1. Emperyalist Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni “resmi tarih” kitaplarında, ” Bir Sırp teröristin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdını öldürmesi olarak” anlatılır. Oysa bu gerekçenin hiçbir ikna ediciliği ve doğruluğunun olmadığı birçok gerçek tarihçi tarafından defalarca ve defalarca ortaya konmuştur. 11 Eylül’ün ardından “terörizme karşı savaş” ilan eden emperyalist Amerikan “İmparatorluğu”nun gerekçesi de buna benziyor: “Osama Bin Laden isimli Suudi milyarder, şeriatçı teröristin New York’ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerini ve Pentagon’u vurması.”
ABD yönetimi bu gerekçeye dayanarak “uluslararası terörizme karşı savaşın bütün dünyayı kapsaması gerektiği”ni söyleyip harekete geçti. “Uluslararası terörizme karşı” başlatıldığı söylenen savaşın gerçekte, bütün dünyayı tehdit eden ve 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na doğru gidebilecek bir sürecin ilanı olduğu kısa sürede ortaya çıktı. ABD’nin, Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’un vurulmasından sadece çeşitli derecelerden “terörist” ilan ettiği ülkeleri değil, bütün dünyayı sorumlu tuttuğunu anlamak için çok fazla zaman geçmesine gerek kalmadı. Washington Post ve New York Times’in 11 Eylül’ün hemen ardından yaptığı “düşman” tanımı bunun ilk işaretleri oldu.
Önce ABD Başkanı George W. Bush, “teröristler ile onlara yataklık edenler arasında ayrım yapmayacağını” açıkladı. Dışişleri Bakanı Colin Powell ise saldırıları “savaş eylemi” olarak niteledi. New York Times gazetesinde yer alan bir yorumda, ABD Başkanı Bush için bu saldırıların “hem bir tehdit, hem de bir fırsat” olduğu vurgulanarak “düşmanın büyüklüğünü” ifade etmek için şunlar söyleniyordu: “Düşman, modern çağda ABD topraklarındaki savunma noktalarının içine girebildiğini kanıtladı.” (Washington Post–13 Eylül) Yine aynı tarihli New York Times’in düşman tanımı ise, “Ulus tespit etmesi güç bir düşmanla savaşa giriyor” şeklindeydi. Böylece düşman tanımı, yerine göre; devlet, ülke, örgüt, yasa, anlaşma vb. herkesin ve her şeyin düşman olarak ilan edilip saldırılabileceğini de kapsayan bir “belirsiz genişlikte” yapılıyordu.
Bütün bunlar, ABD emperyalizminin 11 Eylül saldırısını Amerikan gücünü pekiştirmenin bir vesilesi yapmaya başladığının da ilk somut ifadeleriydi. Aynı gün yapılan diğer açıklamalar ve yazılan yazılar ise, ABD’nin yürüteceği emperyalist terör ve savaşın, 1. Körfez Savaşı ve Yugoslavya’nın parçalanması için yürütülen NATO saldırısından farklı olarak, başta Avrupalı emperyalistler olmak üzere diğer emperyalist ülkelerin açık veya örtülü desteği olsun ya da olmasın uzun süreli ve kararlı bir şekilde yürütüleceğini gösteriyordu.
ABD’nin bugün de etkin olan isimlerinden, Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger şöyle yazıyordu:
“Tepkimiz, uluslararası uzlaşmaya tabi olamaz, çünkü tehdit altında olan bizim güvenliğimiz. Ancak yine de bu, müttefiklerimizle ortak bir direniş aracı bulmamız gereken bir sorundur.”
ABD’nin eski Ulusa] Güvenlik Danışmanı Sandy Berger’in sözleri de Kissinger’ı tamamlıyor: “Bu mücadele uzun süreli, koordineli bir ekonomik, askeri ve siyasi çabayı gerektiriyor. Bu çaba, mümkünse müttefiklerimizle yürütülmeli.” (Washington Post)
11 Eylül’den sadece birkaç gün sonra ABD Temsilciler Meclisi, Senato tarafından Bush’a verilen savaş yetkilerini onayladı. Oyların 420’sinin lehte, 1’inin aleyhte çıktığı toplantının sonunda Bush, “gereken yerde gereken oranda güç kullanma” gibi muğlâk bir yetkiye kavuşmuş oldu.
Temsilciler Meclisi’nin onayladığı yetkinin kapsamı şöyle: “Başkan; 11 Eylül saldırılarını planladığını, yetkilendirdiğini, işlediğini ya da desteklediğini saptadığı ülkeler, örgütler veya kişilere veya böylesi örgüt veya kişilere yataklık eden ülkeler, örgütler veya kişilere gereken kuvveti kullanmakla yetkilendirilmiştir.” Bush yetkiyi alır almaz, Pentagon’a, 50 bin yedek askeri göreve çağırma yetkisi verdi. Bu askerlerden bazılarının, Amerikan üsleri gibi denizaşırı birimlerde görevlendirilebileceği açıklandı.
Bush, daha sonra ne kadar durumu toparlamak için düzeltmeler yapsa da, ABD’nin, 11 Eylül saldırılarını gerekçe göstererek bütün dünyaya yönelttiği yıkım tehditlerinin yakın hedefini ise, “Haçlı Seferi” benzetmesiyle dile getiriyordu. Beyaz Saray’da yaptığı açıklamada, “Amerikan halkına hatırlatmak isterim ki, baş şüphelinin (Osama Bin Laden) örgütlenmesi, birçok ülkeyi kapsıyor” diyen Bush, “Bu Haçlı Seferi, terörizme karşı bu savaş, uzun sürecek” açıklamasını yaptı.
11 Eylül saldırısının ulusal güvenliğine yönelik açık bir tehdit olduğunu söyleyen ABD yönetiminin ulusal güvenlikten ne anladığını ise, Rahul Mahajan ve News Center isimli Amerikalı gazetecilerin kaleminden öğrenelim: “Herkes savaş tamtamları çalıyor; böyle bir ortam, Pearl Harbor saldırısından bu yana görülmemişti.” (…) “Bütün bu zaman boyunca Kübalıların yabancı tahakkümü olmadan yaşama isteğinin, ABD şirketlerinin kârlarını tehdit eden her şeyin, devletimizin ve şirketlerimizin dünyanın geri kalanını kontrol etme yeteneğine halel getirecek herhangi bir şeyin ‘ulusal güvenliğimizi’ tehdit ettiği öğretildi bize.” (Aktaran, 14 Eylül tarihli Yeni Evrensel gazetesi)
11 Eylül saldırısının ardından ABD’de yapılan analizler, açıklamalar ve tutumlar elbette bunlarla sınırlı değildi. Ancak bunlar bile daha başında, “uluslararası terörizme karşı her cepheden savaş” denen ve uzunca bir süreyi kapsayacağı ilan edilen emperyalist saldırganlığın bir “nokta operasyonu” olmadığını kavramaya yeter.
ABD emperyalizminin açıktan ilan ettiği terör ve savaş sürecinin görünürdeki gerekçelerinin oluşturduğu örtüyü kaldırdığımızda, ortaya çıkacak olan gerçek şudur: Emperyalist ABD “İmparatorluğu”, uluslararası tekelci hegemonyasının genişletilmiş yeniden üretimi için bütün dünyaya, “ya karşıma çıkarak yeni bir emperyalist paylaşım savaşına giden sürecin parçası olacaksınız ve ben sizi askeri-ekonomik gücümle ezeceğim ya da emperyalist dünya kapitalizminin benim merkezinde olduğum, öncülüğünü benim yaptığım temelde yeniden inşasına razı olacaksınız” diye dayatıyor. Ve bir kez daha yaşadığımız çağın sorununun özü ortaya çıkıyor: “Egemenlik konumu ve buna bağlı olarak ortaya çıkan şiddet; işte, ‘kapitalist gelişmenin en son aşaması için’ tipik olan budur, mutlak bir egemenliğe sahip ekonomik tekellerin oluşmasıyla kaçınılmaz olarak ortaya çıkması gereken ve ortaya çıkmış olan şey budur.”(1)
A – ABD’nin ekonomik, askeri ve siyasi konumunun güncel görünümü
ABD emperyalizminin 11 Eylül’ü bir fırsat olarak değerlendirip yapmak istediğinin ne olduğunu daha iyi anlamak için, ekonomik, askeri ve siyasal açıdan konumunun yakın geçmiş ve güncel durumuna genel hatlarıyla bakmakta fayda var.
