamaya hazır bir bomba haline gelen bir çatışma süreci mi biriktiriliyor? Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Biz bunu söylerken halklar arasındaki ilişkileri, duyguları kastetmiştik* diyor. Peki, şimdi bölge halkları Türkiye’yi daha mı çok seviyor? Halklar birbirine daha mı yakınlaştı? Bölgenin Şii ve Sünni halkları bir arada veya farklı ülkelerde düne göre daha kardeşçe ve sorunları ortadan kalkmış bir zeminde mi yaşıyorlar? Yoksa her an birbirlerini boğazlayacak bir nefret ve öfke biriktirecek politikalarla mı kuşatılmış durumdalar?

2 – Bugün hükümet, bölgede barışın ve istikrarın devamı için mi çalışıyor. Libya’daki muhalif aşiretlere, çanta içerisinde yüz milyonlarca dolar parayı elden teslim edenler Libya’da barış ve istikrara mı hizmet ettiler ve etmeye devam ediyorlar? Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı hemen her gün Suriye yönetimine tehditler savurarak, Suriyeli muhaliflerle Ankara’da sanki AKP’nin il teşkilatıymış gibi toplantılar yaparak, Beşar Esad’ı yıkmak için rota belirleyerek, Suriye’yi içerden ve dışardan karıştırarak istikrara ve barışa mı hizmet ediyorlar? Bölgenin belli başlı güç merkezleri başta olmak üzere tek tek ülkelerin ve genel olarak bölgenin istikrarı ve güvenliği dünden daha mı sağlam konuma gelmiştir?

3 – Bugün gelinen noktada, AKP’nin başta Suriye olmak üzere bölge ülkeleri konusunda sürdürdüğü politika veya politikalar, yukarıda ana çerçevesiyle aktardığımız politik yaklaşıma ne kadar uymaktadır? Bölge ülkelerinin tarihsel, milli, dini ve kültürel yapısına dayanarak, ekonomik ve siyasal ortak hedefleri-çıkarları doğrultusunda, dünyanın mevcut güç merkezleri içerisinde, yeni bir odak ve yeni bir bölgesel güç oluşturmanın zeminini bırakmış mıdır?

Yukarıda sıraladığımız belli başlı soruları ve elbette bu soruların kendi içinde taşıdıkları yanıtları daha da artırabiliriz.  Ama bütün bu soruların ayrı ayrı yanıtlarından öte hepsinin ortak bir yanıtı olan “hayır” sonucuna varmak için bu kadarı da yeterli olacaktır. Açıktır ki bu hayır yanıtı da AKP’nin özellikle son 3 yıldır sürdüğü dış politikanın, öne çıkardığı araç ve yöntemlerin çöküşüne işaret etmektedir. Bu çöküşün miladını ise yaklaşık on ay önce Suriye ile olan ilişkilerde gelinen tıkanma noktasından başlatabiliriz.  O günden bugüne Suriye ile olan ilişkiler ve izlenen politik hattın çöküşten çıkıp yeni bir toparlanmayı sağlayıp sağlayamayacağını, aktif dış politikanın, ABD’nin aktif işbirlikçiliğine nasıl evrildiğini ve bundan sonra sürecin Türkiye’yi nasıl bir bataklığa doğru hızla sürüklediğini ise yazımızın ikinci bölümünde ele alacağız.

Devam edecek

Emek Gençliği 4. Konferansının Gösterdikleri

Emek Gençliği’nin Şubat ayı ortasında başlayan 4. Genel Konferans süreci, 1-2 Nisan 2006 tarihlerinde toplanan Merkezi Konferans ile tamamlandı. Konferans süreci boyunca Emek Gençliği örgütleri, Türk ve Kürt milliyetinden işçi, işsiz, öğrenci, köylü gençlik kesimleri içerisinde yürüttüğü çalışmanın ilerleyen yönlerini, zayıflıklarını ve eksikliklerini değerlendirdi. 3. Genel Konferans’tan bugüne gelen dönem boyunca süren mücadele ve örgütlenmesini, Türk ve Kürt gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ihtiyaçlarını, sunduğu olanaklara ve bu olanakları ne kadar değerlendirebildiğine bağlı olarak gözden geçirdi ve bu üç yıllık sürecin muhasebesini yaptı. Her düzeydeki yönetici komitelerini demokratik bir tarzda, seçimler yaparak yeniledi. Emek Gençliği, Konferans sürecindeki tartışmaları, bir günlük Bölge Konferansı ve iki gün süren Genel Konferans’ın değerlendirme ve kararlarını, çerçevesini yeniden çizdiği görev ve sorumluluklarını bir sonuç bildirgesi ile bütün Türk ve Kürt gençliğinin bilgisine sundu.

Bu yazıda, Emek Gençliği 4. Genel Konferans sürecinin ortaya çıkardığı sonuçları çeşitli yönleriyle ele alıp, işçi sınıfı ve emekçiler açısından olduğu gibi, gençliğin de önderi olan işçi sınıfının devrimci partisinin belli başlı sorumluluklarına dikkat çekeceğiz.

 

CANLI BİR KONFERANS SÜRECİ VE TALEPLER İÇİN MÜCADELENİN ÖNEMİ

Daha önceki Emek Gençliği Konferans süreçlerinde olduğu gibi, 4. Genel Konferans süreci de, genel olarak, Emek Gençliği’nin bütün gençlik kesimleri içerisinde sürdürdüğü çalışmada bir canlanma, derlenip toparlanma yaratmıştır. Konferans sürecinin, dünya ve Türkiye gündeminde yer alan sosyal, siyasal ve kültürel gelişmelerle birlikte, gençlik kesimlerinin somut talepleri etrafında yürütülen günlük çalışmanın bir parçası olarak ele alınması, gençlik kitlelerine yapılan Konferans’a katılım çağrısının kapsayıcılığı vb. açılardan ortaya konan pratik tutum, bunda belirleyici olmuştur.

“Kurtlar Vadisi Irak” filminin vizyona girmesiyle canlanan Irak’ın işgali ve ABD karşıtı mücadeleye ilişkin tartışmalar, Türk ve Kürt gençliğinin anti emperyalist mücadele birikimi ve bunun günümüz gençliği tarafından doğru temelde kavranmasına yönelik bir çalışma, genç işçilerin hak alma ve sendikalaşma mücadeleleri, 2006 Newroz etkinlikleri öncesi başlayan ve sonrasında Diyarbakır’da çocukların öldürülmesine kadar varan milliyetçi-şoven kışkırtma ve provokasyonlara karşı tutum alma, Fransa gençliğinin yeni iş yasası düzenlemelerine karşı sürdürdüğü mücadele ve direnişinden öğrenme, gençlik kitlelerinin dikkatini buna çekme vb. iç ve dış gelişmeler, Konferans sürecinin gündemini tayin eden olay ve olgular arasında başta gelenleridir.

Bütün bu yaşananlar ve tek tek çeşitli gençlik kesimlerinin yerel düzeydeki sorunlarına ve taleplerine ilişkin bir kitle çalışması, mücadele ve örgütlenmesi perspektifi ile Konferans çalışmalarının sürdürülmesinin önemi, Konferans sürecinin başında bir kez daha vurgulanmıştır. Bu anlayışla, gençlik yığınlarına güncel politik gelişmeler, acil ve somut talepleri temel alarak seslenen, gençlik kitleleri içerisinde güvenle ve kararlılıkla düşüncelerini dile getiren, açık çağrılarla gençliği birleşmeye ve mücadeleye davet eden, kendisinin de gençliğin ana gövdesinin bir parçası olduğunu bilerek, çevresinde etkin olan bir tarzın çalışmaya hakim kılınması için, dünden daha ileri bir çaba sergilenmiştir.

Konferans sürecinin bu anlayışla ele alınması; dar, kısır ve gençlik yığınlarının gündeminden kopuk, verimsiz bir iç tartışmanın değil; canlı bir çalışmanın içerisinde konferansların yapılmasının belirleyici tarafıdır. Bu çalışmanın özellikle orta öğrenim gençliği içerisinde canlı bir karşılık bulması, Emek Gençliği Konferansları’nda, orta öğrenim gençliğinin dikkat çekmesini de beraberinde getirmiştir.

Başta ortaöğrenim gençliği içerisindeki Emek Gençliği grupları olmak üzere, Konferans sürecini EMEP (Emek Partisi)’in ortaya koyduğu anlayışla ele alıp, çağrılarını buna uygun yapan ve pratik tutumuyla bu anlayışa uygun hareket eden Emek Gençliği grupları, işçi, işsiz ve öğrenci gençlik kesimleri içerisindeki mücadele ve örgütlülüklerini ilerleterek, bu süreçten güçlenerek çıkmıştır. Kimi illerde, bir lisede 100’ün üzerinde gençle konferansını yapan, ilk defa çağrı yapılan bir mahallede 40 gençle bir araya gelip örgüt kuran, çeşitli sektörlerden 30-40 işçi gençle Konferans toplantıları yapan Emek Gençliği gruplarının varlığı, bunun örneklerini oluşturmuştur. Bu alanlardan seçilmiş delegelerin, il Konferansları’nda ve Merkezi Konferans’ta yaptıkları değerlendirmeler, kararlılık ve heyecanları olumlu olduğu kadar, yukarıda ortaya konan tarzın çalışmaya hakim olduğu koşullarda nasıl bir ilerleme sağlanacağının somut olarak görülmesi açısından da öğreticidir.

Yine bu sürecin, örgütsel bir kapsayıcılıkla birleşmesi ve “Kimler Emek Genci’dir” sorusuna, “Emek Gençliği’nin çağrılarına yanıt veren ve çalışmalara katılıp, mücadeleye atılan her genç Emek Gençliği üyesidir” şeklindeki temel yaklaşımla yanıt verilmesi, bu yaklaşımın bütün parti ve gençlik örgütlerine hakim olması için ısrar edilmesi, altı çizilmesi gereken bir diğer önemli noktadır. Konferans sürecinde yaşanan tartışmalarda bir kez daha görüldüğü gibi, birçok genç, kimlerin Emek Gençliği’ne üye olabileceği konusunda, sadece kendi dar deneyleri ile sınırlı yanıt vermektedir. Dahası, bu durum, parti yöneticileri arasında da görülebilmektedir. Emek Gençliği’ne kimlerin üye olabileceği (katılabileceği), tek tek kişi veya gençlik gruplarının öznel değerlendirmeleriyle değil, partinin, dünya ve Türkiye gençliğinin mücadele ve örgüt birikimi ışığında ortaya koyduğu bu nesnel kritere göre şekillenmelidir. Bugünün ihtiyacı, bu kriterlerin yeniden tartışılması değil, gereğinin yapılması ve bütün bir çalışma ve örgütlenmenin bu anlayışla sürdürülmesidir. Emek Gençliği 4. Genel Konferansı’nın bu açıdan da öğretici sonuçları olmuştur.

EMEP’in ve Emek Gençliği’nin, Türk, Kürt gençlik yığınları içerisindeki çalışma ve örgütlenmeyi bu kritere uygun olarak sürdürmeleri, gençliğin mücadelesi açısından ilerletici olacaktır. Bunun esas sorumluluğunun ise, partinin her düzeydeki örgütlerinin omuzlarında olduğu, bu anlayışın gençlik çalışmasında hakim bir tarz haline gelmesini parti örgütlerinin sağlayacağı ve bunun, gençliğe önderlik etmenin vazgeçilmez bir parçası olduğu gerçeği unutulmamalıdır.

 

KİTLE ÇALIŞMASI, KİTLE ÖRGÜTLERİNE YAKLAŞIM, İSTİKRAR VE ISRAR

Konferans süreci, öncesi ile de birlikte ele alındığında, Emek Gençliği örgütlerinin, özellikle ortaöğrenim ve üniversite gençliği içerisinde belirli bir yaygınlığa sahip olan kitle örgütlerinde çalışma, bu örgütlerin faaliyetlerine yön verme, buralarda mevzi edinme ve buraların gençliğin mücadelesini ilerletecek bir işleve sahip olmasını sağlama konusunda olumlu bir yönelime girdiğini göstermiştir. Bu olumlu gelişimi devam ettirmek, kalıcı ve yaygın hale getirmek açısından, belli başlı noktalara dikkat çekmek bir ihtiyaç durumundadır.

 

1 – Üniversite gençliği içerisinde çalışma yürüten Emek Gençliği gruplarında, Öğrenci Temsilciler Konseyi (ÖTK)’ne ilişkin küçümseyici, “ÖTK’lardan mücadele örgütü olur mu?”, “Konseyler anti demokratik seçiliyor, bizim çok fazla müdahale etme şansımız yok” vb. şikayetlenen, yakınmacı ve öğrenci örgütlerinin önemini kavramaktan uzak eğilimler ortaya çıkabilmektedir. Benzer eğilimleri kol, kulüp, topluluk vb. “özel ilgi alanlarına” hitap eden öğrenci örgütleri açısından da görmek mümkündür. Ancak, konferans süreci göstermiştir ki, Emek Gençliği bu tür eğilimlere prim vermeyecek ve bu öğrenci örgütlerinin, üniversite gençliğinin mücadelesini ilerletecek dinamikler olmasını sağlayacak bir birikime de sahiptir. Henüz bugün istenilen düzeyde olmasa ve mevcut olanaklara denk düşmese de, çeşitli üniversitelerde azımsanmayacak sayıda ÖTK temsilcisi gencin Emek Gençliği saflarında mücadele ettiği bilinmektedir.

Bu açıdan yaşanan darlıkları, sekter ve özgüvenden yoksun tutum ve anlayışları, hangi pratik gerekçeyi öne sürerek ortaya çıkarsa çıksın, değiştirmek ve doğru bir yaklaşımla bu öğrenci örgütleri içerisinde çalışmak, Emek Gençliği’nin temel ve vazgeçilmez bir ilkesidir. ÖTK’ların bir öğrenci örgütü olarak etkin hale gelmesi, yükseköğrenim gençliğinin taleplerine sahip çıkması, üniversite yönetimlerine katılarak, demokratik bir işleyişe sahip olması, dünya ve Türkiye’de yaşanan gelişmelere, gençliğin çıkarlarına uygun, halktan, toplumdan yana bir tavır koyması; “o tarafa-bu tarafa” yalpalayarak değil, cesaretle ve kararlılıkla bu örgütlerde yer alıp, üzerine düşeni yapmakla mümkün olacaktır. Bunun için de, üniversiteye gelen her yeni “kuşağın” ÖTK’lara ilişkin Emek Gençliği’nin tutumunu yeniden ve yeniden tartışmaya, “test etmeye” ihtiyacı yoktur. Yapılması gereken, Emek Gençliği’nin mücadele birikimine uygun olarak, kendi eyleminden öğrenmek ve bu örgütlenmelerde yer alarak, başarılı olmak için sabırla çalışmaktır. Her tür burjuva, gerici, milliyetçi akımın bu örgütler üzerindeki etkisini ve binlerce gence yönelmiş propagandasını boşa çıkarmak için çok yönlü ve militan bir çalışma yürütmektir.

Kol, kulüp, topluluk vb. “özel ilgi alanlarına” dayalı öğrenci örgütleri için de bu yaklaşım esas olmalıdır. Bu tür öğrenci örgütlerinin onlarcasının olduğu üniversitelerde, 5-10 genç bir araya gelerek yeni bir oluşuma gitmek yerine, etkin ve ilgi odağı olan, azımsanamayacak sayıda üyesi bulunanlarından başlayarak, içlerine girip çalışmak, temel perspektif olmalıdır. Olmayan yerlerde, açık çağrılar ve kapsayıcı bir pratik tutumla bu tür örgütlerin kurulmasını sağlamak, bir bütün olarak bu örgütler üzerindeki yönetim baskısına karşı mücadele etmek, bunun için pratik etkinlikleri fiilen yapabilir bir kararlılıkla hareket etmek, Emek Gençliği’nin devrimci karakterinin bir gereğidir.

Bu açıdan Emek Gençliği Konferansları’nda, yapılan pratik etkinlere dair verilen örneklerin çarpıcılığı, yakın tarihte yükseköğrenim gençliğinin gençlik mücadelesini ilerletici çıkışlarında bu öğrenci örgütlerinin (en başta da ÖTK’ların) üstlendiği işlev (Savaş karşıtı eylemler, eğitim fakültelerinde formasyon uygulamasına karşı verilen mücadele, dönem sonu şenlikleri, yarışmalar gibi organizasyonlar vb.) yeterince somut veriyi gözler önüne sermektedir. Dahası, 4. Genel Konferans’ın kararları bu yönüyle açık ve nettir. Parti ve gençlik örgütleri, bu kararların uygulanması için özen ve dikkati elden bırakmamalıdır.

 

2 – Yükseköğrenim gençliği içerisindeki öğrenci örgütlerinin benzerleri, kendine has özgünlükleriyle birlikte, ortaöğrenim gençliği içerisinde de mevcuttur. Bunlara, Okul Aile Birlikleri, eğitsel kol faaliyetleri, öğrenci-veli dernekleri vb. oluşumlar da eklenebilir. Ortaöğrenim gençliğinin konferans sürecindeki canlı ve coşkulu katılımı düşünüldüğünde, bu tür örgütlenmelerde Emek Gençliği’nin etkisinin düzeyi/yetersizliği bir çelişki oluşturmaktadır. Bu çelişkiyi giderecek bir tutumla dönem sonuna kadar çalışmaların sürdürülmesi ve yeni dönemde bu öğrenci örgütlerinin çalışmalarının güçlendirilip yaygınlaştırılması, ortaöğrenim gençliği içerisinde gözlemlenen politikleşme eğiliminin kalıcı ve istikrarlı bir mücadele geleneği oluşturması açısından ihmal edilemez. 4. Genel Konferans’ın kararları, bu açıdan da, önemle takip edilmesi gereken durumdadır.

