KESK kongreleri ve tüzük tartışmaları üzerine

Kamu emekçileri mücadelesinde yıllardır yaşanan sorunların katlanarak arttığı,  emekçilerin birliğinin ve ortak mücadelesinin yeterince sağlanamadığı bir dönem daha geride kalırken, KESK ve bağlı sendikalar genel kurullarını topluyor.
Sendikaların genel kurulları; iki genel kurul arası sürecin değerlendirildiği, nelerin yapılıp nelerin yapılamadığı, alınan kararların ne ölçüde yaşama geçirildiği, dünyada ve ülkemizdeki durum, emekçi sınıfların durumu, örgütlenme sorunları ve yönelimleri gibi tartışmaların yapıldığı   süreçler olarak bilinir. Genel kurul süreçlerinde daha önce alınan kararların mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verip veremediği ortaya konulur ve önümüzdeki dönemin ihtiyaçlarına uygun yeni kararlar alınır.
Nisan ve Mayıs aylarında sendikalar,Temmuz ayında da KESK Kogresi toplanacak. Geçtiğimiz  üç yılın gerek KESK gerekse bağlı sendikaları açısından olumlu geçtiğini söylemek mümkün değildir. Sermayenin ve hükümetin emekçilere, onların ekonomik, sosyal ve siyasal haklarına yönelik saldırılarına yanıt verilememiş, emekçilerin haklarında ve mevcut durumlarında somut bir iyileşme olmadığı gibi, giderek kötüye gidiş de yaşanmıştır. Sendikalarımızın barış ve demokrasi mücadelesinde de üzerine düşen görevleri yerine getirdiği söylenemez. Sermayenin emekçilere yönelik çok yönlü saldırıları, sendikaların bu saldırılara gereken yanıtları güçlü ve etkili bir şekilde verememesinin sorumluluğunu tek başına KESK ve bağlı sendikalara yıkmak, elbette haksızlık olur. KESK ve bağlı sendikalar dışındaki sendika ve konfederasyonların, üye sayıları ve sendikal mücadelenin önünde her dönem neredeyse istisnası olmadan fiilen engel oldukları düşünüldüğünde;  sorumluluklarının  KESK ve bağlı sendikalardan daha fazla olduğunu da söylemek mümkündür. Fakat hem iddiaları, hem kuruluş amaçları, hem de içinde barındırdıkları mücadeleci potansiyel vb. yönlerden KESK ve bağlı sendikalara diğerlerinden daha önemli sorumluluklar ve görevler düştüğü, üyeleri ve dostlarının beklentisinin de bu görev ve sorumlulukların yerine getirilmesi olduğunu söylemek gerekir. Bütün bu konular ve daha fazlası, KESK ve bağlı sendikaların kongreler sürecinde çeşitli yönleriyle değerlendirilecektir.
KESK ve bağlı sendikaların bir kısmı genel kogrelerinde tüzük değişikliklerini de gündemlerine almışlardır. Bu yazıda, tüzük değişikliklerinin içeriği ve tüzük konusundaki önermelerimiz boyutu ile ilgili bir tartışma yürütülmeyecek. Geçtiğimiz genel kurullarda yapılan tüzük değişiklikleri ile ilgili eleştiri ve değerlendirmeler de bütünlüklü şekilde yapılmayacaktır. Çünkü günün ihtiyacı ve sorunu değildir! Üstelik sendikalarımızın içinde bulunduğu durum ve bu durumun değiştirilmesinin, bir tüzük ve tüzükte şu ya da bu değişiklik ve düzenlemeleri yapma sorunu olmadığı kuşkusuzdur.
Bir süredir KESK ve bağlı sendikaları, emekçileri ortak talepler etrafında birleştirme, onların sermayeye ve onun siyasal yürütme organı hükümete karşı örgütlenme ve mücadele merkezi olma konumundan uzaklaşmıştır. Uzaklaştığı oranda da, hem emekçiler hem de hükümet karşısında ciddi anlamda itibar yitimine uğramıştır. Bu durumu aşmak için KESK ve bağlı sendikalarını, yeniden emekçileri birleştirip, onların sermayeye karşı örgütlenme ve mücadele merkezi olarak davranmalarını sağlamak için nelerin yapılması gerektiğini emekçilerle tartışmak, sorunlara emekçilerle birlikte çözümler aramak gerektiği açıktır.
Sendikaların kongrelerinde; işyerlerindeki her statüden ve her düşünceden emekçilerin mücadele birliğini sağlamak, sermayenin ekonomik, sosyal ve siyasal saldırılarını teşhir etmek, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklara yönelik saldırıları püskürtmek ve yeni haklar elde etmek, Kürt soununun barış, tam hak eşitliği temelinde çözülmesi için nelerin yapılması ve nasıl bir mücadele stratejisinin  izlenmesi gerektiğinin tartışılması zorunluluktur. Mücadeleyi sadece sendikal kadrolarla değil, bütün emekçilerle birlikte yükseltmek, sendikalarımızı sınıfın örgütlenme ve mücadele merkezi olarak yeniden inşa etmek, emekçilerin hem ekonomik hem de siyasal sorunlar karşısında taraf olabilmeleri için aşağıdan yukarıya bir yenilenme yaratmak yerine, gerek sendikal yapının, gerekse sendikal mücadelenin, emekçilerin ve ezilen halkların temel sorunlarının tüzükte yapılan ve yapılması düşünülen değişiklikler ile çözüleceğini iddia edenler, sendika genel kurullarımızı sendikalarımızın içinde bulunduğu durumu değiştirmeyecek gereksiz tartışmaların kürsüleri haline getirerek bir dönemi daha geçiştirmeyi öngörürlerken, bundan iki genel kurul öncesinde gündeme getirilen tüzük değişikliklerinde olduğu gibi, tüzük ile sendika yönetimlerinin oluşumunu doğrudan ilişkilendirerek, oluşan ya da oluşacak yönetim yapılarının tüzük değişikliklerine onay veren siyasetlerle oluşturmayı bir gelenek haline getirmeyi önlerine koymuşlardır. Bu da, yönetimlere seçilene kadar tüzük değişikliklerine ve alınan kararlara onay verenlerde; kongreler sonrasında sanki tüzük değişikliklerini beraber yapmamışlar ve alınan kararlarda kendi imzaları yokmuş gibi davranmayı, karşı tutum almayı yeni alışkanlık ve gelenekler olarak ortaya çıkarmaktadır. Hatta bu durum, sendikalarımızda, her anlayışın, sendikanın değil kendi gündemini işletmesine, bazı meselelere daha az bazı meselelere daha fazla önem vermesine, kendi anlayışına uygun gördüğü kararları uygulama, uygun görmediğini uygulamama vb. tutumların yaygınlaşmasını kolaylaştıran zemininin güçlenmesini sağlayarak, örgütsel davranış ve tutum birliğini bozulmasını da sağladı.
KESK ve bağlı sendikaların sorunlarının tüzük değişiklikleri ile aşılabileceğinin düşünülmesi  yanıltıcıdır. Yanıltıcı olduğu gibi, sorunların sadece tüzükle ilgili olmadığı ve asıl sorunun, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt verme, bu mücadeleyi veren örgütler olarak sendikaların yeniden emekçilerin birleştiği sermayeye karşı örgütlenme ve mücadele merkezleri olmaları ile ilgili olduğu gerçeğinin açıkça göz ardı edilmesidir. Bugün sendikalarımızın tüzükleri mücadeleyi yükseltmenin, emekçileri birleştirmenin, hakları korumanın ve yeni haklar elde etmenin önünde bir engel teşkil ediyor olsaydı, tüzük değişiklikleri sendikal anlayışlar üzerinden gündeme getirilip sadece onlar tarafından tartışılıyor olmazdı. Tüzükler, mücadeleye ayak bağı olduğu görüldüklerinde, emekçiler tarafından tartışılıp, mücadelenin önünü açacak şekilde ya fiilen geçersiz kılınır ya da genel kurul süreçlerine bırakılmadan tartışılıp değiştirilirdi. Üstelik, sendikalarımızın üyeleri Gezi eylemleri deneyimini yaşamış ve park forumlarına aktif olarak katılıp, katıldıkları forumlarda sendikalarının direniş karşısındaki pasif tutumunu eleştirmiş, bu forumlarda doğrudan demokrasinin nasıl işlediğini görüp yaşamışken, bunu yapma olanakları her zamankinden daha fazla vardı. Sendikalarımızın ihtiyacı bu olsa, emekçi taban, bu iradeyi ortaya çıkarmakta tereddüt etmezdi.

GENEL KURULLARLA BİRLEŞEN TÜZÜK GÜNDEMİ
Genel Kurullar ile tüzük değiştirme gündeminin iç içe ve birlikte gündeme getirilmesi, sendika tüzüklerinin örgütler ve mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda tartışılması ve değiştirilmesini öngörmediği gibi, ittifak ve yönetimlerde olma baskısını hissettirerek, tüzüğü örgütün anayasası, ortak hukuku olmaktan çıkarıp, ittifak yapanların hukuku ve tüzüğü haline getirme tehlikesini de içinde barındırmaktadır. Böylesi bir ortamda yapılacak ve sendikalarımızın dokusunun da değiştirilmesinin önünü açabilecek tüzük değişikliklerinin gündeme getiriliş biçimi anti demokratik bir nitelik taşırken, tüzük tartışma ve değişiklikleri, emekçilerin ihtiyaçlarına değil, sendikaların içindeki siyasal anlayışların ihtiyaçlarına uygun değişikliklerdir. Bu açılardan bakıldığında, tüzük değişiklikleri dayatma tutumu, örgütün üyelerinin tartışmaların dışında bırakılmasını ve örgütün sahibi olan emekçilere pasif ve seyirci konumu öngördüğü için demokratik de, etik de değildir. Tüzük değişikliklerinin ve yönetimleri oluşturma süreçlerinin birlikte yürümesi; niyet ne olursa olsun, tüzük değişikliklerinin seçimli genel kurullarda yapılmamasını savunan anlayışlara yönelik örtük bir şantajı da içinde barındırır.
Üç yıl önce yapılan genel kurullarda, büyük iddialarla ve ittifak baskılanması ile yapılan tüzük değişikliklerinin ne sendikalarımıza, ne de kamu emekçileri mücadelesine somut bir katkısının olmadığı ortadadır. Yine aynı şeyi tekrar edip farklı sonuçlar beklemek, nafile bir çaba ve deneyimden öğrenmemektir. Her seferinde aynı şeyleri yaparak farklı sonuçları beklemenin, tekrar tekrar aynı yanlış adımları atmanın kimseye faydası olmadığı gibi, bunu, ne sendikalarımıza, ne de  emekçilere yaşatmaya kimsenin  hakkı da yoktur. Geçen dönem tüzüğü değiştirenlerin en önemli iddiası, karar organlarını “demokratikleştirme” ve “genişletme” adına oluşturdukları “meclisler” di. Yöntem yine aynı olmuştu. Sendikalarda ana kitlenin tartışmadığı, müdahil olmadığı, yukarıdan, “ittifak hukuku”na dayanarak örgüt hukuku değiştirilmiş, bunun da, örgütün derdine deva olacağı iddia edilmişti! Yukarıda eleştirilen yöntemle yapılan tüzük değişiklikleri ile oluşturulan yapay “karar organları” nın, emekçilere yönelik en önemli saldırılar gündeme geldiğinde ve barış ve demokrasi meselesinde, toplan(a)maması ve toplandığında da sürece müdahale edecek karar Al(a)mamasının, açıklanabilir hiçbir yanı yoktur.
Bir diğer gerçek, genel kurullara sıkışmış ve ittifak olma hukuku işletilerek yapılan tüzük değişikliklerine oy veren delegelerin, nelerin değiştiği, bu değişikliklerin nelere yol açacağı konularında bile yeteri kadar bilgiye sahip olmadıkları, bu bilgileri edinmeye fırsat bulamadıkları, kendilerine bu fırsatın tanınmadığıdır. Bu, hem tüzüklerdeki çelişkilerden, hem de değişikliği yapanların bir kısmı tarafından sonradan yapılan değerlendirme ve eleştirilerden ortaya çıkmaktadır. Tüzük değişiklikleri, sendika üyelerinin ana gövdesinin isteği ve iradesi olarak ortaya çıkmadığı sürece, genel kurullarda siyasetlerin yaptıkları ittifakların gölgesinde ya da gönülsüz kabullenmelerle yapılmaktadır. Son yapılan genel kurullardaki (anadil ve çeşitli teknik düzenlemeler dışında) tüzük değişikliklerinin; karar mekanizmalarını genişletme iddiası olsa da, bunun tamamen şekli olduğu; karar alma süreçlerinin, örgüte içinde, örgüt tarafından verilmiş sorumluluğu olmayan, çeşitli siyasetlerin kadroları ile sınırlandırıldığı ortaya çıkmıştır. Eğitim Sen ve KESK genel kurullarında geçtiğimiz dönem yapılan son değişiklikler, “sendikal demokrasi”nin sendika içindeki siyasetlere, hatta onların da bir kısmına indirgediğini göstermiştir. Bu açıdan bakıldığında, yönetimlerde olma baskılanması ortamında yapılan ve sendika içindeki siyasetlerin yönetimde olup olmamasına göre tutumlarını belirledikleri tüzük değişiklikleri; sendikalarımızı, emekçilerin mücadelesini ileriye taşımak yerine geriletmiş, meseleyi sonradan duyan ve tartışan üyenin de sendikalara olan güveninin iyice azaldığı durumların yaşanmasına neden olmuş, bu durumdan en büyük zararı yine sendikalarımız görmüştür.

SENDİKALAR VE TÜZÜK DEĞİŞİKLİKLERİ
Tüzükler örgütlerin anayasasıdır, temel sözleşmesidir. Tüzükler yapılırken ya da tüzüklerde örgütün geleceğini ilgilendiren değişiklikler yapılırken örgüt içi demokrasinin işletilmesi gerekir. Ayrıca sendikaların emek ve demokrasi mücadelesini yürütürken demokrasiye en çok ihtiyaç duyan örgütler olmaları, üyeleri için bir okul görevi görmeleri ve bileşimleri bakımından siyaseten homojen olmamaları münasebetiyle tüzük değişikliği gibi önemli karalar alınırken örgüt içi demokrasinin sonuna kadar işletilmesi, bu örgütlerin doğası gereğidir. Burjuva demokrasilerinde  bile yönetenler, anayasalarında değişiklik yapmak istediklerinde, önce halkın değişikliğe ihtiyaç hissetmesini sağlar, sonra halkı ikna etmek için bir dizi tartışma, tartıştırma yürütür-yürüttürür. Belli bir olgunluğun oluştuğunu, halkta ikna durumunun olduğunu düşündüklerinde de temsili organlarında son şeklini vererek değişikliği yaparlar. Eğer değişiklikler temsili organlarda belli bir oy oranına ulaşmazsa, halka başvurulur. Halktan oy alabilmek için yapılan ya da yapılmak istenen değişiklikleri herkes kendi cephesinden anlatıp tartışır (burada halka anlatılanların doğru olup olmamasından, emekçilerin siyasal örgütlerinin karşılaştığı yasaklardan vb. bağımsız tartışılmaktadır). Karşısında olanlar karşı görüşlerini, taraf olanlar neden taraf olduklarını gerekçeleri ile birlikte tartışırlar. Bu açıdan bakıldığında bile, sendikalarda tüzük değişikliklerinin, siyasi grupların bir kısmının uzlaşması ve ittifak hukuku çerçevesinde tartışılarak, ama emekçilerin ve sendikanın ihtiyaçları göz önünde bulundurulmadan yapılmasının  demokratik olduğunu söylemek mümkün değildir.
Olması ya da yapılması gereken, tüzükte sorun olarak görülen ya da mücadelenin ihtiyaçlarını çözeceği düşünülen değişikliklerin, işyerlerinden başlayarak, en geniş emekçi kesimlerin tartışmasına açılması ve onların eleştiri ve önerileri doğrultusunda belirlenmesidir. Bu yapıldığında, üyeler bilgilenir, tartışır, öneri sunar, katılır ya da katılmaz, fakat değişiklik sürecinin içinde olur. İşyerlerinden süzülüp gelen görüşler, şubelerde ağırlıklı görüş veya ağırlıklı olmayan görüş olarak karar haline getirilir ve merkeze taşınır. Merkez de, buna uygun olarak, tüzük kurultayını toplar ve çoğunluk kararlarını uygular. Böylece, üyeler, hem örgütün sorunlarını bilir ve ilişkilenir, hem de bu sorunların çözümü için aktif olarak fikir üretir. Yapılan ya da yapılmak istenenleri özümser. Bu, üyeler için iyi bir eğitim çalışması gibidir. Aynı zamanda, üyelerde bilinç sıçramasına da neden olur. Örgütü ve mücadeleyi daha ilerden sahiplenen, işe katılan üye sayının  çoğalmasını sağlar. Bu anlamıyla da nitel ve nicel büyümeye sebep olur.
Sendikaların örgütsel ve tüzüksel sorunlarının tartışılıp bir sonuca ulaşılması konusunda siyasal anlayışların konumu elbette pasif değil aktif olmalı, ancak uygulanacak yöntemin işyerlerinin ve yerelin istek ve beklentileri ile çatışmaması esas alınmalıdır. Sendika içindeki siyasal anlayışlar, kendi düşünceleri çerçevesinde bir faaliyet yürüterek, örgütsel sorunların çözümü konusundaki fikriyatlarının kitleler tarafından benimsenmesi ve konu ile ilgili savunduklarının kitlelerin önermeleri olması için çabalarlar. Bunun için çeşitli düzeylerde faaliyet yürütürler. Bu süreç siyasal anlayışlar açısından bir öğretme ve öğrenme süreci olarak işler ki, bu da sendikal anlayışları hem güçlendirir, hem de diri tutar. Siyasetlerin, sendikalarda güçlü olması isteniyorsa, bu durumun böyle ele alınması gerekmektedir.
Tüzük değişiklikleri gibi önemli ve hassas konularda sendikal anlayışların tutacağı yer; kendi düşünceleri doğrultusunda karar verip gerçekleştirme ve bunu kitlelere dayatmak olmamalıdır. KESK ve bağlı sendikalarda örgütsel ve tüzüksel sorunları kavrayış ve ele alış süreci son dönemlerde ters yüz olmuş durumdadır. Dayatma oluşu bir yana, sendikalarımızda yapılan ve yapılmak istenen tüzük değişiklikleri ile sendikalardaki emekçi dokusu bozulmaya çalışılmaktadır. Sınıf örgütleri olan sendikaların, bu özelliğinden arındırılıp; toplumun tüm kesimlerini kapsayan “toplumsal hareket” olarak örgütlenmesini ve emekçilerin birleşme ve mücadele örgütü olmaktan çok “sivil toplum örgütü”, “muhalefet örgütü” olmasını savunanlar, oluşturmaya çalıştıkları yeni gövdeye uygun bir elbise dikmeye çalışıyorlar. Kendilerinin siparişi ile dikilen elbiseyi, emekçilere ve onların sınıf örgütü olan sendikalara giydirmeye çalışıyorlar. Bu elbisenin emekçilere ve mücadelenin ihtiyaçlarına uygun olup olmayacağı, emekçilerin ezbere dikilen kendilerine yabancı  bu elbiseyi giyip giymeyeceği, giyecekse de nasıl giyeceğini bilip bilmemesi önemsenmiyor. Sonra ne oluyor?
Elbise dikilip emekçilerin bu dikilen elbiseyi giymeleri istendiğinde, ya elbise emekçilere dar gelmekte, ya emekçiler elbiseyi giydiğinde elbise onları dış etkilerden koruyamamakta ya da emekçiler elbisenin içinde sıkışıp kalmaktadır. Kısacası dikilen elbise emekçilerin dokusuna yabancıdır ve onlara dar gelmektedir. Elbise emekçilere giydirildiğinde, emekçiler; dar gelen ve ne işlerine yarayacağını bilmedikleri elbiseyi üstlerinden hiç tereddüt etmeden çıkarıp atmaktadırlar. Yani dikilen elbise, bazen, ne emekçilerin, ne de dikenlerin işine yaramamaktadır. Emekçilerin giymek istedikleri elbiseyi kendi ihtiyaçları doğrultusunda tarif etmeleri ve elbisenin de ona göre dikilmesi durumunda; dikilen elbise, onu dış etkilerden yeteri kadar korumasa da, kendisi böyle bir tercihte bulunduğu için, elbiseyi ihtiyaç duyduğunda değiştirmesi ve dönüştürmesi de yine kendi elinde olmaktadır. Bugün yapılmak istenen; emekçilerin haberi olmadan, onlar tarafından yeterince tartışılmadan, onlarda istek oluşturmadan, onlara yabancı gelen bir elbiseyi dikmekle aynı şeydir! Aynı şey daha önce yapılmış, olumlu bir sonuç alınmamıştır.

SONUÇ
KESK ve bağlı sendikalarının bugün içinde bulunduğu durumdan çıkması sorunu tüzük maddelerinin bazılarının değiştirilmesiyle ilgili değildir. Esas olan; emekçilerin sendikada birleştirilmesi ve mücadeleye seferber edilebilmesi için sendikal süreçlere ne denli katılımlarının sağlandığı, bu nedenle örgüt içi demokrasinin ne kadar işletildiği, işyeri temsilciliklerinin ve işyeri üye gruplarının karar aşamalarına ne kadar katıldığı, sendika mekanizmalarının mücadeleci bir sendikal çalışma ve örgütlenme için ne kadar çalıştırıldığının sorgulanması, sonuçlar ve görevler çıkarılması ve buna uygun tutumların alınmasıdır.
Biçim olarak, tam da merkez kongreleri arifesinde (tüzük değişikliği, şube kongreleri öncesinde gündeme gelmiş,  seçimler nedeniyle şubelerde pek gündem olamamıştı) tüzük tartışmalarının bu biçimiyle gündeme gelmesi anti-demokratiktir ve sendikal demokrasi açısından doğru da değildir. Sendikalarımızın mücadele etmesinin, kamu emekçilerinin çoğunluk örgütü haline gelmesinin, ekonomik mücadeleyi de demokrasi mücadelesini de hakkı ile yapmasının önünde tüzüksel engeller varsa, gerekli olduğu ileri sürelecek değişiklikler, kongre sürecinden sonra ele alınmalıdır.
Sendikalarımızda tüzük değişiklikleri yapılacaksa; hazırlığı iyi yapılmış bir çalışma üzerinden yapılabilir. Önceden değiştirilmesi öngörülen maddeler bütün üyelere gönderilir. İşyeri işyeri toplantılar yapılarak, üyeler tarafından tartışılır. Tartışmalar üzerinden işyerlerindeki emekçilerin önerileri olgunlaştırılır. Bütün işyerlerinde böylesi tartışmalar üzerinden örgütte çoğunluk görüşü haline gelmiş önerilerden oluşan değişiklikler, bir tüzük kongresinde tüzük maddeleri haline getirilir. Böylesi bir yöntemle yapılacak tüzük değişiklikleri ile, en geniş üye eğitimini, üyelerde bilinç sıçramasını, canlı, tartışan ve fikir üreten bir örgütsel yaşamı, aynı zamanda mücadeleci bir sendikal yapıya dönüşüm yolunda somut adımların atılmasını sağlayabiliriz.

Yeni Eğitim Müfredatı Üzerine

Ülkemizde eğitimin her dönem “milli” bir dava olarak algılanması sağlanmış, her siyasal iktidar programına eğitimin öncelikli konusu olduğunu yazmış, kendi iktidarı döneminde eğitimin sorunlarını çözeceğini iddia etmiştir. Hatta ülkenin “makus talihi”nin eğitimle yenileceği “, ancak eğitimle müreffeh ülkeler seviyesine çıkılabileceği” vurguları ile hemen her dönem kendi eğitim politikalarına destek aramışlardır.

Türkiye’de özellikle eğitim programları, çok sık değişen programlar değillerdir. Ama eğitimin sürekliliği düşünüldüğünde, ideolojik özün değişmesi için sadece bilimsel teknolojik gelişmelerin eğitim programlarına yansıtılması yeterli değildir. Öncesi bir yana, örneğin soğuk savaş döneminin ürünü olan 1948 eğitim programı 20 yıl sonra 1968’de değiştirilmiştir. 1968 programı da 36 yıl sonra 2004 yılında değiştirilmiştir. Her program değişikliği aslında ya yönetenlerin ekonomik, siyasal ve ideolojik ihtiyacından ya da halk kesimlerinin verdiği mücadelenin değiştirme, dönüştürme güçlülüğüne ulaşmasından doğar.

Bu yazıda AKP’nin acil eylem planında önemli bir yeri olan, 2004-2005 eğitim-öğretim yılında Türkiye genelinde 120 okulda pilot olarak uygulanan ve geçtiğimiz eğitim-öğretim yılında bütün ülkede uygulamaya konulan yeni ilköğretim programının ekonomik, siyasal, felsefi ve ideolojik ihtiyaçları üzerine kurgulanan yapısı değerlendirilmeye çalışılacaktır. Değerlendirme yapılırken Milli Eğitim Bakanlığı yetkililerinin kendilerini savunmada önemli bir dayanak olarak sunulan 1968 programı ile bir kıyaslama yapmadan kavramlar ve yol açacağı sonuçlar üzerinde durulacaktır. Yoksa 1968 programındaki ezberci, düşünmeyen, sorgulamayan, bu düşündükleri ve sorguladıkları doğrultusunda eyleme geçmeyen bireyler yetiştirmeye dayalı sistemi savunma hatasına düşme riski yüksektir.