1) Genel ekonomik durum
1999 ve 2002 yılları arasında ABD ekonomisine durgunluk ve daralma hâkim oldu. Avrupalı emperyalist ülkelerde olduğu gibi, ABD de, 2001 yılı içerisinde ekonomisinin büyüme hedeflerini önemli oranda geri çekti. 2003 yılına kadar yüzde 3’ün üzerinde olması planlanan büyüme oranı iki kez aşağı çekilerek yüzde 1,7 seviyesine geriledi. Onlarca yıldır zenginler devleti olan (Rockefeller, Morganlar, Bill Gates, Donald Trump’lar devleti) ABD’de servetin tekelde yoğunlaşmasındaki hız, Amerika’yı yoksul-zengin uçurumunun dünyanın hiç bir yerinde olmadığı boyuta taşıdı. Şirket yöneticilerinin ücretlerindeki artışlar, işçi ücretlerindeki artışları bir kaç misline katlıyor. İşçilere verilen ortalama ücret, yöneticinin maaş zammı oranında arttırılmış olsaydı, bir işçinin yıllık kazancının şu anda kazandığının tam 6 katı olması gerektiği, bu konuda yapılan tartışmaların gösterdiği ve ABD basınına yansıyan çarpıcı bir gerçek durumunda. Amerika’nın en zengin yüzde 1’lik kesimi ABD’nin servetinin yüzde 38’ini elinde bulunduruyor. Nüfusun yüzde 80’i ise toplam servetin yüzde 17’sini bölüşmek durumunda. Dünya kamuoyunda yaygın olan inanışın sandığı gibi Amerika’da sınıflar arasındaki gelir uçurumu azalmıyor. Aksine, son 10 yıl içerisinde sınıflar arası gelir uçurumu hızla büyüdü.
ABD Temsilciler Meclisi’ne 2002 yılının başlarında sunulan ve büyük şirketlerin, servet sahiplerinin çıkarlarına hizmet eden Ekonomik Teşvik Paketi gidişatın bu yönde devam ettiğinin bir göstergesi.
Paket adeta, zenginlerin ödediği vergiyi, ödedikleri orana göre geri ödemeyi içeren bir nitelik taşıyor. “20 Ekim’de yayınlanan New York Times’in başyazısına göre, peşin vergi kesintilerinden elde edilen 54 milyar dolarlık bütçenin her bir kuruşu en çok vergi ödeyen yüzde 30’luk dilimin cebine giderken, yarısı da en üst yüzde 5’lik dilime gidiyor. Alım satım vergilerinden elde edilen kazancın yüzde 80’ini ise, en üst yüzde 2’lik dilimdeki aileler alıyor. Kongre Bütçe Ofisi’nden alman bilgiye göre, 2002 yılı için saptanan teşvik miktarı olan 100 milyar doların sadece 2,3 milyar doları, bu miktarı ekonomiyi teşvik edecek biçimde harcaması beklenen işsizler yararına harcanacak.” (Aktaran Yeni Evrensel Gazetesi)
Bu yolla Kongre bu yılın başlarında, servet sahiplerine hiç beklemedikleri bir kazanç sağlamış oluyor. Beyaz Saray tarafından açıklanan bütçe taslağı, 2002 yıl için 100 milyar, 2003 yılı için ise 80 milyar açık öngörüyor. ABD’de, 1997’den bu yana bütçe hep fazla verirken, ABD ekonomisinin son beş yılında ilk kez bu düzeyde bütçe açığı oluşuyor.
ABD ekonomisine hâkim olan tekellerin başında petrol, enerji ve ilaç tekelleri geliyor. 2001 yılı içerisinde en kârlı 20 Amerikan şirketinin ilk üçünü de bu tekeller oluşturuyor. Bunlar; Exxon Mobil, Citigroup ve General Elektrik. En kârlı ilk 20 şirket içerisinde 6 ilaç tekeli bulunuyor. Şirketlerin cirolarında son yıllarda düşüş yaşanırken, kârlıklarındaki yükselişin kaynağında finansal, spekülatif, kupon kesme faaliyetleri bulunuyor. Bu şirketlerin her birisi Amerikan mali oligarşisini oluşturan şirketler.(2)
2) Askeri harcamalar
ABD askeri sanayisinin uzun yıllardır özel sektörle iç içe geçmiş olan yapısı 1997’de yapılan stratejik değerlendirmede şöyle ifade ediliyor: “İkmal işlemlerini rasyonelleştirmek, askeri endüstrileri yeniden yapılandırmak, savunma piyasasına rekabetçi liberalizasyonu getirmek ve sivil sektörden daha fazla teknoloji sağlamak için gerekli önlemleri kapsayan bu devrim, aynı zamanda ‘İş Dünyasında Devrim’dir (RBA-Revolution in Business Affair).”(3) Bu stratejik değerlendirme kapsamında sözü edilen devrim, yine aynı stratejik değerlendirme içerisinde yer alan ve silahlı kuvvetlerin modernleştirilmesini temel alan “Askeri Sorunlarda Devrim (Revolution in Military Affaires-RMA)” yaklaşımıyla birlikte ele alınıyor. Her iki yaklaşımda da hedef savunmanın, silahlanmanın ekonomi içerisindeki yerini, bütçedeki payını düzenlemenin nasıl olacağını belirlemek. Yani Clinton dönemi de dâhil, bütçeden savunma, silahlanma alanına ayrılan payın azaltılması hedefiyle yapılan değerlendirmelerde iki temel eksen var; daha az harcamayla daha güçlü bir savunmaya ulaşmak, yani bu alanda verimliliği artırmak ve bu alanı daha fazla özel sektöre açmak.
Bugün Amerika bütün diğer emperyalist ülkeler arasında savunma sanayine, silahlanmaya en çok bütçe ayıran ülke durumunda olmayı sürdürüyor. 1997 yılında ABD’nin Dört Yıllık Savunma Planı kapsamında bu alana ayırdığı bütçe 300 milyar dolara yakın. Bu bütçeye ek olarak ayrılan kalemler ve Enerji Bakanlığı, Maliye Bakanlığı vb. bakanlıkların direk ya da dolaylı olarak savunmayı ilgilendiren konularda kendi bütçelerinden yaptıkları harcamalar buna dâhil değil. Askeri harcamaların, silahlanmanın ABD bütçesindeki payı 2002 yılı içerisinde 400 milyar dolar civarında. Direkt ve dolaylı diğer bakanlık kalemlerindeki harcamalar yine bunun dışında. Bu düzeyiyle bütçeden bu alana ayrılan miktar, son 50 yıl içerisinde en yüksek kabul edilen 1985–1990 dönemindekinden de oldukça fazla. O yıllardaki rakam 350 milyar dolar civarında.
Azaltma çabalarının sonuçsuzluğu bir yana, Demokratından Cumhuriyetçisine ABD yönetimlerinin militarist karakteri hiç bir dönem değişmiyor. Bir anlamda ABD ekonomisine hâkim olan “petro-askeri sanayi”nin büyüklüğü, ABD emperyalizminin temelini oluşturuyor.
1996 yılında ABD’nin savunma harcamalarının dünya savunma harcamaları içerisindeki payı yüzde 33,3. Bu oran dünyanın en büyük askeri bütçelerine sahip olan Rusya, Japonya, Fransa, Almanya, İngiltere ve Çin’in toplam harcamalarından bile fazla. Bir başka çarpıcı veri; “ABD’nin sadece Suudi Arabistan’ı korumak için yaptığı askeri harcamalar, İran ve Irak’ın toplam savunma harcamalarının yaklaşık dört katı, ABD’nin himaye ettiği ve sıkı bir müttefiki olan (Güney) Kore Cumhuriyeti için yapılan harcamalar ise bu ülkenin kuzey komşusunun yaptığı harcamaların neredeyse üç katı” olmasıdır.(4)
Bugün ise dünyada askeri harcamaların toplamının yaklaşık 800 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. 400 milyar dolarlık payı ile ABD bunun yarısını oluşturuyor.
ABD Başkanı Bush, 11 Eylül’ün ardından askeri, militarist harcamalar için yeni kaynak aktarımını da gündeme getirdi. Beyaz Saray’ın hazırladığı 2003 yılı bütçe tasarısının merkezinde, “ülke içi güvenlik” gerekçesiyle polis ve ordunun olağanüstü ölçüde güçlendirilmesi bulunuyor. Bütçede, biyolojik silah araştırmalarına daha fazla para ayrılmasını ön gören kalemlerin yanı sıra “kıyamet senaryolarının tartışılacağı” özel toplantılar da öngörülüyor. Bütçede ayrıca uçak şirketlerinin alması gereken güvenlik malzemelerinin masraflarının ABD hükümeti tarafından üstlenilmesi ve bu yolla tekellere milyarlarca dolar pompalanması da öngörülüyor. 11 Eylül’ün ardından “ülke içi güvenlik” için 20 milyar dolar ayrılmasını onaylayan ABD Kongresi, 2003 bütçesinde bu rakamı daha da artırmayı öngörüyor. Bütün bunların bir başlangıç olduğu ve bunlarla birlikte Kongre’nin bu rakamı bile az bulduğu üzerine sızan bilgiler, ABD’de basına yansıyan tartışmalarda yer alıyor.