Burada, özellikle bir gerçeğin altını çizmekte fayda var. Ortaöğrenim gençliğinin mücadelesinde teknik-meslek liselerinin yeri ve önemi, konferanslarda dikkat çekilmiş olsa da, sürekli gündemde olmalıdır. Özellikle EMEP örgütleri, bu alandaki partililer, teknik-meslek liselerindeki gençliğin kazanılmasını Emek Gençliği örgütlerine bırakamazlar. Maalesef bugünkü tablo, büyük oranda buna işaret etmektedir. Bu liselerin önemi, bunun nedenleri birçok yönüyle ve çeşitli vesilelerle defalarca vurgulanmıştır. İlerlemek için gerekli olan tutum değişikliği, esas olarak, parti örgütlerinden başlamalıdır.

 

3 – Gençliğin kitle örgütleri açısından önemli bir deneyim de, mahalle-semt gençliğinin örgütlenmesi açısından gündeme gelen “Gençlik Evleri” örgütlenmesidir. Yakın geçmişte “her derde deva” bir örgütlenme gibi algılanan, gençlik yığınlarının mücadeleye çekilmesinde esas olanın taleplerin ve çalışmanın zenginliği değil de, örgüt biçimleriymiş gibi algılanmasına yol açan bu deneyimleri de unutmamak gerekir. Mahalle-semt gençliği içerisinde yaygın olan, spor kulüpleri, yöre dernekleri vb. ile birlikte düşünüldüğünde, bu tür örgütlenmeler içerisinde Emek Gençliği’nin etkin olması, buralarda bir araya gelen gençlerin, talepleri için mücadeleye seferber edilmesi, aynı zamanda, bu gençlik kesimleri içerisinde dayanışma, birlik, paylaşma duygularının ilerletilmesi ve çok yönlü bir aydınlanmanın teşvik edilmesi, elbette ki, Emek Gençliği’nin sorumlulukları arasındadır.

Ancak, mahallerde gençlerinin kendi girişimleri ve çabalarıyla oluşmayan veya bu tür oluşumlar çeşitli geri yönlerine rağmen mevcutken, belli sayıdaki Emek Genci’nin çıkıp kendilerinin bu tür örgütler kurmaya yönelmeleri, bu tür örgütlerin Emek Gençliği’nin yerine geçirilmesi vb. eğilim ve tutumların bir kazanım sağlamadığı, Konferans sürecinde yapılan değerlendirmelerle de bir kez daha görülmüştür.

 

4 – Bir süredir, genç işçi yığınları içerisindeki çalışmanın zayıflıklarına dikkat çekilerek, bu alandaki çalışmaların güçlendirilmesi için Konferansın çalışmalarının bir fırsat olarak değerlendirilmesi tutumu, kısa sürede belirli yönleriyle olumlu sonuçlar vermiştir. Özellikle büyük kentlerde, tekstil, ağaç, metal yan sanayi, tarım vb. sektörlerde genç işçilerin örgütlenmesine yönelik sürdürülen çalışmalarda, Konferans süreciyle birlikte belirli bir canlanma yaşanmıştır. Buralarda yapılan konferans toplantılarından seçilen delegelerin, il Konferansları ve Genel Konferans’ta dünden daha ileri düzeyde temsil edilmeleri, çalışmaların istikrara kavuşması ve ilerletilmesi açısından önemli bir dayanaktır.

Gençlik dergisinin genç işçilerin sorunları, ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçları, mücadele ve örgütlenme çabalarına daha fazla yer vermesi, bunun için bütün Emek Gençliği örgütlerinin daha ileri bir sorumluluk bilinciyle hareket etmesi vb. yönleriyle, genç işçi delegelerin dikkat çektiği konular, ilerlemenin diğer dayanaklarına işaret etmektedir. İşçi gençlik çalışması açısından, 4. Genel Konferans’ın ortaya koyduğu kararlılığı sürdürmek ve seferberlik çağrısının gereğini yerine getirmek, sadece gençlik örgütlerinin değil, parti örgütlerinin de temel dikkat noktası olmalıdır. Sınıfın partisinin, sınıfın gençliğini kazanmasının, parti çalışmasının ilerleyip, güçlenmesinin vazgeçilmez parçası olacağı gerçeği, EMEP’in 4. Kongre kararları arasında yer almaktadır.

Genç işçilerin, derneklerde, genç işçi birliklerinde örgütlenmesine ilişkin yapılan değerlendirmelerde geçmişin birikiminin gösterdiği şu gerçeği asla gözardı etmemek gerekir: Sanayi sitelerinde, atölyelerin yoğun olduğu bölgelerde yürütülen çalışmaların asıl dikkat noktası, talepler etrafında yaygın bir aydınlatma faaliyeti ve örgütlenmedir. Bu çalışma etrafında birleşen uyanış içerisindeki bilinçli genç işçilerin çeşitli örgütlenme araçlarını gündeme getirmeleri doğaldır. Bu durumda, uzun uzadıya “şu mu olmalı, bu mu olmalı” tartışmaları yapmanın bir faydası yoktur. Karar, Emek Gençliği’nin değil, mücadeleye yönelmiş genç işçilerin kararı olmalıdır. İşin ciddiyet ve kararlılığını, kapsayıcılığını gözeterek hareket etmek, genç işçilerin örgüt kurma olgunluğunun yakalandığı her alanda, dernek, birlik vb. örgütlerinin kurulmasını teşvik etmek, bunun için her tür yardımı ve katkıyı sunmak ise, Emek Gençliği’nin sorumluluğudur.

 

5 – 4. Genel Konferans süreci, aynı zamanda Bölge Gençlik Örgütü’nün Konferansı’nı gerçekleştirdiği bir süreç oldu. Bölge Gençlik Konferansı, illerden demokratik seçimlerle belirlenen delegelerin katılımıyla, Genel Konferans’tan bir hafta önce gerçekleştirildi. Yukarıda ve bu yazı boyunca ortaya konulan değerlendirmeler, Bölge gençlik çalışmamız bakımından da geçerli olmak üzere, Kürt gençliğinin kitlesel politik örgütü olma yolunda daha ileri adımlar atan Bölge Emek Gençliği Örgütü, hem perspektif bakımından, hem de pratik adımların atılması bakımından yenilendi, genişledi ve güçlendi.

Üniversiteler ve liselerdeki öğrenci gençlik, işçi, işsiz, semt ve köylü gençlik içindeki çalışmanın ele alındığı Konferans’ta, Bölge’de süren ulusal baskıya karşı mücadele ve olanakları değerlendirildi. Bölge gençliğinin, Kürt gençliğinin ulusal demokratik taleplerinin kazanılması, dil, kültür, kimlik ve siyasal hakların her koşulda savunulması ve kazanılması için mücadeleyi hedefine koyan Bölge Gençlik Örgütü, mücadele araçlarının zenginleştirilmesi, Kürt ulusal hareketi gençliği ile güç ve eylem birliği içinde olmak, saldırıların püskürtülmesi için kitlesel gençlik hareketinin yaratılması gibi bir çok sorunu değerlendirdi, sonuçlar çıkardı ve kararlar aldı.

Bölge Konferansı ve 4. Genel Konferans sürecinde, Emek Gençliği’nin, Kürt sorunu, Kürt gençliğinin örgütlenmesi, Kürt, Türk gençliğinin ortak mücadelesi, Türk gençlerinin, Kürt gençlerinin altında ezildiği ulusal baskı, inkar ve şiddetten kurtuluş için sürdürdüğü mücadeleye destek verme ve mücadeleyi ortaklaştırma gibi alanlarda dünden daha ileri bir noktada olduğu görüldü. Emek Gençliği, her ulustan gençliğin kitlesel politik örgütü olma yolunda daha ileri adımlar attığını, birikim ve olgunluk düzeyi bakımından önemli bir mesafe kat ettiğini gösterdi.

Daha önce gerçekleştirilen ODTÜ-Dicle Üniversitesi buluşmasının benzerlerinin örgütlenmesi, Konferans kararları arasında yer alıyordu. Konferansın hemen ardından bu karar hayata geçirildi. İstanbul ve Ankara üniversitelerinden öğrencilerin Diyarbakır’a yaptıkları ziyaret, 23 Nisan vesilesi ile, Türk anne ve çocukların Diyarbakır’da yaşamını kaybeden çocukların ailelerini ziyaret etmesi vb. etkinlikler, Türk ve Kürt gençliği ve iki halk arasında enternasyonal duyguların güçlenmesine hizmet eden somut adımlar oldu. Bu tür etkinlikleri zenginleştirmek ve çoğaltmak, özellikle Türk gençliğine yönelik, milliyetçi, şoven propaganda ve kışkırtmalara karşı cesaretle mücadele etmek, Türk ve Kürt gençliğinin anti emperyalist mücadelesi açısından ilerletici olacağı açıktır.

 

6 – Bir bütün olarak ele alındığında, gençlik yığınları içerisinde bugün için ağırlıklı olarak yerel düzeylerde örgütlenmiş ve farklı birçok ilgi alanı veya ihtiyaçtan kaynaklı olarak ortaya çıkmış, mesleki, kültürel, sportif, akademik nitelikler taşıyan çeşitli örgütler vardır. Bunlar, çoğunlukla çeşitli renklerden burjuva ideolojik-politik akımların şu veya bu düzeyde etkilediği büyük bir gençlik kitlesini içinde barındırmaktadır. Ancak bu gençlik kitlesi, mevcut bu tür örgütlenmelerde bir arayışın, yaşamın zorlukları karşısında bir paylaşım ve dayanışmanın, bir şeyler öğrenerek kendisini geliştirme ihtiyacının ürünü olarak da bir araya gelmektedir. Dolayısıyla buralara girip, cesaretle, inisiyatifli, istikrarlı, ısrarlı ve zengin/yaratıcı bir anlayışla çalışmalara katılmak; çalışma içerisinde egemen politik etkiyi kırmak ve değiştirmek, burada bir süreklilik ve birikim yaratmak, kitle çalışmasında ve gençlerin oluşturduğu örgütlere yaklaşımda vazgeçilmez bir tarz olmalıdır.

İhtiyaç olan yerlerde ise, bu türden yeni örgütlenmeleri, en küçük birimlerde (mahalle, okul, bölüm, sanayi sitesi vb.) gençliğin mücadeleye atılan kesimlerinin, kendilerinin sorumluluk alarak kurmalarını teşvik etmek gerekir. Bunun için gerekli maddi olanakların oluşturulmasında özellikle muhtarlıklardan belediyelere kadar, her düzeydeki yerel yönetim birimlerinden talepte bulunmak, zorlamak ve daha kurulurken, bir mücadele, dayanışma ve etkin bir yapı olarak doğması için çalışmak gerekir. Kimi istisnaların varlığının bu gerçeği değiştirmeyeceğini unutmamak gerekir. Ancak böyle bir anlayış ve pratik tutumla, gençliğin kitlesel mücadele ve örgütlenmesinin ilerletilmesinin sağlanabileceği, akıldan çıkarılmamalıdır. Ötesi, her yerel alanın kendi özgün koşullarını görüp, gözeterek atılacak pratik adımların belirlenmesi ve bu adımların kararlı, istikrarlı, ısrarlı bir çalışmanın adımları olarak atılmasının sağlanmasıdır.

ÇALIŞMANIN ZENGİNLİĞİ VE GENÇLİĞİN EĞİTİMİ

Konferans sürecinden parti örgütlerinin çıkarması gereken önemli sonuçlardan birisi de; gençlik çalışmasının zenginliğinin ve gençliğin çalışma içerisinde eğitiminin öneminin hâlâ göz ardı edilebildiği gerçeğidir.

Egemen sınıflar, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel birçok yönden gençliği kuşatma altında tutmak, enerjisini ve yaratıcılığını bir yandan sistemin ihtiyaçlarına uygun şekilde kullanırken, bir yandan da bozuşma ve yozlaşmaya sürükleyerek edilgen hale getirmek için çok yönlü bir çaba içerisindedir. Bunun için, gençliğin her tür yaratıcı ve üretken çabasını, şu veya bu renkten burjuva ideolojisi veya akımı içerisinde öğütmek; bireyciliği, çıkarcılığı, rekabeti, piyasanın değer yargılarını ve kurallarını tek geçerlilik olarak sunmak için, akla gelen her türlü aracı kullanmaktadır. Dahası, burjuvazinin gençliği içine sürüklediği yaşam tarzı ve değerler sisteminin kötülüklerini ve yıkıcılığını saymakla bitiremeyiz.

Ancak, Konferans süreci bir kez daha göstermiştir ki, parti örgütlerinin gençliğe önderliği ve yardımı, gençliğin, burjuvazi tarafından bu kuşatılmışlığı içerisinde, somut taleplerinden ve gelecek arayışına bağlı olarak içine girdiği uğraşlardan kalkarak; yaşadığı sistemi, kaynaklarını, bugününü ve geleceğini doğru yorumlaması, içine itildiği durumun gerçek nedenlerini görüp, doğru neden-sonuç ilişkileri kurması, gelecek arayışının gerçekçi temellerini görebilmesini sağlayacak bir zenginlik ve eğiticilikten henüz uzaktır. Dahası gençlik çalışmasına ilgi, çoğunlukla dar pratikçi, sadece parti çalışmasının şu veya bu alandaki pratik ihtiyaçlarını karşılamakla sınırlıdır.

Parti örgütleri, gençliğe önderlik ve yardımın bu olamayacağını, gençliği kazanacak bir çalışmanın zengin ve çok yönlü bir çalışma olduğunu sadece genel olarak bilmek ve dile getirmekle yetinemezler. Dolayısıyla bugünkü dar, sınırlı tutumla, egemen sınıfların ve onlara bağlı güç odaklarının gençlik yığınlarının yaşam ve düşüncesinde yarattığı tahribat ve yıkımı ortadan kaldırmak mümkün değildir.

İşçi, işsiz, öğrenci, köylü bütün kesimlerden Türk ve Kürt gençliğinin bulunduğu alanlardaki durumunu yakından bilmek, eğilim ve duygularını görmek, anlamak ve gençliğin bugün ve geleceğine dair arayışının sunduğu olanakları görmekte ustalık ve hakimiyet hayati önemdedir. Bu konuda yetkinleşmek; hem Emek Gençliği’ne güç ve cesaret verecek doğru bir pratik önderlik yapabilmek açısından, hem de gençliği kazanmanın esas sorumluluğunun partiye ait olduğu gerçeğinin gereğini yerine getirmek açısından bir zorunluluktur. Bu, aynı zamanda, gençliğin eğitiminin de temel halkasıdır.

Emek Gençliği 4. Genel Konferans süreci, çarpıcı bir şekilde bir kez daha göstermiştir ki; gençlik örgütünün “parti bizi eğitsin”, parti örgütlerinin de “gençler, daha fazla okumalısınız” tutumlarıyla, gençliğin eğitim ihtiyacına yanıt vermek imkansızdır. Bir yandan yukarıda vurgulandığı gibi, gençlik çalışmasına zengin ve çok yönlü bir pratik önderlik ve yardım yapılırken, öte yandan organlar ve birim grupları temelinde gençliğin ideolojik-politik eğitimi için planlı ve hedefli bir eğitim çalışması bir tarz halini almalıdır. Sınıfın devrimci partisinin, her zamankinden daha fazla ısrarla üzerinde durduğu sosyalizmin tarihsel ve bilimsel birikiminin Emek Gençliği kuşakları tarafından öğrenilmesi, ancak böyle bir anlayış ve pratik tutumla mümkün olacaktır.

Bu noktada, bir dönem önce, özellikle üniversite gençliği içerisinde, genç aydın kuşaklarının kazanılmasında Emek Gençliği’nin bir “fikir hareketi olması” konusunda yaşanan tartışma ve ortaya çıkan tabloya dair birkaç önemli hususu da vurgulamak gerekir.

Yükseköğrenim gençliği başta olmak üzere, gençlik yığınları içerisinde ideolojik mücadelenin ve çalışmanın bilimsel niteliğinin ilerletilmesinin önemine dikkat çekmek amacıyla sivriltilen “fikir hareketi olma” konusu, başlangıçta çokça lafı edilen ancak pratik çalışma açısından somut adım atılmayan, bu anlamıyla da neyin kastedildiğinin çok da anlaşılamadığı bir konu olmuştur.

“Fikir hareketi olmak”tan kastedilen yaklaşımı; gençlik yığınlarının acil ve somut talepleri etrafında bir çalışma sürdürülürken, bu çalışmanın, gençliğin içine itildiği durumun burjuva ideolojik temellerinin gençlik tarafından kavranmasıyla birleştirmek, dünyada ve Türkiye’de olup bitenlerin, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün, diyalektik ve tarihsel materyalizmin birikimi ışığında anlaşılır hale gelmesini sağlamak, bilimin bütün alanlarında bilimsel sosyalizmi savunmak ve bu açılardan özellikle üniversite gençliği içerisindeki çalışmanın niteliğini yükseltmek olarak özetleyebiliriz.

Bugün üniversitelerdeki çalışmanın bu konuda hâlâ önemli zayıflıklar içerdiği, Konferans sürecinin de gösterdiği bir durumdur. Ancak dünden farklı olarak, üniversite çalışmasının, bilimsel-akademik tartışmalara, etkinliklere ve organizasyonlara daha fazla ağırlık verdiğini de söylemek gerekir. Üniversitelerde düzenlenen bilim kongreleri, bilim şenlikleri kapsamında düzenlenen etkinlikler, akademik ve mesleki tartışmalara ilgi, bugün gelinen noktada dünden daha ileri durumdadır. İktisat, sosyoloji, eğitim, felsefe vb. alanlardaki kongrelere katılım, nükleer enerji ve çevre sorunlarından, dış politika alanındaki gelişmelere ilişkin tartışmalara ilgi, meslek odaları ve birliklerinin etkinliklerinden, akademik forumlara, “Bilim ve Düşünce Kitabı” etrafında seminer ve tartışmalar örgütlemeye verilen önem vb. bunun bir göstergesidir. Yine kimi illerde, sayıları az olsa da, öğretim üyelerinin ve özelikle genç akademisyenlerin Konferans toplantılarına katılmaları, olumlu ve ilerletilmesi gereken bir yöndür. Dolayısıyla, lafını etmek değil, somut adım atmak açısından, düne göre daha ileri bir tutum olduğunu söylemek, abartı olmayacaktır.

