İngiliz mali sermayesinin yapısına genel bir bakış

Yaklaşık 80 yıl önce Lenin’in ele aldığı dönemde olduğu gibi bugün de, uluslararası mali sermayenin omurgasını esas olarak beş büyük emperyalist güç (Amerikan, Japon, Alman, Fransız ve İngiliz) oluşturmaya devam etmektedir. Mali sermayenin özellikle finans alanında, Lenin’in incelemesini yaptığı 1900’lü yılların başından bu yana bazı yapısal değişiklikler oldu. Örneğin Alman, Fransız ve Japon mali sermayesi daha çok klasik evrensel bankacılık sistemini korurken, Anglo-Amerikan sistemi denilen İngiliz ve Amerikan sisteminde mali sermayeler, bankaların yanı sıra; emekli fonları ve yatırım şirketleri ile konut kredi birlikleri şeklinde örgütlenmiş bulunmaktadırlar. Mali sermaye egemenliğini bu kurumlar aracılığıyla sürdürmektedir. Bununla birlikte İngiliz mali sermayesi son yıllarda 100 yıldan bu yana ki en büyük yapı değişikliğini geçirmektedir. Bu açıdan uluslararası mali sermayenin incelenmesinde bu gün her ne kadar 1800’lü yılların sonlarındaki gücünü kaybetmiş de olsa Amerikan, Japon, Alman ve Fransız emperyalizmi ile birlikte en büyük beş emperyalist güç içinde yer almaya devam eden ve son yıllarda yeniden yükseliş işaretleri vererek atılıma geçen İngiliz mali sermayesi ele alınmadan dünya mali sermayesinin yapısı yeterince anlaşılamaz.
Avrupa’nın rantiyeci özellikleri en fazla gelişmiş İngiliz mali sermayesinin yapısının incelenmesi, ortak özellikler taşıyan Amerikan mali sermayesinin yapısının da daha iyi anlaşılmasına yardım edecektir.

ÜRETİM VE SERMAYEDEKİ YOĞUNLAŞMA VE TEKELLER:
Lenin 1916’da yazdığı Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm adlı eserinde sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin gittikçe daha büyük işletmelerde büyük bir hızla yoğunlaşması sürecini kapitalizmin en karakteristik özelliklerinden birisi olarak tanımladı ve bunu verdiği birçok istatistikle doğruladı.
Daha o zamanda üretim korkunç bir hızla büyük işletmelerde yoğunlaşmıştı. Bugün bu yoğunlaşma çok daha üst boyutlara ulaştı. Artık yoğunlaşmanın olmadığı, tekellerin kontrol altına almadığı bir tek alandan söz etmek olanaksız hale geldi. Her alanda bir ya da birkaç tekel her şeye egemen oldu. Bu bir ya da birkaç tekelin dışında kalan küçük ya da orta boy işletmeler ile daha küçük tekel ya da büyük boy işletmeler de bu dev tekellerin kontrolü altına girmek ve onlara bağlanmak zorunda kaldılar.
İngiliz Çalışma Bakanlığının 1994 verileri işletmelerdeki tekelleşmeyi somut olarak ortaya koyuyor.

İşyeri Büyüklüğü ve Çalıştırdıkları Kişi Sayısına Göre İşyeri Sayısı ve Oranları (1994)
Çalışan işçi Sayısına
Göre İşyeri Türü                            Çalışan
İşyeri Sayısı        Oranı        İşçi Say.        Oranı
0 (Serbest Mesl.)        2.486.382        67,1        2.808.000        13,8
1-19                1.132.075        30,5        5.242.000        25,9
20-199                79.908            2,2        3.902.000        19,2
200-499            4.622            0,1        1.407.000        6,9
500 ve üzeri            3.091            0,1        6.920.000        34,1
Toplam            3.706.078        100,0        20.279.000        100,0
(Kaynak: İngiliz Çalışma Bakanlığı -DTI- Small Firms Statistics Unit. 1994)

Görüldüğü gibi, yaklaşık 2,5 milyon (Yüzde 67,1) dolayındaki serbest meslek sahibini bir kenara bırakırsak, toplam işyeri sayısının yüzde 30,5’ini oluşturan 1’den 19’a kadar işçi çalıştıran küçük işyerleri toplam işçi sayısının yüzde 25,9’unu istihdam ediyor. Öte yandan toplam işyerlerinin yüzde 0,1 (binde bir)’ini oluşturan 500 ve daha fazla işçi çalıştıran büyük işyerleri ise yaklaşık 7 milyonla toplam işgücünün yüzde 34,1’ini istihdam ediyorlar.
Şirket büyüdükçe yoğunlaşma da büyüyor. 1995 rakamlarına göre toplam işyeri ve şirketlerin sadece yüzde 0,0006, ya da milyonda 6’sını oluşturan en büyük 25 tekel tek başına 2 milyon 307 bin 536 kişiyi (toplamın yüzde 13,7’si) çalıştırıyor. Aynı 25 tekelde çalışan kişi sayısı 1996’da 2 milyon 282 bin 678’e düşmüş. 25 bin işçi bir yıl içinde işten atılmış.
Yaptıkları ciro işyerlerinde büyük bir yoğunlaşmayı gösteriyor. 1995 rakamlarına göre, yıllık cirosu bin ile 99 bin sterlin arası olan işyeri ve şirketler toplamın yüzde 37,49’unu, 100 bin ile 500 bin sterlin arası olanlar yüzde 35,85’irıi, 500 bin ile 10 milyon arası olanlar yüzde 22,87’sini, yıllık cirosu 10 milyon sterlinin üzerinde olan büyük şirketler ise toplam şirket sayısının sadece yüzde 2,79’unu oluşturuyorlar.
Amerika’da yayınlanan Fortune adlı ekonomi dergisinin dünyanın en büyük 500 korporasyonu sıralamasına göre, bu en büyük 25 şirketin 1995 yılı kâr toplamları, 23 milyar 106 milyon sterlini buluyor. 1996 kârları toplamı ise 28 milyar 992 milyon sterlin. Bir yıl içinde kârlarını 5 milyar 886 milyon sterlin artırmışlar. Söz konusu 25 şirketin mal varlıkları (aktifleri) toplamı 1995’de 963 milyar 492 milyon sterlin, 1996’da ise 1 trilyon 297 milyar 533 milyon sterlin. Yine sadece bir yıl içinde bu en büyük 25 İngiliz şirketi servetlerine 334 milyar 41 milyon sterlin daha katmışlar. Görüldüğü gibi 25 bin işçi işsizlik ve açlığın kollarına atılırken 25 şirketin kasasına fazladan 334 milyar sterlin daha girmiş.
İngiltere’nin Toplam Gayrı Safi Yurt İçi Hâsılası (GSYİH)’nın 605 milyar sterlin (1995) ve 1997 bütçesinin ise 300 milyar sterlin (1995’te 276 milyar sterlin idi) olduğu göz önüne alındığında sadece bu 25 şirketin toplam malvarlığının tüm İngiltere’nin bir yıllık toplam GSYİH’sının iki katından, bütçesinin ise dört buçuk katından daha fazla olduğu görülüyor.
Bu yüzyılın başında, 1900 ile 1910 arasındaki ilk on yıllık süre içinde imalat sanayinde faaliyet gösteren en büyük 100 firma toplam üretimin yüzde 16’sını, 1924’de yüzde” 22,0’ını, 35’de 24,0’ını, 49’da 22,0’ını, 58’de 32,0’ını, 70 ve 80’de 40,5’ini, 90’da 37,6’sını gerçekleştiriyorlardı. (En büyük 100 firma içine, savaş öncesi dönemde kamu sanayi kuruluşları (KİT’ler) dâhil değildi).
Yüzyılın başında en büyük 100 özel şirket toplam üretimin beşte birini gerçekleştirirken, bugün imalat sanayinde üretim yapan 5 grup toplam iş gücünün yüzde 31,9’unu, toplam satışların yüzde 40,8’ini ve toplam üretimin ise yüzde 39,0’ını gerçekleştiriyor.
Görüldüğü gibi, imalat sanayinde sadece 5 grup yani büyük tekel üretimin yüzde 39’unu, toplam satışların ise yüzde 40,8’in’i gerçekleştirirken bir kısmı yine büyük işyeri ve tekel olmak üzere geri kalan 3 milyon 706 bin işyeri üretimin yüzde 61, toplam satışların ise 59,2’sini gerçekleştiriyorlar. Küçük ve Orta Boy İşletmelerin (KOBİ) sayıları artmasına rağmen tekellerin her şeye egemen olduğu günümüzde giderek daha da fazla tekellere bağımlı hale gelmektedirler. Sayıları artarken etki ve güçleri artmamaktadır.
Hemen her sektörde bir ya da birkaç tekel tüm piyasayı ele geçirmiş bulunuyor. Örneğin İngiltere’nin 11,3 milyon tonluk demir-çelik ihtiyacının yüzde 58,4’lük bölümünü sadece bir tek şirket, British Steel karşılıyor. 6,3’lük bölümünü ise geri kalan şirketler üretiyor. 35,3’lük bölüm de dışarıdan ithal ediliyor. Aslında British Steel’in 1996 demir-çelik üretimi 15,2 milyon ton. Avrupa’nın birinci, dünyanın ise üçüncü büyük demir-çelik üreticisi olan bu dev demir-çelik tekeli üretiminin yüzde 50’lik bölümünü iç pazara vermeyip önemli bir kısmını Avrupa’ya, kalanını da dünyanın öteki ülkelerine ihraç ediyor. 1936’da demir-çelik sanayinde 10 tekel toplam üretimin yüzde 70-75’ini üretir ve en büyük tekel olan Vickers toplam üretimin yüzde 16’sını gerçekleştirirken (E. Varga, L. Mendelsohn, New Data for Lenin’s Imperialism, USA, 1940) bugün İngiltere’nin 15,6 milyon tonluk toplam demir-çelik üretiminin 12,2 milyon tonluk kısmını (yüzde 78) tek başına British Steel karşılıyor. British Steel’in toplam üretimi 15,2 milyon ton olmasına rağmen üretiminin yüzde 20’lik kısmı olan 3 milyon tonluk bölümünü yurt dışında üretiyor. Aynı şekilde, demir-çelik sektöründe 1900’lerin başlarında milyona yakın kişi, 1974’te 197 bin 700, 75’te 185 bin, 81’de 88 bin, 85’te 59 bin, 90’da 51 bin, 94’teise 38 bin 500 kişi çalışmaktaydı. İşçi sayısı hızla düşmesine rağmen üretim düşmek bir yana giderek arttı. Örneğin 1975’te 185 bin işçi ile 14,8 milyon ton demir-çelik üretilirken 1994’te 38 bin 500 işçi ile 15,6 milyon ton demir-çelik üretimi yapıldı. (BISPA, İngiliz Demir-Çelik Üreticileri Birliği, 1995 Yıllık Raporu)
Petrol alanında iki şirket, Shell ve British Petrol tüm İngiliz piyasasına hâkim durumdalar. İngiltere’deki petrol istasyonlarının ezici çoğunluğu Shell, British Petrol ve Esso’ya ait. Shell ve British Petrol yalnızca İngiltere değil, diğer birkaç şirketle birlikte (ABD’nin Exxon, Mobil ve Texaco ile Fransa’nın ELF ve Total gibi) dünya petrol piyasasını da ellerinde bulunduruyorlar. Dünyanın en büyük ilk üç petrol şirketi sıralamasında Shell birinci, ABD’nin Exxon’u ikinci, British Petrol üçüncü durumda bulunuyor. (The Financial Times)
Kimya alanında Imperial Chemical Industries (ICI) ve GlaxoWellcome tek başlarına üretimin yarıdan fazlasını karşılıyorlar. İlaç ve farmakoloji alanında ise yine GlaxoWellcome ve ardından da Smithkline Beecham yalnızca İngiltere’de değil dünyadaki üretimin önemli bir kısmını sağlıyorlar.
Doğalgazda British Gas, elektrik malzemelerinde General Electric Company (GEC), İnşaat malzemeleri ve cam sanayinde Hanson, gemi yapımı ve taşımacılığında Peninsular & Oriental (P&O), tütün ve sigara’da British American Tobacco (BAT Industries), telekomünikasyonda British Telecom (BT) ve Cable & Wireless, cep telefonunda Vodafone (Vodafone geçtiğimiz yıl İsveç’in Ericson şirketi ile birleşti.), içecek ve meşrubatta, Coca-Cola’nın dışında Guiness-Grand Metropolitan (GGM) ve Allied Domecq, sanayi ve tarım üretim araç ve aletleri alanında BTR, sivil ve askeri havacılık ile silah ve uzay sanayinde British Aerospace (BAe) ve Vickers, hava taşımacılığında British Airways (BA), posta dağıtımında British Post Office tek başlarına hemen hemen bütün piyasaya hakim durumdalar.
Yiyecek-içecek işi yapan 40 bini bakkal, dükkân, büfe vb. olan 197 bin işyeri İngiltere iç pazarının yüzde 60’ını karşılarken, büyüklük sırasıyla Teseo, J. Sainsbury, Safeway ve Asda’dan oluşan sadece 4 supermarkets zinciri toplam satışların yüzde 40’ını gerçekleştiriyorlar.
Gazete satışlarında günlük 13 milyonluk satışın sadece 5 milyonunu (yüzde 38), 17 milyonluk Pazar günkü satışların ise 6 milyondan (yüzde 35) fazlasını tek başına dünya medya kralı Murdoch’un News International grubu satıyor. Ardından, ölen medya kralı Maxwell’in Miror grubu geliyor. İki grup toplam pazarın yansından fazlasına hâkim durumda bulunuyorlar.
Lenin, “Tekel, kapitalizmdeki gelişmenin en son aşamasının son sözüdür.” diyordu. Serbest rekabetçi kapitalizmi emperyalizme dönüştüren tekeller oldu. Tekeller ise rekabetten doğdu. İktibas ya da füzyon denilen kaynaşma ya da yutmalar tekelleşmenin en bariz belirtileridir.
1890’lardan beri farklı hız ve boyutlarda gerçekleşen füzyonlar, son birkaç yılda daha da hızlandı. Bugün özellikle sayı ve büyüklükleri bakımından dikkat çekmektedir. İngiltere’de füzyonların son aylarda, daha çok da ‘97’nin ikinci yarısında oldukça hızlandığı görülmektedir. Barclays grubu başkanı Andrew Buxton Kasım ayı içinde, grubun yatırım bankacılığı kolu olan BZW’yi, ABD bankası CSFB (Credit Suisse First Boston) bankasına satması ile kendisini sıkıştıran gazetecilere verdiği “Eğer kimin kiminle füzyon yaptığını gösteren bir çizelge hazırladı ve temel olarak da son üç ayı aldıysanız herkesin herkesle füzyon yaptığını açıkça göreceksiniz.” cevabı bu süreci tanımlıyor.
Özellikle 1997 yılı içinde füzyonlar sayısı ve büyüklükleri açısından inanılmaz boyutlara erişti. Eylül ayı sonuna kadar kesinleşmiş füzyonların toplam değeri 350 milyar sterlinden fazla idi. 1996 yılı içinde 250 milyar sterlin değerinde füzyon gerçekleşmişti. Ekim ayı ortalarında, sadece bir hafta içinde gerçekleşen bazı yeni füzyon haberlerini aktarmakta fayda var. İngiltere’nin en büyük, dünyanın ise önde gelen telekomünikasyon tekellerinden British Telecom (BT) yüzde 20 hissesine sahip olduğu Amerikanın MCI komünikasyon şirketini almak için yine diğer iki ABD telekomünikasyon devi WorldCom ve GTE ile sonuna kadar kıyasıya kapıştı. Ama sonunda Amerikan World Com, BT’yi saf dışı ederek MCI’yı 37 milyar dolar’a satın aldı. WorldCom BT’nin MCI’daki yüzde 20’lik hissesinin karşılığı olan 7 milyar doları ödeyerek İngiliz tekelini devreden çıkardı. Yenilmiş görünen BT üç gün sonra MCI’nın dağıtım ağı şirketi Concert Communication’ın yüzde 24,9 hissesini aldı. İngiltere’nin en büyük, dünyanın ise ikinci büyük tütün tekeli olan BAT Industries’in yan kuruluşu BAT Finans Servisleri şirketi İsviçre’nin Zürich Finans Servisleri grubunu yutmak için 23 milyar sterlin karşılığında anlaştı. İngiltere’nin T&N grubu ile ABD’nin Federal-Mogul araba motorları şirketi birleşmek için anlaştılar. Elektrik malzemeleri üreten İngiliz BTR ile Amerikan Exide Electronics anlaştılar. Dünyanın ikinci büyük çimento üreticisi Fransız Lafarge grubu, yutmak için 1.67 milyar sterlin karşılığında İngiltere’nin Redland grubu ile anlaştı. Havacılık, kola gibi bir çok konuda dünya piyasasına hızlı ve iddialı bir dalış yapan Virgin, İngiltere’nin büyük bankalarından Royal Bank of Scodland ile yüzde 50–50 birleşmek üzere anlaştı. Virgin’in sahibi ve başkanı Richard Bronson iddialı konuşarak, Barclays, National Westminster, Lloyds-TSB ve HSBC’nin Midland Bankası’dan oluşan “Dört Büyükler”i tahtından indirmeye kararlı olduklarını açıkladı. Reed Elsevier, Wolters Kluwer ile birleşerek dünyanın en büyük yayıncılık devi haline geliyor. Reed daha önce de Hollanda’nın Elsevier şirketi ile birleşmişti. İçecek ve meşrubat alanında İngiltere’nin iki devi Guiness ve Grant Metropolitan geçen Aralık’ta birleştikten sonra şimdi de Fransız LVMH ile birleşme görüşmeleri yapıyorlar. Guiness-Grant Metropolitan dünyanın en çok satılan 100 içkisinden 14’ünün üreticisi. İngiliz askeri ve sivil havacılık ile silah ve uzay araçları üreticisi British Aerospace (BAe) ile Almanların Daimler-Benz’in havacılık, silah ve uzay araçları kolu Dasa, Fransız Thomson-CSF’ye karşı ittifak yaptıklarını açıkladılar. ABD’nin Avrupa’daki en büyük bankalarından CSFB, Barclays grubunun yatırım bankacılığı kollarından BZW’nin Avrupa hisse senedi alım satım ve danışmanlık kolunu satın aldı. Bunun karşılığında Barclays de CSFB’nin Avrupa Hisse alım satımı ve Danışmanlık hizmetleri bölümünü ele geçirdi. NatWest Bank yatırım bankacılığı kolu NatWest Market’i satmak için Alman Deutsche Morgan Grenfell ve Amerikalı Bankers Trust ile görüşmelere başladı. Her iki taraf da inkar etmelerine rağmen, gazeteler İngiltere’nin en büyük iki bankası Barclays ve NatWest’in gizli birleşme görüşmeleri yaptığını yazıyorlar. (The Financial Times, The Guardian, Wall Street Journal, The Economist, Business Week, European)
Füzyonlar konut-kredi birlikleri (building society) alanında çarpıcı bir şekilde yaşanıyor. İngiliz mali sermayesinin yapısı içinde önemli bir yer tutan konut-kredi birliklerinde yaşanan füzyonlar ve tekelleşmeyi daha yakından görelim.

Yıllar         Birlik sayısı
1900         2.286
1930         1.026
1950         819
1970         481
1990         117
1997         77
(Kaynak :The Economist ve Registrar General’s Reports and Building Society Affairs)

Yukarıdaki tablodan da açıkça görüldüğü gibi 1900 yılında 2286 olan konut-kredi birliklerinin sayısı füzyonlar sonucu 50’de 819’a, 70’de 481’e, 90’da 273’e, 97’nin başlarında ise 77’ye indi. Bankaların konut kredi birliklerini ele geçirmesi ya da iyice büyümüş olan konut kredi birliklerinin doğrudan banka statüsü kazanması süreci hızla devam ediyor. Royal Bank of Scodland 7. büyük konut-kredi birliği olan Midshires’ı almak için 630 milyon sterline anlaştı. Yine Royal Bank of Scodland, Halifax, Woolwich, Alliance & Leicester ve Nothern Rock’un banka olmasından sonra kalanlar arasında en büyük konut kredi birliği haline gelen Nationwide ile yakın ilişki içinde olduğunu ve satın alma görüşmeleri yaptığının artık bir sır olamadığını açıkladı. (The Financial Times)

BANKALARIN ROLÜ
Lenin, “Emperyalizm” adlı kitabında “bankaların rolünü dikkate almazsak, modern tekellerin gerçek gücü ve önemine ilişkin bilgilerimiz son derece eksik ve yetersiz kalacaktır.” demekte ve biraz aşağıda devam etmektedir:
“Bankacılık geliştiği ve az sayıda kuruluşun elinde yoğunlaştığı ölçüde, bankalar mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, bütün kapitalistlerin ve küçük girişimcilerin bütün para sermayelerini ve belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin üretim araçlarını ve hammadde kaynaklarının büyük kısmını ellerinde tutan güçlü tekellere dönüşürler. Çok sayıda mütevazı aracının böyle bir avuç tekelciye dönüşmesi, kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşmesinin temel süreçlerinden birini oluşturur.” (Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm, sf.38, İnter yay.)
Bankalar esas olarak ödemelerde aracılık yapmak için ortaya çıktılar ve Lenin’in işaret ettiği gibi süreç içinde mütevazı aracılar olmaktan çıkıp bütün kapitalistler ve küçük girişimcilerin para sermayelerinin tamamını ve bir ya da birçok ülkenin üretim aracı ve hammadde kaynaklarının büyük kısmını ellerinde tutan çok güçlü tekellere daha 1900’lerin başlarında dönüştüler. Neredeyse hemen her şeyi ellerine geçirdiler. Rolleri her geçen daha da arttı ve bugün 1900’lerin başlarındakinden çok daha önemli hale geldiler. Bankaların İngiltere ve uluslararası planda oynadıkları rolün günümüzdeki somut durumu bu bakımdan önem taşıyor.
Bugün İngiltere’de 263’ü yabancı olmak üzere 515 banka var. Yabancı bankalardan 28’i Japon, 23’ü Amerikan, geri kalan 212’si de diğer ülkelere ait. Bu sayının 80’i diğer şirketlerin bankacılık işlerini yapan İngiltere’deki şubeleri. 252 İngiliz bankasının 20’sini mevduat bankaları, 31’ini tüccar bankalar, 8’ini mevduat kabul evleri, geri kalanlarını da diğer bankalar oluşturuyor.
İngiltere Merkez Bankası verilerine göre 1991’de İngiltere’deki bankaların elinde bulunan mevduat miktarını aşağıdaki tablo gösteriyor.

(Sterlin olarak)         Yabancı kur olarak)
Toplam mevduat         Toplam mevduat
(milyon sterlin)         (milyon sterlin)
İngiliz mevduat bankaları:    304750            68425
İngiliz tüccar bankaları:    34837                16787   
Diğer İngiliz bankaları:    39025                8582
Amerikan bankaları:        18656                98281
Japon bankaları:        35478                205144
Diğer yabancı bankalar:    99710                278738
Tasarruf sandıkları:         16250                579   
Toplam:            548706            676536
Sterlin veya yabana kur olarak toplam: £548706m + £676536m =£1252242m.

Görüldüğü gibi bankaların elindeki mevduat toplamı 1 trilyon 152 milyar sterlin. Üstelik bu rakam 1991’e ait. Bugün bu rakam en azından bunun birkaç katı. Sadece İngiliz bankalarının ellerinde biriken para 1993’de 1 trilyon 488 milyar sterlin (2,4 trilyon dolar) oldu. Konut kredi birliklerinin ellerinde biriken toplam mevduat miktarı ise daha 1991’de 247 milyar 403 milyonu buluyordu.
Bankalar etki alanlarını yalnızca kendi ülkeleriyle sınırlı tutmuyor ve sadece kendi ülkelerinde mevduat toplamıyorlar. Kendi ülke mevduat pazarları onlara dar geliyor. Büyüdükçe diğer ülkelerin mevduat pazarlarına da giriyor ve oraları da ele geçirmek istiyorlar. Önlerine çıkan yasal engelleri de değişik yollarla aşıyorlar.
Bankalar ve diğer finans kuruluşları çeşitli yolları kullanarak özellikle geçtiğimiz son 10 yılda çok sayıda ülke mevduat pazarına girdiler. Örneğin İngiltere’nin en büyük sigorta kuruluşlarından Sun Life Assurance ile Fransızların o dönemde en büyük sigorta şirketi olan UAP karşılıklı birbirlerinin hisselerini aldılar ve kısmi bir birleşme yaptılar. İngiliz Şirketi böylece Fransa ve UAP’nin en büyük Belçika sigorta şirketi ile çok sıkı bağları olduğundan Belçika pazarına da girdi. Midland Bank da İtalyan Instituto Bancario Italiano bankasının İspanya’daki kolu olan İspanyol Banco Santander of Spain bankasını yutarak İspanya ve Avrupa pazarına girdi.
Aynı yolu Alman ve Fransızlar da izledi. Örneğin Alman Deutsche Bank AG. 1987’de, Bank of America’nın İtalya’daki 100 şubesini ele geçirerek İtalyan pazarına girdi. Aynı şekilde Fransız Credit Lyonnais of France bankası da Amerikan Chase Manhattan Bank’ın Hollanda kolu olan Nederlander Crediet Bank’ın 127 şubesini ve yüzde 7’lik hissesini ele geçirdi.

“DÖRT BÜYÜK”
Yoğunlaşma bankalarda hızlı bir şekilde sürüyor. Bankacılık sektöründe, İngiltere’de yarısından fazlası yabancı olmak üzere 500’den fazla banka olmasına rağmen “Dört Büyük” (Big Four) denilen ve Barclays, National Westminster, Lloyds-TSB ve Midland Bank (artık sadece HSBC Holdingleri grubunun bir kolu)’dan oluşan dört büyük banka piyasayı elinde tutuyor. Bu 4 büyük bankanın aktifleri toplamı, 1996 rakamlarına göre 920 milyar sterlini buluyor. Yine ülke içindeki toplam 11 bin 350 şubenin yüzde 77,8’i sadece bu dört büyüğe ait. Dört büyüklerden NatWest geçtiğimiz yıl büyük bankalar arasında sayılan Hambros’un tamamını satın aldı. Yine, Bank of Scodland’ın yüzde 35’inin sahibi Barclays grubu. The Financial Times’a göre en büyük bankalardan Barclays ve NatWest grupları arasında birleşme pazarlıkları yapılmaya başlandı. Barclays grubunun 43 yaşındaki genel müdürü J. Martin Taylor en büyük hayalinin NatWest’i almak olduğunu açıkça ilan etti.
Lloyds-TSB grubu, Lloyds bankasının ayrı büyük bir banka olan TSB’yi Aralık 1995’de yutması sonucu oluştu. Lloyds Bank, TSB’den birkaç ay önce, 95 Ağustosu’nda da Cheltenham & Gloucester konut kredi birliğini yutmuştu. Lloyds-TSB bir buçuk yıl içinde hızla büyüdü ve bugün kimine göre en büyük, kimine göre de üçüncü büyük İngiliz bankası oldu. Hızla yukarılara doğru tırmanıyor.
Aynı şekilde klasik mevduat bankacılığından çok yatırım bankacılığı ve diğer ülkelere borç ve kredi verme işleriyle uğraştığı için sokaktaki insan tarafından hemen hiç tanınmayan İngiltere’nin en büyük bankacılık kuruluşu durumundaki eski adı HongKong Bankası olan HongKong ve Şanghay Bankacılık Korporasyonu (HSBC) Holdingleri Grubu da 1993’de birçok banka, sigorta ve yatırım şirketi, sanayi kuruluşundan sonra Midland Bankası’nı da yutarak en büyük oldu.
Yuttuğu Midland Bank’ın şubelerinin dışında İngiltere’de fazla şubesi olmayan ve daha çok yatırım bankacılığı yaparak ülkelere kredi ve borç para veren HSBC Holdingleri grubunun 78 ülkede 5 bin 500’ün üzerinde şubesi bulunuyor. Yine Barclays grubunun ülke içinde 2 050 şubesinin yanında 84 ülkede 5 binden fazla şubesi var. National Westminster Bank’ın dünyadaki şube sayısı da Barclays’den aşağı kalmıyor. Aynı şekilde İngiltere’de çok az şubesi bulunan ve küçük mevduat bankalarından birisi sayılan Standart Chartered Bankası çoğu Asya, Afrika ve Ortadoğu’da olmak üzere 40 ülkede 600 şubenin sahibi.
“Bütün ülkeyi baştanbaşa saran, bütün sermayeleri ve gelirleri merkezileşti-ren ve binlerce dağınık işletmeyi tek bir ulusal ekonomiye ve nihayet kapitalist dünya ekonomisine dönüştüren sıkı bir kanallar ağının ne büyük bir hızla oluştuğunu görüyoruz.” (Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm, sf.38, İnter yay.)
Lenin’in daha 1916’da tespit ettiği şey bugün çok daha açık ve net olarak görülebiliyor.
Yazımızın önceki bölümlerinde çalıştırdıkları kişi sayısına göre İngiltere’deki en büyük 25 şirketin kâr ve mal varlıkları toplamını vermiştik. Bu kez de mal varlıklarına (toplam aktiflerine) göre, yine Fortune dergisine dayanarak İngiltere’nin sadece en zengin 10 şirketini sıralayalım (1996 sonu):

Şirketin Adı             Mal Varlığı (Aktifleri)     Faaliyet Alanı
(milyar sterlin)
1 HSBC Holdingler        247                 Bankacılık
2 Barclays            195                 Bankacılık
3 NatWest            194                 Bankacılık
4 Lloyds-TSB            154                 Bankacılık
5 Abbey National        130                 Bankacılık
6 Halifax            114                   Bankacılık-Konut-Kredi Bir.
7 Prudential            82                 Bankacılık- Sigortacılık
8 Shell                77                 Petrol
9 Royal Sun & Alliance    58                 Sigortacılık- Emeklilik
10 Commercial Union     57                 Sigortacılık- Emeklilik
Toplam            1.308

Tablodan görüldüğü gibi İngiltere’nin en büyük, en zengin ve en fazla paraya sahip 10 tekelinden 9’u finans kuruluşu. Banka, sigorta ya da konut kredi birliği, emekli fonu. Bunlardan ilk beşi doğrudan banka, 6. ve 7.’si artık bankacılık da yapmaya başlayan konut kredi birliği ve sigorta şirketleri. 9. ve 10.’lar ise sigorta şirketleri. İlk 10 içindeki doğrudan finans kuruluşu olmayan tek grup dünyanın en kârlı şirketi olan ve 5 kıtada petrol çıkaran Shell.

YATIRIM BANKACILIĞI (TÜCCAR BANKALAR), YATIRIM ŞİRKETLERİ
Bankalar yalnızca mevduat bankacılığında değil, yatırım bankacılığı ve tüccar bankacılıkta da çok önemli bir rol oynuyor. Her bankanın mutlaka en az bir tane de yatırım ve tüccar bankası var. Örneğin Barclays grubunun yatırım bankasının adı BZW (Barclays de Zoete Wett).
1986’deki “büyük patlama-big bang”in ardından gelen ve Kara Pazartesi olarak adlandırılan Ekim 1987’deki borsa krizi, New York ve Tokyo’dan sonra hâlâ dünyanın üçüncü büyük finans merkezi sayılan Londra’nın ünlü City’sinde de büyük bir panik yaşanmasına neden oldu. Borsa’daki birçok şirket ve borsa işlemcisi aracı kişi ve firmalar bu panikten önemli ölçüde etkilendiler. Zayıfların sarsıntısından büyükler yararlandı. Büyükler Thatcher hükümetinin de yardımıyla daha küçükleri yuttular.
O zamana kadar borsada bankaların doğrudan faaliyetleri yoktu. 1908’den beri Londra Borsasında daha çok işlemci kişi ya da uzmanlar bazı kurumlar adına işlem görüyorlardı. Örneğin 1986’da Londra Borsasında işlem görme yetkisine sahip. 209 üye firma adına 4852 kişi işlemedik yapıyordu. Bu 209 firmanın ezici çoğunluğu (192 firma) belli bir komisyon karşılığında yatırımcı şirketlere aracılık yapıp onlar adına kıymetli evrak, hisse alırlardı. 1969’da getirilen düzenlemeyle bu aracı ve işlemci firmaların limited şirket olmalarına izin verildi. Fakat yine bankalar ve büyük tekeller borsada doğrudan kendi adlarına işlem göremiyorlardı. 1986’daki “büyük patlama” ve 87’deki “Kara Pazartesi” sonunda yeni bir düzenleme getirildi. 1987’de yürürlüğe konulan yasa ile borsa ve menkul ve kıymetli evrak piyasası düzenlemeye sokuldu. Yerli ve yabancı banka ve şirketlere borsanın kapısı açıldı. Kısa bir sürede İngiliz ve yabancı bankalar borsa ve para piyasalarının en önemli unsurları haline geldiler. İlk iş olarak yıllardır borsada işlemci ve aracı firma olarak uzmanlaşmış kişi, şirket ve firmaları satın alarak onların tecrübe ve yardımları ile borsada işlen yapmaya başladılar.
İşte Barclays grubu da bu sırada harekete geçti ve City’nin önde gelen toptan menkul ve kıymetli evrak satıcısı Wedd Durlacher Mordaunt ile en önde gelen borsa işlemcisi Zoete & Bevan’ı satın aldı, daha doğrusu yuttu. Böylece Barclays de Zoete Wett (BZW) adını alarak dünya çapında önemli bir menkul ve kıymetli evrak şirketi ve tüccar banka (yatırım bankası) oldu. Wedd’in yılların deneyimini kullanarak giderek daha da büyüdü ve başta ABD ve Japonya olmak üzere dünya borsalarında söz sahibi bir yatırım bankası haline geldi. BZW bugün özellikle Frankfurt, Tokyo ve New York olmak üzere dünya para piyasalarında önemli bir güç. Ancak, Barclays grubu BZW’nin en önemli kısmı olan Kıta Avrupası hisse alım satım ve danışmanlık hizmetleri bölümünü geçtiğimiz haftalarda Amerika’nın Avrupa’daki bankalarından CSFB (Credit Suisse First Boston)’ye sattı. Karşılığında da CSFB’nin Avrupa hisse alım satım bölümünü satın aldı. Aynı yolu izleyerek HSBC James Capel’i, Midland Bank da Samuel Montagu Menkul ve Kıymetli Evrak Kabulevini ele geçirerek bu piyasaya girdiler. HSBC daha sonra Midland Bank’ı ele geçirdi ve hem James Capel’in hem de Samuel Montague’nün sahibi oldu. NatWest Fielding ve NewsonSmith’i daha sonra da Wood MacKenzie’yi ele geçirerek County NatWest’i kurdu. Yine örneğin Alman Deutsche Bank, Morgan Grenfell’i ele geçirerek Deutsche Morgan Grenfell’i kurdu. Alman Dresdener Bank da Kleinwort Benson’ı satın alıp yatırım bankacılığına el attı.
Diğer bütün büyük İngiliz ve yabancı bankalar aynı yolu izlediler. Bankacılık yasasına getirilen düzenleme ile yatırım bankalarına mevduat toplama olanağı da sağlandı.
İngiltere’de bu şekilde çok sayıda tüccar banka (merchant bank) ya da ABD ve dünya para piyasalarındaki adı ile yatırım bankası var. The Financial Times gazetesine göre 1991’de İngiltere’deki en büyük 10 tüccar banka; Morgan Grenfell, Goldman Sachs, NM Rothschild, SG Werburg, Schroder Wagg, Hambro Magan, BZW, County NatWest ve Kleinwort Benson idi. Ancak bugün bu yatırım bankalarının çoğunun sahipleri değişti. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Morgan Grenfell’i Alman Deutsche Bank, BZW’yi Amerikan CSFB, Hambro Magan’ı NatWest, Schroders ve Robert Fleeming’i HSBC, Kleinwort Benson’ı Alman Dresdner Bank, SG Warburg’u İsviçre SCB (Swiss Bank Corporation) satın aldı. NatWest grubu, County NatWest’in de içinde olduğu NatWest Market’i satmak için Amerikan Bankers Trust ve Alman Deutsche Morgan Grenfell ile görüşmelere başladı.
İlk bakışta İngiliz bankalarının elinde yatırım bankası kalmıyor gibi görünüyor. Bazı İngiliz gazeteleri “NatWest Market de satılırsa elimizde yatırım bankası kalmayacak” diye feryat etmeye başladıkları sırada, Barclays grubu 450 milyar doları kontrol eden Barclays Global Investor’a ek olarak Barclays Capital adıyla yeni yatırım şirketi kurduğunu ilan etti. İngiliz mali sermayesi her alanda dağınık duran sermayelerini bir araya topluyor ve giderek daha fazla merkezileşiyor. Barclays ve NatWest gruplarının birleşme çabaları da İngiliz emperyalizmi ve onun mali sermayesinin ileriye atılmak için güç topladığının en önemli işaretlerinden birisini teşkil ediyor.
Yatırım bankacılığı ve yatırım şirketlerinin yaptığı işi anlayabilmek için üç büyük yatırım şirketinden örnek verelim. Örneğin Alman Deutsche Bank AG’ye ait Deutsche Morgan Grenfell’in verdiği borç ve kredilerden birkaçı: Şubat 1997’de Meksika devletine 2009 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 8,25 faiz ile 500 milyar Alman Markı, Mayıs 97’de, Arjantin Cumhuriyetine 2004 yılında geri ödenmek koşulu ile 500 milyar Arjantin Lit’i, Haziran 97’de, Romanya Cumhuriyetine 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,75 faiz ile 600 milyon mark, yine Haziran 97’de Brezilya Cumhuriyetine 2017 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 11 faiz ile 50 milyar Lit. Bunların dışında Alman yatırım şirketinin Şubatta Belle Korporasyonuna 2002 yılına kadar verdiği 150 milyon ABD doları ile Temmuzda Eskom şirketine 2027 yılma kadar verdiği 8 milyar Zar’ı diğerlerinin yanında küçük kalıyor. (The Financial Times, 19 Eylül 1997, Deutsche Morgan Grenfell’in kendi İlanı)
18. yüzyılda Morgan Grenfell’in kurucusunun İngiltere’den Amerika’ya giden oğlu John Pierpont Morgan tarafından kurulduğu için ismini oradan alan ABD’nin en büyük yatırım şirketlerinden JP Morgan’ın bazı ülkelere verdiği kredilerden birkaçı: Ekim 1996’da Filipinler Cumhuriyeti’ne 2016 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 8,75 faiz ile 690 milyon dolar, Şubat 1997’de Arjantin Cumhuriyetine 2017 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 11,375 faiz ile 2 milyar dolar, Şubat 97’de 2007 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,625 faiz ile 750 milyon ve yüzde 8,625 faiz ile 250 milyon dolar, Mart ’97’de Umman Sultanlığı’na 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,125 faiz ile 225 milyon dolar, Mayıs 97’de Çek Cumhuriyeti’nin garantisi ile Çek İhracat Bankası’na 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7 faiz ile 250 milyon dolar ve Haziran 97’de Rusya Federasyonuna 2007 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 10 faiz ile 2 milyar dolar. JP Morgan’ın Çin Kalkınma Bankası, Kore Kalkınma Bankası, Çin’de Jingyuar barajını yapan MPC şirketine, Malina Su Kurumu’na, Endonezya Negara Bankası’na, Malezya Telekomu’na, Hindistan’ın ICICI Korporasyonu Çin’in Huaneng Elektrik Kurumuna, COCO şirketi ve daha birçoğuna verdiği kredilerin ise sadece isimlerini anmakla yetindim (The Financial Times, 19 Eylül 1997, JP Morgan ‘in kendi ilanı)
Yatırım bankacılığının İngiltere’deki en büyük ismi HongKong ve Şanghay Bankacılık Korporasyonu (HSBC) Holdingleri grubu. Bu grup işe 1865’de Çin’in İngiltere’nin sömürgesi olduğu dönemlerde, Çin, ABD ve Avrupa arasında ticaret ve mali işlemler yapmak amacıyla başladı. İlk ismi Hong Kong Bankası idi. 1867’de Hong-Kong ve Şanghay Bankacılık Korporasyonu oldu. Uzun yıllar İngiliz sömürgeciliğinin Uzakdoğu’daki temsilcisi durumundaydı: HSBC aralarında HongKong Bankası’ndan sonra HonKong’un ikinci büyük bankası Hang Seng Bank, HongKong Malezya Bankası, Asya Yatırım Bankası, Cathay Pasifik Havayolları, ABD’nin en büyük yabancı bankası olan Marine Bankası ve Americas Inc., Kanada’nın en büyük yabancı bankası olan 100 şubeli Kanada HongKong Bankası, Körfezdeki en büyük yabancı banka olan İngiliz Ortadoğu Bankası, Avustralya HongKong Bankası, Suudi İngiliz Bankası ve Kıbrıs Halk Bankası gibi çok sayıda banka ve yatırım şirketinin sahibi. Grup bunların dışında İngiliz Arap Ticaret Bankasından Arjantin’de Banco Roberts ve Şili’deki Banco Santiago’ya kadar birçok banka, yatırım bankası ve diğer şirketlerde hisse sahibi. HSBC aynı zamanda İngiltere’nin Royal Bank of Scodland ile Standard Chartefed bankalarının önemli bir miktar hisselerinin de sahibi.
Devleşmesi özellikle 1980’lerden sonra oldu. Büyük patlamadan sonra Londra Borsası’nın en büyük işlemci firmalarında James Capel’i bünyesine kattı. Ardından 1987’de Midland Bank’ın yüzde 14,9 hissesini ele geçirdi. HongKong Bankası 1991’de diğer birçok şirket ve holdingleri de ele geçirerek HSBC Holdinglerini kurdu. Midland Bank’ı ele geçirmeyi önüne koydu ve kısa bir süre içinde, Nisan 1992’de de yuttu. HongKong’daki kişisel mevduatların yüzde 60’ının sahibi olan HSBC’nin bugün başta Çin, HongKong, Malezya, Uzak Doğu ülkeleri olmak Asya, Avustralya, Avrupa, Amerika, Afrika, Pasifik ve Ortadoğu bölgelerinde 78 ülkede faaliyet yürüten 5 bin 500’den fazla şube ve büroları var. HSBC’nin örneğin Hong-Kong’da 433, Malezya’da 50, Çin’de 14, Singapur’da 31, Japonya ve Endonezya’da 8’er, Hindistan’da 29, Avustralya’da 42, İngiltere’de 1792, Almanya’da 14, Güney Kıbrıs’ta 136, Türkiye’de 2, Brezilya’da 2004, ABD’de 452, Kanada’da 122, Peru’da 47, Arjantin’de 31, Suudi Arabistan’da 63, Birleşik Aran Emirlikleri’nde 15, Umman’da 5, Lübnan’da 5, Mısır’da 6, Zimbabwe’de 4, Güney Afrika’da 4 şube ya da bürosu var. (HSBC 1997 Yıllık Raporu)
HSBC’nin şirketleri dünyanın 5 kıtasında fabrika inşaatından, kanallar, barajlar, elektrik terminalleri inşa etmenin yanı sıra birçok yatırıma mali sponsorluk yapıyor, ülkelere ve büyük şirketlere uzun ya da kısa vadeli faizlerle kredi ve borç veriyor. HSBC’nin Asya Yatırım Bankası örneğin şu sıralarda Çin’in başkenti Pekin’in en büyük toplu konut inşaatı olan 1,7 milyar Hong-Kong doları değerindeki Pekin Kuzey Yıldızı projesinin finans koordinatörlüğü, mali danışmanlığı ve finans desteğini yapıyor. Dünyanın en büyük bankalarından olan HSBC şu anda Çin’in dışında Yunanistan’ın özelleştirme programı içinde en büyük payı elde etmekle meşgul. İngiliz bankası Yunanistan tarihinin en büyük satışı olacak 1,7 milyar sterlin tutarında mülk alıyor. Yine Mısır’da, 105 milyon sterlin sermayeli meşrubat üretim tesislerinin finans desteği HSBC tarafından yapılıyor. HSBC ile ilgili rakamlar bir ölçüde İngiliz emperyalizminin yaptığı sermaye ihracı ve dünya pazarlarına hâkim olma mücadelesinin verilerini de oluşturmaktadır.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşıldığı gibi, yatırım banka, şirket ve tröstleri ile unit tröstlerinin esas rolü hisse senedi ve tahvil gibi menkul ve kıymetli evrak alıp satmak, yatırımlara kaynak sağlamak, yüksek faizlerle uzun ya da kısa vadeli borç para vermek ve komisyon karşılığında büyük tekelere danışmanlık yapmak, bilgi satmak.
Yatırım şirketi denilince büyük bankalar akla geliyor. Yatırım şirketlerinin ezici çoğunluğunu esas olarak, HSBC, Barclays, NatWest ve Lloyds-TSB’den oluşan dört büyük banka ele geçirmiş durumda. Büyük bankalar artık gizlice değil, doğrudan yatırım şirket, tröst ve unit tröstlerinin sahipliğini yapıyorlar.
Bankalar önlerine çıkarılan yasal engelleri aşabilmek için yatırım bankası, tüccar banka, tasarruf sandıkları, mevduat kabul evleri, unit tröstleri, yatırım tröst ve şirketleri gibi klasik bankacılık statüsüne uymayan yasal statü olarak belli farklılıklar taşıyan çok sayıda finans kuruluşunun arkasına gizlenmek ve aracı olarak onları kullanmak zorunda kalıyorlar. 1900’lerin başlarında, 1908’lerde Londra bankaları joint stock (anonim şirket) bankaları olup yerel bankaları yuttuktan sonra, kamuoyunda kendilerine karşı tepki oluşmaya başladı. 1890’lardan sonra, 1908’lerden 1926’lara kadar İngiltere’de çok güçlü işçi hareketleri oldu. Örneğin 1919–20 arasında, grevlerle 30 milyon iş günü kayboldu. Maden işçilerini desteklemek için işçilerin kendiliğinden başlattığı ve hareket tüm ülkeye yayıldıktan sonra TUC (İngiltere Sendikalar Konfederasyonu)’un başındaki sendika ağalarını da sahiplenmek zorunda bıraktıran ve milyonlarca işçinin katıldığı Mayıs 1926’daki 9 günlük genel grevle bu hareket doruk noktasına ulaştı ve daha sonra düştü. Bu güçlü işçi hareketi içinde, her şeyi ele geçirmekte olan bankalara karşı büyük tepkiler oluştu. Hareketin ardından 1929’da patlak veren emperyalist kapitalizmin büyük krizi sonucunda bu tepki daha da arttı. Tepki sonucu İşçi Partisi (Labour Party)’nin 1933’deki kongresinde finans ve sanayi tekellerinin kamulaştırılması önergesi büyük bir oyla kabul edildi. 1934’de parti programına petrol, kömür, demir-çelik, elektrik, ulaşım gibi temel sanayi kollarının yanı sıra topraklar ve bankaların kamulaştırılma maddesi konuldu ve bu politika açıkça savunulmaya başlandı. Bu sıralarda (1931-35 arasında), başta demir-çelik sanayi, gemi yapım – taşımacılığı., araba tekeli Rover vb. olmak üzere İngiliz sanayi tekellerinin hisselerinin büyük kısmı doğrudan bankalara aitti. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşının sonunda, İngiliz işçi sınıfı emekçi kesimler arasında Sosyalist Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu ile “Uncle Joe” (Co Amca) dedikleri Stalin’e karşı duydukları sevginin de etkisiyle sosyalizme karşı ilgi ve sempati arttı. 46 ve 47’de büyük işçi grevleri patlak verdi. Komünistler işçi sınıfı ve sendikalar içinde güçlü bir konuma gelmeye başladılar. Örneğin 1945–47 aralarında Araba ve Motor İşçileri Sendikası’nın 7- kişilik MYK’sının 2 tanesi, Elektrik İşçileri Sendikasının genel başkan ve genel sekreteri, İnşaat İşçileri Sendikasının genel başkanı, en büyük sendika Ulaşım İşçileri Sendikasının 38 kişilik MYK’sının 8 tanesi Komünist Partisi yöneticisi idi. Bu güçlü rüzgâr altında 1945’deki seçimleri İşçi Partisi çok büyük bir oy farkıyla kazandı. Tabandan gelen yoğun baskı sonucu hükümet programında temel sanayi kollarındaki büyük tekellerinin yanı sıra, dört büyük banka (Barclays, NatWest, Midland ve Lloyds) ile yatırım tröstleri, konut kredi birlikleri ve sigorta şirketleri gibi finans kuruluşlarının her birinden en büyüğünün kamulaştırılacağı açıklandı. İşçi Partisi “sosyal devlet” uygulamasını başlattı. Sanayi tekellerinin önemli bir kısmını kamulaştırdı; ancak bankalar ve diğer finans kurumlarına dokunmadı. Bununla birlikte bankalara birçok yasal kısıtlamalar getirildi. (P. Armstrong, A. Glyn, J. Harrison, Capitalism Since 1945, London, 1991)
İşte bankalara karşı oluşan bu tepkiler ve kamulaştırılma korkusu ile yasal kısıtlamalar bankaları gizlenmeye itti. Sanayi kuruluşları ile olan doğrudan bağlarını kesip, başka kurumlar aracılığı ile bu hâkimiyetlerini sürdürdüler. Bankalar önlerine çıkarılan engelleri klasik Evrensel Bankacılık sisteminde olmayan kurumların arkasına saklanıp onları güçlendirerek aşıyorlardı. Ancak özellikle 1979’lardan itibaren getirilen yeni yasal düzenlemelerle bankaların önü giderek açılınca yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladılar. Bunun sonucunda çoğu kez arkasına gizlendikleri yasal statüde kısmi farklılıklar taşıyan yatırım şirketi, unit tröstü, yatırım bankası ile emekli fonu ve sigorta şirketlerini teker teker doğrudan bünyelerine katmaya giriştiler. Açıktır ki, bu süreç mali sermayenin yeni bir yoğunlaşmasını beraberinde getirmektedir. Finans kuruluşları arasındaki içice geçme yeni bir boyut kazanmakta, Anglo-Amerikan sistemine özgü bazı kuruluşlar, görüntüdeki ‘bağımsızlıkları’nı henüz yitirmemekle birlikte, fiiliyatta giderek ancak banka gibi klasik mali kuruluşlarla içice, onlarla birlikte varlıklarını sürdürmektedirler. Buna rağmen güçleri azalmış da olsa, yine de belli sayıda yatırım şirketi, tröstü ve benzer iş yapan unit tröstleri varlıklarını sürdürüyorlar kuşkusuz. Haziran 1996’da kayıtlı 1600 unit tröstünün kontrolü altında 126 milyar sterlin tutarında para bulunuyordu. İngiltere Yatırım Tröst ve Şirketleri Birliğine üye 320 yatırım tröstünün elindeki para miktarı ise yine 1996 Haziranı itibarı ile 56 milyar sterlini buluyordu. National Saving denilen başka bir tür mevduat şirketlerinin elinde de Eylül 1996 itibarıyla 61 milyar 657 milyon sterlin birikmiş durumdaydı. Bu şirket ve tröstlerin hisselerinin önemli bir kısmı da yine büyük bankalara ait.