Ocak ayının son haftasında Pentagon’da yaptığı bir konuşmada Bush 2003 yılı bütçesinden Pentagon’a ayrılacak payın 48 milyar dolar daha artırılmasını talep ettiğini açıkladı. Bush, askeri yetkililerin alkışları arasında yaptığı konuşmada, “Bunları almak bütçemizi zorlayabilir, ama büyük vatanımızın savunması söz konusu olduğunda masraftan kaçınmayacağız. Modern savaş silahlan etkili ve pahalı. Ama terörizme karşı savaşı kazanmamız için gerekliler” (Yeni Evrensel gazetesi -25 Ocak) sözleriyle, ek askeri bütçeyi neden istediğini söylerken, Beyaz Saray’da 50 eyaletin “olası terör saldırılarına” karşı iç güvenliği artırması için yeni fon arayışına girdiğini açıkladı.
ABD ekonomisinin içinde bulunduğu durgunluk ve daralmadan çıkışının yükünün, ABD’nin işçi, emekçileri başta olmak üzere sömürülen, ezilen dünya halklarının sırtına yıkılacağını, onlara ödetileceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
3) 11 Eylül sonrası hak ve özgürlüklerde kısıtlamalar
ABD yönetiminin 11 Eylül ile birlikte içerde attığı adımlar sadece ekonomi ve askeri alanı kapsamıyor. Özellikle yabancılar başta olmak üzere ABD yönetimi her tür muhalefete karşı alınan tedbirler kapsamında tam bir McCarthy operasyonu yürütüyor.
Yabancılar üzerinde estirilen gözaltı ve tutuklama terörü, uluslararası ve eyaletler arası ulaşımda yoğunlaştırılan güvenlik tedbirleri ve getirilen kısıtlamalar, gözaltı süreleri ve sorgulama sürecine ilişkin yapılan yeni düzenlemeler, ABD Başkanı’na verilen yeni diktatör yetkileri vb. fiili ve yasal birçok uygulama ABD yönetiminin, temel hak ve özgürlüklere yönelik başlattığı kapsamlı bir tırpanlama operasyonun ilk etaptaki sonuçları durumunda.
ABD yönetiminin bu konudaki tutumunu 11 Eylül’den bir hafta sonra 18 Eylül’de açıklama yapan ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld açıkça ortaya koydu. Rumsfeld, hedeflerinin “teröre yataklık eden ülkeler” ile sınırlı olmadığını açıklayarak, “İçinde bulunduğumuz, geçmiştekilerden farklı bir savaş… Saldırının arkasında devletler ve hükümet dışı kuruluşlar bulunuyor’ dedi. Böylece ilk kez bir Amerikalı yetkili, ülke içi ve dışındaki muhalif örgütlenmeleri, kitle örgütlerini, sendikaları ve siyasi partileri hedef tahtasına koydu.” (Yeni Evrensel gazetesi – 20 Eylül)
Bu anlayışa uygun olarak ABD yönetiminin bir polis devletine yakışan tedbirlerinin kapsamını, Adalet Bakanı John Ashcroft’un da içinde bulunduğu yetkili ağızlardan yapılan açıklamalar doğrultusunda şöyle özetleyebiliriz: Elektronik teşhisin standart olduğu, göçmenlerin çok daha yakından takip edilip sınır dışı edilebildiği yeni bir ülke. Devlet görevlilerinin elektronik casusluk yeteneğinin artırılması ve “şüpheli”lerin malvarlıklarına el koymanın kolaylaştırılması. Dünyadaki bütün bilgisayarların internet üzerindeki hareketlerinin daha kolay takip edilmesi ve “iç casusluğun” önündeki engellerin kaldırılması. Her Amerikalıya bir akıllı kart verilmesi ve böylece kim nereye giderse gitsin takip edebilir durumda olması. Göçmenlerin, ne yaptıklarını periyodik olarak yetkililere iletmeleri. Ayrıca; dükkânlar, bürolar, kamusal alanlar ve miting gibi etkinliklerde video kamera takibinin yaygınlaştırılması.
Bunlara bir de ABD Başkanı’na tanınan diktatör yetkilerini de eklemek gerekir. Bu konudaki çarpıcı bir kaç olayı Washington Post 19 Kasım’da şöyle sıralıyor:
– Bush, Rusya ile anlaşmasının ardından, ABD’nin nükleer silahlarında büyük çaplı indirime gidileceğini açıkladı. Ama indirim, yazılı bir anlaşma haline getirilmedi. Böylece, konu ABD Senatosu’na gönderilmedi.
– Bush yönetimi, ülkedeki yabancılar üzerindeki baskıyı artırmak üzere, Göçmen Servisi’ni yeniden yapılandırma kararı aldı. Ama bunun için, Kongre’den onay alınmadı.
– Beyaz Saray, son olarak, “terörist şüphelilerin askeri mahkemelerde yargılanmasına olanak tanıyan bir karara imza atarak, yargının yetkisini de gasp etmiş oldu.
Bu konuya ilişkin Yeni Evrensel gazetesinin 22 Kasım tarihli sayısında yer verilen haberin devamında şunlar yer alıyor, uzun olmasını göze alarak aktarıyoruz:
“Washington Post, bunların yanı sıra, Bush yönetiminin ‘halkın devletin işleyişi hakkında bilgilenme hakkı olmadığına’ inandığını ve bu inancın, son 30 yılın temayüllerine aykırı olduğunu belirtti. Bu inancın gerekçesi de, her zamanki gibi ‘ulusal güvenlik’.
“Halkın bilgilenme hakkını yok saymanın somut ifadesi, Senato ve Kongre’nin elini kolunu bağlamak olarak ortaya çıkıyor. Bush, Kongre üyelerine istihbarat brifingi verilmesini sınırlandırdı. Bütçe yetkisini yasama organından devraldı ve yürütmenin, ‘terör zanlıları’nı takip edip yakalama yetkisini genişletti. Ayrıca, Adalet Bakanlığı’na, ‘terör’ vakalarında, mahkeme kararı olmadan avukat-zanlı görüşmelerini dinleme hakkı tanındı.
“Vatansever yasa!
“Bush’un ‘ülke içini düzenleme’ yolundaki en önemli hamlesi, USA PATRIOT (Vatansever) adıyla bilinen yasa oldu. Bu yasanın Kongre’den onay almasıyla birlikte; devletin, şüphelileri takip etme, arama, gözaltına alma veya sınır dışı etme yetkileri genişletildi. Adalet Bakanlığı da, göçmenleri belli bir suçlama olmadan gözaltına alma hakkına kavuştu. Halen ülkede yüzlerce göçmen, haklarında hiçbir iddia olmadığı halde aylardır tutuklu bulunuyor. Hükümet, 11 Eylül ile ilgili olarak kaç kişinin gözaltına alındığını bile açıklamayı reddediyor. Bu kişilerin, avukatları ile görüştürülmediği de öğrenildi.
“Emperyal başkanlık
“Geçmiş ABD Başkanları da, benzer yöntemlerle iktidarlarını pekiştirmişti. Lyndon Johnson, ‘Tonkin Körfezi kararı’ maskesi altında Senato ve Kongre’yi felç etti. Roosevelt de, 2. Dünya Savaşı sırasında aynı şeyi yaptı. Bu başkanlardan ders alan Kongre, kamuoyunun da baskısıyla, Savaş Yetkileri Yasası’nı çıkardı. Bu yasa sayesinde, ABD başkanlarının olağanüstü durumlardaki yetkileri tanımlanmış oldu. Böylece, Watergate Skandalı ve ‘soğuk savaş’ dönemlerinde, Amerikan liderleri nispeten Kongre ve Senato karşısında sorumlu oldular.
“Bush’un, ‘sonsuza kadar süreceği’ ilan edilen ‘terörle mücadele’ gerekçesiyle yaptıkları, birçok uzman hukukçu tarafından ’emperyal başkanlık döneminin geri dönüşü’ olarak niteleniyor. Bu terim, son olarak Richard Nixon için kullanılmıştı.
“Her şeye o karar veriyor
“Cato Enstitüsü yöneticilerinden Tim Lynch, ‘Başkan Bush’un elindeki güç, gerçekten nefes kesici’ diye konuştu. Lynch, ‘Savaşın Irak’a yayılıp yayılmayacağına tek bir kişi karar verecek. Tek bir kişi, Amerikan vatandaşlarının mahremiyet hakkının sınırlarını belirleyecek’ dedi. Yetki genişletilmesi, diğer alanlara da yansıyor. Bush, ‘görevi başındaki bir başkanın, geçmiş başkanlarla ilgili kayıtların kamuoyuna açıklanmasını önleme hakkına’ sahip olduğu yönünde bir karar daha aldı. Bu karar, Kongre’nin geçmiş yıllarda çıkardığı bir yasaya açıkça aykırı. Bush, sosyal güvenliğin özelleştirilmesi için gizli bir toplantı yapmak istediğinde ise, ‘Açık Toplantı Yasası’nın engeli ile karşı karşıya kaldı. Yasayı bertaraf etmek için, toplantı ‘iki grup’ halinde yapıldı.”
