“Düşlerin sonsuza koştuğu yerde, / Sabrın çiçeklerini açtığı yerde,
Asla kapanmaz yaşanan defter. / Çünkü tarihin en güzel yerinde,
Son sözü hep direnenler söyler… ”
Yukarıdaki dizeler Adnan Yücel’e ait. KESK, 4688 Sayılı Yasa değişikliği ile ilgili 2 Nisan 2012 tarihinde Meclis önünde 60 kişi ile yaptığı basın açıklamasında pankartına talep yerine bu dizeleri yazdı ve altına da kendi imzasını attı. Hemen peşinden, yasaya karşı; 5 Nisan 2012 tarihinde yasanın Meclis’te görüşüldüğü son günde KESK MYK üyeleri ve bağlı sendikaların başkanları ile yaptığı “Çalışma Bakanlığı’nı İşgal!” ya da resmi açıklamaya göre “Bakanı Bekleme/Bakanlığı Terk Etmeme!” eylemi ile öncü kadroların “en” öncülerinin katıldığı “direniş” eylemlerinin finalini yaptı. Böylece, 4688’i geri çektirtme, grevli toplusözleşme hakkını elde etme, yasaya yönelik istemlerini kabul ettirme vb. talepler için başlattığı “mücadele süreci”ne dair eylemlerini sonlandırdı.
Bu yazıda, KESK’in, Adnan Yücel’den alarak kullandığı direniş şiirinin arkasına gizlenerek, aslında yenilgiyi kabulünün itirafını da barındıran, mücadeleyi, öncü kadroların yeni bir “direniş” destanına bırakan sürecini ve önümüzdeki dönemi değerlendireceğiz. Değerlendirmemiz, 2011 Genel Kurulu, sendikal yönelimler, iddialar ve sonrasında yapılan eylemler ile KESK’in hareket ve eylem tarzı üzerinden yapacağımız tespitlerle sınırlı tutulacak.
2011 GENEL KURUL DÖNEMİ
1-2-3 Temmuz 2011 tarihinde yapılan son KESK Genel Kurulu’nda ittifak yaparak yönetimi şekillendiren “siyasi güçler”, olup bitenleri, “KESK’i yeniden yapılandırma”, ”KESK’in bir muhalefet örgütü olması” ve “Devrimci KESK”i yaratma çabaları olarak açıkladılar. Oysa bir önceki dönemin ”yurtsever devrimci” ittifakının da argümanları hemen hemen aynıydı. 2011’de kaybettiği koltukları yeniden kazanan DSD (Devrimci Sendikal Dayanışma) grubu, önceki dönemi “liberal–etnik ittifak dönemi” olarak nitelemiş, bir aşamadan sonrasını da (25 Kasım’da Kamu Sen’le yapılan ortak grevden sonrası) “eksen kayması” olarak saptamıştı. Evet, sonuçta her iki genel kurulda yapılanlar, kaynağını yeni liberalizmden alan “yeniden yapılandırma” ve burjuvazinin işçi sınıfına ve onun örgütlerine layık gördüğü “muhalefet olma” kavramlarına indirgendi. Söz konusu indirgemeci yaklaşımlar çerçevesinde KESK’in, bugüne kadar yaptıkları ya da yapamadıkları ile bugün her zamankinden daha çok değerlendirilmeye ve tartışılmaya ihtiyacı var.
Eğitim Sen ve KESK Genel Kurullarında yapılan tüzük değişiklikleri, örgütün kendini “muhalefet örgütü”[1] olarak yeniden tanımlaması ve iddialı bir şekilde “ikinci kuruluş”un ilan edilmesiyle birlikte, KESK’in, bugüne damgasını vuran yönelimlerinin de alt yapısı oluşturulmuş, bu yönelimlere uygun olarak yönetimler belirlenmiştir. KESK’i “yeniden yapılandırma” ve “ikinci kuruluş” gibi iddialar bir emek örgütü olan sendikaları yeniden tanımlayan “muhalefet örgütü olma” hedefi üzerinden gerçekleşince, bu duruma uygun tüzüksel değişiklikler yapmak doğal bir sonuç olmuştur.
KESK ve bağlı sendikaların genel kurullarını topladığı dönem, uluslararası tekellerin yerli işbirlikçilerinin “yürütme komitesi” olarak AKP hükümetinin önümüzdeki 4 yılının, kendi ifadeleriyle “ustalık” döneminin, emekçiler ve ezilen halklar açısından daha zorlu geçeceğinin çok iyi bilindiği bir dönemdir. Bu durumda sendikaların ve yöneticilerinin görev ve sorumluluklarının daha da ağır olması kaçınılmazdır. Böyle bir ortamda, sendikalardan beklenen, güçlerini biriktirerek arttırması ve en geniş emekçi kitleleri için birleşme ve mücadele merkezileri haline gelmek için somut adımlar atmasıdır. Beklenen budur, fakat “sendikaların mevcut durumu buna uygun mudur?” sorusunu sorduğumuzda, ne yazık ki, emekçilerin gözünde sendikaların itibarı hiç de olumlu değildir. Kuşkusuz bu tablonun oluşumunda, sınıftan uzak, sosyal diyalogcu, işbirlikçi sendikaların payı çok büyüktür. Onlara dair yapılacak çokça eleştiri, söylenecek çokça şey vardır. Ancak iddiaları, söylemleri, emek ve demokrasi mücadelesine bakışı, geçmişteki mücadeleci tutumu ile diğer emek örgütlerinden belirli şekilde farklılaşan KESK ve bağlı sendikaların, emekçilere ve ezilen halklara karşı yoğun saldırıların olduğu bir dönemde, yeterli düzeyde hatta hemen hiç etkin olamamasının, emekçileri örgütleyerek harekete geçirememesinin sorumluluğunu sadece dış nedenlerde aramamak gerektiği açıktır.
KESK, uzunca bir süredir, sendikalarını, kamu emekçilerinin ortak talepleri etrafında ortak hareket etmeye yöneltememiş, istikrarlı bir mücadele hattı oluşturarak, hak almayı hedefine koyan bir mücadele yönelimi oluşturamamıştır. Çok geniş katılımla gerçekleştirilen ve heyecan yaratan grev ve mitinglerin arkası getirilmemiş, KESK protestocu tarzından kurtulamamıştır. Yönetimlerde ağırlık oluşturan sendikal dinamiklerin birleşik mücadeleye, sendikalara bakışı, karar alma süreçlerini tüm aksi söylemlerine rağmen gün geçtikçe darlaştırmaları ve merkezileştirmeleri ile bugünlere gelinmiş, bu durum sendikalarımızın üzerine oturduğu sınıfsal zemini de tahrip etmeye başlamıştır.
Sendikal yaklaşımın ideolojik gerçekliğinden hareket edersek, tartışmaların gereken zeminde sürdürülmesi, sendikal hareketin bugünü ve geleceği açısından önemlidir. Yenilenmeye dair tüm sancıları bağrında taşıyarak ilerleyen sendikal süreçle karşı karşıya olduğumuz açıktır. İşçi ve emekçilerin birikmiş sorunları ve emekçilere yönelik süren saldırılar karşısında sendikalarımızın aldığı/alacağı tutum ve bu saldırılara vereceği yanıt açısından bu tartışmalar gerekli olduğu kadar zorunludur.