SİGORTA ŞİRKETLERİNİN DEĞİŞEN KONUMLARI
Sigorta şirketleri elbette ki yeni bir olgu değil. 1800’lü yıllardan beri varlıklarını sürdürüyorlar. Ancak önceleri gerek oynadıkları rol, gerekse de etkinlikleri bugünkü gibi değildi. Bugün finans kuruluşlarının en önemli unsurları arasına girdiler.
Devasa boyutlarda biriken sigorta primleri süreç içinde giderek birçok tekelin iştahını kabarttı ve bu kârlı alan hemen büyük tekellerin dikkatini çekti. Bankaların dışında, konut kredi birlikleri ve hatta büyük süpermarket grupları bile sigorta işi yapmaya başladılar. Örneğin bu sene içinde İngiltere’nin en büyük süpermarketler zinciri tekellerden olan Tesco, J Sainsbury ve Marks & Spencer yiyecek içecek işinin yanı sıra sigorta işi de yapmaya başladılar. Bu üç büyük süpermarket aynı zamanda konut kredi birliği-mortgage ve hisse ve tahvil alım satım işlerine de başladılar. Sigorta piyasasına en son giren tekel ise Virgin.
Özellikle son birkaç yıl içinde daha belirgin olmak üzere hayat sigortası şirketleri ile emekli fonları neredeyse aynılaştılar. Çoğu kere aynı işi yapar hale geldiler. Sınıflama yapılırken hangisinin sigorta şirketi, hangisinin emekli fonu olduğunu anlamakta yer yer zorlanıldığı olunuyor.
Bugün İngiltere’de, bankalar da dâhil, toplam 826 şirket sigorta işi yapıyor. Sigorta şirketi olarak kaydedilmiş ve İngiltere Sigortacılar Birliği (ABI)’ne kayıtlı sigorta şirketi sayısı ise 450. Bunlardan 200’ü sadece uzun dönemli hayat sigortası yapıyor. Geri kalanlar ise diğer sigortaları da yapıyorlar. 1994’de bütün işyeri ve şirketlere sigorta yaptırma koşulu getirildi.
Tüm hane sahiplerinin yüzde 65’i hayat sigortası yaptırmış bulunuyor. En büyük sigorta şirketi Prudential 1995 yılı rakamlarına göre, yalnız başına 9 milyona yakın kişiyi sigortalamış. Prudential yalnızca İngiltere’de değil, aynı zamanda ABD ve Kanada ile Asya ve Güney Pasifik ülkelerinde de sigorta alanının devleri arasında. Örneğin Prudential’ın ABD kolu olan Jackson National Life ABD pazarında ilk sigortalananlarının yüzde 28’ini, İtalya kolu Prudential Vita 12’sini, Hollanda kolu Prudential Leven 17’sini elinde tutuyor. Yine Prudential Avustralya, Prudential Yeni Zelanda ve Prudential İrlanda ve Kanada bulundukları ülkelerde sigorta piyasalarının en önemli unsurları arasında. Prudential’in 8 milyonu geçen “müşterilerinin” yüzde 58’i İngiltere dışında. Prudential o kadar büyüdü ki, 1 Ekim 1996’dan itibaren statü değiştirerek mevduat bankacılığı da yapmaya başladı.
Sigorta şirketlerinin kontrolü altında toplam 555 milyar 686 milyon sterlinlik (1995) uzun dönemli hayat sigortası parası birikmiş bulunuyor. Bunun sadece 72 milyar sterlinlik bölümü bir tek şirkete, yine Prudential’a ait. (Rakamlar ABI’ye ait)
En büyük 10 hayat sigortası şirketini sırasıyla: Prudential, Standart Life, Norwich Union, Commercial Union, Legal & General, Scottish Widows, Royal & Sun Alliance, Equitable Life, Allied Dunbar ve Scottish Equitable oluşturuyor.
Diğer alanlarda olduğu gibi sigorta sektöründe de tekelleşme ve yoğunlaşma hızla sürüyor. Örneğin 1996 yılında sigortacılık da yapan ve bugün banka olan en büyük konut kredi birliği Halifax, Clerical Medical ile Scottish Equitable ise Aegon ile birleşti. Konut kredi birlikleri, yatırım şirketleri ve diğer finans kurumlarında olduğu gibi füzyon ve bankalar tarafından ele geçirilme sonucu sigorta şirketi sayısı da önümüzdeki 3–4 yıllık kısa süre içinde hızla azalacak. The Financial Times’a göre toplam sigorta şirketi sayısı 2000’li yılların başında 40’a kadar düşecek.
Genel sigorta şirketlerinin kasasında 1995’de 36 milyar 800 milyon sterlin birikmiş durumdaydı. Yalnızca 1996 yılında 510 milyon sterlinlik genel sigorta yaptırılmış. Bunun konularına göre dağılımı şöyle: yüzde 33’ü mülk, 30’ü motor-araba, 14’ü kaza, 11’i kıymetli evrak, 11’i parasal zarar, 1’i de seyahat sigortası. (Insurance Statistics, Association of British Insurers)
Sigorta şirketleriyle bankalar arasında da bir içice geçme görülüyor. Bu arada her birinin doğrudan kendilerine ait bir ya da birkaç sigorta şirketi olmasının yanı sıra bankalar, diğer sigorta şirketlerine ait hisselerin bir kısmını da ellerinde bulunduruyorlar. Örneğin en büyük sigorta şirketlerinden Guardian’ın önemli bir kısım hissesinin sahibi geçen sene NatWest Bankacılık grubu tarafından yutulan Hambros Bank’ın elinde bulunuyordu. Yine Scottish Widows, Direct Line ve Royal Scottish Assurance sigorta şirketlerin bir kısım hisselerinin sahipliğini Royal Bank of Scodland yapıyor. En büyük tütün tekeli BAT Industries’in bünyesinde bulunan Allied Dunbar sigorta şirketinin önemli bir kısım hissesinin sahipliğini aynı zamanda HSBC yapıyor.

EMEKLİ FONLARI (PENSION FUNDS)
Anglo-Amerikan sisteminde, diğer emperyalist kapitalist ülkelerde olmayan ya da henüz önemli hale gelmeyen yeni bir yapı var: İngilizce pension funds denilen emekli fonları.
Her yerde olduğu gibi İngiltere’de de başta işçiler olmak üzere emekçiler yaşlanıp emekli olduklarında yaşamlarını bir nebze olsun garantiye alabilmek için çalıştıkları süre boyunca sigorta primi öderler. 40 yıl süresince her ay maaşlarından sigorta primi kesilin Ülkemizde bu işi SSK ve Emekli Sandığa İngiltere ve ABD gibi ülkelerde ise esas olarak büyük tekeller yapıyor. İngiltere’de emeklilik işlemlerinin önemli bir kısmı emekli fonları tarafından yürütülüyor. Kalan küçük bir kısım da devlet emekliliği olarak DSS (Sosyal Güvenlik Bakanlığı – bazı yönleriyle bizdeki SSK’ya benziyor) tarafından yürütülüyor.
1900’lü yılların başına kadar dünyanın en güçlü ekonomisine sahip en büyük emperyalist ülkesi İngiltere’de devlet uzun süre emeklilik işlerine karışmadı. 1900 yılında 38 milyon nüfuslu ülkede 6 milyonu imalat sanayisi, 2,5 milyonu tarım, 1 milyonu madencilik, 1 milyonu inşaat vb. sektörlerde çalışmak üzere toplam 18 milyon işçi varken 1908’e kadar devlet emeklilikle uğraşmadı. O zamana kadar zanaatkâr ve işçi birlikleri ile sendikalar ve işçilerin aralarında kurdukları “dostluk ve dayanışma dernekleri” (friendly society) topladıkları fonlardan yaşlı, hasta ya da çalışamayan işsiz işçilere yardımlaşma -emeklilik- ücreti ödüyorlardı. Örneğin, ayakkabıcılar, dokumacılar, terziler, madenciler, demir-çelik işçileri, vb. kendi aralarında dayanışma fonları kurmuşlardı. Her sektörün ya da her büyük fabrikanın işçileri kendi fonlarını oluşturmuşlardı. Bu fonların kontrolü işçi temsilcileri ve sendikalar ortaya çıktıktan sonra da sendikacılar tarafından yapılıyordu. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren emekli fonu konumundaki bu işçi birlikleri ile dostluk ve dayanışma dernekleri hızla çoğaldı. 1914’lere gelindiğinde bu birlik ve derneklerin milyonlarla ifade edilen üye sayıları vardı. İşçiler kendi emeklilik ve sosyal güvenliklerini kendi kurdukları fonlarda maaşlarından ödedikleri primlerle kendileri düzenliyorlardı.
1908’e gelindiğinde yükselmekte olan işçi hareketinin etkisiyle devlet emeklilik işine el atmak zorunda kaldı. 1908’de çıkarılan bir yasa ile 70 yaşından büyük ve yıllık geliri 21 sterlin’den az olan herkese haftada 5 sent emekli ücreti ödemeye başlandı. Emeklilik ücretleri bütçeden karşılanıyordu. Daha sonra yasa kapsamına 1911’de hastalık ve sınırlı sayıda işsizlik ile 1926’da dul ve yetimler de eklendi.
İngiltere’de 1892 ve 93’ten sonra özellikle 1908, 1911, 1912 ve 1913’te ve Sovyet devriminin de etkisiyle 1919–23 arası ve 1926 yıllarında çok büyük işçi grevleri meydana geldi. Dikkat edildiğinde 1908, 1911 ve 1926’da çıkarılan bütün bu emeklilik yasalarının işçi hareketinin en güçlü olduğu dönemlerde çıkarılmış olduğu görülecektir. Emeklilik yasaları işçi hareketinin zorlamasıyla ortaya çıktı.
1927’ye kadar emekli yaş sınırı hâlâ 70 idi. 27’de 65 oldu. Oysa 1901’de İngiltere’de ortalama ömür erkeklerde 45,5 kadınlarda 49 idi. Aynı oran 1931 ‘de erkeklerde 57,7, kadınlarda 61,6 olmuştu. Her iki dönemde de bu oran işçiler arasında çok daha düşüktü. Ağır iş koşulları yüzünden işçilerin çoğu daha 35 yaşına gelmeden ölüyorlardı.
Devletin yürütmeye başladığı kısmi emeklilik işlemlerinin yanı sıra tekelleşme ve yoğunlaşmanın artmasıyla işçilerin büyük çoğunluğu da az sayıda tekelin fabrika ve işyerlerinde yoğunlaştılar. İşçilerin kurdukları dostluk ve dayanışma dernekleri giderek sadece o tekelin işçilerini kapsayan emekli fonları haline geldiler. Böylece devletin uygulamaya başladığı emekliliğin dışında hemen her büyük sanayi tekelinin bünyesinde emekli fonları (mesleki emeklilik) oluşmuştu. Imperial Chemical Industries (ICI), British Rail, British Steel, British Post Office, Ulusal Kömür Kurumu, British Petrol, Unilever, Barclays Bank, National Westminster Bank’ın emekli fonları gibi. Her tekel kendi işçilerinin fonlarını kendisi topladı ve kullandı. Kısa zamanda en büyük emekli fonları en büyük sanayi işletmelerinin fonları oldu. Zanaatkâr ve işçi birlikleri ile dostluk ve dayanışma dernekleri döneminden beri fonlarda biriken paralar bankalarda biriktiriliyordu. Bu yüzden daha ilk ortaya çıkışlarından itibaren emekli fonları ve fon yöneticisi işçi temsilcilerinin bankalarla çok yakın ilişkileri oldu.
Daha önce çıkarılan yasalara rağmen emeklilik esas olarak 1942’de Sii William Beveridge’in raporuna dayanılarak hazırlanan ve 46’da yasalaşan Beveridge planı ve 48 Ulusal Sigorta Sistemi ile başladı. Daha önceleri emekli fonlarının yönetiminde bir standart yoktu.
Mesleki emeklilik planı üç kesimi temel alıyordu: işçi, işveren ve devlet. Bu yüzden işletmelerin emekli fonlarının yönetiminde de işçi, işveren ve devlet temsilcileri yer alıyordu. Önceleri işçi temsilcilerinin fon yönetimindeki oranları yüksekti. Giderek yapılan yeni düzenlemelerle işçi temsilcilerinin yönetimdeki payları sürekli düşürüldü, işveren temsilcileri ve mali danışmanların (banka temsilcileri) payları giderek artırıldı. İşçi temsilcileri ve sendikacıların baştan beri emekli fonları yönetiminde yer almaları işçi aristokrasisinin güçlenmesinde çok önemli bir rol oynadı.
Mesleki emeklilik 1900’lü yılların başından beri olmasına rağmen esas olarak 1950’li yılların sonlarından itibaren güçlendi. 2. Emperyalist Savaş’ın hemen ardından yükselen işçi hareketi ve sosyalizmin artan prestiji sonucu çok büyük bir farkla seçimi kazanan İşçi Partisi, bankalar dışında, söz verdiği kamulaştırmaları yapmak zorunda kaldı. Bütün büyük tekeller kamulaştırıldı. (Bilindiği gibi, kamulaştırılan tekeller sonradan yeniden özelleştirildi Böylece, savaştan tahrip olmuş işletmelerin yeniden inşa edilmesinin yükü de tekellerin sırtından alınmış, bütün bu giderler kamu kaynaklarından karşılanmış oldu!)
Kamulaştırılan tekellerin emekli fonları yönetimlerine daha da güçlendirilmek adı altında daha fazla sayıda mali danışman atandı. Bu mali danışmanlar çoğunlukla büyük bankaların temsilcileri oldular. Bankalar yaptıkları yatırım ve sermaye ihracının önemli bir kısmını kendi kasalarında bekleyen bu fonlardan karşıladılar.
1970’li yıllarda İngiltere’de büyük grevler başladı. 72 genel grevinin ardından 74 ve 79’da büyük grevler patlak verdi. İşçiler diğer taleplerin yanı sıra emeklilik ücretlerinin artırılmasını da istediler ve bir kısmını da kabul ettirdiler. Bundan telaşa kapılan mali sermaye emekli fonlarının kontrolünü doğrudan ele aldı. 1975 ve 79’da bankalar ve mali danışmanların önerdiği taslak üzerine yeni bir Sosyal Güvenlik ve Emeklilik Yasası çıkarılarak bankaların doğrudan kontrolü almalarına olanak tanındı.
Bankaların 80’li yılların ortalarından itibaren, dolaylı değil de giderek doğrudan emekli fonlarını ele geçirmeleriyle birlikte emekli fonlarının etkinlikleri hızla artmaya başladı. Örneğin, emekli fonları 1963’te İngiltere’deki toplam hisse senetlerinin sadece yüzde 6,4’üne sahipken bu oran 1975’te 16,8, 1990’da 31,4, 1992’de de 34,7’ye ulaştı. 1997’nin ikinci çeyreği sonunda emekli fonları toplam hisse senetlerinin yüzde 56,1’ine sahipken 1997’nin üçüncü çeyreğinde yüzde 58,8’ini ele geçirdiler. Aynı dönemde İngiliz emekli fonları diğer ülkeler bir yana sadece ABD’deki toplam hisse senetlerinin yüzde 4,3’ünün sahibi haline geldiler. Fonların ABD’deki yatırımları oranı 1997’nin ikinci çeyreği sonunda yüzde 3,3 idi. (The Financial Times, 5 Kasım 1997) Sadece üç ay içinde ABD’deki toplam hisselerin yüzde 1’ini daha ele geçirmişler.
Görüldüğü gibi, kasalarında milyarlarca sterlin değerinde kıymetli evrak ve hisse biriken emekli fonlarının hissesini almadıkları, ortağı olmadıkları şirket, tekel yok gibi. Korkunç bir açgözlülükle her şeyi ele geçiriyorlar. Emekli fonlarının bankacı yöneticilerinin yaptıkları bir tek şey var: City’de, Londra Borsasında üs kurup sürekli hisse senedi ve tahvil satın almak, yatırım yapmak. Londra borsasında en fazla yatırım yapan en büyük 50 yatırımcı ve işlemci şirketin satın aldığı hisse senedi ve tahvilin yüzde 50’sinden fazlasını sadece 12 emekli fonu yöneticisi satin alıyor.
Emekli fonlarının üyesi olduğu Institutional Fund Managers Association (IFMA)’ya göre, 31 Mart 1997 tarihinde emekli fonlarının kontrol ettiği sermaye miktarı yaklaşık 1,8 trilyon sterlin (1 trilyon 755 milyar 200 milyon sterlin)’e ulaştı. Bu miktar 1996’da 1 trilyon 492 milyar, 1995’te ise 1 trilyon 86 milyar sterlin idi. Görüldüğü gibi emekli fonları her yıl 300- 400 milyar sterlin kadar daha zenginleşiyorlar.
Emekli fonları içinde de yoğunlaşma hızla sürüyor. 31 Mart 1997’da, IFMA’ya üye 81 emekli fonundan en büyük yüzde 25’ini oluşturanlar toplam 1 trilyon 161,3 milyar sterlin ile toplam yatırımların yüzde 66’sını (bu oran 1995’te 60 idi) elinde tutuyorlar. En küçük 25’ini oluşturanlar ise 56,5 milyar sterlin ile toplamın sadece yüzde 3,5’ine sahipler. Emekli fonlarının her biri tek başlarına 800 milyon ile 212 milyar sterlin arasında bir sermayeyi kontrol ediyorlar. (IFMA, 1997 Survey)
Bu kadar büyük sermayeyi kontrol eden emekli fonlarının arkasında başta bankalar olmak üzere diğer finans kuruluşları var. Du kuruluşlar, daha zanaatkar ve işçi birlikleri ile dostluk ve dayanışma derneklerinin fonları durumundayken emekli fonlarına büyük ilgi göstermeye başlamışlardı. Bu büyük miktardaki paraları tümüyle ele geçirmek, daha fazla para getiren para haline sokmak için çeşitli yollar denediler.
Richard Minns’e göre 1975-78 yıllarında emekli fonlarının hisselerinin yüzde 33’ü “içeriden”, kendileri tarafından, yüzde 67’si ise “dışarıdan”, başta bankalar olmak üzere finans kurumları tarafından; yüzde 25’i borsa işlemci ve aracı şirketleri, kalan yüzde 10’u ise diğer sanayi tekelleri ve kuruluşları tarafından kontrol ediliyordu. Başka bir kıyaslamaya göre ise, özel sektör fonlarının yüzde 72’si, kamu sektöründeki fonların ise yüzde 60’ı finans kuruluşları tarafından kontrol ediliyorlardı. (Richard Minns, Pension Funds and British Capitalism, Heinemann, London, 1980, s. 33, 34, 35, 36)
Bugün en büyük 10 emekli sandığının isimlerine baktığımızda, emekli fonlarının sahibinin söz konusu mali kuruluşlar olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. En büyük 10 emekli fonu: Mercury, Gartmore, PDFM, Schröder, BZW (Barclays grubuna ait), Morgan Grenfell, Baring, Prudential (aynı zamanda en büyük sigorta şirketi), Fleming ve Baillie Gifford’dan oluşuyor. Görüldüğü gibi hemen hepsi de banka ya da eski tüccar banka, sigorta şirketi (Prudential) ya da yatırım şirketlerinin isimleri. Oysa 1983’te, özelleştirme furyasının henüz başladığı dönemde en büyük 10 emekli fonunun isimleri büyük tekellerin isimlerini taşıyordu: Post Office, National Coal Board, Electricity Supply, British Rail, British Steel, British Gas, Barclays Bank, British Petroleum, Shell, National Westminster Bank.
1979’lardan itibaren önlerindeki yasal kısıtlama ve engeller teker teker kaldırılmaya başlanınca özellikle bankalar hızla harekete geçtiler ve emekli fonlarını doğrudan ele geçirmeye başladılar. Örnek olması için, en büyük iki emekli fonundan biri olan Gartmore’u, yıllık raporuna dayanarak daha yakından inceleyelim:
1996 sonunda Gartmore, Shell’in yüzde 6,4, British Telecom (BT)’un 4,8, BAT (Tütün tekeli)’m 4,5, GlaxoWellcome’m 4,0, Anglian Water’un 4,1, British Aerospace (BAe- Uçak ve silah tekeli)’in 2,5, ICI (Kimya tekeli Vm 2,2, NatWest’in 3,8, BZW (Barclays Bank)’nin 3,1, Abbey National Bank’ın 2,8 ve General Accident (Sigorta Tekeli)’nin 3,8 hissesini elinde bulunduruyordu. Gartmore’un hisselerinin ise, yüzde 47,7’si Barclays Bank’a, 8,8’i National Westminster Bank’a, yüzde 29,9’u da en büyük sigorta şirketi olan Prudential’a aitti. Ancak Şubat 1997’de National Westminster Bank (NatWest) atağa geçerek herkesi geride bıraktı ve Gartmore’un bütün hisselerinin tamamını satın aldı. Artık İngiltere’nin en büyük ikinci emekli fonu tamamıyla NatWest Bank’a ait. Aynı şekilde Schroder’i de HSBC satın aldı. Diğer emekli fonlarının durumu da Gartmore ve Schröder’den aşağı kalmıyor. Her emekli fonunun arkasında doğrudan ya da dolaylı olarak bir ya da birkaç banka bulunuyor.
Bankalar emekli fonlarını ele geçirirken emekli fonları da bankaları ele geçiriyor. Örneğin altıncı büyük banka Royal Bank of Scodland’ın en büyük iki hissedarı en fazla sermayeyi kontrol eden İngiliz emekli fonu Mercury ile ABD’nin büyük emekli fonlarından Tiger. Bütün tekeller iç içe geçmiş durumdalar.
Konut-Kredi Birliklerinde olduğu gibi, yükselen işçi hareketi sonucu işçi sınıfının kazanımı olarak ortaya çıkan emeklilik ve emekli fonlarında biriken devasa boyutlardaki para mali sermaye tarafından kısa zamanda finans kaynağı olarak kullanılmaya başlandı ve fonlar bugün mali sermayenin en temel kurumlarından birisi oldu. Diğer bir anlatımla mali sermaye, işçi sınıfının yarattığı kurumları kendisinin en gözde kurumlarından birisine dönüştürdü. Bugün emekli fonu örtüsünü takınmış bankalar bu ad aracılığıyla 1,8 trilyon sterline (520 katrilyon TL) yakın bir sermayeyi kontrol ediyorlar.
The New Left Review dergisinin editörü Robin Blackborn boşuna “Emekli fonlarını kontrol edebilsek bütün dünyayı kontrol ederiz.” demiyor.
Emekli fonu adı altındaki mali kuruluşlar, işçi ve emekçilerin ödedikleri primlerden 1,8 trilyon sterlinlik bir sermayeye sahip olurken işçi ve emekçilere ne veriyorlar? 40 yıl boyunca sigorta primi ödedikten sonra 65 yaşını aşıp emekli olduklarında işçi ve emekçileri yine yoksulluk bekliyor. Emekli ücretleri komik denilebilecek rakamlarla ifade ediliyor. Nisan 1997-Nisan 1998 arasında DSS tarafından belirlenen haftalık devlet emekliliği ücreti tek kişi için 62 sterlin 45 penny. Eğer emeklinin eşi de varsa iki kişi için 99.80 sterlin ödeniyor. İngiltere’de, örneğin Londra’da, ortalama bir semtte, oturulabilecek iki oda bir salon normal bir evin haftalık kirası 130–150 sterlin. Bir paket sigaranın fiyatı 3 sterlinin üzerinde, bir ailenin bir haftalık elektrik ve gaz gideri ise en azından 15–20 sterlin.

KONUT-KREDİ BİRLİKLERİ (BUILDING SOCIETIES)
Anglo-Amerikan sistemini diğerlerinden ayıran yapılardan birisi de Türkçeye konut kredi birlikleri ya da yapı kooperatifleri olarak çevirebileceğimiz building society’ler. Building society’ler isminden de anlaşılacağı gibi konut alım-satımı yapıyor, kredi veriyorlar. Ev almak isteyenlere evlerini ipotek ettikten sonra yüksek faizle kredi veriyor ya da kendi ellerindeki evleri ipotekleyerek satıyorlar. Evi alan borçlular 20–30 yıl boyunca her ay ipotekli taksit (mortgage) ödüyorlar. İlk bakışta sanki çok önemli değilmiş gibi görünen bu mortgage sisteminin 58 milyon nüfusu olan İngiltere’de 10,5 milyon kişi (1995 rakamı) ya da ailenin 30 yıl boyunca her ay en az 300–400 sterlin mortgage ödediği göz önüne alındığında mali sermaye için ne büyük bir kaynak yarattığı daha iyi anlaşılıyor. Arkalarında banka olan konut kredi birlikleri ya da artık doğrudan mortgage işi de yapan bankaların kasasına yalnızca bu işten her ay 3–5 milyar sterlin giriyor.

Kimler İpotekli Konut İşi yapıyor?
Konut Kredi                     Sigorta Şirketleri
Yıllar         Birlikleri     Bankalar     Belediyeler     ve Emekli Fonları
(%)        (%)        (%)        (%)
1970        76,5        3,6        9,0        10,2
1975        75,5        5,2        11,5        6,1
1980        81,4        5,5        7,3        3,9
1985        76,3        15,6        2,9        2,1
1990        59,9        29,0        0,6        1,6
1995        57,3        35,8        0,04        0,6
(Kaynak: The Economist)

Konut kredi birlikleri de yukarıda emekli fonlarında gördüğümüz gibi zanaatkâr ve işçi birlikleri ile dostluk ve dayanışma derneklerinin bir kolu olarak sanayi devrimiyle birlikte 18. yüzyılda yapı kooperatifleri olarak ortaya çıktılar. Bir araya gelen işçiler ev sorunlarını çözmek için kooperatifler kurdular. Bu birlikler 1836’dan itibaren yasallaştılar. Emperyalizmle birlikte, mali sermayenin, banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesi sonucu, farklı bir sermaye türü olarak ortaya çıkmasıyla, emekli fonları gibi işçilerin kurdukları bu kurumlar da giderek mali sermayenin doğrudan kurumları ye en büyük finans kaynaklarından birisi haline geldiler.
1994 rakamlarına göre İngiltere’deki 23,6 milyon evin 15,8 milyonunda (yüzde 67) “sahipleri” oturuyor. Bu evlerin en azından üçte ikisi (11 milyona yakını) ipotekli ve “sahipleri” her ay konut kredi birlikleri ya da bankalara taksit ödüyor. Kiracı sayısı ise sadece 7,8 milyon (yüzde 33).
Kâr marjı yüksek ev piyasası giderek tümüyle bankaların eline geçiyor. Bankalar konut kredi birliklerini yutuyor ya da konut kredi birlikleri kendileri bankalaşıyorlar. 1970’de 273 olan konut kredi birlikleri sayısı 1994’de 96’ya 1997 başında ise 77’ye düştü. Yalnızca konut kredi birliklerinin sayıları hızla azalmıyor, belediyeler de devreden çıkarak ellerindeki, yoksulların az bir kirayla oturdukları toplu konutları satıyorlar.
1989’da bankalar tüm yeni mortgage piyasasının yüzde 25’ini elinde tutuyor ve bundan 500 milyarlık bir gelir elde ediyorlardı. Bu oran 1995’de yüzde. 35,8’i buldu. Bugün yüzde 50’yi geçtiği belirtiliyor. Bu da sadece doğrudan banka olarak 1 trilyonun üzerindeki bir paranın kontrolü anlamına geliyor. Geri kalan yüzde 50’lik kısmın elindeki öteki 1 trilyon sterlin de yine dolaylı yollardan konut kredi birliklerinin kendilerini gizleyen sahipleri olan bankaların kasasına gidiyor.
Ev sahibi olma hayali ile yıllarca aksatmadan her ay taksit ödeyen ve işten atılır ve taksit (mortgage)’lerini ödeyemez korkusu ile grev, direniş yapmaksızın her koşulu göze alıp çalışan işçi ve emekçiler bu kadar çabaya rağmen sonunda yine de ev sahibi olamıyorlar. The Economist dergisinin araştırmalarına göre, 1995 yılı içinde taksitlerini bitirip ev sahibi olmaları gereken mortgage ödeyenlerin yüzde 49,4’ünün evlerine banka ya da konut kredi birlikleri tarafından el konulmuş. Gerekçe basit: Taksitlerini bir iki ay geciktirmek. Bu oran 1992’de yüzde 68,5’e, 1991’de ise yüzde 75,5’lere kadar yükselmiş. İngiltere’de 1994 yılı içinde yalnızca 88 bin kişi evlerini geri alabilmek için banka ya da konut kredi birlikleri ile mahkemelik olmuşlar. Bu rakama İskoçya ve Kuzey İrlanda dâhil değil. İstatistik yalnızca İngiltere ve Galler’i kapsıyor.
1986’da Konut Kredi Birlikleri Yasasında değişiklik yapılıp bu şirketlere plc, (halka açık limited şirket anlamına gelen public limited company, “halka açılan” ve hisse senedi çıkaran en az 50 bin sterlin sermayeli şirket, bizdeki karşılığıyla anonim şirket) olma hakkı tanındıktan sonra İngiliz mali sermayesinin konut kredi birlikleri bölümünde hızlı bir yapı değişikliği yaşanmaya bulandı.
Bu değişiklik üç yolla oluyor:
1) Büyük konut kredi birlikleri yapılarını değiştirip banka haline geliyorlar. Örneğin İngiltere’nin motgage piyasasının önemli bir kısmını elinde bulunduran en büyük konut kredi birliği Halifax, Ağustos 1995’de Leeds Permanent ile birleşti ve daha sonra da konut kredi birlikleri statüsünü terk edip konut işi de yapan banka haline geldi. Halifax’la birlikte mortgage pazarının önemli bir kısmını elinde bulunduran diğer üç konut kredi birliği Woolwich, Alliance & Leicester ve Northern Rock da bu yıl içinde banka haline geldiler. Üç konut kredi birliği devinden sonra bugün piyasadaki en büyük konut kredi birliği olarak kalan Nationwide’ın da Halifax, Woolwich, Alliance & Leicester ve sigorta devi Prudential’ın yolunu izleyerek önümüzdeki yakın zamanda banka haline gelmesi ya da Royal Bank of Scodland tarafından yutulması bekleniyor.
2) Konut kredi birlikleri bankalar ya da sigorta şirketleri ile füzyon yapıyor ve birleşiyorlar. Daha doğru bir tanımlama ile banka ya da sigorta şirketleri tarafından yutuluyorlar. Örneğin Ağustos 1995’te Cheltenham & Gloucester konut kredi birliği Lloyds bankası tarafından yutuldu. Lloyds kısa bir süre sonra da İngiltere’nin büyük bankalarından TSB’yi de yutmuş ve Lloyds-TSB adını almıştı. Yine, National & Provincial konut kredi birliği, Ağustos 1996’da Abbey National Bankası tarafından, Bristol & West birkaç ay önce Bank of Ireland tarafından, Midshires de bu kasım ayında Royal Bank of Scodland tarafından yutularak konut kredi birlikleri dünyasından çekildiler.
3) Orta ölçekli konut kredi birlikleri bazı servislerini finans kuruluşlarına sattıktan sonra başka iş yapmaya başlıyor ve konut kredi birlikleri dünyasını terk ediyorlar.
İngiliz ve Amerikan mali sermayesi yeni bir yapı değişikliğine gidiyor. Önümüzdeki birkaç yıl içinde konut, kredi birliklerinin önemli bir kısmı hızla bankalar tarafından yutulacak, en irilerinin kendileri de banka haline gelecekler. Olgulara ve artık pek gizli yanı kalmamış bankalarla konut kredi birlikleri arasında süren gizli görüşmelere bakıldığında konut kredi birliği yapısının giderek ortadan kalkmakta olduğu söylenebilir. İngiliz bankaları sigorta ve emeklilik gibi mortgage piyasasını da ele geçirerek tüm para sermayenin doğrudan tek sahibi oluyor ve klasik evrensel bankacılığa doğru yöneliyorlar.

MALİ SERMAYE VE MALİ OLİGARŞİ
Şimdiye kadarki birçok örnekte ve gittikçe hızlanan birleşme ve füzyonlarda tekellerin alabildiğine iç içe geçtiğini gördük. Bu iç içe geçiş öylesine girift bir hal almış durumda ki bir tekelin sınırının nerede başlayıp nerede bittiğini izleyebilmek çoğu kere oldukça zor oluyor. Banka, sigorta şirketi, emekli fonu, konut kredi birliği ve yatırım şirketi vb. gibi finans tekelleri ile büyük sanayi tekellerinin yer yer ayrı tekellermiş gibi görünmesi bir şeyi değiştirmemektedir. İlk bakışta bazen böyle imiş gibi görünmesine rağmen yakından bakıldığında sanayi tekellerinin sahiplerinin arasında banka ve diğer finans tekellerinin, banka ve diğer finans tekellerinin sahipleri arasında da büyük sanayi tekellerinin olduğunu rahatlıkla görüyoruz. Ama yazımızın önceki bölümlerinde ve özellikle de bankalar ve emekli fonlarının incelendiği bölümlerde belirttiğimiz gibi, bankalara oluşan tepki ve getirilen kısıtlamalar sonucu bankalar daha çok da sanayi ile ilişkilerini saklamaya özel bir çaba harcadılar. Örneğin 1931–35 arasında İngiltere Gemi Taşımacılığı Filosunun yüzde 15’i bir tek bankaya, Midland Bank’a, Otomotiv tekeli Rover’in önemli bir kısmı Lloyds Bank’a aitti. 10 büyük demir-çelik tekelini ise yine dört büyük banka aralarında paylaşmışlardı (Will Hutton, The State We’re In, London, 1995) ve Almanya’da somutlaşan klasik evrensel bankacılık sisteminde olduğu gibi bu ilişkilerini saklama gereğini de görmüyorlardı. Ancak oluşan tepki ve getirilen yasal kısıtlamalar sonucu bankalar özellikle sanayi ile olan içice geçmişliklerini saklama yoluna gittiler. 1980’lerde başlatılan özelleştirme furyasında bugün İngiltere’nin en büyük imalat sanayi ve hizmet tekelleri olan British Steel (BS), IC1, British Petroleum (BP), British Aerospace (BAe), British Telecom (BT), Cable & Wireless, British Rail, British Airways (BA) gibi eski kamu kuruluşlarının hisselerinin bir kısmını aileler, bir kısmını yatırım ve sigorta şirketleri, unit tröstleri, hayır kurumları (charity’ler), bir kısmını emekli fonları, bir kısmını da bankalar satın aldılar. Geçtiğimiz 15 yıl içinde ilk anlarda işçi ve emekçiler tarafından alınmış hisselerin önemli bir kısmını da ele geçirdiler. Daha önce de verilen, sanayi tekelleri de dâhil, 1997’nin üçüncü çeyreği sonunda İngiliz şirketlerinin toplam hisselerinin yüzde 58,6’sının emekli fonlarının elinde, emekli fonlarının sahiplerinin de bankalar, yatırım şirketleri, sigortalar vb. olduğu örneği tekrar hatırlandığında sanayi tekellerinin sahiplerinin de kimler olduğu daha net ortaya çıkmaktadır. Yine hatırlanacağı gibi, şirketlerin geri kalan hisseleri de sigorta şirketleri, yatırım şirket ve tröstleri ile doğrudan bankalar ve diğer sanayi tekellerinin ellerinde bulunuyor.
Örneğin British Steel’in hisselerine baktığımızda bu aldatmacayı açıkça görüyoruz. Demir-çelik tekelinin hisselerin yüzde 7’si kişi ve ailelere (ailelerin kurum olarak değil, sadece kişi olarak aldıkları hisse oranı), yüzde 1,53’ü sigorta şirketlerine, 0,75’i emekli fonlarına, 0,01’i de bankalara ait. Hisselerin yüzde 84,68’i ise nomine şirket denilen başkaları adına iş yapan paravan şirketlere ait. Paravan şirketlerin asıl sahipleri de çoğu kez bankalardır. Nitekim British Steel’in hisselerinin yaklaşık yüzde 85’ine sahip olan paravan nomine şirketlerin arkasındaki en büyük güç, İngiltere’nin en büyük yatırım bankası HSBC. British Petrol (BP)’de de aynı şeyi görüyoruz. Kişi ve ailelerin payı yüzde 7,1, sigorta şirketi ve emekli fonlarının sırasıyla yüzde 6,5 ve 3,3, banka ve paravan nomine şirketlerin ise 76,2. (Bu oran içinde-Kuveyt devletinin yüzde 9,44’lük hissesi de yer alıyor). BP’nin arkasında da Barclays bankacılık grubu ile İngiliz-Alman ve Amerikan banka ve sanayi tekelleri bulunuyor. Uçak ve silah tekeli British Aerospace (BAe), kimya tekeli Imperial Chemical Industries (ICI), ilaç tekeli GlaxoWellcome, telekomünikasyon devi British Telecom (BT) vb.nin hangisine baksak aynı şeyi görüyoruz. Aynı durumu bankalarda da görüyoruz. NatWest’in hisselerinin yüzde 10,89’u kişi ve ailelere, 7,07’si sigorta şirketlerine, 3,21’i emekli fonlarına, 4,79’u bankalar ve diğerlerinde olduğu gibi 70,06’lık bölümü yine paravan nomine şirketlere ait. Aynı paravan nomine şirketler Barclays grubunun da yüzde 73,05’ine sahipler.
Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçmesi, hisselere sahip olunmanın yanı sıra, doğrudan bir sanayi tekeli grubunun bünyesinde banka, emekli fonu ve sigorta şirketi de bulunması şeklinde de oluyor. Örneğin, British-American Tobacco Industries (B. A. T. Ind.), İngiltere’nin birinci, dünya’nın ise Molboro’nun sahibi Amerikan Philips Morris’den sonra ikinci sigara ve tütün tekeli. Neredeyse bütün sigaraları üretiyor. Yalnız başına 555’in Çin’deki satışı bile onlarca ülkedeki satışa bedel. Çünkü pazara yeni girmesine rağmen 555, Çin’de en çok tutulan sigara olma özelliğini kazandı. Sadece 60 ülkede ya tümü kendisine ait, ya da az sayıda ülkede hissesinin önemli bir kısmına sahip olduğu sigara fabrika ve şirketleri var.
Ancak, BAT Ind. grubu yalnızca tütün ve sigara üretimi işiyle uğraşmıyor. Bankacılıktan sigortacılığa, emekli fonu, yatırım şirketi ve konut kredi birliğinden lokanta, otel işletmeciliğine kadar her türlü işi yapan yüzlerce büyük şirketi var. Şirketlerinin birçoğu kendi alanında büyük bir tekel. Örneğin İngiltere’nin önde gelen sigorta ve yatırım şirketlerinden Allied Dunbar ile sigorta şirketi ve emekli fonlarından Eagle Star, BAT Ind.’e ait. Bu anlamda BAT Ind.’e tekellerin tekeli demek yanlış olmaz. Papua Yeni Gine’den Şili’ye, Kanada’dan Kıbrıs’a kadar 5 ayrı kıtaya kolları uzanıyor.
Bu sefer de yine grubun yıllık raporundan kendi hisselerinin nasıl dağıldığına bakalım; BAT Industries (Sanayileri)’nin 31 Mart 1997 itibarıyla, 145 bin 905 hisse sahibinin arasında dağılmış 3 milyar 98 milyon 47 bin 131 hisse’si var. Bu 143 bin 905 hisse sahibinin dağılımı ise şöyle:

Hisse tipi             Hisse hesap sayısı     Hisselerin oranı
Kişilere ait            102 925        % 9
Şirket ve kurumlara ait    40 980            %91

Sahip oldukları hisse miktarlarına göre hisse sahipleri arasındaki dağılımı da aşağıdaki tablo göstermektedir.

Hisse miktarı (sterlin)     Toplam hesap sayısı        Toplam içindeki oranı
1-1999                85348                2   
2000-9999            49042                6
10000-199999            8308                8
200000-499999        505                5
500000 ve üzeri        702                79
Toplam            145905            100
(Kaynak: BAT Ind. 97 Yıllık Raporu)

Görüldüğü gibi 5 kıtada, 65 ayrı ülkede en azından 114 ayrı şirketin sahibi olan BAT Ind. (İngiliz Amerikan Tütün Sanayileri) grubunu da aralarında diğer şirketler paylaşmışlar. Kişiler BAT’ın sadece yüzde 9’una sahipken aralarında emekli fonları, yatırım ve sigorta şirketleri ile bankaların ağırlıkta olduğu şirket ve kurumlar yüzde 91’ini ele geçirmişler.
Kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın korkunç boyutlara ulaştığı günümüzde üretim araçlarının sahibi olan sınıf, burjuvazi, dünyada yaratılan trilyonlarca sterlinlik değerin az sayıda kişinin elinde toplanması gerçeğini gözlerden saklayabilmek için birçok yol deniyor. İlk anlarda sermayesini artırabilmek, daha fazla sermayeyi kontrol edebilmek amacıyla giriştiği hisse senedi çıkarma, “halka açılma” politikasını mali sermaye bugün mali oligarşiyi saklamanın bir aracı olarak kullanıyor. Burjuva ekonomist ve ideologlar, bu durumu özel mülkiyetin ortadan kalkmakta ve şirketlerin az sayıda kişiler yerine çoğunluğunu işçi ve emekçilerin oluşturduğu sayıları milyonlara ulaşan halka ait olması olarak değerlendiriyorlar. Oysa yukarıdaki ikinci tabloya baktığımızda 1 sterlin ile 1999 sterlin değerinde hissesi olan işçi ve emekçilerin oluşturduğu hisse sahiplerinin sayısının 85 bin 348 (toplamın yüzde 58,5’i), 2 bin ile 9999 sterlin arasındaki durumu biraz daha iyi olan emekçilerin sahip oldukları hesap sayısının ise 49 bin 42 (toplamın yüzde 33,6’sı) olduğunu görüyoruz. İşçi, memur, ücretli, ev kadını, öğrenci, serbest meslek sahibi gibi yoksul ve dar gelirlilerin aldığı hisselerin sayısı (değer olarak değil) toplam hesap sayısının yüzde 92’sini oluşturuyor. Hisse miktarı açısından toplam hisse sayısının yüzde 58,5’ini oluşturan yoksulların elindeki hisselerin toplam değeri yüzde 2’yi geçmiyor. Hisse hesap sayısının yüzde 92,1’ini oluşturan emekçilerin ellerindeki hisselerin değeri toplamın yüzde 8’ine ancak erişiyor. Şirketlerin halka açıldığı, özel mülkiyetin ortadan kalktığı ve şirketlerin halkın malı olduğu aldatma ve demagojisi sadece bir tek örnekle buz gibi eriyip dağılıyor.
Yukarıdaki birinci örnekte, değer olarak toplam hisse miktarlarının yüzde 91’ini şirketler almış. Bu şirket ve kurumların hangileri olduğunu ise emekli sandıklarının bağlı olduğu IFMA’nın 31. 3. 1996 tarihine göre yaptığı bir tablodan öğreniyoruz:

Şirket                 İngiliz şirketlerine     Yabancı şirketlere    Toplam
türleri                 ait hisselerin (%)    ait hisselerin (%)    (%)

Emekli fonları             30,0            16,5            46,5
Yatırım şirket ve tröstleri     7,5            2,7            10,2
Sigorta şirketleri         23,6            4,9            28,5
Banka ve diğer şirketler     3,2            11,6            14,8
Toplam             64,3            35,7            100,0

Tabloya baktığımızda şimdiye kadar gördüğümüz örneklerin çoğunda olduğu gibi burada da ilk anda aldatıcı bir görünümle karşılaşıyoruz. Banka ve diğer şirketlerin (sanayi şirketleri dâhil) payı sadece yüzde 14,8. Geri kalan yüzde 85,2’lik bölüm emekli fonları, sigorta şirketleri ve yatırım şirket ve tröstleri arasında dağılmış. Ancak bu finans kuruluşlarıyla ilgili buraya kadar belirtilenler dikkate alındığında, sanayi şirketleriyle bankaların gerçek hisse paylarının tablodan göründüğünden çok daha fazla olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Özetleyecek olursak: Anglo-Amerikan yapılanma gözle görülür bir şekilde biçim değiştirmektedir. Finans kuruluşları arasındaki klasik Anglo-Amerikan işbölümü (örneğin klasik mevduat bankaların sanayi hisselerini satın almasının yasak olması ya da yatırım bankaların mevduat toplamakla uğraşmaması vb.), özellikle son 10–15 yılda mali sermaye alanında hızlanan kaynaşma ve yeniden merkezileşme sonucu gerçekte fiilen ortadan kalkmaktadır. Burjuva hükümetler bir süredir esasında bu fiili duruma hem uygun hem de daha da oturmasını sağlayacak bir yasal çerçeveyi oluşturmaya çalışmaktadırlar. Başka bir deyişle, Almanya’da resmi ve meşru bir evrensel bankacılık sistemi varken, İngiltere’de henüz yasal çerçevesi tam oluşturulmayan ve bu bakımdan meşruluğunu da hâlâ kazanmamış olan fiili bir evrensel bankacılık sistemi mevcuttur. Almanya’da kamuoyu tepkisi, mali sermayenin bu türden ‘hareket serbestîsi’ne karşı doğru gelişirken, İngiltere’de emekçi sınıfların mücadelesi ve tepkisi sonucunda oluşturulmuş sınırların -ülkedeki ve dünyadaki bilinen gelişmelerin etkisinden de faydalanılarak- aşılması ve ortadan kaldırılması yönünde bir gelişme yaşanmaktadır. Kuşkusuz, İngiltere’de mali sermayenin somut yapılanmasında yaşanmakta olan bu sürecin alacağı son biçiminin ne olacağını zaman gösterecek, daha doğrusu emekçi kitlelerin bu gidişata karşı koyup koymamaları belirleyecektir.