İşte “özgürlükler ülkesi”nin (!) gerçek yüzü. Yargı dâhil her alanda ve günlük hayatın her aşamasında FBI ve CIA denetiminde güvenlikli, demokratik ve özgür Amerika!
Yeni Evrensel gazetesinden aktardığımız bu uzunca pasaj önemli. Çünkü yazının bu bölümüne kadar ortaya koyduğumuz tablo, ABD emperyalizminin ve bütün işbirlikçilerinin iddia ettiği gibi “uluslararası terörizmle mücadele” adı altında sürdürdüğü operasyonların ve içerde yaptığı çok yönlü hazırlıkların, bir “teröristi” ya da “terör örgütü”nü alt etmekten çok daha fazlasına yönelik bir hazırlığı kapsadığını gösteriyor.
4) Bush yönetimi ve tekeller
Geçmiş dönemlerde olduğu gibi bugün de Bush’un Başkanlığındaki ABD yönetimi petrol, enerji ve silah tekelleriyle iç içe geçmiş durumda. Bush yönetiminin şaibeli bir seçimle iktidara geldiği günlerde de bu gerçek gündeme gelmişti. Bush’un ve kabinesinin seçimlerde en büyük destekçilerinin dev petrol, enerji ve silah tekelleri olduğu da biliniyor.
Başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok ülke ve son olarak da işgalle ortaya çıkan Afganistan yönetimiyle ABD yönetiminin ve onu destekleyen şirketlerin yaptığı petrol ve silah anlaşmalarını, ABD mali oligarşisinin, petro-askeri sanayi ağırlıklı tekelci egemenliğinin ihtiyaçları belirliyor. ABD mali oligarşisini bir ahtapot olarak düşünürsek, kollarının Wall Street, Pentagon, Beyaz Saray, CIA, FBI, CNN ve New York Times olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu ahtapot, 11 Eylül’den sonra onlarca yıl süreceği en yetkili ağızlardan açıklanan ve ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in “ömrümüz sonunu görmeye yetmez” dediği emperyalist terör ve savaşı çok yönlü bir şekilde yürütüyor.
Yöneticilerinin önemli bir kısmı, Amerikan hükümetlerinde daha önce görev almış isimler. Bunu tersten de söyleyebiliriz. Yani, ABD yönetimlerinin kilit noktalarında görev alanların hemen hepsi, başta silah ve petrol tekelleri olmak üzere ABD’li şirketlerde görev yapmış ve yapıyor. Ancak, ABD yönetimiyle şirketlerin ilişkisinin hiç bir dönem George W. Bush iktidarında olduğu kadar aşikâr olmadığı herkes tarafından kabul görüyor. Bush’un danışmanlarının yanı sıra, eski ABD Başkanı baba George Bush, bizzat bu ilişkilerin merkezinde bulunuyor. Bu çerçevede, M. Mulvihill, Jack Meyers ve J. Wells’in Boston Herald’da yayınlanan incelemeleri, Bush yönetiminin ABD’li petrol, silah ve enerji tekelleriyle olan iç içeliğini şu örneklerle gözler önüne seriyor.
“Terörizmle mücadele” konseptinin mimarlarından olan baba Bush, halen Washington merkezli Cariyle Group Bankası’nın üst düzey danışmanlarından. Banka, hem Suudi kraliyet ailesi ile hem de ABD’li savunma şirketleri ile sıkı bağlara sahip. Bu şirketler, Suudi ordusunun eğitimiyle dahi ilgileniyor. Bush’un şirket adına yaptığı her konuşmadan 80 ila 100 bin dolar aldığı belirtiliyor. Fakat kesin rakam bilinmiyor.
Amerikan şirketlerinin Suudi Arabistan’da elde ettikleri kârların büyük kısmı, askeri anlaşmalar sayesinde gerçekleşiyor. ABD Savunma Bakanlığı raporlarına göre, Cariyle Group, Suudi Ulusal Muhafızları ve hava kuvvetlerinin eğitimi sözleşmesini imzalayan BDM’nin en büyük yatırımcısıydı.
1998’de Cariyle, denetim hisselerini savunma devi TRW International’a sattı. Bu esnada, Cariyle Group, BDM ve TRVV’nin yönetim kurulları, üst düzey Cumhuriyetçi politikacılarla doluydu.
Ayrıca Reagan’ın ulusal güvenlik danışmanlığını yapan, CIA’de Başkan Yardımcısı olarak görev alan Carlucci, bugün de Cariyle Group’un başında. Cariyle Group yetkilileri arasında eski Başkan Bush’un yanı sıra başka Cumhuriyetçi Partili yöneticiler de var: Eski Savunma Bakanı James A. Baker III, Eski Hazine Sorumlusu Richard Darman ve Güvenlik ve Borsa Komisyonu Başkanı Arthur Levitt. Başkan Bush’un da Cariyle ile ilişkisi var. Bankanın yan kuruluşlarından havayolları yemek şirketi Caterair’da 1994’e kadar yöneticilik yaptı. 6 yıl sonunda Texas’ta vali olduğunda Bush ile şirket arasında “bağış” ilişkisi sürdü. Sonuç olarak Suudi parası dönüp dolaşıp Teksas’lı Bush ailesini buluyor.
ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e gelince. ABD ile Suudi Arabistan arasındaki karmaşık ilişkilerin kilit isimlerinden biri de Dick Cheney. Pentagon’dan ayrılarak petrol işine giren Cheney, Bush’un seçimi kazanmasıyla bu yılbaşında Başkan Yardımcısı oldu. Baba Bush yönetiminde Savunma Bakanı olan Cheney, daha sonra petrol hizmetleri şirketi Halliburton Co’daki işini Beyaz Saray’a gelene dek sürdürdü. 2000’de ayrılırken Halliburton’dan 34 milyon dolar aldı. Bush yönetiminde yer alan tek petrol tüccarı Dick Cheney değil. Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice da, Suudi çöllerinde petrol işi yapan ve bu yıl Texaco ile birleşen tekel Chevron’da uzun yıllar çalıştı. Hatta Chevron’un petrol tankerlerinden biri Rice’ın adını taşıyor.
Eski Hazine Bakanı ve Nicholas Brady ve baba Bush’un asistanı Edith E. Holiday, ABD’li Amerada Hess şirketinin yönetim kurulundaydı. Şirket halen Suudi Arabistan’ın zengin aileleriyle birlikte Azerbaycan’da petrol sahaları açıyor.
Suudiler ile iş yapan bir diğer kurum da, uluslararası enerji şirketlerinden Houston merkezli Frontera Resources Corp. Kısa bir süre önceye kadar, Azerbaycan’da petrol aranması ile ilgili 900 milyon dolarlık projenin yüzde 30’luk kısmının yatırımcısıydı. Diğer yatırımcılar ise, ülkenin devlete ait petrol kurumu ve Delta-Hess grubu yani Suudi Delta Oil ile Amerada Hess ortaklığı.
Amerikan yönetimleri, petrol şirketleri ve Suudi trilyonerleri arasındaki ilişkiler, ABD’nin özellikle Ortadoğu’daki politikalarını da aydınlatıyor. Birçok Müslüman ülke, Osama Bin Ladin’in örgütü El Kaide ile ilişkileri olduğu gerekçesiyle bombardıman tehdidi altına alınırken, Bin Ladin’in kendi ülkesi Suudi Arabistan’ın “soruşturma dışı” bırakılması da ancak bu ilişkiler ağıyla açıklanabilir.
The New Press’ten John Nichols’un 11 Eylül’den hemen sonra ABD şirketlerinin lehine yapılan kıyaklara ilişkin aktardığı örnekler çarpıcı: Şirket lobicileri, 11 Eylül terörist saldırılarından birkaç gün sonra havayolları endüstrisi için 15 milyar dolar federal ödeme ve borç alarak Amerika tarihinin en büyük hazine hücumunu gerçekleştirdiler. Bu örnek daha zihinlerde tazeyken, lobicilerin yeni bir saldırı peşinde olmaları şaşırtıcı değil. The Brooks Brothers Brigades lobicileri Kongre merdivenlerini doldurmuşlar, seçim kampanyasına destek amacıyla yaptıkları harcamalara dair belgeleri ellerinde sımsıkı tutuyorlar ve büyük ödülü bekliyorlar: Ülkenin en büyük ve en kârlı şirketine 16 milyar dolar vergi iadesi… Kâr eden şirketlere yapılacak geri ödemeler üzücü, IBM, Ford, GM ve GE gibileri için milyarlarca dolarlık indirim anlamına geliyor.
Dev geri ödemeler Başkan Bush ve Yardımcısı Dick Cheney ile yakın ilişkileri olan enerji şirketlerinin de işine yarayacak: Chevron, Texaco, Enron, Phillips Petroleum ve CSM Energy’nin her birine milyonlarca dolar. Havayollarının Eylül’de 15 milyar dolar federal yardım aldığını hatırlıyor musunuz? Yeni plan ile daha da fazlasını alacaklar.