Bugüne kadar kongrelerde kazanmayı “zafer” olarak değerlendirip, kurtuluşu sınıfın ve hareketin ihtiyaçları dışında aramayı tercih eden her sendikal anlayış, mücadeleyi ilerletmekten çok, sınıf mücadelesinin dışına düşen bir sondan kendini kurtaramamıştır. Günümüz açısından, özellikle işçi sendikalarının yaşadığı sorunları ve sermayenin topyekûn saldırıları karşısında düştükleri aczi başka türlü açıklamak mümkün değildir. KESK’teki hakim sendikal anlayış ve yaklaşımlar, işçi sendikalarındaki bu bürokratik anlayışı adım adım takip etmektedir.
Son genel kurullarda yaşananları sendikal anlayışlardan soyutlayarak değerlendirmek gerçeğe gözlerimizi kapatmak olur. Sorunu, basit olarak, ittifaklaşmada yaşanan bir sorun olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. “Benzemez” gibi görünenlerin bu kadar kolay yan yana gelmesi, sendikalarımızda giderek daha da berraklaşan ve bugün iki sendikal çizgi olarak daha da belirginleşen faklılığının doğal bir sonucudur. Yoksa kongre süreçlerinde mücadeleci bir anlayışın baskılanması, yönetimlerden tasfiye edilmesi girişimleri ve yönetim organlarının dışında tutulmak istenmesi gibi adımlar başka türlü izah edilemez.
STATÜKOYA DEVAM
KESK’in 2011 Genel Kurul süreci, sendikal mücadelenin sorunlarına yaklaşımda görülen anlayış farklılığının gizlenemez bir biçimde açığa çıkmasını sağlamıştır. Sendikal hareketin sorunlarına, işçi ve emekçilerin sorunlarını, karşı karşıya olduğu tehlikeleri yok sayarak yaklaşma tutumu, var olan statükoya teslim olmak demektir. Geleceğini sınıf mücadelesine bağlayan emekçiler için kabul edilemez olan da budur. Bu nedenle, özellikle SES, Eğitim Sen ve KESK’in genel kurul sürecinde yaşananlar, mevcut statükonun güçlendirilerek tekrarından çok daha ötesini ifade etmiştir. Ne kadar süslenirse süslensin, “iktidara gelen” ya da geldiğini sanan sendikal bürokrasidir. Söz konusu sendikal bürokrasi kişilere bağlı olmayan bir ilişkiyi ve sendikalara ve sınıf hareketine yönelik ortak ideolojik yaklaşımı ifade etmiştir.
2008’de oluşan yönetici organları “etnik-liberal” olarak değerlendirmek, kongrelerde yaşanan “makro ikti‘dar’laşma” biçimlerini; temsiliyeti yüksek, geniş tabanlı ya da “devrimci” olarak ifade etmek için yeterli değildir. Bu nedenle, sendikalarımızda “kimlerin gelip, kimlerin gittiği” önemli değildir. 2011’deki “iktidarlaşma” biçiminin 2008’in trajik bir tekrarı olmasının nedeni, bu yaklaşımdır. 2011’de gerçekleşen ise, sendikal bürokrasinin, bireysel ve grupsal çıkarlarını gözeterek kendisini korumaya almasıdır.
“Eskiyen iktidar” biçimi yerine yenisini ikame etmek, ne yazık ki, her zaman yeniyi ifade etmemektedir. Yönetimlerde çoğunluk sağlamaya dönük iktidarlaşma, yeni iktidar anlayışının merkezinde durmayı sürdürmektedir. Örgüt içi demokrasinin işletilmesi, karar alma süreçlerinin demokratikleştirilmesi vb. söylemler de, bu yaklaşımın kendisinden dolayı heder olmaktan kurtulamamıştır.
SENDİKAL DEMOKRASİ VE KARAR ALMA SÜREÇLERİ
KESK’in 4688 sonrası hazırlanan tüzüğünde, tüm karşı çıkışlara rağmen, karar organı Merkez Yürütme Kurulu (MYK) ile sınırlandırılmış, Danışma Meclisi ve Danışma Kurulu’nun karar organları olması ve bileşenleri açısından isimlerinin değiştirilmesi önerileri kongrede reddedilmiştir. Yasa sonrası ilk Danışma Kurulu’nda (şube başkanları ve bağlı sendikaların MYK üyelerinden oluşuyordu) ise, kurulun aldığı kararlar yok sayılarak, hatta gündeme bile getirilmeyerek bugüne gelişin temelleri atılmıştır. Nihayet “Amerika yeniden keşfedilmiş” ve karar organlarının genişletilmesi, tabana yayılması vb. tüzüksel öneriler sendika kongrelerinin gündemi haline getirilmiştir.
2011 genel kurulları, sendikalarımızda bürokrasinin yerleştirilme ve geliştirilmesine yönelik tutumların daha güçlendiği bir genel kurul süreci olmuştur. Kimi sendikalarımızda elde edilen delegasyon gücüne dayanılarak, örgüt tarafından tartışılmayan, yönetimleri oluşturan kimi anlayışların siyaseten bakışlarına ve kendi örgütsel yapılarına paralel tüzüksel değişiklikler yapılmış, kimi sendikalarda bu girişimler ertelenmiştir. Sadece delegasyon çoğunluğuna dayanarak bu değişikliği yapmak kadar, bugüne kadarki tüm karşı çıkış noktalarını “iktidar hırsı” uğruna yok saymak apayrı bir çelişkidir. İşyerleri ve şubelerden geçmeden, “yukarıdan” yapılan değişikliklerle oluşturulmaya çalışılan yeni örgüt hukuku, aynı zamanda emekçilere ve örgüte yabancılaşmanın da hukuku olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bazı sendikalarda karar organlarının demokratik olarak işlemediği ya da işletilmediği bilinmektedir. Durum böyleyken, Eğitim Sen’in ve KESK’in son genel kurullarında karar süreçlerini genişletme ve demokratikleştirme adına, örgütte “siyasi komiserlik” mekanizması tüzüksel güvenceye alınmış ve Eğitim Sen’de Başkanlar Kurulu’na genel kuruldan seçilecek 17 “siyasi kadro” eklenmiştir. KESK’te ise, bunun daha genişi, 50 kişilik bir “KESK Genel Meclisi” kontenjanıyla getirilmiştir. Böylece örgüt, çoğunluğunun herhangi bir örgütsel sorumluluğu bulunmayan siyasi kadrolar üzerinden “vesayet” altına alınmıştır. Bu durum, üyelere ve örgüte olan güvensizliğin başka bir şekilde ifadesidir. Adı değiştirilse de, Eğitim Sen’de Başkanlar Kurulu’nun (yeni adı Genel Meclis) karar organı haline getirilmesi olumlu bir gelişme olmuş, ancak yapılan eklemeyle, örgütün şube kongrelerinde seçilen ve üyelere karşı sorumluluğu olanlardan oluşan bu organ yetersiz(!) görülmüştür.