İÇ İÇE GEÇMENİN ‘KİŞİSEL BİRLİKLER’ OLARAK ŞEKİL ALMASI
Tekelleşmenin ve mali sermayenin gelişmesi yalnızca sermayenin az sayıda tekelin elinde toplanmasını doğurmaz, aynı zamanda bütün bu zenginliklerin küçük bir azınlığın elinde birikmesini de getirir. Şirketlerin ve hisse senetlerinin sahipliği az sayıda kişide birikir. Bunun sonucu az sayıda kişi aynı anda birçok tekelin sahibi ve yöneticisi haline gelir. Mali oligarşiyi oluşturan bu sermaye sahipleri yönetim kurullarına ya doğrudan kendileri gelirler, ya da yerlerine menajer denilen yöneticileri atarlar, Bugün hangi büyük tekel ya da grubun yönetim, danışma ya da denetim kurullarına baksak bunu görüyoruz.
Örneğin, British Airways (BA) ve Inchcape grubunun başkanı Sir Colin Marshall aynı zamanda British Telekomünikasyon (BT) ve İngiltere Sanayiciler Konfederasyonu (CBl)’nun başkan yardımcılığı ile HSBC Holdingleri grubu, Midland Bank ve Amerikan Telekomünikasyon tekeli MCI grubunun denetleme, New York Borsasının ise yönetim kurulu üyeliklerini yapıyor. Yine örneğin, Lord Armstrong of Ilminster, Shell ile İngiliz Amerikan Tütün grubu (B.A.T. Ind.), N.M. Rothschild & Sons ve RTZ Korporasyonları, Robeco Grubu gibi tekellerin yönetim, denetleme ve danışma kurulu üyelikleri ve Bristol & West Konut Kredi Birliğinin başkanlığı ile bazı müze ve üniversitelerin vakıf başkanlıklarını yapıyor. HSBC Grubu’nun genel müdürü John R. H. Bond, bu görevinin dışında British Steel, HongKong Bankası, Midland Bank, Amerika’daki Amerikas Inc. ve Marine Midland Bank, Kanada HongKong Bankası, Suudi İngiliz Bankası, gibi birçok şirket ve büyük bankanın yönetim, denetleme ya da danışma kurulu üyeliğini yürütüyor. Bond ayrıca Londra Borsası ile Dünya Bankasına bağlı Uluslararası Finans Korporasyonu’nun yönetim kurulu üyeliklerini de yapıyor. Lord Wright of Richmond en büyük İngiliz şirketlerinin neredeyse hepsinin denetleme ya da danışma kurullarında yer alıyor. Lord, British Petrol, Barclays, Unilever, BAA ve De La Rue gruplarının denetleme ve danışma kurulları üyesi.
Bazı yöneticiler aynı anda birkaç İngiliz tekelinin yönetiminde olmakla kalmıyorlar, aynı zamanda başka başka ülkelere ait şirketlerin de yöneticiliğini yapıyorlar. Örneğin, British Petrol (BP)’nin de denetleme kurulu üyesi olan Alman Dr. C. H. Hahn İngiliz BP’nin dışında Alman Volkswagen, Commerzbank, Gerling Konserni ve Thyssen ile Amerikan TRW ve Perot Sistemleri’nin yönetim kurulu üyeliğini ve Saurer’in de başkanlığını yapıyor. British Petrol’ün yönetim kurulu üyesi Dr. R. W. H. Stomberg ise aynı zamanda Alman Dresdner Bank ve Gerling Konserni’nin danışma kurulu üyeliğini yapıyor. C. F. Knight: British Petrolün denetleme kurulu, Alman Anhauser Busch, Amerikan IBM ve SBC Komünikasyon’un yönetim kurulu üyesi. Knight aynı zamanda Amerikan Emerson Electric’in de başkanı. Ellen R. Scheneider az ve temiz iş yapıyor. 3 dev tekelin yönetiminde. Alman Deutsche Bank AG, Alman Deutsche Morgan Grefell ve İngiliz kimya devi Imperial Chemical Industies (ICI)’in yönetim kurullarında yer alıyor.
Hangi büyük grubun başkan, genel müdür, yönetim, denetleme ya da danışma kurulu üyesini ele alsak neredeyse hemen hepsinin de birden fazla tekelde yöneticilik yaptıklarını görüyoruz. İngiltere’deki önde gelen birkaç grubun yönetim, denetleme ve danışma kurullarında yer alan kişiler arasından rasgele seçtiğimiz 25 yöneticinin başka hangi şirketlerde yönetici olduklarını bir tablo halinde verdik. Daha fazla örnek için bu tabloya bakılabilir.
Bu şirket yönetici ve sahipleri, Malta Şövalyeleri, Bilderberg Topluluğu, Davos Topluluğu, White’s, Turf, Boodle, New, Carlton gibi değişik kulüpler içinde örgütlenmiş durumdalar. İngiltere’de bu şekilde çok sayıda zengin kulübü var.
Yönetici ve sahiplere bakarak bile hangi şirketin diğer hangi şirketle iç içe olduğunu anlamak mümkün. Çünkü bu gruplar aralarına yabancı almamaya özellikle dikkat ediyorlar. Öyleyse İngiltere’nin büyük gruplarından birkaçının yönetim kurullarına yakından bakalım:
HSBC: Shell, British Steel, British Airways, ICI, Unilever, Smithkline Beecham grubu, MCI, Inchcape grubu, ITOCHU Korporasyonu, EMİ grubu, Maunsell Holding, Jakobs Holdingleri grubu, Mauntcity Holdingleri, Cordiant grubu, John Swire & Sons Ltd., Swire Pacifik Ltd., East Asiantic Company Ltd., Orange, Visa International, Kowloon-Kanton Demiryolu Korporasyonu, KPMG, Trinkaus & Burkhardt KGaA, Nordstrom & Thulin AB, Thistle Hoteller grubu, DSL grubu, Gucci grubu, CBI, Londra Borsası, New York Borsası.
Barclays: British Petrol, Smithkline Beecham grubu, Unilever, BAA, Japon Kalkınma Bankası, Japon Bankası, Fuji Xerox Co. Ltd., Van den Bergh en Jürgens, MEPC plc, Steel Burril Jones grubu, MF1 Mobilya grubu, Midland Electricity plc Williams Holdingleri, RTZ Korporasyonu, Burcon grubu, Pilkington, Camelot grubu, Bass plc, General Accident plc, North West Water grubu, W H Smith grubu, RMC, BASS plc, Courtaulds Textiles plc.
Shell: HSBC Holdingleri grubu, BAT Industries, Midland Bank, RTZ Korporasyonu, Robeco grubu, Bristol & West Yapı Şirketi, East Asiantic Company Ltd. Marine Midland Bank, İngiliz Ortadoğu Bankası, Bioteknology Yatırımları,
British Petrol: Barclays Bank, Unilever, British Steel, Guiness-Grand Metropolitan, BAT Industries (eski başkan), BAA, Rolls Royce, IBM, Deutsche Bank AG, Thyssen, Volkswagen, Commerzbank, Dresdener Bank, Swiss Bank, Gerling Konserni, Perot Sistemleri, TRW, Paccar, Saurer, De La Rue, SBC Communication, Emerson Electric, Anheuser-Busch, ING Baring Holding, RTZ, Redland, Pilkongton, Cathey Pacifik Airways, Royal Armouries (Int.) plc, GATT, BOC grubu, İngiltere Merkez Bankası.
British Aerospace (BAe): ICI, Alüminyum Company of America, Redland, Reuters, Harsco Corporation, CIGNA Corp, Union Pacific Corp, Russel Reynolds Ass, BICC, British Mediterranean Airways, Amersham International.
GlaxoWelcome: General Motors, American Express, Halliburton, Boise Cascade, Nationwide yapı şirketi, Redland, Union Camp, Hanson, Hambros, BICC, BCE, Cabot, Vincam, Rohm & Haas, Chase Manhattan.
BAT Industries: British Petrol, Shell, SG Warburg, J Sainsbury, Rentokil, Caspian Holdings, Caterpillar, Texas Instruments, Farmers grubu,
Imperial Chemical Industries (ICI): British Aerospace, Alüminyum Co. of Amerika, Midland Bank, Pilkington, Inglish China Clays, Smithkline Beecham, Lucas Sanayileri.
Bugün İngiltere’de, Almanya’da Thyssen, Siemens, Krupp, Merck, Ouandts (BMW), Flicks (Mercedes Benz) gibi ailelerden daha fazla olmak üzere köklü aileler bulunuyor. Örneğin, çimento dâhil, inşaat malzemeleri üretimi alanında İngiltere’nin en büyüğü olan Redland’m yüzde 43,5’i tek başına Braas ailesine ait. Yine, Bruno Schroder’in bacını çektiği Schroder ailesi önde gelen yatırım bankası ve en büyük emekli fonlarından Schroders’in yüzde 43,7’sinin sahipliğini yapıyor. 1995’e kadar Schroder banka ve emekli sandığının başkanlığını yapan George Mallinckrodit’in oğlu Philip Mallinckrodt aynı Bruno Schroder’in yeğeni idi. HSBC 1996’da Schroder’i grup bünyesine katınca Schroder ailesi bu sefer de Schroder’in yanı sıra HSBC’nin de en büyük hissedarları arasına girdiler. HSBC’nin içindeki diğer eski aileler ise Sir Adrian ve John Svvire’nin başında bulunduğu Swire ailesi, Capel ailesi, Robin Fleming önderliğindeki Fleming ailesi, Montague ailesi, Gibs ailesi ve Cunningham gibi aileler. Yine aynı şekilde başını Lord Hambro (aynı zamanda Hamlros Bank’m başkanı)’nun çektiği Hamros ailesi önemli ailelerden biri. Geçtiğimiz yıl NatWest Hambros Bank’ı satın aldığında paranın yarısı Hambro ailesine gitmişti, Hambrolar paralarını yastık altına koymayıp anlaşma gereği NatWest’in önemli bir kısım hissesine yatırdılar. Guiness ailesi Guiness grubunu (daha sonra Grand Metropolitan ile birleşti), David Sainsbury’nin başında bulunduğu Sainsbury ailesi, J. Sainsbury süpermarketler zinciri grubunu. Richard Bronson ve Bronson ailesi Virgin grubunu ellerinde tutmaya devam ediyorlar. Barclay ailesinden Rothschild ailesine, Templeton ailesinden Morrison ve Crovit ailesine kadar bu bir avuç aile yalnızca İngiltere değil, dünyada da, şimdiye kadar sıralamaya çalıştığımız trilyonlarca sterlin tutarında dev boyutlardaki sermayeyi kontrol ediyorlar. Bu devasa miktardaki birikmiş emeği ellerinde bulunduranlar iddia edildiğinin aksine o tekellerin başındaki genel müdür ya da menajer’ler değil, onların da arkasında duran, çoğu kere isimleri dahi geçmeyen mali oligarşi diye adlandırdığımız bu küçük azınlık gruptur.
Enver Hoca yıllar önce bu durumu şöyle ifade etmişti: “Mali sermayenin gelişmesi bir avuç sanayici kapitalistin ve bankacının elinde yalnızca büyük bir zenginliğin değil, aynı zamanda ülkenin tüm yaşamında etkin olan gerçek bir ekonomik ve siyasal gücün de yoğunlaşmasını mümkün kıldı. Bu her şeye kadir insanlar tekellerin ve bankaların başında bulunurlar ve mali oligarşi diye adlandırılan şeyi oluştururlar.” E. Hoca, Emperyalizm ve Devrim, sf. 62, Evrensel Basım Yayın)

Not: Okurun da dikkatini çekmiştir ki, yazıda, İngiltere gibi en eski sömürgelere sahip bir emperyalist ülkenin dış ilişkileri ve doğrudan yatırımları özel olarak ele alınmamaktadır. 1990’lı yıllardan bu yana her bir emperyalist ülkenin özel bir politikayı yaşama geçirmeye çalıştığı bu önemli sorun unutulmamıştır, ancak ayrı bir yazının konusudur.

Aralık 1997

Amerikan mali sermayesinin yapısına genel bir bakış

Bugün dünyanın en güçlü ekonomisine sahip, emperyalist kapitalist sistemin orkestra şefi ve en güçlü ve en büyüğü tartışmasız Amerikan emperyalizmi, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’dir. Böyle olunca mali sermayelerin yapıları ele alınmaya başlandığında Amerikan mali sermayesinin yapısının incelenmesi olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Amerikan mali sermayesinin yapısı ortaya konulmadığı durumda girişilen söz konusu inceleme kaçınılmaz olarak eksik kalmış olacaktı.
Yazı dikkatle incelendiğinde ve Özgürlük Dünyasının 85, 86 ve 88. sayılarında yayınlanan ve sırasıyla Alman, Fransız ve İngiliz mali sermayelerinin yapılarının incelendiği yazılar hatırlandığında görülecektir ki, Amerikan mali sermayesi, Alman ve Fransız mali sermayesinden bazı yanlarıyla ayrılmakta ve daha çok biçime ilişkin bazı yapısal farklılıklar taşımaktadır. ABD’de, sermaye grupları, önlerine çıkartılan yasal engelleri aşabilmek için yeni yeni kurumlar, değişik yol ve yöntemler bulmuşlardır. Amerikan mali sermayesinin yapısına, emekli fonları, konut kredi banka ve şirketleri, değişik fon ve vakıflar, onlar aracılığı ile kontrollerin yapıldığı çok çeşitli aracı ve paravan şirketler, sonradan mali sermaye tarafından yaratılmış ya da daha önceden işçi ve emekçiler tarafından kurulmuş olmasına rağmen süreç içinde yıllar önceki işlevlerinin değiştirilerek mali sermayenin kendi kurumlarına dönüştürülmüş yeni yeni kurum ve biçimler eklenmiştir. ABD mali sermayesi, İngiliz mali sermayesinden de, -her ne kadar yapısal benzerlikler taşısalar ve birçok konuda birbirlerine oldukça yakın özellikler gösterseler de- ayrıntıya ilişkin konu ve biçimlerde bazı yanlarıyla ayrılmaktadır. ABD, diğer emperyalist ülke mali sermayelerine de zorla kabul ettirdiği dünya egemenliği ve emperyalist kapitalist dünyadaki tartışmasız liderliğini kendi yapı ve yeni biçimlerini öteki mali sermaye gruplarının yapılarına empoze etmesi ile de göstermektedir.
Esas olarak kurumlarının ve kontrol yöntemlerinin belli ölçülerde farklılıklar taşıması ve mali sermaye gruplarının egemenliklerini değişik yol ve yöntemler kullanarak sürdürmesi ile birbirlerinden ayrılan “evrensel bankacılık” ve “Anglo-Amerikan” sistemlerinin giderek birbirlerine yaklaştıkları görülmektedir. Bugün diğer mali sermaye grupları gibi Amerikan mali sermayesi de hızlı bir “yapı değişikliğine” gitmektedir. Her gün yeni yeni fon, vakıf ve kurumlar kurulmakta, bu fon, vakıf ve benzeri kurumlarda biriken devasa boyutlardaki sermaye, yine aynı kurumların biriken sermayeyi atıl sermaye olarak bekletmeyip değişik tipler-deki yatırım şirketleri aracılığı ile en hızlı ve en fazla kârı getirecek yerlere yatırıma yönelttikleri görülmektedir. Yatırım şirket ve bankacılığı hızla gelişmekte, borsa ve para piyasaları daha da önemli bir hal almakta, mali sermayelerin yapılarında görülen farklı kurumlar ve dışarıdan görülen dağınıklık ve çeşitlilik giderek azalıp merkezileşmekte ve merkezileşip yoğunlaşmış mali sermayenin kendisi de çok daha muazzam boyutlarda yeniden bir kez daha yoğunlaşmaktadır. Bu, yoğunlaşmanın yoğunlaşması denilebilecek ve son yıllarda özellikle hızlanan süreç kaçınılmaz olarak Amerikan mali sermayesinin rantiyeci-tefeci, spekülatif özelliklerinin çok büyük boyutlara erişmesini ve mali sermayelerin yapılarında bazı kurumların ortadan kalkmasını ya da eski önemlerini kaybetmesini getirmektedir. Emperyalizmin doğasında olan rantiyecilik, asalaklık ve çürüme bugün çok daha üst boyutlara erişmiştir. Rantiyecilik tek tek belli emperyalist ülkelerle sınırlı değildir. Bu açıdan, Lenin başta İngiltere olmak üzere diğer emperyalist ülkelerdeki rantiyeci yana dikkat çekmekle birlikte özel olarak Fransa örneği üzerinde durmaktadır. Ancak belli tarihsel dönemler ve tarihsel evrim içinde bu rantiyeci yan kimi emperyalist ülkelerde daha da öne çıkmaktadır. Örneğin ABD emperyalizminin rantiyeciliği özellikle İkinci Emperyalist Savaş sonrası dönemde -Truman dönemi ve Marshall Planı hatırlansın- hız kazanmıştır. Son dönemler ele alındığında, esas olarak İngiliz ve Amerikan emperyalizminde belirgin olarak görülen ve bu iki emperyalist ülke ile kıyaslandığında diğer emperyalist ülke mali sermayelerinde daha geride kalmış izlenimi veren bu rantiyeci karakter öteki emperyalist kapitalist ülkelerde de hızla artan ve iyice belirginleşen bir duruma bürünmektedir.
Amerikan mali sermayesinin yapısı ve girdiği yoğunlaşmanın yoğunlaşması süreci dünya mali sermayesinin yakın gelecekte alacağı muhtemel yapının işaretlerini vermesi açısından da önemlidir ve yakından izlenmek zorunluluğundadır.

ÜRETİMDEKİ YOĞUNLAŞMA VE TEKEL
En büyük emperyalist kapitalist güç Amerikan mali sermayesinin hangi finans gruplarından oluştuğunu, nasıl örgütlendiğini, ilişkilerinin nasıl şekillendiğini, nasıl karmaşık ve girift bir içice giriş yaşadığını, güç ve etkinliğinin hangi boyutlara eriştiğini ve kollarının nerelere kadar uzandığını görebilmek, kısacası Amerikan mali sermayesini anlayabilmek ve onu daha iyi ve yakından tanıyabilmek için öncelikle tekel olgusunu ele alarak işe başlamak zorundayız. Çünkü üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşmenin ortaya çıkardığı tekel olgusu gösterilmeden sermayedeki yoğunlaşma ve merkezileşme açıklanamaz.
ABD nüfus sayımı kurumu U.S. Bureau of the Census’un verilerine göre 1993 yılında toplam 6 milyon 403 bin işyeri ya da şirket vardı. Bu işyeri ve şirketlerin çalıştırdıkları kişi sayısına göre sınıflanmalarını ABD Ticaret Bakanlığının resmi istatistikleri yayınladığı “Statistical Abstract of the U.S. 1996”, adlı kitaptan aktararak verelim. (Bkz: Tablo 1) Verilere kamu kuruluşları ve demiryollarında çalışan işçiler ile “self-employed person” denilen serbest meslek sahipleri dâhil değildir.

İşyeri Büyüklüğü             İşyeri Sayısı    Oranı        Topl. Çalış. Sayı.    Oranı
20’den az kişi çalıştıran işyerleri    5 577 000    % 87        25.233.000        % 27
20 ile 99 arası kişi çal. İşyerleri    688 000    % 10        27.443.000        % 29
100 ile 499 arası kişi çal. İşyerleri    123 000    % 2        23.195.000        % 24
500 ile 999 arası kişi çal. İşyerleri    9 000        % 0,14        6.449.000        % 7
1000 ve daha fazla kışı çal. İşy.    6 000        % 0,09        12.470.000        % 13
Toplam                 6 403 000    % 100        94.789.000        % 100
(Tablo – 1)

Burada şirketler değil, tek tek işyerleri temel alındığından tablodan 1000’den fazla kişi çalıştıran büyük işyerlerinin toplam işgücünün sadece yüzde 13’ünü istihdam ettiği gibi yanıltıcı bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Oysa bir tek tekelin yüzlerce, hatta binlerce ayrı ayrı işyerleri bulunmaktadır. İşyerleri değil de şirketler temel alındığında bu oran yüzde 40’ların üzerine çıkmaktadır. Bunu başka bir kaynağa dayanarak, tek tek şirketlerin çalıştırdıkları toplam kişi sayısına göre incelediğimizde bu daha da açık görülmektedir.
Şirketlerin 1997 ilkbaharında yayınladıkları yıllık raporlarında kendi 1996 mali yılsonu rakamlarına göre sıralama yapan Fortune dergisine göre ABD’deki en büyük 500 korporasyon toplam 24,5 milyon kişi çalıştırmaktadır. Toplam şirket ve işyerlerinin yüzde 97’sini oluşturan 100’den az işçi çalıştıran 6 milyon 265 bin küçük işyeri toplam iş gücünün yüzde 56’sını çalıştırırken toplam şirketlerin yüzde 0,0078’ini oluşturan sadece 500 tekel 24,5 milyon ile toplam çalışan iş gücünün, tarım hariç, yüzde 26’sını istihdam etmektedir.
Yukarıya doğru çıkıldıkça, yani tekellerin büyüklüğü arttıkça yoğunlaşma ve tekelleşme çok daha üst boyutlara erişiyor. En büyük 50 şirket 9,2 milyon, Wal-Mart Stores, General Motors, PepsiCo, Ford ve geçtiğimiz yaz on binlerce işçinin kendisine karşı greve gittiği United Parcel Service (UPS)in oluşturduğu ABD’nin sırasıyla en fazla işçi çalıştıran 5 tekeli ise tek başına toplam 2,5 milyon kişiyi istihdam ediyorlar. Bu sayıya en fazla kişiyi istihdam eden kamu posta kuruluşu U.S. Postal Service’in çalıştırdığı 887 bin kişi dâhil değil. Aynı dönemde en büyük 50 tekel yaklaşık 9,5 milyon kişiyi çalıştırırken en büyük 50 KOBİ (Küçük ve Orta Boy İşletme) sadece 23 bin kişiyi çalıştırıyordu.
En büyük 500 tekel 1996 yılı içinde toplam 5 trilyon dolar ciro, 301 milyar dolar da kâr yapmışlar. Malvarlıkları toplamı ise kendi rakamlarına göre 11,5 trilyon doları buluyor. 500 tekelin bir yılda yaptıkları ciro toplamı 1994 rakamlarına göre Avusturya, Endonezya, Türkiye, Danimarka, Güney Afrika, Norveç, Polonya gibi, bazı gelişmiş ya da yeni gelişen kapitalist ülkeler de dahil olmak üzere çok sayıda ülkenin Gayrı Safi Yurt İçi Hasılası (GSYİH) toplamından 4,5 kat fazla. Yine bu rakam Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi dünyanın en büyük emperyalist kapitalist ülkelerinin tek tek GSYİH’larından kat kat fazla. 500 tekelin ciroları toplamı aynı zamanda çoğunluğunu Güney Asya, Aşağı Sahra Afrikası ve Latin Amerika ülkelerinin oluşturduğu dünyanın en yoksul 100 ülkesinin GSYİH’ları toplamlarının bile 5 katının üzerinde.
Bu 5 trilyonluk ciro toplamı, dünyanın en güçlü ekonomisine sahip, gerek sanayi gerekse de finans alanında tartışmasız bir numara olan dünya jandarması, emperyalist kapitalist dünyanın tartışmasız baş patronu ve orkestra şefi, 266 milyon nüfusu ve 150 milyonluk iş gücüne sahip ABD’nin 5,8 trilyon dolarlık ulusal gelirine neredeyse eşit. Bu rakam, ABD’nin 1995’te 7,2 trilyon doları bulan Gayri Safi Yurt İçi Hasılası (GSYİH)’nin ise yüzde 70’inden fazla.
En büyük 500 sanayi tekeli arasında da büyük bir yoğunlaşma göze çarpıyor. 1993 rakamlarına göre 500 sanayi tekeli içinde en büyük 100 tekel toplam ciroların yüzde 70,7’sini, ikinci 100 tekel yüzde 14,5’ini, üçüncü yüzde 7,2’sini, dördüncü yüzde 4,5’ini ve 500 tekel içinde en küçük olan beşinci 100 tekel ise toplam ciroların sadece yüzde 2,9’unu elinde bulunduruyor. Görüldüğü gibi en büyük 500 sanayi tekeli içinde de ilk yüz tekel tek başına toplam ciroların yüzde 70,7’ini gerçekleştirirken geri kalan 400 tekel sadece yüzde 29,3’ünü gerçekleştirmiş. ABD’deki korporasyonların tepedeki yüzde 5’lik bölümünü oluşturan en büyük tekeller 1920’de tüm korporasyon gelirlerinin yüzde 79’unu oluştururken bu oran 1970’Jerde yüzde 87’lere, bugün ise daha da yukarılara yükseldi.
Biraz eski de olsa, tekelleşmeyi göstermesi açısından 1963’e ait bir tablo (Tablo 2) çarpıcı. Tablo, 14 ayrı sektörde üretim yapan şirket sayısı ile birlikte bu sektörlerde en büyük 4, 8 ve 20 tekelin toplam üretimin yüzde kaçını gerçekleştirdiğini net bir şekilde ortaya koyuyor.
Tablo 2’den görüldüğü gibi örneğin otomotiv sektöründe üretim yapan kayıtlı 1655 şirket olmasına rağmen en büyük 4 tekel toplam üretimin yüzde 79’unu, 8 şirket yüzde 83’ünü ve son olarak 20 şirket de 90’ını gerçekleştiriyorlar. Bugün bu merkezileşme ve yoğunlaşma çok daha büyük boyutlara erişti. ABD’de iç pazarın otomobil, kamyon, kamyonet, TIR vb. ihtiyacının yüzde 70’ine yakınını sadece üç tekel, General Motors, Ford ve Chrysler karşılıyor. Bunun yüzde 30,8’ini General Motors, 25,2’sini Ford ve 15’ini de Chrysler üretip satıyor. Arta kalan yüzde 29’luk bölümü ise büyük kısmını Japon tekelleri olmak üzere, Japonlar ile Alman ve Fransızlar karşılıyor. Japon otomotiv tekellerinin girmesinden önce ABD pazarının yüzde 50’sini tek başına General Motors elinde tutuyordu.
Üretimdeki merkezileşmenin gelişme temposunu şirket birleşmelerini (füzyon) gösteren tablo (Tablo 3) açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

14 sanayi kolunda şirket sayısı ve en büyük 4, 8 ve 20 şirketin üretiminin toplam üretim içindeki oranları (1963)
Toplamın ne kadarını ürettikleri (Yüzde)
Sektör:                 Şirket Sayısı:     En Büyük 4 Şirk.    8 Şirk.        20 Şirk.
Otomotiv                 1655             79            83        90
Demir Çelik, Yüksek Fırın        162            50            69        89
Petrol                     266             34            56        82
Et ve Et Ürünleri              2833            31            42        54
Radyo, Tv (Telekomünikasyon)        1001            29            45        69
Uçak                    82             59            83        99
Süt ve Süt Ürünleri            4030            23            30        40
‘ Ekmek ve Unlu Yiyecekler        4339            23            35        45
.Gazete                    7982            15            22        36
Uçak Motoru ve Parçaları        194            56            77        92
Kağıt                    186            26            42        63
İlaç                     944            22            38        72
Lastik                    105            70            89        97
Pamuk, dokuma            229            30            46        67
(Kaynak ABD Ticaret Bakanlığı, Statistical Abstract of the US, 1967) (Tablo 2)

Yıl        Füzyon Sayısı
1985        1719
1986         2497
1987        2479
1988        2970
1989        3752
1990         4239
1991         3446
1992         3502
1994        3129
1997        10770
(Kaynak. Statistical Abstract of the U.S, 1996, The Financial Times) – Tablo-3

ABD’de 1994’te 358 milyar 718 milyon dolar tutarında 3129 füzyon gerçekleşti. Bunun 186 milyar 181 milyon dolar değerindeki 1497’sinde iki Amerikan şirketinden biri diğerini yuttu. 38 milyar 169 milyon dolar tutarındaki 173 tanesinde başka ülkelere ait şirketler ABD şirketlerini. 17 milyar 612 milyon dolar tutan 149 füzyonda ise ABD şirketleri diğer ülke şirketlerini yuttular. Füzyonlarda 1995’ten itibaren, özellikle de 1997 yılında belirgin bir artış gözlendi. 1997 içinde dünyada yapılan 1,3 trilyon dolarlık füzyonun yüzde 70’ine yakınını oluşturan yaklaşık 1 trilyon dolarlık (919 milyar) bölümü sadece ABD’de (ya da diğer ülkelerde olmasına rağmen ABD şirketlerinin içinde yer aldığı) gerçekleşti.
Füzyonlardaki artışın yanı sıra şirket iflaslarında da giderek bir artış göze çarpıyor. Son yıllarda iflas eden şirket oranı yüzde 11’lere ulaştı. 1995’te çoğu küçük çapta olmak üzere 875 bin şirket ve işyeri iflas ederek kepenk kapattı.
Tekelleşme ve merkezileşme yalnızca sanayide değil, bankacılıktan sigortacılığa, perakende satış sektöründen tarıma ve toprak ve arazi dağılımına kadar her alanda yaşanıyor. Bir kaç veri ile bunu somutlamaya çalışalım:
En büyük 200 tekel 1947’de toplam üretimin yüzde 30’unu, 1960’larda yüzde 38’ini, 1970’lerde ise 43’ünü gerçekleştiriyordu. Bugün ise en büyük 500 tekel bütün ABD üretiminin üçte ikisini ya da yüzde 67’sini sağlıyor. Bir önceki sayfada gördüğümüz gibi, bu 500 tekel içinde de en büyük 200 tekel 500 tekelin toplam cirosunun yüzde 85’ini gerçekleştirmektedir. Buna göre, 1970’lerde 200 tekel toplam üretimin yüzde 43’ünü gerçekleştirirken bugün bunun yüzde 57’sini gerçekleştirmektedirler. 1991 rakamlarına göre, ABD’deki birkaç supermarket zinciri tekel perakende mal üretiminin yüzde 9’unu üretirken satışının yüzde 71’ini gerçekleştiriyor. Yüz binlerce bakkal, dükkân, büfe, mağaza vb.lerin satışlardaki payı ise sadece yüzde 29.
1978’de yapılan bir araştırmaya göre, ABD’deki 2 milyar akre’lik bütün toprakların yüzde 58’i özel ellerde bulunuyor. Bunun yüzde 63,1’i çiftlik ya da ekilebilir tarım arazisi, yüzde 30-35’i de ormanlık arazi. Özel toprak sahiplerinin yüzde 5’lik bölümü toprakların yüzde 75’ine sahipken, yüzde 78’lik bölümün elindeki toprak oranı ise sadece yüzde 3. Yine ABD’deki toplam çiftliklerin yüzde 3’ünü oluşturan yıllık satışları 200 bin doların üzerindeki en büyük 81 bin çiftlik toplam tarım ürünü satışlarının yüzde 41’ini gerçekleştiriyor.
Buna ek olarak, en fazla ürün veren, en verimli ve tarıma en elverişli toprakların yüzde 40’ının (20 milyon akre – yaklaşık 8 milyon hektar) sahibi sadece 50 özel kişi ya da korporasyon ve 10 devlet kuruluşu. Toprakların yüzde 40’ı ile bütün maden haklarının yüzde 70’inin sahibi yine sadece tekeller yani korporasyonlar. (Neala Schleuning, To Have and To Hold, Praeger Publishers, U.S.A. 1’997)
Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin ne büyük ölçülerde tekeller yarattığını şu birkaç veri çok daha açık olarak göstermektedir.
ABD maliye bakanlığının, korporasyon gelir vergisi istatistiklerine dayanarak verdiği rakamlara göre, tüm korporasyonların aktif toplamları 1993 rakamlarına göre 21,8 trilyon dolar idi. Bu korporasyonların net servet ya da aktif toplamları 5 trilyon 700 milyar dolar (1992) ve net kâr toplamları ise 659 milyar doları buluyordu. Yalnızca imalat “sanayi” alanında üretim yapan korporasyonların ciro toplamları 3,5 trilyon dolar (1995), kârları ise vergiler çıktıktan sonra 201 milyar dolardı.
1996 sonu itibarı ile ABD’nin en büyük 5 tekelinin yıllık ciroları toplamı 620 milyara, 10 tekelinin ise 1 trilyon dolara erişiyor. Bu 10 tekel ve bir yıl içinde yaptıkları ciro miktarları sırasıyla şöyle: 1) General Motors -otomotiv- (168 milyar 399 milyon dolar); 2) Ford Motor -otomotiv- (146,991); 3) Exxon -petrol- (119,434), 4) Wal-Mart Stores -toptan ve perakende satış- (106,147), 5) General Electric -elektrik, elektronik, beyaz eşya, ağır sanayi, motor, uçak, uzay aracı, silah, sigorta, emeklilik, mortgage, yatırım bankacılığı, vb.- (79,179); 6) IBM -bilgisayar ve ekipmanı- (75,947); 7) AT&T -telekomünikasyon- (74,525); 8) Mobil -petrol-(72,267); 9) Chrysler -otomotiv- (61,397) ve 10) Philips Morris -yiyecek, sigara-(54,553).
General Motors: ABD’nin üç ana otomotiv grubu General Motors, Ford ve Chrysler’den en büyüğü olan ve 1908 yılında kurulan General Motors (GM) gerek çalıştırdığı işçi sayısı, gerekse de yaptığı ciro açısından tartışmasız dünya ve ABD’nin en büyük tekeli durumunda. (1900’lerin başlarında ABD’de iki büyük araba üreticisi vardı: 1895’de dünyada ilk otomobili bulan Henry Ford’a ait Ford Company ile William XC. Durant’a ait Buick Motor Company. 1908’de Durant’ın GM’si 8487, Ford 6181, Cadillac ise 2380 araba üretti. Durant, 16 Eylül 1908’de General Motors Company’yi kurdu ve kurar kurmaz da kısa bir süre içinde Olds (şimdiki ismi Oldsmobile), Cadillac, Oakland (şimdiki ismi Pontiac) ve Chevrolet’yi bünyesine kattı. Ancak diğer şirketleri satın aldığı sırada bankerlere borçlanmıştı ve borcunu gününde ödeyemedi. Şirketin önemli bir kısmı New Yorklu bankerlerin eline geçiyordu. Bankerler gelip GM’nin yönetimine oturdular. Durant’ın sıkıştığını gören ABD’nin o dönemdeki en zenginlerinden “bankacı-sanayici-tüccar” John Pierpont Morgan hemen devreye girdi ve Durant’a bankerlerden kurtulması için kredi verebileceğini söyledi. Ancak J.P. Morgan’ın her şeyi yuttuğunu bilen Durant korkusundan Morgan’ın teklifini reddetti ve John D. Rockefeller ve J.P. Morgan kadar değilse de o dönemde iyice büyümüş olan kimya (esas olarak patlayıcı ve barut) sektörünün tek sahibi Du Pont ailesine yanaştı. Durant New York’lu bankerler ve John Pierpont Morgan’dan kurtulmak isterken 1917’de her şeyini Du Pont’a kaptırdı. Du Pont, J.P. Morgan’ın da desteğini alarak General Motors’u eline geçirdi. Du Pont ailesi 1917’de bankerlerin 25 milyon dolarını ödeyip GM’nin yüzde 23,8 hissesinin sahibi oldu. Durant ne kadar engellemeye çalıştıysa da ikinci büyük hissedar yine J. P. Morgan oldu. Du Pont ailesinin yöneticisi Pierre S. du Pont doğrudan GM’nin başkanlık koltuğuna oturdu. Her şeylerini kaybeden William Durant ile Luis Chevrolet sıfırdan başlayarak yeniden araba üretimine giriştiler ama fazla tutunamayınca piyasadan çekildiler. 1926’ya kadar ABD’de esas olarak iki ana araba grubu vardı: General Motors ve Ford. 1926’da General Motors’un hissedar, yönetici ve önde gelen teknisyenlerinden Chrysler, Du Pont’larla çelişkiye düşerek GM’den ayrıldı. Bir kaç kişiyi daha etrafına toplayarak kendi ismiyle yeni bir araba grubu kurdu. O günden bu yana gittikçe büyüyen Chrysler, GM ve Ford’dan sonra ABD’nin üçüncü büyük otomotiv grubu haline geldi.) 50 ayrı ülkede üretim ve 150 ayrı ülkede de satış yapıyor. Esas olarak otomotiv sanayisinde yoğunlaşmasına rağmen DBS televizyon kanalı ve uydu yayınından, Delphi ile finans alanı, GMHE ile emekli fonu ve fon yöneticiliği ve yatırım şirketi, GMAC ile sigorta ve konut kredisi (mortgage) bankacılığı, bilgi satışı ve lokomotif üretimine kadar birçok değişik alana el atmış durumda. Otomobil alanında ise, her biri başlı başına ayrı birer tekel durumundaki çok sayıda arabanın sahibi. Belli başlıları: Chevrolet, Cadillac, Buick, Pontiac, Opel, Vauxhall, Astra, Isuzu, Saab, Cavalier, Eldorado, Satürn, Holden, Oldsmobile, Brazil S. 10 Truck, GMC, LSS ve diğerleri. 1997 yılında 8 milyon (7 milyon 970 bin 840) hafif, orta ve ağır vasıta üretmiş. Amerika’da yayınlanan ekonomi dergilerinden gerek Fortune, gerekse de Forbes dergilerinin her yıl farklı dönemlerde yaptıkları dünya ve ABD’nin en büyük 500 ve 100 korporasyonu sıralamasında birinciliği kimseye kaptırmıyor. 1996 yılı içinde yaptığı ciro miktarı 168 milyar 369 milyon, aktifleri toplamı 222 milyar 142 milyon, kârı ise 4 milyar 963 milyon dolar. Çalıştırdığı işçi sayısı 647 bin. GM iki yıl önce, 1994 yılında 692 bin kişi çalıştırıyordu. İki yıl içinde 45 bin işçiyi işten çıkardı. 1980’li yıllara kadar istihdam ettiği kişi sayısı ise 900 binlere yaklaşıyordu. Kısa zamanda 200 binin üzerinde kişiyi attı. Genaral Motors bununla da yetinmeyip 2000 yılına kadar 47 bin kişiyi daha işten çıkarmayı planlıyor.
Genel merkezi Detroit’te bulunan GM, ABD iç pazarının tek başına yüzde 30.8’ini karşılıyor. GM’nin ABD pazar payı 1996’da yüzde 32,5 idi. 1960’lı yıllardan 1980’li yılların ortalarına kadar bu oran yüzde 50 ile 46 arasında oynuyordu. GM bugün dünya otomobil pazarının yüzde 16’sını elinde bulunduruyor. 1980’li yılların ortasına kadar yine bu oran yüzde 20 idi. Yani dünyada satılan her beş arabadan birini mutlaka General Motors üretiyor ve satıyordu. Japon arabalarının, özellikle de Toyota, Nissan ve Honda’nın ABD pazarına girmesiyle birlikte çoğu GM’de olmak üzere ABD otomotiv tekellerinin üretim ve satışlarında önemli düşüşler oldu. Bu düşüşün devam edeceği ve önümüzdeki üç yıl içinde daha da büyük boyutlara ulaşacağı görünüyor. GM Japon tekellerinin sıkıştırması karşısında pazardaki üstünlüğünü korumakta zorlanıyor, giderek pazarlarını Amerikan Ford ve Japon otomotiv tekellerine kaptırıyor. GM bu gidişi durdurmak için 1997 yılında piyasaya 14 ayrı yeni model sürerek kamyon-kamyonet pazarında Amerikan Ford ve Chrysler, otomobil pazarında ise Toyota, Nissan ve Honda ile büyük bir pazar savaşına girdi. GM 1998’deki pazar payını yeniden yüzde 33’e çıkarmayı hedefliyor. (Tablo 4)

DÜNYA OTOMOBİL SATIŞLARI: (1992–1997) – Tablo-4
Satılan Araba Sayısı        Dünya Payı
Tekelin İsmi ve Ülkesi:        Ürettiği Ana Arabalar        1992        1997        1992 (%)
1. General Motors (ABD)        Chevrolet Buick, Pontiac, Opel    7146000    7970840    % 15,9
2. Ford Motor (ABD)            Ford, Lincoln, Jaguar        5764000    6435571    % 12,8
3. Toyota Motor (Japon)        Toyota, Lexus            4249000    4747364    % 9,5
4. Volkswagen (Alman)        VW, Audi, SEAT        3500000    4323326    % 7,8
5. Nissan (Japon)            Nissan, Infiniti            2963000    2888909    % 6,6
6. Chrysler (ABD)            Plymouth, Dodge, jeep        2175000    2959802    % 4,8
7. Peugeot – Citroen (Fransız)    Peugeot Citroen, Talbot        2050000    2096127    % 4,6
8. Renault (Fransız)            Renault                2042000    1805192    % 4,5
9. Honda (Japon)            Honda, Acura            1852000    –        % 4,2
10. Mitsubishi Motors (Japon)    Mitsubishi            1832000    –        % 4,1
11. Fiat     (İtalyan)                Fiat, Lancia, Alfa Romeo    1830000    2791304    % 4,1
12. BMW  (Alman)            BMW                589000        1215666    % 1,3
(Kaynak Fortune, 4 Ekim 1993, s:52-53, The Financial Times, 4 Aralık 1997, Ek)

İlk on otomotiv tekelinin dışında, tabloya göre, Japon Suzuki yüzde 3,1 ile 12., “Japon” Mazda yüzde 2,8 ile 13., Alman BMW yüzde 1,3 ile 18., Mercedes’in sahibi Alman Daimler-Benz yüzde 1,2’lik payıyla 19. ve Türkiye’de üretim yapan Tofaş’ta yüzde 0,3’lük payı ile 26. sırada yer alıyorlar.
1992’de Dünya araba satışlarının yüzde 33,6’lık bölümünü üç ABD tekeli (General Motors, Ford ve Chrysler), yüzde 34,7’lik bölümünü Japon, yüzde 25,4’lük bölümünü Batı Avrupa (Almanya, Fransa ve İtalya ana kısmını oluşturuyor) yüzde 3,8’lik bölümünü arasında Türkiye’nin de bulunduğu Japonya dışındaki diğer Asya ve yüzde 2,5’lik çok küçük bölümünü de Rusya da dahil Doğu Avrupa tekelleri gerçekleştirdi.
Son yıllarda otomotiv ve elektronik sanayinde daha belirgin olmak üzere ABD’nin dünya üretimindeki açık farklı üstünlüğünü kaybetmeye başlaması ve dünya payının giderek düşmesi kendini General Motors şahsında somutluyor. Aradaki fark giderek kapanmasına rağmen görüldüğü gibi GM en yakın Japon rakibi Toyoto’dan bir kat daha fazla otomobil üretip satıyor. GM 1997’de 8 milyon araba satarken Toyota ancak 4,7 milyon araba satabilmiş.
Özellikle 1980’lerden itibaren giderek artan bir şekilde Japon otomotiv tekelleri ABD pazarını adeta istila ettiler. ABD otomotiv pazarının önemli bir kısmını ellerine geçirdiler. 1990’a gelindiğinde Japon araba tekellerinin ABD pazar payı yüzde 21’e ulaştı. Ve bu tarihe kadar Japonlar yalnızca ABD’de 250’den fazla fabrika ya da üretim kompleksi kurmuşlardı. Bu rakamlar elbet-teki bugün çok daha arttı. Japon tekellerinin Amerikan tekellerini gelip kendi anavatanlarında vurması ve ABD pazarlarını ele geçirmesi karşısında ABD mali sermayesinin fazla ses çıkarmamasına fazla şaşırmamak gerekir. İlk bakışta ABD tekelleri ve mali sermayesinin giderek gücünü kaybettiği ve pazarlarını hızla kaybettiği sanılmaktadır. Oysa yakından bakıldığında Amerikan mali sermayesinin dünyayı ayağa kaldırmamasının nedeni anlaşılmaktadır. ABD otomotiv pazarını “istila’ eden çoğu Japon otomotiv gruplarının arkalarında yine ABD grupları bulunmaktadır. Örneğin, her yerde Japon araba tekeli olarak tanınan Isuzu Motors’un hisselerinin yüzde 37,5’i diğer bir deyimle asıl sahibi Amerikan General Motors. Aynı şekilde Mazda’nın yüzde 33,4’ü ve Kia Motors’un 9,4’ü Ford’a ait. Öteki Japon araba tekelleri Toyota, Mitsubishi, Honda, Nissan ve Nummi de ABD otomotiv grupları ile işbirliği içinde ortak çalışıyor. Hepsinin hisselerinin önemli bir kısmı ABD tekellerine ait. Daha 1980’li yıllarda Toyota ile GM hisselerini aralarında bölüşüp kurdukları ortak bir şirket aracılığı ile üretim yapmaya başladılar. GM-Toyota arasında olduğu öteki Japon tekelleri ile de diğer ABD grupları arasında benzer ortaklıklar ve işbirliği hüküm sürüyor. ABD tekelleri hisselerinin hiç değilse bir kısmını almadıktan sonra hiç bir tekele kendi pazarlarına girmesine kolay kolay izin vermiyorlar.
GM yalnızca ABD’nin değil çok geniş otomobil pazarlarına sahip başta Brezilya ve Meksika olmak üzere Latin Amerika ülkeleri ile Kanada ve İngiltere (Vauxhall)’de de en büyük otomobil üreticisi. Amerika kıtasının otomotiv pazarının Ford’la birlikte sahibi. GM ayrıca Çin’den Güney Kore ve Avustralya’ya, Japonya’dan Doğu ve Batı Avrupa’ya (Opel) kadar dünyanın dört bir yanında otomotiv pazarını elinde bulunduranların en önde gelenlerinden. 5 kıtada üretim tesisleri ve fabrikaları var. Yıllık 168 milyar dolarlık cirosu Danimarka, Türkiye, Güney Afrika, Norveç, Polonya, Portekiz, Finlandiya, İrlanda gibi birçok ülkenin GSYİH’den daha fazla. Avusturya gibi gelişmiş bir kapitalist ülkenin GSYİH’sine ise neredeyse eşit.
GM yalnızca otomobil üretimi yapmıyor. Sigorta, emeklilik, yatırım, fon yöneticiliği, konut-kredi birliği, televizyon yayıncılığı, enformasyon teknolojisi ve satışı ile danışmanlık yapmasının yanı sıra GM aynı zamanda dünyadaki birçok büyük tekelin hissedarı. Örneğin, İngiltere’nin en büyük iki kimya ve ilaç tekeli Imperial Chemical Industries (ICI) ve Glaxo Welcome ile geçtiğimiz Aralık ayında İsviçre’nin en büyük iki bankasının birleşmesi sonucu dünyanın ikinci büyük bankası haline gelen United Bank of Switzerland’ın yatırım bankacılığı kolu SBC Warburg Dillon Read’in hisselerinin önemli bir kısmının sahibi yine GM.
Şimdi de ABD ve dünyanın bu en büyük tekelinin hissedarlarının arasında kimler olduğuna bakalım: General Motors’un toplam 756 milyon 620 bin hissesi var. Bunun yüzde 55’ini tutan 422 milyon 265 bin hisse 559 kurum arasında paylaşılmış. Geri kalanlar tek tek kişiler. Dünyanın bu en büyük otomotiv tekelinin hisselerini yüzlerce şirket, fon ve vakıf almış. Ancak bunların arasında en fazla hisseye sahip olanlar ve bununla birlikte en fazla sayıda hisseyi kontrol edenler yönetim, denetleme ya da danışma kurullarına kendi adamlarını sokabilmişler. İşte bu kurullara adamlarını yerleştiren en önemli hissedarlar J. P. Morgan, General Electric, Procter&Gamble, Pfizer, Coca Cola ve SBC ve SG Warburg gibi yine ABD’nin en büyük tekelleri. İncelememizi, GM’nin tarihsel gelişimini de göze alıp biraz daha derinleştirdiğimizde ve bu tekellerin de arkasında kimler olduğuna baktığımızda arkadaki esas gücün bütün bu tekelleri de kontrol eden Morgan ve Du Pont grubu olduğunu görüyoruz. Diğer birkaç aileyi bir kenarda tutarsak ABD’deki birçok tekelle birlikte General Motors’un da sahibi Morgan ve Du Pont aileleri. Bu aileler diğer yüzlerce ve hatta onlar aracılığı ile de binlerce tekelde olduğu gibi General Motors’u da dolaylı olarak birçok dolambaçlı ve karmaşık yol kullanarak kontrol ediyorlar.
General Motors’dan sonra ele alacağımız ikinci tekel de tekellerin tekeli, her biri başlı başına birer dev tekel olan çok sayıda tekelin çatı ya da şemsiye örgütü denilebilecek, ilk temellerini ampulü bulan Thomas
Edison’ın attığı General Electric.
General Electric: Thomas Alva Edison tarafından Edison Electric Light Co. adıyla 1879’da kurulan küçük şirket o dönemler petrol alanının tek başına sahibi Rockefeller’den sonra ABD’nin en zengin ve en büyük “banker-sanayici”lerinden, yatırım bankacılığının ABD’deki kurucusu J. P. Morgan’ın ele geçirdiği Thomson-Houston şirketi tarafından yutuldu ve 1892’de General Electric (GE) ismini aldı. Edison küçük bir hisseyle bir kenarda sıradan bir teknisyen olarak laboratuarına kapatıldı. Ampul üretmeyle işe başlayan şirket bugün tekellerin tekeli oldu. Neredeyse dünyada üretmediği şey yok. Çamaşır makinesinden lokomotife; röntgen cihazından uzay aracına, nükleer denizaltıdan bilgisayar-program yapımcılığına (software), televizyon yayıncılığından sigortacılık ve yatırım bankacılığına kadar hemen hemen akla gelebilecek her alanda üretim yapıyor. GE, 13 ayrı ana bölümü ile 83 ayrı sektör ya da alanda iş yapıyor, birbirinden ayrı 250’den fazla farklı kalemde mal üretiyor.
GE’nin 1997 Mart sonunda açıklanan 1996 yıllık cirosu 79 milyar 179 milyon, aktif toplamı 272 milyar 402 milyon, kârı ise 7 milyar 280 milyon dolar. GE, Fortune’un sıralamasına göre, ciroları bakımından ABD’nin beşinci, dünyanın on ikinci; kârları bakımından iki petrol devi İngiliz-Hollanda şirketi Shell ve Amerikan Exxon’in ardından dünyanın üçüncü, ABD’nin ise ikinci; aktif toplamları bakımından ABD’nin dördüncü, dünyanın otuz birinci; çalıştırdığı kişi sayısı bakımından ise ABD’nin onuncu, dünyanın yirmi ikinci büyük tekeli. Fortune’a göre ayrıca elektronik ve elektrikli eşya alanında dünyanın en “başarılı” ve “güvenilir” şirketi. Yine Fortune’a göre piyasa değeri açısından 169 milyar 388 milyon dolar ile ABD’nin en büyük tekeli.
GE piyasa değerini son 15 yıl içinde 156 milyar dolar ile 11,5 kat ya da yüzde 1155 artırarak 13,5 milyar dolardan 169,4 milyar dolara yükseltti. 1982’den bu yana piyasa değerini en fazla artıran diğer bazı tekeller ise sırasıyla Coca-Cola 3,9 milyardan 147,6 milyara (% 3685), Intel 1 milyardan 113,2 milyara (% 11320), Merck 5,3 milyardan 106,6 milyara (% 1911), Exxon 25,1 milyardan 125,6 milyara (% 400) ve Philip Morris 5,8 milyardan 104,6 milyar dolara (% 1703) çıkardı.
Bu 15 yıl içinde General Electric işçilerinin yüzde 41’ini işten çıkardı. 165 bin kişiyi işsizliğin kollarına atma pahasına piyasa değerini yüzde 1155 artırarak piyasa değerleri açısından yapılan sıralamada ABD’nin en büyük tekeli oldu. 1981 yılı sonunda GE 404 bin kişi çalıştırıyordu. Aynı dönemde tekelin piyasa değeri de 13,5 milyar dolar idi. 15 yıl içinde GE çalıştırdığı kişi sayısını 239 bine (100 bini ABD dışında) indirdi ve bu arada piyasa değerini 156 milyar dolar artırarak 169,4 milyar dolara çıkardı.
General Electric grubunun büyüklüğünü daha iyi anlayabilmek için iş yaptığı 83 ayrı alandan birkaçının neleri kapsadığını örnekledikten sonra 13 ana bölümünden sadece birisini, GE Capital’i kısaca yakından tanıyalım:
GE’nin ana bölümlerinden birisi GE Uçak Motorları bölümü. Bunun da 4 alt bölümü var: Ticari uçak, askeri uçak, denizaltı, sanayi uçakları ve her türlü jet motoru. Bu bölümü ile dünyanın en büyük askeri ve ticari uçak jet motorları yapımcısı ve en büyük silah üretimi yapan tekel konumunda. Her çeşit savaş ve bombardıman uçaklarından helikopterlere, casus uydulardan nükleer denizaltılara kadar her türlü askeri aracın motorunu üretiyor. En büyük hissedarı olduğu Lockheed Martin ile birlikte ABD uzay araştırma kurumu NASA’nın hemen hemen bütün uzay program ve projelerinin yapımını üstleniyor. Bütün uzay araç ve projelerindeki en önemli imza her zaman General Electric’e ait. Uçaklarının alıcıları arasında American Airlines, Philippine Airlines, Air France, Nortwest Airlines, Kuweyt Airlines, British Airways gibi havayolu şirketleri var. Bir diğer bölümü GE Tıbbi Sistemler bölümünün ise 6 alt bölümü var: Bilgisayarlı Tomografi (BT), röntgen araçları, nükleer tıp araç ve kameraları, ultrason teşhis araçları, kanser ışın tedavisi araçları, manyetik rezonans (MR) araç ve aletleri.
Vagondan lokomotife, buhar tribünlerinden nükleer yakıta, silikondan fiber optik aygıtlara, internet sistemlerinden bulaşık makinesine, transformatörden uydu yayınına ve uzay mekiğinden madenciliğe kadar her alanda üretim yapan GE’nin en önemli bölümlerinden birisi de GE Capital. GE Capital her çeşit sigortacılıktan emekliliğe, ipotekli konut kredisinden (mortgage) faizle borç ve kredi vermeye, yatırım bankacılığından kredi kartına kadar çoğu finans sektöründe olmak üzere 27 ayrı alanda iş yapıyor.
Amerikan sermaye dünyasının gözde dergisi Fortune’a göre “dünyanın en başarılı şirketi” General Electric’in GE Capital kolu başlı başına dev bir tekel durumunda. Ayrı bir şirket olsa idi 33 milyar dolarlık yıllık cirosu ile ABD’nin 2. büyük bankası Citicorp’un önünde en büyük 20. şirket olarak sıralanacaktı. Bu GE Capital, aynı zamanda dünyanın en büyük araç ve ekipman kiralayan şirketi durumunda. Elinde 900 uçak (herhangi bir havayolu şirketinden daha fazla), 188 bin vagon (herhangi bir demiryolu şirketinden yine daha fazla), 750 bin otomobil, 120 bin kamyon, 11 uydu. Yalnızca kiraladığı uydularından yılda 2 milyar dolar kazanç elde ediyor. Finans servisleri 75 milyon kredi kartı sahibine hizmet veriyor. Elindeki sigorta şirketi General Re, ABD’nin üçüncü en büyük sigorta ve aynı zamanda emeklilik şirketi. GE, Enformasyon teknolojisi alanında ABD’nin AmeriData, Almanya’nın CompuNet ve Avustralya’nın Ferntree şirketlerini yuttuktan sonra dünyanın en büyük bilgisayar ve ekipmanı tekeli IBM ile kafa kafaya geldi. IBM ve Hewlett-Packard ile birlikte ABD’nin üç büyük enformasyon teknolojisi tekelinden birisi oldu. Yalnızca bu alandaki yıllık cirosu 6 milyar dolara erişti. Yüzde yüz hissesi General Electric’e ait olan GE Capital’in 1996 kârı tek başına 2.8 milyar dolar oldu. GE Capital beş yıl önce 30 bin kişi çalıştırırken bu gün yeni yeni alanlara el attığı için bağlı olduğu GE işçi sayısını hızla düşürürken o neredeyse bir kat artırarak 53 bine çıkardı. GE Capital özellikle son iki yıl içinde bilgisayar ile sigortacılık ve emeklilik alanına kelimenin tam anlamıyla saldırdı.
Sigortacılık ve emeklilik işi de GE’nin en çok gelir getiren bölümlerinden biri. “Tüketici Refah Birikimi ve Korunması” başlıklı bölümünün elinde birikmiş 46 milyar dolarlık aktif toplamı var. GE son yıllarda First Colony Life, Life of Virginia, GNA, Harcourt General, AMEX-LT Care, Union Fidelity Life ve Union Pacific Life gibi önde gelen sigorta şirketi, emekli fonu ve hisse alım satım şirketlerini yutarak sigorta ve emeklilik alanının devleri arasına girdi.
Daha 1978’de 23 ayrı ülkede üretim yapıp, kendisine bağlı 350 ayrı şirket aracılığı ile 150 ülkede ürünlerini dağıtan GE’nin 1978 değil 1982 den sonra 11,5 kat büyüdüğü göz önüne alındığında bu rakamların bile bugün için oldukça küçük kaldığı anlaşılmaktadır. General Electric GE Capital, 11 ayrı kanaldan yayın yapan NBC Televizyonu, Lockheed Martin silah, uzay ve uçak tekeli, Japon Yokogavva Electric Works, Yokogawa Medical System ve Japon Fanuc Ltd., plastik alanında dünyanın en büyüğü Borg-Warner, Tungsram ve Thorn ampulleri ve İngiltere’deki Burton grubu gibi yüzlerce dev tekelin sahibi. GE ayrıca, Alman Bosch, Japon Toshiba, Fuji, İngiliz GEC (General Electric Company) ve Alman Siemens, Fransız Thomson ve SNECMA ile de ortaklıklar kurmuş durumda. Örneğin İngiliz silah ve elektrik-elektronik tekeli General Electric Company (GEC) her ne kadar İngiliz tekeli olarak anılsa da, İngiliz GEC, Amerikan General Electric (GE) ve Alman Siemens ortaklığı durumunda. GE ayrıca, Kanada ve Japonya’nın yanı sıra, Meksika ve Brezilya başta olmak üzere Latin Amerika, başta İngiltere, Fransa, İspanya, İsviçre, Almanya ve Hollanda olmak üzere Avrupa, Orta Doğu ve özellikle Arabistan, Mısır ve Kuveyt, Tayland, Kore, Hindistan ve Çin gibi diğer birçok ülkenin en büyük tekelleriyle ortak ya da bazılarının asıl sahibi.
GE her ne kadar son 15 yılda 11,5 kat büyüse de önceleri de küçük değildi. Lenin “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm” adlı eserinde daha o dönemde, 1910’lu yıllarda, elektrik alanında iki “büyük güç” oluştuğunu ve Heinig’den aktararak, yeryüzünde Amerikan General Electric Co. ve Alman AEG’den oluşan bu iki güçten tamamen bağımsız başka elektrik güçleri olmadığını yazar. Lenin kitabında devamla “Ve 1907’de Amerikan ve Alman tröstü dünyanın paylaşılması üzerine bir anlaşma imzalarlar. Rekabet dışlanır. CEC (General Electric kastediliyor, K. Y.), Birleşik Devletler ve Kanada’yı ‘alır’; AEG ise Almanya, Avusturya, Rusya, Hollanda, Danimarka, İsviçre, Türkiye ve Balkanları ‘elde eder’.” (Lenin, age, Inter Yay, s, 72) der.
Lenin’in adı geçen eserini yazdıktan 20 yıl sonra, çoğu Lenin tarafından verilen örneklere yeni veriler ekleyerek Lenin’in kitabıyla karşılıklı sayfalarda yeniden basıp Lenin’in verilerini yenileyen ve tespitlerinin 1930’lu yıllarda da doğruluğunu kanıtlayan önde gelen iki bilim adamı Budapeşte Üniversitesi ekonomi profesörlerinden Eugene Varga ve Leo Mendelsohn’un “New Data for Lenin’s ‘Imperialism'” (Lenin’in “Emperyalizm”i için Yeni Veriler) adlı, 1940 ABD basımlı kitabında da aynı şeyler tekrarlanıyor. İki ekonomistin belirttiğine göre, 1922’de GE ve AEG, aralarında 20 yıl yürürlükte kalacak bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmaya göre GE ABD, Kanada ve Orta Amerika’yı; Alman tekeli ise Batı, Orta ve Doğu Avrupa’yı alacaktı. Anlaşma savaşa kadar sürdü. Bu arada GE, AEG’nin 1920’de piyasaya sürdüğü yeni hisselerin yüzde 25’ini aldı. GE, on yıl içinde, 1929’da AEG’nin hisselerinin yüzde 30’undan fazlasını eline geçirmişti. GE yalnızca AEG ile yakın ilişki ile kalmayıp o yıllarda, İngiltere’nin Metro-Vickers (bugünkü Vickers) ve General Electric Ltd. (bugünkü GEC), Fransa’nın Thomson-Houston ve Japonya’nın Shibaura Engineering Works ile Tokio Denki tekelleriyle de hisselerinin bir kısmının sahibi olarak çok sıkı ilişki içindeydi. (E. Varga, L. Mendelsohn, New Data for Lenin’s “Imperialism”, s:155–157, International Publishers, New York, 1940)
GE, 1. den olduğu gibi, 2. emperyalist paylaşım savaşından da güçlenerek çıktı. Savaştan esas kazançlı çıkanlar, Almanya’da Krupp ve Kaiser gibi korporasyonlar olduğu gibi, ABD’de de General Electric, General Motors, Ford, Chrysler, US Steel, Du Pont, Procter&Gamble, AT&T gibi büyük tekellerdi.
Artık şu soruyu yanıtlamak gerekiyor: Bu kadar büyük ve güçlü tekel kime ait, sahibi hangi sermaye grubu ya da grupları. ABD’deki bütün tekeller hisse sahiplerini saklamaya özel çaba gösteriyorlar. Örneğin İngiliz şirketlerinin yıllık raporlarında şirketlerin tek tek isim belirtilmeden çok genel hatlarıyla da olsa yine de hisse dağılımı verilmektedir. Oysa ABD şirketlerinin yıllık raporlarında hisse dağılımı ile ilgili bir bölüm bile bulunmamaktadır. Bugün GE’nin hisse dağılımının kesin sonuçları elimizde olmamasına rağmen gerek yakın geçmişteki hisse dağılımı, gerekse de hem kendi hem de yakın ilişki de olduğu tekellerin yönetim, danışma ve denetleme kurullarına bakarak arkasındaki en önemli sermaye gruplarının J.P. Morgan bankacılık grubu, General Motors, Prudential sigorta tekeli, PepsiCo ve Goodyear ve ana grubun da Morgan grubu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. General Electric’te banka sermayesi ile sanayi sermayesinin içice geçişinin somutlandığını görüyoruz. Bu içice geçiş iki yönlü gerçekleşmiş durumda. Bir yanıyla kendisinin doğrudan üç ayrı ana bölümünün (imalat sanayisi, hizmet sektörü ve finans) olması yani kendi beyaz eşya, motor, uçak-silah, tıbbi teşhis-tedavi araçları bölümleri gibi doğrudan sanayi üretimi yapılan bölümleri; TV-radyo yayını, telekomünikasyon, enformasyon hizmetleri, taşımacılık gibi hizmet sektörü bölümleri ve GE Capital adı altında toplanmış sigorta, emekli fonu, fon ya da aktif yöneticiliği, mali danışmanlık, konut kredi birliği, yatırım bankacılığı gibi finans bölümlerinin Genaral Electric’in kendi adıyla aynı grup içinde yer alması yoluyla; diğer yanıyla da ayrı ayrı tekeller olan ABD ve dünyanın en büyük bankaları arasında sayılan ve hatta Fortune’un “dünyanın en başarılı şirketleri” sıralamasında dünyanın en “güvenilir” ve “başarılı” bankası seçilen J. P. Morgan ve yine ABD’nin en büyük sigorta şirketlerinden Prudential gibi dev tekellerin GE’nin, GE’nin de onların hisselerini alması yoluyla. İmalat sanayisi alanında ABD’nin en büyük tekellerinden -ki kendi adıyla da finans işi yapıyor- General Electric ile en büyük banka ve sigorta şirketleri karşılıklı çapraz hisse sahipliği yoluyla birbirlerinin hisselerini ele geçirmiş durumdalar. J.P.Morgan GE’nin, GE de J.P.Morgan’ın hisselerini elinde bulunduruyor. Sadece bu bir tek örnek bile ABD’de banka sermayesi ile sanayi sermayesinin nasıl iç içe geçtiğini açık olarak gösteriyor.
General Electric’i kontrol eden sermaye grubu. General Motors’ta da olduğu gibi, yine Morgan grubu ve bu grubun merkezi olan Morgan ailesi. Bu ana sermaye grubu, sadece General Electric, General Motors, J. P. Morgan bankacılık grubu, Morgan Guaranty gibi tekel gruplarının değil, Bankers Trust, Procter&Gamble, Coca Cola, Lockheed Martin, IBM, ATT, Kodak, Smith Kline, Bethleham Steel, Scott Paper, Cigna Paper. Western Electric, Gilette, Prudential, New York Life, Mutual Life, American Tobacco gibi daha yüzlerce dev tekelin arkasındaki esas güç. 1800’lii yılların sonlarından beri en büyüklerden biri olan İngiliz asıllı Morgan ailesi. Rockfeller ailesi ile birlikte ABD ve dünyadaki trilyonlarca dolarlık değerin sahibi olan aile.
Son üç yılda sadece Avrupa’da 76 şirketi yutan GE Capital’in eski bir yöneticisi bütün GE yöneticilerinin düşündüğü tek bir şey olduğunu söylüyor: “Büyümek, daha fazla büyümek”. Bu eski yönetim kurulu üyesi, şirket yöneticilerinin başta Avrupa olmak üzere bütün sermaye dünyasını çok yakından takip ettiklerini ve hırs ve sabırsızlıkla sürekli yutacak şirket aradıklarını belirterek, “Zayıflık ve kararsızlığı çok iyi koklarlar ve zamanı gelince acımasızca saldırırlar.” diyor. GE bugün dün olduğundan daha fazla dış bağlantılara sahip. Doğrudan ya da dolaylı yollardan sahibi olduğu diğer şirketleri bir yana bırakırsak, sadece kendi adıyla bile, ABD dışında çok büyük yatırımlara sahip. Ülke dışında ülke içindekinden üç kat daha hızlı, büyüyor. Kendi yıllık cirosunun yüzde 40’ından fazlası (33 milyar dolar) dış yatırımlarından geliyor. Bunun 18 milyarı (yüzde 55) sadece Avrupa’ya, 8 Milyarı (yüzde 24) ise Asya-Pasifik bölgesine ait. Mal varlığının ise yüzde 30’undan fazlası ABD dışında bulunuyor.