Hatırlanacağı gibi Enron adlı şirket iflas ederken ABD yönetimiyle olan ilişkileri bir skandala neden olmuş, ancak 11 Eylül sonrası toz bulut içerisinde bu işler unutulmuştu. Enron, Bush yönetiminin seçim kampanyasına, General Electric ve Ford ile birlikte en çok maddi desteği veren şirketlerin içinde yer alıyordu.
Yukarıda ortaya konan tablodan da anlaşılacağı gibi ABD ekonomisi, bütçesi ve tekellerin yapısı ve 11 Eylül saldırısını bahane ederek içeride gerçekleştirdiği hak ve özgürlüklere ilişkin kısıtlamalarla tam bir askeri-militarist ekonomi durumunda. ABD ekonomisi için petrol demek her şey demek. Petrole egemen olmak demek ise, güçlü askeri sanayi demek. Sadece bu tablo bile, ABD için, “işte emperyalist terör ve savaş odağı olan imparatorluk” demek için yeter de artar bile. Dahası, emperyalist ABD “İmparatorluğu”nun içerden bakıldığında görülen bütün bu güncel-genel görünümü, 11 Eylül sonrası ABD’nin dünya hegemonyasını yeniden inşa etme yönünde başlattığı sürecin “iç nedenleri” ve dayanakları açısından çarpıcı bir tablo ortaya koyuyor. 7 Ekim’de başlayan ve işgalle sonuçlanan Afganistan saldırısının 11 Eylül’den çok önce planlanmış olması, Irak’a yönelik olarak aralıksız süren hava operasyonları ve Saddam’ın neye mal olursa olsun yıkılacağına yönelik sürekli tehditler ve yine Beyaz Saray’ın yetkilerini genişletme planının da aylar önceden masaya yatırılmış olmasıyla birlikte düşünüldüğünde, ABD emperyalizminin ekonomik durgunluk ve daralmayı emperyalist hegemonyasını güçlendirme amaçlı müdahalelerle, terörizm ve savaşla birlikte aşmayı düşündüğünü, bunun için dünya halklarına büyük bedeller ödetmeyi hesapladığını söylemek sanırız bir abartı olmayacaktır.
Meşhur Trumann Doktrini’nde olduğu gibi onlar “İç ekonomik bunalımlarını ve demokratik sorunlarını dışa yayılarak aşmaya” alışkınlar.
B- Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslara ABD müdahalesinde yeni dönem
11 Eylül terörist saldırısını fırsat bilen ABD emperyalizmi terör ve savaş tehdidi ile çıktığı yolda ilk adımı Afganistan’ın işgali ile attı. Afganistan işgali öncesi ve sonrasında yapılan açıklamalarda ABD saldırganlığının hedefinin oldukça geniş bir yelpazeyi kapsadığı her fırsatta dile getirildi.
Irak, Suriye, Libya, ABD’nin arka bahçesi Latin Amerika ülkeleri, Filipinler, Endonezya, İran vb. başta petrol ve enerji kaynakları olmak üzere ABD’li tekellerin iştahını kabartan Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasların zengin topraklarının ABD’nin de iştahını kabarttığını ve hedefin bu bölgelerin zenginliklerinin yeniden paylaşımı olduğunu, ABD emperyalizmi attığı her adımda açık açık gösterdi. 11 Eylül’den sonraki bir kaç aylık süreç içerisinde emperyalist müdahalelere zemin hazırlamak için “uluslararası teröre karşı mücadele” kapsamında adı geçen 60’a yakın ülkenin Osama Bin Laden ve onun liderliğini yaptığı söylenen El-Kaide örgütü ile bağlantıları arandı. Ancak bu çabalardan istenilen sonuç alınamadı ki, artık ABD emperyalizmi, Afganistan’la başlattığı harekâtı Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yaymak için, birkaç ay önce olduğu kadar “terör bağlantısı” peşinde koşmuyor. Örneğin, Ladin ve El-Kaide ile bağlantısı olsun ya da olmasın, Irak’ı işgal de dâhil, her ne biçimde olursa olsun, ABD’nin dize getireceğini ilan etmiş durumda.
Bilindiği gibi, dünya petrol ve enerji rezervlerinin büyük bir kısmı bu bölgelerde bulunuyor ve belli ki emperyalist ABD “İmparatorluğu”, emperyalist dünya kapitalizminin öncülüğünü sürdürmenin yolunun bu bölgelere mutlak hâkimiyetten geçtiğini düşünüyor.
a) Orta Asya ve Kafkaslar
ABD’nin, Orta Asya petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde ekonomik denetim kurma stratejisinin merkezinde, Afganistan bulunuyor. Bu gerçek ve ABD’nin Aralık 2000 tarihli Afganistan Enerji Enformasyon yazısı, ABD emperyalizminin Afganistan işgalinin nedenlerini yeterince açık hale getiriyor: “Afganistan’ın enerji bakımından önemi, Orta Asya’dan Arap Denizi’ne petrol ve doğalgaz ihracatı için potansiyel geçiş rotası olmasından kaynaklanır. Afganistan üzerinden geçecek milyarlarca dolarlık petrol ve gaz ihraç hatları projeleri bulunmaktadır.” Ayrıca Afganistan’ın stratejik konumu da önemli. İran, Hindistan ve Çin ile sınır komşusu. Daha da önemlisi; Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan ile komşu ve ortak dini paylaşıyor. Bu ülkeler de, Rusya ile sınır komşusu olan Kazakistan ile komşular.
ABD, ham petrolünün yüzde 51’ini, yani günde 19,5 milyon varil petrolü ithal etmekte. Enerji Enformasyon İdaresi’nin tahminlerine göre, 2020 yılında bu oran yüzde 64’e, yani günde 25,8 milyon varile çıkacak. Hazar bölgesi petrol rezervlerinin, Batı Sibirya ve Basra Körfezi’nin ardından, dünyanın üçüncü büyük rezervi olduğu söyleniyor. Önümüzdeki 15–20 yıl içinde bu bölge, Körfez petrolünü geride bırakabilecek. Hazar petrol ve gazı, bölgedeki tek hidrokarbon deposu değil. Türkmenistan’ın Karakum Çölü, dünyanın en büyük üçüncü doğalgaz rezervine (3 trilyon metreküp) ve altı milyar varil tahmini petrol rezervine sahip. Bugünkü tahminlere göre Hazar havzası, devasa gaz kaynaklarının yanı sıra, 200 milyar varil petrol içeriyor. Bu miktarın bugünkü değeri, 4 trilyon dolar. ABD’nin enerji ihtiyacını, en az 30 yıl karşılamaya yeterli.
Bu tablo ise, Afganistan işgali ile birlikte ABD emperyalizminin bugününü ve geleceğini nerede gördüğünün somut haritası durumunda. ABD’nin, petrolü bir güvenlik sorunu olarak görüp, onu her araçla korumak zorunda olduğunu, diğer etmenler, diğer değerler ne olursa olsun asıl belirleyici olanın petrol olduğunu yazımızın yukarıda ki bölümlerinde ortaya koymuştuk, ikisi birleştiğinde, ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslara müdahalede yeni bir dönemi başlattığını görebiliriz.
Orta Asya’da ABD açısından bir diğer önemli nokta da Pakistan. Afganistan işgali boyunca Pakistan’ı önemli bir dayanak olarak kullanan ABD, Orta Asya’da bu ülkeye önemli roller yükleyeceğinin de işaretlerini verdi. Afganistan işgalinde Hindistan yönetimi de ABD’ye destek verdi, ancak ABD, Pakistan’ın askeri yönetimi üzerindeki daha belirgin bir otoriteye sahip durumda. ABD’nin bölgeye müdahalesinin ilk aşamasının istikrarsızlık yaratmak olduğu düşünüldüğünde, Pakistan-Hindistan arasındaki çatışmanın kızışmasını da bu kapsamda görmek gerekiyor. İki ülke arasında uzun dönemden bu yana küçük çaplı sınır çatışmaları yaşanıyor. Her iki ülke de sınırlarına büyük askeri yığınaklar yapmış durumda ve hava kuvvetleri sürekli alarmda tutuluyor.
Bölge ülkeleri arasında yaşanan gerginlikler ve bölgede yaşanan her tür istikrarsızlık, ABD’nin bölgeye daha kalıcı olarak yerleşmesinin, askeri yığınak ve yeni üsler kurmasının bir dayanağı haline geliyor. Bu kapsamda ABD’nin bölgeye her müdahalesi çatışmaları ve gerginlikleri artırma yönünde oluyor. Bölge ülkelerinin egemenlerinin yaşanan istikrarsızlıkları kendi hesapları doğrultusunda kullanmak için birer fırsat olarak değerlendirmeleri ise, bölgeyi giderek daha fazla “patlamaya hazır bir bomba” haline getiriyor.