Sendikal mücadelenin ilk yıllarında işyerlerinde alınan kararlar, işyerlerine dayanan eylemler, yıllar içinde yerini, kadroların karar aldığı, sınırlı sayıda üyenin bu kararları uyguladığı bir karar alma tarzı ve eylem çizgisine bırakmıştır. Üyelerle kurulan ilişkilerin zayıflaması ise karşılıklı güven ilişkisini önemli ölçüde zedelemiştir. Bu durumun en somut göstergesi, üyelerin bir fikre ya da eyleme ikna edilmesinin giderek zorlaşmaya başlamasıdır. Bu durumun en açık kanıtı, şubelerin tüm çabalarına karşın son yapılan eylemlere katılımın beklentinin çok altında olması, işyerleri ile sendika yönetimleri arasındaki açının giderek açılmasıdır. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, kitlelere rağmen, kitleler adına “en devrimci”, “en radikal” ve “en mücadeleci” eylem kararları almanın kolaylaştığı yolların yapı taşları döşenmiştir.
KESK’TE KONGRE SONRASI
Kongreden itibaren KESK ülkede olup bitenler, emek ve emekçilere karşı sermaye ve hükümetlerinden gelen saldırılar karşısında ya basın açıklamaları ya da kendini muhalefet örgütü yerine koyan tarzda eylemlerle yetinilmiş olmasıyla karakterizedir. Bu açıklama ve eylemlerde, kendinin ne kadar “devrimci” ve “radikal” olduğunu kanıtlamak gibi anlamsız yönelimlere girilmiştir. Hükümetin çeşitli konularda gündeme getirdiği meselelerde kamu emekçilerini birleştirmek, onların örgütleri ile güçbirliği yapıp hükümetin karşısına birleşmiş bir güç olarak çıkmak yerine, yukarıda belirttiğimiz hatta sıkı sıkıya bağlı kalınmıştır.
KESK’in mevcut yönelimini daha iyi anlamak için Genel Kurul’dan bugüne kadar belli başlı meselelerdeki yaklaşım ve yönelimlerine daha yakından bakmak gerekmektedir. KESK’i yönetenlerin ilk sınavı, Ağustos ayında başlaması gereken Toplu Görüşme süreci olmuştur. Fakat yapılan anayasa değişikliğiyle ilgili olarak Toplu Sözleşme yapmak için yasa çıkarılması için görüşmeler ertelenmiştir. Bunun yerine, 4688’de yapılacak değişikliklere yönelik görüşmeler başlamıştır.
Hükümet, 4688 Sayılı Yasa’da yapmak istediği değişikliklerle işlevsiz bir TİS düzeni, yasaklanan grev hakkıyla “sosyal diyalogcu” bir “sivil toplum örgütü” yaratmak ve bu şekliyle eskisinden de beter bir sendika yasasıyla kamu emekçileri mücadelesini denetim altına almak niyetini ortaya koymuştur. Buna karşın KESK, diğer konfederasyonlarla yasaya yönelik taleplerde ortaklaşarak hükümetin karşısına güçlü çıkmak yerine, yine kendini yalnızlaştırarak, kamu emekçileri hareketinin işini daha da zorlaştırmış, Hükümet’in ve Memur Sen’in elini güçlendirmiştir. Hatta konfederasyonların birbirine yaptığı “nezaket” ziyaretleri sırasında Kamu Sen’in güçbirliği anlamına gelebilecek teklifini bile reddederek, Kamu Sen’i karşı tarafa itmiş, birleşik mücadelenin kaçanı olma görüntüsü vermiştir. Hükümetle oturulan masada yasaya yönelik talepleri kabul edilmeyince, yasa Meclis’e geldiğinde belli sayıda kadroyu Ankara’ya çağıran eylem kararı almış, 4688 Meclis’e öngörülen zamanda gelmediği için de eylem kararını birkaç defa ertelemiştir.
2011 Sonbaharı, AKP hükümetinin, seçimlerden önce aldığı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yetkisiyle, kamunun tasfiyesi ve çalışma hayatını sermayenin istekleri doğrultusunda düzenlemeye kaldığı yerden devam ettiği, eğitim, sağlık, yerel yönetim, sosyal güvenlik vb. kamusal hizmetleri tamamen paralı hale getirmeye çalıştığı, Ulusal İstihdam Stratejisi adı altında bu hizmeti üreten kamu emekçilerinin de kazanılmış haklarının yok edilmesini hedefleyen yasaları gündemine aldığı bir dönem olmuştur.
Yeni düzenlemelerle güvencesiz ve esnek çalışma yaygınlaştırılmak istenirken, bölgesel asgari ücret, özel istihdam büroları, kıdem tazminatının fona devredilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması gibi hak gaspları da gündemdeki yerini korumuştur. Özellikle benzin, elektrik ve doğalgaza yapılan zamlarla kriz beklenir olmaktan çıkıp emekçiler için yaşanır hale gelmiştir. Kürt sorununda bilindik “terör” ve “güvenlik” eksenli yaklaşım ve çözümsüzlükteki ısrar, yeni acıların yaşanmasına kapı aralamıştır. Devletin ve iktidarın tepe noktalarından yapılan açıklamalar şovenizm ve ırkçılığı tırmandırmış, tehlikeli boyutlara taşımıştır. KCK adı altında sürdürülen operasyonlar barış isteyen her kişi ve kurumu hedef haline getirmiş ve KESK de bundan nasibini almıştır.
Emek, demokrasi ve barış mücadelesinin sermaye ve AKP’nin birincil saldırı hedefi haline geldiği ve saldırıların böylesine arttığı bir dönemde, KESK, diğer konfederasyonlar gibi, uzun süre süreci izlemekle yetinmiş, sonrasında KESK, DİSK, TMMOB ve TTB ile ne olduğu belirsiz bir “Sokağın Meclisi”ni kurmak için 8 Ekim’de Ankara’da merkezi bir miting gerçekleştirilmiştir. Kamu emekçilerinin ana kitlesinden kopuk, çok sese rağmen, taleplerin olmadığı 8 Ekim mitingi, birçok yönüyle eskinin tekrarı olmaktan öteye geçememiştir. Miting, emekçilerin dönemsel talep ve hedeflerinden daha çok, düzenleyicilerin siyasal yönelimlerinin açığa çıkmasına vesile olmuştur. Ancak bu miting ne kamu emekçilerinin sorunlarının çözümüne, ne barış mücadelesinin yükseltilmesine, ne de miting kararının bu şekilde alınmasında etkili olan anlayışların amacına hizmet etmemiştir. Sadece Halkların Demokratik Kongresi’nin karşısına “Sokağın Meclisi”ni koyma amacının nafile bir çabası olarak tarihteki yerini almıştır.
Daha sonra hükümetin sağlıkta dönüşüm politikalarına karşı birçok sağlık örgütünün ortaklaşa aldığı 21 Aralık grev kararı gündeme gelmiştir. KESK, gündemde olan sorunlar üzerinden aynı gün grev kararı almıştır. Bu grev kararı, kamu emekçilerinin, sağlıkçıların taleplerini sahiplenmesi ve diğer emek talepleriyle birleştirmesi ve sağlıkçıları yalnız bırakmamak açısından doğru olmuştur. Ancak grev, eylemde ve taleplerde diğer emek örgütleri ve emekçilerle ortaklaşamama, üstelik bu konularda herhangi bir somut çaba göstermeme, sağlıkçıların grevinin üstünden kendini başarılı kılma isteği vb. gibi fırsatçı yanlarıyla bazı örgütsel zaafları gündeme getirmiştir.