BANKALARDAKİ YOĞUNLAŞMA VE TEKEL OLGUSU
“Banka sermayesi” ile iç içe geçmiş olduğu için her ne kadar banka ve diğer finans kuruluşlarından da yer yer söz etsek de yazımızın bundan önceki bölümlerinde esas olarak sanayi ve üretimdeki yoğunlaşma ve tekel olgusunu göstermeye çalıştık. Oysa yoğunlaşma ve merkezileşme ve bunun sonucunda ortaya çıkmış olan tekel olgusu yalnızca üretimde yaşanmamaktadır. “Banka sermayesinin kendisinde de alabildiğine bir merkezileşme ve yoğunlaşma hüküm sürmekte ve üstelik bu hüküm sürüş giderek artmaktadır.
ABD’de İngiltere ve Kanada’nın aksine binlerce banka var. Son bir iki yıl içinde banka statüsü kazanan Halifax ve Woolwich gibi konut kredi birlikleri ile Prudential gibi sigorta tekellerini bir yana bırakırsak İngiltere’de esas olarak 11 (her ne kadar İngiltere’de 500’den fazla banka olmasına bunların sadece 11’i mevduat bankası), Kanada’da ise 10 adet mevduat bankası var. Oysa bu rakam ABD’de binlerle ifade ediliyor.
1995 rakamlarına göre ABD’de 9 bin 941’i ticari banka (commercial bank), 2 bin 29’u tasarruf sandığı (saving institution) olmak üzere 11 bin 970 banka var. Bu bankaların toplam şube sayıları 69 bin 923. Ellerinde 4 trilyon 312 milyar doları ticari bankaların, 1 trilyon 25 milyar doları da tasarruf sandıklarının elinde olmak üzere toplam 5 trilyon 338 milyar dolar aktif birikmiş durumda. Banka sayısı 1997 sonunda 9215 oldu. (Tablo 5)

TİCARİ BANKALAR ARASINDAKİ YOĞUNLAŞMA (1995) – Tablo-5
Aktif Toplamları
Aktif Büyüklüklerine Göre Dağılım        Sayıları    Oranları(%)    (Milyar dolar)        Oranları (%)
$ 25.0 milyondan az aktifi olan bankalar        1756        17,7        28,8            0,7
$ 25.0 milyon’dan $ 49,9 milyona kadar        2369        23,8        87,2            2,0
$ 50.0 milyondan $ 99,9 milyona kadar        2534        25,5        181,9            4,2
$ 100.0 milyondan $ 499,9 milyona kadar    2593        26,1        511,3            11,9
$ 500.0 milyondan $ 999,9 milyona kadar    268        2,7        185,3            4,3
$ 1.0 milyardan $ 2,9 milyara kadar        220        2,2        368,3            8,5
$ 3,0 milyar ya da daha fazla aktifi olanlar    201        2,0        2949,8            68,4
TOPLAM                    9941        100,0        4312,7            100,0

Görüldüğü gibi toplam bankaların sadece yüzde 2’sini oluşturan 201 banka 3 trilyon dolara yakın (2 trilyon 949 milyar 800 milyon dolar) aktif toplamı ile bütün banka aktiflerinin yüzde 68,4’ünü ellerinde bulunduruyorlar. Toplam banka sayısının yüzde 93’ünü oluşturan 9252 bankanın elindeki aktif toplamı ise sadece 809,2 milyar dolar (toplamın yüzde 18,7’si).
Bu en büyük 201 banka içinde de 1996 sonu itibarı ile ilk 10 bankanın aktif toplamları şöyle sıralanıyor: (Tablo 6)

Banka ismi:              Aktif miktarı (milyar dolar) – Tablo-6
Chase Manhattan        336.099
Citicorp                281.018
BankAmerica            250.753
J.P.Morgan            222.026
NationsBank            185,794
Bankers Trust            120.235
First Chicago            104.619
Bank One            101.848
PNC Bank            73.260
Bank of Boston            62.306   
Toplam:            1.737.958
(bütün banka aktiflerinin yüzde 40,3’ü)

Bir kere daha tekrarlarsak, bütün bankaların yüzde 93’ünü oluşturan 9525 banka toplam banka aktiflerinin yüzde 18,7’sini elinde bulundururken, bankaların binde birini oluşturan sadece 10 banka bütün banka aktiflerinin yüzde 40,3’üne sahip. Sadece 5 büyük bankanın aktif miktarı tüm banka aktiflerinin yüzde 23’ünü buluyor. Bu oran 1992’de yüzde 21 idi. Bankalar sadece son 4 yıl içinde yüzde 4 daha fazla merkezileşmişler.
Ancak ABD bankalarını diğer ülke mali sermaye gruplarının bankalarından ayıran yan sadece banka sayısının fazlalığı değil. ABD eyalet ya da yerel bankaları da önemsiz değil. 1992 verilerine ABD’deki en büyük 5 banka bütün banka aktiflerinin yüzde 21’inin sahibi durumunda idiler. Oysa diğer emperyalist kapitalist ülkelerde en büyük 5 banka bütün banka aktiflerinin yüzde 46 ile yüzde 100’ünü ellerinde bulunduruyorlardı. Örneğin bu oran Almanya’da yüzde 46, İngiltere’de yüzde 57, Fransa’da yüzde 60, Japonya’da yüzde 67, Kanada’da yüzde 82 ve İsviçre’de ise yüzde 100 idi. Görüldüğü gibi. ABD’de diğer ülkelerin aksine öteki yerel bankaların ellerinde de önemli miktarlarda para birikmiş durumda. Ancak bu bankalar da bir şekilde büyük bankaların doğrudan ya da dolaylı olarak büyük bankaların etki sahasında bulunuyorlar. Küçük bankalar bir yana büyükler dahi kimi kısmen, kimi de tamamen büyük sermaye gruplarına ait bulunuyor. Örneğin en büyükler arasındaki Chase Manhatten, Chemical Bank ve Bank of New York doğrudan Chase Manhatten bankacılık grubunun dolayısıyla da Rockefeller grubunun elinde. Chase Manhatten bununla da yetinmeyip dolaylı kontrolü bırakıp satın alarak Chemical Bank’ı doğrudan kendi bünyesine kattı. Bunların dışında American Express, North Carolina National Bank, Citizen&Southern / Savron, Security Pasific gibi bankalar da Rockefeller grubuna ait. Yine First National Citibank ile Grace National Bank of New York, BankAmerica Citicorp’un; J.R Morgan, Morgan Guaranty, Bankers Trust gibi kendi bankalarının yanı sıra Morgan Stanley ve Goldman Sachs’dan Pennsylvania, Philadelphia, Delaware, New Yok, California’ya kadar birçok eyalet bankasının da doğrudan ya da dolaylı olarak sahibi de Morgan grubu.
Bankalardaki merkezileşme ve tekelleşme yalnızca aktif toplamlarında gerçekleşmiyor. Bizzat banka sayısındaki düşüş ve füzyonlarla da kendisini gösteriyor. Banka sayılarındaki önemli değişiklikler aynı zamanda ABD tarihinin dönüm noktalarını da ifade ediyor.
ABD’de bankalar esas olarak İngiliz sömürgeciliğine karşı verilen bağımsızlık savaşının sonunda 4 Temmuz 1776’da ilan edilen bağımsızlığın ardından kurulmaya başlandı. 1810’lara kadar sadece 88 banka varken 10 sene içinde, 1820’de bu sayı 300’e çıktı. İç savaşa kadar banka sayısı ancak 1500’e erişebilmişti. Ama banka sayısındaki esas artış iç savaşın (1861–1865) ardından başlayan sanayideki hızlanma sırasında gerçekleşti. Bu dönemde, özellikle de 1800’lerin sonu ile 1900’lerin başlarında özel bankalar alabildiğine büyümüş ve çok sayıda tekeli yutarak, ya da dolaylı ya da dolaysız olarak kontrol ederek çok büyük bir güç haline gelmişlerdi. Bu özel bankalar içinde en büyüğü ve en ünlüsü tartışmasız J. P. Morgan idi. Morganlar pamuk ve buğday ihraç edip gelişen demiryolları için demir ithali ticaretine finans yardımı yaparak işe başladılar. J.P. Morgan’dan sonraki diğer ünlü ve büyük bankalar Brown Brothers ve Kuhn, Loeb idi. İç savaşın başlangıcı ile 1. emperyalist paylaşım savaşının sonu arasındaki dönemde banka sayısı 20 kat artıp 1920’de 30 bin oldu. Daha sonra 1920’lerdeki tarım krizi ve 1929–33 arasındaki emperyalizmin büyük krizi sırasında banka sayıları hızla azaldı. 1920–1940 arasında 15 binden fazla banka iflas etti ya da büyükler tarafından yutularak ortadan kaldırıldı.
İşte sanayi ile birlikte bankacılık da bu dönemlerde, iç savaştan sonra hızla gelişti. İç savaşa kadar ABD’deki hemen hemen bütün bankalar eyalet düzeyindeki bankalardı. Yalnızca iki banka, First ve Second National Bank’lar ülke düzeyinde örgütlenmiş bankalardı. İç savaş sırasında 1863 Ulusal Bankacılık Yasası ile bankacılığı geliştirmek için devlet eyalet bankalarına yüzde 10 vergi zorunluluğu koydu ve bunun sonucunda da kısa zamanda bankaların yüzde 90’ı ülke düzeyinde banka oldular. 1874’de 174 eyalet, 1612’de ülke düzeyinde banka olmuştu. 1800’lerin sonlarına doğru yasasının yumuşatılması üzerine 1900’e gelindiğinde eyalet bankaları yeniden artış gösterdi ve 3731 ülke düzeyindeki bankaya karşılık, 8696 eyalet bankası olmuştu. 1920’de 20 bin 893 eyalet, 9 bin 398 de ülke düzeyinde banka vardı. 1933 Glass-Steagal bankacılık yasası yatırım bankacılığı ile mevduat bankacılığını birbirinden ayırdı. Bugün, 1997 sonundaki, 9215 bankanın üçte ikisi eyaletler düzeyinde üçte biri ise ülke düzeyinde örgütlenmiş durumdadır. Buna karşılık banka aktiflerinin üçte ikisi ülke düzeyinde, üçte biri de eyalet düzeyindeki bankaların ellerinde bulunuyor.
Banka sayıları özellikle 1985’ten sonra yeniden hızla azalmaya başladı. Ticari banka sayıları 1985’te 14 bin 417, 1990’da 12 bin 347, 1991’de 11 bin 927, 1992’de 11 bin 466,1993’te 10 bin 960, 1994’te 10 bin 450, 1995’te 9 bin 941 ve 1997 sonunda ise 9215 oldu. Özellikle son yıllarda daha da hızlanan şirket birleşmeleri -füzyon- daha çok banka ve diğer sigorta şirketi, emekli fonu ve diğer korporasyon fonları, yatırım şirket ve bankaları, konut-kredi bankaları gibi diğer finans kuruluşları arasında gerçekleşiyor. Görüldüğü gibi özellikle son 10–15 yıl içinde her yıl 400–500 banka ortadan kayboluyor. 1994 yılı içinde gerçekleşen 3129 füzyon arasında en fazla birleşme 212’si ticari bankalar ve banka holding şirketleri arasında meydana geldi. Ardından 210 füzyon konut kredi banka ve bankerleri, 183’ü çoğu finans işi yapan öteki banka, ticaret ve finans şirketleri, 107’si yatırım banka ve şirketleri, 90’ı sigorta şirketleri ve 78’i de öteki tür banka/kredi birliği ve tasarruf sandıkları arasında gerçekleşti.
Amerikan bankaları ellerinde böylesine büyük miktarlarda sermaye ve aktif (mal varlığı) toplanmasına rağmen yine de aktif toplamlarına göre sıralamada dünyanın en büyük ilk 10 bankası arasına giremiyorlar. 1996 sonunda yapılan sıralamada ilk 10 banka arasında 6 Japon ve birer Alman, Fransız, Çin ve İngiliz bankası olmasına rağmen Amerikan bankası bulunmuyor. Hemen hemen diğer her alanda ABD tekelleri değil ilk 10, ilk üçü kimseye kaptırmazken ABD’nin en güçlü olduğu alanların başında gelen bankacılık alanında ilk 10 içine girememesi Amerikan mali sermayesi ve onun sözcülerini çok da rahatsız etmiş gibi görünmüyor. Tablolar ve muhasebe hesapları ile ülke ticaret odaları ve şirketler masası kayıtları böyle göstermesine rağmen bu görünüm aldatıcı. Amerikan bankaları dünyanın en büyük bankaları olan Japon bankalarının aynı zamanda bir kısım hisselerinin de sahipleri durumundalar. Tablolar bir bankayı Japon ya da İsviçre bankası olarak tanıtmasına rağmen, yakından baktığımızda bazı bankaların aslında ABD bankası olduğunu görüyoruz. İsviçre şirketler masasına kayıtlı İsviçre bankaları olarak tanınan Swiss Bank Corporation (SBC) ve Credit Suisse First Boston (CSFB) bankalarının aslında Amerikan bankaları olmaları bunu gösteriyor. Ve yine İngiliz-Hollanda ortaklığı olarak tanınan ve Shell olarak bilinen, Royal Dutch&Shell grubu Hollanda şirketi Royal Dutch (yüzde 60) ile İngiliz şirketi Shell Transport (yüzde 40)’un birleşiminden oluşuyor. Oysa ikisi birleştikten sonra hisse dağılımına daha yakından bakıldığında çok daha farklı bir tablo göze çarpıyor: Royal Dutch&Shell’in yüzde 39 hissesi İngiliz, 25’i Amerikan, 24’ü Hollanda, 7’si İsviçre, 2’si Fransız, 1’i Alman ve 1’i de Belçika tekellerine ait. Görüldüğü gibi kayıt ve tablolarda sürekli İngiliz-Hollanda şirketi olarak belirtilen Shell, aslında İngiliz, Amerikan, Hollanda ve İsviçre tekelleri arasında paylaşılmış. Japon bankalarındaki durum da bu örneklerden hiç de farklı değil. (Tablo 7)

Dünyanın en büyük 10 bankası           Ülkesi           Aktifi (milyar dolar) – Tablo-7
I – Bank of Tokyo-Mitsubishi        Japon        653
2- Deutsche Bank            Alman        536
3- Credit Agricole            Fransız        477
4- Sumitomo Bank            Japon        460
5- Ind&Comm. Bank of China        Çin        437
6- Dai-lchi Kangyo Bank            Japon        433
7- Fuji Bank                Japon        432
8- Sanwa Bank                Japon        427
9- Sakura Bank                Japon        422
10- HSBC Holdingleri             İngiliz        401
(Rakamlar 31 Mart 1997 tarihine aittir): Kaynak:IBCA. The financial Times)

Rakamlar 1996’daki durumu gösterdiği için dünyadaki ilk 10 banka arasına İsviçre bankaları Swiss Bank Corporation (SBC) ile Union Bank of Switzerland (UBS)’in 1997’nin son haftalarında gerçekleşen birleşmesinden ortaya çıkan United Bank of Switzerland dahil edilmemiştir. Bu birleşme sonucu United Bank of Switzerland 592 milyar dolara erişen aktif toplamı ve kontrol ettiği 1 trilyon dolarlık sermaye ile Bank of Tokyo-Mitsubishi’nin ardından ikinci duruma yükseldi. Bu bankanın da önemli bir kısmı ABD tekellerine (örneğin General Mo-tors’a) ait. Görüldüğü gibi, ilk 10 banka arasında Amerikan bankaları bulunmuyor. 10. banka İngiliz bankası HSBC (Hong Kong ve Şanghay Bankacılık Korporasyonu) Holdinglerinin aktif toplamı 401 milyar dolar iken örneğin en fazla aktife sahip ABD bankası Chase Manhattan’ın aktif miktarı ancak 336 milyar dolara erişebiliyor. Böyle olmasına rağmen, söz konusu Amerikan bankası 3,6 trilyon doları (775 katrilyon TL.) kontrol ediyor.
İngiltere ve Japonya da olduğu gibi ABD’de de yabancı bankalar bankacılık sektöründe önemli bir yer tutuyorlar. 1994 sonu itibarı ile çoğu Japonya’ya ait olmak üzere yabancı bankaların elinde toplamın yüzde 21,3’ünü oluşturan 912 milyar dolar aktif, 493 milyar dolar mevduat, birikmişti ve ABD’de kayıtlı bu yabancı bankalar 394 milyar dolar borç vermişlerdi. Yabancı bankalar ABD’deki aktifleri ve sayılarına göre aralarında şöyle dağılıyorlardı: 52 Japon bankasının elinde 392 milyar, 12 Fransız bankasının elinde 88 milyar, 9 İngiliz bankasının elinde 62 milyar, 6 Kanada bankasının elinde 61 milyar, 3 Hollanda bankasının elinde 48 milyar, 6 İsviçre bankasının elinde 44 milyar ile 12 Alman bankasında 36, 12 İtalyan bankasında 35, 10 Hong Kong bankasında 23, 8 Güney Kore bankasında da 12 milyar dolar aktif toplanmıştı. Bu bankaların ellerinde de, örneğin Japon bankalarının elinde 237 milyar ve Fransız bankalarının elinde ise 41 milyar dolar mevduat bulunuyordu. (Board of Governors of the Federal Reserve System, Amerikan Banker ranking the Bank, annual)
Sermayede görülen merkezileşme ve yoğunlaşma ile bankalardaki tekelleşmeyi genel hatlarıyla gösterdikten sonra bunu farklı türde bankacılık da uzmanlaşmış ve en önde gelen tekellerin etraflarında kümelendikleri üç ana grubun odağı, ABD mali sermayesi üç ana grubunun (Rockefeller, Morgan ve Citicorp grubu) merkezi bankaları durumundaki üç büyük bankayı, Chase Manhattan, J. P. Morgan ve Citicorp’u biraz daha yakından inceleyeceğiz. Bu üç banka aynı zamanda ABD bankacılığının bölündüğü iki ayrı tür bankacılığın da örneklerini oluşturuyorlar. Bu gün her ne kadar aralarındaki farklar kapanmaya başlasa da ABD mali sermayesinin yapısında, en iyi örneklerini Chase Manhattan ve Citicorp’un oluşturduğu “diversified” bankacılık da denilen süpermarket tipi, klasik mevduat ya da cari hesap bankacılığı ya da Amerikan ekonomi kitaplarında ifade edildiği ismiyle “toptan” ve “perakende” bankacılık -ki esas yanını bu tip bankacılık oluşturuyor- ile birlikte uluslararası bankacılık ve yatırım bankacılığı da yapma ve yine en iyi örneklerini J.P.Morgan ve Bankers Trust’ın oluşturduğu “toptan” bankacılık ile uluslararası bankacılık ve yatırım bankacılığı olmak üzere iki tip bankacılık ya da bankalar arasında iş bölümü bulunuyor. Her dönem uluslararası bankacılık da yapmasına rağmen esas olarak ABD’nin klasik “perakende” bankası olarak tanınan Chase Manhattan bir yana, Citicorp uluslararası bankacılık ile yatırım bankacılığına 1960-70’li yıllarda başladı. J.P. Morgan ve Bankers Trust’ın ana alanı ise “toptancılık” ve yatırım bankacılığı idi. Buna rağmen kurulduğu 1903 yılından bu yana esas işi yatırım bankacılığının yanı sıra “perakende” bankacılık da yapan, banka ve bankacılar arasında “Mini Morgan” olarak da adlandırılan Bankers Trust 1976’lardan itibaren giderek yalnızca “toptancılık” ve yatırım bankacılığında yoğunlaşmaya başladı ve 1990’ların başlarında artık yalnızca yatırım bankacılığı yapan bir banka haline geldi. Buna rağmen daha önceleri de yatırım bankacılığı yabana atılır düzeyde değildi. Örneğin, 1970’lere kadar da 30’dan fazla ülkede 1200 banka ile yakın “ilişki” ağına sahip büyük bir yatırım bankasıydı. Bankers Trust’ın da sahibi olan Morgan grubunun ana bankası olan J.P. Morgan ise hiç bir dönem “perakende” bankacılık yapmadı. Onun işi her dönem “toptancılık” ve yatırım bankacılığı idi. “Perakende” bankacılık olarak adlandırılan mudilerden tek tek, küçük küçük tasarrufların alınıp satıldığı mevduat ve cari hesap bankacılığı yerine “toptan” bankacılık da denilen küçük hesap sahipleri yerine müşterilerinin arasında hemen hemen yalnızca hükümetler, büyük tekeller, büyük “finans” kuruluşları ve bankalar, varlıklı ailelerin bulunduğu, çok büyük miktarlarda borç ve kredi verilerek daha çok büyük para alım satımı yapılan bankacılık türü J.P. Morgan’ın işidir. J. P. Morgan’ın bu “toptan” bankacılık işi, yani büyük miktarlarda borç ve kredi verme işi bütün bankacılık işlerinin yüzde 50-60’ını, Chase Manhatten ve Citicorp gibi diğerlerinin ise yüzde 30-40’ını oluşturuyor. Ancak J. P. Morgan yalnızca “toptancı” banka değil, aynı zamanda ve esas olarak da yatırım bankasıdır. Amerikan Ekonomi Tarihi profesörleri ABD’deki yatırım bankacılığını her zaman J.P. Morgan ile başlatırlar. Bankers Trust’ın yöneticilerinden birisi bu konu ile ilgili “Bankers Trust yatırım bankacılığına 1976’da, J.P. Morgan ise 1876’da başladı” diyor. “Toptancılık” ve yatırım bankacılığının örneği olarak J.P. Morgan’ın aşağı yukarı bir kopyası olduğundan Bankers Trust’ı bir kenara bırakarak yalnızca J. P.Morgan’ı incelemekle yetineceğiz.
Chase Manhattan: 1877’de iç savaş döneminin ünlü başkanı Abraham Lincoln’un maliye bakanı ve Rockefeller’in yakın arkadaşı Salmon Chase’in adj verilerek Chase Bank olarak kuruldu. 1877–1945 yılları arasındaki 68 yıl boyunca tartışmasız ABD’nin en büyük bankası olarak kaldı. Bu konumunu az çok bugün de koruduğu söylenebilir. 1929-30’da American Express ve daha sonra da Equitable Trust ile birleşti. Bank of Manhattan ile 1955’te birleşmesinden Chase Manhattan doğdu. Geçtiğimiz yıl ABD’nin önde gelen bankalarından Chemical Bank’ı da yuttuktan sonra en büyük banka grubu haline geldi. Aktif toplamı kendi yıllık raporlarına göre 336 milyar 99 milyon dolar oldu. Bu aktif toplamı ile ABD Federal konut kredi kuruluşu Fannie Mae’nin ardından ikinci en fazla aktife sahip olan korporasyonu oldu. Baştan beri daha çok “perakende” ve “toptan” para satışı türü bankacılık, mevduat ve kredi bankacılığı yapmasına rağmen yatırım bankacılığı yapmaktan da geri durmadı.
ABD’nin 50 eyaletinin tek tek hepsinde ve dünyanın 180 ülkesinde iş yapıyor, 150 ülkesi ile banka ağı var. 336 milyar dolarlık aktifi olmasına rağmen tek başına bunun 11 katını, 3,6 trilyon dolan (750 katrilyon TL) kontrol ediyor. ABD ve İngiltere sigorta pazarının en büyüğü ve emekli fonu pazarının en önde gelenlerinden. American Century, CIGNA, Ginnie Mac gibi sigorta, fon ve konut kredi kuruluşları Chase Manhattan’in kontrolünde. 1996’da yalnızca 33 milyar dolar konut kredisi (mortgage) verdi. Ülke çapında 5 milyon mevduat, yatırım ve sigorta, 1,6 milyon da mortgage müşterisi var. 16,8 milyon kredi kardı hesabı bulunuyor. 70 ayrı ana alanda iş yapan Chase Manhattan günde 1 trilyon doların el değiştirmesine aracılık ediyor.
Dünya çapında 750’den fazla yatırım bankacılığı uzmanı ile yatırım yapıp danışmanlık “hizmet”i veriyor. Dünya günlük FX hacminin yüzde 10’unu elinde bulunduran Rockefeller’in bankası 1996’da 725 milyon doğrudan yabancı yatırım (foreign direct investment) gerçekleştirerek 434 milyar dolarlık borç verilmesine aracılık etti. 1996 yılı içinde 8 milyar dolar borç ve kredi verdiği ABD’nin Küçük ve Orta Boy İşletmelerinin (KOBİ) yüzde 52’si ile ilişkisi var.
Rockefeller ailesi çoğu kere Chase Manhattan ile olan ilişkisini fazla saklama gereği görmedi. Kurulduğundan beri arkasındaki esas güç sürekli 1800’lü yılların sonu ile 1900’lü yılların başında ABD’nin en zengin kişisi, bütün petrol üretim ve satışının yüzde 95’inden fazlasını elinde bulunduran, Standart Oil’in sahibi John D. Rockefeller ile Senatör Nelson Aldrich idi. Daha sonra da birbirlerine akraba olan bu iki aile sürekli bankanın tepesinde bulundular. 1935–53 yılları arasında bankanın başkanı Senatör Aldrich’in oğlu ve Rockefeller’in damadı olan Winthrop Aldrich, 1953–60 yılları arasında yine her iki ailenin yakın dostu John McCloy ve 1960–79 arasında da Rockefeller ailesinin reisi David Rockefeller idi. David Rockefeller bugün hala bankacılık korporasyonunu çok gizlenme gereği görmeden ve ince bir perdenin arkasından da olsa kendisi yönetiyor.
Citicorp: 1812’de kurulan bugünkü Citicorp’un eski orijinal ismi City Bank of New York, esas tanınan ismi ise Citibank’tı. 1894’te Chase Bank ile birlikte ABD’nin en büyük iki bankasından biri sayılıyordu. 1900’lü yılların ortalarına kadar fazla etkin değildi. 1955’de First National Bank ile birleştikten sonra, 1960’lardan itibaren hızla büyümeye başladı. 1968’de First National City Corporation, 1974’te de Citicorp Holding oldu. 1960’lı yılların ortalarında 20 bin çalışanı ve 16 milyarlık aktifi varken bugün 281 milyarlık aktifi, 3 milyar 788 milyon dolarlık kârı, çalıştırdığı 89 bin kişi ve 98 ülkeye yayılmış 3200 şubesi ile ABD ve dünyanın en büyük bankalarından birisi haline geldi. ABD’deki bütün kredi kartlarının yüzde 15’inin sahibi. Bu rakamla kredi kartı pazarının yüzde 20’sini elinde bulunduran American Express’in ardından ikinci geliyor. Citicorp dünya çapında da toplam 61 milyon kişide Citibank’ın kredi kartı bulunuyor. Bunun 38 milyonu ABD’de, 3 milyonu Avrupa’da, 7 milyonu Asya’da, 9 milyonu da Latin Amerika’da. Mevduat bankacılığında ABD’nin birinci büyük bankası durumunda. Citicorp’un Citibank’ı Avrupa’da da, örneğin Almanya’da önde gelen mevduat bankaları arasında. Citicorp’un yıllık cirosunun yüzde 10’unun geldiği konut kredi (mortgage) bölümü bu pazarın ikinci büyük payını elinde bulunduruyor. New York Büyükşehir bankacılık pazarının yüzde 12’si yine Citicorp’a ait.
19. yüzyılın başlarında kurulmasına rağmen 1960’lı yılların sonlarına kadar uluslararası bankacılık ve yatırım bankacılığına fazla rağbet etmeyen, ancak bu tarihten sonra hızla genişlemeye ve dünya pazarındaki yerini artırmaya başlayan Citicorp bugün yatırım bankacılığında da iddialı hale geldi. Eski adı Citibank olan Citicorp’un yatırım bankacılığının geldiği yeri gösterebilmek için 1998’in ilk günlerinde kısa, orta ya da uzun vadeli olarak değişik faiz oranlarıyla borç verdiği bazı ülkelerden birkaç örnek sıralayalım: Meksika’nın Grupo Imsa tekeline 150 milyon dolar, yine Meksika’nın Cydsa tekeline 200 milyon dolar, Arjantin tekellerinden IEBA’ya 100 milyon ve 130 milyon ile Autopistas del Sol tekeline 170 milyon ve 210 milyon dolar; Yunanistan’ın ANT Televizyonuna 115 milyon, Filipinlerin FLDT telekomünikasyon tekeline 200 milyon ve 300 milyon olmak üzere toplam 500 milyon dolar.
J. P. Morgan: Amerikan yatırım bankacılığının kurucusu sayılan J. P. Morgan her ne kadar 222 milyar dolarlık aktif toplamı ile ABD’nin dördüncü büyük bankası sayılsa da gösterdiği performans ile Fortune tarafından dünyanın en “güvenilir” ve “başarılı” bankası seçildi. Gerek tarihi, gerekse de bugünkü ilişki ve etkisi ile ABD’nin dünya egemenliğinin doğrudan bir göstergesi durumunda. ABD mali sermayesinin sermaye ihracının önemli ve ana bölümünü çoğu kere J. P. Morgan imzasıyla yaptığı görülmektedir. ABD’nin Rusya’dan Çin’e, Kuveyt’ten Türkiye’ye kadar kilit noktalardaki girişimlerinin altında, en başta J. P. Morgan imzası bulunmaktadır. Öte yandan ABD mali sermayesinin oluşması, 1800’lü yılların sonu ile 1900’lerin başlarında üretim ve sermayedeki yoğunlaşma, bugün de Amerikan sanayisinin çekirdeğini oluşturan dev tekellerin ortaya çıkması ve banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe girerek mali sermayenin oluşturmasındaki en önemli isimlerden birisi de yine bugünkü J. P. Morgan bankacılık grubunun kurucusu John Pierpont Morgan’dır. Bu açıdan J. P. Morgan’ın tarihi ve gelişimini göstermek bir yerde ABD mali sermayesinin gelişim ve tarihini göstermek anlamına da geleceği için J. P. Morgan’ı tarihsel gelişimi ile birlikte daha yakından inceleyelim.
J. P. Morgan başından buyana Amerikan mali sermayesinin temel taşlarından birisini oluşturdu. İlk kuruluşu 1838’lere kadar dayanmaktadır. Amerikalı iş adamı George Peabody’nin 1838’de Londra’da açtığı İngiltere’de tüccar banka da denilen yatırım bankasına daha sonra John Pierpont Morgan (J. P. Morgan)’ın babası Junius S. Morgan ortak oldu. Peabody’nin ölümü üzerine banka tümüyle baba Morgan’ın eline geçince ismi J. S. Morgan & Co. olarak değiştirildi. İngiliz bankacı Julius Morgan’ın İngiltere ve Almanya’da matematik ve ekonomi okumuş 24 yaşındaki oğlu John Pierpont Morgan New York’a yerleşerek 1861’de J. P. Morgan & Co. adıyla ve babası ve ortağının yakın desteği ve gözetimi altında kendi bankasını kurdu. 1871’de Philadelphiya’daki yatırım bankası Drexel & Co.’yu yuttuktan sonra Paris’teki Fransız bankası Drexel, Harjes & Co.’ye ortak oldu. Bankanın ismi geçici olarak Morgan-Drexel & Co. olarak değiştirildi. Ancak 1895’de yeniden J. P. Morgan adını aldı. Baba Morgan’ın 1890’da ölümünden sonra 1895’de J. P. Morgan’ın New York, Philadelphiya, Londra ve Paris’te 4 ayrı bankası olmuştu. Ayrıca o dönemin en büyük yatırım bankalarından İngiliz Barings ve Rothschilds ile de çok yakın ilişkisi vardı. İngiliz bankacı E.C.Grenfell 1904’de J. S. Morgan’a ortak olunca Londra’daki bankanın ismi 1910’da Morgan Grenfell olarak değiştirildi. J. P. Morgan babasının ortağı ve tek varisi olarak doğrudan Morgan Grenfell’in üçte birlik hissesinin sahibi oldu. İngiltere’nin en eski ve ünlü yatırım bankalarından Morgan Grenfell 1989’da Alman Deutsche Bank’a satılana kadar J. P. Morgan bu üçte birlik hissesini korudu. 1870’de Fransa – Prusya Savaşı sırasında sıkıntıya düşen Fransız devletine 50 milyon dolar borç vererek bir yerde Fransa’nın kazanmasını sağladıktan sonra, o günden bugüne J. P. Morgan ile Fransız devletinin ilişkileri hep iyi oldu. J. P. Morgan’ın Fransa ile başlayan devletlere “borç” verme işi ara vermeden günümüze kadar devam etti.
1861’de çok da büyük olmayan bir banka olarak kurulan J. P. Morgan, iç savaştan sonra, 1871’de ABD’nin o dönemdeki en büyük yatırım bankalarından Drexer’i yuttuktan kısa bir süre sonra yatırım bankacılığına da girişerek hızla önüne geleni yutmaya başladı. Şirketlerin en zor dönemlerini kollayıp zora düştüklerinde köşeye sıkıştırıp acımasızca yok pahasına satın aldığı için John Pierpont Morgan’a “Vahşi Morgan” adı takıldı. 1877’de ABD demiryolu ağının önemli bir bölümü olan New York Central Railroad’ı ele geçirdi. Demiryolu taşımacılığında Harriman’dan sonra bu alanın en büyük ikinci kişisi oldu. 1892’de Edison Electric’i yutarak bugün elektrik, elektronik, beyaz eşya, silah, havacılık-uzay gibi birçok alanda dünyanın en büyük tekeli haline gelen General Electric’i kurdu. Demir çelik üretiminin yüzde 90’ından fazlasını elinde tutan Andrew Carnegie’nin Carnegie Steel’ine ortak oldu ve 1900’de U.S. Steel Corporation’u kurarak demir-çelik üretimini eline geçirdi. Yine 1900’lerin başlarında, telefon ve telgraf şirketlerini yutarak, bugün dünyanın en büyük telekomünikasyon tekeli olan AT&T’yi kurdu. Yalnızca bugün değil 90 yıl önce de, 1910’larda ülkenin en büyük sigorta şirketi olan Equitable Life’la birlikte diğer birkaç sigorta şirketini daha eline geçirdi. General Motors’un kurulmasında önemli katkısı oldu. Ülkenin en büyük bankalarından National City Bank ve First National Bank yine Morgan zincirinin parçaları idi. J. P. Morgan bunların dışında da Procter & Gamble, Bankers Trust vb. gibi çok sayıda tekel ile bugün Amerikan merkez bankası konumundaki Federal Reserve Bank ya da System gibi kuruluşun kurucu ve sahibiydi.
1904’e kadar Amerikan mali sermayesi iki ana grup etrafında toplanmıştı: Bir yanda Rockefeller grubu ve diğer yanda ise Morgan grubu vardı. Rockefeller grubu içinde petrol piyasasının istisnasız tek sahibi Rockefeller, demiryolu piyasasının en büyüğü Edward H. Harriman, National City Bank (daha sonra J. P. Morgan bu bankada üstünlüğü ele geçirdi), bankacı Kuhn, Loeb & Company gibi en büyükler vardı. Morgan grubu içinde ise J. P. Morgan, General Electric (GE), United States Steel Corporation (US Steel), American Telephone and Telegraph Company (AT&T), New York Central Railroad, Andrew Carnegie, demiryollarının ikinci önemli ismi iç savaşta kuzeye başkan Abraham Lincoln’e büyük miktarlarda borç vermesiyle tanınan Vanderbilt, sigorta şirketleri, National Tube Company vb vardı. Morgan grubu Î912’de 341 director aracılığı ile toplam 22 milyar dolar aktifi olan 112 korporasyonu ve toplam 2 milyar dolar aktifi olan daha küçük 100 şirketi olmak üzere 212 korporasyonu doğrudan kontrol ediyordu. Dolaylı yollardan ise bunlardan daha fazla sayıda şirket yine Morgan’ın kontrolü altındaydı.
1800’lerin ikinci yarısında işe bankacı olarak başlayan J. P. Morgan 1900’lerin başlarında yalnızca bankacı değil, aynı zamanda ülkenin en büyük sanayicilerinden birisi haline gelmişti. Bankacılığın yanı sıra, demir-çelik, demiryolu, madencilik, elektrik-elektrikli eşya, silah, madencilik, sabun-kozmetik, telefon-telgraf gibi neredeyse petrolün dışında bütün sanayi kollarının hâkimi ve esas kurucusu olmuştu. Banka sermayesi ile sanayi sermayesi saklanmaya gerek görmeden J. P. Morgan ismi altında birleşmiş ve iç içe geçmişti. ABD mali sermayesinin en önemli temel taşlarından birisi Rockefeller ise, öteki en büyük temel taşı da J. P. Morgan idi. 1913’te öldüğünde cenazesi bir dünya olayı oldu. Emperyalist kapitalist dünyanın en önemli isimleri, en büyük sermayedarlar ile çok sayıda devlet başkanı tabutu önünde esas duruşa geçtiler. The Economist dergisi 1913’te J. P. Morgan için “O Wall Street’in Napolyon’u idi” diye yazıyordu.
Roosvelt’in “New Deal”i sırasında, ticari bankacılık ile yatırım bankacılığını birbirinden ayıran ve bankaların önüne önemli yasal kısıtlamalar getiren 1933’teki Glass-Steagall yasasının yürürlüğe girmesi üzerine J. P. Morgan da yapısını değiştirmek ve yatırım bankacılığı ile ticari bankacılık kollarını birbirlerinden ayırmak zorunda kaldı. Yatırım bankacılığı için Morgan Stanley adlı yeni bir banka kurdu. 1935’te kurduğu bu banka satıldığı yakın zamana kadar dünyanın en büyük yatırım bankalarından birisi idi. Morgan Stanley bugün de ABD’nin en büyük birkaç yatırım banka ve borsa aracı ve işlemci tekelinden birisi durumunda. J.P. Morgan, 1940’lı yıllardan başlayarak giderek önemli hale gelen emeklilik işine de girdi. 21 ayrı emeklilik planı ve 200 milyon dolar ek sermaye ile emeklilik, 600 milyon dolar ile de fon ve vakıf işine hızlı bir dalış yaptı. J. P. Morgan 1959’da yine en büyük ataklarından birisini gerçekleştirerek hisse, tahvil alım satımı, yatırım danışmanlığı ve bankacılığı yapan, kendisinden dört kat büyük ABD ve dünyanın en büyük tahvil alımcısı Guaranty Trust’ı yuttu. İki en büyük yatırım ve “toptancı” bankası birleşince Morgan Guaranty adıyla ülkenin en büyük yatırım’ bankacılığı tröstü ortaya çıktı. Morgan Guaranty bugün de hem J. P. Morgan’ın en önemli kollarından, hem de aynı zamanda ABD ve dünya borsalarının en önde gelen yatırım bankalarından birisi durumunda. Morgan Guaranty 1990’da bankalara borsa ve kıymetli evrak piyasalarını yasaklayan Glass-Stegal yasasıyla yasanın değiştirilmesi üzerine özellikle Avrupa tahvili ve tahvil taahhüdü işine başladı. Bugün ABD devlet tahvillerinin en büyük alım satıcısı Morgan Guaranty. Morgan Guaranty ABD’nin dışında, G7 ülkeleri olarak tanınan en güçlü ve büyük 7 emperyalist kapitalist ülke tahvillerinin de en önde gelen “temsilcisi” ve alım satımcısı durumunda.
İçlerinde gelişmiş kapitalist ülkelerin de olduğu, Türkiye dâhil çok sayıda ülke başbakan ve bakanlarının borç para alabilmek için kapısında kuyruğa girdikleri J. P. Morgan yalnızca 1870’de Fransız hükümetine borç vermekle kalmadı. 2. Savaş sonrasındaki Marshall planı sırasında İngiltere’den Japonya’ya kadar olduğu gibi bugün de ülkelerin büyük tekelleri bir yana çok sayıda ülke hükümetlerine kısa, orta ve uzun vadeli faizlerle borç ve kredi vermeye devam ediyor. İşte bunlardan birkaçı: Hepsi de son birkaç yıl içinde olmak üzere, Meksika devletine 6 milyar dolar, Peru’ya 1,1 milyar dolar, Şili devletine 1,3 milyar dolar, Brezilya devletine 750 milyon dolar, Kuveyt devletine 5,5 milyar dolar, Fransa’ya 1,8 milyar dolar ve 60 milyar frank, Rusya Federasyonu’na 1 milyar dolar, Türkiye Cumhuriyeti devletine 500 milyon dolar.