Gelişmiş ya da azgelişmiş tüm kapitalist toplumlarda uygulanan eğitim programlarının içeriğine bakıldığında temel vurgunun toplum değil, birey olduğu kolaylıkla görülebilir. Türkiye’de uygulanan tüm eğitim programları bu anlayış temelinde oluşturulmuştur. Bu anlamda eğitim programları “sağlıklı, mutlu ve sürekli gelişen bir toplum oluşturmanın yolunun, bireylerin iyi özelliklerini artırmaktan geçtiğini” peşinen kabul eder. Yeni programın öncekilerden farkı, bu anlayışa ek olarak, aynı zamanda dinsel/mistik birey anlayışına önem vermiş olmasıdır. Öyle ki, “her birey, yaratılıştan mükemmeldir” ifadesi ile “yaratılış teorisi” ve “akıllı tasarım” bir biçimde programa eklenmiştir. Ancak aynı zamanda “yaratıcı drama” gibi öğretim tekniklerinin yer alması, yeni programın din ve bilime aynı önemde vurgu yapar görünerek, ileride yeni çelişkilerin çıkmasına da davetiye çıkarmıştır.

YENİ MÜFREDAT OLUŞTURMAYI ZORUNLU KILAN NEDENLER

Türkiye, özellikle 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları çerçevesinde 12 Eylül Darbesinin açtığı yolda hızla ekonomik liberalleşme sürecine girdi. Ekonomiyi buna uygun hale getirmek için yeni liberal politikanın ülkenin kurtulmasında temel olacağı propaganda edildi. 1983 seçimlerinde Turgut Özal ile Necdet Calp arasında yaşanan köprüyü satma tartışması ile, eski ile yeni arasında bir çatışmanın olduğu, eskiyi (kötü olanı) savunanların özelleştirme karşıtlarının, yeniyi (ülkenin makus talihini yenecek olanın) özelleştirmeciler ve yabancı sermaye olduğu fikri üzerinden bir kabullendirme atmosferi yaratılmaya çalışılmıştır. Artık ülkenin gündemine o güne kadar toplum tarafından hoş karşılanmayan söylemler girmeye başlamıştır. “Zenginlerin sevilmesi gerektiği”, “herkesin kendinden sorumlu olduğu”, “önceliğin kendini kurtarmak olduğu ve bunun için de kimin omzuna basarak yükseldiğinin önemli olmadığı”, “Memurların işini bilir olması durumunda geçim sıkıntısı çekmeyeceği” gibi ifadeler eşliğinde bireycilik ön plana çıkarıldı. Sürekli olarak işini bilenlerin yeni sistemin sunduğu olanaklardan yararlanarak kendini kurtarıp sınıf atlayacağı empoze edilmiştir.

1980 sonrasında ekonomik alanın özelleştirme uygulamaları ile hızla talan edilmesi, liberalleşme, hayali ihracat, banka hortumlamaları vb. yollarla yeni zenginlerin ortaya çıkması sağlanmıştır. Yine aynı dönemde işsizlik oranlarının artması, enflasyonun üç haneli rakamlara ulaşması, uluslararası finans kurumlarının ekonomiye ve siyasete daha da açıktan müdahale etmesi, iç ve dış borçlar ülkenin geleceğini ipotek altına alması yeni tartışmaları beraberinde getirmiştir. “Devlet süt satar mı? Kumaş üretir mi?” tartışmalarıyla başlayan özelleştirme süreci bugün Seka, Seydişehir Alüminyum, Tüpraş, Petkim gibi stratejik değeri olan, en temel, en karlı ve büyük işletmelerin talan edilmesine; en temel hak olarak görülen, uygulanmasa bile, anayasada ifade edilen devletin “sosyal yönü”nü ortadan kaldırmaya doğru ilerlemiştir. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb. haklar yasal, yönetsel değişiklikler ve fiili uygulamalarla bir hak olmaktan çıkmış, toplum her dokusunda bu değişikliği (yıkımı) hissetmiştir. Artık bir işe girip sendikalı, sigortalı çalışma veya işte kalıcı olma hayal haline getirilmiştir. Emekçilerin kullandıkları haklar bakımından bir geriye gidişi ifade eden bu sancılı dönüşüm sürecinden toplumun bütün bireyleri ve sosyal kurumlar ciddi yaralar alarak çıkmışlardır.

Bütün yapısı “yeni liberalizm” olarak adlandırılan ekonomik sisteme göre değiştirilmeye çalışılan bir ülkede bir üst yapı kurumu olan eğitimin de eskisi gibi kalması mümkün değildir. Eğitim sistemi ve programlar da, kapitalizmin yeni ekonomik politikalarının ihtiyaçlarına göre değiştirilmiş ve “eskinin eleştirisi” üzeriden “yeninin kutsanması” söylemi, bu kez eğitim programları alanında kendisini göstermiştir.

YENİ İLKÖĞRETİM PROGRAMININ DAYANDIĞI TEMELLER

Hızla piyasalaştırılan ve alınır satılır bir mal haline getirilmeye çalışılan eğitim, felsefi ve ideolojik olarak da bir değişim yaşamak zorundaydı. Nitekim bu değişimi yapmakta AKP iktidarına nasip oldu. Önce eğitim sistemi içinden çıkılması güç bir hale dönüştürülmüş ve toplumun eğitime bakışında “Bu böyle gitmez artık değişmelidir” mantığı hakim düşünce haline getirilmiştir. Kuşkusuz eğitim sisteminin, programların bu mantığa uygun olarak değişmesi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştı. Bu nedenle, başka alanlarda kapitalist sistemin yeni politikaları doğrultusunda yapılacak değişimler “reform” olarak nitelenirken eğitimde bunun adına “devrim” dendi. Tartışmalar da Newton eleştirisi üzerinden, Kuantum felsefesi temelinden başlatıldı. Bu eleştiriye göre, Kuantum fiziği, kaos matematiği, evrimci biyoloji, sinir bilim ve sistem ile ilgili teoriler alanlarındaki buluş ve ilerlemeler, bu dünyanın ve içinde yaşayan insanın öğrenilmesi ile ilgili görüş ve kuramları değiştirmişti. Yani seçenekler sadece “siyah-beyaz” değildi. “Gri” tonlar da vardı ve bu tonların görülmesi gerekiyordu. Programın siyasal sahipleri, Kuantum fiziğine göre hiçbir şeyin kesin olmadığını, o halde eğitimde pozitif aklın değil, olasılıkçılığın baz alınmasını gerektiğini vaat ediyordu. Bir başka önemli adım da “yaradılış teorisi”nin de en az “evrim teorisi” kadar ciddiye alınacak bir kuram olduğunun programa girmesiydi. Böylelikle dini dogmaları eğitim ve bilimin karşısına daha rahat koyabileceklerdi. Bu şekilde bir yandan kendi siyasal-ideolojik düşüncelerini eğitim programına daha rahatça eklemlerken, bir yandan da kapitalizmin ihtiyaç duyduğu değişimin eğitim programının her alanına nüfuz etmesini sağlamışlardır.

Programlarda eğitim, genel anlamıyla “önceden planlanmış faaliyetler sonucunda istendik davranış değişiklikleri meydana getirme” olarak tanımlanır. Farklı bakış açılarından yola çıkarak eğitim, çeşitli şekillerde de tanımlanabilir. “Küreselleşme”, “neoliberalizm” vb söylemlerin içinde bulunduğu ve sistemin kendini tanımladığı bu söylemlere dayanak teşkil eden kavramların da topluma empoze edilmesi gerekir. Eğitim programları bunun en etkili araçları arasındadır.

Toplum ve bireyler, buna uygun programlar çerçevesinde eğitim ve öğretimden geçirilerek, bireyin düşünce ve davranış yapısında amaçlanan değişiklikler, çocuk yaşlardan itibaren hayata geçirilmeye çalışılır. Bugün Türkiye’de olan tam da budur. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Talim Terbiye Kurulu tarafından oluşturulan yeni programa bakıldığında, “küreselleşme” ve “neoliberalizm”in genel ve özel amaçlarının programın ana öğeleri olduğu görülecektir. Söz konusu öğeler, önceki sistemin eleştirisi üzerinden, kendi kavramlarını meşrulaştıracak yöntem ve teknikler kullanılarak programa dahil edilmiştir. Ancak felsefesini oluşturduğu “bayrak direği” tanımlaması ile önceki programlardan öz olarak farklı olmadığı görülebilir.

AKP, yeni ilköğretim programını ABD’den neredeyse bire bir kopya ederek, toplumu kendi siyasi-ideolojik hedefleri temelinde değiştirmeyi de önüne hedef olarak koymuş ve diğer tüm alanlar gibi eğitim alanını daha da gericileştirmenin hesaplarını yapmıştır. Bir taraftan geleneksel “hassasiyetleri” gözetmeye çalışırken, diğer taraftan Talim Terbiye Kurulu Başkanı ve İlköğretim Genel Müdürü gibi kilit makamlarla çelişkilere düşerek, onları saf dışı etmek gibi gelişmeler de geçtiğimiz dönemde ön plana çıkmıştır (Eğitim programının asıl “mimarları” olarak kamuoyunda tanınan Talim Terbiye Kurulu Başkanı ve İlköğretim Genel Müdürü görevlerinden istifa etmeye zorlanmışlardır).

Eğitim programlarının hazırlanmasından uygulanmasına kadar bütün süreçlerde merkezi anlamda etkili olan en önemli unsurun Avrupa Birliği (AB) süreci olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. AKP, eğitim alanında yapmak istediği değişiklikleri gayet kurnazca AB süreci ile ilişkilendirmiş ve böylece elini büyük ölçüde güçlendirmiştir.

Anlatılanlardan hareketle, yeni eğitim programının, “yeni liberal” olarak tanımlanan sisteme tam uyum ve bu sistemin devamını sağlayacak bireyleri yetiştirmeyi hedef alan bir yapıda oluştuğunu söylemek mümkündür. Kapitalizmin “yeni” olduğunu iddia ettiği bu sistemde bireycilik, girişimcilik, verimlilik, esneklik gibi son yılların moda kavramları üzerine kurulmuş ve bu kavramları referans alarak eğitimin içeriğini yeniden düzenlemeyi amaçlamıştır.

YENİ PROGRAMIN İÇERİĞİ, AMAÇLARI VE HEDEFLERİ

Yeni ilköğretim programının içeriğine bakıldığında, ilköğretim çağındaki çocukların gelişim devresine uygun olmayan amaç ve hedefleri görmek mümkündür. Örneğin, çocuklara değişim sırasında çıkabilecek engellerden etkilenmemeleri, değişime uyarlanmaları için “risk alma” ve “kariyer gelişimi”nin öğretileceği belirtilmektedir. Günümüzün rekabete dayalı serbest piyasa ve girişimciliğine hitap eden kavramlar, çocukların gelişim düzey, kişilik, zeka ve konumlarının çok ötesinde olan ve daha çok yetişkinleri ilgilendiren “iktisadi” kavramlar olarak ortaya çıkmasına karşın, çocukların ilköğretimden itibaren bu kavramlara “alışması” hedeflenmektedir.

“Girişimcilik”, “lider olma”, “takım ruhu”, “sorun çözme”, “kariyer geliştirme”, saf ve kırılgan dünyaları içindeki çocukların henüz gelişmemiş kişilik özelliklerini fazlasıyla aşan kavramlardır. Nitekim Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’na göre yeni program, …hızla değişen dünyada ortaya çıkabilecek ekonomik fırsatları [çocuğun] değerlendirmesi için rehberlik eder. Bu sayede öğrenci, gittikçe küreselleşen dünyada başarılı bir birey olarak, ilerideki çalışma hayatına girişimci bir ruhla ayak uydurmada zorlanmaz.” “Çocukların girişimci bir ruhla yetişmelerini hedefleyen program, sınıf içi etkinliklerden başlayarak, tüm çalışmaların “verimliliğe” dönük olmasını öngörmektedir. Ancak bu verimlilik dili, çocuğun çok yönlü gelişimini sağlayan bir etmen olarak değil, piyasaya ve piyasa ilişkilerine rahatça uyum sağlamanın bir gereği olarak düşünülmüştür.

“Bir ürünün gerekliliğini sezme”, “ürünü planlama”, “üretme”, “pazar araştırması yapma”, “pazarlayabilme” vb. kavramlar, çocukları daha okul sıralarında “okumuş birer kapitalist haline getirmek” anlamına geliyor. İktisadi boyutta “girişimci birey” modeli benimsendiği için, demokrasi de birey düzeyinde ele alınıyor; bireyin uyarlanması gereken bir hayat biçimi olarak tanımlanıyor.

Baştan sona “eleme” ve “seçme”ye dayalı olarak oluşturulan yeni sistem, aslında klasik ölçme ve değerlendirmenin yetersizliğinden kalkarak, iktisadi dile dayalı bir ölçüm sistemini önermektedir. Ölçülmesi planlanan, mal ve hizmet üreten kurumlar gibi eğitimin de çıktısı olan “mezun”ların piyasadaki “kalite ve verimliliği”dir. “İnsanı üretici ve tüketici olarak eğiterek, mal ve hizmetlerin kalitesinin yükselmesine ortam hazırlanmalıdır” ifadeleri bu amacı özetlemek için yeterlidir.

Yeni programın kısa dönem amaçları ve uzun dönem hedeflerine yönelik olarak, eğitim programlarının yürütülmesinde Toplam Kalite Yönetimi’nin (TKY) esas alınmış olması, sorunun basit bir program değişikliği olarak görülmesini engellemektedir. Hem demokratik ve çağdaş bir öğrenme, hem de bir ölçme-değerlendirme yöntemi olduğu iddia edilen TKY çerçevesinde, “müşteri güdümlü”, “kalite geliştirmeye dayalı”, “süreç, ürün ve hizmetlerin sürekli gelişimi”ni öngören, “başarının sürekli ve geçerli ölçümleri”ni belirleyen, “öğretmen ve yönetici performanslarını standartlara uygunluk açısından değerlendiren”, “sürekli gelişim için hız ve zaman kullanımı”na önem veren bir tablo sergilenmektedir. Dolayısıyla eğitime uyarlanmış haliyle TKY’de esas olan, bireyin/öğrencinin, toplumsal öğrenme çerçevesinde bilgi ve değerler elde etmesi, yani kolektif bir varlığa dönüşmesi değil, içinde bulunduğu örgütün (okul) dış şartlara (öncelikle piyasanın istekleri) uyarlanması açısından belirlenen “misyon” ve “vizyon”a göre elde ettiği performansın bireysel kalite ve verimlilik bakımından ölçülmesidir.

Yeni program tüm okulları kapsamaktan çok, fiziksel donanımı, eğitim materyalleri, öğretmen kadrosu ve yeterliliği, öğrenci profili genelin üzerinde olan okullar için hazırlanmıştır. Oysa, Türkiye’nin çoğu köy, kasaba ve gecekondu okulları, en temel hizmet ve gereksinimlerinden bile yoksundur. Bu anlamda program, standart olarak “genel”i değil, “özel”i esas almıştır. “Özel” ise, varlıklı sınıfların çocuklarının fiili durumudur. Ne var ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çocukların çoğunun dili Kürtçe’dir ve bu durum, daha ilk aşamada, ilköğretimde sorun yaratmaktadır. Bu sorunu çözmek, yani oradaki Kürt çocuklarının dil sorununu çözmek için dönemin Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Ziya Selçuk’un önerdiği çözüm ise ilginçtir; “İlk ve orta öğretim, ulusal savunma mekanizmalarının, kültür direnç hatlarının kurulması gereken yerlerdir… Türkçe’nin iyi konuşulmadığı yörelerde Türkçe’nin öğretimi, projenin bir parçasıdır. Yine aynı Talim Terbiye Kurulu’nunTürkçe’nin doğru ve güzel konuşulamadığı yöreler için programda ayrı bir bölüm olmalı. O yörelerin insanları oralarda öğretmenlik yapmamalı; ben özellikle ana dil öğretimi yerine Türkçe öğretimi ifadesini kullanıyorum, çünkü yanlış anlaşılabilir”(*) ifadesi, eğitim biliminin temelini oluşturan anadilde eğitim noktasındaki ırkçı-şoven politikaların yeni programda da sürdüğünü görmek açısından önemlidir.

Yeni eğitim programı, hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin performanslarını değerlendirirken, öğretmenleri hem kendi içlerinde hiyerarşik bir sıralamaya (“apoletli” öğretmen) tabi tutmayı ve öğretmenlerin emeklerini performans çerçevesinde belirleyip ücretlendirmeyi hedeflemektedir. Performans değerlendirmesi, her iş kolunda olduğu gibi eğitim ve bilim iş kolunda da sözleşmeli uygulamayı yaygınlaştırmayı, dolayısıyla kadrolu istihdamı daraltmayı öngörmektedir.

Yeni programla getirildiği iddia edilen ”yaratıcılık”, “eleştirel düşünme”, “beceri kazandırma” gibi amaçlar, 1930’lu yıllardan bu yana müfredatlarda yer almasına karşın, bunların “yeni” diye sunulması, bu kavramların programın içeriğindeki “yeni liberal” özün örtüsü işlevi görmesi, programın nihai hedeflerini gizleyerek, görüntünün kurtarılmasına hizmet etmektedir.

SONUÇ

Dünyanın en kusursuz müfredat programı da hazırlanmış olsa, eğitim sisteminin temelini oluşturan insan unsuru göz önüne alınmadığında, başarılı olmak mümkün değildir. Yeni eğitim programı, tıpkı öncekiler gibi, insanı değil, kapitalizmin yeni dönemdeki ihtiyaçlarına yanıt verebilen bireyleri yetiştirmeyi kendisine temel amaç edinmiştir. Parasız, bilimsel, demokratik, laik ve anadilde eğitim hakkı dayanak yapılarak oluşturulacak eğitim programlarının uygulanması aşamasında piyasanın istekleri değil, toplumun gereksinimleri dikkate alınmalıdır. Çocuk ve gençler, bireysel değerlerin (kavrayabilme, beceri geliştirebilme vb.) yanı sıra toplumsal değerlere (eşitlik, paylaşım, birlikte üretim ve iş yapma vb.) göre de eğitilmelidir.

Eğitim programlarında yer alacak bilgi ve değerlerin somut ve gerçekçi olması gerekir. Örneğin trafik konusu işlenirken, trafik kazalarının (demiryolu politikasının tercih edilmemesi gibi) gerekçeleri çocukların anlayacağı bir dille anlatılmalıdır. Ayrıca programlarda yer alan konu amaç, hedef, öğretim ilke, yöntem ve kavramların, çocukların sosyal ve kültürel gelişim düzeyine uygun olmasına dikkat edilmelidir.

Yeni program, tıpkı eskisi gibi sınav ve not sistemi üzerine kurulmuştur. Sınav ve not sistemi, geliştiren değil, eleyen ve seçen bir sistemin ürünüdür. Ölçme ve değerlendirme, öğretmen-öğrenci-veli üçgeninde kurulmalı ve sadece nicelik değil, niteliğin ölçülmesine ve geliştirilmesine önem verilmelidir. Eğitim programının hedefi, sadece “mutlu birey” değil, “gerçekçi ve çok yönlü insan” yetiştirmek olmalıdır. Çocuklar, istedikleri her alanda bilgilenme, beceri geliştirme ve değer kazanma hakkına sahip olmalıdır.

Yeni eğitim programı hakkında daha çok şey söylenebilir. Ancak özüne bakıldığında, eğitim programının, neo-liberal politikaların Türkiye’de kapitalizmin gelişme aşaması ve yönüne uygun olarak hazırlatılıp (ya da tercüme edilip) uygulanmaya çalışıldığı açıktır. Kapitalist ideolojinin “yeni” olduğunu iddia ettiği kavramlar üzerinden kendini yenilemesi ve sistemin geleceğini güvenceye almak açısından yeni eğitim programına yüklenen anlam, burada belirtilenlerden çok daha fazladır.

Çalışma ilişkilerinin demokratikleştirilmesi ile eğitim programlarının demokratikleştirilmesi mücadelesi arasında yakın bir ilişki vardır. Bu yakın ilişki çerçevesinde ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesi önemli bir ayağı da, eğitimin ve onun içeriğini belirleyen programların emek eksenli değiştirilmesi mücadelesinin birleştirilmesidir. Bugün işçi ve emekçilerin verdiği mücadele, eğitimle ilgili talepleri de kapsayarak genişletilmeli ve toplumun bu politikalardan olumsuz etkilenen kesimlerini de kendi etrafında birleştirmeye doğru ilerlemelidir.

Yararlanılan Kaynaklar:

Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı Web Sitesi, www.ttkb.gov.tr,

Eğitim Sen, Yeni Müfredatın Değerlendirilmesi Raporu.

Eğitim Sen, Yeni Müfredat Uygulama Sonuçları Raporu

 


[*] Eğitim Sen Genel Eğitim Sekreteri

* Ziya Selçuk, tam da burada yeni müfredatı benzettiği bayrak direğinin esnemeyen alt kısmını tarif etmiştir.

Genel Kuruldan bugüne KESK ve önümüzdeki dönem

“Düşlerin sonsuza koştuğu yerde, / Sabrın çiçeklerini açtığı yerde,

Asla kapanmaz yaşanan defter. / Çünkü tarihin en güzel yerinde,

Son sözü hep direnenler söyler…

Yukarıdaki dizeler Adnan Yücel’e ait. KESK, 4688 Sayılı Yasa değişikliği ile ilgili 2 Nisan 2012 tarihinde Meclis önünde 60 kişi ile yaptığı basın açıklamasında pankartına talep yerine bu dizeleri yazdı ve altına da kendi imzasını attı. Hemen peşinden, yasaya karşı; 5 Nisan 2012 tarihinde yasanın Meclis’te görüşüldüğü son günde KESK MYK üyeleri ve bağlı sendikaların başkanları ile yaptığı “Çalışma Bakanlığı’nı İşgal!” ya da resmi açıklamaya göre “Bakanı Bekleme/Bakanlığı Terk Etmeme!” eylemi ile öncü kadroların “en” öncülerinin katıldığı “direniş” eylemlerinin finalini yaptı. Böylece, 4688’i geri çektirtme, grevli toplusözleşme hakkını elde etme, yasaya yönelik istemlerini kabul ettirme vb. talepler için başlattığı “mücadele süreci”ne dair eylemlerini sonlandırdı.

Bu yazıda, KESK’in, Adnan Yücel’den alarak kullandığı direniş şiirinin arkasına gizlenerek, aslında yenilgiyi kabulünün itirafını da barındıran, mücadeleyi, öncü kadroların yeni bir “direniş” destanına bırakan sürecini ve önümüzdeki dönemi değerlendireceğiz. Değerlendirmemiz, 2011 Genel Kurulu, sendikal yönelimler, iddialar ve sonrasında yapılan eylemler ile KESK’in hareket ve eylem tarzı üzerinden yapacağımız tespitlerle sınırlı tutulacak.

2011 GENEL KURUL DÖNEMİ

1-2-3 Temmuz 2011 tarihinde yapılan son KESK Genel Kurulu’nda ittifak yaparak yönetimi şekillendiren “siyasi güçler”, olup bitenleri, “KESK’i yeniden yapılandırma”, ”KESK’in bir muhalefet örgütü olması” ve “Devrimci KESK”i yaratma çabaları olarak açıkladılar. Oysa bir önceki dönemin ”yurtsever devrimci” ittifakının da argümanları hemen hemen aynıydı. 2011’de kaybettiği koltukları yeniden kazanan DSD (Devrimci Sendikal Dayanışma) grubu, önceki dönemi “liberal–etnik ittifak dönemi” olarak nitelemiş, bir aşamadan sonrasını da (25 Kasım’da Kamu Sen’le yapılan ortak grevden sonrası) “eksen kayması” olarak saptamıştı. Evet, sonuçta her iki genel kurulda yapılanlar, kaynağını yeni liberalizmden alan “yeniden yapılandırma” ve burjuvazinin işçi sınıfına ve onun örgütlerine layık gördüğü “muhalefet olma” kavramlarına indirgendi. Söz konusu indirgemeci yaklaşımlar çerçevesinde KESK’in, bugüne kadar yaptıkları ya da yapamadıkları ile bugün her zamankinden daha çok değerlendirilmeye ve tartışılmaya ihtiyacı var.

Eğitim Sen ve KESK Genel Kurullarında yapılan tüzük değişiklikleri, örgütün kendini “muhalefet örgütü[1] olarak yeniden tanımlaması ve iddialı bir şekilde “ikinci kuruluş”un ilan edilmesiyle birlikte, KESK’in, bugüne damgasını vuran yönelimlerinin de alt yapısı oluşturulmuş, bu yönelimlere uygun olarak yönetimler belirlenmiştir. KESK’i “yeniden yapılandırma” ve “ikinci kuruluş” gibi iddialar bir emek örgütü olan sendikaları yeniden tanımlayan “muhalefet örgütü olma” hedefi üzerinden gerçekleşince, bu duruma uygun tüzüksel değişiklikler yapmak doğal bir sonuç olmuştur.