Pakistan Emek Partisi Genel Sekreteri Hindistan ve Pakistan arasındaki savaş gerginliğini şöyle değerlendiriyor: “Puan kazanmak için Amerikan oyununu oynamak istiyorlar. Tek çözüm yolu savaş… Amerika’nın Afganistan’daki savaşı, barış ya da sözde teröristlerden kurtuluş getirmedi. Aksine, dünya barışına yönelik tehditleri artırdı. Dünya, bir nükleer savaşa tarihte daha önce hiç olmadığı kadar yakın.”
ABD, Afganistan işgali ve sonrasındaki adımlarıyla Özbekistan ve Kırgızistan’a da üs kurarak bölgedeki egemenliğini genişletme peşinde. Her iki ülkede kurulan üslerin, başlangıçta geçici olduğu açıklanırken, Pentagon’un böyle düşünmediği ortada. Her fırsatta yeni savaş donanımlarını bu üslere yerleştiriyor. Kırgızistan’a kurulan ABD hava üssü, Çin topraklarından sadece 320 kilometre uzaklıkta ve ayrıca, Özbekistan’daki petrol yataklarına oldukça yakın.
Ayrıca ABD yönetimi, Afganistan saldırısı ile birlikte, GUUAM adıyla bilinen ABD güdümlü “bölgesel güvenlik paktı” projesini yeniden gündeme getirdi. GUUAM; Gürcistan, Ukrayna, Özbekistan, Azerbaycan ve Moldova’yı kapsaması planlanan bir bölgesel pakt. Askeri ilişkilerden siyasi “istikrar”a ve ABD’ye ekonomik bağımlılığa kadar bir dizi alanı kapsayan bu proje gerçekleşirse, Rusya’ya yönelik en ağır darbelerden biri indirilmiş olacak. GUUAM’ın en iddialı hedefi ise, üyelerini, enerji nakil rotaları açısından Rusya’ya bağımlılıktan çıkararak ABD’ye bağlamak.
11 Eylül saldırılarından önce tam 140 ülkede faaliyet yürüten ABD ordusu, 11 Eylül sonrası Afganistan işgali, öncesi ve sonrası attığı adımlarla, bu ülkelere Orta Asya ve Kafkaslarda Afganistan, Kırgızistan, Özbekistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ı da ekledi. Orta Asya ve Kafkaslara yönelik ABD müdahaleleri, ABD’li strateji kuruluşlarının önümüzdeki dönemin çatışmalarının Asya kıtası ekseninde gerçekleşeceği öngörülerine uygun olarak, Pentagon’un bu bölgeye “özel önem” verdiğini gösteriyor.
b) Ortadoğu ve Irak
Orta Asya ve Kafkaslara müdahalede Afganistan sadece bir basamak durumundayken, müdahalenin Ortadoğu ayağındaki basamağını oluşturan bir diğer katliam ve işgal de Filistin’de yaşanıyor. İsrail’in Filistin’e yönelik gerçekleştirdiği işgal ve soykırımı, sadece Siyonizm’in çıldırmış saldırganlığıyla açıklayabilir miyiz? Elbette ki hayır! ABD’nin buradaki açık desteği de gösteriyor ki, ABD emperyalizminin çok yönlü emperyalist saldırganlığının bir parçası olarak Kasap Şaron’un önü açıldı ve Filistin büyük bir yıkıma sürüklendi. Filistin işgalinden kısa bir süre önce Irak’a saldırı için Ortadoğu ülkelerinden açık destek arayan ABD yönetimi, bölgeye Dick Cheney’i gönderdi. Ancak ABD Başkan Yardımcısı istediğini alamadan geri döndü ve Ortadoğu’da ABD’nin açık işbirlikçiliğini yapan devletler de dahil Arap yönetimleri, ABD’ye “Irak’ı bırak Filistin’e bak” deyince, ABD emperyalizmi bölgedeki bir numaralı tetikçisi Şaron’u devreye sokarak, Filistin’le nasıl ilgileneceğini gösterdi. ABD desteğiyle başlayan ve süren Filistin işgali ve katliamlar, ABD’nin istediği yanıtı vermeyen Arap devletlerine bir gözdağı niteliği taşırken, İsrail Siyonizm’inin tarihi hayallerini gerçekleştirmek için de bir dayanak oldu. Ve bugün Filistin, ABD için ikinci bir Vietnam olma ihtimalini de içerecek bir pozisyonda direnmeye devam ediyor.
Şüphesiz Orta Asya’ya yönelik ABD müdahalesi, Ortadoğu ve Körfez bölgesinin petrol rezervleri ve enerji geçiş koridoru olarak öneminin geri plana itildiği anlamına gelmiyor. Aksine ABD, Irak’a yönelik müdahaleyi sürekli gündemde ve sıcak tutarak Ortadoğu ayağındaki hazırlıklarını da sürdürüyor. Başkan Yardımcısı Cheney’in ziyaretinden umduğunu bulamaması, ABD’nin Ortadoğu’daki pozisyonunun zayıflaması olarak yorumlanamayacağı gibi, ABD de, kendisinin bu bölgedeki otoritesinin Orta Asya ve Kafkaslara göre çok daha ileri düzeyde olduğunu bilmenin rahatlığıyla hareket ediyor.
Bu arada, ABD’nin “terörü destekleyen ülkeler” listesinde yer alan ve müdahaleye yakın olduğu ABD’li yetkililer tarafından sık sık dile getirilen Ortadoğu’ya yakın bir Afrika ülkesi olarak Sudan’ın güneyinde bulunan devasa petrol rezervleri de, ABD’nin iştahını her zaman kabartan konumunu sürdürüyor. Bu rezervler; Kanada, Çin ve Malezyalı petrol tekelleri tarafından çıkarılıyor. Söz konusu şirketlerin hisseleri, ABD mali piyasalarında işlem görmekte. Amerikan tekellerinin Sudan’da faaliyet yürütmesi, 1993’ten beri yasaklanmış bulunuyor. Ama bu şirketler, dolaylı yollarla Sudan petrolünü almaya devam ediyor.
C – Perde arkasındaki asıl hedef Rusya ve Çin
ABD’nin içeride ve dışarıda başlattığı emperyalist terör ve savaş yönündeki yürüyüşü ve yürürken yaptığı hazırlıklar, yazı boyunca ortaya konan görünürdeki hedeflerin dışında, asıl olarak, Rusya’nın bölgesel egemenliğini hedef alıyor. Gerek ABD’li gerek ABD karşıtı uzmanların, ABD’nin Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkaslardaki müdahalelerine ilişkin analizlerinde dönüp dolaşıp geldikleri yer, asıl Rusya olmak üzere, Çin’i de içine alan bir emperyalist dalaşta düğümleniyor.
ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslardaki yeni konumlanışı, Rusya ve Çin’in “arka bahçesi” olan bölgede “salyangoz satma” girişimlerini ifade ediyor.
Emperyalist ABD “İmparatorluğu”nun devasa ekonomik ve askeri gücü karşısında, tek başına Rusya veya Çin’in, ABD’yi püskürtecek bir açık karşı saldırıya geçişi mümkün gözükmüyor. Tarafların hepsi bunun bilincinde ve emperyalist hegemonya savaşı bunun bilincinde olarak sürüyor. Afganistan işgali, Irak’a müdahale hazırlıkları, İsrail’in Filistin işgali gibi ilhakçı ve sömürgeci girişimler, lojistik hazırlıklar ve düzenlemeler, Rusya’nın açık itirazına rağmen, ABD’nin açık bastırmasıyla, NATO’nun doğuya doğru genişlemesi girişimleri vb. ABD emperyalizminin direkt ve dolaylı bütün adımları, eski Sovyet cumhuriyetlerini, tıpkı eski Yugoslavya gibi ezme stratejisini hızlandırma kapsamında gerçekleşiyor. ABD emperyalizmi, Rusya ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerini zayıf ve NATO egemenliğindeki bölgeler halinde parçalarsa, Rusya’nın büyük zenginliğini yağmalamayı ve dünyanın diğer bölgelerinde, Rusya’dan çekinmeden istediğini yapabilecek konuma gelmeyi hesap ediyor.
Sovyetlerin, Gorbaçov döneminde yaşadığı dağılma ve uzunca bir zamanı kapsayan Yeltsin dönemi boyunca, ABD’nin eski Sovyet cumhuriyetleri ve Varşova Paktı üyesi ülkelere yönelik emperyalist yayılma politikaları, “barışçıl” politikalar temelinde sürdü. Ancak Putin’le beraber emperyalist Rusya burjuvazisi, Moskova’nın göbeğine ABD bayrağı dikme girişimine karşı kendi çıkarlarını merkez alan bir tutum izlemeye yöneldi. Bunun dönüm noktalarından birini IMF programlarının reddedilmesi ve borç ödemelerinin durdurulması oluşturdu. Putin ve Rusya burjuvazisinin bölgedeki egemenliğini güçlendirme girişimlerinin ABD’yi rahatsız etmesi uzun sürmedi. Yaşadığı bütün alt üst oluşlara rağmen Rusya, sadece olağanüstü büyük ve zengin bir ülke değil, aynı zamanda, ABD’nin dışındaki tek uluslararası nükleer güç olarak varlığını koruyordu.
Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki merkezi güç pozisyonunu yeniden ve daha ileri düzeyde inşa etme girişimleri ve Çin’le açık işbirliğine yönelmesi, ABD emperyalizminin karşısına hiç de yabana atılmayacak bir emperyalist rakip güç çıkarıyor. Rusya ve Çin arasında imzalanan askeri ve ekonomik stratejik işbirliği anlaşmaları, her iki ülkenin ABD’nin çıkarları karşısındaki pozisyonlarını güçlendirmelerine hizmet ediyor. Bütün bunlar, artık bölgede ABD’nin her adımına karşı, ABD çıkarlarına ters adımlar atan, dahası ABD adım atmasa da kendisi sürekli güçlenme peşinde olan bir Rusya ve onun göz ardı edilemez ortağı olan bir Çin’in varlığı anlamına geliyor.
Öyle ki Afganistan’ın işgaline doğrudan katılmayan Rusya, Afganistan’da pozisyon edinmek için devredeydi. Kabil ve Mezar-ı Şerif’in denetimine ilişkin haberi duyuran Rus gazetesi Vremya Novosti, haberi “Bizim Çocuklar Şehirde” diye vererek, Rusya’nın Afganistan’daki varlığına işaret ediyordu.
ABD, Kabil’in düşmesinin ardından çelişkili açıklamalar yaparken, Rusya memnuniyetini gizlemiyordu.
ABD’nin 11 Eylül’ü fırsat olarak değerlendirme çabaları, Rusya tarafından da kendisine muhalefet eden ülkelere açık baskı uygulama, askeri ve ekonomik müdahalesinin boyutlarını genişletme yönünde bir “rahat hareket etme olanağı” olarak görüldü, kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor. ABD’nin, Rusya ve Çin’in bölgesel çıkarlarını hedef alan girişimleri, her iki ülke tarafından da biliniyor ve çatışma henüz “başka aktörler üzerinden sürdürülen üstü örtük bir savaş diplomasisi” olarak sürüyor. ABD ile Rusya arasındaki bu “savaşın” en önemli ve dünya halkları açısından en tehlikeli olan ilk adımı, her iki ülkenin de “nükleer silah kullanan ilk taraf olmama” olarak özetlenen “Soğuk Savaş ilkesi”ni terk etmeleri oldu.
Şüphesiz bütün bunlar Amerika’nın daha atak, saldırgan ve “ben istediğimi yaparım” tehdidiyle hareket etmesi gerçeğini değiştirmiyor. ABD ve Rusya tekellerinin petrol ve enerji üzerindeki çatışmalarında bugün için ibre Rusya’nın avantajlı pozisyonuna işaret ediyor olsa da, ABD, “dünya emperyalist-kapitalist sisteminin öncüsü benim ve bu pozisyonumu yitirmemek için her şeyi göze aldım” diyen tutumuyla, Orta Asya ve Kafkaslarda açık bir hegemonya savaşından çekinmeyeceğini gösteren adımlar atmaya devam ediyor.
Açıktır ki, ABD ve Rusya arasında 1990 yılların başında, görünürde sağlanan “inter-emperyalist” veya “ultra-emperyalist” ittifakın yerinde yeller esiyor. Yüzyılın başında Lenin’in Kautsky’yi eleştirirken söylediklerini hatırlayalım: “Kapitalizmin var olmayı sürdürdüğü koşullarda ( ve Kautsky tamda bu koşulu saymaktadır), bu tür ittifakların uzun ömürlü olacağı, her türlü ve olabilecek her biçimdeki sürtüşmeyi, çatışmayı ve mücadeleyi dıştalayacağı ‘düşünülebilir’ mi?
“Bu soruya olumsuz yanıt vermek için soruyu açıkça ortaya koymak yeterlidir. Çünkü kapitalizm koşullarında, çıkarların, nüfuz alanlarının, sömürgelerin vb. paylaşılmasının temeli olarak, bu paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların gücü ise eşit bir biçimde değişmez, çünkü kapitalizmde tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi dalları ve ülkelerin eşit bir gelişimi olanaksızdır. Kapitalist gücü o dönemdeki İngiltere’nin kapitalist gücü ile karşılaştırıldığında, yarım yüz yıl önce Almanya, zavallı bir hiçti; aynı şekilde Japonya’nın Rusya karşısındaki durumu da farklı değildi. Emperyalist güçler arasındaki güçler dengesinin on, yirmi yıl sonra hiç değişmeksizin aynı kalacağı ‘düşünülebilir’ mi? Kesinlikle düşünülemez.
“Yavan, dar kafalı İngiliz papazlarının ya da Alman ‘Marksist’i’ Kautsky’nin hayallerinde değil ama kapitalizmin gerçeğinde, ‘inter-emperyalist’ veya ‘ultra-emperyalist’ ittifaklar bu nedenle -bu ittifaklar hangi biçimde kurulmuş olursa olsun; ister emperyalist bir koalisyona karşı başka bir koalisyon biçiminde, ister bütün emperyalist güçlerin genel bir ittifakı biçiminde olsun- zorunlu olarak yalnızca savaşlar arasındaki ‘soluklanma’ molalarıdır. Barışçı ittifaklar savaşlara zemin hazırlar ve kendileri de savaşlardan doğarlar; dünya ekonomisi ile dünya politikasının emperyalist bağlantıları ve değişken ilişkilerinin, bir ve aynı temeli üzerindeki barışçı ve barışçı olmayan mücadele biçimlerinin nöbetleşmesini yaratarak birbirlerini koşullarlar.”(5)
ABD ile ikili veya tek tek Rusya-Çin arasındaki ilişkinin barışçı ve barışçı olmayan biçimlerinin birbirini koşullayan nöbetleşmesinde “barışçı” dönemin “savaşçı” döneme yerini bıraktığını söylemek için yeterli somutlukta olgu ve olay var sanırız.
D- AB’nin liderleri Almanya ve Fransa’nın durumu
11 Eylül’ün ardından Almanya ve Fransa, “uluslararası terörizme karşı mücadele”de ABD’nin yanında olduklarını, yaşanan saldırının sıcaklığının ağırlığıyla açıkladılar. İngiltere ise, ABD’nin, Avrupa Biriliği (AB) içerisindeki “biricik emperyalist dostu” olarak en büyük desteği vereceğini ilk duyuran ülke oldu. İngiltere, bu tutumunu, Afganistan işgali, İsrail’in Filistin’i ilhakı ve soykırımı konusunda da devam ettirdi.
ABD’nin Afganistan’ı “düzlemesi” ve yeni bir işbirlikçi hükümetin kurulması sürecinin başlamasıyla birlikte Almanya, Fransa, Kanada ve Avustralya, Afganistan’a asker gönderme yarışına girdi. AB ile Almanya ve Fransa “devre dışı” pozisyonlarını ABD’nin yanında “kısmen devrede” düzeyinde tuttular ve bu bugün de sürüyor. Ancak bu durumun ortaya çıkmasında, Almanya ve Fransa’nın kendi tutumlarından daha çok Amerika’nın “siz bilirsiniz” tutumu belirleyici oldu.
Alman Der Spiegel dergisinin ABD’nin eski güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski ile yaptığı ve Afganistan’daki savaş, Ortadoğu’daki gelişmeler, Avrupa-ABD ilişkilerini kapsayan röportajı, sürece ilişkin, AB’nin, Almanya ve Fransa’nın konumu ve ABD’nin buna bakışını genel olarak ortaya çıkarıyor. Röportajda Brzezinski, “Almanya gibi bazı ülkelerde durum başka gözüküyor. Teröre karşı savaşta Avrupa ne kadar önemli?” sorusuna “Avrupalılar’dan bahsetmek çok zor. Bu savaşta Avrupa yok, sadece Avrupa devletleri var. İngiltere örneğin, operasyona katılıyor. Ve böylece bizim hareketimiz de ciddi bir etki kazandı. Daha önce ‘Güvenlik politikasında bağımsız, dünya çapında rolü olan bir Avrupa’ konusunda büyük laflar eden diğerleri, şimdi ürkek davranıyor” yanıtını veriyor. Almanya’nın 3900 asker gönderme sözü verdiğinin hatırlatılması üzerine de, “Bu harika tabi. Diğer taraftan 11 Eylül’den beri tam iki ay geçti. Yine de 3900 asker iyi. Zaten, bizim en önemli dostlarımızın zaman içinde daha güçlü katılacaklarından kuşkum yok. Ama o durumda, örneğin Amerikalı askerlerle beraber çalışmada zorluklar gibi bazı pratik sorunlar çıkabilir.”