KONUT KREDİ BANKACILIĞI, SİGORTA ŞİRKETİ VE EMEKLİ FONLARININ DEĞİŞEN ROL VE BİÇİMLERİ:
Mali sermayelerin yapılarında yalnızca ticaret ve yatırım bankacılığı ile tasarruf sandığı ve kredi birliği gibi değişik adlar kullanan ve ayrıntıya ilişkin bazı farklılıkları olan kurumlar yoktur. İngiltere ile birlikte “Anglo-Amerikan sistemi”ni uygulayan ABD’de de konut kredisi (mortgage) işi de mali sermayenin önemli kaynaklarından birisi durumuna gelmiştir. Konut satın almak isteyenlere evlerini ipotekleyerek yüksek faizlerle kredi verilip uzun dönem içinde taksitlerle geri alınması ya da bu banka ya da şirketlerin kendi ellerindeki konutları isteyenlere yine ipotekledikten ve bir kısmını peşin aklıktan sonra yüksek faiz ekleyerek uzun dönem boyunca evin parasının taksitler halinde tahsil edilmesi esasını oluşturan mortgage sistemini ABD’de artık hemen hemen herkes uyguluyor. Bütün bankalar mevduat bankacılığının yanı sıra konut kredi bankacılığı da yapıyorlar. Örneğin Citicorp yıllık cirosunun yüzde 10’unu yalnızca bu konut kredi işin den sağlıyor. Mortgage bankaları denilen konut kredi şirketleri tıpkı sigorta şirketi ve emekli fonlarında olduğu gibi ellerinde biriken büyük miktarlarda parayı ya diğer yatırımcılara faizle borç vererek ya da kendileri doğrudan en büyük şirketlerin hisselerini alıp satarak (yatırım şirketi) büyük paralar kazanırlar. 1989 rakamlarına göre İngiltere’deki konut kredi birliklerinin ABD’deki karşılığı olan mortgage bankalarının ellerinde 500 milyar dolardan fazla mortgage geliri birikmişti. 1992’de bu rakam 3 trilyon dolara çıktı. Sadece 1992 yılında 750 milyar dolarlık yeni mortgage sözleşmesi yapıldı.
İngiltere’de olduğu gibi ABD’de de mortgage sistemi ile ev sahibi olmak doğal yaşamın bir parçasıdır. Herhangi bir Amerikan işçi ve emekçisi için mortgage yönle miyle ev almak ve daha sonra uzun yıllar boyunca taksit ödemek günlük yaşantının olağan bir yanıdır. Çoğu ailenin bütçesinde mortgage taksiti vazgeçilmez bir unsurdur. Bunun bir sonucu olarak ipotekli de olsa Avrupa ülkelerinde evlerde oturanların yüzde 36’sı ev sahibi, kalanı kiracı durumundayken bu oranlar mortgage sisteminin uygulandığı ABD ve İngiltere’de tam tersidir. Bu iki ülkede evlerin yüzde 64’ünde ev sahipleri, 36’sında kiracılar oturmaktadır. Böylesine yerleşmiş bir yaşam ve her şeye rağmen ev sahibi olma yoğun arzu. alışkanlık ve kültürü içinde, ABD nüfusunun 266 milyon, normal bir daire fiyatının 1992 rakamlarına göre ortalama 141 bin dolar (bu rakam 1976’da 43 bin 340 dolar idi), aylık mortgage taksit ortalamasının 1064 dolar (1976’da 329 dolardı) olduğunu ve yine 1992’de aylık gelirin yüzde 33,2’sinin mortgage taksitine gittiği (1976’da yüzde 24 idi) göz önünde tutulduğunda mortgage sisteminin mali sermaye için ne büyük bir kaynak oluşturduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. (Rakamlar Neala Schleuning’in 1997’de ABD’de Praeger Yayıncılık tarafından basılan To Have and To Hold adlı kitabından alınmıştır)
Konut kredi işi ABD’de İngiltere’den farklı bir şekilde ortaya çıktı. İngiltere’de dostluk dayanışma dernekleri ve işçi ve zanaatkâr birlikleri ile sendikalar içinde yapı kooperatifleri olarak başlayan ve daha sonra mali sermayenin kendi kurumlarına dönüştürülen konut kredi birlikleri ABD’de esas olarak, çiftlik, toprak ve arazi alımı sırasında ortaya çıktı. Özellikle 19. yüzyıldaki büyük göç ve bu sırada, toprak, arazi talebinin iyice arttığı dönemde mortgage sistemi de artık belirmeye başladı. Büyük toprak ve para sahipleri ile banker ve tefeciler arazi, çiftlik, maden vb. almak isteyenlere faizle borç vermeye yada büyük toprak sahipleri arazilerini taksit karşılığı faizle satmaya başladılar. İç savaş sırasında 1863’te çıkarılan bankacılık yasası ülke çapında bankacılığı teşvik etmek için yalnızca ülke çapında örgütlenen bankalara mortgage kredisi verme hakkı tanıdı. Ancak buna rağmen mortgage verenle alan arasında imzalanan sözleşmeler avukatlar ya da borsa aracı ve simsarları gibi özel yetkili kılınmış kişiler tarafından düzenleniyordu. Bu kişiler zamanla mortgage komisyoncusu oldular ve belli bir komisyon karşılığı isteyenlere mortgage kredisi bulmayı taahhüt ettiler. Büyük toprak ve para sahiplerinin toprak ve paralarının satışında uzmanlaştılar. 1880’lerde bu aracı kişiler şirketleştiler ve yalnızca mortgage işi yaptıkları için mortgage bankası adını aldılar. 1890’da bu şekilde 167 mortgage bankası ortaya çıkmıştı. 1890’lardaki tarım krizi toprak ve arazi fiyatlarını alabildiğine düşürdü, bunun sonucu olarak mortgage bankalarının önemli bir kısmı battı. 1. Savaşın ardından her türlü mülk yeniden değerlendi ve mortgage işi önem kazandı. 1929–33 bunalımında kredi almış olanların çoğu mortgage taksitlerini ödeyemeyince ev ve arazilerini kaybettiler. Bankalar ipoteklenmiş mülklere el koydu. Mortgage piyasasındaki bu hızlı çöküş ve bunun yarattığı tepki hükümeti müdahale etmek zorunda bıraktı. Sosyal güvenlik sisteminde olduğu gibi mortgage sisteminde de esas düzenleme bu bunalım döneminde başkan Roosvelt’in “New Deal”ı sırasında getirildi. Federal mortgage kurumu FNMA ya da Fannie Mae bu dönemde ortaya çıktı. İkinci savaş sonrasında da çok sayıda ev savaş gazilerine bir armağan gibi gösterilerek uzun dönemli taksitlerle satıldı ya da hükümet tarafından uzun vadeli krediler verildi. 1945–60 arasında çok sayıda gazi bu programdan yararlandı. Mortgage sistemi esas olarak işte bu dönemde yaygınlaştı. Fortune’un ABD’nin en büyük 500 korporasyonu sıralamasında (1997) aktif büyüklüklerine göre dizilen korporasyonlar arasında 351 milyar dolarlık aktifi ile bu mortgage kurumu Federal National Mortgage Association (FNMA- Fannie Mae) bugün birinci sırayı almış durumda. ABD devleti 1970’lerde devlet mortgage sistemini ve Fannie Mae’yi yeniden organize edip iki ayrı kamu mortgage kurumu daha kurdu: GNMA- Ginnie Mac ile FHLMC ya da Freddie Mac. Bu üç dev kamu mortgage kurumu 1990’ların başında sessizce özelleştirildi ve hisseleri büyük tekeller arasında bölüşüldü. Bugün her ne kadar hâlâ kamu kuruluşu imiş gibi lanse edilseler ve isimlerinde federal, hükümet gibi kelimeler yer alsa da bu mortgage kuruluşlarının arkalarında büyük tekel grupları yer alıyor. Örneğin Ginnie Mac’ın en büyük hissedarı ve dolayısıyla sahibi Rockefeller grubunun Chase Manhattan’ı.
ABD’de bulunan mortgage bankalarının sayısı hızla azalmasına rağmen yine de binlerle ifade ediliyor. 1975’te 4931 olan mortgage bankası sayısı 1980’de 4595’e, 1989’da 3011’e günümüzde ise 2 binin altına düştü. Bunların içinde, “kamu” mortgage kurumu olarak tanınanların dışında mortgage kredisi veren en büyük 10 mortgage bankasını mortgage aktifleriyle birlikte 199,2 rakamlarına göre sıralayalım: Citicorp Mortgage (64,6 milyar dolar), Fleet Mortgage (60,9 milyar), GMAC (42,4), Source One Mortgage (40,0), Countrywide (34,1), Chase Home Mortgage (32,6), Nations Banc (32,2), Prudential Home Mortgage (30,0), GE Capital Mortgage (29,8) ve Lomas Mortgage (29,8 milyar dolar). Görüldüğü gibi, bu mortgage bankalarının arkasında da yine belli başlı gruplar ve tekeller yer alıyor. Citicorp grubu, Morgan Grubu (Prudential, GE Capital -General Electric’e ait-, GMAC -General Motors’a ait-), Rockefeller grubu (Chase Home Mortgage gibi) gibi.

SİGORTA ŞİRKETLERİ
ABD’nin en eski ve önemli “finans” kurumları arasında, bankaların ardından sigorta şirketleri gelmektedir. Sigorta şirketleri 19.uncu yüzyılın ortalarından itibaren önemli bir kurum durumundalar. Ancak rol ve önemleri içinde bulunduğumuz yüzyılda özellikle arttı ve mali sermayelerin en gözde kurumları arasına girdiler.
İlk hayat sigortası 1759’da kurulmasına ve daha 1800’lü yılların başlarında Avrupa’da popüler olmasına rağmen ABD’de uzun dönem önem kazanmadı. İç savaş yıllarında gelişmeye başladılar. Hayat sigortası şirketlerinin elindeki toplam aktif toplamı 1850’de sadece 10 milyon dolar iken 1890’da bu rakam 770 milyona erişti. 1800’lerin sonlarına gelindiğinde, ABD hayat sigortası şirketlerinin elinde dünyanın öteki tüm sigorta şirketlerinin ellerindekinden daha fazla sermaye birikmişti. Amerikan sigorta şirketlerinin kasalarında çok büyük miktarlarda paralar birikmiş ve mali sermayenin en büyük gruplarının dikkatleri üzerlerinde toplanmıştı. 1900’lere kadar borsa ve kıymetli evrak piyasasında oldukça önemli hale gelen hayat sigortası şirketleri bankalar ve kıymetli evrak şirketleri ile çok yakın ilişki içindeydiler. Bunlar arasında J. P. Morgan ve Kuhn Loeb özellikle öne çıkmıştı. J.P. Morgan ülkenin en büyük sigorta şirketi Equitable Life’la birlikte diğer birkaç büyük sigorta şirketini daha hisselerinin önemli bir kısmını satın alarak ele geçirmişti. Bu Equitable Life sigorta şirketinin kontrolü konusunda J.P. Morgan ile ABD yönetimi ve özellikle New York senatörü William W. Armstrong arasında sürtüşme başlamıştı. Senatör Armstrong’un başkanlığını yaptığı senato komisyonunun 1906’daki kararları sigorta şirketleri yasası haline geldi. İleriki yıllarda tröst haline gelerek Equitable Life Trust Company adını alan bu sigorta şirketi 1950’li yıllarda el değiştirerek J.P. Morgan’dan Chase Manhattan’a geçti. 1929’da sigorta şirketlerinin (esas olarak hayat sigortası) kasasında 17,5 milyar dolar vardı. 1935 yılında çıkarılan sosyal güvenlik ve sigorta yasaları hayat sigortacılığının da hızlanmasını sağladı. Bu rakam 1940’larda 29,2 milyar dolara erişti.
Sigorta şirketlerinin elinde toplanan para miktarı 50–60 yılda yaklaşık 100 kat artarak bugün 3 trilyon doların üzerine çıktı. 1994 rakamlarına göre kayıtlı 1715 hayat sigortası şirketinin elinde 1 trilyon 942 milyar dolar aktif vardı. Bu şirketlerin toplam cirosu 2 trilyon 86 milyar ve kârı ise 480 milyar dolar idi. Hayat sigortası şirketlerinin ellerinde bulunan 1 trilyon 942 milyar dolarlık aktif ya da malvarlığının dağılımı ve yatırım yaptıkları yerler hakkında bir fikir edinebilmek için onları biraz daha yakından görelim: Bu 1 trilyon 942 milyarın 396 milyarı devlet tahvili, 382 milyarı hisse senedi, 791 milyarı da değişik tip tahviller olmak üzere toplam 1 trilyon 72 milyarı korporasyonlara ait kıymetli evraklar, 120 milyarı poliçe kredisi, 85 milyarı menkul ve taşınmaz mal, 54 milyarı konut kredisi-mortgage ve 120 milyarı da nakit para vb. gibi diğer tür aktiflerden oluşuyor. Bunların içinde tekellere (korporasyonlara) ait kıymetli evraklar yüzde 55’lik payı ile görüldüğü gibi en önemli kısmı oluşturuyor.
Bilindiği gibi hayat, işyeri, sağlık, kaza, mülk, otomobil, kıymetli evrak vb. gibi çok değişik türlerde sigorta çeşitleri bulunuyor. Özellikle büyükleri olmak üzere sigorta şirketlerinin önemli bir kısmı bu değişik sigortaların çoğunu yapmalarına rağmen yine de ayrı sigorta türlerine göre aralarında ayrılıyorlar. Sigorta tür ve şirketlerinin içinde hayat sigortası en önemli kısmı oluşturuyor. Hayat sigortası şirketlerinin 1994 yılı sonu itibarı ile 11 trilyon 674 milyar dolar tutarında 371 milyon hayat sigortası poliçesi yapmış olduklarını görüyoruz. Hane başına yapılan hayat sigortası tutarı ortalama 118 bin dolar. Kişi başına ise 48 bin 950 dolar sigorta poliçesi düşüyor. (Rakamlar Washington’daki Amerikan Hayat Sigortası Konseyi’nin Life Insurance Fact Book adlı yayınından alınmıştır.)
1992 verilerine göre, ABD’nin en büyük 10 hayat sigortası şirketi ve aktifleri şöyle sıralanıyor: Prudential Insurance (148 milyar dolar), Metropoliten Life (111 milyar), Teachers Insurance & Annuty Association -TIAA- (56 milyar), Aetna Life (52 milyar), Equitable Life (50 milyar), New York Life (43 milyar), Connecticut General Life (42 milyar), John Hancock Mutual Life (36 milyar), Northwestern Mutual Life (36 milyar) ve Travelers Insurance (36 milyar dolar). Bunlardan Prudential Insurance, New York Life, Travelers Insurance, Aetna Life, Metropoliten Life ve Equitable Life gibi ABD’nin en büyük sigorta şirketlerinin arkalarında yine en büyük sermaye grupları yer alıyor. Yukarıda saydıklarımızdan ilk dördü doğrudan Morgan grubuna aitken öteki ikisi de Rockefeller grubuna ait.
Aynı şekilde 1993 yılı içinde 124 milyar dolar tutarında yeni sağlık sigortası, 242 milyar dolar tutarında da mülk ve kaza sigortası yapılmış. Mülk ve kaza sigortaları da aralarında şöyle dağılıyor: 113 milyar dolarlık otomobil, 8 milyarlık yangın, 23 milyarlık kıymetli evrak, 22 milyarlık ev, 6 milyarlık yat, tekne, gemi ve 7 milyarlık kaza sigortası.

EMEKLİ FONLARI:
İngiliz mali sermayesinin olduğu gibi Amerikan mali sermayesinin de en önde gelen kurumlarından bir diğeri de yine emekli fonlarıdır. Özellikle 1950’lerden sonra emekli fonları gelişen işçi hareketi sonucu hızla yaygınlaşmaya başladılar. 1945-46’lar-da ABD’de ortaya çıkan ve bütün ülkeyi kaplayarak boydan boya sarsan büyük grev dalgası ve sosyalizmin uluslararası planda oldukça artmış olan prestiji gibi etkenler sonucu; ama esas olarak gelişen mücadeleyi engellemek için tüm emperyalist kapitalist ülkelerde olduğu gibi ABD’de de sosyalizm korkusuyla “sosyal devlet” ve çeşitli sosyal yardım, sosyal güvenlik gibi uygulamaların kapsamı genişletildi. Hükümetlerin bütçelerinde sosyal harcamalara ayrılan payların artırılması yoluna gidildi. Bu oran kıta Avrupa’sında yüzde 20’lere, ABD ve İngiltere’de yüzde 17-18’lere, Japonya’da ise yüzde 10’lara yaklaştı.
2. Savaş’tan sonra dünya çapında gelişen işçi sınıfı mücadelesi ABD’yi de sardı. Savaş sırasında sendikaların başına çöreklenmiş sendika ağalarının doğrudan yardımı ile ücretlerin dondurulması ve grev yapmama politikası uygulanıyordu. Sendika ağaları “ülke çıkarları”, “ulusal çıkarlar” vb. gerekçe göstererek işçiler adına grev yapmama ve ücret artışı talep etmeme sözleşmeleri imzalamışlardı. Bunlar da yetmezmiş gibi, iş saatleri uzatıldı, ücretler düşürüldü. Ortalama haftalık iş süresi 40,5 saatten 45 saate çıkarıldı. Örneğin General Motors 48 saatlik çalışma karşılığında işçilerine 40 saatlik ücret ödüyor, 8 saatin ücretini kesiyordu. Savaşın bitimiyle ücretler daha da düşürüldü. 1945–46 arasında “savaş sektöründe” çalışan işçilerin ücretlerinde yüzde 31, “savaş dışı sektörlerde” çalışan işçilerin ücretlerinde ise yüzde 10 düşüş oldu. 1945’deki ücretler 1941’deki düzeylerinden yüzde 11 daha düşüktü. Buna karşılık kârlar alabildiğine arttı, kâr oranları yükseldi. Örneğin 1929’da 100 dolarlık bir sermaye 66 dolar getirirken bu oran 1945’te 100 dolara çıktı. Bütün bunların sonucu -sosyalizm, sosyalist Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu’nun başarılarının da etkisi ile- sınıf hareketi kabardı. 1945-46’larda çok güçlü bir işçi hareketi ortaya çıktı. Bununla birlikte daha 1943 ve 44’de, savaş sırasında, işçiler ücret dondurulması ve “grev yapmama” politikasını kırabilmek için greve gitmişlerdi. Savaşın hemen ardından başlayan grevler sonucu, 1945’in ilk ayında 1 milyon, son üç ayında ise 8 milyon, 1946’nın Ocak ayında 20 milyon, Şubat ayında da 23 milyon işgünü kayboldu. Grevler nedeniyle 1946 içinde toplam 116 milyon işgünü kaybı gerçekleşti. Örneğin Şubat 1946’da 175 bin elektrik-elektronik, 800 bin demir-çelik ve 225 bin de otomotiv (General Motors) işçisi greve çıktı. Cam işçileri, Kaliforniya’nın mekanik işçileri, New England’ın tekstil işçileri ile General Motors’un otomotiv işçilerinin grevi 100 günden fazla sürdü. General Motors’un kamyon işçileri “Teamster Asileri” unvanını bu grev sırasında polisle girdikleri ve günler boyu süren göğüs göğse çatışmalarda aldılar. ABD İş İstatistikleri Bürosu’na göre 1946’daki grev dalgası ABD tarihinin en yoğun ve yaygın işçi hareketi idi. Bu grevlerin etkisi ile sendikalı işçi sayısı kısa zamanda 4 milyon artarak 14 milyona ulaştı.
İşte böylesine büyük işçi hareketi ve sosyalizmden duyulan korku sonucu emeklilik, sosyal sigorta, sosyal güvenlik ve “sosyal devlet”, “refah devleti” vb. gibi uygulamaların yaygınlaştırılması ve sosyal harcamalara bütçeden daha fazla pay ayrılması yoluna gidildi. Bununla birlikte “sosyal devlet” uygulamaları, sosyal sigorta, sosyal güvenlik, özel ve devlet emekliliği 1950’lerden çok önceleri de vardı. 1950’lerden sonra sadece kapsamı genişletildi. Hastalık, kaza ve yaşlılık emekliliğini de kapsayan sosyal sigorta uygulaması daha 1880’lere, Kaiser ve Bismarck Almanyası’na dayanıyor. 18. yüzyılda savaşta yaralanan asker ve gazilere bugünkü malûl (sakatlık) emekliliği denilen bir tür emeklilik maaşı bağlanması ABD’de ilk emeklilik ve sosyal güvenlik düzenlemesi olarak tanımlanabilecek uygulama sayılabilir. Buna rağmen ilk emeklilik ABD’de 1875’te, demiryollarında çalışan işçilere American Express Co.’nun uyguladığı emeklilik planı idi. Tek tek işyerleri ya da iş kollarında uygulanan ve sadece belli bir kesim işçi ile çoğu kere bir “finans tekeli”, “sanayi tekeli” ya da sendika arasında gerçekleşen ve yalnızca bu iki kesimi kapsayan emeklilik uygulamasına bugün de aynı isimle anılarak “emeklilik planı” deniliyor. Bu şekilde sadece belli bir kesimi kapsayan emeklilik planları 1900’lere kadar çok yavaş ilerledi. 1929’lara kadar yeniden hızlansa da 1929’da tüm ABD’de yalnızca 397’si tekel sahibi işverenler, 13’ü de sendikalar tarafından yürütülen belli sayıda emekli planları vardı. 4 milyondan fazla işçiyi kapsamasına rağmen bu emeklilik planlarında belli bir standart ve düzenleme yoktu. Böyle olmasına rağmen 1929’lara kadar hemen her büyük tekel tek tek emeklilik planları yaparak kendi emeklilik fonunu kurmuş ve sigorta primlerini kendi emekli fonu altında toplayarak doğrudan kendisi kullanıyordu. Ancak bu emeklilik kapsamı içine yine de sınırlı sayıda insan girmekteydi ve emekliye ödenen emeklilik ücretleri komik rakamlarla ifade ediliyordu. Emeklilik planlarını yürüten ve çoğu kez o plan içindeki işçilerin işvereni de olan tekeller sigorta primlerini işçilerin ücretlerinden aksatmadan kesmelerine rağmen emekli maaşlarının ödenmesinde alabildiğine keyfi davranıyorlardı. Emperyalist kapitalizmin 1929–33 büyük çöküş ve bunalımı sırasında bu keyfilik iyice arttı ve tekeller iflas ediyoruz diyerek emeklilik maaşlarını ödemeyi kestiler ve o zamana kadar topladıkları primlere de el koydular. 1929–33 bunalımı sırasında korkunç boyutlara ulaşan işsizlik, yoksulluk, sefalet ve yıkım sonucu giderek yükselen tepki ve kamuoyu baskısı emekliliğe daha ciddi bir şekilde eğilinmesini getirdi. 1932–35 arasında başkan Roosevelt ABD tarihinde önemli bir yeri olan ve “New Deal” olarak bilinen bankacılık ve borsayı da düzenleyen yasaların yanışını, sosyal güvenliğe ilişkin de bir sürü düzenleme ve yasa yürürlüğe soktu. 1935’te çıkartılan ve yaşlılık, yaşam ve sakatlık sigortası yasası (bugünkü adı ile sosyal sigorta sistemi) emekliliğe belli bir düzenleme getirdi. Bu yasa İngiltere’de de 1930’da Beveridge Planı olarak geçmişti. 1949’da yüksek mahkeme toplu iş sözleşmelerinde (TİS) emeklilik talebinin sözleşmeye konulabileceğini kabul etti. 1950’de ilk olarak General Motors ile Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) arasında imzalanan sözleşmede GM işyerlerinde çalışan işçileri kapsayacak bir emekli planı uygulaması yer aldı. Bunun üzerine TİS’lere hızla emeklilik ve emekli maaşları girmeye başladı. Bir yıl içinde bu şekilde, TİS yoluyla 8 bin yeni emekli planı uygulamaya sokuldu. 1974’te çıkarılan Ücretlilerin Emeklilik ve Gelir Güvenliği Yasası -Employee Retirement Income Security Act- (ERISA) ile emeklilik yeni bir düzenlemeye sokuldu. Bu tarihe kadar yine de özel işyerlerinde çalışanların ancak yarıya yakını emeklilik kapsamı içinde bulunuyordu. Bu düzenlemeler sonucu çok sayıdaki özel emekli fonunun yanı sıra önemli sayıda ve biçime ilişkin çeşitli farklılıklar gösteren yeni yeni emekli fonları kuruldu. 1987’ye kadar 42 milyonu özel ya da sendika emekli planlarında, 20 milyonu da kamu sektörünün (eyalet, yerel yönetimler ya da federal hükümetin) emekli planlarında olmak üzere 62 milyon kişi emeklilik kapsamında idi. Aynı dönemde 160 milyon kişi de sosyal güvenlik sistemi içinde yer alıyordu.
Bugün ABD’de emeklilik planları denilen aralarında bazı farklılıklar bulunan değişik tiplerde emeklilik planları ve emekli fonları bulunuyor. İşçi ve emekçiler genellikle iş kollarına ve mesleklerine göre ayrı ayrı emekli fonlarında toplanıyorlar. Bunların içinde örneğin TIAA ve CREF gibi en büyük öğretmen emeklilik kurumu en büyükler arasında bulunuyor. Emekli fonu, sigorta ve yatırım şirketi konumundaki bu kamu emekli fonunun elinde 125 milyar dolar birikmiş durumda. Bu fon örneğin, Ford Motor’un en büyük hissedarlarından birisi durumunda ve bunun sonucu olarak da fonun başkanı Ford’un yönetim kurulunda yer alıyor. Yine the State of Winconsin Investment Board, the California Public Employee Retirement System (CalPERS) ve The New York City Retirement System gibi kamu çalışanlarının emekliliğini düzenleyen emekli fonlarının elinde 1994 rakamlarına göre 495 milyar dolar para birikmiş durumdaydı. Kamu çalışanları emekli fonları ABD’deki tüm korporasyon hisselerinin yüzde 8,4’ünü almış durumdaydılar. Bu oran 1980’de sadece yüzde 3 idi.
Diğer bir tür emekli fonları da büyük sendikalara ait olanlar. Büyük sendikaların kendilerinin de doğrudan emekli fonları bulunuyor, milyarları bulan paralarla oynayarak kendi asıl işlerinin dışında büyük tekel gibi çalışıyorlar. En büyük 50 tekelin hisselerinin önemli bir kısmının esas alıcıları sendikalara ait emekli fonları. Örneğin geçtiğimiz Ağustos ayında gerçekleşen ABD’nin son yıllardaki en büyük grevlerinden United Parcel Service (UPS) grevinde işçilerin örgütlü olduğu, en büyük sendikalardan Teamster sendikasının ayrı bir emekli fonu bulunuyor. Grev sırasında işçiler işyerlerinde giderek kötüleşen ağır çalışma koşullarının düzeltilmesi, part-time işçiliğin durdurulması ve part-time işçilerin ücretlerinin artırılması, kısıtlanan sosyal haklar, emeklilik ve sigorta primleri konusunda şirketin giriştiği oyunlarına son vermesi ve işin giderek artmasına karşın işçi çıkarmak bir yana yeni işçi alınması gibi birçok talep öne sürerken sendikanın esas talebi UPS patronunun işçilere sendikanın emekli fonundan ayrılıp tekelin kendi emekli fonuna kaydolmaları için yaptığı baskıyı durdurması idi. Sendika işçilerin ağırlaşan sorunlarını değil kendi kesilmeye başlayan paralarını kurtarma çabası içindeydi. Sendikanın en önemli madde olarak dayattığı bu talebi işçiler tanımıyordu. Örneğin grevci işçilerden 10 yıldır Pennsylvania’nın, New Stanton şehrinde bulunan UPS işyerinde çalışan Al Fox sendikanın emeklilik ile ilgili maddesinin umurunda olmadığını söylüyordu. Al Fox “Ben kamyoncuyum. Umurumda olan tek şey bu. Sigorta primlerimin kimin kasasında olacağı umurumda değil. Ha ‘büyük birader’in kasasında olmuş, ha ‘sendikacı birader’in kasasında’ olmuş fark etmez.”diyordu. Bu Teamster sendikası yalnızca emekli fonunda biriken paralarla yaptığı yatırımlardan 1996 yılı içinde 1 milyar dolardan (215 trilyon TL.) fazla kâr elde etti. ABD sendika aristokrasisinin ne boyutlarda geliştiğini bu bir tek örnek bile açığa koyuyor. (Burada sadece yeri geldiği için işçi aristokrasisinden bu kadarıyla söz edip geçiyoruz.)
Emekli fonları aralarında emekliye maaş ödenmesi sigortalanmış ve garanti edilmiş ya da sigortalanmamış olarak da ayrılıyorlar. Emekli fonu ya da tekeli iflas ettiği ya da battığında bu sigortasız emekli fonlarına prim ödeyenler bizdeki “bankerzedeler” gibi bütün haklarını kaybedebiliyorlar. Bu fonlara prim ödeyenlerin haklarını koruyacak bir kurum ya da yasa bulunmuyor. Doğal olarak bu sigortalanmamış emekli fonları daha fazla maaş vereceklerini ilan ederek işçileri kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Devlet 1980’lere kadar bu duruma müdahale etmedi. Getirilen Emekli Yardımı Garanti Korporasyonu (PBGC ya da Penny Benny) kendisine üye olan emekli fonlarının emeklilik maaşlarını garanti etmeye başladı. Penny Benny 1993’de kendi kapsamındaki emeklilere yıllık 29 bin 250 dolar emekli maaşı ödenmesini garanti ettiğini açıkladı. Yine de 1992’de ABD’deki toplam 67 bin emekli planının yüzde 85’i garantilenmiş ve sigortalanmıştı. Bu oran 198]’de sadece yüzde 45 idi.
Özellikle son yıllarda emekli fonları ile sigorta şirketleri arasındaki ayrım pratikte ortadan kalkmaya başladı ve emekli fonları ile hayat sigortası şirketleri birbirlerine oldukça yaklaştılar. Artık sigorta şirketi ve bankaların hemen hemen hepsi emeklilik işiyle de uğraşıyor. Bir sigorta şirketi emeklilikle uğraşırken, emekli fonu da aynı zamanda sigorta yapıyor. Bu emekli fonlarının dışındaki “özel” emekli fonları denilen tekeller artık tümüyle belli sayıdaki tekel grubunun kontrolü altında bulunuyorlar. Bir emekli fonu pratikte hem emekli fonu, hem sigorta şirketi ve hem de esas olarak yatırım şirketi olarak çalışıyor. Öte yandan emekli fonları ile hayat sigortası şirketlerine farklı vergi uygulanmasının da etkisi ile hayat sigortası şirketleri karşısında emekli fonları daha önemli hale geliyorlar. Örneğin 1950’lerin’başlarında hayat sigortası şirketleri ABD’deki bütün aktiflerin yüzde 21’inin sahibi iken, bu oran 1980’ler sonunda yüzde 12’ye, bugün de 5,8’e düştü. Emekli fonları ise 1952’ye kadar ABD’deki bütün hisselerin sadece yüzde Tinin sahibi iken bu oran 1991’de yüzde 25’e çıktı. Yine 1948’de 1992 ile kıyaslandığında hayat sigortası işlemleri emeklilik işlemlerinin 10 katı idi. 1992’de ise emeklilik işlemleri sigorta işlemlerinin iki katına ulaştı.
Emeklilik işlemleri artık yalnızca emekli fonları tarafından yapılıp, emekli ve sigorta primleri yalnızca emekli fonları tarafından toplanmıyor. ABD’de emekli fonları, değişik fon ve vakıflar, hayat sigortası şirketleri ve bankalar gibi, neredeyse herkes emeklilik işlemleri yapıyor. Bir örnekle bunu somutIayalım: 401 (k) planı denilen ve sadece korporasyonlarda çalışanları kapsayan bir emeklilik türünü kimlerin yaptığını görelim: 1995 verilerine göre, toplam 675 milyar dolar tutarındaki bu emekli planının yüzde 29’luk bölümünü oluşturan 195 milyarlık emeklilik işlemini sigorta şirketleri, yüzde 24’ünü oluşturan 165 milyarlık bölümünü bankalar, yüzde 33’ünü oluşturan 225 milyarlık bölümünü müşterek emekli ve müşterek fon ve vakıfları, geri kalan yüzde 14’ünü oluşturan 95 milyarlık bölümünü de diğerleri yapmış. 401 (k) planının da içinde olduğu defined-contribution adı verilen emeklilik türünün ise yüzde 32’si sigorta şirketleri, 29’u bankalar, 25’i müşterek fon ve vakıflar ve geri kalan yüzde 14’lük bölümü ise diğerleri tarafından yapılmış. Görüldüğü gibi artık ayrıca bir emekli fonu tanımlaması yapmaya bile gerek görmemişler. Emeklilik işi sigorta şirketi ve bankalar ile yine değişik tekellerin engelleri atlamak için yüksek atlama sırığı olarak kullandıkları müşterek fon ve vakıflar arasında paylaşılmış. Artık her büyük tekel grubunun fon yönetimi ya da aktif yönetimi adı verilen ve emeklilik, sigortacılık ile esas olarak da yatırım şirketi ve bankası olarak çalışan en az bir kolu var. Yalnız Amerikan değil diğer büyük mali sermaye grupları içinde de hangi tekel grubuna bakılsa bu fund management ya da asset management dedikleri bölümler mutlaka görülüyor.
1994 rakamlarına göre, ABD’de de 3480 özel, 1223 de kamu emekli fonu var. Özel emekli fonlarının 1123 tanesinin günü geldiğinde emekli gelir ve maaşı ödemesi sigortalanmış ve garanti edilmiş durumda. 2356 tanesinin ise yarın Banker Kastelli gibi kaçıp gitmeyeceğinin, emekli maaşlarını ödeyip ödemeyeceğinin hiçbir garantisi yok. İşte bu binlerce emekli fonu içinde bir kaç büyük fon son yıllarda özellikle öne çıktı. Bu birkaç fonun her biri yüz milyarlarla ifade edilen büyüklükteki sermayeyi yönetiyorlar. 1994 sonu itibarı ile emekli fonlarının ellerinde toplam 4 trilyon 703 milyar dolar birikmişti. Bunun 3 trilyon 480 milyar dolarlık bölümü özel emekli fonlarının, 1 trilyon 223 milyar dolarlık kısmı ise kamu emekli fonlarının, eyalet ve yerel emekli fonlarının elinde bulunuyordu. Ancak bu kadar büyük miktardaki para elbette ki banka kasaları ya da yastık altlarında atıl para olarak bekletilmiyor. Emekli fonları, sigorta şirketleri, yatırım banka ve şirketleri ile değişik fon ve vakıflarda olduğu gibi sürekli hisse alım-satımı yapıyorlar. Emekli fonlarının ellerindeki hisse miktarı giderek artıyor. Son yıllarda fonlar ABD’de kayıtlı bütün korporasyonların yüzde 26 hissesinin sahibi durumuna geldiler. Örneğin 1994’te ABD’deki toplam 5 trilyon 877 milyar dolar piyasa değerindeki korporasyonların 1 trilyon 524 milyarlık hissesi (yüzde 25,9) kurum olarak emekli fonlarının elindeydi. Yukarıda defalarca belirttiğimiz gibi bu emekli fonları kendi başlarına bağımsız kurumlar olarak bulunmuyorlar. Hepsinin arkasında da büyük tekel grupları yer alıyor. Emekli fonu alanında ABD tartışmasız üstün durumda. 1990’da Kuzey Amerika, Japonya ve Avrupa Topluluğu ülkelerinin emekli fonlarının elinde toplam 4 trilyon dolar birikmişti. Bu rakamın yüzde 56’sı tek başına ABD emekli fonlarına aitti. ABD’den sonra ikinci olarak İngiltere gelmekteydi.

YATIRIM ŞİRKET VE BANKALARININ ARTAN ÖNEMİ VE HIZLANAN GELİŞMESİ, ASALAK VE RANTİYECİ KAPİTALİZM
Yatırım şirket ve bankacılığı daha çok hisse ve tahvil alım-satımı ve kıymetli evrak taahhüdü biçimine bürünüyor ve esas işleri kıymetli evrak alım-satımı yapmak; hisse ve tahvillerin el değiştirmesini sağlamak ve elbette ki bu arada kendilerinin elinde de çok fazla sayıda hisse birikmesini sağlamak. Hisse fiyatları arttığında hemen satıp daha ucuza başka hisseler almak. Son yıllarda ABD yatırım şirket ve bankaları ile çeşitli grupların yatırım şirket ve bankacılığı kolları Avrupa tahvili ve korporasyon tahvilleri üzerinde de yoğunlaşıyorlar. Yatırım bankacılığının çok değişik tür ve biçimleri olmasına rağmen esas olarak hisse-tahvil alım satımcısı, borsa aracısı ve simsarı konumunda bulunuyorlar. (Dipnot 1)
Yatırım bankalarının yaptıkları bir diğer iş de komisyon karşılığı danışmanlık yapmak, şirket birleşmelerine ve füzyonlarında iki tarafın arasını bulmak, tarafları birleşmeye zorlamak. Örneğin geçtiğimiz yıl ABD’nin iki dev havacılık-uzay ve silah tekeli Boeing ile McDonnell Douglas ve Lockheed Martin ile Martin Mariatta arasında gerçekleşen birleşmelerde bankaların önemli rolü ve baskısı olmuştu. 1997 yılı içinde dünya çapında gerçekleşen 1,3 trilyon dolarlık şirket birleşme, füzyon ya da yutmalarında ABD’nin en büyük yatırım banka ve şirketleri aracılık yaptılar. Toplam füzyonların yüzde 70’ini oluşturan 919 milyar dolar değerindeki 10 bin 700 füzyon yalnızca ABD’de gerçekleşti ya da füzyon yapan iki şirketten birisi mutlaka ABD şirketi idi. ABD yatırım bankalarından Morgan Stanley 281 milyar dolar tutarındaki 262 füzyondaki aracılığı ile toplam füzyonların yüzde 22,2’sini, Goldman Sachs 251 milyar dolarlık 285 füzyondaki aracılığı ile yüzde 19,9’unu, Merril Lynch 247 milyar dolar tutarındaki 255 füzyondaki aracılığı ile yüzde 13,7’sini, İsviçre-ABD yatırım bankası CSFB 173 milyar dolar tutarındaki füzyonlarda aracılığı ile yüzde 13,7’sini, J. P. Morgan 128 milyar ile yüzde 10,2’sini aldı. Bunların arasında İngiliz Schroder yüzde 3,6, Alman Deutsche Morgan Grenfell yüzde 3,4, Fransız Bank Nationale de Paris yüzde 2,4 ve Hollandalı ING Barings de yüzde 2,2 füzyonda aracılık yaptılar. Yatırım bankacılığının bu alanında da, ABD ve aynı zamanda dünya yatırım bankacılığının “baba”sı sayılan Morgan grubu yine üstünlüğü elinde tutmaya devam etti. Morgan grubu kendi J.P. Morgan’ının dışında çok eski ve tarihsel bağlara da sahip olduğu en büyük iki yatırım bankası Morgan Stanley ve Goldman
Sachs aracılığı ile de bu üstünlüğünü sürdürdü. İlk üç yatırım bankası Merril Lynch, Morgan Stanley ve Goldman Sachs sadece ABD’de sırasıyla 207, 196 ve 185 milyar dolarlık füzyona aracılık yaptılar. Diğer bir anlatımla bir tekeli diğeri tarafından yutulması için zorladı ve köşeye sıkıştırdılar.
Bugünkü anlamda ilk yatırım şirketi 1860’da Londra’da kurulan Scottish-American Investment Company adlı İngiliz-Amerikan yatırım şirketi idi. 1875’e kadar İngiltere’de 50’den fazla yatırım şirketi kurulmuştu. 1890 krizi sırasında çoğu yatırım şirketi battı ya da büyükler tarafından yutuldu. ABD’de 1920’lere kadar çok fazla sayıda yatırım şirketi kurulmamıştı. Ancak J. P. Morgan gibi bir kaç çok büyük yatırım bankası vardı. 1920’lerden başlayarak ABD’de de sayıları hızla arttı. 1929’da 400 civarındaki yatırım şirketinin toplam 3 milyar dolarlık aktifi bulunuyordu. Bunların çoğu “closed-end” tipi idi, “open-end” tipindeki az bir kısmı ise genellikle aile tröstü durumunda idi. 1929–33 bunalımından yatırım şirketleri de etkilendiler. Müşterek fonlar (çoğu emekli fonu ve vakıfların yatırım şirketi bölümleri) esas olarak 1945–60 arasında gelişmeye başladılar. Bu süre içinde söz konusu fonlar her yıl ortalama yüzde 18 büyüdüler. Hisse sahibi sayısı 3 milyondan 50 milyona çıktı. Bu fonların aktif toplamları da 2 milyar dolardan 50 milyar dolara yükseldi.. Müşterek fon ismi altındaki bu yatırım şirketleri 2. Savaşa kadar diğer ülkelerde borsalar henüz önem kazanmamış olduğundan esas olarak “Anglo-Amerikan” sisteminde kaldılar. Ancak 1945’lerden sonra yalnızca ABD’de değil, diğer emperyalist kapitalist ülkelerde de bu mutual fund denilen yatırım şirketleri öne çıktılar. 1991’de dünyadaki toplam 2,5 trilyon dolarlık mutual fund (müşterek fon) aktiflerinin 1,4 trilyon dolarlık kısmı ABD’ye, 1,1 trilyon dolarlık kısmı ise öteki ülkelere aitti. Öteki emperyalist kapitalist ülkeler içinde de 400 milyar dolarlık aktifi ile Fransız müşterek fonları ABD’nin arkasından ikinci geliyorlardı.
Yatırım bankacılığı ile klasik ticaret bankacılığını birbirinden ayıran ve bankalara “finans kuruluşu olmayan” şirketlerin hisselerini alma yasağı getiren 1933 yasasından kısa bir süre sonra, bu kısıtlamayı gidermek ve mali sermayenin önünü yeniden açmak için 1940’da yatırım şirketleri yasası çıkarıldı. Bu yasaya göre yatırım şirketi ve müşterek fonlar rahatlıkla hisse alım-satımı yapabileceklerdi. Mutual Fund denilen ve sözde vakıf gibi çalışan bu fonlar ile yatırım şirketleri kendi portfolyolarının yüzde 25’ine kadar hisse sahibi olabilme hakkı elde ettiler. Buna rağmen müşterek fonları ve yatırım şirketleri düşük vergi oranlarından yararlanmak ve fazla dikkat çekmemek için mümkün olduğunca yüzde 5’in üzerine çıkmamaya çalışırlar. Bankalara önlerine çıkarılan engelleri aşabilmek için rahat hisse alabilmek, yatırımlarını daha kolaylıkla yapabilmek ve vergilerden kaçabilmek için işlerini sadece müşterek fon ve yatırım şirketi adı altında da yapmazlar. 1940 ve daha sonra çıkarılan 1979 Hart-Scott-Rodino yasasının koyduğu bazı engellemeleri atlatmak için bunların dışında vergi muafiyeti tanınan “patient capital” fonu denilen başka bir tür fon ya da vakıf adını kullanma yolunu da denerler. Bankalardan sigorta şirketlerine kadar diğer bütün kuruluşların sayıları hızla azalırken bu fon ve vakıfların sayıları hızla artıyor. Örneğin 1980’de sadece 564 müşterek fon ya da vakıf varken bu sayı 1985’te 1526, 1990’da 3105 ve 1995’te ise 5761 oldu.
1995 rakamlarına göre, ABD’de müşterek fon ya da vakıf adı altında (mutual fund) kaydedilmiş 5761 vakfın elinde toplam 2 trilyon 820 milyar dolar sermaye birikmişti. Bu fonların ciro toplamları ise 3 trilyon 602 milyar dolardı. ABD’deki yatırım şirketlerinin “open-end”tipi olan müşterek fonların en büyük 850’sinin arkasında 100 ABD bankası yer alıyor.
Bugün yatırım şirket ve bankacılığının çok çeşitli biçimleri bulunuyor ve yatırım şirketleri çok değişik isimler altında sıralanıyorlar. Bunların içinde burjuva ekonomistleri dahi yatırım şirketlerini iki ana sınıflamaya ayırıyorlar: klasik yatırım şirketleri (“closed-end” yatırım şirketi) ve müşterek fonlar (“open-end” yatırım şirketi). Her ikisinin esas işi de hisse, tahvil alım-satımı. Aralarında, mevcut eski hisselerin alım-satımını yapmak, belli sayıdaki eski hisselerin bir elden diğer ele geçmesini sağlamak (“closed-end”) ve piyasaya yeni çıkarılmış hisselerin alım satımını yapmak (“open-end”) gibi ayrıntıya ilişkin biçimlerde ayrılıyorlar. Emperyalizmin rantiyeci karakterinin çok daha artması ile mali sermayenin içinde önemi alabildiğine artan ve her geçen gün hızla gelişen bu yatırım şirket ve bankacılığının kapsamına yaptıkları işlere bakıldığında hemen her kurum giriyor. General Electric ve General Motors örneklerinde gördüğümüz gibi, “Sanayi tekel”lerinden bütün bankalara, sigorta şirketlerinden konut kredi -mortgage- şirket ve bankalarına, emekli fonları ve müşterek fonlardan borsa aracı ve simsarı tekellerinin tümüne kadar herkes aslında bir yandan da yatırım bankacılığı yapıyor. Doğrudan isimleri yatırım şirketi ya da bankası olan ve yahut ta yatırım bankacılığı kolları bulunan bankaların dışında yukarıda gördüğümüz gibi, mortgage şirket ve bankaları, sigorta şirketleri ve emekli fonları topladıkları mortgage taksiti, sigorta poliçe ödentilerini ve emeklilik ve sosyal sigorta primlerini banka kasaları ya da yastık altlarında saklamıyorlar. Bütün bu şirketlerin aynı zamanda yatırım bankacılığı yapmalarına olanak tanıyan müşterek fon, fon ya da aktif yöneticiliği kolları var ya da aynı zamanda bir isimleri de bu saydıklarımız.
İngiltere ile birlikte yatırım bankacılığının oldukça yaygın olduğu bir ülke olmasına rağmen bugün bütün dünyada olduğu gibi ABD’de de yatırım şirket ve bankacılığı giderek daha da gelişmekte ve korkunç bir hızla yaygınlaşmaktadır. Yatırım bankacılığının gelişimine bakarken yalnızca adı yatırım şirket ya da bankası olanların sayılarındaki artışa bakma ya da sigorta şirketi, emekli fonu, mortgage şirket ve bankası, “sanayi tekeli”, dernek, hayır kurumu, sanat ya da yardım vakfı gibi ayrı isim, sınıflama ve statülere sahip olmalarına bakma gibi yanılgılara düşülmemelidir. İsimleri ya da statüleri ne olursa olsun, baştan beri gördüğümüz gibi mali sermayenin içinde yatırım şirketi olarak da çalışmayan hiç bir şirket neredeyse bulunmuyor. Ve tüm dünyada olduğu gibi, ama esas olarak da ABD’de mali sermayelerin yapılarındaki ana yönelim ve gelişme yatırım şirket ve bankacılığı yönünde. Özellikle son yıllarda oldukça hızlanan veri ve olgulara yakından bakarsak, bir yandan, eskiden beri yatırım şirket ve bankacılığında çok açık farkla önde olan ABD ve İngiltere’de yatırım bankacılığı daha da gelişir. Daha önceleri yatırım bankacılığından çok mevduat bankası olarak tanınan bankalar (Chase Manhattan ve Citicorp gibi) ve büyük “sanayi tekelleri” eski işlerini terk etmeksizin hızla yatırım bankacılığına yönelir ve bu bölümlerini güçlendirirken; öte yandan da yatırım şirketleri ve bankacılığı alanında ABD ve İngiltere ile kıyaslandığında oldukça geride kalmış olan başta Japonya olmak üzere Almanya, Fransa ve İsviçre ile öteki mali sermaye gruplarının yapılarında yatırım şirket ve bankacılığı hızla önemli hale gelmektedir. 1980’lerden bu yana hemen hemen ABD ve İngiltere kadar yabancı yatırım yapan ve dünyanın en büyük bankalarının sahibi olan Japonya bir yana. Almanya ve Fransa bir taraftan kendileri yeni yeni yatırım şirket ve bankaları kurarken diğer taraftan da hızla, -Alman Deutsche Bank’ın, Morgan ailesine ait yüz yıllık İngiliz-Amerikan yatırım bankası Morgan Grenfell’i; Alman Dresdener Bank’ın yine yüzyıllık Amerikan bağlantılı İngiliz yatırım bankası Kleinwort Benson’ı ve Amerikan-İsviçre bankası Credit Suisse First Boston (CSFB)’un da İngiliz yatırım bankası Barclays-BZW’yi satın alması örneklerinde olduğu gibi- özellikle İngilizlerin yüzyıllık deney ve ilişkilere sahip yatırım bankalarını uzmanlarıyla birlikte satın almakta ve yatırım şirket bankacılığına deyim yerindeyse balıklama dalmaktadırlar. Yatırım bankacılığının yalnızca ABD ve İngiltere’de değil tüm emperyalist kapitalist sistem içinde özellikle son yıllardaki hızlı gelişme ve yaygınlaşması borsa ve para piyasalarının çok büyük önem kazanmasıyla da kendini göstermekte ve esas olarak mali sermayenin rantiyeci-tefeci-spekülatif karakterinin alabildiğine hızlanmasının bir belirtisi olarak ortaya çıkmaktadır. Tek tek New York, Tokyo, Londra, Frankfurt ve Paris gibi borsa ve para piyasaları önemli hale gelir ve buralarda görülen işlem hacimleri ulusal düzeylerde alabildiğine artarken aynı zamanda uluslararası düzeyde de devasa boyutlara ulaşmaktadır. 1997 yılı içinde çok uluslu tekellere ait, “uluslararası” statüdeki hisse ve tahvil hacimlerinin bir önceki yıla göre neredeyse 8 kat artması sadece bunu göstermektedir. Uluslararası hisse ve tahvil ticareti hacmi 1996’da 102 milyar dolarken, bu rakam 1997 içinde 770 milyar dolara çıktı.
Rakamlardan çok net olarak görüldüğü gibi, mali sermayenin rantiyeci asalak karakteri bugün daha da artmış ve borsa ve para piyasaları çok daha önemli hale gelmişlerdir. Borsalarda görülen işlem hacimleri hızla yükselmekte ve ülke GSYİH’larını kat kat aşan rakamlara ulaşılmaktadır. Örneğin dünyanın en büyük borsası durumundaki New York borsasında (Wall Street) görülen yıllık işlem hacmi 1977–83 yılları arasında ortalama 3 milyar, 1984–88 arasında ise 14,1 milyar dolar idi. Oysa bu rakam bugün bu rakamla kıyaslandığında dev boyutlara ulaştı ve 1995 yılı içinde 3 trilyon 110 milyar dolara erişti. Aynı yıl içinde 87 milyar 873 milyon hisse el değiştirdi, alınıp satıldı. Günlük ortalama işlem gören hisse sayısı ise 346 milyon. 2675 şirkete ait 6 trilyon 13 milyar dolar değerinde hisse senedi ve piyasa değeri 2 trilyon 748 milyar dolar tutarında 564 ayrı tahvil işlem görüp el değiştirdi. 2. emperyalist savaşa kadar daha çok ABD ve İngiltere’de önemli olan, diğer emperyalist kapitalist ülkelerde çok da önemli bir yeri bulunmayan borsalar, kıymetli evrak ve para piyasaları son 30–40 yılda gittikçe hızlanmak üzere öteki emperyalist kapitalist ülkelerde de önemli hale geldiler ve bu önemli hale geliş üstelik her geçen gün daha da artmaktadır. New York, Tokyo ve Londra gibi sırasıyla dünyanın en büyük borsa ve para piyasalarına son yıllarda hızla Frankfurt, Paris, Zürich, Hong Kong, Singapur, Roma, Amsterdam gibi diğer borsa ve para piyasaları da eklenmektedir. Avrupa para piyasalarında da Amerikan tipi corporate tahvil denilen yeni tip tahviller görülmeye başlanmıştır. Yatırım şirket ve bankacılığı Avrupa’da da hızla yayılmaktadır. Eskiden beri farklı yapılara sahip olan İngiltere’yi dışarıda tutarsak, Avrupa ülkelerinin mali sermayelerinin yapılarında da hızla “Anglo-Amerikan” tipi kurumlar, yatırım banka ve şirketleri, konut kredi şirket ya da bankaları, emekli fonları, fon bankacılığı ve fon yöneticiliği gibi Avrupa açısından henüz yeni sayılabilecek kurumlar ortaya çıkmaktadır.
Emperyalizmle birlikte mali sermeye rantiyeci bir karakter kazandı. Bu rantiyeci karakteri daha 1900’lerin başlarında belirginleşmişti. Lenin, bu durumu “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm” adlı eserinde özellikle belirtmiş ve emperyalizmi asalak ve çürüyen kapitalizm olarak tanımlamıştı. Lenin, kitabında Schulze-Gaevemitz’den aktardığı pasajda şunları belirtmekteydi: “Avrupa genel olarak çalışmayı önce tarım ve madencilik alanında, sonra da kaba endüstriyel çalışmayı – beyaz olmayan insanlığın sırtına yükleyecek, kendisi rantiye rolüyle kalacak, böylece de belki, beyaz olmayan ırkların önce ekonomik, sonra politik kurtuluşlarını hazırlamış olacaktır.” (Aktaran Lenin, age, s. 108)
Yine Lenin, adını andığımız eserinde, aynı Schulze-Gaevernitz’in “İngiliz Emperyalizmi” adlı eserinden şunları aktarmaktadır: “İngiltere -diye yazıyor Schulze-Gaevernitz- yavaş yavaş, sanayi devleti olmaktan, alacaklı devlet olmaya doğru gitmektedir. Endüstriyel üretimdeki ve endüstriyel ihracattaki mutlak artışa rağmen, ulusal ekonomin bütününde faiz ve temettü gelirlerinin nispi önemi büyümektedir. Görüşümce bu olgu, emperyalist yükselişin iktisadi temelidir. Alacaklının borçluya bağlılığı, satıcının alıcıya bağlılığından daha kalıcıdır.” (Lenin, age, s. 105)
ABD’de banka ve diğer “finans kuruluşları” Federal Reserve Bank (1900’lerin başlarında J.P. Morgan tarafından kuruldu) ve Federal Deposit Insurance Corporation gibi mali sermayenin kendi özerk kurumları; kıymetli evrak, borsa ve para piyasaları ise Kıymetli Evrak ve Borsa Komisyonu (SEC) adlı özel bir kurum tarafından sıkı olarak denetlenirler. Mali sermaye çok küçük de olsa istemediği olası bir hükümet ya da politika değişikliği risk ve tehlikesine girmemek için kendi kendini denetleyip işleyişini sürdürecek kendi kurumlarını yıllar önce yarattı. Yine örneğin İngiltere’de İşçi Partisi hükümetinin 1997, 1 Mayıs’ında büyük oy farkıyla seçimi kazanmasından hemen bir kaç gün sonra, ilk “icraat” olarak, 1945’lerden sonra diğer büyük tekellerle birlikte kamulaştırılan İngiltere Merkez Bankasını yeniden özerk bir statüye kavuşturması, İşçi Partisinin -ABD örneğinde olduğu gibi- İngiliz mali sermayesinin de kendi ana kurumlarını yeniden yapılandırma ve olası “tehlike” durumlarına karşı sağlama alma isteğinin yerine getirilmesinden başka bir şey değildi. Görüldüğü gibi, mali sermayeler kendi ana kurumlarını giderek daha da sağlamlaştırmakta ve en küçük bir “tehlike”yi dahi göze alma riskine katlanamamaktadırlar.