Yakın dönemin ve Konferans sürecinin gösterdiği tablonun bu olması, elbette, maksadın hasıl olduğu anlamına gelmiyor. Dahası, üniversite çalışmasının ihtiyacı ve olanaklar düşünüldüğünde, yetersiz ve henüz cılız bir düzeyde olunduğu açıktır.

Burjuvazinin üniversiteleri içine ittiği tabloyu kısaca da olsa hatırlamak, durumun anlaşılması açısından yararlı olacaktır. ’90’ların başında TÜSİAD’ın formüle ettiği “Üniversite Reformu” bugün bütün yönleriyle, çarpıklıkları ve çarpıcılığıyla birlikte ortadadır. “Elit-seçkin üniversite ve kitle üniversitesi” ayrımı somut olarak gerçekleşmiştir. 18 ilde kurulması planlanan yeni devlet üniversiteleri ile, özel üniversitelerdeki yaygınlık ve teşvik, bu ayrımı daha da belirginleştirmektedir. Devlet üniversitelerindeki altyapı sorunları, nicelik ve nitelik olarak öğretim üyelerinin durumu, egemen güç odaklarının kadrolaşma ve etkinlik mücadelesi, akademik takvim, müfredatın içeriği ve bir bütün olarak uygulanan eğitim sistemi, bu ayrımı derinleştirmektedir. Bir yandan devlet üniversiteleri ve özel üniversiteler arasındaki ayrım-uçurum keskinleşirken, öte yandan az sayıdaki devlet üniversite ile diğerleri arasında da ayrım belirginleşmiş durumdadır. Bu tabloya, ilerici, bilimden yana akademik kadroların azlığı, üzerlerindeki baskı ve durumun değişmesi konusundaki umutsuzluğunu da eklediğimizde, avantajlar ve dezavantajlardan oluşan durumu özetlemiş oluruz. Bu özet tablo bile, üniversite çalışmasında, çeşitli acil ve somut talepler için mücadele ile bilimsel, demokratik üniversite mücadelesinin nasıl iç içe geçtiğinin somut ve çarpıcı bir göstergesi durumundadır.

Dolayısıyla, girilen yolda ilerlemek, işi sadece Emek Gençliği’nin omuzlarına bırakmamak ve EMEP’in her düzeydeki örgütünün bir sorumluluğu olarak yaratıcı ve üretken bir çalışma içerisinde olmak, bugünün ve yarının temel bir görevi olmaya devam etmektedir. Dahası, 4. Genel Konferans sürecinden EMEP örgütlerinin çıkarması gereken temel sonuçlardan birisi de, yukarıda altı çizilen konularda çalışmanın zenginliği ve gençliğin eğitiminin sorumluluğunu pratikte parti olarak dünden daha ileri düzeyde omuzlamanın zorunlu olduğu gerçeğidir.

Emek Gençliği’nin ve Türk ve Kürt gençliğinin mücadelesinin anti emperyalist ve bilimsel sosyalizm temelinde ilerlemesi, bu tutuma her zamankinden daha fazla bağlıdır.

 

EMEK GENÇLİĞİ İÇERİSİNDE PARTİLİ GENÇLİĞİN ÖRGÜTLENMESİ

EMEP’in 4. Kongre sürecinde ve sonrasında, Emek Gençliği Konferans sürecinde, üzerinde en çok durulan konulardan birisi de, Emek Gençliği içerisinde partili gençliğin örgütlenmesidir.

Sınıfın devrimci partisi, gençliğe önderlik ve yardım sorumluluğunu yerine getirirken, bir parti okulu olarak, Emek Gençliği içerisinden genç parti kadrolarının devrim ve sosyalizm bilinciyle eğitilip, kazanılmasını da bu sorumluluğun bir parçası olarak ele almalıdır. Bu konuda, anlayış olarak değilse bile, pratik olarak bir zayıflığın varlığı açıktır.

 

Emek Gençliği’nin komite ve birim gruplarının sürdürdüğü çalışma içerisinde öne çıkan gençleri partili mücadeleye kazanmak, tutum, alışkanlık ve niteliklerini ilerletip, bu gençleri gençlik örgütü içerisinde parti organlarında örgütlemek, dahası yetişmiş genç parti kadroları olarak, bir anlamda “okuldan mezun ederek” parti çalışmasının çeşitli alanlarında görevlendirmek, hem gençlik örgütünün çalışmasının istikrarı, hem de parti örgüt çalışmasının yeni kadrolarla beslenmesi açısından hayati önemdedir. Zaman zaman, parti çalışmasına kadro aktarmak adına, gençlik örgütünün deneyimli, yetişmiş kadrolarını toptancı bir anlayışla gençlik çalışmasından alarak, gençlik örgütünü zayıflatan tutumların yaşandığı bilinmektedir. Şüphesiz sınıf partisinin örgütleri bu sorumluluğu yerine getirirken, gençlik örgütünün istikrarını, zayıflamamasını en ileri düzeyde gözeterek yerine getirecektir. Emek Gençliği’nin parti okulu olması ve partili genç kadroların yetiştirilmesi ve parti örgütlerinin bu genç kadrolarla güçlendirilmesi sorumluluğu doğru kavrandığında, bu tip yanlışlıklar da yaşanmayacaktır.

Sonuç olarak, Emek Gençliği 4. Genel Konferansı; sadece Emek Gençliği’nin çalışmaları, mücadele ve örgütlenmesi açısından sonuçlar ve sorumluluklar ortaya çıkarmamıştır. En az bir o kadar da, işçi sınıfının ve onun devrimci partisinin gençliği kazanması için yapması gerekenleri hatırlatmış, görev ve sorumluluklarını yenilemiş ve artırmıştır.

İşçi sınıfının ve onun devrimci partisinin gençliği kazanmadan geleceği kazanmayı ve iktidar olmayı başaramayacağının bilinciyle bu görev ve sorumluluklar yerine getirmelidir.

 

‘Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru’ Elveda bilim, çok yaşa piyasa!

Türkiye yükseköğretim sistemi ve onun temel kurumları olan üniversitelerin yeniden yapılandırılması amacıyla hazırlanan yeni yasa tasarısı, YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya tarafından kamuoyuna duyuruldu. Hazırlık çalışmalarının bir buçuk yıldır sürdüğü söylenen yasa tasarısı, “Yeni Bir Yükseköğretim Yasası’na Doğru” başlığını taşıyor ve temel olarak 8 maddeden oluşuyor.
Tasarının üniversitelerin ve kamuoyunun bilgisine sunulmasının ardından başlayan tartışmalar, henüz başlangıç sayılabilecek itiraz ve tepkilerle birlikte sürüyor. Tasarıya ilişkin ilk kapsamlı değerlendirme, eleştiri ve itirazlar Eğitim Sen, Boğaziçi Üniversitesi Senatosu ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden geldi. Geçtiğimiz ay 6 Kasım’da 31. kuruluş yılını geride bırakan YÖK’e karşı yapılan protestoların temel gündemi yine bu yeni yasa tasarısı oldu.
Tasarıda 8 madde/başlık altında toparlanan ve yükseköğretimin kurumsal yapısına, işleyişine dair değişiklikleri içeren düzenlemelerin amacı, esas olarak, giriş bölümündeki değerlendirmede kendisini ele veriyor. Ancak buna geçmeden önce, Türkiye yükseköğretim sisteminin, YÖK’ün kuruluşundan bugüne gelen yakın tarihindeki belli başlı dönüşüm noktalarına kısaca da olsa değinmekte yarar var. Çünkü yasa tasarısı bu yakın geçmişin üzerinde yükseliyor ve yeni bir dönem başlatmayı hedefliyor.

YÖK’ÜN KURULUŞUNDAN 1994-95’E GELEN SÜREÇ
YÖK, 12 Eylül darbesinin ardından, darbe anayasasının yapılması bile beklenmeden hazırlanan bir yasayla 6 Kasım 1981’de kuruldu. 1994’te TÜSİAD, Prof. Dr. Kemal Gürüz ile birlikte 5 profesöre, “Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” başlıklı bir rapor hazırlattı. Yaklaşık bir yıl sonra Kemal Gürüz, YÖK Başkanlığı’na getirildi. YÖK’ün kurulmasından, TÜSİAD’ın yükseköğretim raporunun hazırlandığı ve ardından Gürüz’ün YÖK Başkanlığı’na getirildiği bu süreci, Türkiye yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasının ilk dönemi olarak ele alabiliriz.
Bu dönemde YÖK iki başkan görmüştür. Bunlardan birisi, adı neredeyse YÖK ile özdeşleşen ve 11 yıl gibi uzun bir süre bu görevi yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı’dır. Diğeri ise, daha sonraki yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı da yapacak olan Prof. Dr. Mehmet Sağlam’dır.
Yaklaşık 14 yılı kapsayan bu dönem boyunca yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasına damgasını vuran temel politika; üniversitelerin her düzeyde baskı ve denetim altına alınması ve giderek kapitalist sistemin liberal (ya da neoliberal) politikalar temelinde güçlendirilip ilerlemesine paralel olarak, yükseköğretim kurumlarının özelleştirilme sürecine sokulup piyasaya açılmasıdır. Bu, aynı zamanda, Türk-İslam sentezci anlayışın üniversite yaşamına egemen kılınmasının öne çıktığı bir süreçtir.
Türkiye’de ilk vakıf-özel üniversitelerin kurulması, harç uygulamalarıyla paralı eğitime geçişin ilk adımlarının atılması, üniversitelerdeki altyapı hizmetlerinin paralı hale getirilip ticarileştirilmesi, döner sermaye uygulamasıyla üniversitelerin mali ihtiyaçlarının karşılanmasında çeşitli düzenlemelerin yapılması vb. düzenlemeler, esas olarak bu dönemin ikinci yarısında gerçekleştirilmeye başlamıştır. Türkiye’nin ilk özel-vakıf üniversitesi olarak Bilkent Üniversitesi’nin kurulması ve kurucusunun en uzun süre YÖK Başkanlığı yapan İhsan Doğramacı olması, ne tesadüftür ki, bu dönemin ortalarına denk gelmiştir.
12 Eylül darbesine rağmen önemli bir mücadele ve muhalefet dinamiği olmaya devam eden üniversitelerde, ilerici, demokrat akademisyenlerin, çalışanların ve öğrenci hareketinin ezilmesine yönelik saldırılar, polisin üniversitelere girişinin serbest bırakılmasına giden düzenlemelerin yapılması vb. uygulamalar da bu döneme temel karakterini veren diğer hususlardır.
Öte yandan devletin ve YÖK’ün bütün baskı ve zorbalıklarına rağmen, üniversitelerin temel bileşenlerini oluşturan akademisyenlerin, çalışanların ve öğrencilerin üniversitelerin yakın tarihinde yürüttüğü mücadelenin önemli örneklerinin yaşandığı dönem de, bu dönemdir. 1402 sayılı yasaya, ANAP tarafından gündeme getirilen tek tip dernek yasasına, yükseköğretimin paralı hale getirilmesine yönelik atılan adımlara vb. politikalara karşı verilen bu mücadeleler, yükseköğretim sisteminin liberal temelde yeniden yapılandırılmasında engelleyici olamasa bile, geciktirici ve zorlayıcı sonuçlar doğurmuştur.

TÜSİAD RAPORU’NDAN BOLOGNA SÜRECİ’NE
Yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasında, TÜSİAD tarafından Kemal Gürüz’le birlikte beş profesöre hazırlatılan “Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” adını taşıyan raporun önemli bir yeri var. Yukarıda da belirtildiği gibi, rapor 1994 yılında yayınlanmış ve 1995’te de Gürüz, YÖK Başkanı olmuştur. Kemal Gürüz, YÖK’ün üçüncü başkanıdır. En uzun süreli YÖK Başkanlığı konusunda YÖK tarihinin ikinci adamıdır. Bologna Süreci ise, Avrupa ülkelerinin 90’lı yılların sonunda, İtalya’nın Bologna kentinde düzenledikleri bir toplantı ve bu toplantının sonuçları üzerinden hazırlanan raporla başlattığı bir süreçtir. Türkiye bu sürece 2001’in ortalarında dâhil olmuştur.
TÜSİAD Raporu’nun hazırlanması ve Gürüz’ün YÖK Başkanlığı’na getirilmesiyle başlayıp 2001 yılında Türkiye’nin Bologna Süreci’ne dâhil olmasına kadar gelen süreci, yükseköğretim sisteminin Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda, liberal politikalar temelinde yeniden yapılandırılmasının ikinci dönemi olarak adlandırabiliriz.
Bu dönemde, devletin ve YÖK’ün merkezci ve baskıcı uygulamaları devam etmektedir. Döneme temel karakterini veren ise, üniversitelerin tamamen paralı hale getirilmesi, “parayı veren düdüğü çalar” anlayışının egemen kılınması, sermayenin-piyasanın ihtiyaçlarına yanıt veren “girişimci üniversite ruhu”nun temel belirleyici haline gelmesine dönük politikalardır. Bir yandan hızla özel üniversiteler kuruluyor ve sayıları artıyor, öte yandan kamu üniversiteleri özelleştirme politikalarıyla birer şirkete dönüştürülüyordu.
TÜSİAD Raporu, YÖK’ün kuruluşundan sonra geçen yıllar içerisinde yükseköğretim sistemine ilk kapsamlı ve sistematik müdahalesinin çerçevesini oluşturuyordu. Sermayenin ve piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda bir bütün olarak yükseköğretim sisteminin ve tek tek üniversitelerin nasıl yeniden şekillendirilmesi gerektiği, bunun için atılması gereken pratik adımların neler olduğu konusunda bir dönemeç olan rapor, bir anlamda bugüne kadar gelen sürecin de ilham kaynağı olmuştur.
YÖK’ün kuruluşundan 94’e kadar gelen süreci “devlet otoritesine dayanan bürokratik yapılanma” ve “akademik oligarşi” gibi tanımlamalarla eleştiren, yerine ise sermayenin ihtiyaçları temelinde piyasa-pazar temelli bir yükseköğretim yapılanmasını öneren TÜSİAD’ın Raporu, önerdiği yeniden yapılandırma politikalarının karakterini bir cümle ile özetliyordu: “Elit eğitim veren üniversiteler ve kitle eğitimi veren üniversiteler!”
Sermayenin ve piyasanın ihtiyaç duyduğu bürokrat ve teknokrat kadroların yetiştirildiği özel ve kamu üniversiteleri elit eğitim veren üniversiteler olarak adlandırılıyordu. Kitle eğitimi veren üniversiteler ise, her kente ve giderek belli başlı büyük ilçe merkezlerine kurulan, teknik ve akademik her açıdan altyapıları yetersiz, yüz binlerce öğrencinin ve onların ailelerinin gelecek hayallerini sömüren, adları “tabela üniversitesine” çıkmış yükseköğretim kurumları oluyordu.
Burada önemli bir ayrıntının altını çizmek gerekir. Altyapısı güçlü olan kamu üniversiteleri başta olmak üzere, büyük kentlerdeki üniversiteler, tekno-kent, tekno-park projeleri kapsamında, bir yandan kendileri şirketleşirken, bir yandan da büyük holding ve tekellerin araştırma-geliştirme merkezleri olarak işlev yüklenmeye bu dönemde başlamışlardır. Toplamda ise, artık yükseköğretim sistemi tamamen ticari bir işletme sistemine mahkûm edilmiştir.
YÖK’ün ilk dönemine damgasını vuran Türk-İslam sentezci anlayış ise, Türkiye’nin “AB’ye tam üyelik süreci”nin başlamasının da bir uzantısı olarak, liberal politikalarla birleşip, “ortaya bir karışık” babından bir dizi çelişkili ve çatışmalı yeniden yapılanma sürecine girdi. Özellikle bu dönemin son birkaç yılı, tek tip kılık kıyafet yasası ile başlayan, laik-anti laik çatışmasıyla tırmandırılan, sistemin eski egemenleriyle yeni egemenleri olmaya soyunmuş kesimleri arasında iktidar kavgasına sahne olan yıllardı. Ancak burada, dönemin temel karakteri açısından çarpıcı bir noktanın altını kalın çizgilerle çizmek gerekir. Evet, bir yandan egemen sınıflar ve onların siyasi temsilcileri arasında ciddi bir iktidar kavgası yaşanıyordu. Ama her iki taraf açısından tartışılmaz ve mutlak kabul gören bir husus vardı. O da, ne olursa olsun, yükseköğretim sisteminin sermayenin ve piyasanın ihtiyaçlarına yanıt verecek bir dönüşüm gerçekleştirmesine helal getirmemek konusunda iki tarafın da ittifak içerisinde olmasıydı.
Yaşanan iktidar kavgasının büyük oranda sonuçlanması ve egemen sınıfların yeni siyasi temsilcilerinin YÖK’e büyük oranda egemen olmaları ise, Bologna Süreci ile başlayıp günümüze, son YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya tarafından açıklanan yeni yasa tasarısına kadar gelen süreci kapsayan üçüncü dönemde gerçekleşecekti.
Bu dönemde akademisyeni, çalışanı ve öğrencileriyle “üniversite ailesi” yükseköğretim sisteminin sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verme ve piyasaya açılarak özelleştirilmesine karşı bir dizi mücadeleler vermiştir. ’94 TÜSİAD Raporu’nun açıklanması, ardından yapılan tartışmalar, özellikle de ’96 ve sonrası yıllarda gerçekleştirilen “Rektörler Zirvesi” vb. toplantı, seminer ve konferanslar, kitle temelini esas olarak üniversite gençliğinin oluşturduğu tepkiler ve protesto gösterileriyle karşılanmıştır. Özellikle ’96-98 arası yıllarda “Sahte Değil Demokratik Reform İstiyoruz” şiarı etrafında yürütülen mücadeleler öne çıkmış, bu yıllar dönemin kitlesel eylemlerinin yaşandığı yıllar olmuştur. Ancak tıpkı birinci dönemde olduğu gibi, bu dönemde de, sermaye güçleri, hükümetler ve YÖK aracılığı ile sürdürülen yeniden yapılandırma politikaları püskürtülememiştir.