KESK ve bağlı sendikaların genel kurullarını topladığı dönem, uluslararası tekellerin yerli işbirlikçilerinin “yürütme komitesi” olarak AKP hükümetinin önümüzdeki 4 yılının, kendi ifadeleriyle “ustalık” döneminin, emekçiler ve ezilen halklar açısından daha zorlu geçeceğinin çok iyi bilindiği bir dönemdir. Bu durumda sendikaların ve yöneticilerinin görev ve sorumluluklarının daha da ağır olması kaçınılmazdır. Böyle bir ortamda, sendikalardan beklenen, güçlerini biriktirerek arttırması ve en geniş emekçi kitleleri için birleşme ve mücadele merkezileri haline gelmek için somut adımlar atmasıdır. Beklenen budur, fakat “sendikaların mevcut durumu buna uygun mudur?” sorusunu sorduğumuzda, ne yazık ki, emekçilerin gözünde sendikaların itibarı hiç de olumlu değildir. Kuşkusuz bu tablonun oluşumunda, sınıftan uzak, sosyal diyalogcu, işbirlikçi sendikaların payı çok büyüktür. Onlara dair yapılacak çokça eleştiri, söylenecek çokça şey vardır. Ancak iddiaları, söylemleri, emek ve demokrasi mücadelesine bakışı, geçmişteki mücadeleci tutumu ile diğer emek örgütlerinden belirli şekilde farklılaşan KESK ve bağlı sendikaların, emekçilere ve ezilen halklara karşı yoğun saldırıların olduğu bir dönemde, yeterli düzeyde hatta hemen hiç etkin olamamasının, emekçileri örgütleyerek harekete geçirememesinin sorumluluğunu sadece dış nedenlerde aramamak gerektiği açıktır.

KESK, uzunca bir süredir, sendikalarını, kamu emekçilerinin ortak talepleri etrafında ortak hareket etmeye yöneltememiş, istikrarlı bir mücadele hattı oluşturarak, hak almayı hedefine koyan bir mücadele yönelimi oluşturamamıştır. Çok geniş katılımla gerçekleştirilen ve heyecan yaratan grev ve mitinglerin arkası getirilmemiş, KESK protestocu tarzından kurtulamamıştır. Yönetimlerde ağırlık oluşturan sendikal dinamiklerin birleşik mücadeleye, sendikalara bakışı, karar alma süreçlerini tüm aksi söylemlerine rağmen gün geçtikçe darlaştırmaları ve merkezileştirmeleri ile bugünlere gelinmiş, bu durum sendikalarımızın üzerine oturduğu sınıfsal zemini de tahrip etmeye başlamıştır.

Sendikal yaklaşımın ideolojik gerçekliğinden hareket edersek, tartışmaların gereken zeminde sürdürülmesi, sendikal hareketin bugünü ve geleceği açısından önemlidir. Yenilenmeye dair tüm sancıları bağrında taşıyarak ilerleyen sendikal süreçle karşı karşıya olduğumuz açıktır. İşçi ve emekçilerin birikmiş sorunları ve emekçilere yönelik süren saldırılar karşısında sendikalarımızın aldığı/alacağı tutum ve bu saldırılara vereceği yanıt açısından bu tartışmalar gerekli olduğu kadar zorunludur.

Bugüne kadar kongrelerde kazanmayı “zafer” olarak değerlendirip, kurtuluşu sınıfın ve hareketin ihtiyaçları dışında aramayı tercih eden her sendikal anlayış, mücadeleyi ilerletmekten çok, sınıf mücadelesinin dışına düşen bir sondan kendini kurtaramamıştır. Günümüz açısından, özellikle işçi sendikalarının yaşadığı sorunları ve sermayenin topyekûn saldırıları karşısında düştükleri aczi başka türlü açıklamak mümkün değildir. KESK’teki hakim sendikal anlayış ve yaklaşımlar, işçi sendikalarındaki bu bürokratik anlayışı adım adım takip etmektedir.

Son genel kurullarda yaşananları sendikal anlayışlardan soyutlayarak değerlendirmek gerçeğe gözlerimizi kapatmak olur. Sorunu, basit olarak, ittifaklaşmada yaşanan bir sorun olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. “Benzemez” gibi görünenlerin bu kadar kolay yan yana gelmesi, sendikalarımızda giderek daha da berraklaşan ve bugün iki sendikal çizgi olarak daha da belirginleşen faklılığının doğal bir sonucudur. Yoksa kongre süreçlerinde mücadeleci bir anlayışın baskılanması, yönetimlerden tasfiye edilmesi girişimleri ve yönetim organlarının dışında tutulmak istenmesi gibi adımlar başka türlü izah edilemez.

STATÜKOYA DEVAM

KESK’in 2011 Genel Kurul süreci, sendikal mücadelenin sorunlarına yaklaşımda görülen anlayış farklılığının gizlenemez bir biçimde açığa çıkmasını sağlamıştır. Sendikal hareketin sorunlarına, işçi ve emekçilerin sorunlarını, karşı karşıya olduğu tehlikeleri yok sayarak yaklaşma tutumu, var olan statükoya teslim olmak demektir. Geleceğini sınıf mücadelesine bağlayan emekçiler için kabul edilemez olan da budur. Bu nedenle, özellikle SES, Eğitim Sen ve KESK’in genel kurul sürecinde yaşananlar, mevcut statükonun güçlendirilerek tekrarından çok daha ötesini ifade etmiştir. Ne kadar süslenirse süslensin, “iktidara gelen” ya da geldiğini sanan sendikal bürokrasidir. Söz konusu sendikal bürokrasi kişilere bağlı olmayan bir ilişkiyi ve sendikalara ve sınıf hareketine yönelik ortak ideolojik yaklaşımı ifade etmiştir.

2008’de oluşan yönetici organları “etnik-liberal” olarak değerlendirmek, kongrelerde yaşanan “makro ikti‘dar’laşma” biçimlerini; temsiliyeti yüksek, geniş tabanlı ya da “devrimci” olarak ifade etmek için yeterli değildir. Bu nedenle, sendikalarımızda “kimlerin gelip, kimlerin gittiği” önemli değildir. 2011’deki “iktidarlaşma” biçiminin 2008’in trajik bir tekrarı olmasının nedeni, bu yaklaşımdır. 2011’de gerçekleşen ise, sendikal bürokrasinin, bireysel ve grupsal çıkarlarını gözeterek kendisini korumaya almasıdır.

“Eskiyen iktidar” biçimi yerine yenisini ikame etmek, ne yazık ki, her zaman yeniyi ifade etmemektedir. Yönetimlerde çoğunluk sağlamaya dönük iktidarlaşma, yeni iktidar anlayışının merkezinde durmayı sürdürmektedir. Örgüt içi demokrasinin işletilmesi, karar alma süreçlerinin demokratikleştirilmesi vb. söylemler de, bu yaklaşımın kendisinden dolayı heder olmaktan kurtulamamıştır.

SENDİKAL DEMOKRASİ VE KARAR ALMA SÜREÇLERİ

KESK’in 4688 sonrası hazırlanan tüzüğünde, tüm karşı çıkışlara rağmen, karar organı Merkez Yürütme Kurulu (MYK) ile sınırlandırılmış, Danışma Meclisi ve Danışma Kurulu’nun karar organları olması ve bileşenleri açısından isimlerinin değiştirilmesi önerileri kongrede reddedilmiştir. Yasa sonrası ilk Danışma Kurulu’nda (şube başkanları ve bağlı sendikaların MYK üyelerinden oluşuyordu) ise, kurulun aldığı kararlar yok sayılarak, hatta gündeme bile getirilmeyerek bugüne gelişin temelleri atılmıştır. Nihayet “Amerika yeniden keşfedilmiş” ve karar organlarının genişletilmesi, tabana yayılması vb. tüzüksel öneriler sendika kongrelerinin gündemi haline getirilmiştir.

2011 genel kurulları, sendikalarımızda bürokrasinin yerleştirilme ve geliştirilmesine yönelik tutumların daha güçlendiği bir genel kurul süreci olmuştur. Kimi sendikalarımızda elde edilen delegasyon gücüne dayanılarak, örgüt tarafından tartışılmayan, yönetimleri oluşturan kimi anlayışların siyaseten bakışlarına ve kendi örgütsel yapılarına paralel tüzüksel değişiklikler yapılmış, kimi sendikalarda bu girişimler ertelenmiştir. Sadece delegasyon çoğunluğuna dayanarak bu değişikliği yapmak kadar, bugüne kadarki tüm karşı çıkış noktalarını “iktidar hırsı” uğruna yok saymak apayrı bir çelişkidir. İşyerleri ve şubelerden geçmeden, “yukarıdan” yapılan değişikliklerle oluşturulmaya çalışılan yeni örgüt hukuku, aynı zamanda emekçilere ve örgüte yabancılaşmanın da hukuku olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bazı sendikalarda karar organlarının demokratik olarak işlemediği ya da işletilmediği bilinmektedir. Durum böyleyken, Eğitim Sen’in ve KESK’in son genel kurullarında karar süreçlerini genişletme ve demokratikleştirme adına, örgütte “siyasi komiserlik” mekanizması tüzüksel güvenceye alınmış ve Eğitim Sen’de Başkanlar Kurulu’na genel kuruldan seçilecek 17 “siyasi kadro” eklenmiştir. KESK’te ise, bunun daha genişi, 50 kişilik bir “KESK Genel Meclisi” kontenjanıyla getirilmiştir. Böylece örgüt, çoğunluğunun herhangi bir örgütsel sorumluluğu bulunmayan siyasi kadrolar üzerinden “vesayet” altına alınmıştır. Bu durum, üyelere ve örgüte olan güvensizliğin başka bir şekilde ifadesidir. Adı değiştirilse de, Eğitim Sen’de Başkanlar Kurulu’nun (yeni adı Genel Meclis) karar organı haline getirilmesi olumlu bir gelişme olmuş, ancak yapılan eklemeyle, örgütün şube kongrelerinde seçilen ve üyelere karşı sorumluluğu olanlardan oluşan bu organ yetersiz(!) görülmüştür.

Sendikal mücadelenin ilk yıllarında işyerlerinde alınan kararlar, işyerlerine dayanan eylemler, yıllar içinde yerini, kadroların karar aldığı, sınırlı sayıda üyenin bu kararları uyguladığı bir karar alma tarzı ve eylem çizgisine bırakmıştır. Üyelerle kurulan ilişkilerin zayıflaması ise karşılıklı güven ilişkisini önemli ölçüde zedelemiştir. Bu durumun en somut göstergesi, üyelerin bir fikre ya da eyleme ikna edilmesinin giderek zorlaşmaya başlamasıdır. Bu durumun en açık kanıtı, şubelerin tüm çabalarına karşın son yapılan eylemlere katılımın beklentinin çok altında olması, işyerleri ile sendika yönetimleri arasındaki açının giderek açılmasıdır. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, kitlelere rağmen, kitleler adına “en devrimci”, “en radikal” ve “en mücadeleci” eylem kararları almanın kolaylaştığı yolların yapı taşları döşenmiştir.

KESK’TE KONGRE SONRASI

Kongreden itibaren KESK ülkede olup bitenler, emek ve emekçilere karşı sermaye ve hükümetlerinden gelen saldırılar karşısında ya basın açıklamaları ya da kendini muhalefet örgütü yerine koyan tarzda eylemlerle yetinilmiş olmasıyla karakterizedir. Bu açıklama ve eylemlerde, kendinin ne kadar “devrimci” ve “radikal” olduğunu kanıtlamak gibi anlamsız yönelimlere girilmiştir. Hükümetin çeşitli konularda gündeme getirdiği meselelerde kamu emekçilerini birleştirmek, onların örgütleri ile güçbirliği yapıp hükümetin karşısına birleşmiş bir güç olarak çıkmak yerine, yukarıda belirttiğimiz hatta sıkı sıkıya bağlı kalınmıştır.

KESK’in mevcut yönelimini daha iyi anlamak için Genel Kurul’dan bugüne kadar belli başlı meselelerdeki yaklaşım ve yönelimlerine daha yakından bakmak gerekmektedir. KESK’i yönetenlerin ilk sınavı, Ağustos ayında başlaması gereken Toplu Görüşme süreci olmuştur. Fakat yapılan anayasa değişikliğiyle ilgili olarak Toplu Sözleşme yapmak için yasa çıkarılması için görüşmeler ertelenmiştir. Bunun yerine, 4688’de yapılacak değişikliklere yönelik görüşmeler başlamıştır.

Hükümet, 4688 Sayılı Yasa’da yapmak istediği değişikliklerle işlevsiz bir TİS düzeni, yasaklanan grev hakkıyla “sosyal diyalogcu” bir “sivil toplum örgütü” yaratmak ve bu şekliyle eskisinden de beter bir sendika yasasıyla kamu emekçileri mücadelesini denetim altına almak niyetini ortaya koymuştur. Buna karşın KESK, diğer konfederasyonlarla yasaya yönelik taleplerde ortaklaşarak hükümetin karşısına güçlü çıkmak yerine, yine kendini yalnızlaştırarak, kamu emekçileri hareketinin işini daha da zorlaştırmış, Hükümet’in ve Memur Sen’in elini güçlendirmiştir. Hatta konfederasyonların birbirine yaptığı “nezaket” ziyaretleri sırasında Kamu Sen’in güçbirliği anlamına gelebilecek teklifini bile reddederek, Kamu Sen’i karşı tarafa itmiş, birleşik mücadelenin kaçanı olma görüntüsü vermiştir. Hükümetle oturulan masada yasaya yönelik talepleri kabul edilmeyince, yasa Meclis’e geldiğinde belli sayıda kadroyu Ankara’ya çağıran eylem kararı almış, 4688 Meclis’e öngörülen zamanda gelmediği için de eylem kararını birkaç defa ertelemiştir.

2011 Sonbaharı, AKP hükümetinin, seçimlerden önce aldığı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yetkisiyle, kamunun tasfiyesi ve çalışma hayatını sermayenin istekleri doğrultusunda düzenlemeye kaldığı yerden devam ettiği, eğitim, sağlık, yerel yönetim, sosyal güvenlik vb. kamusal hizmetleri tamamen paralı hale getirmeye çalıştığı, Ulusal İstihdam Stratejisi adı altında bu hizmeti üreten kamu emekçilerinin de kazanılmış haklarının yok edilmesini hedefleyen yasaları gündemine aldığı bir dönem olmuştur.

Yeni düzenlemelerle güvencesiz ve esnek çalışma yaygınlaştırılmak istenirken, bölgesel asgari ücret, özel istihdam büroları, kıdem tazminatının fona devredilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması gibi hak gaspları da gündemdeki yerini korumuştur. Özellikle benzin, elektrik ve doğalgaza yapılan zamlarla kriz beklenir olmaktan çıkıp emekçiler için yaşanır hale gelmiştir. Kürt sorununda bilindik “terör” ve “güvenlik” eksenli yaklaşım ve çözümsüzlükteki ısrar, yeni acıların yaşanmasına kapı aralamıştır. Devletin ve iktidarın tepe noktalarından yapılan açıklamalar şovenizm ve ırkçılığı tırmandırmış, tehlikeli boyutlara taşımıştır. KCK adı altında sürdürülen operasyonlar barış isteyen her kişi ve kurumu hedef haline getirmiş ve KESK de bundan nasibini almıştır.

Emek, demokrasi ve barış mücadelesinin sermaye ve AKP’nin birincil saldırı hedefi haline geldiği ve saldırıların böylesine arttığı bir dönemde, KESK, diğer konfederasyonlar gibi, uzun süre süreci izlemekle yetinmiş, sonrasında KESK, DİSK, TMMOB ve TTB ile ne olduğu belirsiz bir “Sokağın Meclisi”ni kurmak için 8 Ekim’de Ankara’da merkezi bir miting gerçekleştirilmiştir. Kamu emekçilerinin ana kitlesinden kopuk, çok sese rağmen, taleplerin olmadığı 8 Ekim mitingi, birçok yönüyle eskinin tekrarı olmaktan öteye geçememiştir. Miting, emekçilerin dönemsel talep ve hedeflerinden daha çok, düzenleyicilerin siyasal yönelimlerinin açığa çıkmasına vesile olmuştur. Ancak bu miting ne kamu emekçilerinin sorunlarının çözümüne, ne barış mücadelesinin yükseltilmesine, ne de miting kararının bu şekilde alınmasında etkili olan anlayışların amacına hizmet etmemiştir. Sadece Halkların Demokratik Kongresi’nin karşısına “Sokağın Meclisi”ni koyma amacının nafile bir çabası olarak tarihteki yerini almıştır.

Daha sonra hükümetin sağlıkta dönüşüm politikalarına karşı birçok sağlık örgütünün ortaklaşa aldığı 21 Aralık grev kararı gündeme gelmiştir. KESK, gündemde olan sorunlar üzerinden aynı gün grev kararı almıştır. Bu grev kararı, kamu emekçilerinin, sağlıkçıların taleplerini sahiplenmesi ve diğer emek talepleriyle birleştirmesi ve sağlıkçıları yalnız bırakmamak açısından doğru olmuştur. Ancak grev, eylemde ve taleplerde diğer emek örgütleri ve emekçilerle ortaklaşamama, üstelik bu konularda herhangi bir somut çaba göstermeme, sağlıkçıların grevinin üstünden kendini başarılı kılma isteği vb. gibi fırsatçı yanlarıyla bazı örgütsel zaafları gündeme getirmiştir.

Sonuçta sendika merkezlerinin olumsuzluklarına, sürece yeterince katkı koyamamalarına rağmen, şubelerin işyeri çalışmaları sayesinde azımsanamayacak sayıda emekçi greve katılmış ve talepleriyle alanlara çıkmıştır. Bu, grev kararını alanların beklentilerini aşan bir durumu da ifade etmiştir. Fakat 21 Aralık grevi de, daha önceki eylemler gibi biriktirmeyen, öncesi ve sonrası olmayan, üzerine basılarak gelecek saldırıları göğüslemede bir aşamayı ifade etmeyen bir eylem olarak tarihteki yerini almıştır.

4+4+4 VE 4688 SAYILI YASA’DA DEĞİŞİKLİK SÜRECİ

Yeni yıla Başbakan’ın dindar nesil tartışmaları üzerinden 8 yıllık kesintisiz eğitimin tartışmaya açıldığı ve kamuoyunda 4+4+4 olarak bilinen İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nda yapılmak istenen tartışmaların eşliğinde girilmiştir. Aslında tartışma eğitim kanunun üzerinden yeni başlasa da, olan, öğretmenlerin çalışma saatleri, yaz tatilleri, “kendilerini yenileyememeleri”, yapmak zorunda kaldıkları angarya işler (İKS, ADEY RİDEF vb.), rotasyon, pilot olarak başlatılan performans uygulamaları vb. söylem ve uygulamalar üzerinden sağlıkta dönüşümde izlenen yolun eğitimde izlendiğinin ortaya çıkışıdır. Bu da, öğretmenleri ve öğretmenlik mesleğini itibarsızlaştırarak savunmasız konuma getirip, eğitimin kangrenleştirilmiş çeşitli sorunları üzerinden de daha önce başlatılan eğitimde dönüşüm sürecinin önemli bir aşamasını ifade ediyordu.

Öğretmenleri mesleki itibarsızlaştırma ve eğitimde dönüşüm kampanyası, bizzat, AKP Hükümetlerinin her dönem kilit isimlerinden ve kamuda dönüşüm sürecinin ülkemizdeki baş mimarı olan Bakan Ömer Dinçer eliyle yükseltilmiştir. Tüm bu olup bitenlere Eğitim Sen cenahından merkezi yanıtlar verilmemiş, merkezi aydınlatma ve teşhir faaliyeti yapılmamıştır. Eğitim Sen’i yönetenler, “yürütme” dedikleri MYK’da durumu tartışmış, kararlar almış ve örgütün önüne, bölge toplantılarında 2012 Eylül ayını da kapsayan 7–8 aylık “Mücadele Programı Taslağı” çıkarılmıştır.

Eğitim Sen’in mücadele programında, kravat takmama eyleminden zorunlu din derslerinin kaldırılmasına, eğitime bütçe istemekten demokrasi konulu ders işlemeye kadar hemen hemen her şey vardır. Mayıs ayının başında başlayıp sonunda nihayete erecek, her şubeden bir kişinin katılacağı 20 günlük yürüyüş ve sonrasında Ankara mitingi, Eylül ayında zorunlu din derslerinin kaldırılması ile ilgili eylem ve faaliyetler öngörülürken, bunların bir kısmı şube yöneticilerinin tepki göstermesi üzerine geri çekilmiş, bir kısmı da yapılmıştır. Fakat yaşam başka şekilde akmış ve masa başında yapılan kurguya uymamıştır. Hükümetin saldırıları Eğitim Sen’in “Mücadele Programı”nı beklemeyince, Eğitim Sen, daha önce pek çok kez olduğu gibi, yine hazırlıksız yakalanmıştır. Bu durum, uzun süredir eğitimin ve eğitim emekçilerinin sorunlarına ilgisiz kalmış, yabancılaşmış olan Eğitim Sen’e durumu tersine çevirmek için önemli fırsatlar da sunmuş, ancak bu da yeterince değerlendirilememiştir.

Hükümetin eğitim alanına yönelik saldırılarını “bakın biz ne kadar mücadeleciyiz, direngeniz, biz elimizden geleni yaptık, ama gücümüz yetmedi” şeklindeki içeriğiyle kendini kanıtlama adına, birleşik bir hatta mücadeleyi yükseltme fırsatı ve hükümetle geniş emekçi kesimleri karşı karşıya getirme olanağı bir kez daha heba edilmiştir.

Sendikalar; emekçilere içinde bulundukları durumu anlatmak ve bunu bilince çıkartmak için aydınlatmak, hükümetlerin saldırılarını teşhir etmek, emekçilere yönelik saldırıları püskürtmek, yeni haklar elde etmek ve birleştirebileceği güçleri birleştirip mücadeleye sevk etmek, sermaye ve hükümetleri ile karşı karşıya getirmek için vardır. Yaşanan durum karşısında KESK ve Eğitim Sen ne yapmıştır? Ne işkolundaki sendikalarla, ne de sorunun muhatabı diğer halk kesimleriyle birleşmek, ortaklaşmak için bir çaba gösterilmiştir. Birkaç bildiri ve afişin dışında önemli bir aydınlatma ve teşhir faaliyeti yürütülmemiş, hatta 28-29 Mart “grevi” bile merkezi bildiri olmadan işyerlerinin ve kadroların hazırlanması ile yapılmaya çalışılmıştır.

Eğitim Sen 4+4+4 Yasası Meclis’e geldiği gün grev yapacağını ilan etmiş ve örgütün buna hazırlanmasını istemiştir. Yasaya merkezi bakış net olmayınca, AKP’nin kolayca bertaraf edeceği bir pozisyonda kalınmıştır. Merkezi bakış açısı yetersiz olunca şubeler kendi bakış açılarını yansıtmaya başlamışlar, böyle olunca da, her şube anladığı, kavradığı biçimde ve şube yöneticilerinin kendi siyasi ideolojik bakış açıları doğrultusunda soruna müdahale etmeye çalışmış; bunun sonucunda da, tarihinde ilk defa “birden fazla Eğitim Sen” ortaya çıkmıştır. Yasa tasarısına karşı eğitim ve bilim emekçilerinin iradesini ortaya çıkarıcı bir yönelime girilmemiş, eğitim ve bilim emekçilerindeki tepki örgütlenip, onları hükümetle karşı karşıya getirici bir hat izlenememiştir.

Eğitim Sen, bu yasa tasarısına karşı; zorunlu din derslerinin kaldırılması üzerinden Alevilerle[2], anadilde eğitim talebi üzerinden Kürtlerle (Kürt halkı bu talep için milyonlar halinde irade beyanında bulunmuştur), parasız eğitim talebi üzerinden gençlerle ve gençlik örgütleriyle, akademiyle, öğrenci velileriyle ve yapılan düzenlemeyi “laik eğitime” yönelik bir saldırı olarak gören güçlerle bile birleşememiş, hatta buna yönelik bir çaba ya da hamlesi olmamıştır. Yasanın Meclis sürecinin uzaması üzerine, önce 15 Mart’ta bir sevk kararı alınmış, (şubeler 2-3 günlük bir sürede eylemi örgütlemek zorunda bırakılarak), uygulamaya yine yalnız başına karşı koymaya çabalanmıştır.

4+4+4 düzenlemesine karşı Türk Eğitim Sen ve başka sendikalar da taraf konumuna getirilebilecek ve mücadele cephesi genişletilip, Eğitim Bir Sen’in tabanında bile çatlaklar yaratılabilecekken, bunların hiçbiri yapılmamıştır. Elbette Eğitim Sen ve KESK bütün bu güçleri birleştirip taraf konumuna getirerek mücadeleye katmak için elinden gelen her şeyi yapabilir, ama bir birlik sağlanamayabilirdi. Böyle olsaydı bile, 28-29 Mart’ta mücadeleye katılan güçlerden daha fazla bir kesimin mücadeleye katılması sağlanabilir, en azından bu süreç içinde KESK’e bağlı diğer sendikalarla ortaklaşma sağlanabilirdi. KESK kendi içinde bile birlik gösterebilseydi, AKP’nin işini zorlaştırır, birlikte mücadelenin dışında kalmış örgütleri teşhir edebilir ve süreçten güven tazeleyerek ve güçlenerek çıkabilirdi.

Eğitim Sen ve KESK, kurgusunu protestoya dayalı, yasaların Meclise gelmesine endeksli bir eylem takvimine göre yapmayı tercih etmiştir. Bu, hem yasaya karşı koyuşun azalmasına, hem de Meclis’ten geçmesinin kolaylaşmasına hizmet etmiştir. Kitlelerin yasanın Meclis aşamasına geldikten sonra geri püskürtülebileceğine olan inançları azalıp, birleşik bir mücadelenin belirtileri de olmayınca; yasaya karşı mücadele de, kitlesellikten uzak ve bir grup kadronun protestosuna dayalı eylemlerden öteye geçememiştir[3].