MALİ SERMAYE VE MALİ OLİGARŞİNİN EGEMENLİĞİ
Baştan beri verdiğimiz bütün veri ve örneklerde bir diğerinden bağımsız tek başına bir şirket, tekel ya da kuruluşun var olmadığı görülüyor. Her ne kadar istatistik ve kayıtlarda her biri kendi başlarına ayrı bir şirketmiş gibi görünseler de bir bankanın bir diğer banka, “sanayi tekeli”, sigorta şirketi, emekli fonu ya da vakıfla bağlantı içinde olduğu, birinin hissesini bir diğeri, diğerinin hissesini de öteki şirket ya da şirketlerin almış olduğu hemen göze çarpıyor. 1800’lerin sonu ile 1900’lerin başından itibaren artık yalnız başına bir “sanayi tekeli” ya da sermayesi veyahut ta “banka sermayesi” ya da tekelinden söz etmek olanaksız hale geldi. Lenin’in gösterdiği gibi banka sermayesi ile sanayi sermayesi tamamen içice geçerek ayrı bir sermaye türünü, mali sermayeyi yarattı. Bu ayrı ayrı varoluş mali sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte yalnızca görüntüde değil, fiili olarak da tamamen tarih sahnesinden silindi.
“Sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından, para-sermayeyi, sanayi sermayesinden ya da üretken sermayeden, sadece para sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermaye üzerinde doğrudan tasarrufta bulunan kişilerden ayırmak genel olarak kapitalizmin özelliğidir. Emperyalizm, ya da mali sermayenin egemenliği, bu ayrımın muazzam ölçülere ulaştığı kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Mali sermayenin, sermayenin öteki çeşitlerinin tümü üzerindeki üstünlüğü, rantiyenin ve mali oligarşinin üstünlüğü, mali açıdan güçlü birkaç devletin üstünlüğü anlamına gelmektedir.” (Lenin, Emperyalizm, s. 62)
Bugün ABD’de toplam hisse senetlerinin dağılımına baktığımızda ilk bakışta yanıltıcı bir görünümle karşılaşıyoruz. Merkez bankası konumundaki Federal Reserve System’in 1994 rakamlarına göre, toplam 5 trilyon 877 milyar dolar piyasa değeri olan korporasyon hisselerinden 6,8 milyarı (yüzde 0,1) ticaret bankalarına, 11,6 milyarı (yüzde 0,2) tasarruf sandıklarına, 146,7 milyarı (yüzde 2,5) hayat sigortası şirketlerine, 1 trilyon 244 milyarı (yüzde 25,9) emekli fonlarına, 697,2 milyarı (yüzde 11,8) müşterek fonlara, 31,5 milyarı (yüzde 0,5) kapalı fonlara, 18,3 milyarı (yüzde 0,3) borsa aracı ve simsarlarına, 175 milyarı (yüzde 2,9) banka personeli tröstlerine (yalnızca tek tek bankalar ile o banka personellerinin hissedarı olduğu, personelin “çıkarlarını korumak” adı altında paralarını çekmek için bankalar tarafından kurulmuş ve yine onlar tarafından kontrol edilip yönetilen vakıf statüsündeki tröstler), 106 milyarı (yüzde 3,8) diğer finans kurumlarına ve 343,4 milyarı (yüzde 5,8) yabancı finans kurumlarına ait olmak üzere toplam finans kurumlarının elinde 3 trilyon 60 milyar dolar (yüzde 52) hisse vardı. Diğer kişi, aile ve öteki tür kurum ve şirketlerin ellerinde ise 2 trilyon 817 milyar (yüzde 48) bulunuyordu. Başka isimler altına yayılmış da olsa “finans kurum”ları olarak kayıtlı şirketler toplam korporasyon hisselerinin yüzde 52’sini ellerinde bulundurdukları görülüyor. Bazı tekellerde bu oran çok daha yukarılara çıkıyor. “Finans kurumlan” örneğin Eli Lilly & Co.’nun yüzde 69’unun, Minnesota Mining&Manufacturing Co.’nun yüzde 62’sinin, Philip Morris Co.’nun yüzde 59 ve PepsiCo Inc.’in yüzde 58’inin sahibi durumundalar. “Sanayi tekelleri”nin yarıdan fazla hisseleri “finans tekelleri’nin, “finans tekelleri”nin hisseleri de “sanayi tekelleri”nin elinde bulunuyor. Tablolara baktığımızda özellikle bankaların hisse sahipliği hakkında ilk anda yanılıyoruz. Bunun nedeni ABD’deki yasaların bankalara, kendi banka adlarıyla hisse sahibi olmada önemli kısıtlamalar getirmesi nedeniyle bu kurumların kendilerini saklamış olmalarıdır.
Görüldüğü gibi, bankaların ellerindeki hisse oranı sadece binde 1, sigorta şirketlerinin ise yüzde 2,5 gibi çok düşük rakamlar. Verilere baktığımızda bütün grupların merkezinde olan bankalar sanki izole edilmiş ve binde 1’i gibi neredeyse dikkate dahi alınmayacak bir oranla şirketlerin sahipleri durumuna gelmişler. Oysa gerçek durum hiç de böyle değildir. Örneğin 1972’de ABD senato komisyonun raporunda “korporasyonların kontrolünün bir kaç kurumsal yatırımcının, özellikle de merkezleri New York’da bulunan altı bankanın elinde olduğu” belirtildi. Alt komite Chase Manhattan bankasının yirmi büyük korporasyondaki en büyük tek hisse sahibi olduğunu gösterdi. Aynı şekilde Citibank dokuz, Morgan Guaranty dört, Bankers Trust üç, Chemical Bank üç ve Bank of New York ise iki büyük korporasyon içindeki en büyük hissedar durumundaydı. Yine Chase Manhattan CBS’nin yüzde 14 ve General Electric’in sahibi olduğu radyo-televizyon yayıncılık tekeli (aynı zamanda NBC televizyonunun sahibi) RCA’nın yüzde 4,5 hissesini elinde bulunduruyordu. Yine komisyonun bulduğuna göre, Chase Manhattan kırk iki, Morgan Guaranty ise kırk bir korporasyonda en büyük on hissedarı arasında idi.
Emperyalizmin genel bunalımının yeni bir aşamasına işaret eden ve kapitalist sistemin bugüne kadarki en derin ve köklü krizi olan ve New York borsası Wall Street’ten başlıyarak tüm kapitalist dünyaya yayılan 1929–33 bunalımı ABD mali sermayesinin yapısında yüzyılın en büyük değişikliklerinin yapılmasına yol açtı. 1933 ve 1934’te bugün de hâlâ geçerli olan bankacılık, kıymetli evrak, hisse sahipliği ve borsa yasaları getirildi. Binlerce şirketin iflas etmesi, üretimin alabildiğine düşmesi, korkunç yoksulluk, işsizlik, sefalet ABD mali sermayesini ve yönetimini korkuttu. “New Deal” olarak da tanınan ve emekçiler lehine bir dizi sosyal hak ve önlemin yanı sıra şirket, bankacılık ve borsa yasalarında da yeni bir düzenlemeye gitme gereği duyuldu. Glass-SteagalI olarak da bilinen 1933’deki bankacılık ve kıymetli evrak yasası “perakende ve toptan”, ticaret bankacılığı ile yatırım bankacılığını birbirlerinden ayırdı. Ne ticari ne de yatırım bankalarına herhangi bir korporasyonun hisseleri üzerinde alım-satım yapma hakkını yasakladı. Holdinglerin yüzde 5’e kadar hakkı olduğu için daha sonra bankalar holdingler kurarak bu yasaklamaları aşma yoluna gittiler.
1933 ve 34’te yürürlüğe konulan kıymetli evrak ve borsa yasaları bankaların herhangi bir korporasyonun hisseleri üzerinde alım-satım yapma hakkını yasakladığı gibi, tüm şirketlere bütün direktörlerinin, yüzde 10’dan fazla hissesi olan hissedarlarının, kâr, ciro, malvarlığı vb. gibi bütün dökümlerinin Kıymetli Evrak ve Borsa Komisyonu’na (SEC) verilme zorunluluğunu da şart koştu. 1963’de çıkarılan banka yasası her ne kadar bankalara getirilen kısıtlamaları biraz yumuşattı ise de yine de bankalara doğrudan hisse alma hakkını vermedi. Bankalara ancak holdingler kurarak “banka olmayan” bir şirketin yüzde 5’e kadar hisselerini alma hakkını tanıdı. Bugün bankalar bu yüzde 5’lik sınırı aşmamaya özel çaba gösteriyorlar. Bu yüzden örneğin J.P.Morgan’ın doğrudan banka adıyla hisseleri de yüzde 4,5–5 arası. Ancak bir şirket hissedarları arasında yüzlerce şirket olduğu için yüzde 3-4’lük gibi bir hisse çoğu kere bir şirketi tek başına kontrol etmeye yetiyor.
Yasalar yalnızca banka ve diğer statülerdeki kuruluşlara sınırlama getirmekle kalmamakta, aynı zamanda sigorta şirketlerine de hisse alım satımında bazı kısıtlamalar getirmektedir. Sigorta şirketleri genel olarak bir şirketin yüzde 20’sinden fazla hissesini alamazlar. Bununla birlikte bu sınırlamalar eyaletten eyalete, sigorta şirketinin tipinden tipine göre değişir. Bir eyalette bu oran yüzde 20 iken bir diğer eyalette, örneğin New York’ta, en fazla yüzde 2’dir. Böylece, bankalar gibi sigorta şirketleri de konulan kısıtlamalar sonucu gizli ya da dolaylı yollar kullanan “pasif” yatırımcı konumundadırlar.

KLASİK “EVRENSEL BANKACILIK” VE “ANGLO-AMERİKAN” SİSTEMLERİNDE FARKLI BİÇİMLER, FARKLI HİSSE SAHİPLİĞİ VE DEĞİŞİK KONTROL YÖNTEMLERİ
“Evrensel bankacılık” sistemini uygulayan Japon ve Alman sisteminde şirketlerin yönetiminde bankalar önemli rol oynarlar ve bankaların önünde çok fazla engel bulunmaz. Her ne kadar “evrensel bankacılık” sistemini uygulasa da Japonya’da yine de bankalara bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Örneğin Japon bankacılık yasalarına göre, bankalar bir şirketin hisselerinin yüzde 5’inden fazlasını satın alamazlar. Bu durumu aşabilmek için Japon mali sermayesi, kartel tipinde, keiretsu denilen “sanayi-ticaret-finans grubu” yapılanmasını bulmuş ve bu gruplar halinde örgütlenme yoluna gitmiştir. Bu keiretsuların merkezlerinde her zaman bir “ana banka” vardır. Büyük Japon tekelleri tipik olarak kendi “ana bankaları” ile çok yönlü ilişkiye girip aynı keiretsu içinde bir arada bulunabilirler. Keiretsu üyesi şirketler rahatlıkla birbirlerinin hisselerini alabilirler. Japon keiretsularına örnek olarak Nippon, Mitsubishi, Mitsui, Sumitomo, Fuji, Sanwa, Dai-Ichi Kangyo grupları gösterilebilir. Japon bankaları ile sigorta şirketleri gibi diğer “finans kuruluşları” toplam Japon korporasyonlarının yüzde 40’ına sahiptirler. Çoğu “sanayi tekeli” olan diğer şirketler ise bütün Japon tekellerinin yüzde 30’unun sahibidirler. Bu karşılıklı elde ediş ve karşılıklı çapraz hisse sahipliği (Cross-Share Holdings) sonuçta aynı grup (keiretsu) içinde yer alan tekellerin hisselerinin yarıdan fazlasının yine aynı grup içindeki öteki tekellerin elinde toplanmasını getirir. Aynı grupta yer alan tekellerin hisseleri yine aynı grup üyesi tekeller arasında dağılır, mümkün olduğunca hisselerin dışarıdaki grupların ellerine geçmesine izin” verilmez. Sonuçta o grup içindeki tekellerin hisselerinin o grubun asıl sahibi olan aile ya da ailelerin elinden çıkması önlenmiş olur. Bu durum yasaldır ve aynı keiretsu üyesi olmak koşulu ile hisse alım-satımı ve değişimi önünde bir engel yoktur. Eğer bir keiretsu üyesi mali zorluğa düşerse keiretsunun ana bankası çoğu kere doğrudan devreye girerek o şirkete özel “finans paketi” hazırlar ve şirketin yeniden yapılanması ve kendisini toplamasına yardım eder. Kendi en iyi uzman ve yöneticilerini -sorun çözülene kadar- “yardım” için o şirketin yönetimine gönderir.
Yine “evrensel bankacılık” sistemini uygulayan Almanya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde ise, bankaların hisse almalarının önünde -kendi mal varlıklarından fazla hisse almamak koşulu ile- herhangi bir engel yoktur. Almanya’daki çoğu şirket bir tek büyük banka ile -hausbank- çok sıkı ilişki içindedir. O ana bankanın yöneticileri de hisselerini aldıkları tekellerin danışma kurullarında çoğu kere, saklanma gereği görmeden rahatlıkla yer alırlar. Tekellerin sahipleri kendilerini çok fazla gizleme gereği görmeden tekelleri rahatlıkla ve çoğu kere de doğrudan kontrol edebilirler. Bu yüzden Alman ve Fransız sisteminde banka sermayesi ile sınaî sermayesinin içice geçmişliği ve tekellerin arkalarında kimlerin olduğu daha rahat ve kolay bir şekilde görülebilir. Bununla birlikte Avrupa Birliği içinde de bankalara bazı kısıtlamalar getirilmeye başlandı. Avrupa Topluluğu içinde yürürlüğe konulan yeni yasalara göre, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde tek tek bankalar “finans kuruluşu olmayan” tekellerin, yani “sanayi tekellerinin yüzde 15’inden fazlasını satın alamazlar.
Aynı durum “Anglo-Amerikan” sistemi denilen Amerikan ve İngiliz sisteminde yoktur. Özellikle bankaların diğer şirketleri, daha çok da “sanayi tekellerini almalarının önüne çok sayıda kısıtlamalar getirilmiştir. Bu yasal engeller sonucu özellikle bankalar sanayi ile ilişkilerini saklayabilmek için akla gelmeyecek çok değişik yol ve yöntemler bulmuşlardır. Tekellerin asıl sahipleri olan az sayıdaki varlıklı aile kontrollerini çok dolambaçlı, karmaşık ve dolaylı yollar kullanarak sağlarlar. Bu yüzden “Anglo-Amerikan” sisteminde tekellerin, özellikle de “finans tekeleri” ile “sanayi tekellerinin içice geçmişliği ve tekellerin arkalarındaki aileler ilk bakışta kolaylıkla görülmez. Aile ya da ailenin ana tekeli ile ele geçirdiği tekeller arasında çoğu kere birden fazla basamak, aracı ya da paravan şirket, vakıf, kuruluş bulunur.
Sonuç olarak, “evrensel bankacılık” sisteminde (Almanya, Japonya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde) tekellerin kontrolü “içeriden”, “Anglo-Amerikan” sisteminde (ABD, İngiltere) “dışarıdan” yapılır. “İçeriden” sisteminde hisse sahipliği bankalar, diğer tekel ve şirketler ve varlıklı ailelerin ellerinde kolaylıkla yoğunlaşır. Şirketler arasında karşılıklı çapraz hisse sahipliği yaygındır. Tekeller rahatlıkla birbirlerinin hisselerini alabilirler. Fazla engel yoktur. “Dışarıdan” sisteminde ise karşılıklı çapraz hisse sahipliği daha seyrektir ve hisse sahipliği çoğu aracı olan çok sayıda bireysel ve kurumsal yatırımcı arasında dağılmıştır. “İçeriden” sisteminde hisse sahipleri sahibi oldukları şirketleri daha rahatlıkla izleyebilir ve doğrudan yönetici kurullarında bulunabilirler. Yönetimdeki asıl söz sahibi kişi çoğu kere aynı zamanda en büyük hisse sahibidir. En fazla hisse sahibi rahatlıkla şirketi doğrudan kontrol edip yönetimi belirleyebilir, şirketi kendisi yönetebilir. Oysa “dışarıdan” sisteminde kontrol çok daha gizli, karmaşık ve dolambaçlı yollar kullanılarak yapılır.
Mali sermayelerin örgütlenmesinde “evrensel bankacılık” sistemi ile “Anglo-Amerikan” sistemlerinin giderek birbirlerine yaklaştıkları görülmektedir. Klasik “evrensel bankacılık” sistemini uygulayan Almanya (Avrupa Birliği yoluyla) ve Japonya gibi ülkelerde bankaların ve hisse sahipliğinin önüne bazı kısıtlama ve sınırlamalar getirilirken, “Anglo-Amerikan” sistemini uygulayan ABD ve İngiltere’de çok katı olan bazı yasal kısıtlamalar yumuşatılmakta, özellikle bankaların hisse sahibi olmalarının önündeki engellerin azaltılması ve kontrollerini doğrudan yapmalarına olanak tanınması yoluna gidilmektedir.
Bununla birlikte mali sermaye kendi devletinin, artan kamuoyu baskısı sonucu daha önceleri çıkarmak zorunda kaldığı yasaları oturup yumuşatmasını ya kaldırmasını beklememekte, önüne çıkarılan yasal engel ve kısıtlamaları aşabilmek için bin bir değişik yeni yol ve yöntem bulmaktadır. Kılıktan kılığa girmekte, bir taraftan önüne bir engel çıktığında öteki tarafı dolanarak yarattığı çeşitli yeni kurumlar aracılığı ile kontrolünü yapmaya çalışmaktadır. Özellikle son yıllarda hızlanmak üzere, yeni yeni vakıf ve fonlar kurmaktadır. Dünyadaki en tecrübeli değilse de en azından en pervasız mali sermaye grubu olan Amerikan mali sermayesi bu yolla hem kamuoyuna şirin görünmeye çalışmakta, hem vergi indirimi ve muafiyetinden yararlanmakta hem de başka biçimlerde önüne getirilen yasal kısıtlama ve engelleri aşmaktadır.
ABD’de büyük grupların perde arkasına saklanmaları ve kontrollerini daha gizli ve dolaylı yollar kullanarak yapmaları, özellikle 1930’lardan sonra yaygınlaşmaya başladı. Geniş emekçi kesimlerden gelen tepkiler sonucu belli dönemlerde “anti-tekel” davalar açıldı. Diğerlerinin yanı sıra, bu davalar ve oluşan tepkinin de etkisiyle gruplar daha fazla saklanma gereği duydular. Böyle birçok dava olmasına rağmen Amerikan ekonomi tarihinde mali sermaye ve mali oligarşiyi çok daha açık olarak gözler önüne seren özellikle öne çıkmış iki büyük dava vardır. Bunlardan birincisi 1890’dan 1911’e kadar süren Rockefeller’in Standard Oil davası, ikincisi ise 1948’den 1962’ye kadar 14 yıl süren Du Pont – General Motors davasıdır. (Dipnot 2)
Bu iki “anti – tekel” dava örneğinde olduğu gibi, bir taşla iki kuş vurulmuş oldu. Mali sermaye, hem, çok ileri giderek sınırı aşan ve artık kamuoyu nezdinde iyice teşhir olarak mali sermaye için “tehlikeli” hale gelen Rockefeller ve Du Pont ailelerine hadlerini bildirmiş, hem tekellere ve tekelciliğe karşı olunduğu izlenimini yaratmış ve hem de sokaktaki emekçinin tepkisinin alabildiğine yükseldiği Standard Oil ve Du Pont’a birer “şamar” atarak tepkilerin yumuşamasını sağlamıştı. ABD tarihinde bu iki davaya benzer çok sayıda “anti-tekel” dava vardır. Bugün de benzer bir dava Microsoft’a karşı sürdürülmekte ve sözde Microsoft’un artık iyice ayyuka çıkmış olan bilgisayar programcılığı, internet vb. piyasasındaki kesin hâkimiyeti ve tekel konumu “önlenmeye” çalışılmaktadır.
Bu iki ana dava sonunda, Rockefeller’in Standard Oil yoluyla petrol alanında ve Du Pontlar’ın da GM içindeki egemenliği kağıt üzerinde sözde sona erdi ama Rockefeller ile Du Pont ailesinin egemenliği sona ermedi. Bu iki ailenin konumları değil ortadan kalkmak ya da en azından sarsılmak, konumları ve güçleri giderek daha da arttı. 1900’lü yılların başlarında ABD’nin en zengin aileleri ve çok sayıda tekelin kontrolünü ellerine geçirmiş olan Rockefeller, Du Pont ve Morgan aileleri yine bugün de mali sermayenin en tepesindeki koltuklarında oturmaya devam etmektedirler.
Margaret Blair’in ABD’de yayınladığı “Ownership and Control” adlı kitabında belirttiğine göre, 1975’te yapılan bir araştırma en büyük 200 “sanayi tekelinin yüzde 82,5’i (aktif toplamlarına göre yüzde 85,4’ü) direktörler aracılığı ile kontrol ediliyordu. Oysa 1932’de Adolf Berle ve Gardiner Means 1929’ların sonuna kadar büyük korporasyonların hisse sahipliği ve yönetiminin çok büyük bir çoğunluğunun doğrudan hisse sahibi kişilerin elinde olduğunu belirtiyorlardı. İşte gerek çizgiyi aşan tekellere çeki düzen vererek diğerlerinin sınırı aşmamalarını sağlamak ve esas olarak da emekçi kitlelerin gözünü boyamak için açılan sözünü ettiğimiz iki dava ve diğer birkaç davanın daha etkisiyle; gerekse de getirilen yasalarla önlerine çıkarılan engelleri aşabilmek için tekellerin asıl sahipleri perde arkalarına çekildiler. Kontrollerini çok değişik ve dolaylı yollar kullanarak yapmaya başladılar. Egemenliklerini kendileri yerine seçtikleri has temsilcilere, direktör ve menajerlere yaptırmaya başladılar. Bu durum giderek kalıcılaştı ve üretim ve sermayenin alabildiğine büyümesi ve genişlemesi karşısında kaçınılmaz ve vazgeçilmez hâl aldı.
Burjuva ideologları artık ailelerin özel mülkiyet döneminin kapandığını, onun yerini kurumların toplu mülkiyetinin ve yüz binlerce hisse sahibinin “özgür iradesi” ile seçilen direktör ve menajerlerin aldığının propagandasını yapıyorlar. “Özgür irade” ile seçildiği söylenen direktör ve menajerlere yakından baktığımızda, bu direktör ve menajerlerin büyük tekeller, sermaye grupları ve onların da arkalarında bulunan ailelerin temsilcilerinden başka bir şey olmadıklarını görüyoruz.
Lenin “Emperyalizm” adlı eserinde sermaye alanındaki iç içe geçmişliğin “kişisel birlikler” yoluyla da gerçekleştiğine dikkat çekmişti: “Aynı zamanda bankaların en büyük sanayi ve ticari işletmelerle, deyim yerindeyse bir çeşit kişisel birliği, bu ikisinin, hisse senetleri, banka müdürlerinin ticaret ve sanayi işletmelerinin denetim (ya da yönetim) kurullarına girmesi (ya da tersi) yoluyla bir kaynaşma gerçekleşir.” (Lenin, a.g.e. s.43)
ABD’de tekellerin yönetim kurullarında bulunan direktörler çoğunlukla 5 yıl için seçiliyorlar. Çok büyük miktarlarda maaş alıyorlar. Örneğin 1987–1993 arasında ABD’deki en büyük 275 korporasyonun yönetim kurulu üyeleri yılda ortalama 5’er milyon dolar alıyorlardı. Bunlardan 94’üne 10 milyon doların, 16 tanesine ise 20 milyon doların üzerinde maaş ödeniyordu. Bu kadar fazla maaş ödenmesine rağmen 1983’teki bir araştırmaya göre direktörler yılda ortalama 123 saat çalışmaktaydılar. Haftalık değil yıllık olan bu çalışma süresi 1991’de 94 saate düştü. Bu süre bugün çok daha azaldı. Görüldüğü gibi direktörlerin saat ücretleri en azından 100 bin doları (21,5 milyar TL.) buluyor. Kaldı ki, birçok yönetim kurulu üyesi çıkarlarını temsil ettiği hisse sahibinin diğer tekellerinden bir kaçının daha yönetim kurullarında yer alıyor. Yönetim kurulu üyesi direktörlerin arasında ise doğrudan en büyük hisse sahibini temsil eden ve ABD’de Chief Executive Officer (CEO) denilen başkanların yeri her zaman ayrıdır. Aslında yönetimde bütün söz direktörlerin değil CEO’nundur. Direktörler kurulu çoğu kez CEO’nun “lastik mühürü” olmakla suçlanırlar. CEO’lara maaş ve diğer ek prim vb.nin dışında genellikle tekelin 100 bin dolayında hissesi de verilir. Böylece CEO tekele ve en büyük hissedara tamamen bağlanmış olur. Örneğin daha çok Du Pont olarak tanınan E.I. du Pont de Nemours tekeli ile birlikte General Motors içinde de 43 yıl gibi uzun bir dönem başkanlık dâhil, en üst yönetici kademelerde bulunan ve mahkemenin 1962’de Du Pont ailesi aleyhine verdiği kararla birlikte emekliye ayrılmasına rağmen yine de 1975’te felç geçirene kadar GM’nin mali komitesinden ayrılmayan Walter Carpenter doğrudan Du Pont ailesinin temsilcisi idi. Carpenter’in ağabeyi aynı zamanda Pierre, Irene ve Lammot du Pont kardeşlerin kız kardeşi Margaretta’nın kocası ve Du Pont kimya tekelinde ortakları idi. Ağabeyinin ardından Walter Carpenter de Du Pont kardeşlerden Irene du Pont’un kızı saydığını söylediği hizmetçisi ile evlenerek kan bağı olmadan aileye girmişti. Du Pontlar alabildiğine güvendikleri Carpenter’i gözleri arkada kalmadan 1910’lu yıllardan 1975’lere kadar en kritik ve kendileri için hayati önemdeki görevlere getirmekte çekinmediler. Böylece Du Pont ismi geçmeden kontrollerini rahatlıkla sürdürebildiler. Du Pont ailesinin bir diğer temsilcisi de Carpenter’dan sonra yine General Motors’un başkanlığını yapan Alfred Sloan idi. En büyük hisse sahipleri iyice güvenmedikleri kişileri başkanlığa getirmezler, kendilerine rağmen getirilmiş olsalar bile bu direktör ve başkanlar ilk fırsatta değiştirilirler.
Büyük gruplar işte bu şekilde direktörler aracılığı ile çok sayıda tekeli kontrol ederler. Ralph M. Farris’in 1991’de ABD’de yayınlanan “Corporate Networks Corporate Control-The Case of the Delaware Valley” adlı kitabında belirttiğine göre, 1982’de ABD’nin Delaware bölgesinde kayıtlı gruplar üzerinde yapılan bir araştırmada bir çok ünlü grubun aşağıdaki direktörler aracılığı ile belirtilen tekelleri kontrol ettikleri ortaya konuldu; J.P. Morgan, başkan Lewis Preston aracılığı ile General Electric’i, Paul J. Austin ile Coca Cola’yı, Manning R. Brown Jr. ile New York Life’ı, Frank T. Cray ile IBM’i, Walter A. Fallon ile Kodak’ı, Lewis W. Foy ile Bethleham Steel’i, Ad ward R. Kane ile E.I. du Pont de Nemours’u, Charles D. Dickey Jr. ile Scott Paper ve Cigna Paper’ı, Ralph E. Bailey ile Conoco Inc.’i, Carter L. Burgess ile Smith Kline’ı, John T. Dorrence Jr. ile Pennsylvania Mutual Life, Campbell Soup ve Carter & Hawley Hale Stores’ı, Donald E. Procknow ile Western Electric’i ve listeyi daha fazla uzatmamak için saymadığımız bir çok direktör ile de yine çok sayıda büyük tekeli kontrol ediyordu.
Aynı şekilde en büyük hissesi Du Pontlar’a ait olmak üzere, Du Pont, Copeland, Greenwalt, Laird ve Sharp ailelerinin sahipliğini yaptığı Du Pont grubu da, Edward G. Jefforson ile Chemical New York Corporation’ı, Andrew F. Brimmer ile Bank America, Equitable Life, United Airlines, International Harvester ve Gannett News Service’i, Charles L. Brown ile AT&T, Chemical Bank ve General Foods’u, Howard W. Johnson ile J. P. Morgan’ın Morgan Guaranty’sini, eski başkan Edward R. Kane ile yine Morgan Guaranty, Meat Corp. ve Texas Instrument’ı, yine eski başkanlarından Irving S. Shapiro ile Citicorp ve IBM’i ve Gilbert E. Jones ile yine IBM’İ kontrol ediyordu.
Ralph M. Farris’in belirttiğine göre, Delaware bölgesinde 450 ayrı kişi, 679 direktörlük koltuğunu işgal ederek 52 korporasyon arasında 477 bağlantıyı sağlıyordu. Yine Thomas Dye’nin belirttiğine göre ABD’de direktör konumundaki 7 bin kişi bütün tekelleri hisse sahipleri adına yönetiyor ve kontrol ediyorlar. Yönetim, denetleme ve danışma kurulu üyeleri olan bu direktör ve menajerler ile hisse sahipleri değişik kulüp ve özel derneklerde örgütlenmiş durumdalar. Bu derneklerden bazıları, Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı, Trilateral Komisyonu, Urban Ligi, Business Yuvarlak Masası, Episcopalian, Presbyterian, Union League, Racquet, Cricket ve Links gibi kulüp ve dernekler.
Yine Lenin aynı eserinde, bankalarla sanayicilerin “kişisel birliğinin bunlarla hükümet arasındaki “kişisel birlik’le tamamlandığını belirterek, Alman iktisatçı Otto Jiedels’ten şu aktarmayı yapıyor: “Denetim kurullarındaki sandalyeler ünlü kişilere ve devlet makamlarıyla ilişkileri önemli ölçüde kolaylaştırabilecek (‘!!-ünlemler Jiedels’e ait- KYJ eski memurlara kolayca sunulmaktadır.” (“Emperyalizm”, s. 44) Lenin’in işaret ettiği şey bugün de geçerliliğini korumaktadır. Büyük tekel ve tekel gruplarının hemen hepsinin yönetim, denetleme ya da danışma kurullarında eski bakan ve senatörler, üst düzey bürokratlar ya da ünlü profesörler yer almaktadır. Örneğin Chase Manhattan Uluslararası danışmanlık konseyinde ABD, Fransa ve İngiltere’nin eski dışişleri bakanları; J.P. Morgan kurullarında ünlü profesörlerin yanı sıra, eski senatörler, Suudi Arabistan eski maliye ve ekonomi bakanı, İngiliz Lordları; Citicorp içinde ABD’nin Avrupa ve Kanada’dan sorumlu devlet bakanı; General Motors denetleme kurulunda ABD eski çalışma bakanı, General Electric yönetim kurulunda eski Georgia senatörü vb. bulunmaktadır.

YÜZ YIL SONRA YİNE İKİ AYNI ANA GRUP: ROCKEFELLER VE MORGAN
Yazımızın başından bu yana verdiğimiz çeşitli örneklerden de anlaşılacağı gibi diğer gruplar da etraflarında olmak üzere ABD mali sermayesinin omurgasını bugün esas olarak üç ana grup oluşturuyor: Rockefeller, Morgan ve Citicorp grubu. Bu gruplar her biri ayrı ayrı tekelleri kontrol etmekle birlikte bazı tekelleri de beraberce kontrol ediyorlar. Rahat anlaşılabilmesi için oldukça basitleştirerek vermeye çalıştığımız ve yalnızca en büyük tekelleri aldığımız bir tabloyu yanda sunduk. Tablodaki tekellerin, özellikle de aynı grubun bünyesinde olanların tabloda gösterdiğimizden daha fazla ve sıkı ilişkileri var. Ancak tabloda karışıklığa yol açmamak için ancak en temel bağlantıları sadece bir örnek oluşturması için verdik. Gerçek, hazırladığımız bu tabloda gösterildiğinden çok daha girift, iç içe ve komplikedir. Tablo’dan da görüldüğü gibi, Rockefeller grubu olarak adlandıracağımız Chase Manhattan’ın kontrol ettiği en büyük tekeller: En büyük bankalardan Chase Manhattan, Chemical Bank, Bank of New York ve borsa aracı ve kredi kartı tekeli American Express, iki dev petrol tekeli Exxon ve Mobil, American Airlines, Eastern Airlines, Coca Cola, IBM. AT&T, ITT, Pfizer, en büyük sigorta şirketi ve emekli fonlarından Equtiable Life, Metropolitan Life, American Century, CIGNA ve Ginnie Mac, Great Northern Paper, Otis Elavator, Rockefeller Center, Rockefeller Foundation, Caterpillar, National Lead, Free Fast Sulphur, Borden, Samsung. Warner Brothers, American General vb. vb. gibi tekeller.
Chase Manhattan Korporasyonunun Uluslararası Danışmanlık Konseyi ise Rockefellerin uluslararası bağlantılarını gösteriyor. Konseyin başkanı aynı zamanda Rockefeller ailesinin de aile reisliğini yapan ve 1960–79 yılları arasında Chase Manhattan başkanlığını yürütmüş olan Rockefellerin torunu David Rockefeller. Chase Manhattan’ın bu konseyi neredeyse dünyanın en ünlü ve en zengin kişilerinin, hemen hemen her ülkenin en büyük tekellerinin sahip ya da başkanlarının bir toplamı. Chase Manhattan yıllık raporundan aldığımız Uluslararası Danışmanlık Konseyi’nin bu bazı üyelerini tanıyalım: ABD’den, eski dışişleri bakanı Henry Kissinger, Ford’un başkanı Alex Trotman, Chemical Bank’ın başkanı John F. McGillicuddy, Deere başkanı Hans W. Becherer, Almanya’dan Daimler-Benz eski başkanı Edzard Reuter, Japonya’dan Yamaichi Kıymetli Evraklar’dan Shijuro Ogata ve Mitsui&Co.’den Koichiro Ejiri. Fransa’dan Saint-Gobain başkanı Jean-Louis Beffa, eski dışişleri bakanı Jean-François-Poncet ve Ogilvy Renault, İngiltere’den eski dışişleri bakanı Lord Carrigdon ve Lord Richardson, İsviçre’den Roche başkanı, İtalya’dan Fiat onur başkanı, Avustralya, Brezilya, Kanada, Hong Kong, Hindistan, Meksika ve Filipinler’den en büyük tekellerin başkanları. Ve çok tanıdık bir isim: Türkiye’den Koç Holding başkanı ve sahibi Rahmi M. Koç.
Morgan grubu: Bankalardan J.R Morgan, Morgan Guaranty, Bankers Trust, Morgan Stanley, Goldman Sachs; en büyük emekli fonu ve sigorta şirketleri Prudential, New York Life, Aetna Life, Insurance Co. of America ve Mutual Life; petrol tekelleri Exxon, Mobil, Conoco; uçak-uzay aracı ve silah tekelleri Lockheed Martin ve Allied Signal ve ABD ve dünyanın en büyük tekellerinden General Electric, General Motors, E. I. du Pont de Nemours, Merck; Eastman Kodak, Procter&Gamble, Betlehem Steel, Coca Cola, IBM, AT&T, Pfizer, Gilette, Corning Fiberglass, Bechtel, Scott Paper, International Paper, American Tobacco, Tenneco, Phelps Dodge, Campbell Soup, Republican Aviation, US Plywood, Nabisco, Continantal Co. ile ABD’nin en önde gelen gazetelerinden The Washington Post ve International Herald Tribune vb. Chase Manhattan gibi J.P. Morgan’ın da bir uluslararası konseyi var. Ve bu kurul da hemen hemen gelişmiş ya da yeni gelişen her kapitalist ülkenin en büyük tekel temsilci ya da doğrudan sahiplerinin bir araya geldikleri bir kurul konumunda.
Citicorp grubu ise, Citicorp, Citibank (First National Citibank), Grace National Bank, Du Pont, J.P. Morgan, General Motors, Boeing, Pan Am Airlines, United Aircraft, Ford, Merck, Alüminyum Company of America, PepsiCo Inc., Chevron, Monsanto, Colgate-Palmolive Co., Time Warner, St. Regis Paper, Corning Glass, Kimberly Clark, W.R. Grace&Co., J. C. Penny Co., IBM, Armco Steel, Equitable Life, vb. Citicorp’un arkasındaki aileler ise Du Pont ve Ford gibi aileler ile biraz uzaktan Morgan ve Rockefeller grupları.
Bu üç ana grup aralarında da sıkı ilişkilere sahipler ve bazı tekelleri birlikte kontrol ediyorlar: Örneğin Morgan ve Rockefeller, Exxon, Mobil, IBM, Coca Cola, International Paper, American Smelting gibi; Rockefeller ve Citicorp, Ford, ITT, Allied Chemical, Equitable Life, Armco Steel, National Distiller gibi; Morgan ve Citicorp, General Motors, E. I. du Pont de Nemours, IBM, AT&T, Citgo Oil, Anacondo Copper, Kennecott Copper, American Standard, Corning Fiberglass. Üçünün birlikte kontrol ettikleri, ATT, American Sugar, American Electric Power, American Cynamid, New York Co. Ed. gibi. Bu üç grup içinde Rockefeller ve Morgan grubunun dışında Citicorp grubu, adeta bu iki ana grubun buluştukları bir grup görünümünde. Citicorp grubunun ana aileleri olan Du Pont ve Ford ailelerinden Du Pont Morgan grubuna. Ford’da Rockefeller grubuna yakın. Morgan grubunun ana bankası ve merkezi olan J. P. Morgan da dahil, bir çok ana tekelinin ana hissedarlarından birisi de çoğu kere Du Pont. Aynı şekilde, Ford ailesi de Rockefeller’in ana bankası ve grubun merkezi Chase Manhatten dâhil, Rockefeller’in kontrol ettiği birçok ana tekelin büyük hissedarlarından birisi. Bu durum da göz önünde bulundurulduğunda her ne kadar ABD’de üç ana sermaye grubu var gibi görünse de aslında tıpkı 1900’lerin başında olduğu gibi yüz yıl sonra bugün de ABD’de esas olarak iki ana grup olduğu ortaya çıkıyor: Morgan ve Rockefeller grubu.
Morgan ve Rockefeller ana sermaye gruplarının etki alanları içinde olanlar yalnızca Du Pont ve Ford aileleri değil. Du Pont ve Ford gibi büyük gruplar ve Mellon grubu, Kuhn Loeb grubu gibi ülke çapında önemli bir güç olan diğer bazı sermaye grupları ile onların aileleri bir yana, yerel ve eyaletler düzeyinde de önemli bir güç olan Şikago grubu, Boston grubu, Cleveland grubu gibi daha küçük sermaye grupları da aslında bu iki ana sermaye grubunun çekim merkezi ve etki alanı içinde bulunuyorlar. Örneğin Delaware bölgesinin üç ana grubu Morgan, Du Pont ve Mellon grupları. Buradaki aileler ise; Morgan, Lamont, Stede, Du Pont, Copeland, Greenwalt, Laird, Sharp, Pew, Bronfman gibi aileler. Delaware bölgesinde yapılan bir araştırmada bu aileler arasında sıkı bağlantı olduğu bulundu.
Bugün ABD mali sermayesinin temelini oluşturan grupların hepsi de eski ve kökleri 1800’lere dayanan gruplar. Daha 1939’larda ABD senatosunun bir komisyonu, National Resources Committe şu gruplar arasında bağlantı olduğunu tespit etmişti: Morgan grubu, Rockefeller grubu, Kuhn-Loeb grubu, Du Pont grubu, Mellon grubu, Cleveland grubu, Şikago grubu ve Boston grubu.
Bütün bu grupların etrafında toplandıkları ya da çekim merkezinde kalmak zorunda oldukları iki ana grup ve esas olarak da bu iki ana grubun kökleri 1800’lere kadar dayanan ve o dönemden beri büyük aile konumlarını koruyan iki ana aile bulunuyor; Rockefeller ve Morgan aileleri. Bir yerlerde isimleri dahi çıkmayan, gizli ve geride kalmaya özel çaba gösteren bu iki aile, yakın bağlantı içinde oldukları ve bir şekilde onları da kontrol ettikleri diğer az sayıdaki aileyle birlikte ABD ve dünyadaki onlarca trilyon dolarlık yaratılmış değere el koymuş durumdalar.
Büyük şirketlerin ana sermayedarlarının kendi yatırılmış sermayelerinden daha fazla miktarda bir sermayeye sahip olmaları ve bu daha fazla sermayeyi kolaylıkla kontrol ederek hükmetmeleri için daha 19. yüzyılda buldukları anonim şirket, “halka açılma”, hisse çıkarma ve temettü geliri dağıtma yöntemi giderek geçici halden sürekli ve kalıcı bir hale geldi. Önceleri sadece daha fazla sermaye elde etmenin bir aracı olan bu yol kapitalizmin emperyalizm dönemiyle birlikte mali sermayeler için kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir duruma büründü. Ailelerin kontrol ettikleri şirketler ve bunun sonucunda da sermayenin sayı ve miktarları arttıkça önceleri doğrudan kendilerinin kontrol ettikleri şirketlere bu sefer kendi adamlarını, yöneticilerini yerleştirmek zorunda kaldılar. Bu artık kaçınılmaz bir hal aldı. Çok daha fazla sermayeye sahip olmak, çok muazzam boyutlarda sermayeyi kontrol edebilmek için yeni yeni hisse senedi ve değişik türde kıymetli evrak çıkardılar. Bu durum her geçen gün artarak alabildiğine genişledi. Sonunda her bir şirket milyonlarca hatta kimi kez milyarlarca hisse çıkarmak ve bunları binlerce, yüz binlerce hissedar arasında dağıtmak zorunda kaldı. Örneğin GE toplam 3 milyar 289 milyon hissesini 493 bin; Citicorp 463 milyon hissesini 51 bin, Chrysler 136 bin hissedar arasında “bölüştürdü.”
Burjuva ideologları ve onların çeşitli varyantlardan sözcüleri, bugün bu yüz binlerce hisse sahibi ile GE’de 992, GM’de 559, Chase Manhatten’da 621, Citicorp’da 599 ve Exxon’da 909 kurumsal hisse sahibi olması örneklerini ve yine yukarıda gördüğümüz gibi tekellerin yönetiminde direktör ve menajerlerin bulunmasının kaçınılmaz zorunluluğunu göstererek, artık özel mülkiyetin bittiği; aile hakimiyeti döneminin kapandığı; özel mülkiyetin yerini kurumlar ve yüz binlerce hissedarın mülkiyetinin ve onların “özgür irade” ve oylarıyla seçilen yöneticilerin (menajer ve direktörler) yönetiminin aldığını; kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmaz ve kapitalizm var oldukça yok olmayacak olan çelişkisinin ortadan kalktığını öne sürerek ve bunun propagandasını yaparak kafa karıştırmaya çalışmaktadırlar. Bunları söylerken milyonlarca hatta milyarlarca hisse içinde sadece 3–5–10, ya da 300–500 hissenin sahibi olan tek tek yüz binlerce işçi ve emekçi bir yana on binlerce hissesi olan küçük şirket ve kuruluşların dahi bu tekellerin yıllık genel kurullarının yapıldığı lüks salonların kapılarına bile yanaşamadıkları gerçeğini gözlerden saklamaktadırlar.
Mali sermaye ve mali oligarşi önceleri sadece fazla sermaye elde etmenin bir aracı olarak bulduğu hisse ortaklığı, anonim şirket, “halka açık” şirket yolunu bugün, esası hâkimiyetini sürdürmenin kaçınılmaz yolu olmakla birlikte, aynı zamanda mali oligarşiyi saklamanın, dünyada milyarlarca işçi ve emekçinin yarattığı değerin sadece bir avuç ailenin mülkiyetinde olduğu gerçeğini gizlemenin ve işçi ve emekçileri aksine inandırmanın ideolojik aracına dönüştürmüştür. Burjuvazinin çeşitli ideologları ve onların farklı cephelerdeki ajan ve sözcülerinin söylediklerinin aksine yukarıda somut örnekleriyle gördüğümüz gibi, ABD’de ve dünyanın dört bir köşesinde yaratılmış olan onlarca trilyon dolarlık değerin sahibi ve kontrol edenleri yüz binlerce işçi ve emekçi ve tekellerin direktör ve menajerleri değil, Morgan ve Rockefeller ile onların çekim merkezindeki az sayıda ailedir. Görüldüğü gibi, yoğunlaşma yalnızca sermayedeki merkezileşmeyi değil, bütün değerlerin bu sermayeyi kontrol eden az sayıda kişinin elinde toplanması (mali oligarşi) sonucunu doğurduğu gerçeğini, Lenin’den bu yana neredeyse 100 yıl geçmesine rağmen değiştirmemiştir. Burjuva ideologları ve yandaşlarının bütün yaygaraları bu gerçeğin saklanma çabasından başka bir şey değildir.
İncelememizin başından beri ortaya koyduklarımızı ve söylediklerimizi özetleyecek olursak kısaca şunlar söylenebilir: Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşmenin kaçınılmaz olarak sınaî ve banka sermayesindeki tekelleşmeyi ve tekel olgusunun da sınaî ve banka sermayesindeki iç içe geçip kaynaşmayı ve mali sermayenin oluşmasını meydana getirdiği gibi, mali sermayenin varlığı da mali sermayenin kendisinde çok daha ileri bir aşamadaki yoğunlaşmayı ortaya çıkarmaktadır. Bu yoğunlaşma üretken olmayan rantiyeci-tefeci sermayenin üretken sermayeye göre göreceli bir şekilde büyümesine neden olmaktadır. Bunun nedeni de kârın kaynağının artı-değer olmasıyla, artı-değer getiren değer olarak sermayenin tefecilik ve spekülasyon gibi daha kolay bir yoldan değerini daha hızlı artırmaya yönelme eğilimi taşımasıdır. Rantiyeci-tefeci ve spekülatif sermayedeki hızlı artışın gerisinde yatan neden bu yoğunlaşmanın kaçınılmaz kıldığı eğilimdir. Borsa işlem hacimlerindeki hızlı artış; banka, sigorta şirketi, konut kredi birliği, emekli fonu ve fon yöneticiliği ile yatırım şirket ve bankacılığının günümüzdeki “egemenliği”; büyüme oranlarının düşük düzeylerde seyretmesi ve üretken yatırımlardaki düşme eğiliminin giderek süreklilik kazanması gibi bugünün belirgin özellikleri mali sermayedeki yoğunlaşmanın kaçınılmaz kıldığı eğilimin sadece sonuç ve belirtileridir.
Üretimde yoğunlaşma; tekel; sınai ve banka sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bunun sonucunda mali sermayenin oluşması; devasa boyutlarda bir sermaye yoğunlaşması; bu yoğunlaşmış sermaye kütlesini değerlendirme ve değerini daha da artırma zorunluluğu; sermayenin en hızlı ve en fazla kâra yönelme eğilimi: İşte emperyalizmin asalak ve çürüyen kapitalizm olmasının nedeni ve sermayedeki rantiye ve çürüme eğiliminin zorunlu bir şekilde artmasına kaynaklık eden objektif süreç.
Lenin bu noktayı daha yüzyılımızın başlarında belirtiyordu:
“Gelişmesine küçük tefeci sermayeyle başlayan kapitalizm, bu gelişmeyi muazzam boyutlarda tefeci sermayeyle sona erdirmektedir.” (Lenin, “Emperyalizm, s. 56, abç)

NOT: Dikkatli okurun bir kere daha dikkatini çekmiştir ki, İngiliz mali sermayesinin yapısını incelediğimiz yazıda olduğu gibi, Amerikan mali sermayesinin yapısını genel hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu yazıda da, bugün dünyanın en güçlü ekonomisine sahip Amerikan emperyalizmi ve onun mali sermayesinin dış ilişkileri, dünya jandarmalığının doğrudan göstergesi olan 6 kıtaya yerleştirdiği askeri üs ve birlikleri, yaptığı ve kendisine yapılan doğrudan yatırımlar, verdiği borç ve krediler, karşılıklı ve’ “karşılıksız” askeri ve sivil “yardım”lar, vb. gibi dünya egemenliğinin dolaysız ifadesi sermaye ihracına yer vermedik. Tarafımızdan unutulmayan bu önemli sorunu ayrı bir yazının konusu olduğundan özellikle dışarıda tuttuk.