BOLOGNA SÜRECİ’NDEN GÜNÜMÜZE
TÜSİAD’ın ’94’teki raporunun ardından, Bologna Süreci’ne kadar gelen yıllar içerisinde, başta YÖK ve TÜBİTAK olmak üzere çeşitli kurumlar tarafından birçok rapor ve araştırma yayınlanmıştır. Ancak yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasının temel rotasını TÜSİAD’ın raporu oluşturmuştur. YÖK’ün çalışmalarına da esas olarak bu rapor yön vermiştir. Avrupa ülkelerinin 90’ların sonunda başlattığı, Türkiye’nin 2001 yılında dâhil olduğu Bologna Süreci ise, yükseköğretim sistemi açısından TÜSİAD’ın raporunun güncellenmesi ve yeni ihtiyaçlarla birlikte çeşitli Avrupa ülkeleriyle bir dizi ortak çalışmanın yürütülmesini içermektedir. Türkiye’nin 2001 yılında Bologna Süreci’ne dâhil olmasından bugüne kadar gelen dönemi de, yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasında üçüncü dönem olarak adlandırabiliriz. Bu dönem, YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya tarafından açıklanan “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” başlıklı yasa tasarısı çalışmasının sonuçlanıp, yasalaşması mümkün olduğu koşullarda sona erecektir demek yanlış bir öngörü olmayacaktır.
Bunun nedenlerine yazımızın YÖK’ün yeni yasa tasarısını değerlendireceğimiz bölümlerinde ayrıntılı olarak değineceğiz. Ancak buna geçmeden önce, belli başlı yönleriyle Bologna Süreci’ne dair bazı hususlara dikkat çekmek bütünlük açısından yararlı olacaktır.
Süreç 1999 yılında, İtalya’nın Bologna kentinde, Bologna Üniversitesi’nde bir araya gelen Avrupa ülkelerinin temsilcilerinin gerçekleştirdiği bir dizi toplantı ve bu toplantıların sonuçları üzerinden hazırlanan bildirinin 29 Avrupa ülkesinin eğitim bakanları tarafından imzalanmasıyla başlamıştır. Yıllar içerisinde, Bologna Süreci’ne dâhil olan ülkelerin sayısı 47’ye ulaşmıştır. Sürece katılan ülkelerin çalışmalarını esas olarak 2010 yılına kadar tamamlaması hedeflenmiştir. Bu kapsamda Bologna ülkelerinin yükseköğretimden sorumlu bakanları her iki yılda bir, bir araya gelmektedir. Bu kapsamda, son toplantı 2010’da Budapeşte’de yapılmıştır. Ancak sürecin tamamlanması değil devam etmesi öngörülmektedir.
Bologna Süreci, esas olarak, Avrupa ülkelerinin yükseköğretim sisteminin ABD ekolü temelinde yeniden yapılandırılmasını hedeflemektedir. Sürece katılan ülkelerdeki yükseköğretim kuruluşlarının hem kendi ülkelerinde hem de birbirleri arasında ortak yükseköğretim programları geliştirmesi, üniversitelerle, sermaye-piyasa-teknoloji- işgücü bağlarının canlı, sürekli ve her geçen gün daha fazla iç içe geçmesinin sağlanması Bologna Süreci’nin temel amacını oluşturmaktadır. Bu da, yükseköğretimde ABD modelinin özünü oluşturan “sermaye ve piyasanın işleyişine bağlanmış, şirket tipi üniversite sistemi”nin Avrupa ülkelerinde de hâkim hale gelmesi demektir.
Türkiye yükseköğretim sistemi, YÖK’ün kuruluşundan itibaren ABD modelini kendisine esas aldığı için, 2001 yılında Bologna Süreci’ne katılması, diğer birçok Avrupa ülkesinden farklı olarak bir başlangıç değil, birinci dönemden bu yana devam eden politikaların tamamlayıcısı bir rol oynamaktadır.
TÜSİAD’ın, 94’te yayınladığı rapor kapsamında, üniversitelerin yeniden yapılandırılmasına yönelik hızlandırıcı müdahaleleri üçüncü dönem boyunca da sürmüştür. Bunların öne çıkan ve etkili olan adımlarından birisi de, 2004 yılı Temmuz’unda düzenlediği “Yüksek Öğretim, Bilim ve Teknoloji’de Yeni Yönelimler” başlıklı seminer çalışmasıdır. Seminerde, dönemin TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı’nın yaptığı konuşmada çizdiği çerçeve şöyledir: “Bilgi tabanlı ekonominin daha kaliteli işgücü talebi ve bilgi stokundaki hızlı değişimin sonucu olarak gündeme gelen ömür boyu eğitim de dünyada yükseköğretime olan talebi artırmakta ve yükseköğretimi önemli bir ekonomik faaliyet haline getirmektedir. Üniversitelerde türetilen yeni bilgileri ekonomik değer üretecek ticari ürün ve süreçlere dönüştürecek bir sisteme ihtiyaç vardır. Globalleşme süreci içinde yükseköğretim kurumları etkin bir aktör olarak ortaya çıkarken aynı zamanda kendisi de globalleşme sürecinin özelliklerine uygun olarak yeniden şekillenmektedir. Bu yeniden şekillenmede çeşitlilik ve esneklik iki önemli karakteristik olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim çeşitlilik ve esnekliği bünyesinde en geniş anlamda barındıran anglo-sakson yükseköğretim kurumları bugün en çok tercih edilen yükseköğretim sistemini oluşturmaktadır… Sistemin başarısında, en az bileşenlerin doğru seçimi ve yönetimi kadar önemli bir husus üniversitelerde türetilen yeni bilgilerin içeriği ve niteliğidir. Üniversiteler araştırma gündemlerini belirlerken geniş çevreden kopmamalı ve sistemi besleyecek bilgileri türetebilmelidir.”
Büyük patronların nasıl bir üniversite istediklerinin altını kalın çizgilerle çizdikleri bu seminerin yapıldığı günler ve sonrasındaki bir-iki yıllık süreç, aynı zamanda, YÖK’te yaşanan iktidar kavgasının da kızıştığı bir süreçtir.
3 Kasım 2002’de yapılan seçimler sonucunda AKP’nin hükümet olmasının ardından giderek sertleşen siyasi ortam YÖK ve üniversite yönetimine de yansımaktadır. Yazımızın konusu olmadığı için bu süreci ayrıntılı değerlendirmeye gerek yok. Ancak, AKP merkezli oluşan muhafazakâr-liberal koalisyonun sistemin eski egemenleriyle yaşadığı iktidar kavgasının YÖK ve üniversitelerle ilgili boyutu ise, esas olarak 2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ile yeni bir evreye girmiştir. Artık YÖK’te, rektörlüklerde ve üniversite yönetimlerinde muhafazakâr-liberal koalisyonun kadrolaşması hız kazanmıştır. Sağdan, soldan veya doğrudan liberal tezlerle AKP hükümetini destekleyen güçlerin YÖK’te egemenlik dönemi başlamıştır artık. 2007 Aralık ayında Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın, 2011 Aralık ayında ise Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya’nın YÖK başkanlığına getirilmesini de kapsayan bu süreç günümüze kadar gelmiş ve bugün de devam etmektedir.
YÖK’ün kuruluşundan itibaren yükseköğretime hâkim olan Türk-İslam sentezci anlayış ise, muhafazakâr-liberal ittifakın öncülüğünde, sermayenin ve piyasanın mutlak egemenliğini sağlama ve günün koşullarına, ihtiyaçlara uygun olarak yeniden ve yeniden yapılanıp, egemen olma yolunda varlığını sürdürmektedir.

YENİ BİR DÖNEM BAŞLATMA HAMLESİ
Yazımızın buraya kadarki bölümünde, Türkiye yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasının ve onun amiral gemisi olarak YÖK’ün egemenliğinin 30 yılı aşan serüvenini üç ana döneme ayırarak özetlemeye çalıştık. Elbette bu üç dönemin her birini kendi içerisinde, yaşanan zikzaklara paralel olarak alt dönemlere ayırmak mümkündür. Ancak bunun genel tabloyu değiştirmeyeceği kanaatindeyiz. Kaldı ki, ülkenin ve YÖK’ün egemenlerinin ana hedefinin yükseköğretim sistemini sermayenin ve piyasanın ihtiyaçlarına en ileri düzeyde yanıt verecek duruma getirmek olduğu gerçeğini dikkate aldığımızda, geride kalan 30 yılı aşkın süreci sermaye-yükseköğretim ilişkisini güçlendirmeye yönelik temel girişimlere bağlı olarak tasnif etmek doğru olacaktır.
2011’in Mart ayında çalışmaları başlatılan ve asıl olarak son bir iki ay içerisinde ülke ve üniversite kamuoyunun ayrıntılarıyla haberdar olduğu “Yeni Yükseköğretim Yasa Tasarısı” çalışmaları ise, sermaye-hükümet ve YÖK’ün artık bir dönemi daha kapatıp yeni bir dönem başlatma hamlesinin temel çerçevesini oluşturmaktadır. Dolayısıyla geçmiş dönemlerden bağımsız olmadığı gibi, bu dönemler üzerinde yükselip, onları da aşan bir düzenleme ve içeriğe sahiptir. Bunun için de, hem geçmişi özetleme açısından, hem de yeni tasarıyla yapılmak isteneni açık bir şekilde ifade etme açısından yazımızın başlığını “Elveda bilim, çok yaşa piyasa” olarak seçmeyi uygun gördük. Çünkü yeni tasarı ile yükseköğretim sisteminin ve üniversitelerin bilimsel eğitim, bilimsel üretim ve bilim özgürlüğü ile varsa kırıntı düzeyinde olan son bağları da koparılmakta ve “çok yaşa piyasa” anlayışı yasa ve anayasaya yazılmak istenmektedir.

SERMAYENİN İHTİYAÇLARINA VE EGEMEN POLİTİKALARA MUTLAK BAĞLILIK
Yeni yasa tasarısında bu amaç, esas olarak giriş bölümünde; dönemin ihtiyaçları ve yükseköğretimin, üniversitelerin buna hangi temelde yanıt vermesi gerektiğine ilişkin yaklaşımın özetlendiği kısımda ortaya konulmaktadır. Yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasının esas felsefesinin ortaya konulduğu giriş bölümünden yapacağımız alıntılarla duruma yakından bakalım.
“Gelişmiş, müreffeh ve küresel dünyada rekabet edebilen bir Türkiye için söz konusu büyüme trendinin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesi elzemdir. Bununla birlikte mevcut yükseköğretim sistemimiz, bu büyüme sürecinin sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi ve kaliteli bir yükseköğretim alanı inşa edilebilmesi noktasında bir yeniden yapılandırma ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Söz konusu yeniden yapılandırma sürecinde, üniversitelerimizin çeşitliliğine, evrensel kalite standartları içerisinde gelişebilmesine, kurumsal özerklik ve hesap verebilirliğine, rekabet imkânlarının geliştirilmesine ve finansal esneklik içerisinde faaliyet gösterebilmelerine imkân tanıyan bir sistem hedeflenmektedir.
“Yükseköğretim sistemimizin yeniden yapılandırma süreci, bölgesel ve küresel bir güç olma iddiası taşıyan ülkemizin rekabet üstünlüğünün geliştirilmesi, yaşam kalitesinin artırılması, sürdürülebilir kalkınma hedefine ulaşılabilmesi ve demokratik bir siyasal kültürün geliştirilmesi için de bir araç olarak görülmektedir.”
Yasa tasarısının giriş bölümünde bu çerçevede bir dizi olgu daha sıralandıktan sonra, yeniden yapılandırma çalışmalarının temel amaç ve ilkeleri şöyle sıralanıyor:
“1- Çeşitlilik, 2- Kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik, 3- Performans değerlendirmesi ve rekabet, 4- Mali esneklik ve çok kaynaklı gelir yapısı, 5- Kalite güvencesi.”
Alıntılardan da anlaşılacağı gibi, yeni tasarıyla yükseköğretimin ve üniversitelerin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda birer piyasa kuruluşu, özel şirket haline getirilmesinde artık son nokta konulmuş oluyor. Sıralanan amaç ve ilkeleri okurken bile, insan, bahsedilenin bir üniversite mi yoksa bir holdingin, şirketin faaliyet, üretim ve kâr-zarar raporunun alt başlıkları mı olduğunu ister istemez kendisine soruyor. Üniversitelerin birer piyasa kuruluşu haline getirilmesi o kadar açık ifade edilip, iş o kadar ifrata vardırılıyor ki, tasarıda kavramlar bile üniversitenin-bilimin dağarcığından değil de, piyasanın, ticaret ve borsanın literatüründen alınıp kullanılıyor.
Bunun bir uzantısı olarak, TÜSİAD’ın 94 raporunda ortaya konulan “Elit eğitim veren üniversiteler ve kitle eğitimi veren üniversiteler” sınıflandırması, ortaya atılan yeni yasa tasarısında yeni kavramlarla ve daha da somutlanıp, ayrıntılı hale getirilerek devam ettiriliyor. Tasarıda, kuramsallaşmış, kurumsallaşmakta olan ve kurumsallaşamayan üniversiteler ayrımı yapılarak, “kaliteli ve kalitesiz eğitim veren üniversiteler” ayrışmasına gidiliyor. Çeşitlilik ve rekabet adı altında getirilen bu düzenlemeler, esas itibari ile farklı toplumsal sınıfların genç kuşaklarının, üniversite eğitiminden payına düşeni sınıfsal konumuna göre almasını, bunun gerektirdiği maddi bedel neyse onu da peşin olarak ödemesini öngörüyor.
Ancak bunlarla da yetinilmiyor. Yapılan kategorilendirmeye ve kaliteli mi kalitesiz mi tasnifine bakılmaksızın, bütün üniversitelerin, egemen politikaların uygulanmasının ön cephesinde yer alan kurumlar olması gerektiği anlayışı açık ve köşeli bir şekilde ifade ediliyor. Belli ki, üniversitelerin sermayenin, piyasa sisteminin temel kurumları olması yetmiyor, egemen sınıfların ve devletin iç ve dış politikasının, bölgesel çıkarlarının en ön cephede üreticisi, savunucusu ve uygulayıcısı olmasıyla eksik görülen tamamlanıyor.
Bu yaklaşım, Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli konularından biri olan Kürt sorunu konusunda üniversitelere hazırlatılan ve karda yürüyenlerin çıkardığı “kart-kurt” seslerinden Kürtlük ortaya çıkaran “bilimsel çalışmaları”, yine siyanürle altın aramanın insan ve çevre sağlığına hiçbir zararı olmadığını savunan “bilimsel raporları” akla getiriyor. Öyle anlaşılıyor ki, artık üniversiteler, bugün ve önümüzdeki yıllarda, Türkiye’nin neden “bölgesel güç” ve “lider ülke” olması gerektiğinin iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel, tarihsel, dinsel ve ırki gerekçelerini “bilimsel raporlar”la ortaya koymak için hummalı bir çalışma içerisine girecek!
Ortaya atılan yeni tasarı sadece bu yönüyle bile ele alınsa, üniversite ve bilim ilişkisinin tarihsel gelişim seyri içerisinde kat edebildiği ne kadar ileri mesafe ve ortaya çıkardığı değer, birikim varsa, bunun inkârı, tasfiyesi ve iğdiş edilmesi üzerine kurulmuştur demek abartı olmaz.

BİLİM HİÇBİR ŞEY, TEKNOLOJİ HER ŞEYDİR!
Yeni tasarıya temel karakterini veren yaklaşımlardan birisi de, insanın, doğanın ve toplumun ilerlemesini ilke edinen bilimsel çalışma ve bilgi üretiminin doğal bir sonucu olan teknolojik ilerlemenin, bilimin yerine geçirilmesi ve “bilim hiçbir şey, teknoloji her şeydir” yaklaşımının egemen kılınmasıdır. Bu yaklaşım o kadar ileriye götürülmektedir ki, kapitalist sistemin, devletin ve tekellerin ihtiyaç duyduğu teknolojik üretim, işgücü ve teknokrat-bürokrat kadro yetiştirmenin dışında hiçbir şey bilim ve bilimsel üretim kapsamında sayılmamaktadır. Öyle ki, bunu reddeden, bunun dışında kalan her türlü akademik kadro, birim ve araştırmanın üniversite bünyesinde yer alması adeta imkânsız hale gelmektedir.
Yasa tasarısında çizilen çerçevede bunu başaramayan, rekabet edemeyen, kalite standartlarına ayak uyduramayan, karşılaştırmalı üstünlük içerisinde galip gelemeyen her üniversite, onun her bir fakültesi ve bölümü, akademik kadrosu, çalışanı ve öğrenci kitlesi yoksunluğa ve bir anlamda yok olmaya mahkûmdur. Bu çember içerisinde üniversitenin kendisi, akademik kadrosu, çalışanı ve hatta öğrenci kitlesi artık piyasada meta üretimi ve dolaşımının doğrudan parçası haline gelmektedir. Metalaşma ve bunun bir bileşeni olarak yabancılaşma “akademi ailesi”nin kaçınılmaz bir kaderi olmaktadır. Dahası, özellikle öğrenciler açısından böyle bir üniversitede eğitim almak bile, kalitesine göre parayı bastırmakla mümkün olabilecektir.
Burada çarpıcı olduğunu düşündüğümüz bir noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz. Yasa tasarısını, üniversite-bilim ilişkisi açısından ne getiriyor diye gözden geçirirken, üşenmeyip, kaç yerde bilim kavramının kullanıldığını da saydık. Ortaya oldukça “zengin” bir istatistik çıktı. Sadece iki paragrafta ve beş kez bilim ve bilgi kavramı geçiyor. Buna karşılık, piyasa, rekabet, finans, gelir, kalite vb. kavramların sayısını, kullanılma bolluğundan dolayı maalesef çıkaramadık.
Niyetimiz elbette, üniversitelerin gerek teknik alt yapılarının gerekse teknoloji üretimindeki rollerini küçümsemek veya önemsiz görmek değildir. Mesele, yükseköğretim sisteminin ve üniversitenin yeniden yapılandırılmasında bilimsel araştırma, üretim, bilimsel bilgiye ulaşma, bilimsel eğitim konusunda pergelin sivri ucunun nereye konduğudur. Bu açıdan bakıldığında, yasa tasarısında “bilim sermayenin hizmetine sunuluyor” eleştirisini yapabilecek kadar bile üniversite-bilim ilişkisinden söz edilmemektedir. Esas olan, teknolojik üretim, proje ve insan gücü olarak ilan edilmektedir. Bunun çerçevesi de, kapitalizmin, tekellerin ve piyasanın ihtiyaçlarıyla çizilmektedir. Dolayısıyla biraz yakından bakınca, sadece bilimin değil, teknolojik ilerlemenin ufkunun da para edip etmemesiyle sınırlandığını, “bilim hiçbir şey, teknoloji her şeydir” derken bile, teknoloji üretiminin insanın, doğanın, toplumun gelişimi açısından güdükleştirildiğini görüyoruz.