Hükümet, Eğitim Yasası ile birlikte 4688 ve 2-B yasasını da Meclis’e getirince, KESK’i yönetenlerin ezberleri bozulmuş, birkaç defa erteledikleri kadrolarla “Ankara’ya gelme” “eylemi”, Eğitim Sen’in aldığı grev kararı ile birleştirilmiş ve böylece ne grev ne Ankara eylemine benzeyen 28-29 Mart eylem kararı ortaya çıkmış; KESK, yasalara karşı kendi sendikalarının bile bütünlüğünü sağlayamayan bir tutum göstermiştir. Üstelik bu süreçte, büyük anlamlar yüklenen “yeniden yapılandırma”nın temel organlarından olan KESK Meclisi’ni toplayıp durumu tartışma gereği bile duyulmamıştır.

4688 değişiklikleri konusu, sadece birkaç basın açıklaması, olmayan direnişin şiiri ile sonuçlandırılmıştır. Süreç, ne olduğuna, eylemi yapanların duruma ve söylendiği yere göre değişen yanıtlar verdiği bir “işgal” eylemi ile kabullenilmiştir. Yapılan ise, gerçekte, Ankara’da bir kadro eylemi yapmak için “grev” kararı almak olmuştur. Aslında olan, KESK’in ve Eğitim Sen’in “kendi eyleminin altını boşaltmasından” başka bir şey değildir. Böyle olunca da, hem iki günlük greve, hem de Ankara’ya gelmeye sınırlı sayıda katılım olmuştur. İçişleri Bakanlığı ve Valiliklerin despot tutumunun olmaması durumunda, Ankara’da, 2–3 bin kişinin il dışından geldiği, birkaç bin kişinin de Ankara’dan katıldığı bir eylem olacakken, bu gerçekleşmemiştir. KESK’in beklediği on binlerin rağbet etmediği, fakat kadro eylemiyle gündem olmaya çalışılan bir eylem tarzı benimsenerek, her iki yasaya karşı “görev”in yerine getirileceği hesap edilmiştir.

AKP İçişleri ve valiliklerinin talimatlarıyla Ankara’ya gelecek olanların illerden çıkarılmaması ve KESK kitlesinin illerden çıkmak için yaptığı eylemler ve kitleye karşı gaz kullanılması ile basının ve televizyonların bu durumu yansıtması sayesinde eylem gündemleşmiştir. Birkaç bin kişinin yasadan etkilenen milyonlar adına yaptığı işler üzerinden yazıldığı iddia edilen “direniş destanı” ile başından sonuna başarısız olan bir yönetim tarzı aklanmaya çalışılmış, sürecin iyi yönetilmediğine dair eleştirilere bile tahammülsüzlük gösterilmiştir.

AKP bile bu yasayı bu kadar kolay geçirmeyi düşünememiştir herhalde. Zaten sonradan öğreniyoruz ki, yasaya karşı alanlara çıkan ve gaza, suya, copa maruz kalan bizlerin asıl amacı olarak, AKP faşizmini teşhir etmek, basında gündem olmak vb. öngörülmüştür. Ankara’da alanda, Şubeler Platformu’nu boşa düşürmeye çalışan bir KESK, KESK’i boşa düşürmeye çalışan bir Eğitim Sen görüntüsü ortaya çıkmıştır. Kimsenin bir şey bilmediği, kendi yapmak istedikleri üzerinden yapılan bir kurgu değil, olanlar üzerinden kitleye duyurulan bir kurgu ile hareket tarzı 28-29 Mart eylemlerinde görülmüştür. Eylem günlerine yönelik söylenecek ve değerlendirilecek birçok mesele vardır kuşkusuz. Eylem, KESK’in, Eğitim Sen’in yönelimlerinin, sınıfa ve sınıf mücadelesine bakış açısının bir sonucu olarak ortaya çıktığı için, eylem gününe ait değerlendirmeler bütünün içinde çok da fazla bir yer tutmamaktadır.

KESK ve Eğitim Sen daha önce de Ankara’da kalmalı eylemler yapmışlardır. 17-18 Haziran 1995’te yüz elli bin kişiyle Ankara’da iki gün kalınmış, yine 4-5-6 Mart 1998’de Ankara ve tüm Türkiye’de kamu emekçileri sokakta sabahlamışlardır. 21-26 Mayıs 2001 Ankara yürüyüşü, Haziran 2001’de Ankara’da kalma eyleminde de gaz, su ve coplara maruz kalınmıştır. Yine Eğitim Sen kapatma davası sırasında ve sonrasında Büyük Eğitimci Yürüyüşü ile Ankara’da kalmalı eylemler yapılmıştır. Üstelik bunların bazılarında önceden belirlenen hedeflere de ulaşılmıştır. Ancak bu eylemlerin hiçbiri, 28-29 Mart eylemleri kadar merkezi düzensizliğin, plansızlığın, bilinmezliklerin hakim olduğu ve hiç bu kadar kendi örgütüne kapalı eylemler olmamıştır.

Tüm bunlar üzerinden Eğitim Sen, 28-29 Mart eylemlerinin verdiği “heyecanla” bir örgütlenme (kuşkusuz bu dönemde birçok faktörün etkisiyle üye sayısında artış olacaktır) ve mücadele programı başlattığını şubelere 18.04.2012 tarihli bir yazıyla bildirmiştir. Yazıda durum tespiti yapılmış, 4+4+4 eğitim yasasına karşı yapılan eylemlerin kitlelerde ne kadar umut oluşturduğu vurgulanmış, yönetimin planları ve yapılacak edilecekler sıralanmıştır. Örgütünün önüne de bir takım pratik işlerin yanında: “…eğitim emekçilerinin talepleri etrafında işyeri bütünlüğü sağlanmalıdır…” ve …önümüzdeki günlerde işyerlerinden devlet güdümlü, iktidar beslemeli, yurtsever makyajlı, milliyetçi ve sahte sendikaların gerçek yüzlerini TİS taleplerimizde buluşturarak açığa çıkarmalıyız. Kamu emekçilerinin toplu söyleşilerle, fiskos masalarına, tiyatro oyunlarına ihtiyaç duymadığı yapacağımız etkinliklerle bilince çıkarılmalıdır…” gibi anlaşılması zor, ama TİS dönemine yaklaşımını, hareket ve eylem tarzını, temel amacını ortaya koyan bir yazı konmuştur. Bu yazı da, bir kez daha yenilenen ve uzun bir süredir KESK’e ve bağlı sendikalarına hakim olan eylem tarzı üzerinde birkaç söz söylemek zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır.

KESK’İN EYLEM TARZI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Uzunca bir süredir işçi ve emekçilerin sendikalarını sermayenin bitmek bilmez saldırılarına karşı kendi birlik ve mücadele merkezleri olarak yeterince kullanamadıkları bilinmektedir. Mevcut sendikal örgütlenmelerin büyük bölümü ‘sosyal diyalog’ adı altında, hakları için mücadele etmekten çok sermaye ve hükümet çevreleriyle “müzakere” etmeyi marifet sayan “sınıf uzlaşmacı” bir yönelime girmiş durumdayken, “mücadeleci” olması beklenen KESK ve bağlı sendikalar ise, büyük ölçüde kadrolara dayalı ve “medyada ses getirecek” eylem ve etkinlikler yapmanın derdine düşmüş durumdadır.

Sermaye ve onun hükümet partisi AKP tarafından bugüne kadar atılan adımlar emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırma aşamasına gelmişken, kamu emekçileri sendikaları sayısal olarak büyümek ve etkinlik anlamında güçlenmek bir yana giderek küçülmüş ve darlaşmıştır. KESK ve bağlı sendikalar, son dönemde benimsedikleri eylem ve mücadele tarzları ile ciddi anlamda kitle mücadelesinin dışına düşme ve daha da önemlisi, gerek mücadele tarzı gerekse etki olarak ciddi anlamda “marjinalleşme” tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu durum, sendika içinde “grupçu” ya da “fraksiyonel” eğilim ve davranışların sendikal politikalarda neredeyse tek belirleyici olmasını beraberinde getirmiştir. Bundan en çok zararı ise, başta sendikal hareket olmak üzere, sendikalar ve üyeler görmeye başlamıştır. Nitekim sendikaların içindeki politikleşmiş kesimlerin arasın­daki “kısa gün kârı”na da­yalı ittifaklar, sınıfın değil grupların çıkarlarını öne alan bir mevcut sendikal çizgiyi daha da belirgin hale getirmiştir.

Gittikçe üye kitlesinden ve kitle mücadelesinden kopuk sendikal anlayışların egemen olduğu sendikalarda emekçiler sendikalarına olan güvenlerini gün geçtikçe kaybederken, sendikalara inançsızlık ve bunun sonucunda ortaya çıkan hak kayıplarının yoğunlaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu durum, sendikaların işlevlerini yitirdiklerini değil, aksine tarihin ve güncel gelişmelerin sırtlarına yüklediği görev ve işlevleri yerine getirmedikleri zaman güç ve itibar kaybetmelerinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.

Özellikle son yıllarda üyelerin sendikal politikaların ve kararların oluşturulması sürecine katılmaları engellemekte, sendikal demokrasinin asgarisinin bile işletilmediği görülmektedir (bu durum örgütte hakim anlayış haline gelmiş olmalıdır ki, KESK’ in son Danışma Meclisi toplantısına 439 üyeden sadece 213’ü katılmış, katılım yüzde elliyi bile bulmamıştır). Oysa sendikal hareketin öncelikli ihtiyacı, sendika üyelerinin kararların alınmasından uygulanmasına kadar bütün süreçlere aktif olarak katılması ve birlikte mücadele anlayışının işyerlerinde üye ya da üye olmayan ayrımı yapmadan işletilmesinden geçmektedir.

Son yıllarda hizmet bi­rimlerinde yığınların günlük talepleri etrafında müca­delenin örgütlenmesi yerine sadece “politik kadroların” katıldı­ğı eylem tarzının egemen eylem hattı olarak izlenmesi, yaşanan darlaşma ve marjinalleşmenin temel bir başka nedenidir. Bugün kamu emekçileri sendikalarının yaşadığı darlaşma ve eylemlerin etkisizliğinde, bir süredir benimsenen “taşıma” güçlerle yapılan kadro eylemlerinin küçümsenmeyecek bir etkisi vardır. 28-29 Mart eylemi, bahsi geçen “taşıma” eylemlerin en son ve en kötü örneklerinden biri olmuştur. Çalışma Bakanlığı’nı “işgal” eylemiyle de “öncü kadro” eylemlerinin doruğuna ulaşılmıştır. KESK’in bir süredir içinde bulunduğu darlaşma ve “kadrolu eylemciler” dışındaki kesimlerin mücadelenin dışına düşmesi nedeniyle yaşanan “yalnızlaşma”, üyelerin en temel sendikal faaliyetlere bile katılmaktan imtina etmesini beraberinde getirmiştir.

Eğitim Sen, 28-29 Mart’ta iki günlük grev yapacağını açıklamış, ancak bütün üyelerini Ankara’ya çağırarak, sendikal mücadele tarihinde eşi benzeri olmayan bir “grev” biçimini hayata geçirme tutumunu benimsemiştir. Sonuç olarak, Ankara’da 2-3 bin kişi ile sözde “militan” bir eylem tarzı oluşturulmaya çalışılmış, polisin acımasız saldırısı ile başından bu yana hedeflenen “medyada ses getirme” amacına fazlasıyla ulaşılmıştır.

Polis şiddeti ile kamu emekçileri mücadelesinin gündeme gelmesi ve birkaç bin kişiyle düzenlenen “radikal” eylemlerin, kelimenin tam anlamıyla yapılan yanlışların ve hataların üzerini örtmek ve “zevahiri kurtarmak” anlamına geldiği açıktır. Gerek 4+4+4 düzenlemesinde, gerekse 4688 sayılı yasa sürecinde kitleleri bilgilendirecek ve onları birleşik bir mücadeleye sevk edecek etkinlikte ve yaygınlıkta –velileri vb. de hedeflemekle birlikte, en başta işyerlerinde üye ve üye olmayan eğitimci ve genel olarak kamu emekçileri saflarında çalışmaya dayalı bir sendikal çalışma tarzı benimsenmemiştir. Onun yerine, kamu emekçilerinin sesini burjuva basında çıkacak birkaç haber ya da görüntü ile duyurmaya çalışan sendikal anlayışlar, yıllarca bütün gücünü işyerlerinden alan ve bunun üzerinden fiili meşru mücadele geleneğini oluşturan KESK’i bugün ve gelecek açısından içler acısı bir duruma sürüklemiştir.

Kuruluş süreçlerinde, bir çağrıyla kendi üye tabanının çok ötesinde yüz binlerce kamu emekçisini eyleme geçiren KESK ve bağlı sendikaların üst yönetimleri, dönem dönem tıpkı Türk-İş bürokrasisi gibi, tabanın ve şubelerin beklenti ve önerilerini önemsemeyen, hatta zaman zaman onlardan şikâyet eden noktalara kadar savrulabilmiştir. Diğer başka etkenlerle birlikte bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, KESK’in karşısında, Memur-Sen, Kamu-Sen gibi devlet güdümlü ve hükümet destekli sendikalar, KESK’in üye sayısını katlayarak çok daha kitlesel ve sözü dinlenir örgütler haline getirilmiştir. Bu durumun oluşmasında, hükümet kadar, KESK’in benimsediği sendikal çizgi ve işyerinden çok sadece “sokak odaklı” kadro eylemciliği tarzının etkisi büyüktür.

Emek Hareketi açısından, sürece müdahalesi ve tutumunun gözden geçirilmesi gereken bir dönem geride bırakılmıştır. Sendikal demokrasinin işletilmesi, kararların işyerlerinden alınması, teşhir ve aydınlatma çalışmasındaki yaygılık ve zenginlik (zaman zaman bu merkezi bildiri ve afiş örnekleri ile aşılmaya çalışılsa da) açısından olumlu örneklerin yanında gerekenin yeterince yapıldığı söylenemez. Geçtiğimiz süreç içinde sınırlı sayıda olumlu çalışmalar ortaya çıkarılabilmiş, fakat bunlar, kamu emekçileri hareketini etkileyerek değiştirecek nitelikte ve yaygınlıkta olmamıştır.

Emek hareketinden arkadaşlarımızın yönetiminde olduğu şubelerde, faaliyet ve eylem kararlarını büyük oranda merkezden bekleyen pozisyonda kalınmıştır. Hareketi darlaştırmaktan çıkarıp değiştirecek ve ilerletecek müdahalelerin merkezi ve yerel olarak zamanında yapıldığı söylenemez. Özellikle var olan yerel sendikal birlik ve platformları hareketlendirme, olmayan yerlerde yenilerini oluşturmada eksik kalındığı açıktır.

Emek Hareketi tarafından 24-25 Eylül 2011 tarihlerinde yapılan Kamu Emekçileri Konferansı’nın sonuç bildirgesinde önümüze koyduğumuz görevleri yapma konusundaki eksiklikler, yetmezlikler ve bunların dar bir kadronun işi olarak görülmesi, bizlerin bu süreçteki görev ve sorumluluklarımızı arttırmıştır. Ayrıca örnek çalışmaların Evrensel ve Hayat Televizyonu’na yeterince yansımaması bu çalışmaların yaygınlaşmasını kendiliğinden engellemiştir.

ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEM VE SORUMLULUKLARIMIZ

Önümüzdeki dönemde sermaye ve hükümet, emek ve demokrasi güçlerine yönelik saldırılarını arttırarak devam ettirecektir. Yukarıda tartıştığımız nedenlerden dolayı işinin geçmişe göre daha kolay olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bir yandan bu durumu değiştirme mücadelesi olarak siyasi ve ideolojik mücadele devam ederken, bir yandan da bütünlüklü bir mücadele stratejisi çerçevesinde, emekçilerin güncel talepleri ve sorunlarına yönelik işyeri çalışmalarımızı daha planlı, daha etkin bir şekilde arttırarak devam ettirmek gerekmektedir.

Kamu emekçilerinin önünde hükümetle yapacakları TİS görüşmeleri vardır. Bu görüşmeler, iki yılı kapsaması ve pek çok yönden ilk olması nedeniyle daha da önem kazanmıştır. Üstelik bu yıl toplusözleşmeler, sonraki yıllardan farklı olarak, tatil dönemine değil, kamu emekçilerinin hemen hemen tamamının işyerlerinde olacağı bir dönemde yapılacaktır. Bu avantajın iyi değerlendirilmesi gerektiği açıktır.

Öncelikle KESK’in her koşulda masaya oturması, taleplerin işyerlerinden alınacak öneriler çerçevesinde hazırlaması ve emekçilerin taleplerini masada sonuna kadar savunması gerekliliği vurgulanmalıdır. Mayıs ayı itibarı ile başlayacak görüşmelere, konfederasyonların ortak talepler ileri sürmeleri ve bunların gerçekleşmemesi durumunda, bir grevle talepleri kabul ettirmeyi zorlayacak ortaklaşmayla gidilmelidir. KESK ve bağlı sendikalar bu konuda sorumluluğunu yerine getirmeli, öncülük yapacaksa böyle bir içerikte yapmalı, hem yönetimler hem işyerlerindeki kadrolar bunun için seferber edilmelidir.

KESK; Kamu Sen ve Memur Sen’i hükümetle karşı karşıya getirecek bir taktik anlayışla hareket etmeli, talepleri ve mücadeleyi ortaklaştıracak yol ve yöntemler izlemelidir. TİS sürecinin bütün aşamalarında tabanını bilgilendirici araçları yaratmalıdır. Sendikalı sendikasız bütün kamu emekçilerinin gözü-kulağı TİS sürecinde olacağından, bunun işyeri çalışmasını kolaylaştırıcı bir işlev göreceği gerçeği dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Bu, toplusözleşme sürecine ilişkin eylem kararlarının kamu emekçileri tabanıyla birlikte hazırlanmasını kolaylaştırmaktadır.

Kamu emekçilerinin talepleri: Herkese kadrolu iş güvenceli çalışma; performansa dayalı, esnek, kuralsız ve angarya çalışmaya son verilmesi; herkese ayrımsız ek ödeme; ek ödemelerin emekliliğe yansıtılması; kreş, servis, gelir vergisi dilimlerinin aşağı çekilmesi; toplusözleşme zammının, doğalgaz, akaryakıt ve elektrik zamlarının yanı sıra büyümeden almamız gereken payla birlikte geçmiş kayıpları telafi edici bir oranda olması vb. başlıklar üzerinden tartıştırılarak belirlenmesi gerekmektedir. Fakat gerek sürenin kısa olması, gerekse KESK’in bu konuda bir imza metni çıkarması bizlerin bu konudaki görevlerini azaltmamalıdır. Bu imza metinleri işyeri toplantıları ile tartıştırılmalı ve zenginleştirilmelidir.

Emek Hareketi’nden her kademedeki yöneticiler, işyeri temsilcileri ve üyeler, bu sürecin aktif bir müdahalecisi, örgütleyicisi olmak zorundadır. KESK merkezine ve bağlı sendikalara hakim anlayışın; tabanın isteklerinin gereğini yapmaları, işyerlerine ve kamu emekçileri hareketinin mücadelesini örgütleyecek kararlar almalarını zorlamak ve mücadelenin içine çekmek için tüm olanaklarımızı zorlamalı, özellikle örnek çalışmaları Evrensel ve Hayat Televizyonu üzerinden tüm kamuoyu ile paylaşmalıyız.

AKP Hükümeti’nin saldırıları karşısında işyerlerinden başlayan en geniş kamu emekçilerinin birliğini sağlayan ve işyerlerini temel alan bir mücadele hattı izlenmedikçe olumlu yönde ilerlemenin olamayacağı bilinmelidir. Bununla bağlantılı olarak, bizim de çalışmalarımızın yenilenmesi, güçlenmesi ve sürece yeni güçleri sürmenin mümkün olmadığı anlaşılmalıdır.

Ne 4688’in bugünkü hali, ne de 4+4+4 düzenlemesi değişmez yasalar değildir. Ne grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı mücadelesi, ne de demokratik, parasız, bilimsel, laik ve anadilde eğitim hakkı mücadelemiz, ne de kamu emekçilerine yönelik saldırılara karşı mücadele ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşularını düzeltme mücadelesi bitmiş değildir. Önümüzdeki dönemde bütün bu alanlarda, demokrasi mücadelesinde olanaklarla da dolu yeni ve çok daha zorlu bir mücadele süreci bizleri beklemektedir.

SONUÇ YERİNE

KESK’in, örgütlü ya da örgütsüz bütün kamu emekçilerinin ana kitlesini mücadeleye olduğu kadar, bu mücadeleyi yönlendirecek yönetimlerin belirlenmesinde de dolaysız bir biçimde etkin olması için alınacak önlemler, kamu emekçileri sendikal hareketinde son yıllarda yaşanan gelişmeler açısından bakıldığında, daha da önem kazanmış bulunmaktadır. Bu konuda en büyük sorumluluğun yıllardır işyerine dayanan bir sendikal çalışmayı temel alan Emek Hareketi’ne düştüğü açıktır. Emek Hareketi’nin, sendika üst yönetimlerinin emekçilere yönelik önyargılarını bir kenara bırakarak, onların talepleri için birlikte mücadeleyi örgütlemeyi hedeflemesi, örgütsüz ve güvencesiz çalışmak zorunda bırakılan emekçileri her koşulda sahiplenmesi, başka sendikalara üye olan emekçileri “rakip sendikaların” üyesi değil, kamu emekçilerinin bir parçası olarak görmesi, KESK ve bağlı sendikalara hakim sendikal anlayışlarla aramızdaki sendikal çizgi farklılığının temel göstergeleridir.

Sendikal mücadelede somut talepler üzerinden mücadele edilmeden, emekçilerin sendikalardan beklentilerini ve taleplerini sahiplenmeden sonuç alındığı bugüne kadar hiç görülmemiştir. KESK’in bütün kamu emekçilerini birleştiren bir sınıf tutumu benimsediğini ve bu tutumun bir gereği olarak sadece üyelerinin değil, tüm kamu emekçilerinin mücadelesini yürüttüğünü emekçiler arasında hissettirmeden, mevcut durumu değiştirmek mümkün değildir. Bu nedenle ilk olarak yapılması gereken, somut talepler üzerinden mücadelenin örgütlenmesi, sermaye ve hükümet ile hem ekonomik hem de siyasal olarak –zaten karşı karşıya olan­ emekçilerin, bu karşıtlığın farkında olarak– karşı karşıya gelmesinin sağlanması ve bu karşı karşıya geliş içinde KESK’in mücadeleci ve hak almaya yönelik tutumunun yine somut olarak ortaya konulmasıdır. Ancak bu yapıldığında, bir taraftan var olan üyeler harekete geçirilirken, diğer taraftan bu tutumu gören yüz binlerce örgütsüz kamu emekçisinin yüzünü KESK’e ve onun mücadelesine dönmesi sağlanabilir.

Sınıf iradesini temel alan, sendikal demokrasinin aşağıdan yukarıya, her adımda emekçilerin iradesine dayanarak örgütlenmesi ihtiyacı, sadece kamu emekçileri sendikal hareketinin yeniden örgütlenmesi açısından değil, aynı zamanda bütün emekçilerin taleplerini kucaklayan birleşik bir mücadelenin örgütlenmesi açısından da önemlidir. KESK’in son dönemde benimsemiş olduğu dar ve kitlelerden uzak eylem ve mücadele tarzı, bu açıdan değerlendirildiğinde ve bunu değiştirmek için üzerimize düşenleri yaptığımızda, işçi ve emekçilerin kazanması kaçınılmazdır.

Bu yazıda sıkça belirttiğimiz protestocu eylem ve sendikacılık tarzını ve her türlü sınıf dışı tutumu tartışmaya açmak, yapılan sınıf dışı eylemleri ve etkinlikleri teşhir ederek kamu emekçilerine anlatmak, kamu emekçileri ve dolayısıyla Emek Hareketi açısından bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu tartışma, anlatma ve teşhir faaliyetinin; “nasıl bir mücadele”, “nasıl bir sendika” ve “nasıl bir KESK” tartışmalarına verilecek yanıtlarla birlikte günlük mücadeleden ve taleplerden koparılmadan yapılması gerekmektedir. Bu süreçte şüphesiz sadece teşhir faaliyeti ile yetinilmemeli, işyerleri merkezli yapılacak tartışmalarda üst yönetimlerin aldığı kararlar yukarıda ortaya konulan çerçevede geniş emekçi yığınların tartışma süzgecinden geçirilmelidir. Sadece eleştiren ve teşhir eden durumundan çıkılıp, yönetimlerinde olduğumuz merkez ve şubelerde bu tutuma uygun örnek yönelimlerin ortaya çıkarılması, buna uygun bir hattın tutturulması gerektiği açıktır.

Şubelerde, işyerlerinde artık yukarıdan bekleyen pozisyonunda olunmamalıdır. Yerelden yapılacak çalışmalarla; hem sınıf dışı tutumlar teşhir edilmeli ve kitlelerden soyutlamalı, hem de sermayenin, hükümetin saldırılarını teşhir etme ve buna uygun birleşik mücadeleyi yükseltme boyutuyla örnek çalışmalar yapılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır. Bu konuda yerel platformları oluşturma, yaygınlaştırma ve işyerleri ile bağlarını güçlendirme en önemli görevlerdendir. Ancak o zaman işyerlerinde ortaya çıkan emekçi iradesinin sendikal harekete ve birleşik mücadeleye doğrudan etkisinden bahsedilebilir.