DİPNOTLAR

1) Yatırım Şirket ve Bankacılığı: Yatırım şirketi ve bankacılığının esas olarak büründüğü bugünkü ana biçimi -daha iyi anlaşılabilmesi için alabildiğine basitleştirdiğimiz- bir örnekle açıklayalım: Örneğin. A tekeli yeni sermaye ihtiyacını karşılamak ve taze para kazanabilmek için sermayesini artırmaya ve 100 bin yeni müşterek hisse çıkarmaya karar vermiş olsun. A tekeli çıkardığı yeni hisselerini satması için B yatırım bankası ile anlaşır. Birlikte her bir hissenin 10 dolardan satılmasına karar verirler. B yatırım bankası A tekelinin çıkardığı hisselerin en az yüzde 80’ini 8 dolardan satacağına söz verir ve hisse sahibi şirketle bir anlaşma imzalar. Bu anlaşmayla A tekeli tanesi 8 dolardan 80 bin hissesinin satılmasını ve böylece 640 bin dolar elde etmeyi garantilemiş olur. B Bankası tanesi 10 dolardan satışa başlar. Tanesinde 2 dolar kazanarak, hisselerin yüzde 80’ini (80 bin) sattığı durumda 160 bin, hepsini (100 bin) sattığı durumda da 200 bin dolar kâr etmiş olur. Yüzde 64’ten (64 bin) az hisse satabildiği durumda zarar eder. Bununla birlikte satmadığı sürece hisseler kendisinindir ve o tekelin o kadar hissesinin sahibi olarak şirket üzerinde söz sahibi durumdadır. Tek başına alındığında yatırım bankacılığının işleyişi elbette ki bu örnekte olduğu kadar basit değildir; ancak, yatırımlara kaynak sağlamak, borç ve kredi vermek, üretime yönelik yatırım da dâhil doğrudan kendisinin yaptığı yatırımlar gibi birçok değişik biçim ve yollarını bir kenara bırakırsak çok genel hatlarıyla yatırım bankacılığının özü bu örnekte anlattığımız gibidir. Yatırım şirket ve bankaları çoğu kere ellerindeki hisseleri hemen satmayıp borsa spekülasyonları yolu ile hisse fiyatlarını alabildiğine şişirir ve başta yaptıkları anlaşmanın da üzerinde kârlar elde ederler. Eğer şirket büyük ve önemli ise banka hisselerin bir kısmını satmaz ve giderek ucuza düşürerek daha da fazla hisse alıp şirketin kontrolünü eline geçirir. Şirket hisselerinin önemli bir kısmının sahibi olarak şirket yönetimine kendi temsilcisi menajer ve direktörleri seçtirir. Yatırım bankaları bu yolla her türlü şirketin hisselerini satın alır ve onları ele geçirmeye çalışırlar. Yatırım yapıp, sürekli alıp satar ve çok büyük kârlar elde ederler.

2) Standard Oil Davası: ABD’de petrol 1859’da Pennsylvania’daki Titusville’de bulundu. İç savaş sırasında taraflara borç vererek zenginleşmiş olan John D. Rockefeller 1865’te petrol çıkarma ve rafine etme işinden çok iyi anlayan Samuel Andrews ile işe başladı. Daha sonra ikisi birlikte 1 milyon dolar sermayeli Rockefeller and Andrews Oil Company of Ohio şirketini kurdular. Petrol şirketi günde 600 varil ile 15 bin varillik ABD toplam petrol üretiminin yüzde 4’ünü üretiyordu. Rockefeller sadece ham petrol çıkarmakla yetinmiyor, onun rafine edilmesi, taşınması ve bitmiş ürünlerinin piyasaya sürülerek pazarlanması işlerini de yapıyordu. Bunun için ilk olarak o dönemdeki en büyük üç demiryolu ağı New York Central, Erie ve Pennsylvania demiryolu şirketleriyle petrolü taşımaları için özel anlaşmalar yaptı. Rockefeller’den çok daha büyük olan bir diğer petrol şirketi South Improvement Co. Rockefeller’in gelişiminden korkuya kapılarak onu durduracak oyunlara girişince Rockefeller bu petrol şirketi ile kapıştı. Kazanan Rockefeller oldu ve South Improvement Co.’yu yutup ortadan kaldırdı. Kısa zamanda bütün Cleveland bölgesini eline geçirdi ve ülke petrolünün yüzde 20’sinin sahibi oldu. 1872’de kurulmasını sağladığı Ulusal Rafinericiler Birliği artık ülke petrolünün yüzde 80’ini kontrol ediyordu. Rockefeller Birlik içindekileri sırasıyla yutup iyice büyüdü ve 1879’a gelindiğinde ülke petrolünün yüzde 90’ını kontrol etmeye başlamıştı. Yasal engelleri aşmak için tröstleşme yoluna gitti ve 1882’de Standard Oil tröstünü kurdu. O zamana kadar Standard Oil 39 ayrı korporasyonu kontrol ediyordu. 1885’e kadar Standard Oil, Cleveland gibi, Philadelphia, New York, Brooklyn gibi birçok bölgede bütün petrol üretimini eline geçirmişti. 1880’lerin sonlarında 9 ayrı dev tröst Standard Oil’in etrafında birleştiler. Rockefeller’in Standard Oil’i kısa zamanda bu tröstlerin hepsini çeşitli oyunlar yaparak yuttu ve sahiplerini Standard Oil’in memurları durumuna getirdi. Bu şekilde Standard Oil ülke petrolünün yüzde 95’ini eline geçirdi. Standard Oil’e karşı dava açıldı. 1892’de yüksek mahkeme Standart Oil’in bütün hisselerinin sahiplerine geri verilmesini kararlaştırdı. Rockefeller boş durmayarak eyaletler arasındaki yasal boşluktan yararlandı. En yumuşak yasaların New Jersey’de olduğunu gördüğünden Standard Oil’in sıradan bir şubesi durumundaki, New Jersey yasalarına tabi Standard Oil Co. of New Jersey’nin sermayesini 10 milyon dolardan 110 milyon dolara çıkardı ve bu sermayesiyle Standard Oil Co. of New Jersey bütün Standard Oil grubunu yutarak ortadan kaldırdı. Yüksek mahkemenin aleyhinde karar verdiği Standard Oil Tröstü artık yok olmuştu. Böylece Rockefeller kendini kurtardı. Standard Oil Co. of New Jersey daha sonra holding oldu. Rockefeller’in bu yasal manevrası yüksek mahkeme ile ABD yönetiminin büyük çoğunluğunu kızdırdı. Daha sonra başkan olan Theodore Roosevelt Rockefeller’in üzerine gitti. 1911’de sonuçlanan davada yüksek mahkeme ve ardından kongre Standard Oil’in tasfiyesini kararlaştırdı. Rockefeller’in Standard Oil’in egemenliği kâğıt üzerinde ve kamuoyu nezdinde ortadan kalkmış gibi oldu. Oysa Standard Oil tasfiye edilmesine rağmen diğer alanlarda olduğu gibi, Rockefeller’in petroldeki egemenliği de kaybolmadı. Bugün Exxon, Mobil ve hatta kısmen de British Petrol (BP) içinde aynı egemenliği devam ediyor.

Du Pont – General Motors Davası: Du Pont J.R Morgan’ın da desteğini alarak 1917’de General Motors’u eline geçirdi. Du Pont ailesi 1917’de 25 milyon dolar karşılığında GM’un yüzde 23,8 hissesinin sahibi oldu. İkinci büyük hissedar ise J. P. Morgan idi. GM’nin başkanı doğrudan Du Pont ailesinin yöneticisi Pierre S. du Pont oldu. 1956’ya kadar Du Pont ailesinden üç kardeş, Pierre, Irene ve Lammot sırasıyla GM’nin başkanlığını yürüttü. Ailenin başında bulunan en büyük kardeş Pierre öldüğü 1956’ya kadar bugün de dünyanın en büyük kimya tekeli olan E.I. du Pont de ‘Nemours ve General Motors yönetiminde sürekli kilit noktalarda bulundu. Du Pont’ların General Motors içindeki açık hâkimiyeti 1945-46’larda bir çok sektörle birlikte otomotiv sektöründe de ve GM işyerlerinde başlayan büyük grev dalgasının da etkisiyle büyük tepki yaratınca 1900’lerin başında Rockefeller’in Standart Oil Company’sine karşı açılan davadan sonra Du Pont – General Motors’a karşı ABD’nin ikinci büyük tekel davası açılmak zorunda kalındı. 1948’de başlayan dava 14 yıl sürdü. Yüksek mahkeme ve ABD kongresi sonunda, 1962’de Du Pont ailesinin hisselerinin satılmasını kararlaştırarak Du Pont ailesinin bütün üyelerine General Motors’un hisselerini alma yasağı getirdi. Du Pont durumu önceden görerek karardan önce elindeki hisselerini çeşitli yöntem ve karmaşık yollar kullanarak başka isimler altında kurduğu başka tekellere devretti. Örneğin GM’daki hisselerini kurdurduğu GM Securities Company’ye devretti. GM Securities Company’nin sahibi Managers Securities Company idi. Managers Securities Company’nin hisseleri de Du Pont ailesinin 40 üyesinin sahibi olduğu Delaware Realty ve Christina Securities Company idi. Görüldüğü gibi Du Pontlar’a ulaşabilmek için uzun bir yol kat etmek gerekiyor. Mahkeme ve Kongre Du Pontlar’ın işlerini bitirmelerine kadar kararı geciktirdi. Ancak sonunda Du Pontlar aleyhine kararını verdi. Du Pont ailesi o günden bu yana kendini gizlemeye diğer bütün ailelerden daha fazla çaba gösteriyor. Bu yüzden 1962’den bu yana GM’nin hiç bir kurulunda Du Pont ismine artık rastlanılmıyor.

Mart 1998

Sermaye ihracının bugünü üzerine bir inceleme Doğrudan yabancı yatırımlar ve borçlar

Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında Alman, Fransız, İngiliz ve Amerikan mali sermayelerinin bugünkü yapıları genel hatlarıyla da olsa tek tek ele alınarak irdelendi. Ancak bu incelemelerde, söz konusu ülke mali sermaye gruplarının kendi ülkeleri dışına yaptıkları yatırımlar, verdikleri borç ve krediler, askeri ve “sivil”, karşılıklı ya da “karşılıksız” “yardım”lar, diğer ülkelerle giriştikleri ilişkiler ve kurdukları bağlantılar, IMF ve Dünya Bankası gibi mali sermayenin uluslararası finans kurumlarının vb. dış ilişkileri yeterince, ya da esas olarak irdelenmedi… Oysa kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşıp mali sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte bu uluslararası bağlantı ve dış ilişkiler çok önemli hale geldi. Ve bunun sonucunda, Lenin’in “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı broşüründe belirttiği gibi serbest rekabetin egemen olduğu tekel öncesi, eski kapitalizm’de meta ihracı tipik iken, tekellerin egemen hale geldiği tekelci, emperyalist kapitalizmde meta ihracının yerine sermaye ihracı tipik ve belirgin bir karakter kazandı.
Sermaye ihracı, az sayıda büyük tefeci devletin dünyanın çok büyük bir bölümünü azgınca sömürdüğü emperyalist baskı ve sömürü sisteminin temellerinden birisidir. Sermaye ihraç etmeyen, çok çeşitli dış ilişki ve bağlantılara sahip olmayan bir emperyalizm emperyalizm olamaz. Emperyalizmin bu en büyük ve önde gelen mali sermaye gruplarının yapıları incelenirken onların dış ilişki ve bağlantıları ile yaptıkları sermaye ihracını göstermek günümüzde daha da önemli olmuştur. Bu açıdan, girişilen ve daha önce yayınlanan incelemelerin, özellikle eksik bırakılan bu önemli yanlarını da tamamlamak gerekmektedir.
1800’lü yılların sonlarına doğru, tekel öncesi kapitalizm, tekelci, emperyalist aşamaya girerken en zengin kapitalist ülkelerde sermaye birikimi muazzam boyutlara ulaştı. Bunun sonucunda büyük bir “sermaye fazlası” ortaya çıktı.
Sermaye esas olarak iki nedenden ötürü “fazla”laşır: Bu nedenlerden birincisi, kitlelerin açlık ve yoksulluk içindeki yaşamlarının üretimin daha da büyümesini ve yeni yatırımların yapılmasını sınırlaması; ikincisi ise, giderek daha fazla olmak üzere tarımın, sanayinin gerisinde kalması ve çeşitli ekonomi dallarının gelişmesinin bir bütün olarak dengesizleşmesi ve eşitsiz büyümesidir.
Böylece tarımın az gelişmesi ve kitlelerin yoksulluğu koşulları altında “aşırı olgunlaşmış”, “verimli” bir faaliyet alanı için yeterince hareket serbestisine sahip olamayan kapitalizmin “fazlalaşmış” sermayesi en kolay ve en çabuk yoldan, en fazla kârı elde etmek için ülke dışına çıkmaya çalışır ve çıkar. Bunun sonucunda serbest rekabetin egemen olduğu tekel öncesi kapitalizmde tipik olan meta ihracının yerine, tekellerin egemenliğinin tamamlandığı emperyalist kapitalizmde sermaye ihracı oldukça önem kazanır ve tipik bir hal alır. Bu böyle olmakla birlikte, tekelci kapitalizm meta ihracını ortadan kaldırmaz ya da sermaye ihracının tipik bir hal alması meta ihracının yok olduğu anlamına gelmez. Sermaye ihracı meta ihracının büyümesine sıkı sıkıya bağlıdır. Kapitalizmin en yüksek ve özel, tarihsel bir aşaması olan emperyalizm, eski kapitalizmin temellerini ortadan kaldırmaz, kaldıramaz.
19. yüzyılın sonlarında en gelişmiş ve en zengin kapitalist ülkelerde ortaya çıkan devasa boyutlardaki sermaye “fazla”sı, ülke dışına, -tercihen ve çoğunlukla, sermayenin az, ücretlerin düşük, hammaddelerin ucuz, toprak ve menkul fiyatlarının kısmen düşük olduğu geri ülkelere- ihraç edilmeye başlandı. Kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşması ile birlikte, bu sermaye ihracı tipikleşti ve emperyalizmin ana ve belirgin özelliklerinden birisi oldu.
Sermaye ihracı, kârın en fazla ve en az riskle sağlanacağı, teknolojik temelin ve altyapının uygun olduğu, ücretlerin düşük, hammadde kaynaklarının bol olduğu alanlara doğru gerçekleşir. Sermaye ihraç eden emperyalist ülkeler ve mali gruplar arasında, birbirlerini anavatanda vurmak ve bağımlı ülke pazarlarına hâkim olmak için kıyasıya bir mücadele yürütülür. Konjonktürel gelişmelere göre sermaye akışının hangi alanlara daha fazla gerçekleşeceği, değişmeler gösterebilir. Doğrudan yabancı yatırımlar da, bu bakımdan son on yıl içinde bazı değişmeler dikkat çekicidir ve kapitalizmin ana ülkelerine yatırımlarda bir artış görülmektedir.
Doğrudan yabancı yatırımların dağılımı ülkeler ve bölgeler arasında farklılık göstermekte ve kimi ülke ve bölgelere daha fazla, kimilerine ise daha az yatırım yapılmaktadır. Sermaye, doğası gereği her zaman en güvenli, en kolay ve en çabuk yoldan gerçekleşecek en fazla kâra yönelir. Yatırımların nerelere yapılacağını belirleyen temel etken budur. Kapitalist sermaye akışında, pazarların en fazla kârın elde edilmesine uygunluğu ve rakipleri kendi alanında vurma ve geriletme rol oynamaktadır. Altyapı ve ulaşım kolaylıkları, faiz ve vergi oranları, gümrük ve “koruyucu tedbirler”, teşvik tedbirleri, ücretlerin düşüklüğü, iş yasalarının ve sendikal yasaların tekel kârlarına daha elverişli olması, tarihi ve kültürel bağlar; hammadde ve kaynak bolluğu vb. çok çeşitli etkenler sermaye akışında rol oynar. Örneğin Avrupa’da birinci, dünyada ise bazen ikinci bazen de üçüncü sırada en fazla yabancı yatırım yapılan ülkenin İngiltere olması boşuna ve tesadüfî değildir. (Avrupa’da şirket vergi oranlarının ve işçi ücretlerinin seviyesinin en düşük, bürokratik engellerin en az ve işçi ve sendika yasalarının sermaye açısından en uygun, işçiler açısından ise en kötü düzeyde olduğu ülkelerin başında İngiltere gelmektedir. Önde gelen emperyalist kapitalist ülkeler arasında saat ücretlerinin en düşük olduğu ülke İngiltere’dir. Bu konuda İngiltere’nin ardından ABD gelmektedir. İngiltere, resmi yayın organlarında bu özelliğiyle açıktan övünmekte ve bu özellikleri nedeniyle kendisinin yatırımlara en uygun ülke olduğunu saklamaya gerek görmeden açıktan ilan edip çokuluslu tekellere yatırım çağrısında bulunmaktadır.)
Dış borç ve krediler açısından ise, sermaye ihracının önemli bir kısmı hâlâ geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere gitmektedir. Bu ülkeler bugün 2 trilyon doları aşan borç yükü altında ezilmekte, emperyalist tekeller ve mali sermaye gruplarına her geçen gün biraz daha fazla olmak üzere sıkıca bağlanmakta, geri ve gelişmekte olan ülke burjuvazilerinin el koyduğu ve kendi işçi sınıflarının yarattığı artı değerin önemli bir kısmına da yine bu emperyalist, rantçı asalak tekeller tarafından faiz, borç ve kredi geri ödentisi adı altında el konulmaktadır. Sonuçta geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkeler emperyalist, tefeci, rantçı tekeller tarafından çok çeşitli yöntemlerle son kuruşlarına kadar tepeden tırnağa soyulmakta; yarattıkları bütün değer ve kaynakların önemli kısmı bu tekellerin kasalarına akmaktadır.
Sermaye ihracı, belirgin bir hal kazandığından itibaren iki ana biçimde gerçekleşti: Doğrudan yabancı yatırımlar yolu ile üretken sermaye biçiminde ve borç ve krediler yolu ile borç verilen sermaye, faiz getiren sermaye biçiminde. Bu yüzden biz, incelememizde daha çok bu ikili cereyan ediş biçimini temel alacak ve başta Amerikan, Japon ve İngiliz mali sermayesi olmak üzere en büyük mali sermaye gruplarının doğrudan yatırımları ile faiz getiren sermayelerini ya da diğer bir ifade ile verdikleri borç ve kredileri irdelemeye çalışacağız. Doğrudan yabancı yatırımları ortaya koyarken yalnızca üretken ya da sınai sermaye alanındaki yatırımları değil, üretim, ticaret ve finans alanında, gerek spekülatif sermaye olarak, borsa yoluyla hisse senedi ve tahvil satın alma, hisse ya da pay sahibi olma, gerekse de dolaysız, kendi adını kullanarak ya da kendisine bağlı şirket ve ortaklıkları da kullanarak doğrudan yatırıma yönelme biçiminde olsun imalat ve hizmet sektöründe yapılan bütün yatırımları doğrudan yabancı yatırımlar ya da yabancı yatırımlar (Foreign Direct Investment -FDI-) başlığı altında toplamaya çalışacağız.(İncelememizde kimi kez yatırımlar ya da yabancı yatırımlar, kimi kez doğrudan yatırımlar, kimi kez de doğrudan yabancı yatırımlar isimlendirmelerini kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu isimlendirmelerin tümünü de aynı anlamda, İngilizcede Foreign Direct Investments (FDI) denilen Doğrudan Yabancı Yatırımları tanımlamak için kullanmaktayız. Farklı isimlendirmeler, farklı yatırım ve sermaye türleri ile anlamlarına denk düşmemektedir.)

DOĞRUDAN YABANCI YATIRIMLAR (FOREİGN DİRECT INVESTMENTS -FDI-)
Dünya Bankası verilerine göre, 1996 yılı sonunda dünyaya yapılmış olan doğrudan yabancı yatırım stoklan toplamı 3,2 trilyon dolara ulaştı. Oysa aynı miktar 1993’te 2 trilyon, 1987’de ise 1 trilyon dolar idi. 1987–1996 arasındaki 10 yıl içinde yatırımların toplamı üç kattan fazla, yüzde 320 artmış oldu. 1982 -1994 arasında dünya bütününde GSYİH’lar ancak yüzde 9 artış gösterirken, doğrudan yabancı yatırımlar toplamı dört kat, yani yüzde 400 arttı.
Yalnızca 1996 yılında gerçekleştirilen doğrudan yabancı yatırım miktarı ise bir önceki yıla göre yüzde 10 artarak 349 milyar dolara erişti. 1995 yılında yapılan yabancı yatırım miktarı ise 317 milyar dolar idi. 1996’daki yaklaşık 350 milyar dolarlık yabancı yatırımın yüzde 85’ini oluşturan 295 milyar dolarlık bölümünü kapitalizmin anavatanı gelişmiş emperyalist kapitalist ülkeler doğrudan kendileri gerçekleştirdiler.
Bu yıllarda çoğu emperyalist ülkelere ait olmak üzere dünyadaki 45 bin (44 bin 508) ana şirket ve tekel (yaklaşık 36 bini gelişmiş kapitalist ülkelerde, 8 bini gelişmekte olan ülkelerde kayıtlı) 350 milyar dolarlık yatırım yaptı. Bu şirket ve tekellere bağlı, değişik ülkelerdeki işbirlikçileri, temsilcileri, yan kuruluşları ya da ortakları durumunda bulunan 280 bin (276 bin 659) şirket (yaklaşık 94 bini gelişmiş kapitalist ülkelerde, 130 bini ise geri ve gelişmekte olan ülkelerde kayıtlı) ise 1,4 trilyon dolarlık yatırım gerçekleştirdi. Bütün bu ana ve bağlı şirket ve tekeller 1995 yılında dünyada, meta ve hizmet sektörü ürünü ihracı şeklinde gerçekleşen toplam 7 trilyon dolarlık yabancı satış ya da diğer bir ifadeyle ihracat yaptılar.
Yabancı yatırımlarda gelişmelere göre dönemsel iniş, çıkış ve patlamalar oldu. Marshall Planı dönemini bir yana bırakırsak 2. Savaş sonrasında yabancı yatırımların patlama, gösterdiği üç ana dönem ortaya çıktı: 1979–81 yükselişi, 1986–90 yükselişi ve günümüzdeki (1995’ten bu yana ki) yükseliş.
1979–81 yükselişi: 1970’lerin sonlarında sona eren ikinci petrol krizinin ardından ortaya çıktı. 1975-77’lerde yabancı yatırımlarda görülen gerilemeden sonra hızlı bir yükseliş gözlendi. Yatırımların yönü özellikle petrol üreten ülkelere kaydı. Geri ve bağımlı ülkelere yapılan yabana yatırımların oranı yüzde 25’lerden yüzde 45’lere fırladı. Petrol üreten ülkeler içinde Suudi Arabistan, ABD’nin ardından dünyada en fazla yatırım yapılan ikinci ülke haline geldi. En fazla yatırım yapan ülkeler ise Hollanda, İngiltere ve ABD oldu. Bu yükseliş sırasında yatırımların büyük çoğunluğunu esas olarak belli başlı çokuluslu petro-kimya tekelleri yapıyorlardı. Yükselme olmasına rağmen yabancı yatırımlar toplamı günümüzle kıyaslandığında oldukça düşük miktarlarda seyrediyordu.
1986–90 yükselişi: Japonya en büyük yabancı yatırım yapan ülke durumuna yükseldi. Özellikle telekomünikasyon alanındaki yatırımlar önem kazandı. Yatırımlar esas olarak gelişmiş kapitalist ülkelere ve daha çok füzyonlar ve şirket birleşmeleri yoluyla yapılıyordu. Kapitalist ülkelere yapılan yatırımların toplam içindeki oranı yüzde 86’lara kadar çıktı.
Günümüzdeki yükseliş: Yabancı yatırımlar gerek toplam açısından, gerekse de tek tek ülkeler açısından rekor düzeylere yükseldi. 1995’te başlayan ve hâlâ sürmekte olan bu yükselişte yatırım yapılan ülkeler içinde iki ülke, ABD ve Çin, öne çıkmaktadır. Hemen ardından İngiltere gelmektedir. ABD ve Çin’e toplam yatırımların üçte biri gitmektedir. En fazla yatırım yapan ülkeler arasında ise yine iki ülke, ama bu kez ABD ve İngiltere öne çıkmaktadır. ABD ve İngiltere birlikte dünyaya yapılan toplam yabancı yatırımların yüzde 40’ını gerçekleştirmektedirler. Bir önceki yükseliş sırasında en fazla yabancı yatırım yapan ülke konumuna gelen Japonya gerilemeye başlamıştır. Almanya, Fransa ve öteki Avrupalı emperyalist kapitalist ülkelerin yaptıkları yabancı yatırımlarda belirgin yükselişler göze çarpmaktadır. Geri ve bağımlı ülkelere yapılan yatırımlar yeniden yüzde 30’ların üzerine çıkmaya başlamıştır. Bu geri ve bağımlı ülkeler arasında Latin Amerika ülkelerine yapılan yatırımlar son yıllarda yeniden yükseliş göstermektedir.

YABANCI YATIRIMLARIN DAĞILIMI
Gerek Dünya Bankası (WB), gerekse de Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1996 yılında en fazla yabancı yatırım gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelere yapıldı. 1996’da 208 milyar dolarlık yatırım (dünya toplamının yüzde 60’ı) kapitalizmin anavatanlarına gitti.
En fazla yatırım yine ABD’ye yapıldı. Dünyada yapılan her 4 dolarlık yatırımın mutlaka 1 dolarının gittiği ABD’ye 1996’da 85 milyar dolarlık yabancı yatırım (dünyaya yapılanın yüzde 25’i, kapitalist ülkelere yapılanın ise yüzde 40’ı) aktı. Gelişmiş kapitalist ülkeler içinde bölge olarak ise en fazla yatırım Avrupa Birliği (AB) ülkelerine yapıldı. Başını İngiltere, Almanya ve Fransa’nın çektiği ve eski ve yaşlı kapitalist ülkelerin yer aldığı Batı Avrupa’nın bu ülkelerine, 105 milyar dolar ile bütün emperyalist kapitalist ülkelere yapılan yabancı yatırımların yarısı yapıldı. AB ülkeleri içinde de yatırımların yüzde 40’ına yakını, en yaşlı ve en eski kapitalist ülkeye, İngiltere’ye gitti. İngiltere’den sonra AB ülkeleri içinde en fazla yatırım sırasıyla Fransa, Belçika-Lüksemburg, Hollanda ve İspanya’ya yapıldı.
Dünyadaki yatırımları tek tek ülkeler açısından inceleyecek olursak çok farklı bir tablo ile karşılaşmadığımızı görmekteyiz. Toplam yabancı yatırımların dörtte birini oluşturan 85 milyar dolarlık yatırım ile en fazla yatırım yine ABD’ye yapıldı, ikinci Çin’e 43 milyar dolarlık yabancı yatırım yapıldı. İkinciliği bu kez Çin’e kaptıran İngiltere üçüncü oldu. Ardından gelenler ise sırasıyla: Fransa, Belçika-Lüksemburg, Brezilya, Singapur, Endonezya, Meksika, Kanada, ispanya, Hollanda, Avustralya, İsveç, Malezya, Arjantin, Peru, Şili, Kolombiya, Polonya, Almanya, Avusturya, İtalya, Norveç, Yeni Zelanda ve İsviçre.
Kapitalist ülkeler arasında ekonomik güçleri ve kendilerinin yaptıkları yabancı yatırım miktarı ile kıyaslandığında en az yatırım yapılan ülkeler ise Japonya, Almanya, İtalya ve İsviçre oldu. Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü ve emperyalist ülkesi Japonya, başta ABD ve İngiltere olmak üzere özellikle kapitalizmin anavatanları emperyalist kapitalist ülkeler ile Uzak Doğu ve Pasifik ülkelerine büyük miktarlarda yatırım yapmasına karşın, ABD ve İngiltere ile kıyaslandığında bu ülkeyle birlikte Almanya ve İtalya’ya daha az dış yatırım yapılmaktadır.
Geri ve Gelişmekte Olan Ülkeler: 1996 yılında gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelerden sonra toplamın yüzde 37’sini oluşturan 129 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım bağımlı ülkelerin oluşturduğu geri ve gelişmekte olan ülkelere gitti. 1990’larda yüzde 20 civarında olan geri ve gelişmekte olan ülkelere yapılan yatırım miktarı yeniden artışa geçerek 1995’te yüzde 30 ve 1996’da yüzde 37’ye kadar yükseldi. Bu ülkelere yapılan toplam yabancı yatırım oranları 1970 ile 1996 arasında yüzde 14 ile 45 arasında (1982’de yüzde 45 ve 1989’da yüzde 14) değişim göstermesine rağmen, bu dönemler arasında hiçbir zaman gelişmiş kapitalist ülkelerden daha fazla olmadı. Örneğin, bu geri ülkelere yapılan yatırımlar 1970’de yüzde 19, 1975’te yüzde 37, 1980’de yüzde 26, 1982’de yüzde 45, 1986’da yüzde 20, 1989’da yüzde 14, 1990’da yüzde 20, 1994’te yüzde 37, 1995’de yüzde 30 ve 1996’da da yüzde 37 oldu.
Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere giden yabancı yatırımları ülkelere göre ayıracak olursak, bu ülkelere giden bütün yabancı yatırımların yüzde 33’ünün yalnızca Çin’e, yüzde 43’ünün Brezilya, Singapur, Endonezya, Meksika, Malezya, Arjantin, Peru, Şili ve Kolombiya’dan oluşan 9 ülkeye, geriye kalan yüzde 23,5’lik payın ise öteki 100’ün üzerindeki ülkelere gittiğini görmekteyiz. Sınıflandırmayı ülkelere değil de bölgelere göre yaptığımızda da yine benzer bir tablo ile karşılamaktayız. Bölgede en fazla yabancı yatırım Asya-Pasifik ülkeleri ile Latin Amerika-Karayip ülkelerine gitmektedir. 1996 itibarı ile sadece bu iki bölgeye geri ve gelişmekte olan ülkelere giden bütün yabancı yatırımların 120 milyar dolar ile yüzde 93’ü gitmektedir. Geri kalan yüzde 7’lik kısım ise, Afrika ile Orta Doğu ve Batı Asya ülkelerine girmektedir. Bu miktardan biraz fazlası da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine akmaktadır.
Yatırımların yönü dönemsel gelişmelere, koşullara ve olaylara göre de değişmektedir. Kapitalist emperyalizmin sıçramalı ve dengesiz gelişme yasası uyarınca, sermaye akışı değişiklikler göstermekte, bazen emperyalist büyük devletlerden ve uluslararası tekellerden kimileri atak yaparken, başka bir zaman ve farklı koşullarda diğer bazıları öne geçebilmektedir. Farklı koşullara ve gelişmelere göre sermaye akış alanları da değişebilmektedir. Örneğin 1970’li yılların ortalarında ortaya çıkan petrol krizinin ardından artan petrol ihtiyacını karşılayabilmek için Ortadoğu ve Batı Asya, sektör olarak da petrol ve petro-kimya alabildiğine ilgi çekici bir yatırım alanı olmuştu. Bu bölgeye o dönem tüm geri ve bağımlı bölgelere yapılan yatırımların yüzde 30’u gitmeye başlamıştı. Ancak, bugün bu bölgeye eskisi kadar yatırım yapılmamaktadır. Yine 1990’lı yılların başlarında en fazla yatırım yapılan bölge haline gelen Latin Amerika ülkelerine, özellikle 1982 ve 1994’lerdeki Meksika para krizinin etkisi ile sonraki yıllarda daha az yatırım yapıldı. Latin Amerika’daki krizden sonra yatırımların yönü Uzak Doğu-Pasifik bölgesine kaymakla birlikte, son dönemlerde Latin Amerika’nın yeniden çekici hale gelmeye başladığı görülmektedir. Uzak Doğu’nun “Kaplan” ekonomilerinde geçtiğimiz yaz ortaya çıkan ve sürmekte olan kriz ve bölge ekonomilerinde görülen yıkım ve “tepe taklak” gidişin, Uzak Doğu-Pasifik bölgesine yapılan yatırımların hızını azaltması ve yeni ilgi çekici alanlar ortaya çıkması mümkün görünmektedir. Sermaye ihracının hangi alanlara ve ne miktarda gerçekleşeceği, yukarıda belirtilen koşul ve etkenler nedeniyle konjonktürel bir özellik göstermektedir.
Asya-Pasifik Ülkeleri: Doğu yarım kürenin Güney, Doğu ve Güney Doğu Asya bölgelerinde yer alan Asya-Pasifik ülkelerine, 81 milyar dolarlık yatırım ile geri ve gelişmekte olan ülkelere yapılan bütün yatırımların yaklaşık üçte ikisi (yüzde 63) yatırıldı. Bu bölgeye bir önceki yıla göre giden yabancı yatırım oranı yüzde 25 arttı. Bu bölge ülkeleri içinde de tek başına Çin’e 42 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım yapıldı. Çin’e 1995 yılında 16 milyar dolarlık yatırım yapılmıştı.
Bu bölgede, Çin’den sonra, Asya-Pasifik bölgesinde en fazla yatırımın yapıldığı ülke 9 milyar dolar ile Singapur oldu. Ardından, Endonezya, Malezya, Filipinler ve Tayland gibi ülkeler geldi. Uzak Doğu’nun “Kaplan” ekonomilerinin yanı sıra bölgede en fazla yatırım yapılan ülkeler arasında elbette ki Hindistan da yer aldı. Asya-Pasifik bölgesine yapılan yabancı yatırımlar böylesine artarken, bölgenin ihracatı ve GSYİH’larında çok keskin düşüşler olduğu görüldü.
Asya-Pasifik bölgesine en fazla yatırım yapan ülkeler başta Japonya olmak üzere ABD ve İngiltere’dir. Bununla birlikte Almanya da son yıllarda bölgeye girmek için büyük çabalar harcamaktadır. Hindistan’ın da içinde bulunduğu Güney Asya’ya yatırım yapan esas güç ise yine İngiltere ve ABD’dir.
Latin Amerika-Karayip Ülkeleri: Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelerin yer aldığı bölgeler içinde ikinci olarak en fazla yatırım Latin Amerika ve Karayip ülkelerine gitti. Latin Amerika ve Karayip ülkelerine yapılan yabancı yatırımlar 1995’e göre yüzde 52 artarak 39 milyar dolara ulaştı. Bölge ülkeleri içinde en fazla yatırım, Brezilya’ya (yaklaşık 10 milyar dolar), ikinci olarak Meksika’ya (8 milyar dolar) ve ardından da Arjantin’e yapıldı. Bu üç ülkeye, bölgeye yapılan toplam yatırımların yüzde 58’i ile yandan fazlası gitti. Ardından gelen öteki bölge ülkeleri ise Peru, Şili, Kolombiya ve Venezuela gibi ülkeler oldu.
Latin Amerika ve Karayip ülkelerine en fazla yatırım yapan ülkelere gelince: 1996 verilerine göre, bölgeye en fazla yatırımı yine ABD yapmakta ve Latin Amerika ve Karayip ülkeleri ABD’nin arka bahçesi olarak kalmaya devam etmektedirler. ABD özellikle Brezilya’ya yeniden çok yoğun yatırımlar yapmaya başlamıştır. İkinci sırada Kanada gelmektedir. ABD ve Kanada’nın oluşturduğu Kuzey Amerika ülkelerinden sonra bölgeye en fazla yatırımı yapan emperyalist ülkeler arasında da Batı Avrupalı kapitalistler -özellikle Almanya ve İspanya- yer almaktadır. Japonya’nın bölgedeki yatırımları diğer emperyalist ülkelerle kıyaslandığında hâlâ çok düşüktür ve daha çok Karayip ülkeleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bununla birlikte Japon Mitsubishi’nin özellikle Brezilya’daki yatırım atakları dikkat çekmektedir.
Latin Amerika ve Karayipler’e yapılan yatırımların yarısından fazlası, yeni yatırım yapma ya da yeni tesisler kurma yerine, hazır kurulu bulunan ve son yıllarda özelleştirme furyası ile birlikte hızla özelleştirilen eski kamu kuruluşlarının hisselerinin satın alınması yoluyla gerçekleşmektedir.
Afrika Ülkeleri: Emperyalist büyük devletler ve uluslararası tekeller tarafından talan edilen bu bölgeye olan sermaye akışında son yılarda belirgin bir düşüş görülmektedir. 1996 yılında Afrika ülkelerine sadece 5 milyar dolarlık yabancı yatırım yapıldı (dünya toplamının yüzde 1,5’i, bağımlı ülkelere yapılanın ise yüzde 3,8’i). Bu ülkelerdeki altyapı yetersizliği, siyasi istikrarsızlık, bölge ülke ve kabileleri arasındaki çatışma ve savaşlar, iç yatırımların düşük düzeylerde seyretmesi ve sık sık değişen hükümetler ve ekonomik politikaları gibi nedenler de sermaye akışı üzerinde rol oynayan etkenler arasındadır.
Afrika’ya en fazla yatırımı eski sömürgeci ilişkilerinin yardımıyla, iki eski sömürgeci emperyalist olan Fransa ve İngiltere yapmaktadır. 1996’da da Afrika’ya en fazla yatırımı yine Fransa yaptı. Ardından İngiltere geldi. Bununla birlikte özellikle son yıllarda ABD bölgeye girmeye çabalamakta ve bunun için bizzat Başkan Clinton nezdinde diplomatik ataklar yapmaktadır.
Batı Asya-Orta Doğu Ülkeleri: Özellikle petrol krizinin etkisi ile 1970’lerin sonu ile 1980’lerin ilk yarısında tüm geri ve gelişmekte olan ülkelere yapılan yatırımların yüzde 30’unun gittiği Batı Asya ve Orta Doğu ülkelerine 1996’da sadece geri ülkelere yapılanın yüzde 1,5’u aktı. Daha çok petrol ihraç üreten ülkelerin yer aldığı bu bölgede yeni yapılan yatırımların hızı -özellikle Suudi Arabistan ve Yemen’de- düşmeye devam etmektedir. 1996’da bölgeye sadece 2 milyar dolarlık yatırım yapıldı. Bu yatırımlar içinde en fazla yatırım, İsrail’e 2 milyar dolar, Türkiye’ye 1,1 milyar dolar yatarım yapıldı. Türkiye’den sonra Birleşik Arap Emirlikleri, Suriye ve Kıbrıs (Güney) başı çekti. Ancak bu ülkelere yapılan yatırımlar sadece birkaç milyon dolar ile ölçülmektedir. Suudi Arabistan ve Yemen’e yapılan yatrımlarda 1996’da bir önceki yıla göre yüzde eksi 1877 ve eksi 218’e varan gerilemeler gözlendi.
Bölgeye yapılan yatırımların türlerine gelince: Petrol üreten ülkelere yapılan yatırımlar yine petrol sektöründe olurken, Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelere yapılan yabancı yatırımlar imalat sanayi ve başta telekomünikasyon olmak üzere hizmet sektöründe gerçekleşti.
Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri: Orta ve Doğu Avrupa’nın kapitalist biçimlere geri dönen eski halk demokrasili ülkelerine yapılan yatırımlar son yıllarda 1990’ların başlarındaki hızını kaybetti ve gerilemeye başladı. Bölgeye 1996’da 12 milyar dolarlık yabancı yatırım yapıldı. 1995 yılında 14 milyar dolarlık yatırım yapılmıştı. Yatırımların hızının azalmasında, özellikle Macaristan ve Çek Cumhuriyetinde gerçekleşen özelleştirme bağlantılı yatırımların azalması etkili oldu. Buna rağmen son yıllarda Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yapılmış olan doğrudan yabancı yatırım stokları toplamı 46 milyar dolara erişti. Bölgede en fazla yatırım yapılan ülkeler sırasıyla Polonya, Macaristan, Rusya, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Ukrayna ve Letonya oldu.
Bölgeye en fazla yatırımı Batı Avrupalı emperyalistler, özellikle Almanya, Fransa ve İtalya yaptı. Ardından ABD geldi. Japonya Afrika ve Latin Amerika’ya olduğu gibi, Orta ve Doğu Avrupa’ya da çok az yatırım yapmaktadır. İncelememizin ileriki bölümlerinde göreceğimiz gibi, Japonya daha çok gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelere -özellikle ABD ve İngiltere’ye- ve başta Çin olmak üzere, Uzak Doğu Asya ülkelerine yatırım yapmaktadır.

YABANCI YATIRIMLARI KİMLER, NERELERE YAPIYOR?
Bazı şeyleri tekrarlama pahasına şimdi de bu yabancı yatırımları kimlerin yaptığına göz atalım:
1996’da dünyaya yapılan bütün doğrudan yabancı yatırımların yüzde 62’lik bölümünü sadece en büyük 5 emperyalist kapitalist ülke (ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa) gerçekleştirdi. En fazla yabancı yatırımı iki büyük emperyalist güç, ABD ve İngiltere yaptı. İngiltere, 1979’lar-da Kuzey Denizi’nde petrol bulmasından sonra sermaye ihracının özellikle doğrudan yatırımlar alanında olmak üzere, atağa geçti. 1990’ların başlarına kadar en fazla doğrudan yatırım yapan ve yapılan ülkelerden biri olan İngiltere, bugün ABD ile birlikte ilk iki sırayı paylaşmakta, kapitalizmin bu en yaşlı anavatanı, eski sömürgeci ve ilk kapitalist olmanın avantajlarını kullanmaktadır. İngiltere ile birlikte, 1980’li yılların sonları ile 1990’h yılların başlarında yabancı yatırım atağına kalkan bir diğer güç, Japonya oldu. Japonya özellikle ABD, İngiltere ve Uzak Doğu -Pasifik bölgesine yaptığı yatırımlarla 1988–1991 yılları arasında en fazla yatırım yapan ülke haline geldi. Ancak son yıllarda Japonya’nın yabancı yatırımlarının hızı düştü ve bu ülke 1996’da en fazla yatırım yapan ülkeler sıralamasında 5. sıraya geriledi. Tablo 1’den de görüleceği gibi, ABD 1992’de Japonya’yı yakalayarak 1. sırayı yeniden ele geçirdi ve o günden bu yana da 1. sırayı kimseye kaptırmadı. ABD bugün dünyada en fazla yabancı yatırım yapan ve yapılan, ya da en fazla doğrudan yabancı yatırım ihraç ve ithal eden emperyalist ülke konumundadır.

5 EMPERYALİST ÜLKENİN YILLARA GORE YABANCI YATIRIMLARI – Tablo-1
(milyar dolar)
1985     1987     1989     1991     1993     1995     1996
ABD        12,7    28,9    37,6    32,6    77,2    93,4    85,4
Japonya    12,2    33,6    67,5    41,5    36,0    44,0    23,0
İngiltere    14,8    31,9    35,8    15,5    28,1    43,4    54,0
Almanya    6,7    8,0    15,8    21,8    14,1    30,8    28,0
Fransa        3,3    8,7    22,0    23,6    18,6    13,1    25,0
(Kaynak: Dünya Bankası, World Investment Report “Dünya Yatırım Raporu”, 1997) (*) İngiltere, Almanya ve Fransa için veriler İngiliz Sterlini (£), Alman Markı (DM), ve Fransız Frank’ından (FF) ABD dolarına ($) çevrilmiştir. Çevrilme sırasında çapraz kurlar tarafımızdan, £ için £ 1: $ 1.67, DM için $ 1:1.79 DM ve FF için $ 1: 6.00 FF üzerinden hesaplanmıştır.(K.Y.)