Sonuçta sendika merkezlerinin olumsuzluklarına, sürece yeterince katkı koyamamalarına rağmen, şubelerin işyeri çalışmaları sayesinde azımsanamayacak sayıda emekçi greve katılmış ve talepleriyle alanlara çıkmıştır. Bu, grev kararını alanların beklentilerini aşan bir durumu da ifade etmiştir. Fakat 21 Aralık grevi de, daha önceki eylemler gibi biriktirmeyen, öncesi ve sonrası olmayan, üzerine basılarak gelecek saldırıları göğüslemede bir aşamayı ifade etmeyen bir eylem olarak tarihteki yerini almıştır.
4+4+4 VE 4688 SAYILI YASA’DA DEĞİŞİKLİK SÜRECİ
Yeni yıla Başbakan’ın dindar nesil tartışmaları üzerinden 8 yıllık kesintisiz eğitimin tartışmaya açıldığı ve kamuoyunda 4+4+4 olarak bilinen İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nda yapılmak istenen tartışmaların eşliğinde girilmiştir. Aslında tartışma eğitim kanunun üzerinden yeni başlasa da, olan, öğretmenlerin çalışma saatleri, yaz tatilleri, “kendilerini yenileyememeleri”, yapmak zorunda kaldıkları angarya işler (İKS, ADEY RİDEF vb.), rotasyon, pilot olarak başlatılan performans uygulamaları vb. söylem ve uygulamalar üzerinden sağlıkta dönüşümde izlenen yolun eğitimde izlendiğinin ortaya çıkışıdır. Bu da, öğretmenleri ve öğretmenlik mesleğini itibarsızlaştırarak savunmasız konuma getirip, eğitimin kangrenleştirilmiş çeşitli sorunları üzerinden de daha önce başlatılan eğitimde dönüşüm sürecinin önemli bir aşamasını ifade ediyordu.
Öğretmenleri mesleki itibarsızlaştırma ve eğitimde dönüşüm kampanyası, bizzat, AKP Hükümetlerinin her dönem kilit isimlerinden ve kamuda dönüşüm sürecinin ülkemizdeki baş mimarı olan Bakan Ömer Dinçer eliyle yükseltilmiştir. Tüm bu olup bitenlere Eğitim Sen cenahından merkezi yanıtlar verilmemiş, merkezi aydınlatma ve teşhir faaliyeti yapılmamıştır. Eğitim Sen’i yönetenler, “yürütme” dedikleri MYK’da durumu tartışmış, kararlar almış ve örgütün önüne, bölge toplantılarında 2012 Eylül ayını da kapsayan 7–8 aylık “Mücadele Programı Taslağı” çıkarılmıştır.
Eğitim Sen’in mücadele programında, kravat takmama eyleminden zorunlu din derslerinin kaldırılmasına, eğitime bütçe istemekten demokrasi konulu ders işlemeye kadar hemen hemen her şey vardır. Mayıs ayının başında başlayıp sonunda nihayete erecek, her şubeden bir kişinin katılacağı 20 günlük yürüyüş ve sonrasında Ankara mitingi, Eylül ayında zorunlu din derslerinin kaldırılması ile ilgili eylem ve faaliyetler öngörülürken, bunların bir kısmı şube yöneticilerinin tepki göstermesi üzerine geri çekilmiş, bir kısmı da yapılmıştır. Fakat yaşam başka şekilde akmış ve masa başında yapılan kurguya uymamıştır. Hükümetin saldırıları Eğitim Sen’in “Mücadele Programı”nı beklemeyince, Eğitim Sen, daha önce pek çok kez olduğu gibi, yine hazırlıksız yakalanmıştır. Bu durum, uzun süredir eğitimin ve eğitim emekçilerinin sorunlarına ilgisiz kalmış, yabancılaşmış olan Eğitim Sen’e durumu tersine çevirmek için önemli fırsatlar da sunmuş, ancak bu da yeterince değerlendirilememiştir.
Hükümetin eğitim alanına yönelik saldırılarını “bakın biz ne kadar mücadeleciyiz, direngeniz, biz elimizden geleni yaptık, ama gücümüz yetmedi” şeklindeki içeriğiyle kendini kanıtlama adına, birleşik bir hatta mücadeleyi yükseltme fırsatı ve hükümetle geniş emekçi kesimleri karşı karşıya getirme olanağı bir kez daha heba edilmiştir.
Sendikalar; emekçilere içinde bulundukları durumu anlatmak ve bunu bilince çıkartmak için aydınlatmak, hükümetlerin saldırılarını teşhir etmek, emekçilere yönelik saldırıları püskürtmek, yeni haklar elde etmek ve birleştirebileceği güçleri birleştirip mücadeleye sevk etmek, sermaye ve hükümetleri ile karşı karşıya getirmek için vardır. Yaşanan durum karşısında KESK ve Eğitim Sen ne yapmıştır? Ne işkolundaki sendikalarla, ne de sorunun muhatabı diğer halk kesimleriyle birleşmek, ortaklaşmak için bir çaba gösterilmiştir. Birkaç bildiri ve afişin dışında önemli bir aydınlatma ve teşhir faaliyeti yürütülmemiş, hatta 28-29 Mart “grevi” bile merkezi bildiri olmadan işyerlerinin ve kadroların hazırlanması ile yapılmaya çalışılmıştır.
Eğitim Sen 4+4+4 Yasası Meclis’e geldiği gün grev yapacağını ilan etmiş ve örgütün buna hazırlanmasını istemiştir. Yasaya merkezi bakış net olmayınca, AKP’nin kolayca bertaraf edeceği bir pozisyonda kalınmıştır. Merkezi bakış açısı yetersiz olunca şubeler kendi bakış açılarını yansıtmaya başlamışlar, böyle olunca da, her şube anladığı, kavradığı biçimde ve şube yöneticilerinin kendi siyasi ideolojik bakış açıları doğrultusunda soruna müdahale etmeye çalışmış; bunun sonucunda da, tarihinde ilk defa “birden fazla Eğitim Sen” ortaya çıkmıştır. Yasa tasarısına karşı eğitim ve bilim emekçilerinin iradesini ortaya çıkarıcı bir yönelime girilmemiş, eğitim ve bilim emekçilerindeki tepki örgütlenip, onları hükümetle karşı karşıya getirici bir hat izlenememiştir.
Eğitim Sen, bu yasa tasarısına karşı; zorunlu din derslerinin kaldırılması üzerinden Alevilerle[2], anadilde eğitim talebi üzerinden Kürtlerle (Kürt halkı bu talep için milyonlar halinde irade beyanında bulunmuştur), parasız eğitim talebi üzerinden gençlerle ve gençlik örgütleriyle, akademiyle, öğrenci velileriyle ve yapılan düzenlemeyi “laik eğitime” yönelik bir saldırı olarak gören güçlerle bile birleşememiş, hatta buna yönelik bir çaba ya da hamlesi olmamıştır. Yasanın Meclis sürecinin uzaması üzerine, önce 15 Mart’ta bir sevk kararı alınmış, (şubeler 2-3 günlük bir sürede eylemi örgütlemek zorunda bırakılarak), uygulamaya yine yalnız başına karşı koymaya çabalanmıştır.