Bugün karşı karşıya olduğumuz tüm sorunlara ve engellere rağmen, sendikalarımızı birer sınıf örgütü olarak yeniden inşa etmenin, mücadeleci tarzda yeniden örgütlemenin olanakları her zamankinden daha fazladır. Yeter ki, bu olanaklar uygun araçlarla kullanılsın, gerekli cesaret ve ataklık gösterilsin.

 


[1] Emekçilerin hak ve çıkarlarını savunan bir örgüt doğal olarak muhaliftir, ancak sendikaların görev ve sorumlulukları muhalefet etmekle sınırlandırılamayacak kadar geniştir. Mutlaka muhalefet yapılmak isteniyorsa, bunun, Emek Platformu’nun 1999 eylemleri ve 1 Aralık 2000 iş bırakma vb. gibi eylemlere bakılarak yapılması ile mümkün olacağının bilinmesinde yarar vardır.

[2] Aleviler, 29 Mart’tan iki gün sonra 1 Nisan’da İstanbul’da yaptıkları eyleme elli binin üzerinde katılım sağlamışlardır. Eğitim Sen ve KESK bu kesimle ortaklaşma yönünde bir çaba harcayıp bunun uygun araçlarını yaratmayınca, KESK eylemine sınırlı sayıda Alevi katılmıştır.

[3] Süreç o kadar dışlayıcı kendini merkeze koyan bir yerden işletildi ki, bu mücadelede taraf olan, Eğitim Sen ve KESK’in her eyleminde ona destek veren güçler bile, bu süreçte, kitlesel eylemlerde alana çıkardıkları güçlerini bile seferber edememişlerdir.

Eğitim Sen Program Kurultayı Üzerine -1

Eğitim Sen 6. Olağan Genel Kurulu’nda, Türkiye’de ve dünyanın pek çok bölgesinde benzer şekilde yaşanan sendikal ve siyasal sorunlar dahil, Eğitim Sen’in mücadele hattına yön verecek konuları tartışmak ve temel politikaları belirlemek amacıyla Program Kurultayı yapılması kararlaştırıldı. Kurultay, 6-7-8-9 Şubat 2007 tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirildi. Program Kurultayı öncesinde 64 şubede komisyonlar kuruldu. Bu komisyonlarda 977 üye görev aldı ve önceden belirlenen konu başlıkları üzerinden tartışmalar yürütülerek hazırlanan şube raporları Genel Merkez’e iletildi. Genel Merkez’de kurulan Teknik Komisyon şubelerden gelen raporları birleştirerek bir “tartışma taslağı” hazırladı, şubelere gönderildi ve Program Kurultayı’na katılan herkese verildi.

Program Kurultayı konuları iki ana başlık altında ele alındı. Ülke Sorunlarına Yönelik Yaklaşımlar ve Politikalarımız birinci başlığı altında, Bağımsızlık, Demokratikleşme, Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Kadın Sorunu ve Çevre Sorunu gibi konular ele alındı ve tartışıldı. İkinci ana başlık ise, Eğitim Sen’i ve genel olarak sendikal hareketi yakından ilgilendiren Kapitalist Küreselleşme, Emek Süreci ve Sendikalar konusu oldu. Bu başlık altında, sırasıyla; Çalışma İlişkilerinde Yaşanan Değişimler ve Sendikalar; Sendikal Örgütlenmede Hedef, Strateji ve Mücadele Biçimleri; Sendikal Demokrasi Karar Alma Biçimleri ve Seçim Sistemi; Sendikal Örgütlenmede Yaşanan Sorunlar; Örgütlenme Modeli; Farklı Statüde Çalışanlar ve Eğitim Fakülteleri Öğrencilerine Yönelik Çalışmalar şeklinde belirlendi.

Program Kurultayı, konu başlıkları üzerinden akademisyen, gazeteci ve yazarların yaptıkları sunumlar ardından, delegelerin taslak rapor ve konular üzerinden konuşmalar yapması şeklinde gerçekleşti. Bu anlamda delegeler, hem taslak raporu eleştirdiler hem de konular ile ilgili görüşlerini paylaştılar.

Kurultay’ın konu başlıkları itibariyle bakıldığında, temel sorunun, işyerlerinden başlayarak örgüt faaliyetlerinin yeniden gözden geçirilmesi ve bunu gerçekleştirmek için hangi yol ve yöntemlerin izlenmesi olduğu tespiti yapılabilir. Eğitim Sen’in bu temel sorununa verilecek yanıtlara göre bir yönelim içine girmesi, örgüt ve örgütlenme yapısının bu soruna yanıt verecek şekilde ortaya konulması gerektiği açıktı.

 

PROGRAM KURULTAYI İHTİYACA NE KADAR YANIT VERDİ

Emperyalist-kapitalist sistemin son elli yılda yaşadığı dönüşüm, özellikle emek üzerindeki olumsuz etkileri ve bu etkinin sendikalara yansıyan yönüne bakıldığında, pek çok olumsuz gelişme sayılabilir. Ancak özellikle, emek sürecinde yaşanan değişimin, mevcut sendikal yapıları pek çok noktada tıkanma noktasına getirdiğini görmek mümkündür. Sendikal yapılarını koşullara göre yenilemeyen, örgütlenme ve bu doğrultuda program oluşturma yerine, gücünü korumaya çalışan ya da işverenle uzlaşmayı tercih eden sendikaların hızla eridikleri, sendikal bürokrasinin de etkisiyle güçlerini yitirdiklerini pek çoğumuz gözlemleyebiliyoruz.

Bugüne kadar bilinen tam zamanlı ve standart istihdam yapılarını değiştiren gelişmelerin, emeğin yapısını ve sendikal örgütlenme biçimlerini de doğrudan etkilediği uzun süredir tartışılmaktadır. Bu etkinin oluşmasında, öncelikle yaşanan dönüşüm sürecinin yapısal özellikleri, üretim biçimi ve teknolojik gelişmelerin emeğin yapısında meydana getirdiği farklılıklar belirleyici olmuştur. Bu anlamda, kapitalist üretim ilişkilerinde yaşanan dönüşüm ve krizler, emekçilerin sahip olduğu ve büyük ölçüde sınıf mücadelesinin gelişme dönemlerinde, sosyalizmin de doğrudan etkisiyle sağladığı kazanımları kaybetmeleri ya da kaybetmekle yüz yüze gelinmesi ile sonuçlanmaktadır. Bu tespitin yapılması noktasında hemen her kesim fikir birliği içinde olmasına karşın, çözüm ya da sorunlardan çıkış noktasında somut bir adımdan bahsetmek mümkün değildir. Oysa sendikaların içinden geçmekte olduğu sancılı süreç, aynı zamanda, emek hareketlerinin ilerlemesi, yaygınlaşması ve birleşik bir hatta ilerlenmesi için, bugünün koşullarına uygun yapılanma ve örgütlenme programlarının tartışılması ve geliştirilmesi için sayısız fırsatlar sunmaktadır. Bu noktayı görmeden atılacak adımlar, sorunun çözümünü değil, sadece geciktirilmesini sağlamaya yarayacaktır.

Uzunca bir süredir emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı yeniden yapılanma süreci, emeğin sömürüsünün yoğunlaştığı ve emek örgütlerinin etkisizleştirildiği, emeğin kendisine olan güveninin kırılmaya çalışıldığı bir olgu olarak, etkisini her geçen gün arttırmıştır. Türkiye de bu süreçten farklı boyutlarda etkilenmiş, tıpkı dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de emeğin örgütlenmesi ve istihdam yapısında gözle görülür değişimler meydana gelmiştir. Dün olduğu gibi bugün de, üretim ve emek süreçlerine bağlı olarak değişimler yaşanmaktadır.

Çalışma ve yaşama koşullarımızın gittikçe ağırlaştığı bir dönemde, bir taraftan işyerleri, işkolları ve çalışma biçimleri açısından istihdam çok katmanlı ve parçalı hale gelirken, diğer taraftan işyerlerinde farklı statüde çalışanların ortaklaşma ve bütünleşme imkanları da artmıştır. Dolayısıyla emekçiler arasında yaşanan parçalanma ve rekabet tehdidi ile ortak çıkarlar etrafında birleşme olanakları arasındaki diyalektik ilişki, aynı zamanda sendikaların işyerlerinden başlayarak yeniden inşa edilmesi açısından önemli olanaklar sunmaktadır.

Sendikal mücadelenin tek tek işyerleri temeline oturtulması ve eğitim emekçilerinin ana kitlesinin mücadeleye katılması sorunu, genel anlamda sendikal mücadelenin ayakları üstüne oturmasının temel sorunlarının başında gelmektedir. Bu noktada, genel olarak emek hareketinde, özelde ise sendikal harekette yaşanan sorunların aşılması için örgütsel yenilenmenin, başka bir ifade ile, Eğitim Sen’in mücadeleci, eğitim ve bilim emekçilerinin ana kitlesinin mücadeleye katıldığı bir sendikacılık tarzıyla, sendikal yapılanmanın yenilenmesi ihtiyacı, örgüt içinde uzunca bir süredir tartışılan bir konu olmuştur.

Söz konusu sendikal yenilenme sürecinde belirleyici olması gereken, elbette, sadece yasalar, teamüller, kişisel ya da grupsal niyetler değil; eğitim ve bilim emekçilerinin en geniş kesimlerinin kendi talepleri etrafında örgütlendiği ve mücadeleye çekildiği bir sendikacılık tarzı ve kültürünün geliştirilmesidir. Bu yenilenme ve değişimin, elbette her şeyden önce, sendika-üye ilişkisinin doğrudan kurulması, sendikal örgüt yapısının buna uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi ve sendikal demokrasinin örgütün her aşamasında geliştirilmesi ile mümkün olduğu açıktır.

Program Kurultayı, içinden geçmekte olduğumuz koşulların hesaba katılarak, sendikal politikaların netleştirilmesi; Eğitim Sen ile üye kitlesi ve üye olmayanlar arasındaki ilişkilerin mümkün olduğunca doğrudan kurularak, sendikal çizginin örgütün ilke ve amaçları doğrultusunda yenilenmesi ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalmıştır. Güçlü bir sendika olabilmek için sendikal politikalarda ortaklaşmanın, ortak dil ve kültür oluşturmanın önemi ortada olmasına karşın, Kurultay sürecinin, Genel Merkez’den şubelere, şubelerden işyerlerine ulaşacak yaygınlıkta örgütlenememesi, yenilenme önerilerinin yeterince geliştirilememesine neden olmuştur. Bu da, Kurultayın amacı ve hedefleri açısından somut politikalar ortaya çıkmasını büyük ölçüde engellemiştir.

Program Kurultayı, sendikal politikalarda ortaklaşmanın, ortak mücadelenin örgütlenmesi ve tek tek işyerlerinden başlayarak büyüyen ve genişleyen bir mücadele programının oluşturulmasının aracı yapılabilecekken, Kurultay boyunca yürütülen tartışmaların içeriği ve ortaya atılan önerilere bakılacak olursa, bu amacın yeterince gerçekleşmediği söylenebilir.

KURULTAY İLE İLGİLİ BAZI TESPİTLER

Eğitim Sen’in bugüne kadar oluşturduğu mücadele geleneği ve örgüsel değerleri daha da somutlaştırması, sendikayı ve emek hareketini daha ileriye taşımak için gerekli adımları atmak, bu yönde politika belirlemek noktasında olanakları yeterince değerlendiremediği bilinmektedir. Bugüne kadar, gerek genel politik konularda, gerekse örgütsel süreçlerde gerçekleşen tartışmaların, Program Kurultayı çerçevesinde yeniden tartışmaya açılması, siyasal anlayışlar arasındaki fikri ve ideolojik ayrılıkların yeniden gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır. Kurultay sürecinde yürütülen tartışmalara genel olarak bakıldığında, örgüt içinde kimi konularda (özellikle AB) belli oranda netlik yaşanmasına karşın, örgüt içinde hala ne istediğini tam olarak bilmeyen, ideolojisi ve politikasıyla bunu her fırsatta gösteren kesimlerin bulunduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Program Kurultayı’nın ilk bölümündeki konuların daha çok bir siyasi parti programında bulunması gereken konulardan oluşmuş olması, bu konuların tartışılmasının sıkıntılarını kurultaya da yansıtmıştır. Örgüt içindeki siyasi yapıların birinci bölüm konu başlıklarına yönelik düşüncelerinin zaten belli olması, bu kesimlerin belli konulara yönelik (Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Bağımsızlık) ciddi görüş ayrılıkları içinde bulunmaları, karşı karşıya gelme ve bunun üzerinden ayrışma tehlikesini de içinde barındırıyordu. Ancak Kurultay süresince bu durumun birkaç tartışmadan öteye gitmemesini örgüt açısından bir olumluluk olarak görmek mümkündür.

Kurultay boyunca birinci bölüm ile ilgili olarak ortaya çıkan yaklaşımları ana hatlarıyla değerlendirmek gerekirse;

Program Kurultayı’nın açılış konuşmalarından birinde ifade edilen “kapitalizm mutasyona uğramıştır” tespiti, salonda tartışmalara neden oldu. Çünkü “mutasyon” köklü değişikliği ifade eden bir kavramdı ve bu ifade, kapitalizmin köklü biçimde değiştiği anlamına geliyordu. Bu tespitin, sınıfların ve sınıf mücadelesinin bittiği, “sanayi ötesi topluma”, “bilgi çağına” geçildiği vb söylemlere denk düşmesi oldukça düşündürücüydü.

Örgüt içinde Kürt sorununun çözümünde AB’den demokratik açılım bekleyen bir kesim olmasına karşın, bu yöndeki savunular geçmişe göre daha az yapılmıştır. Ancak geçmiş dönemlerden farklı olarak, bu yöndeki söylemler delegelerin çoğunluğu tarafından kabul görmemiştir.

AB’ye karşı gibi görünen, ama aslında “Avrupalı emekçilerle dayanışma”, “emeğin Avrupa’sını yaratma” gibi düşünceler üzerinden geliştirilen ve tam olarak neyi savunduklarını muhtemelen kendileri de bilmeyen kesimler ise, bu yöndeki düşüncelerini kurultay süresince geçmişe göre daha çekingen bir şekilde ifade etmişlerdir.

Kurultay süresince ileri sürülen bir başka düşünce, her ne kadar sınırlı sayıda konuşmada dile getirilmiş olsa da, Marksizm gibi 150 yıllık “eski” düşüncelerle bir yere varılamayacağı yönünde olmuştur. Bu düşünceyi savunanlar, temel çelişkinin değiştiğini ileri sürerek, yeni toplumsal sistemler öne sürmüşler ve  sendikayı da bu toplumsal sistemler içinde bir yere oturtmaya çalışmışlardır.

Benzer pek çok etkinlikte olduğu gibi, genel anlamda örgütsel çalışmaların içinde olmayan, sendika toplantılarında ve etkinliklerde yaptıkları polemikler ve suçlamalarla varlıklarını sürdürmeye çalışan kimi çevreler ise, bazı noktalarda olumlu sayılabilecek önermeler ileri sürmekle birlikte; suçlayıcı, hatta bazen aşağılamaya varan (özellikle kerameti kendinden menkul bir çevre) tavırlarını Kurultay boyunca sürdürmüşlerdir. Dağıtılan bazı bildiri ve broşürlerde benimsenen olumsuz dil ve üslup ile niyetler açıkça ortaya konulmuştur. Bu çevrelerin yaptıkları değerlendirme ve tespitlere bakılacak olursa; bu çevrelerin bir bölümünün, pratikte ortaya koydukları tutumla birlikte değerlendirildiğinde,  eğitim emekçileri mücadelesinin dışına düştükleri söylenebilir.

Yukarıda belirtilen ve bütünü görmekten çok, parçaları öne çıkaran yaklaşımlardan farklı olarak, Emek Hareketi’nden eğitim emekçilerinin konuşmaları ve değerlendirmeleri, genel anlamda bütün-parça ilişkisini kuran ve kurultay boyunca yaşanan kafa karışıklıklarını eleştirip ideolojik sapmaları mahkum eden yönde olmuştur. Özellikle sendika-üye ilişkilerinin işyerlerine dayanarak yeniden kurulması, örgüt ile üye arasına ara organlar koyarak kitlelerden tamamen kopmak yerine, işyeri çalışmalarını ve yüz yüze ilişkiyi ön plana çıkaran öneriler ve tespitler yapılmıştır. Örgütün sorunlarının emek hareketinin ihtiyaçları ve sınıf sendikacılığının gerekleri çerçevesinde ele alınması gerektiği yönündeki değerlendirmelerin kurultay sürecini olumlu anlamda beslediğini söylemek mümkündür.

Birinci bölüme yönelik olarak yapılan tartışmalar, Eğitim Sen Genel Kurul kararlarının bir “program” için yeterli olduğunu gösterdi. Eğitim Sen’in sorununun bu alana yönelik tartışmaları yeniden yeniden yaşamak değil, bunları işyerlerinde cesaretle savunabilmek (AB tartışmaları, Kürt sorununun demokratik halkçı çözümü vb.) olduğunu görmek gerekiyor. Kimi Partilerde bile ayrışmalara yol açan bu konulara yönelik söylenenlerin yeterli olduğu, bugünün sorununun, bu kararları yaşama geçirmenin daha cesaretle ve kararlılıkla uygulama sorunu olduğu bir kez daha açığa çıktı.

 

*

İkinci bölümde, örgütün yapısına, çalışma ve hareket tarzına yönelik tartışmalarda, birinci bölümdeki tartışmaların etkisi hissedildi. Bu bölümdeki konuşmalarda sendikaların sınıf örgütü olduğu yönündeki vurgular yoğun olmasına karşın, sendikaları, “sivil toplum örgütü”, “demokratik kitle örgütü” vb. kavramlarla açıklayan delege konuşmaları da vardı. Bu tespitlerden yola çıkarak, eğitim fakültesi öğrencilerine yönelik yurt açma, burs verme vb. önermeler de dillendirildi.

Delege konuşmalarında sınıf sendikacılığı vurgusu etkisini hissettirmesine karşın, bazı delege konuşmaları ve akademisyenlerin tebliğlerinde görülen sınıf sendikacılığını revize etme anlamında “sınıf ve kitle sendikacılığı”, “toplumsal hareket sendikacılığı”, sendikayı parti yerine koyan “anarko sendikalist” vb. önermeler yanında, “eski tarz mücadele biçimleriyle sonuç alınamayacağı” vurgusu üzerinden sınıf mücadelesini ve mücadele biçimlerini inkara varan çeşitli delege konuşmaları da oldu. Bazen aynı konuşma içinde, sendikayı parti yerine koyma anlayışı ile sendikaların yapacaklarını partilere yükleyip mücadeleden kaçılması yönünde görüşlerin iç içe geçtiği de görüldü. Bu yaklaşımlar, sadece delege konuşmalarına değil, kurultay boyunca çeşitli siyasi çevreler tarafından dağıtılan bildiri ve broşürlere de yansıdı.

Kurultay’da, özellikle genç delegelerin, sınıf mücadelesi ile özdeşleşmiş kavramlara karşı son dönemde geliştirilen saldırıları ifade eden kavramları daha rahat kullanması dikkat çekti. Ancak Eğitim Sen içindeki fikri tartışmalarda kavramların yerli yerine oturması, liberalizmin etkilerinin geçmişe göre daha da azaltılmış olması ve sınıf, sınıf mücadelesi gibi kavramların tarihsel olarak ilerletici rolünün ve kazanım elde etmedeki belirleyiciliğinin önemi yine çok sayıda delege tarafından dillendirildi. Toplumda yaşanan temel çelişkilerin çözülmesi uğruna verilen mücadelelerin amacına ulaşması açısından,  Eğitim Sen’in ve sendikaların gerçek anlamda bir sınıf örgütü olması gerektiği, somut durumdan ve yaşamdan kopuk, sadece söyleme dayanan tartışmaların sınıf mücadelesini ilerletmeyeceği vurgusu da yapıldı. Sınıf mücadelesinin araçlarını değiştirmesi, eski araçları terk ederek kendisine  yeni araçlar geliştirmesi ihtiyacı üzerinden yapılan oportünist yaklaşımlar, yine çok sayıda delegenin tarihten ve sınıflar mücadelesinden verdiği örneklerle yanıtını aldı.

 

KURULTAYIN ORTAYA ÇIKARDIKLARI

Eğitim Sen Program Kurultayı’nın ortaya çıkardığı birkaç noktayı özetle ifade etmek gerekirse;

Program Kurultayı’nın, konuların işyerlerinde gündem haline getirilmesi ve işyerlerindeki üyelerin bu tartışmalara katılması bakımından başarılı olduğu söylenemez. Daha çok şubelerde oluşturulan komisyonlarda yapılan tartışmalarla sınırlı bir hazırlık dönemi yaşanmıştır. Hatta bazı şubelerde, komisyona katılan az sayıda üye, tartışmaktan öte, her biri ayrı raporlar yazarak ya da yazılan raporlara katılmadıklarını belirtip şerhler koyarak, raporlarını genel merkeze göndermişlerdir. Hazırlık çalışmalarında yaşanan sorunlar göstermiştir ki, üyelerin en geniş kesimi tarafından tartışılmasının sağlanamamasının, başka bir ifade ile işyerlerinde gündem haline getirilememesinin bir sonucu olarak, Program Kurultayı, hem örgütsel hem de siyasal beklentilere yanıt vermekte yetersiz kalmıştır.

Farklı statülerde çalışan eğitim ve bilim emekçileri ile ortak mücadele zeminleri yaratılmasının ve bunun üzerinden ortak örgütlenme sağlanmasının önemi ortadadır. Bugüne kadar bu konu (bugün de belli bir kesim tarafından aynı şekilde tartışılmasına karşın), “ortak çalışanlar yasası” çerçevesinde tarif edilmektedir. Ancak gelinen aşamada, bu konuda hala farklı düşünceler olmasına rağmen, ortak mücadele olmadan ortak örgütlenmenin mümkün olmayacağı, bu konuda bir yasa talep etmenin mücadeleyi ve ortak örgütlenmeyi daraltacağı ve yasa koyucuların bu durumu en olumsuz şekilde değerlendireceği kabul görmüştür.

“Eğitim Sen sözleşmeli, ücretli, vekil vb. statüde çalışan eğitim emekçilerini örgütlerse, bu statülerde istihdamı kabul etmiş olmaz mı?” tartışması ve bu konudaki tereddütler, kurultay ile birlikte netliğe kavuşmuştur. Eğitimde işgüvencesiz olarak, farklı statüde çalıştırmaya karşı mücadelenin bütünlüklü olarak verilmesi gerektiği, bu yapılırken, “işgüvencesi temel talebi etrafında farklı statüde çalışanları da sürece katarak, birleşik bir mücadelenin adımlarını atmış oluruz” fikri kurultayda daha da açıklık kazandı. Bu durumun ete kemiğe büründürülmesi için somut öneriler üzerinden adımlar atılması gerektiği yönünde belirlemeler yapıldı.

Eğitim fakültelerinde okuyan öğrencilerin Eğitim Sen’in gelecekteki üyeleri olacağı düşüncesinden hareketle, geleceği kazanmanın yolunun şimdiden bu alanlara örgütsel müdahale etmekten geçtiği fikri artık hiçbir kesim tarafından yadsınmamaktadır. Bu nedenle, örgütün kapılarını öğrencilere açma, onların sorunlarını sahiplenme ve öğretmen yetiştirme sürecine müdahale gibi pek çok fikir kurultay sürecinde ortaya konuldu.

Hak ve kazanımlar elde etmenin ancak güçlü bir örgüt ve örgütlülük ile mümkün olacağı, bunun da işyerinde güçlü olmaktan geçtiği sık sık vurgulandı. Bu noktada, Eğitim Sen’in, işyeri sayısının çokluğu ve yaygınlığı açısından bakıldığında, işyeri örgütlülüğünü sağlamlaştırması, bunu yaparken, örgütü bir anlamda yeniden inşa etmesi gerektiği düşüncesi, farklı cümlelerle olsa da, geniş bir kesim tarafından kabul gördü. Hatta bu noktada kalınmaması gerektiği, birleşik bir emek hareketi yaratmak için Eğitim Sen’e önemli görev ve sorumluluklar düştüğü tespitinin de burada yapılması gerekir.

Her ne kadar kurultayın açılış konuşmalarında KESK eski Genel Başkanı Sami Evren tarafından “kapitalizm mutasyona uğramıştır” gibi kafa karışıklığını ifade eden bir yorum yapılmış olsa da, emperyalist-kapitalist sistem açısından, başta emek-sermaye çelişkisi olmak üzere temel çelişkilerin değişmediği, aksine daha da şiddetlendiği yönünde tespitler yapılarak, bu tür ifadelerin doğru olmadığının altı çizildi. Bilimde, teknolojide, iletişim alanında meydana gelen hızlı değişimlerin kapitalizmin aşırı sömürü ve kâr hırsı üzerinden varlığını sürdürdüğü temel tezi henüz çürütülmüş değildir. Tersine kapitalizm, işi, işyerini ve emekçileri parçalayarak, esneklik uygulamalarını yaygınlaştırarak, işgüvencesiz ve sağlıksız çalışma şartlarını dayatarak, “TKY”, “yönetişim” vb. araçlarla kendini yeniden üretme ve kâr oranlarını daha da arttırmanın yollarını aramakta ve kendisini bu şekilde hızla yenilemektedir. Kapitalizmin bu yönelimini “mutasyona uğramak” olarak nitelendirmenin sadece somut durumun yanlış yorumlanması olmadığı, ama aynı zamanda, ciddi bir ideolojik sapmaya denk düştüğü özellikle vurgulanmalıdır.