EGEMEN SINIFLAR ORTAÇAĞ SKOLASTİĞİNE SARILIYOR
Sermayenin ve piyasanın ihtiyaçlarının bu kadar yüceltildiği, bilimsel ve teknolojik gelişmenin ufkunun kapitalizmin ve onun liberal politikalar temelinde yeniden ve yeniden üretiminin gerçekleşmesiyle sınırlandığı bir yükseköğretim sistemi ve üniversite anlayışı, nihayetinde,ideolojik ve felsefi olarak da kendini ortaya koymaktadır. Bu da, sorgulamayan, eleştirmeyen, itiraz etmeyen, verili sistemi ve onun koşullarını mutlak doğru olarak kabul eden bir ideolojik-felsefi anlayışı içten içe bütün bir akademik hayata egemen kılma şeklinde kendisini açığa vurmaktadır. Elbette bunun bütünüyle başarılması kolay değildir ve olmayacaktır. Ancak yeni yasa tasarısının son noktada gelip dayandığı felsefi zemin, ortaçağ skolastiğinin, dogmatizminin bugünün ihtiyaçları temelinde yeniden üretilmesi olmaktadır.
Yeni yasa tasarısında ortaya konan anlayışla, akademik kadroların ve üniversitelerde yeni kuşakların eğitimi ve yetiştirilmesinin ideolojik-felsefi zemini de bu temelde oluşturulmak isteniyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yakın geçmişte söylediği, “dindar ve kindar nesiller yetiştireceğiz” sözleri, yeni yasa tasarısıyla birlikte yan yana geldiğinde tablo tamamlanmaktadır. Gelinen noktada artık, her düzeyde kapitalist sistemin ve egemen sınıfların politikalarının hâkim olduğu bir yükseköğretim ve üniversite eğitimi anlayışı, kendisini idealizmin diğer bütün renklerinin yanında, dinin doğrularını tek doğru olarak kabul eden, en dogmatik anlayışla var etmeye yöneliyor. “Elveda bilim, çok yaşa piyasa” sloganıyla özetlenebilecek bir yükseköğretimi yeniden yapılandırma stratejisi çıkış yolunu bugün için ortaçağ skolastiğine yeniden sarılmakta buluyor.

PARASIZ, BİLİMSEL, LAİK, DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE
Geçmişten günümüze, egemen sınıfların, onların hükümetlerinin ve YÖK’ün yükseköğretim sistemini ve üniversiteleri getirdiği son nokta ve bunun ifadesi olan yeni yükseköğretim yasa tasarısı özü itibariyle yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız iktisadi, siyasi, ideolojik-felsefi bir karaktere sahiptir. Elbette ki bu haliyle, toplumun, onun bugün ve yarınki genç kuşaklarının, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin temel ve gerçek ihtiyaçlarını karşılamaktan oldukça uzaktır. Bunun için olsa gerek ki, YÖK Başkanı Çetinsaya, yeni yasa tasarısını kamuoyuna duyurduktan sonra üniversite üniversite toplantılar yaparak, ikna turuna çıkmıştır.
Yüz binlerce akademik personeli ve çalışanıyla, 5 milyona yaklaşan öğrenci sayısıyla Türkiye yükseköğretim sisteminin giderek artan, çeşitlenen ve acil çözüm isteyen birçok sorunu ve ihtiyacı olduğu açıktır. Bunları temel yönleriyle birer birer sıralamak dahi bu yazının ve hatta tek başına bir makalenin sınırlarını aşacaktır. Ancak, kesin olan bir şey var ki, o da, mevcut yükseköğretim sisteminin köklü ve kapsamlı bir reforma ihtiyaç duyduğudur. Geçmişte olduğu gibi, bugün de, “sahte reform” tasarılarıyla bunun gerçekleşme şansı yoktur. Bu, ancak, onlarca yıldır mücadelesi verilen “bilimsel, laik, anadilde eğitim ve parasız, demokratik, özerk bir üniversite” anlayışını esas almakla mümkün olur.
Gerçekçi olan, geleceği yakalayacak ve bilimin, teknolojinin ilerlemesine sınırsızca hizmet edecek olan, toplumun ve onun genç kuşaklarının ihtiyacına yanıt verecek olan tek çıkış yolu, bu yoldur. Türkiye’nin bu anlayış temelinde yenilenmiş bir yükseköğretim sistemine ve üniversitelere ihtiyacı vardır.
Bu anlayışla yeni yasa tasarısına karşı çıkmak, “sahte değil demokratik reform” için mücadeleyi yaygınlaştırmak ve ilerletmek esas olmalıdır. Bunu yapmak, sadece üniversite gençliğinin ya da bir bütün olarak akademi ailesinin sorumluluğu olarak görülemez. Bilimsel, laik ve anadilde eğitim isteyen, parasız, demokratik ve özerk üniversiteden yana olan bütün toplum kesimlerinin yeni yasa tasarısına karşı çıkması ve bu mücadeleyi sahiplenmesi gerekir.

Birlik, mücadele ve dayanışma için ileri bir hamle

İşçi sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü olan 1 Mayıs, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de miting, gösteri ve çeşitli eylemlerle kutlandı. Başta onlarca il merkezi olmak üzere, bazı ilçe merkezleri ve sanayi bölgelerinin de içinde olduğu toplam 90 noktada gerçekleştirilen bu yılki 1 Mayıs kutlamaları, esas olarak, yaygınlığı, kitleselliği ve gençliğin katılımının yoğun olmasıyla dikkat çekti. Bu açıdan bakıldığında da, 2010 yılı 1 Mayıs kutlamaları, 12 Eylül askeri darbesinin ardından geçen yaklaşık 30 yıllık dönemin en güçlü, kitlesel ve yaygın 1 Mayıs kutlamaları oldu.

1 MAYIS ‘A GELEN SÜREÇ  VE KİTLESEL KUTLAMALARININ DAYANAKLARI

2009’un ortalarından başlayarak, 1 Mayıs’a gelen süreçte, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, ekonomik krizin faturasının patronlar ve AKP hükümeti tarafından işçi ve emekçilere kesilmesine yönelik politikalar sürdürülüyordu.

İşten atmalar, ücretlerin hiç ödenmemesi veya belli oranlarda yapılan ücret kesintileri, zorunlu ücretsiz izinler, bir önceki toplu sözleşmelerin revize edilmesi ve kazanılmış hakların verilmemesi, başta doğalgaz ve elektrik olmak üzere temel tüketim maddelerine yapılan yüksek zamlar vb. uygulamalar, krizin faturasının işçi ve emekçilere kesilmesinin belli başlı adımlarıydı. Bu politikalar, bir taraftan işçi ve emekçi yığınlar içerisindeki huzursuzluk ve tepkiyi artıran rol oynarken, bir taraftan da irili ufaklı patlamalar halinde eylemleri ve gösterileri gündeme getiriyordu.

Bu çerçevede,

1 – Bu yılki 1 Mayıs kutlamalarının kitlesel ve yaygın olmasının dayanaklarını ve temellerini, esas olarak, işçi ve emekçilerin son bir yıl ve özel olarak da son altı aylık süreçte, krizle birlikte artan saldırılar karşısında ilerleyen birlik, mücadele ve dayanışma tutumları oluşturmuştur. Bu tutumların pratik olarak öne çıktığı ve işçi, emekçi mücadelesinin geneli açısından etkili olduğu belli başlı mücadeleleri ve tarihleri şöyle sıralayabiliriz:

2009’un ikinci yarısında Kocaeli ve Sakarya’da lastik işçilerinin kriz gerekçesiyle işten atmalara karşı ortaya koydukları tepki… İSDEMİR’de sendikayla işbirliği halinde kriz gerekçesiyle işçilerin ücretlerinde % 35 düzeyinde kesinti yapılmasına karşı binlerce İSDEMİR işçisinin gösterdiği tepki… 25 Kasım’da KESK ve Kamu-Sen‘ in öncülüğünde gerçekleştirilen ve yüz binlerce kamu emekçisinin katıldığı grev… Yine bu grev gerekçe gösterilerek işten atılan demiryolu çalışanlarının geri alınması talebiyle 16 Aralık’ta yaptıkları iki günlük grev (bu eylem sonucunda işten atılan demiryolu çalışanları işe geri alınmıştır)… Aralık ayında Ankara’ya gelen binlerce TEKEL işçisinin 4-C uygulamasına karşı yaklaşık 3 ay süren kararlı direnişi ve bu direnişle dayanışma çerçevesinde ülke geneline yayılan eylemler… Yine TEKEL işçilerinin mücadelesi ve onlarla dayanışma eylemleriyle gündeme gelen 4 Şubat Genel Grevi.

Şüphesiz bu belli başlı eylem, gösteri ve grevlerin yanı sıra Antep Çemen işçilerinin grevi, sendikasız ve sigortasız çalıştırılan Diyarbakır tuğla işçilerinin fiili grevi vb. başka direniş ve eylemleri de, 2010 1 Mayıs’ının kitlesel ve yaygın kutlanmasının dayanağını, temelini oluşturan ileri adımlar arasında saymak gerekir.

’89 Bahar Eylemleri’nin ardından, işçi ve emekçilerin mücadelesinin kesintisiz ve birbirini güçlendiren bir temelde ilerlediği ve bugün için son halkasını 26 Mayıs genel eyleminin oluşturduğu yeni bir dönemdir, bu dönem. 2010 1 Mayıs’ı da, bu dönemin bir parçası olarak, Türkiye’de, yaklaşık son 30 yılın en güçlü, kitlesel ve yaygın 1 Mayıs’ı olmuştur.

2 – Bu süreçte, esas olarak işçi ve emekçilerin birleşme, dayanışma ve mücadele gücü, tabandan gelen bir güçtür. Aşağıdan gelen bu baskı, önce sendikaların çeşitli düzeylerde bir araya gelip, bu süreçte mücadeleyi ilerletecek irili ufaklı adımlar atmalarına neden olmuştur. Bu, bir yandan işçi ve emekçilerin birlik, mücadele ve dayanışmasını daha da artırırken, bir yandan da işçiler ve kamu emekçileri arasında örgütlü olan 6 konfederasyonun (Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK, Kamu-Sen, Memur-Sen) bir araya gelerek, ortak mücadele kararı almalarına ve çeşitli eylemler gerçekleştirmek için harekete geçmelerine neden olmuştur. Bu durum, birleşme, dayanışma ve mücadele eğilimini daha da güçlendirmiş ve tabanın baskısını daha da artırmıştır.

Uzun süredir toplanmayan Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun TEKEL işçilerinin Ankara’daki direnişi ve illerde yapılan dayanışma eylemlerinin baskısıyla düzenli toplanmaya başlayıp, bir iki toplantının ardından, “Düzenli bir araya gelmemiz iyi olmuyor, başta TEKEL işçileri olmak üzere aşağıda sürekli beklenti yaratıyor” gerekçesiyle, düzenli toplanmasından vazgeçilmiştir. Bu örnek, sendika bürokrasinin tabandan gelen baskı karşısında düştüğü durum açısından çarpıcı bir örnek olarak, işçi ve sendikal hareketin tarihine geçmiştir.

Aşağıdan gelen bu baskı, başta KESK olmak üzere, çeşitli düzeydeki sendika yönetimlerinin de çabalarıyla 6 sendika konfederasyonunun 2010 1 Mayısı’nı ortak kutlama kararı almalarına neden olmuştur. Bu da, 1 Mayıs kutlamalarının kitlesel ve yaygın olmasına, işçi ve emekçi katılımın geçmiş yıllara oranla daha fazla olmasına hizmet etmiştir.

3 – Tabandan gelen baskı ile gerçekleşen 6 sendika konfederasyonunun birlikte hareket etme tutumunun zaman zaman dağılma eğilimine girmesi, hatta bunlardan Hak-İş ve Memur-Sen gibi hükümet sendikacılığı ile öne çıkan iki konfederasyonun ortak hareket etme tutumundan sık sık vazgeçmesinin burada altını çizmekte yarar var. Çünkü 1 Mayıs’tan kısa bir süre önce ortak hareket etme tutumundan vazgeçen Hak-İş ve Memur Sen, 1 Mayıs’a doğru, yeniden diğer 4 konfederasyon ile birlikte hareket etmeye başlamıştır.

Tabanın baskısıyla 6 konfederasyonun yeniden ortak hareket etmeye başlaması ve AKP hükümetinin işçilere, emekçilere şirin görünme çabasının da etkisiyle, İstanbul’da Taksim Meydanı 1 Mayıs kutlamalarına açıldı. Bu da, özellikle İstanbul’da Taksim meydanında gerçekleşen 1 Mayıs kutlamasının güçlü ve kitlesel geçmesini olumlu etkileyen bir rol oynadı.

Bugüne kadar 1 Mayıs kutlamaları öncesinde estirilen resmi terör, yaratılan provokasyon ve gerginlik ortamı, işçi ve emekçilerin gözünde, 1 Mayıs gösterilerine katılmayı korkulacak, tehlikeli bir iş haline getiren propagandaların devre dışı kalmış olmasını da bunlara eklemek gerekir. Çünkü 2010 1 Mayıs’ı bir kez daha göstermiştir ki, 77 1 Mayıs’ı başta olmak üzere, bir çok kez yaşanan provokasyon ve çatışmaların sonucu gerçekleşen katliamların ardında, esas olarak devletin ve “karanlık güçler”in parmağı vardır. Bu güçlerin parmağı olmadığı sürece, kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla Türk ve Kürt milliyetinden yüz binlerce işçi ve emekçi, birlik, dayanışma ve mücadele tutumuyla 1 Mayısları kitlesel olarak kutlamaktadır.

SINIFIN ÇIKARLARIYLA BAĞDAŞMAYAN ANLAYIŞ VE TUTUMLAR

2010 1 Mayıs’ına gelen süreçte, 1 Mayıs’ın nasıl örgütlenmesi ve kutlanması gerektiği konusunda yaşanan tartışmalara da değinmekte yarar var. Ayrıca, başta Taksim olmak üzere, 1 Mayıs meydanlarında ortaya çıkan tabloya da belli başlı yönleriyle değinmeliyiz. Çünkü bütün bunlarda, işçi, emekçi hareketinin ve sendikal hareketin kurtulması gereken sınıf dışı tutum ve anlayışların somut yansımaları var.

1 – Geçmiş yıllarda olduğu gibi, 2010 1 Mayıs’ı öncesinde de, “Türkiye genelinde tek ve merkezi bir 1 Mayıs kutlamasının Taksim’de yapılması” tartışması bir kez daha yaşanmıştır. Bu tartışmalarda sendikalar cephesinden de bu tür önerilerde bulunan olmuşsa da, bu yönde, esas olarak, başta TKP olmak üzere, çeşitli siyasi örgüt ve çevrelerin tutumu öne çıkmıştır. ÖDP ise, esas olarak bölgesel kutlamalar yapılmasını gündeme getirmiştir. Bu tutum ve anlayışların sınıf dışı, 1 Mayıs’ın güçlü ve kitlesel geçmesinden daha çok, kendi politik çıkarlarını önde tutan tutum ve anlayışlar olduğu ve sınıf mücadelesinin gerçekleri ve ihtiyaçlarıyla bağdaşmadığı bir kez daha görülmüştür. Bu yaklaşımlara rağmen, “1 Mayıs’ın Türkiye’nin olabilecek her yerinde yaygın ve kitlesel kutlanması” konusundaki doğru tutum ve anlayış yaşam bulmuş ve onlarca il ve bazı ilçe merkezlerinde eylem, miting ve gösterilerle 1 Mayıs kutlanmıştır.

2 – İzmir, Bursa, Ankara, Kayseri, Eskişehir vb. büyük sanayi kentleri başta olmak üzere, birçok kente yapılan mitinglere, geçmiş 1 Mayıslara göre, en az iki üç kat daha fazla işçi ve emekçi katılmıştır. Dahası, bu kentlerde, özellikle DİSK’e bağlı sendikalardan olmak üzere, kimi sendika yöneticileri, “Taksim 1 Mayısı’nın güçlü geçmesi” adına İstanbul’a çağrılar yapmış, buna rağmen İstanbul dışında kutlama ve katımlımlar güçlü olmuştur.

Bazı kentlerde (İzmir, Bursa gibi), konfederasyon ve sendika genel merkezlerinin çağrılarına, hatta baskılarına rağmen, işçiler ve emekçiler, sınıf dışı, bürokratik, gösterişçi yaklaşımlara itibar etmemiş ve (dar çevreleriyle sendika yöneticileri İstanbul’a gitmek üzere illerini terk etmelerine rağmen) bulundukları illerdeki 1 Mayıs kutlamalarına kitlesel olarak katılmışlardır. Yine adı geçen kentlerin sanayi merkezi durumundaki ilçelerinde, 1 Mayıs mitinglerine gelmeden önce yapılan işyeri kutlamalarıyla ilçe merkezlerinde yapılan eylem ve gösteriler, işçilerin, emekçilerin mitinglere kitlesel katılımı ve coşkusunun büyümesine hizmet etmiştir.