Brzezinski, “Sonuçta Amerikalılar her şeyi tek başlarına yapmayı tercih etmezler miydi?” sorusuna ise, “Elbette kendi birliklerine komuta etmek daha kolay. Gerçekten en önemli olan görevler ABD tarafından tek başlarına çözülmek zorunda. Bu bir yandan işin gerçekliği, ama öte yandan insan kendini biraz yalnız hissediyor” diye karşılık veriyor.
Der Spiegel Brzezinsk’ye, başta Almanya olmak üzere AB’nin rahatsızlığını ifade eden şu soruyu soruyor; “Bush hükümetinin başından bu yana, hiçbir şey Avrupalıları, bu tek yanlı hareket kadar kızdırmadı. Şimdi ise birdenbire ortaya bu dünya çapında ittifak çıktı. Bu aniden keşfedilen çok taraflılık gerçekte, gösteriden daha fazla bir şey mi?” Brzezinski’nin yanıtı ise, ABD’nin rahatsızlığı ve meydan okuyuşunu açıkça ortaya koyar nitelikte: “Bu çok taraflılık değil. Günümüzde yaşanan, dünya siyasetinde Amerikan ağırlığının ifadesinden başka bir şey değil. Washington’a kimlerin geldiğine şöyle bir bakınız: Dün Mısır devlet başkanı, bugün Fransız. Sonra İngiltere başbakanı ve ardından Putin, Alman başbakanı yakında yine gelmeyecek miydi? Listenin sonu yok. Birçok hükümet açısından, yeni durum karşısında açık ki, Amerika’nın istikrarsızlaştırılması mümkün olsaydı, dünya anarşi içine düşerdi. Ve hepsi de bundan korkuyor. Bu da dünyanın tek kutuplu olduğunu ve bu gücün de ABD olduğunu gösteriyor.”
ABD’nin, dünyanın tek hâkimi olarak hareket etmesinin Almanya ve Fransa tarafından tepkiyle karşılandığı bir gerçek. Ancak ne Almanya’nın ne de Fransa’nın ekonomik ve askeri gücü, ABD’ye karşı bu rahatsızlığını açık bir “reddediş” ya da “baskı” olarak gündeme getirmesine olanak tanıyacak düzeyde değil. Birçok konuda ortak çıkarlar etrafında hareket eden AB burjuvazisi ise, ABD söz konusu olduğunda, aynı tutumu takınamıyor.
Almanya ve Fransa ikilisinin AB’yi merkezi bir emperyalist güç konumuna getirmek, AB tekellerinin ekonomik ve siyasi çıkarlarını Almanya ve Fransa mali oligarşisinin çıkarları ekseninde yeniden yapılandırmak doğrultusunda attığı ekonomik ve askeri adımlarda belirli bir mesafenin kat edilmiş olması, bu gerçeği değiştirmiyor. 2002’nin Şubat ayında AB üyesi ülkelerin tek para sistemine geçişinin başlaması, AB içerisinde “Merkez Avrupa” oluşumunun kurulmasına yönelik girişimler, NATO’dan bağımsız olarak AB ortak güvenlik sisteminin oluşturulması ve Avrupa Ordusu’nun kurulması girişimleri, Almanya ve Fransa’nın, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra ABD öncülüğünü kabul etmek zorunda kalan pozisyonlarını değiştirmeye yönelik adımlar olarak dikkat çekti. Dahası son on yıl içerisinde, Almanya ve Fransa devlet adamlarının “ABD eskisi gibi kendisinin tek güç olduğunu düşünmemeli” yönlü açıklamaları, ABD’nin mutlak önderliğini ilelebet tanıyacakları gibi bir durumun olmadığının vurgulanmasına yönelikti. AB içerisinde İngiltere’nin hemen her zaman, İtalya ve Yunanistan’ın ise kimi konularda, Almanya ve Fransa’nın değil ABD’nin yanında yer alan tutumlarının sıklaşması da, işin bir başka boyutu.
Bu tablo, en azından henüz, ABD’nin Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslarda sürdürdüğü operasyonun karşısında, Almanya ve Fransa’nın üçüncü bir aktör olarak cepheden müdahale etmesini engelliyor. Emperyalist ABD “İmparatorluğu”nun devasa gücünün bu ülkeler tarafından bilinmesinin caydırıcılığı hala sürüyor. Bu durumun ilelebet sürmeyeceğinden ve sözü edilen bölgelerde ABD’nin girdiği çatışmaların orta vadede yıpratıcı olacağından kalkarak; süreci, askeri ve ekonomik açıdan güçlenme, içeride tıpkı ABD’nin yaptığı gibi polis devleti uygulamaları ve düzenlemelerini artırarak konumlarını sağlamlaştırma yönünde değerlendirmeyi tercih ediyorlar. NATO’dan bağımsız hareket edebilecek bir Avrupa Ordusu’nun kuruluşunun biran önce gerçekleşmesine yönelik AB yetkililerinin açıklamalarının son günlerde arka arkaya gelmesi, bu açıdan dikkate değer.
Bugün için henüz ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslarda emperyalist hegemonyasını yeniden tahkim etme girişimleri, Rusya ve Çin’i pratik-güncel olarak tehdit ettiği kadar AB’yi, Almanya ve Fransa’yı tehdit ediyor gözükmüyor. Ancak bu durumun çok da uzun sürmeyeceğini, ABD emperyalizmi ile Almanya ve Fransa’nın emperyalist çıkarları arasındaki çelişki ve çatışmaların daha da belirginleşeceğini söylemek kehanet olmayacaktır.
Çünkü “Tekelci ve emperyalist aşamasına vardığında kapitalizm, genel olarak ‘olgunlaşmakla’; bağrındaki emek sermaye karşıtlığının ‘ağırlaşması’, ‘gericilik’ ve ‘şiddet’ eğiliminin ‘yoğunlaşması’ ile kalmaz, yeni ‘uzlaşmaz karşıtlıkların ortaya çıkmasına da yol açar. Sermaye ihracı ile gelişen kapitalizmin ‘geri’ ülkelerdeki burjuvazinin bir kesimine tekelci ve işbirlikçi bir karakter kazandırması ve kendi ‘eşit olmayan sıçramalı gelişme’sinin sonucu değişen güç ilişkilerine göre paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması gereğinin doğması, bu karşıtlıkların önemli iki sonucu olmuştur. Emperyalist ülkelerle sömürge ve bağımlı halklar arasındaki ve emperyalist tekeller ve devletlerin kendi aralarındaki uzlaşmaz karşıtlıklar, bu yeni karşıtlıkların önde gelen ikisidir. Kapitalizm, dünyanın fethini tamamlar; ama ne var ki, onu; kendini devrimci bunalımlara, savaşlara, iç savaşlara ve ölüme götürecek karşıtlıklar yumağına çevirmekten de kaçınamaz.”(6)
Sonuç olarak; bütün dünyaya yayılmış olan ABD emperyalist sermayesinin güncel çıkarları, kendisini genişletilmiş düzeyde yeniden üretme ihtiyaçları, sömürge ve bağımlı ülkeler ile emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaları yeni bir boyuta taşımadan karşılanabilir durumda değil. Bunun için, 11 Eylül’ü bahane eden ABD emperyalist “imparatorluğu”, “uluslararası terörizme karşı mücadele” adı altında emperyalist yeniden paylaşım kapsamında bir operasyon yürütüyor. Bu, bütün dünyanın yeni bir emperyalist paylaşım savaşıyla açıktan tehdit altında olması demek.
Bu tablo, yüz yılın son çeyreğinde “Yeni Dünya Düzeni” ve “küreselleşme” adı altında sürdürülen her türden “inter-emperyalist” ya da “ultra-emperyalist” propaganda ve tezlerin vaat ettiği, “emperyalizmin mutlak egemenliğinde bir dünya barışı” yaygarasını tuzla buz ediyor. New York Times yazarlarının başını çektiği “yeni emperyalizm” anlayışıyla, emperyalist ABD “imparatorluğu” bütün dünyaya, “son bir kez daha benim öncülüğümde Anglosakson emperyalizminin yıkıcılığına boyun eğin. Sonra dünyaya barış ve refah egemen olacak” diye sesleniyor.
Böyle bir dünyayı, kırın ve kentin bütün yoksullarının, emekçilerin ve gençlerin işçi sınıfı etrafında birleşerek; emperyalist sömürü zincirinin en zayıf halkalarından başlayıp, kırıp, dağıtmaktan başka hangi devrimci güç ve eylem düzlüğe çıkarabilir ki?
Dünyaya barışı ve refahı egemen kılmanın başka bir yolu yok.
Dipnotlar:
1 Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm – Evrensel Basım Yayın
2 Bu bölümdeki veriler Wall Street Journa’e ait- Aktaran Milliyet gazetesi
3 Evrenin Efendileri, Derleyen: Tarık Ali, OM Yayınevi
4 Bu bölüme ve kullanılan verilere ilişkin bakınız; a.g.e
5 Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm-Evrensel Basım Yayın
6 A.g.e. Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı adına yazılan önsözünden.