Program kurultayı çerçevesinde ayrıca; “küreselleşme” ve “neoliberalizm” söyleminin yerini yavaş yavaş emperyalizm kavramına bıraktığı, AB’ye artık eskisi kadar sempati ile bakılmadığı, milliyetçilik özellikle sendikaları ve onların üye kitlesini etkilediği halde karşı koyuşun yeterince yapılamadığı, Kürt sorununun demokratik halkçı çözümünde bir adım olması anlamında “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı’nda ifade edilen düşüncelerin yaşama geçirilmesi açısından somut adımlar atılması gerektiği ifade edildi.

Eğitim Sen’in bugünkü örgüt modelinin ve işleyişinin çeşitli noktalarda sorunlar ortaya çıkardığı, bunu aşmak için öncelikle şube sayılarının arttırılması gerektiği, karar alma süreçlerinin tabana yayılması vb. önerileri de kabul gördü.

Program Kurultayı gerek içeriği, gerekse yapılan delege konuşmaları açısından pek çok noktadan değerlendirilebilir ve eleştirilebilir. Ama Eğitim Sen’in örgüte sendikayı ve sendikal politikaları ele alma bakımından bir tartışma zemini sunmuş olması, örgütsel belleğin tazelenmesi ve örgütün yeniden sorunlarına yoğunlaşması açısından olumlu bir işlev gördüğünü de belirtmek gerekir.

 

EĞİTİM SEN’İN SORUNU SENDİKAL ÇİZGİ VE ÖRGÜTÜN YENİLENMESİDİR

Eğitim Sen’in eğitim ve bilim işkolunda gerçek anlamda birleştirici bir rol oynaması ve bunun üzerinden eğitim işkolunda bulunan en geniş kesimleri birleştirerek mücadeleye sevk etmesi gerekmektedir. Birleşik mücadelenin yolu, “birlik ve dayanışma” duygusunun işyerlerinden başlayarak yaratılmasından, mücadelenin işyerlerinde statü farkı gözetmeksizin tüm emekçileri birleştirmenin olanaklarının zorlanmasından geçecektir.

Sendikal hareketin gelişim süreci içinde ortaya çıkan çeşitli mücadele araç ve biçimleri, sadece mücadele alanlarındaki farklılıktan değil, belirlenen hedeflerden ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılan araç ve biçimlerin çeşitliliğinden doğar. Bu anlamda, ister ekonomik ister siyasal nedenlerle olsun, oluşturulan her mücadele aracı ya da biçimi, emek hareketini birleştirmeyi ve sınıfın en geniş kesimlerini aynı çatı altında toplamayı önüne hedef olarak koyduğu ve bunu başarabildiği zaman gerçek anlamını kazanacaktır.

Sendikal politikalar belirlenirken, sendikaların, yapı, örgütlenme ve işleyiş olarak yeniden inşasının artık bir zorunluluk olduğu tespitinin gereklerini yerine getirmek gerektiği ortadadır. Bu çerçevede, Eğitim Sen’in, örgütlenmesini yaygınlaştıran, eğitim ve bilim emekçilerinin ana kitlesini mücadeleye çekme kanallarını yaratan, tüm kademelerinde demokratik işleyişin egemen olduğu bir sendikal çizginin oluşturulması öncelikli hedef olarak görülmelidir. Bunu yaparken, kısır tartışma ve çekişmeler içine girmeden, her düzeyde örgütü ilerletecek, tüm eğitim emekçilerini birleştirecek bir sendika merkezi olmak için çalışılmalıdır.

Bugüne kadar fiili olarak benimsenen, özellikle son yıllarda sendikal politikalarda darlaşmayı beraberinde getiren ve Eğitim Sen’in kamuoyunda “solcu sendika” olarak anılmasına neden olan geleneksel “solcu” yaklaşımların ve kitlelere yönelik önyargıların öncelikli olarak sorgulanması gerekmektedir. Bu yapılmadıkça, kamu emekçileri sendikalarına egemen olan sendikal bakış açısı değiştirilmedikçe, ilerlenemeyeceği, eğitim emekçilerinin ana kitlesinin örgütlenmesi ve mücadelesinin başarılamayacağı açıktır.

Sendikal hareketin bugünkü dinamiklerini ve aynı zamanda zayıflıklarını görmeyen; bunların talep ettiği görevleri yerine getirme, güncel ihtiyaçlarını karşılama yeteneği göstermeyen bir politikanın işçi ve emekçi sınıflar tarafından benimsenmesi ve başarılı olması mümkün değildir­. Sendikal hareketin mevcut mevzilerini koruması ve iler­letmesine her gün yardım edecek görevler yerine getirilmediği; sendikaların önündeki olanaklar değerlendirilmediği ve zayıflıkları aşmaya yönelik çalışmalar bugünden yapılmadığı taktirde, emek hareketinin ilerlemesi, sendikal örgütlülüğün yaygınlaştırılması mümkün değildir.

Eğitim Sen’in içinde bulunduğu koşullardan daha güçlü çıkması için yapması gereken, güvenceli-güvencesiz tüm eğitim ve bilim emekçilerinin kendi talepleri etrafında mücadeleye çekildiği bir sendikal çizginin benimsenmesi ve tüm örgütsel mekanizmanın bu çerçevede yenilenmesi olmalıdır. Bu nedenle Eğitim Sen’in, hem sendikacılık anlayışı açısından, hem de örgütsel tutum olarak yenilenmesi için, başta Emek Hareketi’nden eğitim emekçileri olmak üzere, tüm eğitim ve bilim emekçilerine bugün düne göre daha fazla görev ve sorumluluk düşmektedir.

Bu yazıda, Eğitim Sen Program Kurultayı’na yönelik izlenim ve tespitlere yer verilmiştir. Emek Hareketi’nin Program Kurultayı’na yönelik çalışmaları ve somut önerileri bir sonraki yazımızda ele alınacaktır.

Eğitim Sen Program Kurultayı Üzerine -2

Eğitim Sen Program Kurultayı ile ilgili genel izlenimler ve süreç, Özgürlük Dünyası’nın Mart 2007 sayısında ana hatları ile ifade edilmişti. Bu bölümde, program kurultayı sürecinde Emek Hareketi tarafından hazırlanan raporumuzu özetliyoruz. Kurultay çalışmaları öncesinde bir merkez komisyon aracılığıyla, ikinci bölüm konu başlıklarına yönelik olarak, kapsamlı bir çalışma yapılmış ve bir rapor metni oluşturulmuştur. Parti materyallerinin yeterince zengin bir birikim oluşturduğu düşünülerek birinci bölüm konuları ile ilgili ayrı bir çalışma yapılmamıştır. Emek Hareketi’nden eğitim emekçileri şubelerde yürütülen çalışmalarda bu materyalleri değerlendirmişlerdir.

Eğitim Sen Program Kurultayı ikinci ana başlığı; Kapitalist Küreselleşme, Emek Süreci ve Sendikalar konusu olmuştur. Bu başlık altında sırasıyla; Çalışma İlişkilerinde Yaşanan Değişimler ve Sendikalar; Sendikal Örgütlenmede Hedef, Strateji ve Mücadele Biçimleri; Sendikal Demokrasi Karar Alma Biçimleri ve Seçim Sistemi; Sendikal Örgütlenmede Yaşanan Sorunlar; Örgütlenme Modeli; Farklı Statüde Çalışanlar ve Eğitim Fakülteleri Öğrencilerine Yönelik Çalışmalar şeklinde belirlendi. Emek Hareketi Merkez Komisyonu tarafından hazırlanan raporların özetini birinci yazımızın devamı olarak sunuyoruz.

ÇALIŞMA İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİM VE SENDİKALAR

Kapitalist gelişmenin tarihine baktığımızda, hem niceliksel, hem de niteliksel değişimlerle sürdüğü kolaylıkla görülebilir. Kapitalist üretim tarzının temel ilişkilerini yeniden üreterek ve mevcut sistemi buna göre yeniden düzenleyerek sürmesi sırasında, dönem dönem, krizlerle karşı karşıya kalınır. Kriz dönemleri, üretimde büyük gerilemelerin olduğu, kar oranlarının düşmeye başladığı, toplumsal kurumların zayıfladığı dönemler olarak belirginleşir. Yine kriz dönemleri, emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın daha belirgin olarak açığa çıktığı, koşulların, sınıf mücadelesinin güçlenmesini dayattığı, bir bütün olarak toplumsal koşullarda ve emek sürecinde köklü değişmelerin kendisini zorladığı dönemlerdir.

Üretim sürecinin bir taraftan kendi içinde parçalara ayrılırken, diğer taraftan hızlı bir şekilde esnekleşmesi, her parçanın en uygun yere yerleştirilmesini, üretimi en az maliyetle gerçekleştirme ve emeği en verimli şekilde kullanabilme olanaklarını yaratmıştır. Üretim, bir ülkeden diğerine, aynı ülke içinde farklı bölgelere, fabrikalardan sokaklara ve evlere taşınabilmiştir. Farklı mekanlarda gerçekleştirilen üretim faaliyetleri, kullanılan emek biçimini de değiştirmiş, 19. yüzyılın başında olduğu gibi kadın ve çocuk emeği kullanımı sürekli artmıştır. Tüm bu gelişmeler üretimde yaşanan esnekleşme ile birleşerek, işçi sınıfının 19. yüzyılda bizzat tanık olduğu vahşi kapitalizm görüntülerini 200 yıl sonrasına, 21. yüzyıla taşımıştır.

Esnek üretim sistemlerinin, üretimin parçalanması ile birlikte en önemli sonuçlarından birisi, üretimin parçalanması ile birlikte görülen “adem-i merkezileşme” olmuştur. Bu durum, emek talebinin esnekleşmesine olanak sağlayarak, tam zamanlı, sürekli istihdamın daraltılması ve kısmi süreli çalışmanın yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Esnek istihdam biçimlerinin yaygınlaşmasının temelinde, emek maliyetlerini düşürmek ve buna bağlı olarak kar oranlarının artışı, dolayısıyla sermaye birikiminin istikrarını koruma kaygısı yatmaktadır.

Yeni bir sermaye birikim stratejisi uygulanmak istendiğinde, yalnızca üretim sürecinin yeniden örgütlenmesi yeterli olmaz, ayrıca emekçiler ile üretim araçlarının sahibi olan sınıflar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurumsal yapılar ile çalışma ilişkilerinin ve toplumsal denetim mekanizmalarının da yenilenmesi gerekir. Bu alanda yaşanan yenilenmenin sonuçları sermaye açısından ne kadar umut verici olursa, emek açısından o kadar ciddi bir yıkımın eşiğine gelindiğinin işaretleri görünmeye başlanmıştır denilebilir.

Günümüz kapitalizmine yönelik belirlemelerin başında, sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesi biçimleri açısından farklı bir toplumsal örgütlenme modeline doğru yönelme tartışmaları gelmektedir. Günümüzde, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde son yarım yüzyıla damgasını vuran “Refah Devleti” toplumundan gerek içerik gerekse biçim açısından tamamen farklı toplumsal ilişki türleri gelişmiştir. Bu gelişmenin gerisindeki en önemli etken, sınıflar ve ülkeler arasında daha önceki dönemde geçerli olan “rızaya” ve “uzlaşmaya” dayanan güç ilişkileri çerçevesinde artık kapitalist üretimin varlığını sürdüremeyeceğinin anlaşılmış olmasıdır. Bu yüzden sermaye, sınıf iktidarını yeniden üretebilmek için, bir yandan emeğin ve emek örgütlerinin sermayeye koşulsuz itaatini isterken, diğer yandan yoksul ülkelerin bağımlılığını artıracak araçlara gereksinim duymaktadır.

Toplumsal yapılarda, kurumlarda ve sınıf ilişkilerinde yaşanmakta olan dönüşüm, yalnızca teknik emek süreci ya da ekonomik güç ilişkileri ile sınırlı kalmamıştır. Fordist kitle üretim biçimlerinin terk edilmeye başlanmasıyla birlikte, ona ait üretim ilişkilerinin dayandığı yoğun birikim süreçleri ve onları düzenleyen kurumsal yapıların, yaşanan dönüşüm sürecine nasıl uyum sağlayacağı tartışmaları başlamıştır. Bu yüzden üretim ve emek süreçlerinin baştan sona yeniden örgütlenmesi ve bunları düzenleyen tüm kurumsal yapının kökten değişmesi zorunluluğu kendisini dayatmıştır. Böyle bir köklü bir dönüşümün, emek ile sermaye arasındaki ekonomik-toplumsal ve siyasal güç ilişkilerini de kapsaması kaçınılmaz olacaktır.

Çalışma ilişkilerinde yaşanan değişimleri, emek sürecinin dönüşümü ve bu dönüşüm sürecinde ortaya çıkan sonuçlar çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Soruna sendikalar açısından bakıldığında, emek sürecinde yaşanan dönüşümün sendikal yapılara ve örgütlenme biçimlerine doğrudan etkileri kolaylıkla görülebilir. Söz konusu etkiler, öncelikle üretimin, istihdamın parçalanması şeklinde ortaya çıkmış ve sendikaları olumsuz yönde etkilemiştir. Fabrikada yaşanan üretimin parçalanması sonucu, üretim, tahminlerin çok ötesinde bölünme ve farklılaşma yaşamıştır. Üretimin kilit noktalarının bölünmesi, bölünmeyen kısımların esnekleşmesi, nerede örgütlenilirse örgütlensinler, işçilerin ve emekçilerin hak ve çıkarları için örgütlenmesinin koşulları daha zor hale getirmiştir. Üretimin parçalanması sonucu ortaya çıkan tabloyu ana hatlarıyla ifade etmek gerekirse;

Ø        Üretim, binlerce işçinin çalıştığı fabrikalar içinde, ama çoğunlukla dışında oluşturulan atölyelerde yapılmaya başlanmıştır. Bu durumun en somut sonucu, fabrikada çalışan işçilerin sayılarının azalması, küçük atölyelerden oluşan çok sayıda sanayi bölgeleri ve yeni işçi havzalarının ortaya çıkmasıdır.

Ø        Fabrikalarda üretimin “alt işveren” olarak adlandırılan taşeronlaşma işlemi ile üretim sürecinin içeride de parçalı hale gelmesi sağlanmıştır. Önceleri fabrikadaki işgücünün küçük bir bölümünü oluşturan örgütsüz taşeron işçilerin sayısı zaman içinde artmış ve örgütlü-kadrolu işçileri geçerek, sendikalardan kaçışı hızlandırmıştır.

Ø        Sürekli, stok biriktirmeye yönelik üretimden vazgeçilmiş, üretimde teknolojinin olanakları ölçüsünde talebe/siparişe göre üretim (yalın üretim) ilkesi benimsenmiştir. Sipariş olmadığında, üretime ara verilmeye, işçiler ücretsiz izine gönderilmeye başlanmış, böylece emek maliyeti azaltılmıştır.

Ø        Her fabrika kendi yan sanayisini oluşturmaya başlamış ve üretim yükünün önemli bir bölümünü buralara kaydırmıştır. Ayrıca oluşturulan yan sanayiler, ana sanayi olan farklı fabrikalara üretim yapmaya başlamıştır. Fabrikanın altında yan sanayiler, yan sanayilerin altında da daha küçük üretim birimleri oluşturulmaya başlanmış ve fabrikanın üretim yükünü azaltan alt üretim zincirleri oluşturulmuştur. (Bu değişimi özellikle Ford, Toyota, Honda ve Hyundai gibi büyük otomobil fabrikalarında açıkça gözlemlemek mümkündür.)

Ø        Oluşturulan üretim zincirleri sadece ulusal sınırlar içinde kalmamış, aynı örgütlenme mantığına bağlı kalarak, emeğin bol ve ucuz olduğu ülkelerden gelişmiş ülkelere bağlanan uluslararası üretim zincirleri yaygınlaşmıştır.

Kapitalizmin yeniden yapılanma politikalarının benimsenme düzeyleri ve uygulanma yöntemleri her ülkede farklı olmakla birlikte, çeyrek yüzyılı aşan bir süreç içerisinde ekonomik, toplumsal ve değerler sisteminde önemli bir değişim yaşanmıştır. Bu değişim karşısında, kendisini büyük ölçüde 1945 sonrası yaklaşık 20 yıl süren refah döneminin toplumsal koşullarına uygun biçimde yapılandırmış olan sendikalar, ciddi bir uyum sorunu ile karşılaşmışlardır.

Yaşanan dönüşüm sürecinin sendikalara en somut etkisi; farklılaşan, parçalanan ve esnekleşen istihdam biçimleri karşısında yaşanan örgütlenme sorunlarının ortaya çıkması olmuştur. Sendikal örgütlenmeyi olumsuz yönde etkileyen faktörlerin başında, kapitalist devletin üretim ve hizmetlerden çekilmesi ve özelleştirme uygulamalarının yaygınlaşması gelmiştir. Özelleştirme ile birlikte, toplam istihdam içinde önemli bir yere sahip olan ve sendikalı emekçilerin birçok ülkede çoğunluğunu oluşturan kamu işletmelerinde önemli ölçüde istihdam azaltması yaşanmıştır. Böylece, hem işsizlik nedeniyle yedek işçi ordusu artmış, hem de sendikalar önemli oranda üye kaybı yaşamışlardır.

Sendikaları olumsuz etkileyen diğer bir neden, üretim ve yönetim sistemlerinde meydana gelen değişikliklerdir. Fordist üretim sisteminde yaşanan değişim ile birlikte, üretim aşamalarının büyük bölümünü tek çatı altına toplayan ve başta örgütlenme olmak üzere sendikal faaliyetlerin etkin biçimde gerçekleştirildiği çok sayıda işçinin bir arada istihdam edildiği fabrika tipi üretim organizasyonu önemli bir parçalanma yaşamıştır. Bunun yerine, sadece montaj aşamasının fabrikalarda yapıldığı, örgütlenme ve diğer sendikal faaliyetlerin gerçekleştirilmesinin oldukça güç olduğu küçük işletmelerin ve taşeron uygulamalarının önem kazandığı esnek üretim örgütlenmesi modeline geçilmiştir. Yeni manüfaktür olarak da adlandırılan yeni sistem, gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere çok sayıda ülkede hızlı bir şekilde yayılmıştır.

Türkiye’deki işletmeleri büyüklük açısından değerlendirdiğimizde, % 92’sinin küçük ve orta büyüklükte, % 8’inin büyük ölçekli olduğu görülmektedir. Şekilsel olarak bakıldığında, küçük ve orta boy işletmelerin çokluğu, sanayinin daha çok imalat sanayii alanında gelişmiş olması, sendikal örgütlenmenin daha güç koşullarda yapılmasına neden olmaktadır. Çünkü üretim ne kadar küçük ve parçalı birimlerle gerçekleştirilirse, o alanlarda çalışan işçilerin mücadelesinin sendikal anlamda birleştirilmesi büyük işletmeler yada fabrikalarda olduğundan daha zor olmaktadır.

Üretim ve yönetim sistemlerinde yaşanan değişimlerle birlikte esnek üretim biçimlerinin ve buna bağlı olarak standart dışı çalışma biçimlerinin yaygınlaşması artmıştır. Zaten burada esas amaç, her ne kadar aksi iddia edilse de, sendikal örgütlenmenin, sınıf mücadelesinin yeniden güçlenmesinin önünü kesmektir. Bu amaçla, bir taraftan aynı fabrika içinde birbiriyle rekabet eden farklı çalışma grupları ve statüleri oluşturulmuş, diğer taraftan işçiler arasındaki farklılıkları öne çıkartan ve sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu kısmi süreli çalışma, esnek süreli çalışma, evden çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaşmıştır. Bunun yanı sıra, daha düşük ücretle çalıştırılabildikleri ve standart dışı çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için tercih edilen kadınlar, gençler ve çocukların toplam istihdam içindeki paylarının artmaya başladığı görülmektedir.

21. yüzyılda “nihai zaferini” ilan eden kapitalizm, artık sendikalara ihtiyaç  duymadığını ilan etmiştir. İşçi sınıfının bittiği, sınıf mücadelelerinin tarih olduğu tezleri üzerinden geliştirilen “sendikalara elveda demenin vakti geldi” yaklaşımı, üretim sürecini küçültüp parçalara ayırdığı gibi, işçilerin örgütlenmesini de sadece işyeri ya da fabrika ile sınırlı bir alana kapatmıştır. Tek tek, işyeri örgütlenmeleri yaygınlaştırılmış, İnsan Kaynakları Yönetimi, Kalite Çemberleri, Toplam Kalite Yönetimi, yönetişim gibi uygulamalarla, işçi sınıfının kapitalist sisteme uyumlu bir yapıda yeniden örgütlenmesinin araçları geliştirilmeye çalışılmıştır. Üstelik tüm bunlar yapılırken, eskiden olduğu gibi baskıcı uygulamaları sürdürmenin yanı sıra, işçilerin rızasına dayanan örgütlenme modelleri geliştirilmeye özen gösterilmiştir. Ayrıca her işletme ya da fabrikanın tek tek üretim birimleri olarak örgütlenmesi sağlanmış, bu birimlerin birbiri ile ilişkiye geçmesi engellenmiştir. Tüm bu uygulamalar sonucunda sendikalar ciddi bir örgütlenme sorunu ile karşı karşıya kalmışlar, pek çok sendika, TKY, kalite çemberleri gibi uygulamaları desteklemesinin bedelini, ciddi üye kayıpları ve işçiler içindeki itibar kaybı ile ödemiştir.

Kamu açısından bakıldığında, esneklik; emekçilerin, çalışma biçimi, sayısı, çalışma koşulları, ücreti, çalışma süresi ve çalışma yetenekleri bakımından “piyasa koşulları” neyi gerektiriyorsa o koşullarda istihdam edilebilmesini ifade etmektedir. Eğer “piyasa koşulları” emekçilerin sayısının azaltılmasını, ücretlerinin düşürülmesini ya da çalışma saatlerinin yükseltilmesini gerektiriyorsa, işveren ya da yönetim, hiçbir yasal engel ile karşılaşmaksızın emekçi sayısını azaltabilmeli ya da çalışma saatlerini arttırabilmelidir. Bu haliyle oluşturulacak olan yeni istihdam biçimi, kapitalizmin sermaye birikiminde yaşadığı tıkanıklıklar karşısında bir “can simidi” vazifesi görecektir. Çünkü önemli olan; kaç kişinin istihdam edildiği, kaç kişiye “ekmek verildiği” değil, üretim süreci içinde “piyasada” oluşan arz ve talep dalgalanmalarına “nasıl” ve “ne şeklide” yanıt verebileceğidir. Şimdiye kadar daha çok işçileri ilgilendirdiği sanılan “esnek çalışma ilişkileri”, artık sadece maddi mal üreten atölyeler ya da fabrikalarda çalışan işçileri değil, hizmet üreten işyerlerinde çalışanları, özel-kamu ayrımı yapmaksızın tüm istihdam alanlarını kuşatmıştır. Böylece kamuda iş güvenceli, tam zamanlı çalışma yerine, güvencesiz, kısmi zamanlı çalıştırma tercih edilir olmuştur.

Sendikal yapılardaki değişiklikler çeşitli biçimlerde ortaya çıkmaktadır; işkolu sendikacılığından işletme sendikacılığına yöneliş, daha “uzlaşmacı” ve “işbirlikçi” bir sendikal anlayışın gelişmesi, mücadeleci sendikacılığın iyice zayıflaması, militan ve ilerici sendikal yapıların geri sendikal anlayışlarla kuşatılarak eritilmesi veya sendikal örgütler arasındaki rekabetin artması gibi değişiklikler, son dönemde en çok gözlenen gelişmelerdir.

Türkiye’de yıllardır yaratılmak istenen yeni çalışma ilişkileri, tıpkı Avrupa deneyimlerinde olduğu gibi, emekçi sınıfları, tümüyle işin, işyerinin ve işverenin istek ve beklentilerine, ihtiyaçlarına göre çalıştırmayı ya da çalıştırmamayı ilke edinen bir anlayışın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Son on yılın Avrupa’sına baktığımızda, iktidara gelen hükümetlerin kamu istihdam rejimlerine esneklik unsurlarını daha fazla sokmaya başladığı görülebilir. Avrupa Birliği’nin ekonomik ve siyasi bütünleşmesi bağlamında önemli bir yeri olan esneklik uygulamalarının, uyulması gereken Maastrich kriterleri, yeni teknolojilere uyum ve özelleştirme uygulamaları ile birlikte kamu kesiminde istihdam daralmasını hedeflediği kısa sürede ortaya çıkmıştır. Kamu personel sistemi açısından AB ülkelerinin önceliği, “performansa dayalı ücret”, kamu hizmet sunumunun “müşteri odaklı” olarak gerçekleştirilmesi, emekçiler arasında rekabet yaratılması gibi “serbest piyasa ekonomisi” ilkelerinin hayata geçirilmesidir. Bu ilkelerin hayata geçmesinin en somut sonucu ise, çalışma ilişkilerinin esnekleşmesi, kamu istihdamının daralması ve bunların sonucu olarak sendikal örgütlenme ve yapıların yeni sorunlarla karşı karşıya kalması şeklinde ortaya çıkmaktadır.