Burada bir hususun altını  çizmekte yarar var. Bazı konfederasyon ve bağlı sendikaların  üyelerini Taksim mitingine çağırmasına rağmen, işçilerin bu çağrılara yanıt vermeyip, bulundukları illerdeki kutlamalara katılmaları bir zayıflık değildir. Aksine, aşağıdan gelen birlik, mücadele ve dayanışma tutumunun bir sonucudur. Dahası, hareketin ilerlemesine dayanaklık eden temelin ne olduğunu pratik olarak göstermesi açısından da dikkat çeken önemli ve örnek tutumlardır.

3 – Taksim’de gerçekleşen 1 Mayıs kutlamasında, bazı sendika konfederasyonlarının ve birçok siyasi çevre ve grubun 1 Mayıs’ı sağdan veya soldan tutup gelip birleştikleri nokta ise, sınıftan uzaklığın ve kopukluğun bir başka çarpıcı göstergesidir. Bu sendika yönetimlerinin ve politik örgütlerin taşıdığı pankart, döviz vb. materyallerde işçilerin, emekçilerin sermaye ve hükümete karşı talepleri, tepkileri değil, ama kendi sembol ve armaları yüceltilmiştir.

Ancak gerek ülke genelinde, gerekse Taksim’deki kutlamada, başta TEKEL, belediye, karayolları, haberleşme, petrokimya işkolları olmak üzere, birçok sektörden 1 Mayıs’a katılan işçilerin taşıdığı pankartlar ve sloganlar, sınıfın taleplerini ve tepkisini yansıtmıştır.

Bu açıdan da, 2010 1 Mayısı’nda sınıf dışılıkla, sınıfın ihtiyaçları ve taleplerini esas alan tutumların, yaklaşımların ayrışması ve ikincisinin birincisine baskın gelmesi, sınıf mücadelesi açısından umut ve güç verici olduğu gibi, ilerlenecek hattı göstermesi açısından da önemlidir.

4 – Tertip Komitesi’nin Taksim’i 1 Mayıs alanı olarak düzenleme konusundaki tutumu, daha doğrusu tutumsuzluğu da, bu açıdan dikkat çekicidir. Çünkü Taksim alanında, işçi sınıfının 1 Mayıs’ta sermaye ve onun hükümetine karşı tepkisinin, öfkesinin, taleplerinin yer aldığı tek bir pankart bile yer almamıştır. Dahası, KESK dışındaki Konfederasyonların kortejlerinde, 22 Şubat tarihinde 4 konfederasyon (Türk-İş, DİSK, KESK, Kamu-Sen) tarafından 26 Mayıs’ta gerçekleştirilmek üzere alınan genel grev kararına dair, işçilerin kendi çabalarıyla hazırladıkları pankartlar ve dövizler dışında, bir çağrı veya ifadeye rastlanmıyordu. Bu tablo, aslında 26 Mayıs’ta daha da keskin ve açık bir şekilde ortaya çıkan sendikal bürokrasi ile taban arasındaki pratik çatışmanın/ayrışmanın 1 Mayıs’taki işaretleri olarak da görülebilir.

1 MAYIS’TAN 26 MAYIS’A GENEL EYLEMİN GÖSTERDİKLERİ

2010 1 Mayıs’ı, 26 Mayıs’ta yapılacağı ilan edilen genel grevin bir ön provası özelliği taşımıştır. Ancak, 1 Mayıs’ın yaklaşık üç ay öncesinden, 22 Şubat tarihinde, 4 konfederasyon tarafından alınan genel grev kararı, KESK dışındaki diğer üç sendika konfederasyonu tarafından (Türk-iş, DİSK, Kamu Sen) adeta unutturulmak istenmiştir.

Tabanın baskısı ile önce 26 Mayıs’ta genel grev kararı alıp, ardından bu kararı unutturmak için olmadık bahaneler öne süren sendikal bürokrasinin, genel grev kararını geri çeken tutumu, elbette 26 Mayıs’ı zayıflatmış ve genel eylemin etkisini azaltmıştır. Sonuçta bir genel grev eylemi gerçekleşmemiş, bir saatlik iş bırakma eylemi ve gösteriler yapılmıştır. “22 Şubat’ta aldığımız kararın arkasındayız, 26 Mayıs’ta tam gün iş bırakıyoruz” diyen KESK başta olmak üzere, işçi sınıfı ve emekçilerin tabandan gelen birleşme, dayanışma ve mücadele isteği, 26 Mayıs’ta kısmi bir grev ve on binlerce emekçinin katıldığı eylemlerle geride kalmıştır.

2009 yılının ortalarından başlayıp, 2010 26 Mayıs’ına gelen süreçte, işçi ve emekçilerin mücadelesinde yaşanan hareketlenme ve ileri hamleler karşısında bir şeyler yapmak durumda kalan sendikal bürokrasinin 26 Mayıs’a ilişkin tutumu ise, bu sürecin başından beri, birleşmesi ve mücadele etmesi istenen sendika üst yönetimlerine karşı yaygın bir tepkiye ve sorgulamaya dönüşmüştür.

Sendikal bürokrasinin 26 Mayıs’ta takındığı tutumla ortaya çıkan duruma birkaç açıdan değinmekte yayar var.

1 – İşçi, emekçi hareketinin tabandan birleşme, dayanışma ve mücadele eğiliminin yükseldiği her dönemde olduğu gibi, bu dönemde de, sendikal bürokrasi başlangıçta hareketin önüne geçerek, duruma hakim olmaya ve zaman içerisinde onu kontrol etmeye yönelmiştir. Tabandan gelen baskı karşısında çeşitli eylem kararları almış, ancak bunların uygulanması konusunda üzerine düşeni yapmamıştır. Ancak 26 Mayıs’ta bu tutum, kendi kararının bile arkasında durmama noktasına getirilmiştir. Sendika bürokrasisi, hareketi zayıflatma ve kontrol etme tutumunu, bu kez cepheden, mücadelenin geriletilmesi için açık bir tutum takınarak sergilemiştir.

2 – Bu tutum, 26 Mayıs’ta, başta İstanbul olmak üzere, birçok kentte ve işyerlerinde yapılan eylemlerde, bir yandan sermaye ve hükümetin politikaları protesto edilirken, aynı zamanda sendikal bürokrasinin de protesto edilmesine neden olmuştur. Bu durum, işçi sınıfının tabandan gelen birlik, dayanışma ve mücadele isteğinin, aynı zamanda sendikal bürokrasiden kurtulma, sendikalarda köklü bir değişimin yaşanmasının zorunluluğu açısından tartışmayı da yaygınlaştırmış ve büyütmüştür.

3 – Burada unutulmaması gereken husus, işçi, emekçi yığınların sendikal bürokrasinin gerçek yüzünü pratik olarak görmesinin mücadele içerisinde olduğu/olabileceği gerçeğidir. İşçiler, emekçiler sorunlarının çözümü, temel ve acil taleplerinin karşılanması için tepkilerini ortaya koyup mücadeleye yöneldikleri için sendikal bürokrasi ile karşı karşıya gelmektedirler. Dolayısıyla, sendikal bürokrasinin alt edilmesi ve yenilmesi de, bu mücadelenin daha da ilerlemesi ve güçlenmesi ile olacaktır. Haklar ve talepler için mücadele ile sendikal bürokrasiye karşı mücadele, bir arada sürmesi gereken mücadelelerdir.

4 – İşçiler ve emekçiler sendikal örgütlülüğe güvensizlik duyarak ve sendikalardan uzaklaşarak, bir kazanım elde edemezler. Aksine, sendikalarına sahip çıkarak, onların mücadele örgütleri olarak yeniden örgütlenmesi için sorumluluk alarak, sendikal bürokrasiden kurtulabilirler.* Bunun için de, son aylardaki mücadele deneylerinden öğrenerek, haklarına ve taleplerine sahip çıkmayı, bu temelde birliklerini, dayanışmalarını ve mücadelelerini ilerletmeyi sürdürmek zorundadırlar.

SONUÇ OLARAK

Önümüzdeki dönem, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesinin yükselerek devam etmesinin olanaklarının arttığı açıktır.

Haziran ayının ortalarında, AKP hükümeti, “krize karşı tedbir” adına ilan ettiği “Orta Vadeli Ekonomik Program” kapsamında “Ulusal İstihdam Stratejisi” adı altında yeni bir yasal düzenlemeyi Meclis gündemine getirecek. Bu düzenleme, kıdem tazminatları başta olmak üzere, kazanılmış haklara yönelik saldırıları ve sömürüyü yoğunlaştıracak yeni uygulamaları içermektedir. Öte yandan belediye, metal ve tekstil iş kollarındaki sözleşmeler, asgari ücretin belirlenmesi ve kamu emekçilerinin toplu görüşme süreci de sıcak gündemler arasında yer alacak. Taşeronlaştırma, 4-C ve esnek çalışmanın kapsamı yaygınlaştırılırken, yaşanan iş cinayetleri, iş güvenliği ve işçi sağlı taleplerinin yakıcılığı devam edecek.

Sorunlar ve taleplere ilişkin liste daha da uzatılabilir elbette. Ancak önümüzdeki günlerde mücadelenin ana eksenini yukarıdaki sorun ve taleplerin oluşturacağını bugünden söyleyebiliriz. Dolayısıyla, işçi sınıfı ve emekçilerin son dönemdeki mücadeleler içerisinde edindiği birikimle bu süreci göğüslemesi ve daha ileriden bir mevzi tutarak saldırıları püskürtmeyi hedefleyen bir mücadelenin yürütülmesi esastır.

Cilalı “Yeni Dünya Düzeni” Devri

Türkiye Mart ayını, yerel seçimler etrafında yoğun bir iç politika gündemi ile geride bıraktı. Nisan ayının ilk haftasında ise, bir yandan 29 Mart yerel seçimlerinin sonuçları tartışılırken, diğer yandan G -20 Zirvesi, NATO toplantısı ve ABD’nin yeni Başkanı Barak Hüseyin Obama’nın Türkiye ziyareti nedeni ile dış politika ağırlıklı tartışmalar, değerlendirmeler gündeme damgasını vurdu.
Türkiye’nin çeşitli alanlardan önde gelen burjuva ideologları, yerel seçimlerin sonuçlarının ardından çıkan tabloyu, hükümet partisi AKP ve karşısındaki rakip sistem partileri açısından değerlendirip, sonuçlar çıkarmaya çalışırken, daha tam bir mutabakata varamadan, G -20 zirvesi, NATO’nun 60. yıl toplantıları ve ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyareti çerçevesinde “yeniden kurulan Dünya ve Türkiye’nin konumu” tartışmalarına daldılar. Öyle görünüyor ki, önümüzdeki günlerde ekonomiden iç ve dış politikaya kadar geniş bir yelpazede yaşanan bu tartışmalar, olayların gelişmesine göre farklı öncelikler kazanarak devam edecek.
Biz de, bu yazı kapsamında, elden geldikçe bu tartışmaların temel iddialarını, geçmişle bağları içinde ele alıp irdelemeye çalışacağız.

***
Dünya ve Türkiye halkları, “Yeni Dünya Düzeni” iddialarına 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başında tanık olmaya başladı. O yıllarda, başta G – 7 (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Kanada ve Japonya) ve ardından Rusya’nın katılımıyla G – 8 ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerin devlet ve hükümet temsilcilerinin bir araya geldiği toplantılarda, dünya kamuoyunun karşısına geçip “barış, kardeşlik, eşitlik ve ortak çıkarlara dayalı uluslararası ittifak temelinde yeni bir dünya düzeninin kurulmaya başladığı” mesajlarını vermek neredeyse bir moda haline gelmişti.
Kurulmaya başlandığı iddia ve ilan olunan “Yeni Dünya Düzeni”, esas olarak Sovyetler Birliği (SB)’nin yıkılışı ve eski Sovyet cumhuriyetlerinin, uluslararası kapitalist-emperyalist sisteme tam entegrasyonuna dayandırılıyordu. 90’lı yılların ilk çeyreğinden o güne kadar dünya halklarının yaşadığı bütün yıkımlar; yoksulluk, eşitsizlikler, adaletsizlikler, sömürü ve baskılar, savaşlar, ne varsa her şey, kapitalizm karşısında alternatif sistem olan sosyalizmin dünyanın yaklaşık üçte birine hükmetmesine bağlanıyordu. Kapitalist-emperyalist sistem ve sosyalizm (ve halk demokrasisi ile yönetilen ülkeler) arasında bölünmüş olan dünya, “soğuk savaşın ve iki kutupluluğun egemen olduğu dünya” olarak adlandırılıyor, SB’nin çöküşüyle de bu dönemin ilişkilerinin şekillendirdiği dünyanın sonuna gelindiği söyleniyordu. Hatta hızını alamayan kimi burjuva ideologlar, bu tarihsel dönemi daha da gerilere götürüyor, Avrupa’da bir “hayalet”in (komünizm hayaleti) dolaşmaya başladığı bin 800’lü yıllara kadar gidiyorlardı.
Kurulmaya başlandığı iddia ve ilan olunun “Yeni Dünya Düzeni”, “kapitalist sistemin, insanlığın bugüne kadar kurabildiği tek ileri ve gerçekçi sistem olduğu, sosyalizmin yenilgisi ile birlikte tarihin sonuna gelindiği, ‘soğuk savaş’ın sona ermesi ile tek kutuplu bir dünyanın hakim olacağı, insanlık açısından ‘yeni bir altın çağ’ın başladığı, bu çağın globalleşme ve küreselleşme çağı olduğu, kapitalizm ve onun egemen sınıfı olan burjuvazinin artık dünyayı refaha ve barışa götüreceği vb.” bir dizi süslü, etkili ve umut vadeden ideolojik-politik propagandayı esas alıyordu.
Sosyalizmin, kapitalist-emperyalist sistem karşısında almış olduğu geçici yenilgi ve SB’nin çöküşü, o günün koşullarında, “Yeni Dünya Düzeni” adı altında sürdürülen ideolojik-politik propagandaya somut bir dayanak oluşturuyordu. Bu propaganda karşısında durmaya çalışan, itiraz eden, sosyalizmin başta işçi sınıfı olmak üzere insanlığa kazandırdığı büyük değerleri hatırlatan herkes, “geçmişte kalmış ve geçmişi özleyen dinozorlar” olarak mahkum edilmek isteniyordu.
Bu rüzgarı arkasına alan uluslararası sermaye ve işbirlikçileri, G-8 ülkeleri de dahil olmak üzere, bütün dünyada işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halkların elde ettiği birçok ekonomik, sosyal, demokratik, siyasal hakları tırpanlamaya başladı. Sosyalizmin yenilgisi ile zincirlerinden boşanmış emperyalist güçler, SB ve halk demokrasisi ülkelerin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan yeni pazarlar başta olmak üzere, dünyanın birçok bölgesinde yeniden paylaşım ve yeni bir sermaye birikimi yolunda hızla ilerlemeye başladılar.
İçine girilen bu dönemin ardından günümüze kadar gelen yaklaşık çeyrek asırlık dönemin, işçi sınıfı ve ezilen halklar başta olmak üzere, bütün insanlığa nasıl bir kayıp, yıkım ve acılara mal olduğunu sıralamaya kalksak sayfalar ve ciltler dolusu bir suçlar dosyasıyla yüz yüze kalacağımızı söylemek bir abartı olmayacaktır. Ancak yazımızın amacının bu olmadığını ve böyle bir döküm açısından oldukça dar kalacağını belirtip, geride bıraktığımız yaklaşık çeyrek asırlık dönemin ana iddialarının özetini hatırlatmakla yetineceğiz.
Bugün karşı karşıya olduğumuz tablo, artık bu iddiaların çöktüğünü, iddia sahiplerinin bile kabul ettiği bir tablodur. Ama şimdi onlar, geride bıraktığımız bu dönemi hatırlamak istemezcesine, yeniden dünya halklarının karşısına çıkıp, “asıl Yeni Dünya Düzeni’nin şimdi kurulmaya başladığını” ilan ve iddia etmektedirler. Bugüne kadar yaşananların ise bir geçiş süreci olarak görülmesi gerektiğini söylemektedirler. Bir dönemin geride kalmasının öyle hemen olup bitecek bir şey olmadığını, “soğuk savaş dönemi ve iki kutuplu dünyanın” damgasını vurduğu ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal ilişkilerin öyle bir çırpıda yok olup, yerlerini yenilerinin almasının zaten zor olduğunun görüldüğünü söyleyip, dünyanın esas olarak şimdi “Yeni Dünya Düzeni”nin kurulduğu bir “yeni” sürece girdiğini propaganda etmektedirler.
Elbette bunun yeni bir sahtekarlık olduğunu, başta işçi sınıfını olmak üzere bütün dünya halklarını aldatmak için yeni bir oyun olduğunu söyleyip, işi kestirmeden bitirebiliriz. Ancak olup bitenlere baktığımızda, işçi sınıfı ve bütün dünya halklarını tehdit eden yeni bir saldırıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini daha yakından görmek anlamlı olacaktır. Çünkü o zaman göreceğiz ki, dün sadece pembe hayaller ve umut dolu vaatlerle dünya halklarının ömründen çeyrek asırlık bir dönemi çalanlar, şimdilerde, bir yandan aynı süslü sözleri söyleyerek, ama düne göre daha gerçekçi görünmeye çalışarak, geleceğimize ipotek koymaya ve hırsızlıklarına yeni yıllar eklemeye karar vermiş durumdalar.