4+4+4 düzenlemesine karşı Türk Eğitim Sen ve başka sendikalar da taraf konumuna getirilebilecek ve mücadele cephesi genişletilip, Eğitim Bir Sen’in tabanında bile çatlaklar yaratılabilecekken, bunların hiçbiri yapılmamıştır. Elbette Eğitim Sen ve KESK bütün bu güçleri birleştirip taraf konumuna getirerek mücadeleye katmak için elinden gelen her şeyi yapabilir, ama bir birlik sağlanamayabilirdi. Böyle olsaydı bile, 28-29 Mart’ta mücadeleye katılan güçlerden daha fazla bir kesimin mücadeleye katılması sağlanabilir, en azından bu süreç içinde KESK’e bağlı diğer sendikalarla ortaklaşma sağlanabilirdi. KESK kendi içinde bile birlik gösterebilseydi, AKP’nin işini zorlaştırır, birlikte mücadelenin dışında kalmış örgütleri teşhir edebilir ve süreçten güven tazeleyerek ve güçlenerek çıkabilirdi.
Eğitim Sen ve KESK, kurgusunu protestoya dayalı, yasaların Meclise gelmesine endeksli bir eylem takvimine göre yapmayı tercih etmiştir. Bu, hem yasaya karşı koyuşun azalmasına, hem de Meclis’ten geçmesinin kolaylaşmasına hizmet etmiştir. Kitlelerin yasanın Meclis aşamasına geldikten sonra geri püskürtülebileceğine olan inançları azalıp, birleşik bir mücadelenin belirtileri de olmayınca; yasaya karşı mücadele de, kitlesellikten uzak ve bir grup kadronun protestosuna dayalı eylemlerden öteye geçememiştir[3].
Hükümet, Eğitim Yasası ile birlikte 4688 ve 2-B yasasını da Meclis’e getirince, KESK’i yönetenlerin ezberleri bozulmuş, birkaç defa erteledikleri kadrolarla “Ankara’ya gelme” “eylemi”, Eğitim Sen’in aldığı grev kararı ile birleştirilmiş ve böylece ne grev ne Ankara eylemine benzeyen 28-29 Mart eylem kararı ortaya çıkmış; KESK, yasalara karşı kendi sendikalarının bile bütünlüğünü sağlayamayan bir tutum göstermiştir. Üstelik bu süreçte, büyük anlamlar yüklenen “yeniden yapılandırma”nın temel organlarından olan KESK Meclisi’ni toplayıp durumu tartışma gereği bile duyulmamıştır.
4688 değişiklikleri konusu, sadece birkaç basın açıklaması, olmayan direnişin şiiri ile sonuçlandırılmıştır. Süreç, ne olduğuna, eylemi yapanların duruma ve söylendiği yere göre değişen yanıtlar verdiği bir “işgal” eylemi ile kabullenilmiştir. Yapılan ise, gerçekte, Ankara’da bir kadro eylemi yapmak için “grev” kararı almak olmuştur. Aslında olan, KESK’in ve Eğitim Sen’in “kendi eyleminin altını boşaltmasından” başka bir şey değildir. Böyle olunca da, hem iki günlük greve, hem de Ankara’ya gelmeye sınırlı sayıda katılım olmuştur. İçişleri Bakanlığı ve Valiliklerin despot tutumunun olmaması durumunda, Ankara’da, 2–3 bin kişinin il dışından geldiği, birkaç bin kişinin de Ankara’dan katıldığı bir eylem olacakken, bu gerçekleşmemiştir. KESK’in beklediği on binlerin rağbet etmediği, fakat kadro eylemiyle gündem olmaya çalışılan bir eylem tarzı benimsenerek, her iki yasaya karşı “görev”in yerine getirileceği hesap edilmiştir.
AKP İçişleri ve valiliklerinin talimatlarıyla Ankara’ya gelecek olanların illerden çıkarılmaması ve KESK kitlesinin illerden çıkmak için yaptığı eylemler ve kitleye karşı gaz kullanılması ile basının ve televizyonların bu durumu yansıtması sayesinde eylem gündemleşmiştir. Birkaç bin kişinin yasadan etkilenen milyonlar adına yaptığı işler üzerinden yazıldığı iddia edilen “direniş destanı” ile başından sonuna başarısız olan bir yönetim tarzı aklanmaya çalışılmış, sürecin iyi yönetilmediğine dair eleştirilere bile tahammülsüzlük gösterilmiştir.
AKP bile bu yasayı bu kadar kolay geçirmeyi düşünememiştir herhalde. Zaten sonradan öğreniyoruz ki, yasaya karşı alanlara çıkan ve gaza, suya, copa maruz kalan bizlerin asıl amacı olarak, AKP faşizmini teşhir etmek, basında gündem olmak vb. öngörülmüştür. Ankara’da alanda, Şubeler Platformu’nu boşa düşürmeye çalışan bir KESK, KESK’i boşa düşürmeye çalışan bir Eğitim Sen görüntüsü ortaya çıkmıştır. Kimsenin bir şey bilmediği, kendi yapmak istedikleri üzerinden yapılan bir kurgu değil, olanlar üzerinden kitleye duyurulan bir kurgu ile hareket tarzı 28-29 Mart eylemlerinde görülmüştür. Eylem günlerine yönelik söylenecek ve değerlendirilecek birçok mesele vardır kuşkusuz. Eylem, KESK’in, Eğitim Sen’in yönelimlerinin, sınıfa ve sınıf mücadelesine bakış açısının bir sonucu olarak ortaya çıktığı için, eylem gününe ait değerlendirmeler bütünün içinde çok da fazla bir yer tutmamaktadır.
KESK ve Eğitim Sen daha önce de Ankara’da kalmalı eylemler yapmışlardır. 17-18 Haziran 1995’te yüz elli bin kişiyle Ankara’da iki gün kalınmış, yine 4-5-6 Mart 1998’de Ankara ve tüm Türkiye’de kamu emekçileri sokakta sabahlamışlardır. 21-26 Mayıs 2001 Ankara yürüyüşü, Haziran 2001’de Ankara’da kalma eyleminde de gaz, su ve coplara maruz kalınmıştır. Yine Eğitim Sen kapatma davası sırasında ve sonrasında Büyük Eğitimci Yürüyüşü ile Ankara’da kalmalı eylemler yapılmıştır. Üstelik bunların bazılarında önceden belirlenen hedeflere de ulaşılmıştır. Ancak bu eylemlerin hiçbiri, 28-29 Mart eylemleri kadar merkezi düzensizliğin, plansızlığın, bilinmezliklerin hakim olduğu ve hiç bu kadar kendi örgütüne kapalı eylemler olmamıştır.
Tüm bunlar üzerinden Eğitim Sen, 28-29 Mart eylemlerinin verdiği “heyecanla” bir örgütlenme (kuşkusuz bu dönemde birçok faktörün etkisiyle üye sayısında artış olacaktır) ve mücadele programı başlattığını şubelere 18.04.2012 tarihli bir yazıyla bildirmiştir. Yazıda durum tespiti yapılmış, 4+4+4 eğitim yasasına karşı yapılan eylemlerin kitlelerde ne kadar umut oluşturduğu vurgulanmış, yönetimin planları ve yapılacak edilecekler sıralanmıştır. Örgütünün önüne de bir takım pratik işlerin yanında: “…eğitim emekçilerinin talepleri etrafında işyeri bütünlüğü sağlanmalıdır…” ve “…önümüzdeki günlerde işyerlerinden devlet güdümlü, iktidar beslemeli, yurtsever makyajlı, milliyetçi ve sahte sendikaların gerçek yüzlerini TİS taleplerimizde buluşturarak açığa çıkarmalıyız. Kamu emekçilerinin toplu söyleşilerle, fiskos masalarına, tiyatro oyunlarına ihtiyaç duymadığı yapacağımız etkinliklerle bilince çıkarılmalıdır…” gibi anlaşılması zor, ama TİS dönemine yaklaşımını, hareket ve eylem tarzını, temel amacını ortaya koyan bir yazı konmuştur. Bu yazı da, bir kez daha yenilenen ve uzun bir süredir KESK’e ve bağlı sendikalarına hakim olan eylem tarzı üzerinde birkaç söz söylemek zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır.