SENDİKAL ÖRGÜTLENMEDE YAŞANAN SORUNLAR

Sendikaların güçlü birer örgütlenme ve mücadele merkezleri olabilmeleri, öncelikle, işyerlerindeki güvenilir örgütsel yapılarına ve üyelerini/emekçileri eylem ve etkinliklerine katma düzeyine bağlıdır. Sermaye ile emek arasındaki çatışma ve çelişkilerin ilk işaretleri işyerlerinde görüldüğünden; çalışma koşullarındaki olumsuzluklara, baskı sürgün ve cezalara, her türlü etnik, sınıfsal ve cins ayrımcı politikalara, insanca çalışma ve yaşama koşullarına, işkoluna özgü sorunlar ile diğer birçok soruna müdahalenin adımı işyerlerinde atılmak zorundadır. Sendikal örgütlenme ve mücadelenin gelişmesi ve kalıcılığı, öncellikle buna bağlıdır. Yukarıda belirtilen sorunlara müdahalenin adımı işyerlerinde atıldığında, sendikal yapı güçlenir ve bununla ilişkili olarak mücadele de gelişir. Sendikal örgütlenme ve mücadelenin gelişmesi ve kalıcılığı, işyerlerinde ne kadar örgüt olduğumuzla ilişkilidir.

Sendikal sorunlar ve zayıflıklarda çeşitli etkenler rol oynamaktadır. İç etkenler, önemli oranda belirleyici durumdadır. Ancak sendikalar, iç etkenlerin yanı sıra dış etkenleri de görmeli ve en uygun tedbirleri almalıdır.

Sendikal sorunların yaşanmasında etkili olan dış etkenler

Sendikal örgütlenme sorunlarının bir bölümü sendikaların dışından kaynaklanan nedenlerle ortaya çıkar. İç etkenler aşılabildiği oranda, bu etkenlerin tahribatını azaltmak mümkün olabilecektir. Bu bağlamda sendikal sorunların yaşanmasında etkili olan dış etkenler;

·     Esnek çalışma ve bunun kışkırttığı çalışma ortamındaki rekabet, (ücret ve statü ayrıştırılmasından kaynaklı rekabet, her türlü ayrımcılığın kışkırtılması sonucu bölünme ve parçalı duruşlara yol açan rekabet, sendikal rekabet, siyasal-düşünsel farklılıkların kışkırtılmasından kaynaklı rekabet vb.)

·     Sendika üyelerine, sendikalaşmaya yönelik idari ve siyasi baskılar,

·     İşçi ve emekçiler arasındaki birliği zorlayıcı unsurlar, geleneksel önyargılar,

·     Haklarda ve kazanımlarda yaşanan geriye gidiş nedeniyle, sendika üyesi olan/olmayan emekçilerin, örgütlenmeye ve sendikalara olan inançsızlık ve güvensizlik eğilimlerinin artması,

·     Devletin, sermayenin çıkarlarını/ihtiyaçlarını gözeten ve emekçilerin örgütlülüğünü dağıtmayı hedefleyen yasal düzenlemeler,

·     Yeni saldırı politikalarına, emek hareketine ve sendikalarına yönelen saldırılara karşı tüm halk güçlerini seferber edebilecek, mücadelede öncü rolü oynayabilecek, ülke çapında mücadeleyi birleştirecek siyasal önderliklerin zayıflıkları gibi sorunları sıralayabiliriz.

Sendikal sorunların yaşanmasında etkili olan iç etkenler

Sendikal sorunların yaşanmasında iç etkenler, kimi zaman dış etkenlerle iç içe geçmiştir. İç etkenlerden kaynaklı sorunlara öz eleştirel yaklaşılarak analiz yapılması önemlidir. Sendikal politikaların belirlenmesi ve bu politikalara uygun örgütlenmenin yapılabilmesi, sağlam bir örgüt yapısına bağlıdır. Böylesi bir örgüt yapısı ise, belirlenecek doğru strateji ve bu stratejinin başarısına odaklanmış doğru taktiklere bağlıdır. Örgütsel ihtiyaçlara yanıt verecek doğru taktik adımlar, sınıf hareketinin güçlenmesini ve mücadelenin gelişmesini sağlayacağı gibi, sendikal sorunların aşılmasına da hizmet edecektir. Bu anlamda kamu emekçileri sendikaları için;

·           4688 sayılı yasanında etkisiyle yaşanan yıpranma ve daralmalar,

·           Genel Merkezler, şubeler ve işyerleri arasında koordinasyondaki zayıflıklar,

·           Her düzeyde iletişimsizlik, ciddi bilgi eksiklikleri ve işleyişte yaşanan sıkıntılar,

·           Taban-tavan arasındaki açının artması ve her düzeyde güven ilişkisinin zedelenmesi,

·           Mücadeleyi birleştirme görevinin yerine getirilebilmesi için gerekli iradenin gösterilememesi, ortak iş yapma fikrinin zayıflaması,

·           Kadro ve yöneticilerin birçoğunda görülmeye başlanan umutsuzluk, çaresizlik ve süreçten kopma eğilimleri,

·           Kolektif görev üstlenmenin zayıflaması sonucu eleştirel ve tepkisel duruşa yönelme,

·           Sendikal anlayışına ve duruşuna göre dışlama ve dağıtıcı tutumlar,

·           Sendikaların bir okul olarak algılanmaması ve değerlendirilememesi,

·           Günlük mücadelede fikri boşluk bırakılması ve gündemin gerisinde kalınması,

·           Özelleştirme vb. saldırılarda yerinde ve zamanında birleşik bir tutum alınarak güçlü karşı duruşların gösterilmemesi,

·           En aşağıdan en üste kadar kurulların, ihtiyaca yanıt verecek biçimde yeterince işlememesi/işletilememesi,

·           Her düzeydeki kadro ve yöneticilerimizin, önemli oranda toplumdan izole bir yaşam alışkanlığını sürdürmesi,

·           Örgüt içi demokrasinin yeterince işlememesi/işletilememesi,

·           Mesajla iletişim öne çıkartılarak, işyerlerinde yüz yüze faaliyetin unutulması,

·           Alınan eylem ve etkinlik kararlarının işyerlerine, üyelere taşınmasında atalet ve ciddiyetsizlik,

·           Emekçileri bölme/parçalama amaçlı her türlü rekabete karşı, başta emekçi kimliği üzerinden birliği sağlamaya dönük birlik stratejisi oluşturulmaması,

·           Eylemde ve mücadelede birliği sağlayarak ortak örgütlülüğe yönelecek, birlik stratejisine hizmet edecek taktiklerin geliştirilememesi,

Alınması Gereken Önlemler

1- Bugün için sendikaların en önemli sorunu; belirli, sürekli ve kapsamlı bir örgütlenme stratejisinin bulunmamasıdır. Pek çok sendika, faaliyetlerini günlük, rutin işlerle uğraşarak sürdürmekte, sendikal faaliyetin sadece bu işlerle sınırlı olduğuna inanmaktadır. Oysa sendikal faaliyetin temelinde örgütlenme yatar. Dolayısıyla örgütlenme stratejisi olmayan bir sendikanın, ne büyümesi ne de sınıf mücadelesinde söz sahibi olması mümkündür.

Sendikalar canlı birer organizma gibidir; ya gelişecek, büyüyecek ya da her geçen gün etkisizleşerek, mevcut sistemin bir parçası haline gelecektir.

Örgütlenmede başarıya ulaşmanın yolu; sendikal örgütlenmeye yönelik stratejiler oluşturmaktan, bu alana ilişkin plan ve projelerin belirlenmesinden geçer. Sendikal örgütlenme için stratejiler tespit etmek bir zorunluluktur. Ancak stratejiler iyi tespit edilmediği ya da edilmesine rağmen benimsenmediği, içi doldurulmadığında bir anlamı olmayacaktır.

2- Sendikalar açısından “sürece müdahale” temel yaklaşım olmalıdır. Sürece, zamanında ve doğru tarzda müdahale olmadığında “sonuca itiraz” etmekle sınırlı kalınmaktadır. Oluşturulacak örgütlenme stratejisini, bu iki seçenekten birine dayandırmak söz konusu olduğunda, “sürece müdahale” seçilmek durumundadır. Diğer yaklaşım, sendikaların bugün içinde bulundukları olumsuz sürece girmelerine neden olan pasif tutumun bir yansımasıdır.

3- Emeğe yönelik genel saldırılar, düşük maaşlar, idari baskılar, siyaset yasağı vb. sorunlara, ve hükümetin IMF direktifleri ile hazırladığı saldırı yasalarına karşı geliştirilecek mücadele, bize, tüm kamu emekçilerini, KESK ve bağlı sendikalar etrafında toplayabilecek tarihi bir fırsat sunmaktadır. Burada sorun, söz konusu saldırılara karşı mücadelenin mevcut kadrolarla mı sınırlanacağı, yoksa mevcut kadrolar da dahil, mümkün olan en fazla üyenin sürece katılmasının mı sağlanacağıdır.

Sendikal alanda yaşanan saldırılara karşı bildiri, afiş, paneller, işyeri gezileri, işyeri toplantılarış sendikalarda aydınlatma ve eğitim etkinlikleriyle, emekçilerin ülke genelinde birlikteliklerinin sağlanması yolunda önemli adımlar atılabilir. Bu noktada, sendikal eğitim çalışmalarının işyeri temsilcileri aracılığıyla özellikle işyerlerine taşınması son derece önemlidir. Bu faaliyetlerin sadece sendika üyelerini değil, sendika üyesi olmayanları da kapsaması, amaçlananın çok ötesinde bir etki yaratacaktır.

4- Sendikalara ve sendikal örgütlenmeye ilişkin eleştiri ve taleplerin, sendika üyelerinin talepleri ve eleştirileri üzerinden yükselmesi son derece önemlidir. Sendikal faaliyetler temelinde yapılacak eleştirilerde, varsa yapılan iş üzerinden eleştirileri sunmak gerekir. Eğer eleştiri yapılacaksa; örneğin, “Kitlelere saldırıların niteliğini anlatmak için kaç gün, kaç saat zaman ayrıldı?”, “Kaç işyeri gezildi?”, “Kaç toplantı yapıldı?”, “İşyerlerinde yapılan toplantıların sonuçları nelerdir?”, “Üyeler sendikaya hangi önerilerde bulunuyor?”, “Saldırıları geriletmek için hangi politikalar geliştirildi?” vb. türünden sorular üzerinden yapılacak eleştirilerin büyük anlamı vardır.

5- Sürekliliği olan ve kimi zaman da hızlandırılmış dönemsel örgütlenmeye yönelik çalışmalar, iyi planlanmış ve organize edilmiş sendikal faaliyetlerle birlikte yürütülmelidir. Merkezi örgütlenme programlarının yanı sıra örgütün her organının da bir programı olmalı ve aşağıdan yukarıya-yukarıdan aşağıya denetlenmelidir. Bu programlarda il, işyeri, okul hedefleri belirlenmeli, merkezi hedefe odaklanmalıdır.

Sendikal örgütlenmede umutsuzluk ve inançsızlıktan uzak durmak, öncelikli koşuldur. En üst organlardaki yöneticiler başta olmak üzere, yükü omuzlamış her kademeden yönetici ve kadrolar, umutlarını diri tuttukları ve kararlılıklarını gösterdiklerinde tüm üyeler ve diğer emekçilerde de sendikalara ve kendilerine güven duygusu gelişecektir.

6- İş kollarımızdaki tüm emekçilerin işe başlamadan önce yaşadıkları bir okul süreci var. Bu süreci görerek, buna ilişkin sendikalarımızın tanıtımını da içine alan örgütsel projelerimiz olmalıdır. İş kollarımızda çalışacak olan gençliğe yönelik her türden faaliyetimiz, sendikal örgütlülüğümüzün zeminini hazırlayacak ve işlerimizi kolaylaştıracaktır (Eğitim Fakülteleri-Yüksek Okullar-Mesleki Okullar vb.)

7- Sermayenin öngördüğü örgütsüzlüğü aşmaya dönük yeni örgütlenme taktikleri üzerine yoğunlaşılmalıdır. Yaygınlaştırılmak istenen yeni istihdam biçimlerinin olumsuz etkilerini, kadrolu istihdam talebini öne çıkararak ve bu çağrımıza uygun örgütsel adımları fiili olarak attığımızda aşabiliriz. Bu konuda fikri ve iradi birliğe ihtiyacımız vardır. Öncelikli olarak; işyerlerine özgü taleplerin çevresinde mücadelede birliği sağlamak gerekmektedir. Eylemde birlik, mücadelede birlik, her türlü önyargıyı kırmayı kolaylaştıracak ve birleşik mücadelenin önünü açacaktır. Zemini olgunlaştırıldığında fiili örgütlenmeden kaçınılmamalıdır. Statüsü farklılaştırılmış ya da esnek çalışmanın gereği olarak farklı adlandırmalarla işe başlatılmış (sözleşmeli, ücretli, taşeron vb..) emekçilerin sendikalara üye olma, birlikte aynı sendikada örgütlenme taleplerine, örgütlenme hakkının meşruluğu üzerinden bakılmalı ve bu kesimler fiili olarak örgütlenmelidir.

8- Üyelerimiz ile örgüt bağını güçlendirmeyi esas alan, kadro ve her düzeyden yöneticimizin sendikal politikalarda yetkinleşmesini hedefleyen eğitim çalışmaları, zorunlu faaliyetlerimizdendir. Örgütlenmeyi güçlendiren ve ayakta kalmasını sağlayan eğitim çalışmalarıdır. Her türlü olanak, eğitim için seferber edilmelidir.

Örgütümüzün her düzeyinde bir beklenti vardır. Ancak yaşadığımız sorunlar büyük olduğundan, beklemeye tahammülümüz yoktur. Nitelikli kadrolardaki emeklilik oranının artması, yeni kadro yetiştirme ihtiyacı, tüm sendikalarımız için yaşamsal önemdedir. Bu konuda atılacak her olumlu adım, örgütlenmeye hizmet edecek ve mücadeleyi güçlendirecektir. İşyerlerine kadar inecek sürekli bir eğitim faaliyeti, sorunların aşılmasının da anahtarıdır.

9- İşyerlerinden şubelere, şubelerden genel merkezlere yazılı rapor sistemi oturtulmalıdır. Gelen yazılı raporların içeriği, bir üst yönetici organ tarafından özenle ve ciddiyetle değerlendirilmeli, yapılması gerekli olanlar gecikmeden yapılmalıdır. Sonuçlarına ilişkin bilgilendirme, diğer merkezi kararlar ve çağrılarla birlikte işyerlerine kadar zamanında gitmelidir. Bu konudaki keyfi tutumlar mahkum edilmeli ve alışkanlığa dönüşmemelidir. Yazışmalar başta olmak üzere iletişim ve işleyişteki hatalar, eksiklikler, umursamazlıklar ve keyfilikler bir an önce aşılmak zorundadır.

Sendikal sorunlarda dış etkenlere karşı yürütülecek mücadeledeki başarı, örgütlerimizdeki çalışmamıza bağlıdır. Örgütlenmeyi zorlaştıran dış etkenleri az-çok biliyoruz. Ancak iç etkenleri ortadan kaldırmadan ilerlememiz zordur. Bu konudaki eksiklik, alışkanlık ve keyfiliklerin giderilmesinin yolu, ortak çalışma kültürünün yerleşmesi ve sorumluluk duygusunun ileri bir noktadan edinilmesinden geçiyor. Örgütün bütününü gözeten geniş bir ufuk, birliği ve dayanışmayı sağlayacak kolektif çalışma alışkanlığı, örgütün bütününün iradesi üzerinde demokratik kararlaşma, kolektif irade, emek ve demokrasi mücadelesinde takınılacak ikirciksiz tutum, sendikal sorunların giderilmesinde çıkış yoludur.

FARKLI STATÜDE ÇALIŞANLARIN ÖRGÜTLENMESİ VE EĞİTİM FAKÜLTESİ ÖĞRENCİLERİYLE İLİŞKİLER

Uluslararası sermaye kendisine sürekli yeni kar alanları aramaktadır. Bu, yeni alanların başında da kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi gelmektedir. Sermaye bu saldırıları IMF, DB, DTÖ gibi kuruluşlar aracılığıyla yürütmektedir. Kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi için yapılan en önemli uluslararası anlaşma ise DTÖ bünyesindeki GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması)’dır. Türkiye’nin de imzaladığı GATS ile birlikte kamu hizmetleri serbest piyasaya açılarak kamusal alan tasfiye edilmek istenmektedir. Bu süreçte, bir taraftan kamu hizmetleri özelleştirmeler yoluyla özel sermayeye açılırken/piyasalaştırılırken, diğer yandan kamuda çalışanların statüleri değiştirilerek sözleşmeli hale getirilmekte, performansa dayalı ücret sistemi, toplam kalite yönetimi, norm kadro vb. uygulamalar dayatılmaktadır.

Kamu Personel Reformu adıyla getirilmek istenen bu uygulamalar, Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nun Cumhurbaşkanının vetosuna takılmasından sonra parça parça uygulanmaya konulmuştur. Başta sağlık işkolu olmak üzere birçok işkolunda uygulamalar yaygınlaşmaktadır. Eğitim işkolunda da norm kadro uygulamasıyla istihdam daraltılmaya başlanmıştır. Son yıllarda eğitim alanında sözleşmeli, ücretli, vekil vb. öğretmen çalıştırma uygulaması ciddi biçimde artmıştır. İstihdamdaki daraltma, sözleşmeli çalışma uygulamasıyla yaygınlaştırılmaktadır. Bu sürecin esnek çalışma sistemini dayattığını da görmekteyiz. Kısmi zamanlı sözleşmeli olarak çalıştırılan öğretmenlerin sözleşmeleri, son alınan kararlarla geçiş sürecini kolaylaştırmak için 12 aya çıkarılmıştır. Şu anda toplam öğretmen sayısına göre sınırlı sayıda olan sözleşmeli çalışanların oranı giderek artmaktadır. Sözleşmeli çalışanlarla kadrolu çalışanlar aynı iş yerinde aynı işi yapmalarına karşın, farklı ücret ve farklı özlük haklarına sahiptirler ve sendikalarda örgütlenme hakları yoktur.

Eğitim Sen yeni örgütlenme stratejisini oluştururken, bu gelişmeleri dikkate almak durumundadır. Aynı işyerinde aynı işi yapan sözleşmeli-kadrolu tüm eğitim emekçilerinin (hizmetli ve memurlar dahil) aynı sendikaya üye olması gerekmektedir. Sayısı giderek azalan kadrolu çalışanlar ile birlikte sendikaların da erimesi ve üye kaybetmesi kaçınılmazdır. İşyerlerinde farklı statüde çalışanlar (kısmi sözleşmeli, sürekli sözleşmeli, memur, hizmetli, kadrolu vb.), talepleri etrafında işyeri komitelerinde birleştirilmelidir. Bu komiteler aracılığıyla sözleşmeli çalışanların sorunlarıyla ilgili de çalışma yapılarak, tek bir mücadele cephesi oluşturulmalıdır. Sözleşmeli  çalışanlar sorunlarına sahip çıkıldığı oranda sendikayı sahiplenecektir. Yasal engelleri aşmak içinse fiili olarak üye yazılmalıdırlar. Karar alma süreçlerine katılmaları sağlanmalı, kadrolu-kadrosuz çalışanların aynı mücadele cephesinde birleşmeleri hedef olarak belirlenmelidir.

Göreve yeni başlayan öğretmenlerde sendikalara üye olma konusunda tutukluklar bulunmaktadır. Bunda sendikaları hedefe koyarak yapılan karşı propagandanın yanı sıra sendikaların kendilerini anlatamamalarının da etkisi olduğunu vurgulamak gerekir.

Eğitim Sen’in gelecekteki üye potansiyelini oluşturan, üniversitelerin öğretmen yetiştiren fakültelerinde okuyan öğrencilere ayrı bir önem verilmelidir. Bu fakültelerde oluşturulacak birimlerle (bunların adı Eğitim Sen Gençlik Komisyonu vb şekillerde olabilir) sendikalar ve faaliyetleri tanıtılmalıdır. Bu komisyonlar büyük şehirlerde üniversiteler şubesine, diğer şehirlerde de mevcut şubelere bağlı olabilir. Bu komisyonlar, şubelerin denetimi ve işbirliğinde çalışmalı ve tüm eğitim fakültesi öğrencilerine açık olmalıdır. Bu komisyonlara üye olan öğrenciler de sendikaya fahri üye olmuş sayılmalıdır. Öğrencilerin kendi alanlarıyla ilgili konularda karar alma süreçlerine katılımı da sağlanmalıdır. Ama her şeyden önce sendikaların kapıları öğrencilere açılmalı, onların sorunları sahiplenilmeli ve üyelere de sahiplendirilmesi için gerekli çalışmalar yapılmalıdır.

ÖRGÜTLENME MODELİ

Sendikaların işyerlerinden yükselen, sendika-üye ilişkisini güçlendiren ve bir sınıf örgütü olarak yeniden mücadeleci birer sınıf örgütleri haline gelmesi, başka bir ifade ile sendikaların işçi ve emekçilerin birleşme ve mücadele merkezleri olarak yeniden inşası, içinde bulunduğumuz dönemde sendikal hareketin temel sorunlarından birisidir.

Sermayenin saldırılarına karşı mücadele, tüm yönleriyle sendikaları hareketlendirmeyi, emekçi kitleleri sendikalar aracılığı ile ekonomik ve siyasal mücadele içine çekmeyi öncelikli görev haline getirmiştir. Emekçilerin, birleşme ve mücadele merkezleri olarak sendikaları yeni baştan inşa etmeleri bu amacın gerçekleştirilmesi için atılması gereken ilk adımdır.

Özellikle son yirmi yılda, sınıf mücadelesini ve sendikaları reddeden yaklaşımların arttığı belirgin bir şekilde görülmeye başlandı. Sendikaları, işçi sınıfının, sermayeye karşı mücadele eden bir “sınıf örgütü” olmaktan çıkarıp, büyük ölçüde bir “baskı” örgütü ya da “sivil toplum örgütü” haline getirmeye çalışan “liberal sol” akımlar, her ne kadar bunu tamamen başaramasalar da, epey bir yol kat ettiler.

Sendikal hareketin bugünkü dinamiklerini ve zayıflıklarını görmeyen; bunların talep ettiği görevleri yerine getirme, güncel ihtiyaçlarını karşılama yeteneği göstermeyen bir politikanın işçi ve emekçi sınıflar tarafından benimsenmesi ve başarılı olması mümkün değildir­. Sendikal hareketin mevcut mevzilerini koruması ve iler­letmesine her gün yardım edecek görevler yerine getirilmediği, sendikaların önündeki olanak ve fırsatlar değerlendirilmediği ve zayıflıkları aşmaya yönelik çalışmalar bugünden yapılmadığı taktirde, sendikal hareketin ilerlemesi, sendikal örgütlülüğün genişletilmesi mümkün değildir.

Sendikalar üyeleriyle vardır. Üyeler ise hizmeti işyerlerinde üretmekte ve işyerlerinde bir araya gelmektedir. Bu nedenle, işyeri çalışması temel alınmadan önerilecek her çalışma ve örgütlenme tarzı başarısızlığa mahkumdur. Sınıf mücadeleleri tarihine bakıldığında, toplumsal dönüşümlere ve sosyal kazanımlara yol açan tüm büyük emekçi eylemlerinin üretim alanlarına, işyerlerine dayandığı görülecektir. Sendikal hareketin yükselmesi; kitlelerin günlük sorunlarıyla ilgilenmesine, kitlelerin en küçük taleplerinin önemsenmesine, eylem ve etkinlik önermelerinin karar organlarına taşınmasına ve geniş yığınların talepleri ve mücadelesinin benimsenmesine bağlıdır. Sınıf bilinçli her işçi, kamu emekçisi; temsilci olmak ve temsilcilik kurumunun işlemesi için çalışmalı, sendikalarda saldırıların kitleler tarafından bilince çıkarılması için yeni etkinlikler önermeli, ama sadece önermekle kalmayarak, çalışmaların işyerlerine ulaşması ve kitlelerin aktif katılımını sağlamak için azami çaba göstermelidir.

İşyerlerinde sağlam bir sendikal örgüt oluşturmak, emekçilerin en geniş kesimlerini sendikal mücadeleye çekerek, sendikal taleplerle kararların yine en geniş kesimlerle birlikte oluşturulması önemlidir. İşyeri örgütlülüğünde sendikalılar ile sendikasızlar ya da başka sendikalara üye olanlar arasında ayrım yapmak gibi her anlamda işyeri örgütlülüğünü zayıflatacak tutumlardan özellikle kaçınmak gerekir.

Sendikaların en küçük üretim birimindeki örgütlenmeden, en tepedeki uluslararası örgütlenmelere kadar, tüm aşamalarında canlılık göstermesi gerekir. Bunu sağlamanın yolu, işyerlerinden başlayarak, tüm aşamalarda sendika organlarının aktif olarak işlemesi ve sorunlara anında müdahale etme becerisinin gösterilebilmesidir. Bu anlamda benimsenecek örgütlenme modelinin dikkatle seçilmesi gerekir. Sendikalarımızda özellikle kararların tartışılması ve alınması aşamasında yoğunlaşan merkezileşme süreçleri, kamu emekçileri sendikalarının giderek hiyerarşik-bürokratik bir yönetim biçimini benimsemesine neden olmaktadır. Bu durum, sendika yönetimlerinin üyelerin sorunlarına yabancılaşmasını ve işyerleri ile olan bağların zayıflamasını beraberinde getirmiştir. Sözü edilen durum o kadar yaygınlaşmıştır ki, sadece genel merkezler değil, şube yönetimleri ve temsilciliklere kadar bütün yönetim kademelerinin işyerleri ile olan bağlarında ciddi zayıflıklar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Sendikal hareketin yeniden canlanması ve en geniş emekçi kesimini çatısı altında bir araya getirmesi, işyerinden başlayarak, en üst organlara kadar, tüm yönetim kademelerinin ve örgütlenme biçimlerinin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bugün emek hareketini güçlendirmenin yolu, sendikal örgütlenmenin daha da merkezileştirilerek bürokratikleştirilmesinden değil, sendikaları ve sendikal mücadeleyi mümkün olduğu kadar yerelleştirip, yaygın ve etkili bir örgüt modelinin hayata geçirilmesinden geçmektedir.