ULUSLARARASI EKONOMİK KRİZİN YARATTIĞI YAKINLAŞMA
ABD’de başlayan ve 2007-2008 yılına damgasını vuran uluslararası ekonomik kriz karşısında alınacak tedbirler konusunda, başta ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa olmak üzere, kapitalist-emperyalist sistemin önde gelen ülkeleri birçok kez bir araya geldiler ve ortak bir çözüm planı üzerinde tartıştılar. Ancak 2009 yılının Nisan ayının ilk haftasında toplanan G-20 zirvesine kadar yapılan hemen hemen bütün uluslararası toplantılardan bir türlü istenilen uzlaşma yakalanamadı. Bırakın krize karşı ortak bir müdahale programını, bir araya gelinen her uluslararası platform, ayrışmaların, çelişkilerin ve çatışmaların öne çıktığı tartışmalara sahne oluyor ve dağılıyordu. Geriye, “herkes başının çaresine baksın, kendini kurtarmanın yolunu arasın”dan başka bir seçenek kalmıyordu.
Diğer taraftan ise, başta ABD olmak üzere, adı geçen ülkeler ve Avrupa Birliği (AB)’nin önde gelen diğer ülkeleri, krizin etkisini durdurmak üzere bir dizi müdahale paketleriyle çöküşü engellemeye çalışıyordu. Yüzlerce milyar dolar ve avroluk çözüm-müdahale paketleri kâr etmiyor; uluslararası emperyalist sistemin bel kemiği kabul edilen finans kuruluşları, bankalar, sigorta ve yatırım şirketleri birbiri ardına iflas ediyordu. Sistemin çöküş sürecine müdahale konusunda atılabilen tek adım ise, yıllardır kapitalist sistemin her derde deva olarak öne sürdüğü “serbest piyasa-pazar ekonomisi”nin bildik bütün kurallarını tersyüz eden “devletleştirme”, hazine ve merkez bankaları aracılığıyla şirketlere el koymak oluyordu.
Ancak bütün bu hamleler-müdahaleler, hem yaşanan uluslararası ekonomik krizin önüne geçemiyor, hem de son çeyrek asırlık dönem boyunca uluslararası kapitalist sistemin kutsal ilan ettiği “Yeni Dünya Düzeni”nin neo liberal ekonomik alt yapısını, ona ait bütün tezleri tuzla buz ediyordu. Artık uluslararası krizin aldığı boyut öyle bir noktaya gelmişti ki, 80’li yılların ortalarından itibaren neo liberalizmin olmazsa olmaz politikası olarak kabul edilen özelleştirme politikalarıyla uluslararası tekellere yapılan sermaye transferinin onlarca katı bir devletleştirme, birkaç ay gibi kısa bir süre içerisinde gerçekleşmişti. Yeter ki, yaşanan krizin önü alınabilsin ve sistemin çöküşü durdurabilsin, onlar; uluslararası kapitalist sistemin patronları, serbest piyasa-pazar ekonomisi, “bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler” liberalizmi konusunda atıp tuttukları her şeyi yalayıp yutmaya hazırdılar ve buna da yapmaya başlamışlardı. Fakat kötü gidişat bir türlü engellenemiyordu.
Bu tablo karşısında, 2007-2008 yılı ve hatta 2009’un ilk aylarında sağlanamayan uluslararası ekonomik krize karşı ortak müdahale-program ve uzlaşma arayışları konusunda ilk somut adım G-20 zirvesinde atılabildi. Kriz karşısında o güne kadar yaşanan sarsılma, dağılma ve “uzaklaşma”nın yerini, yakınlaşma ve uzlaşma mesajları aldı.
G -20 zirvesini değerlendiren liderlerden İngiltere Başbakanı Gordon Brown, düzenlediği basın toplantısında “Yeni bir dünya düzeninin doğmakta olduğunu” söyledi ve “Yeni bir uluslararası işbirliği dönemine giriyoruz” dedi. Zirve yapılana kadar kriz karşısında uluslararası düzeyde oluşturulacak yeni ekonomik canlandırma paketlerine karşı çıkan Fransa ve Almanya’nın liderleri bile, durumdan memnun olduklarını açıkladılar. Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, zirvenin sonuçlarından duyduğu memnuniyeti, “Sonuçlar umduğumuzdan çok daha iyi” sözleriyle ifade ederken, Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Tarihi bir uzlaşmaya varıldı” diyerek düşüncelerini özetliyordu. ABD’nin çiçeği burnunda Başkanı Barack Obama ise, G-20 toplantısının ardından yaptığı açıklamada, zirvede varılan anlaşmanın, “Global ekonomik toparlanma yolunda bir dönüm noktası olduğunu, ekonomik büyümeyi sağlamak ve krizin bir kere daha olmasını önlemek için atılan adımların emsalsiz olduğunu ve global ekonominin daralmakta olduğu bir dönemde yapılan bir günlük zirvenin verimli ve aynı zamanda tarihi olduğunu” vurguluyordu.
İngiltere’nin Başkenti Londra’da toplanan, dünya ekonomisinin yaklaşık % 90’ını oluşturan 20 ülkenin (bunların içerisinde Türkiye’de var) liderlerini bir araya getiren ve temel gündem maddesi “Yaşanan uluslararası kriz karşısında ne yapılacağı” sorusuna somut bir yanıt vermek olan G–20 zirvesinde varılan ve adına “tarihi uzlaşma” denilen uzlaşmanın temel olarak neleri içerdiğine yazımızın ilerleyen bölümünde değineceğiz. Ancak buna geçmeden önce, sözü edilen tarihi uzlaşmada ABD’nin ve onun yeni Başkanı Barack Obama’nın şahsında dile gelen ABD burjuvazisinin yeni politik yaklaşımının rolüne ana hatlarıyla değinmekte yarar var.

ABD’NİN “YENİLGİSİ” ÜZERİNE KURULAN BİR UZLAŞMA
İngiltere Başbakanı Gordon Brown, “Yeni Dünya Düzeni”nin yaklaşık çeyrek asır önce ilan edildiğinden haberi olmasa (!) gerek ki, zirveyi değerlendirirken, “yeni bir uluslararası işbirliği dönemine girildiği”nden ve bu işbirliği döneminde “yeni bir dünya düzeninin doğmakta olduğu”ndan, yeni bir şeymiş gibi bahsediyor. Biraz esprili bir biçimde böyle de söyleyebiliriz. Ancak, ABD’nin özellikle son on yıllık işgal ve savaş politikalarının bir numaralı ortağı olmuş bir emperyalist devletin başbakanının bundan haberdar olmadığı düşünülemez. Belli ki, İngiltere Başbakanı, hem eski “yeni dünya düzeni”ni ve onun içerisinde dünyayı kana bulayan bir numaralı ortağı ABD’nin rolünü, hem de Barack Obama’nın başkanlığı’ndaki ABD’nin yeniden ve yeniden ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”ni ve onun içindeki rolünü iyi biliyor.
2008’in sonları ve 2009’un başından bu yana, başta bir numaralı müttefiki olan İngiltere olmak üzere, AB üyesi ülkeler ve bütün dünya, ABD’nin dünyanın son 10 yılına damgasını vuran, 2. Bush dönemi olarak da adlandırılan ve “Uluslararası teröre karşı uluslararası mücadele” adı altında özetlenen politikalarının yarattığı tepkiyi ve bu tepkinin üzerine ABD burjuvazisinin Barack Obama ile birlikte yeni bir dönemi başlattığını konuşuyor ve tartışıyor.
Bütün bu tartışmalar ve çıkarılan sonuçlar, esas olarak ABD’nin son on yıllık politikalarının, emperyalist kapitalist sistem ve onun geleceği açısından kötü sonuçlar verdiğinin görüldüğü üzerinde yoğunlaşıyor. Daha seçim kampanyalarından başlayarak, Başkan seçilip görevi devralmasından bu yana geçen kısa süre içerisinde, Barack Obama, bütün açıklamaları ve politik mesajlarında, artık bu dönemin kapandığına dair vurgularını öne çıkardı ve çıkarmaya da devam ediyor. Obama’nın bu tutumu, ABD burjuvazisinin bir anlamda son on yıllık süreçte izlenen politikaların yenilgiyle sonuçlandığını kabul etmesinin bir göstergesi olarak yorumlanıyor.
Hatırlanacağı gibi, 11 Eylül saldırısının ardından, kendisine bütün dünyanın gözünde “haklı ve meşru bir gerekçe bulduğunu” düşünen ABD burjuvazisi ve George Bush yönetimi, “uluslararası teröre karşı uluslararası mücadele” iddiasıyla, “bizimle olmayan terörün yanındadır” diyerek, Irak’ın işgali ve İran ile Suriye’nin savaşla tehdit edilmesiyle zirveye çıkan bir işgal ve yayılma sürecini başlatmıştı. Bu süreçte ABD burjuvazisinin esas yaklaşımı, “kendi çıkarlarının merkezinde olduğu politikaların her ne pahasına olursa olsun hayata geçirilmesi ve bunun için her tür aracın kullanılması” olarak özetlenebilecek bir yaklaşım olmuştu.
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) adı verilen ve asıl hedefi Ortadoğu’nun zengin petrol ve enerji kaynaklarının denetlenmesi ve el konulması olan politikaların yaşama geçirilmesi için yola çıkılmıştı. Başta bu projelerin kapsadığı ülkeler olmak üzere, bölgede kendi çıkarlarıyla uyuşmayan bütün ülkeleri, özellikle de Rusya’yı da içine alan bir açık tehdit ve savaş politikasıyla hareket ediyordu.
ABD burjuvazisi ve Bush yönetiminin bu yaklaşımının yön verdiği baskı, savaş ve işgal politikaları, sadece doğrudan hedef aldığı ülkelerde değil, genel olarak bütün dünya halklarında ve giderek artan oranda ABD halkı içerisinde de büyük bir tepki ve öfkeyle karşılanmıştı. Öyle ki, bütün dünyada ABD karşıtlığı sürekli artarak, yaygın ve kitlesel gösterilere neden oluyordu. Dahası ABD’nin bu politikaları, başta Almanya ve Fransa olmak üzere, 80’lerin sonunda “Yeni Dünya Düzeni”ni birlikte ilan ettiği diğer emperyalist devletler tarafından da tepkiyle karşılanıyor ve onaylanmıyordu. Bush dönemi boyunca ABD burjuvazisi, bu tepkileri yatıştırmaktan çok, daha da artıran tutumlar izliyordu. Özellikle Irak’ın işgali konusunda hem Birleşmiş Milletler (BM) hem de AB’nin bırakın onayını almayı, onları açıkça tanımayan bir tutum sergiliyordu. BM’nin artık işlevini yitirdiğini, AB’nin bölündüğünü ve AB diye bir birliğin kalmadığını (O günlerde Türkiye’ye yönelik, AB üyeliği için uğraşmanın anlamsız olduğunu, AB’yi dağıttığını ve ortak bir geleceğinin kalmadığını ilan etmeye kadar varan açıklamalar hatırlanacaktır), NATO’nun ne isterse onu yapması gerektiğini söylüyordu.
ABD’nin yeni Başkanı Barack Obama ise, daha seçim kampanyalarından başlayarak, ABD’nin bu politikalarının tıkandığını, kendisinin iktidara gelmesi ile birlikte bu döneme son vereceğini öne çıkaran bir yaklaşım sergiliyordu. Barış, uzlaşma, kardeşlik, ortak çıkarlar etrafında bir politikanın ABD’nin gerçek politikası olduğunu ve kendisinin bu politikaları uygulamak üzere Başkanlığa aday olduğunu söylüyor, hem ABD halkına hem de bütün dünyaya bu çerçevede mesajlar veriyordu. Obama’nın şahsında dile gelen ABD burjuvazisinin bu politik yaklaşımı, başta diğer emperyalist devletler olmak üzere, hemen bütün dünya devletleri tarafından açık veya gizli olarak Obama’nın desteklenmesini beraberinde getirirken, onun seçilmesiyle ABD’de ve bütün dünyada yeni bir dönemin başlayacak olmasının da işareti olarak değerlendiriliyordu. Öyle bir noktaya varmıştı ki, bütün dinler ve halkların Obama’nın şahsında kendisiyle bir benzerlik kurması adeta bir moda haline gelmişti. Bu etki ve yarattığı beklentiler, Obama’nın seçilmesiyle birlikte daha da somutluk kazandı.
Elbette Obama’nın seçilmesi ile birlikte ABD burjuvazisi, emperyalist çıkarlarından, hedeflerinden vazgeçmiş ve onları bir tarafa itmiş değil. Ancak görünen o ki, yukarıda bir cümle ile özetlediğimiz Bush yönetimi döneminde ABD burjuvazisinin politik yaklaşımının yerini, Obama döneminde, “kendi çıkarlarının ve politikalarının herkesin çıkarına olduğunu söyle, göster ve bu politikaları herkesin sahiplenmesi gerektiğini, onun için de birlikte yaşama geçirilmesi için herkesin çalışması gerektiğini, herkesin de bu sürece kattığı kadarıyla payına düşeceğini alacağını ortaya koyarak ilerle” yaklaşımı almış durumda.
Gerek G – 20 zirvesinde, gerek NATO’nun kuruluşunun 60. yılı vesilesi ile düzenlenen toplantılarda, başta ABD Başkanı Obama olmak üzere, İngiltere, Almanya ve Fransa’nın liderlerinin “tarihi kararlar ve tarihi uzlaşma” diye adlandırdıkları ve yeniden “Yeni Dünya Düzeni”nin kurulmaya başladığını ilan ettikleri buluşma noktasının merkezinde, şimdilik, bu yaklaşımın hepsi tarafından kabul edilmiş olması gerçeği yatıyor demek yanlış olmayacaktır. Ancak bu, uzlaşmanın, uluslararası emperyalist sistemin bütün güç merkezleri tarafından kabul edildiği anlamına gelmiyor. Uzlaşma, esas olarak, Batılı emperyalistler arasında varılan bir uzlaşmadır. G – 20 içerisinde en eski ittifak olan G – 7 ülkelerinin bir uzlaşmasıdır. Bu açıdan bakıldığında da, “eski” “Yeni dünya düzeni”nin ilan edildiği 80’li yılların sonunda verilen uzlaşma fotoğrafı kadar da kapsayıcı değildir. Esas olarak Çin ve Rusya bunun dışında kalmış durumdadır. Batılı emperyalistler arasındaki bu yeni uzlaşma, esas olarak da, Rusya’nın karşısında bir uzlaşma olarak görülmektedir.
ABD burjuvazisinin özellikle Ortadoğu, Kafkaslar ve Asya’daki yakın ve uzak emperyalist çıkarlarından vazgeçmediği ve geçemeyeceği, hedeflerinin hâlâ diri olduğu düşünüldüğünde, içine girildiği söylenen yeni dönemin ne kadar süreceği de ayrıca tartışılır bir durumdur. ABD burjuvazisi açısından bu yeni dönemin, özellikle son on yıllık dönemin ardından bir soluklanma, yeniden güç toplama ve tekrar gündeme geleceği kuvvetle muhtemel olan bir yeni saldırganlığın zemininin oluşturulacağı bir dönem olacağını söylemek de bir kehanet olmayacaktır.

G – 20 ZİRVESİNİN GÖSTERDİKLERİ
Sonuncusu Londra’da toplanan ve bir sonrakinin ise önümüzdeki sonbaharda Japonya’da toplanacağı açıklanan G – 20 zirvesinin ardından yeniden ilan edilen “yeni” “Yeni Dünya Düzeni”nin zirve öncesindeki dayanaklarını, ABD burjuvazisinin bu yeni tutumuyla birlikte düşünmek gerekir. Bu G-20 zirvesinde, 2007-2008’e damgasını vuran ve bu yıllar içerisinde ortak hareket zemini bulamadan dağılan uluslararası toplantılardan farklı bir sonucun çıkmış olmasında da bunun etkisinin yattığını belirtmeliyiz. Zirvenin sonuçları üzerinden ortaya çıkan tablo ise, varılan uzlaşmanın ekonomik altyapısı, içeriği açısından önemli ipuçları vermektedir.

1 – IMF, DB, DTÖ’nün etkinliği artırılacak: Zirvede alınan kararların dikkat çeken birinci yönü, birkaç yıllık bir aradan sonra, IMF, Dünya Bankası (DB) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün, uluslararası emperyalist sistem açısından oynadıkları rolün yenilenmesi ve artırılması olmuştur. Zirveye katılan ülkeler, bu konuda yeniden bir mutabakat açıklamışlardır. Buna göre, IMF’nin bütçesi 750 milyar dolar, DB tarafından denetlenen bölgesel kalkınma bankalarının bütçesi 100 milyar dolar, Dünya Ticaret Örgütü’nün bütçesi ise 250 milyar dolar artırılacak. Toplamda 1,1 trilyon dolarlık bu paketin, ekonomiyi küresel düzeyde canlandırmayı hedeflediği ve 2010 yılının sonuna kadar bu miktarın 5 trilyon dolara çıkmasının hedeflendiği de, açıklanan kararlar arasında yer alıyor. Ayrıca, hükümetlerin ekonominin canlandırılması için bugüne kadar piyasaları desteklemek üzere açıkladıkları paketlerin daha büyüklerine ihtiyaç olduğu ve bu konuda herkesin üzerine düşeni yapması gerektiği de, alınan kararlar arasında yer alıyor.
Sözü edilen 1,1 trilyon dolarlık kaynağın nereden bulunacağı konusunda ise iki somut dayanak gösteriliyor; bunlardan birincisi, zirveye katılan ülkelerin yapacağı katkılar, ikincisi ise, IMF’in piyasalardan gerçekleştireceği borçlanmalar. İşte tam da bu noktada, varılan uzlaşmanın, merkezinde uluslararası kapitalist-emperyalist sistemin bulunduğu ekonomik krizin faturasının, genelde bağımlı, sömürge ve yeni sömürge ülkelere, özelde ise işçi sınıfına ve yoksul emekçi halklara yıkılacağı açıkça ifade edilmiş oluyor. Başta IMF olmak üzere, adı geçen kuruluşların önderliğinde bugüne kadar hiçbir bağımlı ülkenin ekonomisinin düzlüğe çıkmadığı, aksine daha büyük yıkımlara yol açıldığı gerçeği, bırakalım bizleri, bu kurumlarda başkanlık ve üst düzey yöneticilik yapmış ve emekli olmuş, hatta bugün de aktif görevde olan uzmanlar tarafından bile itiraf edilen bir gerçek durumdadır.
IMF’nin rolünün bazı yönleri ile yeniden tanımlanıp artırıldığı zirvede dikkat çeken kararlardan birisi de, ülkelerin kriz karşısında aldıkları bütün tedbirlerin ve zirvenin kararlarının uygulanmasının denetiminin IMF tarafından yapılacak olmasıdır. Burada amaç, sadece sömürge ve yeni sömürge ülkelerin değil, Çin ve Rusya gibi ülkelerin ekonomik politikalarının da IMF tarafından izlenip, denetlenmesi konusunda zorlayıcı olunmasıdır.