KESK’İN EYLEM TARZI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Uzunca bir süredir işçi ve emekçilerin sendikalarını sermayenin bitmek bilmez saldırılarına karşı kendi birlik ve mücadele merkezleri olarak yeterince kullanamadıkları bilinmektedir. Mevcut sendikal örgütlenmelerin büyük bölümü ‘sosyal diyalog’ adı altında, hakları için mücadele etmekten çok sermaye ve hükümet çevreleriyle “müzakere” etmeyi marifet sayan “sınıf uzlaşmacı” bir yönelime girmiş durumdayken, “mücadeleci” olması beklenen KESK ve bağlı sendikalar ise, büyük ölçüde kadrolara dayalı ve “medyada ses getirecek” eylem ve etkinlikler yapmanın derdine düşmüş durumdadır.
Sermaye ve onun hükümet partisi AKP tarafından bugüne kadar atılan adımlar emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırma aşamasına gelmişken, kamu emekçileri sendikaları sayısal olarak büyümek ve etkinlik anlamında güçlenmek bir yana giderek küçülmüş ve darlaşmıştır. KESK ve bağlı sendikalar, son dönemde benimsedikleri eylem ve mücadele tarzları ile ciddi anlamda kitle mücadelesinin dışına düşme ve daha da önemlisi, gerek mücadele tarzı gerekse etki olarak ciddi anlamda “marjinalleşme” tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu durum, sendika içinde “grupçu” ya da “fraksiyonel” eğilim ve davranışların sendikal politikalarda neredeyse tek belirleyici olmasını beraberinde getirmiştir. Bundan en çok zararı ise, başta sendikal hareket olmak üzere, sendikalar ve üyeler görmeye başlamıştır. Nitekim sendikaların içindeki politikleşmiş kesimlerin arasındaki “kısa gün kârı”na dayalı ittifaklar, sınıfın değil grupların çıkarlarını öne alan bir mevcut sendikal çizgiyi daha da belirgin hale getirmiştir.
Gittikçe üye kitlesinden ve kitle mücadelesinden kopuk sendikal anlayışların egemen olduğu sendikalarda emekçiler sendikalarına olan güvenlerini gün geçtikçe kaybederken, sendikalara inançsızlık ve bunun sonucunda ortaya çıkan hak kayıplarının yoğunlaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu durum, sendikaların işlevlerini yitirdiklerini değil, aksine tarihin ve güncel gelişmelerin sırtlarına yüklediği görev ve işlevleri yerine getirmedikleri zaman güç ve itibar kaybetmelerinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
Özellikle son yıllarda üyelerin sendikal politikaların ve kararların oluşturulması sürecine katılmaları engellemekte, sendikal demokrasinin asgarisinin bile işletilmediği görülmektedir (bu durum örgütte hakim anlayış haline gelmiş olmalıdır ki, KESK’ in son Danışma Meclisi toplantısına 439 üyeden sadece 213’ü katılmış, katılım yüzde elliyi bile bulmamıştır). Oysa sendikal hareketin öncelikli ihtiyacı, sendika üyelerinin kararların alınmasından uygulanmasına kadar bütün süreçlere aktif olarak katılması ve birlikte mücadele anlayışının işyerlerinde üye ya da üye olmayan ayrımı yapmadan işletilmesinden geçmektedir.
Son yıllarda hizmet birimlerinde yığınların günlük talepleri etrafında mücadelenin örgütlenmesi yerine sadece “politik kadroların” katıldığı eylem tarzının egemen eylem hattı olarak izlenmesi, yaşanan darlaşma ve marjinalleşmenin temel bir başka nedenidir. Bugün kamu emekçileri sendikalarının yaşadığı darlaşma ve eylemlerin etkisizliğinde, bir süredir benimsenen “taşıma” güçlerle yapılan kadro eylemlerinin küçümsenmeyecek bir etkisi vardır. 28-29 Mart eylemi, bahsi geçen “taşıma” eylemlerin en son ve en kötü örneklerinden biri olmuştur. Çalışma Bakanlığı’nı “işgal” eylemiyle de “öncü kadro” eylemlerinin doruğuna ulaşılmıştır. KESK’in bir süredir içinde bulunduğu darlaşma ve “kadrolu eylemciler” dışındaki kesimlerin mücadelenin dışına düşmesi nedeniyle yaşanan “yalnızlaşma”, üyelerin en temel sendikal faaliyetlere bile katılmaktan imtina etmesini beraberinde getirmiştir.
Eğitim Sen, 28-29 Mart’ta iki günlük grev yapacağını açıklamış, ancak bütün üyelerini Ankara’ya çağırarak, sendikal mücadele tarihinde eşi benzeri olmayan bir “grev” biçimini hayata geçirme tutumunu benimsemiştir. Sonuç olarak, Ankara’da 2-3 bin kişi ile sözde “militan” bir eylem tarzı oluşturulmaya çalışılmış, polisin acımasız saldırısı ile başından bu yana hedeflenen “medyada ses getirme” amacına fazlasıyla ulaşılmıştır.
Polis şiddeti ile kamu emekçileri mücadelesinin gündeme gelmesi ve birkaç bin kişiyle düzenlenen “radikal” eylemlerin, kelimenin tam anlamıyla yapılan yanlışların ve hataların üzerini örtmek ve “zevahiri kurtarmak” anlamına geldiği açıktır. Gerek 4+4+4 düzenlemesinde, gerekse 4688 sayılı yasa sürecinde kitleleri bilgilendirecek ve onları birleşik bir mücadeleye sevk edecek etkinlikte ve yaygınlıkta –velileri vb. de hedeflemekle birlikte, en başta işyerlerinde üye ve üye olmayan eğitimci ve genel olarak kamu emekçileri saflarında çalışmaya dayalı– bir sendikal çalışma tarzı benimsenmemiştir. Onun yerine, kamu emekçilerinin sesini burjuva basında çıkacak birkaç haber ya da görüntü ile duyurmaya çalışan sendikal anlayışlar, yıllarca bütün gücünü işyerlerinden alan ve bunun üzerinden fiili meşru mücadele geleneğini oluşturan KESK’i bugün ve gelecek açısından içler acısı bir duruma sürüklemiştir.