Modeli yukardan aşağı kısaca şöyle bir ifade edebiliriz. En yetkili karar organı, 3 yılda bir toplanan Merkez Genel Kurul’dur. Ardından Genel Kurul tarafından seçilen yedi kişilik MYK daha sonraki karar organıdır. MYK ‘nın yanında Merkez Denetleme ve Merkez Disiplin Kurulları olmak üzere merkez organları vardır. Ayrıca MYK’ya bağlı bazı daire ve bürolar bulunmaktadır. MYK’nın altında şubelerin yönetim kurulları ve il temsilcilikleri, bunlara bağlı ilçe temsilcilikleri ve hem şubeye, hem ilçe temsilciliklerine bağlı işyeri temsilcilikleri vardır. Aslında model sade bir modeldir. Ama bizim örgütlenme alanımız ve işyerlerinin yaygınlığı ve dağınıklılığı düşünülürse, bu haliyle ihtiyaçlara yanıt veremez durumdadır.

Tüzüğümüze göre, şubeler sadece il merkezlerinde açılabilir. Buna aykırı üç ilçe şubemiz vardır. Bunlar Gebze, İskenderun ve Tarsus’tur. Bu şubeler yasada önceden var olduğu ve üye sayısı olarak o dönem 500’ü aştığı için korunmuştur. Ayrıca İstanbul’da 8, İzmir’de 6, Ankara’da da 5 şube vardır. Bunlardan birer tanesi üniversitelerde örgütlenmiştir. Görüleceği gibi örgütte bir standart yoktur. Örgütlenme modelimiz, bu haliyle, yeniden inşayı zorlaştıran bir rol oynamaktadır. Kuşkusuz zorluklarımızın tek nedeni olarak örgüt modeli görülmemelidir. En mükemmel örgüt modeline sahip olsanız bile, başka birçok şey bir araya gelmezse, mükemmel model de işlemeyecektir. Bizim önerdiğimiz model, kuşkusuz mükemmel bir model değildir. Ama işyerlerindeki örgütlerimizi yeniden inşa edecek, var olanları canlandıracak ve içinde bulunduğumuz durumdan çıkışı kolaylaştıracak bir modeldir.

Örgütlenme modelleri oluşturulurken kalıplara sıkışılıp kalınmamak, örgütün ihtiyaçları doğrultusunda esnekliği de gözetmek gerekir. Öte yandan bürokratik organların yaratılmaması da önemlidir. Bu açıdan baktığımızda, temel ilke olarak, işyeri-şube, şube-genel merkez arasında herhangi bir ara organın bulunmaması gerekir (Şube olamayan ilçelerdeki ilçe temsilcilikleri ve bunların yönetimleri hariç). İşyeri, şube ve genel merkez arasındaki her ara organ yeni bir bürokratik kademe ve hiyerarşi demektir.

Örgüt modeli oluşturulurken, tamamen örgütün ve mücadelenin ihtiyaçları üzerinden tartışmak gerekir. Kurumsallaşma adına, işverene paralel bir örgütlenme kesinlikle savunulmamalıdır. Muhataplık ilişkisi üzerinden bir örgütlenme anlayışına gidilmesi durumunda, işverenin her organının karşısına Eğitim Sen’in de bir organ koyması gerekir ki, bu, organ anarşisine yol açacaktır. Böyle bir uygulama sorunları çözecek olsaydı, MEB’in teşkilat şemasını alır, oradaki her kurulun, birimin vb. karşısına biz de bir organ koyar, sorunu çözerdik. Ancak bürokratik bir örgütlenme olan Bakanlık örgütlenmesi ile her yönüyle dinamik bir yapı olan sendikaların birbirine karıştırılmaması gerekir. Ayrıca bu, işverene paralel bir örgütlenme olur ki, bu durumda işverenin teşkilat yapısında yapacağı her değişikliğe karşılık bizim de aynı değişikliği yapmamız gerekecektir.

Fiili ve meşru mücadele geleneğinden gelen bir sendikanın örgüt modeli, mücadele geleneğine ve ilkelerine uygun olmalıdır. Bizde yeni şubelerin açılabilmesi, devletin mülki yapılanmasındaki değişikliğe bağlıdır. Bugün devlet bir ilçeyi il yaptığında, biz de orayı şube yapıyoruz. Bunun örnekleri Düzce, Bartın, Karaman vb.’dir. Biz devletin bir yeri il yapmasında göre şube sayısını arttırıp azaltmamalıyız. Siyasi iktidarın il sayısını arttırması onun kendi yapısal, yönetsel ve siyasal ihtiyacından kaynaklanır. Eğitim Sen’se, kendi yapısal, yönetsel, örgütsel ve mücadele ihtiyaçları üzerinden kendi şubeleşmesini gerçekleştirmelidir. Yoksa çelişkilerle dolu bir modelle karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olur. Örnek vermek gerekirse, Bartın Zonguldak iline bağlı bir ilçeyken il yapıldı. Biz de orayı şube olarak örgütledik. Bu örgütlenme, Bartın açısından kuşkusuz iyi olmuştur. Ama aynı Zonguldak ilinin Ereğli ilçesinde şube olmaya yeter sayıda üye varken, biz halen Ereğli’yi temsilcilik olarak çalıştırmaya ve bunun üzerinden örgütlenmeye çalışıyoruz. Aynı şey Konya’dan ayrılıp il olan Karaman ve halen Konya’ya bağlı ilçe olan Konya-Ereğli için de geçerlidir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bizim tartışmamız gereken, bu ilçelerde şube kurmanın ihtiyaç olup olmadığı, bunun örgüte yararlı olup olmadığıdır. Şube kurmayı il olup olmamaya bağlamanın çok doğru olmadığı açıktır.

Önceki mücadele deneyimlerine, ülkemizdeki işçi sendikalarına ve öncel örgütlerimize baktığımızda, mücadele diye bir derdi olan örgütler şubeleşmeyi hep teşvik etmiş ve şube sayıları yüzün katları ile ifade edilen boyutlarda olmuştur. Kuşkusuz ki, şube olmaya bir kıstas getirmek gerekir. Şubeler işyerlerini bir araya getirecek, oralara faaliyet götürecek, oraları örgütleyecek oraların mücadelesini birleştirecek ve yönetecek organlardır. Yeni şubeler, devletin yapılanması, coğrafi özellikler, sayısal birikim (üye ve işyeri) mücadelenin ihtiyaçları vb. şeylerin bir araya gelmesi ile oluşturulmalıdır. Bu yüzden şubelerin kurulacağı en küçük yerleşim birimi ilçe olarak belirlenmeli ve belli bir üye sayısının, işyerinin bir araya gelmesi aranmalıdır.

Şu anda örneğin 400 üye sayısına sahip ilçe merkezlerinde şube açılmalıdır. Metropol illerde de her metropol ilçenin üye sayısı yeterli ise (veya yeterli orana geldiğinde) şube olmalıdır. Yeterli üye sayısına sahipse her üniversitede bir şube açılmalıdır. Metropol illerdeki taşra ilçeler (şube olamıyorlarsa) coğrafi yakınlık gözetilerek metropol ilçelerdeki şubelere bağlanmalıdırlar. Böylelikle şubelerin örgüte (üyelerine, işyerlerine) vakıf olmaları kolaylaşır. Bugün modeli bu kadar tartışmamızın temelinde, örgütün yeniden inşasına duyulan ihtiyaç vardır.

Dağınık, gevşek bağlarla örgüte bağlı, ülkede ve dünyada esen her rüzgardan etkilenen üyelerin ve işyerlerinin çokluğu düşünülürse, şubelerden gerçekleştirilecek müdahale ile örgütün yeniden inşasını gerçekleştirmek kolaylaşacaktır. Yoksa kendiliğinden bir yeniden inşa, örgütü diriltmeyi, mücadeleye sevk etme ve yeni örgütler kurmayı başaramayacaktır. Şubelerden işyerlerine müdahale ile örgüt yeniden kurulacaktır. Yani bozulan işyeri örgütlülüğünün yenilenmesi, işyeri temsilciliklerinin oluşturulması, var olanların güçlendirilmesi için mutlaka şubelerin müdahalesi ve görev üstlenmesi gerekiyor. Şubelerin üzerine düşeni yapabilmesi için de örgütlenme alanlarının daraltılması ve faaliyet götürecekleri işyeri sayısı ile başa çıkabilir olmaları için, işyeri sayısının sınırlandırılması-azaltılması, örgütlenme alanını, üyelerini, eğitim ve bilim emekçilerini tanıyabilmeleri gerekir. Alanlarına yetebilme olanaklarının şubelere verilmesi gerekir.

Şube sayısının çoğalması ile faaliyetin içine giren ve görevleri tanımlanmış yönetici sayısı da artacaktır. Bu, şu an var olan yöneticilerin yükünü de azaltacaktır. Şu anda 100 şubede (100 x 7=700) toplam 700 yönetici koşturuyorsa (hepsinin çalıştığını var sayarsak), yarın sayı 150 şubeye çıktığında (150 x 7=1050), 1050 yöneticinin aynı işler için seferber olması anlamına gelir ki bu, yükü azaltan ve faaliyeti kolaylaştıran bir rol oynayacaktır. Aynı işleri 700 yerine 1050 kişinin yapması, hem daha kolaydır, hem de ulaşılamayan yerlere ulaşmak, gidilemeyen alanlara gitmek bakımından önemli olanaklar doğurur. Şube sayısının fazlalaşması, çok sayıda kadronun hem önünün açılması, hem de yetişmesi için bir olanaktır.

Örgütlenme modelimizin özü, işyeri-şube (şube olamayan ilçelerde ilçe temsilciliği)-Genel Merkez ve bunlara paralel karar organları (üyelerden oluşan işyeri kurulları, ilçe temsilciler kurulu,şube temsilciler kurulu, başkanlar kurulu, merkez temsilciler kurulu vb.) oluşturma şeklindedir. Örgüt modeli, eğitim emekçileri ile sendika arasında doğrudan bağ kurmak ve işyeri çalışmalarını daha canlı hale getirmek açısından tartışılmaya ve geliştirilmeye de açıktır.

SENDİKAL DEMOKRASİ, SEÇİM SİSTEMİ VE KURUMSALLAŞMA

Sendikalar kendi iç demokrasilerini kurarken, üyelerinin de toplumsal yaşam içerisinde demokrasi mücadelesine katılımının yolunu açarlar. Yani sendika bir demokrasi okuludur. Sendikal demokrasinin olmazsa olmazlarından birisi “demokratik merkeziyetçilik” ilkesidir. Kamu emekçilerinin mücadele sürecinde sık sık tekrar edilen ve üzerinde durulan bir kavram olmasına karşın, demokratik merkeziyetçilik ilkesinden zaman zaman ödün verildiği ya da bazı kişi ve gruplar tarafından doğru yorumlanmadığı görülmektedir. Demokratik merkeziyetçilik; üyelerinin eleştiri ve öneri haklarını kullanmalarını sağlayan, karar süreçlerine doğrudan katılmalarının kanallarını açan bir ilkedir. Üyelerin karar alma süreçlerine değişik organlar ya da çalışma grupları aracılığı ile katılmaları demokratik yanı oluşturur. Alınan kararların yaşama geçirilmesi, örgütsel iradeye dönüştürülmesi, tüm üyelerin kararlara katılma sorumluluğunu duyması ise, merkezi yanı oluşturur.

Bu anlamda; Danışma Kurulları olarak konumlanan kurulların karar organı olması, Temsilciler Kurulu vb. gibi katılımın yoğun ve örgüt iradesinin yansıtılma olanağının fazla olduğu organların karar alma yetkisine kavuşturulması, alınan kararların demokratik yanını güçlendirecek ve örgüt içi demokrasinin oluşmasını pekiştirecektir. Bu süreçte, işyerinin ve işyerindeki üyelerin karar organı olarak yapılandırılması ve karar süreçlerinin mutlaka işyerlerinden başlayarak yukarıya doğru işletilmesi gerekmektedir.

Sendikal demokrasi, emekçilerin sendikaya karşı ilgilerinin ve mücadele isteğinin gelişmesi ve sürece müdahalesinin aracı ve biçimidir. Sendikal demokrasiyi ortadan kaldıran en önemli etken sendikal bürokrasidir. Sendikal bürokrasi, kitleleri sendikal mücadelenin dışında tutmayı, örgüt içi yaşam kültürünün oluşumuna engel olmayı, sendikaya ve sınıf mücadelesine ilgi, istek, sorumluluk, katılım ve duyarlılığın gelişimine engel olur.

“Sendikal bürokrasi” ve “sendikal demokrasi” nesnel olgular oldukları kadar, anlayış sorunudur da. Her ikisi de temsil ettiği sendikal anlayışın gereklerine göre yolunu belirler. Sarı sendikacılığın, “sınıf işbirlikçisi”, “uzlaşmacı” sendikacılığın temsilcisi “sendikal bürokrasi”, sendikal hareketin tarihi boyunca sendikalarla emekçi kitleler arasında set oluşturmuştur. Sendikal hareketin bugün içine sürüklendiği bunalıma çekilmesine yol açan nedenlerden birincisi; emekçilerin sendikal mücadelenin dışına itilerek, sendikal mücadelenin yönetim kadrosundaki sendikacılarla yürütülen mücadeleye indirgenmiş olmasıdır. Aktif sendikacı-pasif kitle (taban) ayrımının üstünde şekillenen bu bürokratik sendikacılık; yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.

KESK’e bağlı sendikalar; mücadelenin en önünde yer alan çok aktif yöneticiler ve aktif bir taban ilişkisi üstünde yükselmiştir. Bugün ise, ne yazık ki; “aktif yöneticiler” (bu aktivite basın açıklaması, miting çağrıları, görüşmelere katılma olarak gözlenmektedir) ve “pasif kitle” (olup biteni izleyen, zaman zaman yapılan eylemlere çağrılan, ama bunlara pek katılmayan) ilişkisine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bunun önleminin mutlaka alınması gerekmektedir.

Sendikal demokrasinin önündeki engellerden biri de grupçu davranışlardır. Kamu emekçileri sendikalarındaki grupçuluğun temelinde, örgütlenebilir bir milyondan fazla emekçiyi bünyelerinde toplayamamış olmak da yatmaktadır. Kamu emekçileri sendikalarının grupçuluk hastalığından kurtulmak için kuruluş sürecinde olduğu gibi, üyelerin sendikaların etkinliklerine katılmalarını sağlamak ve ikincisi ise, örgütlenebilir bir milyondan fazla kamu emekçisini sendikaların çatısı altına çekmek ve kitleselleşerek yığınların sorunlarıyla haşır neşir olmaktır.

Sendikalarımıza olur olmaz yapılan eleştiriler ve gruplar arası tartışmalar, sendikaları geliştirmeye değil, kitlelerin sendikalara güvensizliğini geliştirmeye hizmet etmektedir. Eleştiriyi şu temele oturtmak, sendikal mücadelenin gelişmesi bakımından yararlı olacaktır: İş yapmak, politika üretmek, yapılan iş ve üretilen politika üzerinden eğer varsa eleştirileri sunmak.

İşyeri örgütlenmeleri, iş yapma ve pratik faaliyetler üzerinden siyasallaşan sendika kadroları ve ileri emekçiler, sendikalarda demokrasi için; işçi ve emekçilerin sendikanın her türlü bilgisini alma, irade oluşturma, örgütünü yönetme, denetleme bilinç ve girişkenliğinin gelişmesi için özel bir mücadele yürütmek zorundadırlar. Her şeyden önce, emeğin politikalarını benimsemiş kamu emekçileri, siyasallaşan sendika kadroları ve ileri emekçiler, sendikal örgüt yaşamının oluşmasında kendilerini asıl sorumlu olarak görmek durumundadırlar.

Unutulmamalıdır ki kamu emekçileri sendikaları, bilinçli, siyasallaşmış önderliği ile ve grupçuluğu, bürokrasiyi aştığı, şekilci sendikacılık alışkanlıklarından kendisini koruduğu ölçüde ilerlemiştir.

Genel kurullarımız çoğu zaman; ülkenin iktisadi, sosyal ve siyasal koşullarının tartışılarak önümüzdeki yılların mücadele taktiğinin belirlenip üyelere ilan edildiği kurullar olarak değil, sendikal demokrasinin tıkanmasının bir başka örneği olarak cereyan etmektedir. Genel kurullarımız, sadece seçime endekslenmiş, dar-grupçu ve “son ana kadar gerilen” tutumların belirleyici olduğu kurullar olmaktan çıkarılıp, işyerlerinden başlayarak, emekçilerinin sorun ve taleplerinin tartışıldığı, mücadele programının oluşturulduğu, mücadeleci unsurların önünün açıldığı süreçler olarak değerlendirilmelidir.

Seçim sisteminin ya da seçim yönetmeliğinin tartışılması ikincil sorundur. Öncelikli sorun, emekçilerin birlikteliklerini yok etmeyi hedefleyen saldırlar karşısında sendikalarımızı daha güçlü emek örgütlerine dönüştürme, hak kazanımlarının korunması ve yeni hakların kazanılması mücadelesinin başarılmasında etkili olacak politikaları belirleme, buna uygun taktikler geliştirme ve bu politikaları yaşama geçirecek sendika organ ve yönetimlerinin belirlenmesi sorunudur.

Genel Kurul süreçleri ve seçimler, işyerlerinden başlayarak mücadelenin ihtiyaçlarının tartışıldığı, sendikaların üyelerle ve hedef kitlelerle buluştuğu süreç olarak algılanmalıdır. Genel Kurul atmosferinin işyerlerinde yaşanması, tüm üyelerin, hatta üyeleri de aşan oranda emekçilerin, sendikal mücadeleyi anladığı, kavradığı, benimsediği süreç olarak değerlendirilmesi, işyeri sendika örgütlülüğünü geliştiren-pekiştiren bir unsur olacaktır.

İlkesel olarak üyelerin doğrudan katılımı ile yapılacak seçimlere bir itirazımız olamaz. Birini diğerinin önüne koymuyoruz. Mükemmel bir seçim sistemi de yoktur. Veya seçim sisteminin iyi olması bütün sorunları halletmiyor. Ayrıca doğrudan katılım, seçimin her aşamasında mümkün de değildir. Merkez organların seçiminde mutlaka temsili seçimler de olmak durumundadır. Olumlulukları-olumsuzluklarıyla seçim sistemleri tartışılabilir. Ancak, üyelerin büyük bir çoğunluğunu katabilme imkanına sahip örgütlenme alanlarında (temsilcilik ya da üye sayısı az olan şubelerde) ihtiyaca göre doğrudan seçim yöntemi değerlendirilebilir, uygulanabilir. Bu anlamda mevcut sistemdeki ilçelerin doğrudan katılımla yaptığı seçimler korunarak, şubeler için de mevcut delegasyon daha da genişletilerek sürdürülebilir.

KURUMSALLAŞMA

Kurumsallaşma, bir örgütün yönetim, denetim ve işleyişinin kişi ya da kişilere bağlı olmaması, ama tüm üyeler tarafından kabul görmesi ve benimsenmesinin çizgisidir. Yönetim ve organlarda değişim olsa bile kurumsallaşmanın araçları fazla bir değişiklik göstermeyecektir.

Kurumsallaşma, yönetim organları ile üyeler arasındaki ilişki ve iletişimi düzenli, sürekli, sağlıklı, anlaşılır, yaygın kılmaktır. Kurumsallaşma, örgütteki gelişmeleri, kararları üyelerle ve kamuoyu ile paylaşmaktır. Kurumsallaşma, örgütü üyelere daha fazla benimseten, örgüt kültürünü üyelerine içselleştiren, üyeler arasında ortak bilinç, dil, kültür, mücadele anlayışı oluşturma çabasıdır. Kurumsallaşma, taban ile yönetim arasında ilişkinin korunması, yönetim ile taban arasında olası güvensizliğin yaşanmamasının sağlanmasıdır. Bunun için;

Örgütün yetkili kurullarının toplantı sonuçları, üyelerle, kamuoyu ile zamanında paylaşılmalıdır. Olumlu ya da olumsuz her türlü gelişme açıklanmalıdır. Alınan kararlar, yapılan işler sahiplenilmeli, soru işaretlerine, kuşkulara fırsat verilmemelidir.

v  Aleniyet ilkesi gereğince, örgüt yönetim organlarının tabana, kamu oyuna karşı açıklığını koruması, güveni pekiştirecektir. Aidatların elden toplandığı süreçte yarattığımız gelenek tekrar yaşama geçirilmelidir. Sendikalar düzenli yayınlarında aylık olarak mali bilançolarını yayınlamalıdır.

v  Eylem ve etkinliklerin, üyelerin sendikal mücadeleye katılımının, işyeri-sendika ilişkisini geliştirmenin aracı olduğu unutulmamalı; eylem ve etkinlikler işyerlerine kararlılık ve ciddiyetle taşınmalıdır. Teknolojik gelişmelerden yararlanmak, iletişim hatları geliştirmek adına mesajla eylem ve etkinlik duyurusunun alışkanlık haline gelmesinin önüne geçilmelidir. Her eylem ve etkinliğin sonuçları da üst organlara bildirilmelidir. Bunun geri bildirimi de merkezden şubelere ve işyerlerine ulaştırılmalıdır.

v  İşyeri gezileri, sendikal politikaların işyerlerine taşınması yeniden önemsenmelidir. İşyeri gezilerinin yapılmaması, işyeri sendika ilişkisini yok etmektedir. Yöneticiler işyerlerine, üyeler sendikaya yabancılaşmaktadır. Örgütlenmenin en güçlü propaganda yöntemi, yüz yüze ilişkiye dayalı sözlü propagandadır.

v  Şube işyeri gezi programları, sonuçları vb. genel merkez yönetimlerince izlenmeli, dönemsel raporlar ile şube çalışmalarına yön verilmelidir.

v  Sendikal mücadelenin daha çok üye tarafından sahiplenilmesi ve üyelerin sendikal faaliyetlerin içinde yer almasının araçlarından biri de genel merkez ve şube komisyonlarıdır. Sendikal politika ve mücadele-örgütlenme araçlarının yoğun olarak üretildiği ve üretenlerin ise sorunun asıl sahiplerinin olduğu çalışma gruplarıdır. Komisyonların gerekliliği, işlevi, nasıl oluşturulması gerektiği, çalışma ilkeleri vb. yeniden değerlendirilmeli ve örgütte yukarıdan aşağıya sendikal eğitim olarak algılanmalıdır.

Emek Hareketi’nden eğitim emekçilerinin özetlenen görüşleri, elbette sadece Program Kurultayı’na yönelik olarak oluşturulmamıştır. Yapılan tespitler ve ileri sürülen öneriler, genel olarak sendikal harekette, özelde ise Eğitim Sen’in örgütlü olduğu eğitim ve bilim işkolunda yaşanması gereken yenilenmenin, başka bir ifade ile yeniden inşa sürecinin temel noktalarını oluşturmaktadır. Böylece Eğitim Sen’i yeniden güçlendirecek ve eğitim emekçilerinin en geniş kesimlerini mücadeleye sevk edecek bir sendikal çizgi oluşturmak ve eğitim emekçilerini bu çizgi etrafında bir araya getirmek mümkün olabilir.

SONUÇ

Tüm alanlarda olduğu gibi, eğitim ve bilim işkolunda da başta istihdam yapısı olmak üzere ciddi bir parçalanmışlık yaşanmakta, bu durum sendikal zemindeki parçalanmışlığı beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, öncelikli olarak işyerlerinden başlayarak büyüyen bu parçalanmışlığın yarattığı dağınıklığı doğru analiz etmek, mücadele araç ve biçimlerini bu analiz çerçevesinde etkin kullanmak zorunludur. Bu noktada emekçiler arasında rekabeti kışkırtan her türlü yöntem ve uygulamaya karşı koyabilmek için eğitim emekçilerinin siyasallaşma sürecinin hızlandırılması gerektiği ortadadır.

Farklı statülerden eğitim ve bilim emekçileri arasında rekabeti değil, birlik ve dayanışmayı esas alan, somut taleplerin belirlendiği, mücadelenin bu somut talepler etrafında şekillendiği mücadeleci bir sendikacılık anlayışının Eğitim Sen’de hakim hale gelmesi için koşulların düne göre daha uygun olduğu söylenebilir. Bu, uzun soluklu ve tek tek her işyerinde özverili bir çalışma yürütülerek gerçekleştirilebilir.

Sendikalarımızın daha mücadeleci, emekçilerin ana kitlesinin mücadeleye katıldığı bir sendikacılık tarzıyla; demokratik, tabanın iradesinin sendika yönetimlerinin en üst kademelerine kadar yansıdığı kurumlar olarak yenilenmesi gerekir. Bunun, her şeyden önce, mevcut sendikal yapıların yenilenmesi; sendika-üye ilişkisinin doğrudan kurulması, sendikal yapının buna paralel olarak oluşturulması üzerinden sağlanacağı açıktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