2 – Korumacılığa hayır, kalkınmacılığa evet: Zirvenin önemli mesajları ve kararlarının diğerlerini de bu başlık altında toparlayabiliriz. Yaşanan kriz karşısında tek tek ülkelerin merkez bankalarının geleneksel olmayan önlemleri de alabilecekleri konusunda fikir birliğine varılmış durumda. Bu kapsamda uluslararası ekonominin canlandırılması ve kalkınma için, finans kuruluşlarının, bankaların, yatırım ve sigorta şirketlerinin denetlenmesi ve gereken müdahalelerin yapılması da yer alıyor. Atılacak her tür adımın ve yapılacak müdahalelerin ise, IMF ve DB tarafından değerlendirilip, rapor edilip, denetleneceği vurgulanıyor.
Burada esas olarak dikkat çeken, ekonominin uluslararası denetiminin IMF, DB ve DTÖ tarafından merkezden ve eskisinden daha sıkı yapılacağının ortaya konmasıdır. Yaşanan ekonomik kriz karşısında kalkınma amaçlı bu yaklaşımın zorunlu olduğu ortaya konmaktadır. Bugüne kadar “mutlak” ilan edilen serbest piyasa-pazar ekonomisinin çöküşünün bütünüyle olmasa da kısman kabulünü içeren bu tutum, Batılı emperyalistlerin denetiminde bir “devlet kapitalizmi”nin işaretlerini vermektedir. Dünya ekonomisinin yaklaşık % 90’ını oluşturan ülkelerin ekonomileri, esas olarak Batılı emperyalist devletler tarafından, IMF, DB ve DTÖ tarafından denetlenecektir. Eğer inanırsak veya inanırsanız, her zamanki gibi bunun nedeni ve amacı da bütün herkesin içinde olduğu ve giderek daha fazla su almaya ve batma tehlikesi artamaya başlayan küresel ekonomi gemisinin kurtarılması; yoksul ülkelerden başlayarak “yeni bir kalkınma süreci”nin sağlanmasıdır.
Ancak bu yaklaşım kati suretle korumacılığı kapsamayacaktır. Zirvenin sonuç bildirisinde, bu, özel olarak vurgulanmaktadır. Sonuç bildirisinde, “yatırım ve ticaretin önüne yeni engeller çıkarılmasına izin verilmeyeceği”, “korumacılık yönünde adımlar atıldığı gözlendiği takdirde, Dünya Ticaret Örgütü’nün ve diğer uluslararası organizasyonların bu durumu incelemesi çağrısında bulunulacağı”nın altı çizilmektedir.
Sonuç bildirisinde yer alan bu yaklaşım da, 1,1 trilyonluk kaynak konusunda olduğu gibi, yaşanan uluslararası ekonomik krizin faturasının kimlere çıkarılacağını göstermesi açısından çarpıcıdır. Dahası böylece, bugüne kadar mutlak ve kutsal ilan edilen ve her derde deva olarak dünya halklarının önüne sürülen “serbest piyasa-Pazar ekonomisi”nin yeni çerçevesi de çizilmiş oluyor. Batılı emperyalist devletlerin ve uluslararası tekellerin işine geldiği kadar müdahale ve denetim, yine onların işine geldiği gibi bir “serbest piyasa-pazar ekonomisi” tarif ediliyor.
Zirvenin sonuçlarının hemen ardından aldığı vazifeye uygun olarak ilk çalışmasını yapan IMF, Nisan ayının sonuna doğru, G – 20 üyesi ülkelerin 2009 ve 2010 yılına ilişkin büyüme, işsizlik ve enflasyon rakamlarını açıklayarak, karanlık gidişata “ışık” tutmaya başladı! Açıkladığı rakamlar bu açıdan oldukça çarpıcı. “ABD ekonomisi bu yıl % 2.8 daralacak, 2010’da büyüme olmayacak. İşsizlik oranı ise, bu yıl % 8.9, 2010 yılında ise % 10.1 olacak. Almanya ekonomisi bu yıl % 5.6 daralacak, işsizlik oranı ise 2009’da % 9, 2010’da % 10.8 olacak. İngiltere ekonomisi bu yıl % 4.1 daralacak, işsizlik oranı 2009’da % 7.4, 2010 yılında ise % 9.2 olacak. Rusya ekonomisi bu yıl % 6, Türkiye ekonomisi ise % 5.1 daralacak. Çin ve Hindistan’da ise büyüme oranları yavaşlayacak. (Ayrıntılar IMF’in resmi sitesinden öğrenilebilir).” Bu oranların iyi niyetli tahminlere dayandığını ayrıca belirtmek gerekiyor.
Yazımızın buraya kadarki bölümünde genel hatlarıyla ele almaya çalıştığımız yönleriyle bile bakıldığında, eski “Yeni Dünya Düzeni”nin çöküşü üzerine kurulan yeni “Yeni Dünya Düzeni”nin nasıl bir düzen olacağı konusunda somut ipuçlarını görmek mümkün. Ayrıca, sağlanan “tarihi uzlaşma”nın ne kadar süreceği konusunda da belirli kanaatler oluşturmak mümkün. Ancak asıl olan, pembe hayaller ve umutlar içeren süslü sözler sarf edilse de, en azından yakın gelecekte, hem emperyalist ülkelerin işçi sınıfları ve emekçileri açısından, hem de sömürge ve yeni sömürge ülkelerin işçi sınıfı ve yoksul halkları açısından karanlık bir “Yeni Dünya Düzeni” ile karşı karşıya olduğumuzdur. Yine de haklarını yemeyelim, çeyrek asır önce ilan ettiklerine oranla, bu kez daha gerçekçi ve açık sözlü olduklarını teslim edelim!
Uluslararası kapitalist sistemin patronlarının sloganı oldukça açık ve anlaşılır: “Eski ‘Yeni Dünya Düzeni’ çöktü, yaşasın yeni ‘Yeni Dünya Düzeni’”

ABD BAŞKANI OBAMA’NIN TÜRKİYE ZİYARETİ
Bir tarafta G -20 zirvesinde ve ardından NATO toplantısından çıkan sonuçlar (bu konuda ayrıntılı değerlendirmeler Ahmet Cengiz imzası ile dergimizin geçen sayısında ve bu sayısında yer almaktadır) ve varılan uzlaşma tartışılıp değerlendirirken, hemen ardından gelen günlerde Türkiye’nin gündemine damgasını vuran bir başka konu ise, ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretinde ve TBMM’de yapmış olduğu konuşmada verdiği mesajlar oldu.
İlan edilen yeni “Yeni Dünya Düzeni” içerisinde Türkiye’nin konumu ve ABD-Türkiye ilişkilerinde girilen yeni dönem konusunun yine dergimizin geçen sayısında İ. Çaralan ve Y. Akdağ imzalı yazılarda ele alındığı biliniyor. Biz ise, bu yazımızda sadece Obama’nın Türkiye’ye yaptığı ziyarette söyledikleriyle bundan yaklaşık 10 yıl önce bir başka ABD Başkanı Bill Clinton’un Türkiye ziyareti sırasındaki açıklamaları ve TBMM’de yaptığı konuşma arasındaki olağanüstü benzerliğe dikkat çekerek yazımızı tamamlayacağız.
Bill Clinton’ın ABD Başkanı olarak Türkiye’ye geldiği dönemde sermaye medyasının köşe başlarını tutmuş kalemlerin büyük çoğunluğu. 10 yıl sonra Obama’nın ziyareti döneminde de durdukları yerde duruyorlardı. Hem yaptıkları pespaye ve magazin yorumlarıyla hem de “yüksek dış politika” analizleriyle o kadar birbirlerine benziyorlar ki, merak edenlere mutlaka küçük bir arşiv taraması yaparak durumu görmelerini öneririz. Nasıl durmuşlar, nasıl bakmışlar, vücut dilleriyle nasıl da büyük mesajlar vermişler, birisi depremzede bebeği kucağına alıp burnunu okşayarak, diğeri üniversiteli gençlerle arkadaş gibi konuşarak, nasıl bir örnek “dünya lideri” olduklarını göstermişler vb. vb. – olağan şaklabanlıkları mutlaka karşılaştırmalısınız.
Elbette, gerek Bill Clinton’un ziyareti döneminde gerekse Barack Obama’nın ziyareti sürecinde verilen mesajlar ve bu mesajlar üzerine yazılıp çizilenler, bu magazin hafiflikleriyle sınırlı ele alınıp geçiştirilemez. Her iki ABD başkanının ziyaretlerinde ve hatta kendisi gelip söylemese de, Türkiye’den giden devlet ve hükümet temsilcileri ve elçileri aracılığıyla George W. Bush döneminde söylenenler de, Türkiye’nin ve bölgenin geleceği açısından ciddi sonuçlar doğuran ve doğuracak olan politikaları ortaya koymaktadır. Ancak özellikle Clinton ve Obama’nın dile getirdiği ABD politikaları içerisinde Türkiye’ye biçilen rol, Türkiye’nin başta Ortadoğu olmak üzere, bulunduğu bölgede “aktif bir rol oynaması” ve “bölgenin lider ülkesi-bölgesel gücü olmayı hak etmesi”ne gelip düğümleniyor. Hatta her iki ABD başkanının mesajlarında da dikkatle ve özenle, bu rolün birileri tarafından verilmediği, aksine Türkiye’nin tarihsel bağları itibariyle ve bugünkü ekonomik ve siyasal gücü nedeni ile bunu yapması gerektiği öne çıkarılıyor.
Yine dikkatle ve özenle üzerinde durulan bir diğer yön, Obama Türkiye’ye gelene kadar “stratejik ittifak” olarak adlandırılan ABD-Türkiye ilişkilerinin genel çerçevesinin “model ortaklık” olarak yeniden tanımlanmasıyla ifade ediliyor. Her iki “demokrat başkan”ın da, Türkiye’ye biçilen rolü “patronun taşeronuna verdiği bir görev-sorumluluk” olarak adlandırılmamasına gösterdiği özel titizlik, elbette ki gözlerden kaçmıyor. Ancak kullanılan diplomatik üslup, hem Türkiye’nin devlet ve hükümet temsilcilerini, hem de sermaye medyasının kalem erbabını mest etmeye yetiyor.
Türkiye’yi yönetenler ve sözcüleri, ortaya konan diplomatik üsluptan da aldıkları destekle, “bölgede aktif bir dış politika izleme, bölgesel güç olma ve bölgenin lider devleti olma” isimleri altında özetlenen dış politikalarını, kendilerinin bir icadı, politikası veya stratejisi olarak kamuoyuna sunuyorlar. Başbakanlık Dış Politika Başdanışmanı (yerel seçimlerden sonra hükümette beklenen kabine değişikliği hazırlıklarında adı yeni dışişleri Bakanı olarak da geçiyor) Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye, dünyada esen güçlü rüzgarı arkasına alarak kendisine bir dış politika stratejisi çiziyor” şeklindeki sözleri, bunun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Davutoğlu’nun örnek sözleri elbette bunlarla sınırlı değil.
Obama’nın Türkiye’yi ziyaretinden kısa bir süre önce ABD’ye giderek temaslarda bulunan Davutoğlu, “Türkiye ile ABD’nin önünde altın bir işbirliği dönemi olduğunu” belirterek, “coğrafi ve tarihi derinliğe sahip olan Türkiye’nin stratejik derinliğe de sahip olması gerektiğini” vurguluyor. Davutoğlu, buradan kalkarak, 2003 yılından beri Türkiye’nin dış politikasını beş ilke çerçevesinde şekillendirdiklerini söylüyor: “Güvenlik ve özgürlük arasında yeni bir dengenin kurulması, komşularla sıfır sorunlu ilişkilerin geliştirilmesi, proaktif diplomasi, küresel güçlerle uyumlu ilişkilerin geliştirilmesi ve uluslararası kurumlarda daha çok temsil edilmek.”
Bil Clinton’un ve Barack Obama’nın söylediklerinin yanına Ahmet Davutoğlu’nun söylediklerini de koyarak okuyacak olursak, iki sonuca varabiliriz. Birincisi; Türkiye’nin dış politikasının, yeniden ilan edilen ‘Yeni Dünya Düzeni’ içerisinde kendisine biçilen rolü eksiksiz oynama konusunda ABD ile açık bir uyum içerisinde olduğudur. Türkiye’nin geleceğini, bu rolü eksiksiz oynamadaki başarılarına bağlamaktadırlar. İkincisi ise; Türkiye’yi yönetenler ve Davutoğlu, en büyük meziyetlerini, daha büyük patron söylemeden, onun genel ve bölgesel çıkarlarını en ileriden görüp, kavrayarak ona uygun adımlar atmak ve böylelikle onun takdirini ve desteğini yeniden ve yeniden kazanmak.
Türkiye’yi yönetenler yakın ve uzak çıkarlarını böyle bir dış politikada görüyor olabilirler. Ancak yaklaşık çeyrek asırlık bir dönemi kapsayan eski “Yeni Dünya Düzeni” dönemi boyunca yaşayarak gördük ki, ne Türkiye’de ne de bölge ülkelerinde yaşayan halkların bundan bir çıkarı ya da kazancı yoktur. Tıpkı, yeni ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”nde olduğu gibi.

KUTU, KUTU, KUTU ….
CLİNTON’UN 10 YIL ÖNCE TBMM’DE YAPTIĞI KONUŞMADAN NOTLAR
“20. Yüzyılı anlamak için, Türkiye`nin tarihi, bir anahtardır.”
“Ancak ben inanıyorum ki, Türkiye’nin geleceği önümüzdeki bin yılın ilk yüzyılının şekillenmesinde de son derece önemli bir rol oynayacaktır.”
“Atatürk`ün yaptıklarının çoğunu Batılı güçlerden destek almadan, hatta onların muhalefeti karşısında, onlar Türkiye`yi parçalamaya çalışırken yaptığını hatırladıkça kendisinin büyüklüğünü bir kez daha anlıyor ve etkileniyorum.”
“Ancak bunlara rağmen Türkiye’yi içine kapamayıp dünyaya açtığını göz önüne alınca büyüklüğü daha da artıyor.”
“50 yılı aşkın süredir müttefikliğimiz zamana karşı kuvvetli durmuş, Kore’den Kosova’ya kadar bütün imtihanları geçmiştir.”
“Bütün Amerikalılar adına yarım yüzyıllık dostluk, güven ve saygıdan dolayı sizlere teşekkür ediyorum.”
“Beraber yaratmak istediğimiz gelecek, Türkiye’nin evindeki demokrasiyi derinleştirmesi ile başlıyor. Bu ilerlemeyi Türk insanından daha fazla kimse istemez.”
“İnsan hakları evrensel beyannamesi’nin söz verdiklerini yapabilmek için yapılacak çok şeyler var. Bu ilerleme, yeni yüzyıla girerken Türkiye’nin inancının ve başarısının en büyük göstergesi olacak.”
“Bu insanların hepsinin, Türkiye’nin güçlü, laik, geleneklerine saygılı, geçmişinden gurur duyan ama Avrupa’nın tam bir parçası olan bir ülke haline gelmesinden çıkarları var.”
“Amerika’nın, Avrupa’nın veya herhangi birinin sizin geleceğinize yön verme hakkı yoktur.”
“Türkiye’nin bu yüzyılda yarattıkları, insanların kendilerine daha güzel bir gelecek hazırlama yolunda yapabileceklerinin canlı bir örneğidir.”

OBAMA’NIN CLİNTON’DAN 10 YIL SONRA TBMM’DE YAPTIĞI KONUŞMADAN NOTLAR
“Bugün Meclis’te konuştuğum için onur duyuyorum. Ülkelerimiz arasındaki dostluğu ve müttefikliği derinleştirmeyi amaçlıyorum. Türkiye ABD’nin önemli bir müttefiki ve Avrupalı bir ülkedir.”
“Atatürk’ün mezarını ziyaret ettim. Kendisinin bıraktığı en büyük miras Türkiye Cumhuriyeti’dir. Tabii ki bu günlere kolay ulaşılmadı. Ama Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu ve hem ABD’nin hem de dünyanın saygınlığını kazandı. Bunu da Türkiye kendi gücüyle yaptı.”
“Türkiye’nin demokrasisi, sizin kendi başarınızdır. Bu, size hiçbir şekilde bir dış güç tarafından diretilmedi.”
“Türkiye, hem geçmişinin başarılarından güç aldı, hem de her nesil Türklerin çabalarıyla güçlendi, ileriye doğru yol aldı.”
“21. yüzyılda ABD Türkiye’nin AB üyeliğini şiddetle desteklemektedir. Türkiye önemli bir müttefik ve ortaktır. Türkiye Avrupa’ya sadece boğaz üzerindeki köprülerle bağlı değil. Koparılmaz bağlar var.”
“150 yıldır devam eden dostluğu ve müttefikliği sürdürmek için buradayım.”
“Kore’den Kosova’ya, Afganistan’a beraber çalıştık. Yine birlikte çalışarak güçlükleri çözmeliyiz. Geleceğe ve hedeflerimize birlikte ulaşmalıyız.”
“Türkiye’nin büyüklüğü her şeyin merkezinde olmasında yatıyor. Türkiye, bölündüğümüz değil, bir araya geldiğimiz bir yer.”
“Tabii ki Türkiye’nin de kendi sorumlulukları var. Sizler bu anlamda önemli reformlar gerçekleştirdiniz.”

İşsizlik kader değil – İşsizler çaresiz değil

İşsizlik, genel olarak, “çalışabilir durumda olan nüfusun herhangi bir alanda istihdam edilememesinin bir sonucu” olarak tanımlanmaktadır. Sadece bu tanım bile, bizlere işsizliğin, kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkışıyla ve egemen bir toplumsal sistem haline gelişiyle arasındaki kopmaz bağı çarpıcı bir biçimde göstermektedir.

 

Okumaya devam et “İşsizlik kader değil – İşsizler çaresiz değil”

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