Kuruluş süreçlerinde, bir çağrıyla kendi üye tabanının çok ötesinde yüz binlerce kamu emekçisini eyleme geçiren KESK ve bağlı sendikaların üst yönetimleri, dönem dönem tıpkı Türk-İş bürokrasisi gibi, tabanın ve şubelerin beklenti ve önerilerini önemsemeyen, hatta zaman zaman onlardan şikâyet eden noktalara kadar savrulabilmiştir. Diğer başka etkenlerle birlikte bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, KESK’in karşısında, Memur-Sen, Kamu-Sen gibi devlet güdümlü ve hükümet destekli sendikalar, KESK’in üye sayısını katlayarak çok daha kitlesel ve sözü dinlenir örgütler haline getirilmiştir. Bu durumun oluşmasında, hükümet kadar, KESK’in benimsediği sendikal çizgi ve işyerinden çok sadece “sokak odaklı” kadro eylemciliği tarzının etkisi büyüktür.
Emek Hareketi açısından, sürece müdahalesi ve tutumunun gözden geçirilmesi gereken bir dönem geride bırakılmıştır. Sendikal demokrasinin işletilmesi, kararların işyerlerinden alınması, teşhir ve aydınlatma çalışmasındaki yaygılık ve zenginlik (zaman zaman bu merkezi bildiri ve afiş örnekleri ile aşılmaya çalışılsa da) açısından olumlu örneklerin yanında gerekenin yeterince yapıldığı söylenemez. Geçtiğimiz süreç içinde sınırlı sayıda olumlu çalışmalar ortaya çıkarılabilmiş, fakat bunlar, kamu emekçileri hareketini etkileyerek değiştirecek nitelikte ve yaygınlıkta olmamıştır.
Emek hareketinden arkadaşlarımızın yönetiminde olduğu şubelerde, faaliyet ve eylem kararlarını büyük oranda merkezden bekleyen pozisyonda kalınmıştır. Hareketi darlaştırmaktan çıkarıp değiştirecek ve ilerletecek müdahalelerin merkezi ve yerel olarak zamanında yapıldığı söylenemez. Özellikle var olan yerel sendikal birlik ve platformları hareketlendirme, olmayan yerlerde yenilerini oluşturmada eksik kalındığı açıktır.
Emek Hareketi tarafından 24-25 Eylül 2011 tarihlerinde yapılan Kamu Emekçileri Konferansı’nın sonuç bildirgesinde önümüze koyduğumuz görevleri yapma konusundaki eksiklikler, yetmezlikler ve bunların dar bir kadronun işi olarak görülmesi, bizlerin bu süreçteki görev ve sorumluluklarımızı arttırmıştır. Ayrıca örnek çalışmaların Evrensel ve Hayat Televizyonu’na yeterince yansımaması bu çalışmaların yaygınlaşmasını kendiliğinden engellemiştir.
ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEM VE SORUMLULUKLARIMIZ
Önümüzdeki dönemde sermaye ve hükümet, emek ve demokrasi güçlerine yönelik saldırılarını arttırarak devam ettirecektir. Yukarıda tartıştığımız nedenlerden dolayı işinin geçmişe göre daha kolay olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bir yandan bu durumu değiştirme mücadelesi olarak siyasi ve ideolojik mücadele devam ederken, bir yandan da bütünlüklü bir mücadele stratejisi çerçevesinde, emekçilerin güncel talepleri ve sorunlarına yönelik işyeri çalışmalarımızı daha planlı, daha etkin bir şekilde arttırarak devam ettirmek gerekmektedir.
Kamu emekçilerinin önünde hükümetle yapacakları TİS görüşmeleri vardır. Bu görüşmeler, iki yılı kapsaması ve pek çok yönden ilk olması nedeniyle daha da önem kazanmıştır. Üstelik bu yıl toplusözleşmeler, sonraki yıllardan farklı olarak, tatil dönemine değil, kamu emekçilerinin hemen hemen tamamının işyerlerinde olacağı bir dönemde yapılacaktır. Bu avantajın iyi değerlendirilmesi gerektiği açıktır.
Öncelikle KESK’in her koşulda masaya oturması, taleplerin işyerlerinden alınacak öneriler çerçevesinde hazırlaması ve emekçilerin taleplerini masada sonuna kadar savunması gerekliliği vurgulanmalıdır. Mayıs ayı itibarı ile başlayacak görüşmelere, konfederasyonların ortak talepler ileri sürmeleri ve bunların gerçekleşmemesi durumunda, bir grevle talepleri kabul ettirmeyi zorlayacak ortaklaşmayla gidilmelidir. KESK ve bağlı sendikalar bu konuda sorumluluğunu yerine getirmeli, öncülük yapacaksa böyle bir içerikte yapmalı, hem yönetimler hem işyerlerindeki kadrolar bunun için seferber edilmelidir.
KESK; Kamu Sen ve Memur Sen’i hükümetle karşı karşıya getirecek bir taktik anlayışla hareket etmeli, talepleri ve mücadeleyi ortaklaştıracak yol ve yöntemler izlemelidir. TİS sürecinin bütün aşamalarında tabanını bilgilendirici araçları yaratmalıdır. Sendikalı sendikasız bütün kamu emekçilerinin gözü-kulağı TİS sürecinde olacağından, bunun işyeri çalışmasını kolaylaştırıcı bir işlev göreceği gerçeği dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Bu, toplusözleşme sürecine ilişkin eylem kararlarının kamu emekçileri tabanıyla birlikte hazırlanmasını kolaylaştırmaktadır.
Kamu emekçilerinin talepleri: Herkese kadrolu iş güvenceli çalışma; performansa dayalı, esnek, kuralsız ve angarya çalışmaya son verilmesi; herkese ayrımsız ek ödeme; ek ödemelerin emekliliğe yansıtılması; kreş, servis, gelir vergisi dilimlerinin aşağı çekilmesi; toplusözleşme zammının, doğalgaz, akaryakıt ve elektrik zamlarının yanı sıra büyümeden almamız gereken payla birlikte geçmiş kayıpları telafi edici bir oranda olması vb. başlıklar üzerinden tartıştırılarak belirlenmesi gerekmektedir. Fakat gerek sürenin kısa olması, gerekse KESK’in bu konuda bir imza metni çıkarması bizlerin bu konudaki görevlerini azaltmamalıdır. Bu imza metinleri işyeri toplantıları ile tartıştırılmalı ve zenginleştirilmelidir.
Emek Hareketi’nden her kademedeki yöneticiler, işyeri temsilcileri ve üyeler, bu sürecin aktif bir müdahalecisi, örgütleyicisi olmak zorundadır. KESK merkezine ve bağlı sendikalara hakim anlayışın; tabanın isteklerinin gereğini yapmaları, işyerlerine ve kamu emekçileri hareketinin mücadelesini örgütleyecek kararlar almalarını zorlamak ve mücadelenin içine çekmek için tüm olanaklarımızı zorlamalı, özellikle örnek çalışmaları Evrensel ve Hayat Televizyonu üzerinden tüm kamuoyu ile paylaşmalıyız.
AKP Hükümeti’nin saldırıları karşısında işyerlerinden başlayan en geniş kamu emekçilerinin birliğini sağlayan ve işyerlerini temel alan bir mücadele hattı izlenmedikçe olumlu yönde ilerlemenin olamayacağı bilinmelidir. Bununla bağlantılı olarak, bizim de çalışmalarımızın yenilenmesi, güçlenmesi ve sürece yeni güçleri sürmenin mümkün olmadığı anlaşılmalıdır.
Ne 4688’in bugünkü hali, ne de 4+4+4 düzenlemesi değişmez yasalar değildir. Ne grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı mücadelesi, ne de demokratik, parasız, bilimsel, laik ve anadilde eğitim hakkı mücadelemiz, ne de kamu emekçilerine yönelik saldırılara karşı mücadele ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşularını düzeltme mücadelesi bitmiş değildir. Önümüzdeki dönemde bütün bu alanlarda, demokrasi mücadelesinde olanaklarla da dolu yeni ve çok daha zorlu bir mücadele süreci bizleri beklemektedir.
SONUÇ YERİNE
KESK’in, örgütlü ya da örgütsüz bütün kamu emekçilerinin ana kitlesini mücadeleye olduğu kadar, bu mücadeleyi yönlendirecek yönetimlerin belirlenmesinde de dolaysız bir biçimde etkin olması için alınacak önlemler, kamu emekçileri sendikal hareketinde son yıllarda yaşanan gelişmeler açısından bakıldığında, daha da önem kazanmış bulunmaktadır. Bu konuda en büyük sorumluluğun yıllardır işyerine dayanan bir sendikal çalışmayı temel alan Emek Hareketi’ne düştüğü açıktır. Emek Hareketi’nin, sendika üst yönetimlerinin emekçilere yönelik önyargılarını bir kenara bırakarak, onların talepleri için birlikte mücadeleyi örgütlemeyi hedeflemesi, örgütsüz ve güvencesiz çalışmak zorunda bırakılan emekçileri her koşulda sahiplenmesi, başka sendikalara üye olan emekçileri “rakip sendikaların” üyesi değil, kamu emekçilerinin bir parçası olarak görmesi, KESK ve bağlı sendikalara hakim sendikal anlayışlarla aramızdaki sendikal çizgi farklılığının temel göstergeleridir.
Sendikal mücadelede somut talepler üzerinden mücadele edilmeden, emekçilerin sendikalardan beklentilerini ve taleplerini sahiplenmeden sonuç alındığı bugüne kadar hiç görülmemiştir. KESK’in bütün kamu emekçilerini birleştiren bir sınıf tutumu benimsediğini ve bu tutumun bir gereği olarak sadece üyelerinin değil, tüm kamu emekçilerinin mücadelesini yürüttüğünü emekçiler arasında hissettirmeden, mevcut durumu değiştirmek mümkün değildir. Bu nedenle ilk olarak yapılması gereken, somut talepler üzerinden mücadelenin örgütlenmesi, sermaye ve hükümet ile hem ekonomik hem de siyasal olarak –zaten karşı karşıya olan emekçilerin, bu karşıtlığın farkında olarak– karşı karşıya gelmesinin sağlanması ve bu karşı karşıya geliş içinde KESK’in mücadeleci ve hak almaya yönelik tutumunun yine somut olarak ortaya konulmasıdır. Ancak bu yapıldığında, bir taraftan var olan üyeler harekete geçirilirken, diğer taraftan bu tutumu gören yüz binlerce örgütsüz kamu emekçisinin yüzünü KESK’e ve onun mücadelesine dönmesi sağlanabilir.
Sınıf iradesini temel alan, sendikal demokrasinin aşağıdan yukarıya, her adımda emekçilerin iradesine dayanarak örgütlenmesi ihtiyacı, sadece kamu emekçileri sendikal hareketinin yeniden örgütlenmesi açısından değil, aynı zamanda bütün emekçilerin taleplerini kucaklayan birleşik bir mücadelenin örgütlenmesi açısından da önemlidir. KESK’in son dönemde benimsemiş olduğu dar ve kitlelerden uzak eylem ve mücadele tarzı, bu açıdan değerlendirildiğinde ve bunu değiştirmek için üzerimize düşenleri yaptığımızda, işçi ve emekçilerin kazanması kaçınılmazdır.
Bu yazıda sıkça belirttiğimiz protestocu eylem ve sendikacılık tarzını ve her türlü sınıf dışı tutumu tartışmaya açmak, yapılan sınıf dışı eylemleri ve etkinlikleri teşhir ederek kamu emekçilerine anlatmak, kamu emekçileri ve dolayısıyla Emek Hareketi açısından bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu tartışma, anlatma ve teşhir faaliyetinin; “nasıl bir mücadele”, “nasıl bir sendika” ve “nasıl bir KESK” tartışmalarına verilecek yanıtlarla birlikte günlük mücadeleden ve taleplerden koparılmadan yapılması gerekmektedir. Bu süreçte şüphesiz sadece teşhir faaliyeti ile yetinilmemeli, işyerleri merkezli yapılacak tartışmalarda üst yönetimlerin aldığı kararlar yukarıda ortaya konulan çerçevede geniş emekçi yığınların tartışma süzgecinden geçirilmelidir. Sadece eleştiren ve teşhir eden durumundan çıkılıp, yönetimlerinde olduğumuz merkez ve şubelerde bu tutuma uygun örnek yönelimlerin ortaya çıkarılması, buna uygun bir hattın tutturulması gerektiği açıktır.
Şubelerde, işyerlerinde artık yukarıdan bekleyen pozisyonunda olunmamalıdır. Yerelden yapılacak çalışmalarla; hem sınıf dışı tutumlar teşhir edilmeli ve kitlelerden soyutlamalı, hem de sermayenin, hükümetin saldırılarını teşhir etme ve buna uygun birleşik mücadeleyi yükseltme boyutuyla örnek çalışmalar yapılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır. Bu konuda yerel platformları oluşturma, yaygınlaştırma ve işyerleri ile bağlarını güçlendirme en önemli görevlerdendir. Ancak o zaman işyerlerinde ortaya çıkan emekçi iradesinin sendikal harekete ve birleşik mücadeleye doğrudan etkisinden bahsedilebilir.
Bugün karşı karşıya olduğumuz tüm sorunlara ve engellere rağmen, sendikalarımızı birer sınıf örgütü olarak yeniden inşa etmenin, mücadeleci tarzda yeniden örgütlemenin olanakları her zamankinden daha fazladır. Yeter ki, bu olanaklar uygun araçlarla kullanılsın, gerekli cesaret ve ataklık gösterilsin.
[1] Emekçilerin hak ve çıkarlarını savunan bir örgüt doğal olarak muhaliftir, ancak sendikaların görev ve sorumlulukları muhalefet etmekle sınırlandırılamayacak kadar geniştir. Mutlaka muhalefet yapılmak isteniyorsa, bunun, Emek Platformu’nun 1999 eylemleri ve 1 Aralık 2000 iş bırakma vb. gibi eylemlere bakılarak yapılması ile mümkün olacağının bilinmesinde yarar vardır.
[2] Aleviler, 29 Mart’tan iki gün sonra 1 Nisan’da İstanbul’da yaptıkları eyleme elli binin üzerinde katılım sağlamışlardır. Eğitim Sen ve KESK bu kesimle ortaklaşma yönünde bir çaba harcayıp bunun uygun araçlarını yaratmayınca, KESK eylemine sınırlı sayıda Alevi katılmıştır.
[3] Süreç o kadar dışlayıcı kendini merkeze koyan bir yerden işletildi ki, bu mücadelede taraf olan, Eğitim Sen ve KESK’in her eyleminde ona destek veren güçler bile, bu süreçte, kitlesel eylemlerde alana çıkardıkları güçlerini bile seferber edememişlerdir.