Daha önce de gördüğümüz gibi 1996 yılı itibariyle ve BM-Dünya Yatırım Raporu verilerine göre, doğrudan yabancı yatırımların yüzde 85’ini oluşturan 295 milyarlık bölümünü emperyalist kapitalist ülkelerin tekelleri doğrudan kendileri yaptılar. Geri kalanının çok önemli bir kısmını da bu emperyalist ana tekellerin diğer, özellikle de Asya-Pasifik ve Latin Amerika ülkelerindeki yan kuruluşları olan 130 bin bağlı şirket ve tekel gerçekleştirmektedir. Emperyalist kapitalist ülkeler içinde en fazla yabancı yatırımı ise yüzde 29 ile dünyadaki her dört dolarlık yatırımdan birini ABD yapmaktadır. 85 milyar dolarlık yabancı yatırım ile dünyada gerçekleştirilen yabancı yatırımların yüzde 25’i tek başına ABD tarafından yapıldı. İkinci sırayı İngiltere almaktadır. İngiltere toplam 54 milyar dolarlık yatırım ile toplam yatırımların yüzde 12,5’unu gerçekleştirdi. Bu ikilinin ardından sırasıyla Almanya, Fransa ve Japonya gelmektedir. 1996’da, en fazla yatırım yapan 5 büyük emperyalist ülkeden sonra, yatırım büyüklüğüne göre, Hong Kong, Hollanda, İsviçre, Belçika-Lüksemburg, Kanada, İtalya, Singapur, Güney Kore, Tayvan ve Çin, sıralamada yer almaktadır.
Bölgeler açısından bakarsak: dünyadaki yabancı yatırımların yaklaşık yarısını yapan ve yine yarısının yapıldığı bölge Avrupa Birliği oldu. 176 milyar dolarlık yabancı yatırım ihracı, 105 milyar dolarlık da ithali yapan ve çoğunluğunu Batı Avrupalı kapitalistlerin oluşturduğu Avrupa Birliği’nde de yine yatırımların yarısından fazlasını -ABD’ye yapılanın dışında- geçtiğimiz on yıl içinde Avrupa Birliği ülkeleri birbirlerine yaptılar. Yani İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre ve kısmen de Almanya ve İtalya gibi ülkelere yabancı yatırım yaparken; Almanya, öteki Avrupalı ülkelere, yani İngiltere, Fransa, Hollanda, Avusturya, Finlandiya ve İsveç gibi ülkelere; Fransa da yine İngiltere, Hollanda. Belçika, Almanya vb.ne büyük miktarlarda yatırımlar yaptı. Tablo 2’den de göreceğimiz gibi Avrupa Birliği ülkelerinden olan Almanya toplam yatırımlarının yüzde 62,4’ünü, İngiltere yüzde 37,0’ını ve Fransa da yüzde 26’sını yine Avrupa Birliği ülkelerine yaptı.

5 Büyük Emperyalist Ülkenin Yaptığı Yabancı Yatırımların Bölge ve Bazı Ülkelere Göre Dağılımı – Tablo-2
(1995 ve yüzde)
ABD         Japonya     Almanya     İngiltere     Fransa
%        %        %        %        %
Gelişmiş Kapitalist Ülkelere        66,5        66,5        82,5        84,5        46,5
Avrupa Birliği’ne            43,0        15,8        62,4        37,0        25,8
ABD’ye                –        44,0        10,2        40,0        11,9
Japonya’ya                3,9        –        0,8        0,6        0,2
Almanya’ya                3,6        1,0        –        5,7        7,0
Fransa’ya                7,3        3,1        8,9        5,1        –
Kanada’ya                9,4        1,1        0,3        0,6        0,5               
Geri ve Gelişmekte Olan Ülk.        29,1        33,3        12,5        14,0        5,8
Afrika’ya                1,0        0,2        0,5        2,1        1,7
L. Amerika-Karayipler’e        19,7        7,7        5,7        5,9        1,7
Asya-Pasifik’e                7,5        24,0        5,2        4,5        3,9
Batı Asya-Ortadoğu’ya        0,7        1,2        1,1        0,7        0,9

Orta ve Doğu Avrupa’ya        1,9        0,2        4,5        1,5        7,6

Bölüştürülemeyen            0,0        0,1        0,0        0,9        37,5
Topl. Yat. Mikt. (milyar dolar, 1996)     85,4        23        28        54        25
(Kaynak: Dünya Bankası, World Investment Report, “Dünya Yatırım Raporu”)

5 büyük emperyalist güç yabancı yatırımlarının çoğunu birbirlerine yapmaktadır. Almanya, İngiltere ve Fransa ile öteki büyük güç Japonya birbirlerine ve diğer AB ülkelerine yaptıkları yatırımların yanı sıra en fazla yatırımlarını ABD’ye yapmaktadırlar. ABD ve Japonya da yine birbirlerinin yanı sıra AB ülkelerine büyük miktarlarda yatırım yapmaktadırlar. Japonya’nın dış yatırımlarının % 44’ü, İngiltere’nin % 40’ı ABD’ye yapılmaktadır. ABD ise yatırımlarının % 43’ünü AB ülkelerine, AB ülkeleri içinde de üçte birinden fazlasını tek başına İngiltere’ye yapmaktadır. AB ülkelerinin ABD’ye yaptıkları yatırımların % 40’ına yakını ise tek başına İngiltere tarafından gerçekleştirilmektedir
Şimdi de en fazla yabancı yatırım yapan 3 büyük emperyalist kapitalist ülkeyi tek tek ele alarak kısaca incelemeye çalışalım:

ABD
ABD’nin 1995’de, o zamana kadar yapmış olduğu toplam doğrudan yabancı yatırım stoklan toplamı 711 milyar dolara erişti. Bunun 257 milyar doları -yüzde 36- imalat sanayi alanında, 374 milyar doları hizmet sektöründe -yüzde 52- (bunun yüzde 33’lük bölümünü oluşturan 240 milyar dolarlık yatırım tek başına finans alanında) ve yüzde 9,7’sini oluşturan 69 milyar dolarlık bölümü ise tek başına petrol alanında yapıldı.
ABD’ye ait 711 milyar dolarlık yatarımın ve diğer ülkelerin bugüne kadar yapmış oldukları yatırım stokları toplamının ülke ve bölgelere göre genel dağılımı Tablo 3’te yer alıyor.

5 Büyük Emperyalist Ülkenin Yabancı Yatırım Stoklarının Bölge ve Ülkelere Göre Dağılımı – Tablo-3
(Milyar Dolar ve 1995)
ABD         Japonya(1)     İngiltere(2)     Almanya(2)     Fransa(2)
Gelişmiş Kap. Ülkeler            506.187    316.465    262.016    174.403    124.992
Avrupa Birliği’nde            315.378    84.283        118.539    115.270    82.448   
ABD’de                –        194.429    102.927    39.442        29.422
Japonya’da                39.198        –        4.106        3.820        0.598
Almanya’da                43.001        8.061        15.019        –        8.289
İngiltere’de                119.938    33.830        –        20.187        14.321
Fransa’da                32.645        6.392        22.327        14.996        –
Kanada’da                81.387        8.261        3.565        8.714        1.868
Hollanda’da                37.421        19.447        46.808        18.236        22.608
Avustralya’da                24.713        23.932        19.535        2.097        1.404

Geri ve Gelişm. Olan Ülkeler        195.957    44.244        63.117        21.194        10.846
Afrika’da                6.516        7.697        8.046        11.993        3.792
Latin Amerika’da            122.765    55.077        27.371        6.108        2.866
Asya-Pasifik’te            57.527        76.219        23.927        0.272        2.947
Batı Asya-Ortadoğu’da        9.149        5.251        1.628        0.527        1.238
Türkiye’de                1.167        0.515        0.322        6.311        0.493
Orta ve Doğu Avrupa’da        5.694        0.765        1.513        6.311        1.348

Bölüştürülemeyen            3.477        2.132        1.798        0.151        14.141   

Toplam                711.621    463.606    326.295    202.059    150.583
(Kaynak: OECD Dünya Doğrudan Yabana Yatırımları 1997)
(1) Japonya’nın verileri 1994’e aittir.
(2) İngiltere, Almanya ve Fransa için veriler İngiliz Sterlini (£), Alman Markı (DM), ve Fransız Frank’ından (FF) ABD dolarına ($) çevrilmiştir.. Tarafımızdan yapılan çevrilme sırasında çapraz kurlar, £ için £ 1: $ 1.67, DM için $ 1: 1.79 DM ve FF için $ 1: 6.00 FF üzerinden hesaplanmıştır.(K.Y)

ABD tarihi boyunca uzun yıllar sermaye ithal eden durumundaydı. 19. yüzyılın ikinci yansında ve özellikle de Kuzey – Güney Savaşı olarak da adlandırılan iç savaştan sonra, Amerikan burjuvazisi sanayisini ve demiryollarının inşasını finanse etmek için büyük miktarlarda yabancı sermayeye ihtiyaç duydu ve yabancı sermaye ithal etti. 19. yüzyılın özellikle son 10 yılında Amerikan mali sermayesi emperyalist güç haline geldi ve diğer rakipleriyle boy ölçüşebilmek için miktarı giderek büyümek üzere yurtdışına sermaye ihraç etmeye başladı. İşgücü ve hammadde kaynaklarının daha ucuz ve bol, daha az sermaye gerektiren yerlere sermaye akıtmaya başladı. Sürekli sermaye ihraç etmesine rağmen esas olarak 2. Emperyalist Savaştan sonra, Marshall Planı ile giriştiği ve 1970’ler-de özellikle hızlandırdığı sermaye ihracı atağı ile dünyanın en fazla sermaye ihraç eden ülkesi haline geldi. Daha sonra giderek ele geçirdiği üstünlüğü kimseye kaptırmadı.
Marshall Planı
ABD emperyalizmi 2. Dünya Savaşı’ndan güçlenmiş olarak çıkmasının da avantajıyla, savaşta yıkıma uğramış ülkelerin pazarlarına hâkim olmak üzere atağa geçti. Bu ülkelerin ekonomilerinin yeniden inşası zorunluluğu ABD sermayesine yeni olanaklar sağladı. Başkan Truman ve Dışişleri Bakanı Marshall “in mimarlığını yaptıkları ve Marshall Planı adı verilen bir plan dahilinde, bu ülkelere büyük bir sermaye ihracı atağı başladı. 5 Haziran 1947 tarihinde Dışişleri Bakanı Marshall “Avrupa Kalkınma Program: (ERP)” başlıklı bir program sundu. Bu yüzden ABD’nin başlattığı bu sermaye ihracı atağı bundan sonra hep “Marshall Planı” adıyla anıldı. Esas olarak 1948-52 yılları arasında uygulanan Marshall Planı Avrupa pazarlarını temel almasına rağmen bununla sınırlı kalmadı ve başta Japonya olmak üzere diğer ülkeleri de kapsadı. (Bkz. Tablo 4)

ABD Sivil “Yardım”ları ve Uzun Dönemli Devlet Borçları – Tablo-4
(1946–50 ve milyon dolar)
İngiltere    Fransa        Almanya    İtalya        Japonya
1946-47        1.722        948        371        474        419
1948-50        857        668        847        378        373
1946-50 (Toplam)    2.579        1.616        1.218        852        792
(Kaynak: ABD Hükümet Belgeleri, 1962, Ödemeler Dengesi, Tablo 46.)

Marshall Planı’nın dışında, aynı sırada uzun yıllar “soğuk savaş” diye adlandırılacak bir dönem daha başlatıldı. Sosyalizmi ve sosyalist ve halk demokrasili ülkeleri ablukaya alarak tecrit etmeyi, etraflarında bir çember örmeyi ve geri ve bağımlı ülkelerin tamamen ABD’ye bağlanmasını hedefleyen bir program daha uygulamaya sokuldu. 12 Mart 1947’de Başkan Truman kongreye yaptığı konuşmada Yunanistan ve Türkiye’ye ekonomik ve askeri “yardım” çağrısında bulundu. Başkan Truman konuşmasında: “Birleşik Devletler”in politikası, silahlı azınlıklar ya da dış baskı yoluyla boyunduruk altına alınma girişimlerine karşı direnen özgür halklara yardım etme politikası olacaktır.” dedi. (Yergin’den aktaran Philip Armstrong, Capitalism Since 1945, “1945’ten Bu Yana Kapitalizm” 1994, s.68) Bu konuşmayla başlatılan ABD’nin bu diğer atağı da o günden sonra “Truman Doktrini” adıyla anıldı.
Marshall Planı ilan edilir edilmez Uluslararası Para Fonu (IMF) borç verme koşullarını kolaylaştırdı. Sonraki 12 ay içinde Dünya Bankası ile birlikte IMF Avrupa’ya 1 milyar dolardan fazla, uzun vadeli borç verdi. Aralık 1947’de Başkan Truman Kongre’den Fransa, İtalya ve Avusturya’ya 600 milyon dolar acil yardım paketini geçirdi. Hemen ardından Kongre 13 milyar dolarlık borç paketini kabul etti. Marshall Planı ile emperyalist kapitalist ülkelere, Truman Doktrini ile de geri ve bağımlı ülkelere muazzam bir sermaye ihracı yapıldı. ABD öteki emperyalistlerin pazarlarını büyük oranda ele geçirdi, ekonomik ve politik üstünlüğünü ve dünya egemenliği konumunu esas olarak bu dönemin ardından kurdu. Bu durumu bir örnekle, petrol alanlarındaki İngiltere’nin Ortadoğu petrolleri üzerindeki egemenlik ve kontrolünü kırıp onun pazarlarını ele geçirmesi örneğiyle somutlayalım:
Savaş öncesi dönemde Ortadoğu petrolleri esas olarak İngiltere’nin kontrolünde idi. Savaşla birlikte bu kontrol ABD’nin eline geçmeye başladı ve savaşın ardından kısa bir süre içinde ABD bu kontrolü tamamlayarak üstünlüğü sağladı. Savaştan zayıflayarak çıkan İngiltere’nin pazarlarını onu büyük oranda saf dışı ederek eline geçirdi. Ortadoğu petrollerindeki hâkimiyet ve kontrol, İngiltere’den ABD’ye geçti. ABD’nin Ortadoğu petrolleri üzerindeki egemenlik ve kontrol payı 1939’da yüzde 16 iken 1946’da yüzde 33’e, 1953’te ise bu pay yüzde 60’a çıktı. İngiltere’nin payı da buna karşılık azaldı.
Dış ülkelere yapılan sermaye ihracı devlet eliyle yapılanla sınırlı değildir. Hükümetlerin doğrudan yaptığı sermaye ihracının ötesinde, onu kat kat aşan miktarlarda sermaye ihracı ABD tekelleri tarafından yapıldı. Başta Morgan Grubu ve Rockefeller Grubu olmak üzere ABD’nin en büyük sermaye grupları milyarlarca dolarlık sermaye ihraç ettiler. 1950’de 12 milyar olan ABD’nin dünya yabancı yatırım stokları 1970’de 78 milyar, 1995’te ise 711 milyar dolara erişti.
Marshall Planı’yla Avrupa’ya başlayan ABD yabancı yatırımları giderek hızlandı ve bu hızını günümüze kadar artırarak sürdürdü. Avrupa’ya savaş sonrası verilen borç ve kredilerin dışında yapılan doğrudan yabancı yatırımların miktarı da özellikle Avrupa Ortak Pazarı’nın 1958’de kurulması ile hız kazandı. Avrupa’ya yapılan yabancı yatırım miktarı 1950’de 1 milyar dolar iken 1970’de 14 milyar dolara erişti. Avrupa’ya (Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelere) yapılan yabancı yatırımlar ABD’nin dünya yatırımlarının toplamının 1955’te yüzde 15’ini oluştururken bu oran, 1970’de yüzde 3l’e, 1995’te ise yüzde 43’e yükseldi. Avrupa’ya yapılan yatırımlar artarken Latin Amerika’ya yapılan yatırımlar buna bağlı olarak düştü. Latin Amerika’nın ABD yatırımları içindeki 1955’te yüzde 38 olan payı 1970’te yüzde 19’a indi. Bu oran günümüzde de (1995’te) yüzde 19,5 ile devam etmektedir.
Bugün için dünyaya en fazla sermaye ihraç eden emperyalist güç, emperyalist kapitalist dünyanın en büyüğü ve en güçlü ekonomisine ve kontrol alanlarına sahip olan ABD’dir. Bu muazzam gücü elinde bulunduran da ABD’deki sekiz ana büyük sermaye grubu ve bu grupların sahibi olan ve esas olarak 1800’lü yılların sonlarına doğru ortaya çıkmış olan parmakla sayılabilecek kadar az sayıdaki ailedir. (Daha önce ele aldığımız ve dergimizin 89. sayısında yayınlanan “Amerikan Mali Sermayesinin Yapısına Genel Bir Bakış” adlı incelememizde geniş olarak ortaya koymaya çalıştığımız gibi, ABD’nin büyük sermaye grupları, değil yalnızca ülke içinde, ABD’nin dünya egemenliğinin sonucu olarak bütün dünyada da zenginliklerin önemli miktarının sahibi ve kontrol edeni durumundadırlar. Bu gruplar içinde özellikle en büyük 8 sermaye grubu -Morgan Grubu, Rockefeller Grubu, Du Pond Grubu, Mellon Grubu, Kuhn-Loeb Grubu, Chicago Grubu, Cleveland Grubu ve Boston Grubu- iyice birbirinin içine girmiş, alabildiğince karmaşıklaşmış ve dal budak salmış iştirakler ve karşılıklı hisse sahipliği sisteminin yardımıyla, ülkenin tümüne ve dünyanın da önemli bir kısmına hâkimdir. 1948 yılında ABD’nin en büyük ilk dört sermaye grubunun kontrol ettiği sermaye miktarları: Morgan Grubu için 55 milyar dolar, Rockefeller Grubu için 26,5 milyar dolar, Du Pond Grubu için 6,5 milyar dolar ve Mellon Grubu için de 6 milyar dolar idi. (Politik Ekonomi Ders Kitabı, C.1, s.319) Bu sıralama bugün de değişmemiştir. Yani ilk dört büyük sermaye grubu yine aynı gruplar, birinci yine Morgan grubu, ikinci yine Rockefeller grubu, üçüncü yine Du Pond grubu ve dördüncü yine Mellon grubu olmasına karşın bu grupların her birinin kontrol ettikleri sermaye miktarları artık öyle milyarlarla değil trilyon dolarlarla ifade edilmektedir.)

JAPONYA
ABD’den sonra dünyada en fazla doğrudan yabancı yatırım stoku bulunan ülke Japonya’dır. Japonya’nın 1994 yılı sonuna kadar yabancı yatırım stoklan toplamı 463 milyar dolara erişti. Japonya 1995’te yaptığı yatırımların üçte ikilik bölümünü gelişmiş kapitalist ülkelere, yüzde 33’lük bölümünü ise geri ve bağımlı ülkelere gerçekleştirdi. Japonya’nın en fazla yatırım yaptığı ülke ve bölgeler sırasıyla, ABD (yüzde 44), başta Çin olmak üzere Asya-Pasifik ülkeleri (yüzde 24), İngiltere (yüzde 6,7) ve ardından Avustralya ve Hollanda gelmektedir. Japonya’nın Latin Amerika ülkelerine yaptığı yatırım oranı ise 1995’te toplamın yüzde 7,7’sine erişmiştir. Görüldüğü gibi Japonya dünyanın her yanına henüz yatırım yapmamakta, özellikle tercih ettiği ülke ve bölgeler bulunmaktadır. Bu ilgi çekici alanların başında ABD gelmektedir. ABD’den sonra Avrupa’da İngiltere ve Hollanda ve kendisine coğrafi yakınlığının da etkisiyle Avustralya gelmektedir. Kapitalist dünya içinde yatırım yaptığı bu dört ülkeden sonra esas olarak Uzak Doğu’nun “Kaplan” ekonomilerine ve Çin’e yatırım yapmaktadır. Uzak Doğu ülkelerine en fazla yatırım yapan emperyalist ülke, Japonya’dır.
1989 yılında yaptığı 67,5 milyar dolar •yabancı yatırım ile birinci sırada yer alan Japonya 1996’da gerçekleştirdiği 23 milyar dolarlık yatırım ile 5 büyük emperyalist kapitalist ülke içinde sonuncu sıraya düştü. Japonya’nın yatırımları 1980’li yılların sonları ile 1990’lann başlarında başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelere yapılırken bu durum son yıllarda değişerek yatırımlarının yönü daha çok Asya ve Uzak Doğu ülkelerine doğru kaymaya başladı.
Savaştan yenilgiyle çıkan ve ekonomisi yıkıma uğrayan Japonya’ya buna ek olarak Almanya’ya olduğu gibi ağır tazminatlar dayatıldı. Ayrıca 1945–52 arasında 7 yıl ABD işgali altında kaldı. ABD Japonya’nın gücünü yok etmek için finans ve sanayi merkezlerine yani en büyük Japon holding grupları olan Zaibatsu’lara vurma kararı aldı. ABD Birleşik Genelkurmay Komutanlığı, Zaibatsuları dağıtma kararı aldı. İşgal altındaki Japon hükümeti de buna uyarak “anti-tekel” yasalar çıkarmak zorunda kaldı ve Zaibatsular dağıtıldı. Ancak savaşın etkisinin geçmesi, dünyanın altıda birinin halk demokrasili yönetimlere geçmesi ve sosyalizmin ve Sosyalist Sovyetler Birliği’nin prestijinin alabildiğine artması üzerine Truman Doktrini kapsamında zayıf bir Japonya’dan çok, “demokratik” -sosyalist olmayan- bir hükümete sahip, ekonomik olarak güçlü ama ABD’nin Uzak Doğu’daki yakın bir müttefiki Japonya’nın ABD çıkarlarına daha uygun olacağı görüşüne varıldı. İşgal kaldırıldı, ABD’nin onayı ile Japon devletinin doğrudan desteği altında dağıtılan Zaibatsular yerine bu sefer Keiretsu denilen, en büyük tekellerin yanı sıra irili ufaklı binlerce şirketi bünyesinde toplayan ve en köklü ailelere ait olan büyük holding tekel grupları kuruldu. Bu keiretsuların güçlenmesi için hükümet, gerekli yasal düzenlemeleri yaptı. ABD, üzerine düşeni Marshall Planı kapsamında sermaye ihraç ederek karşıladı. Japon emperyalizmi savaşın etkisini kısa zamanda üzerinden atarak yeniden toparlanmaya başladı. İhtiyaç duyulan sermayenin önemli kısmı Marshall Planı kapsamında ABD’den alındı ve 1955’lerden itibaren, özellikle de 1955-61 arası dönemde üretimde yeniden hızlı bir yükseliş baş gösterdi. (Özellikle işçiler arasında doruğa çıkartılan şovenizm ve yükseltilen “Vatan-Millet-Sakarya” edebiyatı eşliğinde yoğun bir işgücü sömürüsü yaratıldı, işçiler üretimi artırmak için grev, direniş yapmaksızın son güçlerine kadar çok düşük ücretlerle uzun saatler boyunca çalıştırıldılar. Fazla mesaiye kalmak istemeyen işçiler ve işçi önderleri “sabotajcı” denilerek işten atıldı. Grev çağrısı yapan işçi önderi ve sendikacılar tutuklandı, sendikalar kapatıldı. Tekeller tarafından hemen tüm fabrikalarda, “ikinci sendika” denilen işveren yanlısı sendikalar kurduruldu. Bilinen Japon tipi üretim, işçi-işveren ve kalite kontrol modeli ve “Toyotaizm” yaratıldı. Kâr oranları devasa boyutlara ulaştı. Bu oranlar 1955’te yüzde 31,1961’de yüzde 39 ve 1970’te ise sanayide yüzde 52,7, ticaret ve finans alanında ise yüzde 34,8’lere kadar yükseldi. Kan, ter ve acılara bulanmış işçilerin sırtına diğer emperyalist ülke tekellerinden daha acımasızca basan Japon tekelleri bu “marifet” ve “beceriklilik”leri sayesinde “Japon Mucizesi”ni gerçekleştirdiler. “Japon Modeli”, “Japon Mucizesi” ve Japon tekellerinin “altın yılları”nın temelleri 1955–61 arasında atıldı. 1970’lerde doruğa çıktı ve 1970’lerden başlayarak da Japon tekelleri özellikle yabancı yatırımlar alanında olmak üzere sermaye ihracı atağına giriştiler.)
Kapitalist emperyalizmin dengesiz ve sıçramalı gelişmesi, aşın üretim ve bunun sonucu ortaya çıkan sermayenin yeni pazarlara ihtiyaç duyması, emperyalistler-arası pazar paylaşım mücadelesini kızıştırmakta ve bunlar, ekonomik güçlerine (bununla bağlantılı askeri ve siyasi güçler) bağlı olarak birbirlerinin anavatanlarına ve bağlı ülkelerin pazarlarına egemen olmak üzere birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içine girmektedirler. Sermaye ihracında görülen konjonktürel dalgalanmalarda ve büyük emperyalist ülkelerin durumunda görülen değişikliklerde bu faktör, temel bir rol oynamaktadır. Japonya’nın durumu da bundan bağımsız değildir.
Japonya’nın 70’lerde başlattığı ve 1980’li yılların ikinci yarısı -özellikle 1985’te yeni yasal düzenlemelere gidilerek Japon tekellerinin yabancı yatırım yapmalarını kısıtlayan engellerin kaldırılmasından sonra- ile 1990’lı yılların ilk yarısı arasında en üst boyutlarına ulaşan sermaye ihracı atağı etkisini gösterdi. Örneğin 1985’te 6 milyar dolar olan Japon yabancı yatırımları 1988’de 34, 1989’da ise 67,5 milyar dolara yükseldi. Japonya, yabancı yatırımlar alanında dünyada 1. sıraya yükseldi. 1993 yılında ABD’nin kendisini geçmesine kadar 4–5 yıl boyunca dünyada en fazla yatırım yapan emperyalist ülke oldu. Özellikle ABD içinde çok büyük yatırımlar yaptı, büyük miktarlarda hisse senedi, tahvil, üretim tesisi, fabrikalar kompleksi ve menkuller satın aldı. Örneğin 1989’ların sonuna kadar ABD’de Japon tekellerinin 10 dev otomobil üretim kompleksi olmuştu. (Bunlardan dört tanesi ABD tekelleri ile ortaklık halinde idi.) Japonların bu üretim tesislerinde yılda 2 milyon araba üretiliyordu. 1970’li yıllardan başlayan ve giderek hızlanan ölçülerde, başta Almanya olmak üzere, öteki Avrupalı emperyalistlerin yanı sıra ama onlardan çok daha fazla olmak üzere Japon tekellerinin ABD’ye yatarım yapmaları ve neredeyse ellerine geçirdikleri her şeyi satın almalarına Amerikan tekelleri sessiz kalmadılar. Rakiplerine karşı, ama esas olarak da Japon ve biraz da Alman tekellerine karşı, büyük bir karşı kampanya başlattılar. Tekeller-arası rekabet ve pazar kavgası ABD içinde alabildiğine şiddetlendi. Medyası, basını, televizyonu, filmi vb. ile Amerikan tekelleri her türlü kitle etkileşim araçlarını kullanarak özellikle Japonya’ya karşı korkunç bir savaş açtılar. Soğuk savaş dönemindeki komünizm, Sovyet ve KGB tehlikesinden sonra yeni bir tehlike, “Japon tekellerinin ABD’yi ele geçirme tehlikesi” ve yeni bir düşman olarak Japon tekelleri düşmanı yaratıldı. Artık romanlardan sinema ve televizyon filmlerine ve hatta “Brezilya Dizilerine” kadar her yerde bir Japon tehlikesi boy gösteriyordu. Sokaktaki Amerikalı emekçinin beynine Japonların ABD’de tehlikeli boyutlara varan miktarlarda menkul ve fabrika satın aldıkları; Amerika’nın ulusal simgesi olmuş Rockefeller Center’ın bile Japonların eline geçtiği; çok geçmeden Los Angeles’ta Amerikan sahipli hiçbir yer kalmayacağı; her şeyin, Hollywood stüdyolarının bile yakında Japonların eline geçeceği ve eğer buna dur denilmezse ABD’nin yakında boydan boya Japon tekeli Nippon’un yarı sömürgesi haline geleceği düşüncesi kazındı. Japon arabası, televizyonu, bilgisayarı alınmaz oldu. Bu propaganda bombardımanın da etkisi ile Japon tekellerinin ABD’deki yatırımları giderek düştü ve Japon doğrudan yatırımlarının ABD ve bununla birlikte de dünyadaki hızı kesildi. Örneğin yalnızca 1995 yılında Japon tekellerine bağlı 75 şirket ve tekel satıldı ya da kapatıldı. Japon tekellerinin kısmen boşalttığı yeri, anında ABD tekelleri yeniden doldurdu. Japon yatırımlarının özellikle ABD’deki hızı düşmesine rağmen durmadı. ABD’den ayrılan Japon tekelleri Asya ve Uzak Doğu ülkelerine daha fazla kaydılar. Japon tekelleri Uzak Doğu’da bugün ABD ve Avrupa’da elde ettikleri gelirin iki katından fazlasını elde etmektedirler.
Japonya bugün Uzak Doğu ve Pasifikler’e ABD ve İngiltere’nin üç katından fazla yabancı yatırım yapmaktadır. Ama doğrudan yabancı yatırımlarının kat kat fazlasını incelememizin ileriki bölümlerinde daha geniş göreceğimiz gibi, bu bölge ülkelerine faizle borç ve kredi olarak vermektedir. Japonya 1996’da Asya ülkelerine verdiği 213 milyar dolarlık borç ile ABD’nin verdiğinin 4,5 katini, Almanya’nın 3,5 katım, İngiltere’nin 4,8 katını ve Fransa’nın ise 225 katını verdi. Ve yine Japonya verdiği toplam borç miktarının yüzde 2’sini Doğu Avrupa’nın kapitalist ülkelerine, yüzde 98’ini ise geri ve bağımlı ülkelere, geri ve bağımlı ülkelere verdiğinin ise yüzde 76,5’luk kısmını Asya ülkelerine verdi. Buna karşılık ABD, verdiği toplam borçlarının yüzde 6,5’unu Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, yüzde 25,8’lik kısmını Asya ülkelerine; İngiltere 3,7’lik kısmım Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, yüzde 43,4’lük bölümünü Asya ülkelerine; Almama yüzde 28,8’lik kısmını Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, yüzde 27’Iik bölümünü Asya ülkelerine; Fransa ise 1996 yılında verdiği toplam borçlarının, yalnızca yüzde 16,8’ini Asya ülkelerine verdi. Bugün büyük bir krizin pençesinde kıvranan Uzak Doğu ülkelerine, gelişmiş emperyalist kapitalist ülke bankalarının verdiği borç ve kredi miktarı, 1996 sonunda 338 milyar dolara ulaşmıştı. Bu rakam 1993 rakamlarının iki katını aşmıştı. Uzak Doğu krizinin merkezindeki 5 ülkeye sadece Japon bankalarının verdiği miktar, 1997 yılı verileriyle 270 milyar dolar idi. Bölgede gerek borç ve kredi, gerekse de yatırım olarak yabancı sermayenin payına baktığımızda, Japonya’nın yüzde 34,5, dört ASEAN ülkesinin (Tayland. Filipinler, Malezya ve Endonezya, birbirlerinin pazarlarına yatırım yapıyorlar.) yüzde 43. Almanya’nın yüzde 14,3, İngiltere’nin yüzde 9,8, Fransa’nın yüzde 8, ABD’nin yüzde 6,3, Kanada’nın ise yüzde 1,6’dır. 1998 rakamlarına göre Japon tekellerinin Uzak Doğudaki zararları, daha şimdiden yarım trilyon doların üzerine (550 milyar dolar) çıkmıştır. Bu krizden Japonya dışında, HSBC Holdingleri tekelinde daha belirgin olmak üzere İngiltere; J.P. Morgan ve IBM’de özellikle belirginleşmek üzere ABD, Deutsche Bank’ta dışa vurmak üzere Almanya ve Société Générale’de daha belirgin olmak üzere Fransa da büyük zararlara girdiler. Ama diğerleriyle kıyaslandığında kriz bölge ülkelerinin dışında etkisini en fazla Japonya üzerinde gösterdi. 1990’lı yılların ortalarından itibaren Japon ekonomisinde boy gösteren resesyon, “Kaplan” krizinin de üzerine eklenmesi ile daha da derinleşti ve Japonya’da yeni ve oldukça derin bir krizin bütün etkileri görülmeye başlandı. Bugün ABD ve İngiltere’de bir yükselme görülürken Japonya’da hızlı bir gerileme gözlenmektedir. Sonuç olarak Brezilya, Arjantin, Meksika ve ardından da Kore ve Singapur gibi “Kaplan Ekonomileri” balonundan sonra “Japon Mucizesi” balonunun başına da, fazla şişirilen her balonun başına gelecek olanlar gelmiş ve patlamıştır.
Japonya kapitalizminin girdiği büyük kriz ve hızlı gerilemeyi daha açık belgelemek için her ne kadar kesin ve net bir gösterge olmasa da yine de bir fikir vermesi için ABD’de yayınlanan Business Week adlı haftalık derginin yaptığı borsa değerlerine göre dünyanın en değerli 1000 şirketi sıralamasına bir göz atarak Japonya’yı tamamlayalım. Kapitalist dünyanın doğrudan kendi dergi ve gazeteleri olan Fortune, Forbes, Business Week, Economist, European ve Financial Times gibi yayınlar her yıl sıralamalar yapmakta ve dünyanın en büyük tekellerini birbirleriyle kıyaslamaktadırlar. Business Week de 13 Temmuz 1998 tarihli sayısında 22 kapitalist ülkedeki 2700 şirketi inceleyerek yaptığı sıralamasında borsa değerleri açısından dünyanın en büyük 1000 şirketini ve gelişmekte olan ülkeler içinde de en büyük 200 şirketini yayınladı. Yayınlanan sıralama en büyük 1000 şirket arasına ABD’nin 480, Japonya’nın 116, İngiltere’nin 115, Fransa’nın 51, Almanya’nın 46, Kanada’nın 31, İtalya ve Hollanda’nın 24, İsveç’in 22 ve İsviçre’nin de 20 tekeli girdi. ABD tekelleri her zamanki gibi açık farkla önde bulunuyorlar. Ancak esas sorun, Japon tekellerinde. Japon tekelleri önceki yıllarda 3. ülkenin açık farkla çok önünde olurlarken bu yılki sıralamada İngiliz tekelleriyle başa başlar. 116 ve 115. Diğer ülke tekellerinin sayısında artışlar olurken Japon tekellerinin sayısında yüzde 20 düşüş olmuş. Öte yandan borsa değerleri açısından ülkelere göre yapılan başka bir sıralamada ise Japon tekelleri, İngiliz tekellerinin ardından 3. sıraya düşmüş. Oysa önceki yıllarda Japonya sürekli ABD’nin arkasından 2. gelirdi. Bu sıralamada 1. olan ABD tekellerinin toplam borsa değerleri 8,9 trilyon dolar, 2. olan İngiliz tekellerinin borsa değerleri 1,7 trilyon, 3. Japonya 1,4 trilyon, 4. Almanya 906 milyar dolar, 5. Fransa 704 milyar dolar. Geri kalan öteki 5 ülkeyi ise sırasıyla İsviçre, Hollanda, İtalya, Kanada ve İsveç oluşturmuşlar. Buradan da görüldüğü gibi Japon tekellerinin borsalardaki değerlerinin düşmesi üzerine toplam Japon tekellerinin değerleri İngiltere’nin ardında kalarak 3. sıraya düşmüş.
Bu yüzdendir ki, en büyük Japon bankalarından üçü, girdikleri borç krizinden kurtulmak için, doğrudan kendileri ABD’nin en büyük sermaye grubu Morgan’ın ana bankası olan J.P. Morgan’a kendilerini satın alma teklifi götürmüşlerdir. Yakın zamanda olması muhtemel ABD’li ve Avrupalı tekellerin büyük Japon tekellerini satın alma, yutma ya da onlarla füzyon yapma olaylarına şaşırmamalıdır.

İNGİLTERE
İngiltere uzun bir “savaşım için donanma” ve hazırlık döneminden sonra en eski ve tecrübeli kapitalist olmanın avantajlarını da kullanarak yeniden yükselişe geçmekte ve sanayi temelini yenilemeye yönelik atılımlarını hızlandırmaktadır. İngiliz kapitalizminin, son 19 yıllık sürecine baktığımızda en dikkat çekici özelliği, sermaye birikimini hızla büyütme gayretidir, İngiliz mali sermayesi bu gayretlerine uygun olarak yeniden bir yapılanma sürecinden geçmektedir. Bütün çabalan bu sermaye birikimini daha da artırmak amacıyla bankaların rolünü güçlendirecek yapı değişikliklerine gitme yolundadır.
İngiltere 1979’da Kuzey Denizi’nde petrol bulmasının ardından elinde hızla biriken sermayeyi ülke içine yatırmak ve sanayisini yenilemek yerine ihraç etme yolunu seçti ve sonuçta 1987’de Japonya ve ABD’nin kendisine yetişip geçmelerine kadar dünyada en fazla yabancı yatırım yapan ülke oldu. 1990’lı yılların ortalarından itibaren Japon yatırımlarının hızının kesilmesi ile birlikte ABD’nin ardından dünyada ikinci en fazla yabancı yatırım yapan emperyalist ülke konumuna geldi ve bu konumunu bugün de korumaktadır.
İngiltere’nin yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar 1914’te 6,5 milyar dolar iken 1960’da 10,8 milyar dolar oldu. Bu miktar 1971’de 23,7, ’80’de 80, ’85’de ise 90 milyar dolara yükseldi. 1980’lerin ortalarından itibaren DYY’lerde hızlı bir yükseliş başladı. DYY stoklan 1990’da 213,9 milyar dolara, ’92’de 287,2 milyar dolara, 1995’te ise 326 milyar dolara ulaştı. ’95’te gerçekleşen bu oran ’81-’85 arasına göre 6 kat daha fazlaydı. Oysa aynı dönemde ticaret sadece yarım kat artmıştı. (UNCTAD, 93 Verileri)
Başını 5 büyük emperyalist ülkenin çektiği gelişmiş kapitalist ülkeler yalnızca DYY yapmakla kalmadılar, aynı zamanda kendi ülkelerine de büyük miktarlarda DYY yapılmasını sağladılar. Bunların arasında ABD ve İngiltere, başı çekmektedir. ABD’ye en fazla DYY yapan iki ülke Japonya ve İngiltere oldu. Yine İngiltere’ye en fazla DYY yapan iki ülke, ABD ve Japonya oldu. ABD Avrupa’ya yaptığı DYY’lerin yüzde 40’ını tek başına İngiltere’ye yapmaktadır. Aynı şekilde Avrupa’nın ABD’ye yaptığı DYY’lerin da yüzde 40’ından fazlasını tek başına İngiltere gerçekleştirmektedir. ’81-’91 arasında İngiltere’nin ABD’ye yaptığı DYY miktarı 244 milyar dolar, ABD’nin İngiltere’ye yaptığı ise 167 milyar dolar olmuştur. Son bir örnek daha: Dünyada kendisine en fazla DYY yapılan iki ülke, ABD ve İngiltere. Aynı şekilde dünyaya en fazla DYY yapan iki ülke de, yine ABD ve İngiltere. (Rakamlar Birleşmiş Milletler, 1992 verilerine ait, s. 14, 16)
Aynı şeyi ihracat ve ithalatında da görüyoruz, İngiltere ihracatının büyük kısmını başta Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa Birliğine (yüzde 57,7), ikinci olarak da ABD’ye (yüzde 13,4) yapıyor. Aynı şekilde ithalatını da sırasıyla Avrupa Birliği (yüzde 55). ABD (yüzde 13,8) ve Japonya’dan (yüzde 5,8) yapıyor.
En gelişkin 5 büyük emperyalist ülke arasında -özellikle de İngiltere, Almanya ve Fransa arasında- tam ve doğru bir sıralama yapmak her ne kadar güçse de, yine de yaklaşık bir sıralama yapmak mümkün. Buna göre, İngiltere ekonomik güç ve sanayi alanında ABD, Japonya, Almanya ve hatta Fransa run ardında yer alırken, sermaye birikimi, borsada görülen işlem hacmi, para piyasalarındaki gücü ve DYY’ler açısından ABD ve Japonya’nın ardından geliyor. Rantiye-spekülatif sermaye ve para piyasalarındaki bu güçlü konumunun sanayiye yansımaması elbette beklenemezdi.
İngiltere’de yayınlanan The Guardian ve The Observer gazetelerinin ekonomi servisleri şefliğini yapan Neo-Keynesci ve Blairci Will Hutton. 1995’te yayınlandığında büyük yankılar yapan The State We’re In (İçinde Bulunduğumuz Durum) adlı kitabında “Bir zamanlar dünyanın atölyesi olan İngiltere bugün Avrupa’da Almanya, Fransa ve İtalya’dan sonra dördüncü sırada yer alıyor. Bazı şeylerimizi de İspanya’da yaptırmak zorunda kalıyoruz” diyerek feryat ediyor. Ancak özellikle 1995’ten sonraki verilere bakıldığında durumun hiç de öyle olmadığı ve bir zamanlar “topraklarında güneşin batmadığı” dünyanın ilk ve en tecrübeli kapitalist ülkesinin meydanı öyle kolaylıkla bırakmayacağı görülüyor.
İngiliz mali sermayesi giriştiği atılım yolunda tutucu ve geleneklere bağlı muhafazakâr hükümetle bu atağını yeterince uygulayamayacağına ve ağır kalacağına kanaat getirmiş olduğundan İşçi Partisi’ni (Labour) iktidar yaptı. İngiltere Sanayiciler Konfederasyonu (CBI) 1997’deki kongresinde açıkladığı araştırmada İngiliz mali sermayesinin Avrupa içinde yer almak istediği ortaya çıktı. Söz konusu araştırmada İngiliz tekellerinin yüzde 72’si Avrupa’ya girmek isterken yüzde 16’sı karşı çıkıyordu. Yüzde 12’lik bölüm ise henüz kararını vermemişti. Oysa Muhafazakâr Parti CBI kongresinden önce açıkça Avrupa’ya, Avrupa Birliği ve Ortak Para Birliğine karşı olduğunu açıklamıştı. 18 yıllık Avrupa karşıtı Muhafazakâr hükümetten sonra seçimi kazanarak iktidar olan İşçi Partisi’ni, tekel medyasının yanı sıra British Petrol’den (BP) Barclays Bank’a kadar İngiliz mali sermayesinin ve onların tekellerinin neredeyse tümünün gizlemeye gerek görmeden açıktan desteklemesinin nedenleri böyle bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır.
İngiliz mali sermayesi rantiye kapitalist olması ile övünüyor. 1982–85 arasında demiryolu altyapı yatırımlarının GSYİH içindeki oranı Almanya’da yüzde 0,8 ve Fransa’da 0,65 olmasına karşın İngiltere’de 0,4 olması ile demiryolu onarım ve bakım harcamaları oranının İtalya’da 0,26 ve Belçika’da da 0,29 olmasının yanında İngiltere’de sadece 0,09 olmasını İngiliz Demiryolları’nın (British Rail) eski başkanı Sir Robert Reid: “Onlar demiryolu yaparken biz para yaptık.” diyerek açıklıyor.
İngiltere’nin otomotiv, madencilik vb. sektörlerini terk etmesi onun belli alanlarda güç toplama çabası ve rantiye özelliklerinin daha da artmasıyla da ilişkilidir. Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm adlı eserinde Schulze-Gaevernitz’ten aktardığı pasajda şunları belirtmektedir: “Avrupa genel olarak çalışmayı -önce tarım ve madencilik alanında, sonra da kaba endüstriyel çalışmayı- beyaz olmayan insanlığın sırtına yükleyecek, kendisi rantiye rolüyle kalacak, böylece de belki, beyaz olmayan ırkların önce ekonomik, sonra politik kurtuluşlarını hazırlamış olacaktır.” (age, s.108)
Yine Lenin, aynı eserinde, aynı Schulze-Gaevernitz’in “İngiliz Emperyalizmi” adlı eserinden şunları aktarmaktadır: “İngiltere -diye yazıyor Schulze-Gaevernitz- yavaş yavaş, sanayi devleti olmaktan, alacaklı devlet olmaya doğru gitmektedir. Endüstriyel üretimdeki ve endüstriyel ihracattaki mutlak artışa rağmen, ulusal ekonominin bütününde faiz ve temettü gelirlerinin nispi önemi büyümektedir. Görüşümce bu olgu, emperyalist yükselişin iktisadi temelidir. Alacaklının borçluya bağlılığı, satıcının alıcıya bağlılığından daha kalıcıdır” (Lenin, age, s. 105)
Özetleyecek olursak, dün olduğu gibi, bugün de Avrupa’nın rantiye özellikleri en fazla gelişmiş mali sermayesi esas olarak İngiliz mali sermayesidir. Avrupa’nın en rantiye ve en asalak emperyalist kapitalist ülkesi İngiltere’dir. Bir farkla ki, bugün bu özellikleri düne göre çok daha fazlalaşmıştır. Bu durumdan diğer Avrupalı emperyalist kapitalist ülkelerin rantiye-asalak olmadıkları, böyle bir yan taşımadıkları anlamı çıkarılmamalıdır. Öteki Avrupalı emperyalist kapitalistlerin rantiyeci-asalak özellikleri de her geçen gün giderek daha da çoğalarak artmaktadır.

ULUSLARARASI TEKELLER VE YABANCI YATIRIMLAR
Doğrudan Yabancı Yatırımları gerçekleştiren tekelleri, Birleşmiş Milletlerin alt kuruluşu olan UNCTAD’ın Erasmus Üniversitesi ile işbirliği halinde yaptığı ve 1995 yılı sonu itibarı ile kayıtlı oldukları ülke dışındaki mal varlıkları -aktifleri- baz alınarak yapılan sıralamada en büyük 100 tekelin durumuna göz atarak biraz daha yakından inceleyelim: Birleşmiş Milletler verilerine göre ülke dışında en fazla mal varlığı olan ilk çokuluslu olarak belirtilen 100 tekelden 30’u, ABD tekeli. Geri kalanların 18’i Japon, 11’i Fransız, 11’i İngiliz (bunların 2 tanesi İngiliz-Hollanda ve 1’i de İngiliz-Avustralya ortaklığı durumunda), 9’u Alman, 5’i İsviçre, 4’ü Kanada, 3’ü İsveç, 2’si İtalyan, 2’si Avustralya ve yine 2’si de Belçika ve arta kalan 3 tanesi de tek tek Hollanda, Güney Kore ve Venezuela’ya ait tekeller.
Bu toplam 100 tekelin 4 trilyon dolara yakın (3 trilyon 981 milyar) toplam malvarlıklarının yüzde 40’nı oluşturan 1,5 trilyon (1 trilyon 575.6 milyar) doları kendi ülkeleri dışında yatırılmış durumda. (Ülke dışındaki maş varlıkları açısından bu 100 tekelden7 tanesinin verileri elimizde olmadığından 100 yerine 93’ünün verilerinin toplamını almak zorunda kaldık. Cirolar ve çalıştırdıkları kişi açısından rakamlar 93 değill, 100 tekele aittir.) Örneğin Shell’in 117,6 milyar dolarlık mal varlığının 80 milyarı, Ford ve General Electric’in 70’er milyarlık malvarlıkları ve General Motora, Volkswagen, IBM ve Toyota’nın da sırasıyla 54, 50, 42 ve 36 milyar dolarlık malvarlıkları ülke dışında bulunuyor.
100 tekelin 1995 yılındaki bir yıllık toplam ciroları 4 trilyon 189,6 milyar dolan bulmuş ve bu 100 tekelin ülke dışına yaptıkları satışları toplam satışlarının yarısını oluşturarak 2 trilyon 72 milyar dolara erişmiş. Bu 100 tekelden Shell 110 milyar dolarlık cirosunun 80 milyarını diğer ülkelerden sağlamış. Aynı şekilde Rockefeller’in Exxon’u 97 milyar, Japon Mitsui 67, Sumitomo 58, Mitsubishi 51 ve Toyota 50 milyar ve Amerikan General Motors da 48 milyar dolarlık cirolarını ülke dışında gerçekleştirmişler.
Çalıştırdıkları işçi ve diğer personel sayısı açışından ise yine bu 100 çokuluslu tekel çalıştırdıkları toplam 12 milyon (12 milyon 98 bin 832) kişinin yüzde 48’ini, yani 5,8 milyonunu ( 5 milyon 825 bin 701) kendi ülkeleri dışında istihdam etmekteler. Bu tekellerin içinde örneğin İngiliz-Hollanda ortaklığı olarak tanınan ama aslında hisselerinin çoğunluğunu İngiliz, ABD ve Hollanda olmak üzere çeşitli emperyalist ülke tekellerinin aralarında paylaştıkları petrol devi Royal Dutch-Shell’in 104 bin işçisinden 81 bini, İsviçre tekeli Nestle’nin 220 bin işçisinden 214 bini, yine İsviçre tekeli ABD’nin 210 bin işçisinden 197 bini, İngiliz-Hollanda ortaklığı Unilever’in 307 bin işçisinden 276 bini, Hollanda tekeli Philips’in 265 bin işçisinden 221 bini, Alman ilaç ve kimya tekeli Hoechst’in 161 bin işçisinden 100 bini, İngiliz tütün-sigara tekeli B.A.T.’ın 170 bin işçisinden 155 bini yurtdışındaki fabrikalarında çalıştırılıyor. Yine Amerikan tekellerinden General Motors ülke dışındaki üretim tesislerinde 252 bin, Ford Motor 103 bin, Pepsi 142 bin ve General Electric 72 bin kişi çalıştırıyor.
Yabancı yatırımların ezici çoğunluğunu en büyük tekeller gerçekleştirmektedir. Örneğin Japon yabancı yatırımlarının yüzde 80’inin çoğu 6 büyük keiretsuya (Japon tipi “holdingler grubu) ait olan 200 tekel tarafından yapılmaktadır. Aynı durum ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve öteki emperyalist kapitalist ülkeler açısından da geçerlidir.

FÜZYONLAR VE DOĞRUDAN YABANCI YATIRIMLARDAKİ ROLÜ
Doğrudan yabancı yatırımları yaptıkları sırada emperyalist tekeller çeşitli yollar kullanmaktadırlar. Bu yolların en önemlilerinden birisi de füzyon denilen, şirket birleşme ve yutmalarıdır. Emperyalist ülke tekelleri çoğu kere bir ülkeye gidip yatırım yapma ve pazara girme mücadelesi verme yerine, daha önceden o pazar ya da pazarlara yerleşmiş tekelleri satın almakta, birleşme adı altında o tekel ya da tekelleri yutarak tekelin bütün pazar ve ilişkilerini de ele geçirmiş olmaktadır.
1996’daki verilere bakıldığında gerçekleşen yabancı yatırımların neredeyse yarıya yakınının füzyon yolu ile gerçekleştiği görülecektir. Dünyada bütün bölgelerde, özellikle de ABD ve Batı Avrupa’da füzyonlar yabancı yatırım akışında çok önemli bir rol oynadılar. 1990’lann başlarından itibaren son 6–7 yıllık süreç içinde çok uluslu tekellerin birbirleriyle birleşmeleri ya da daha doğru tanımla birinin diğerini yutması, “cross-border” füzyon denilen ve çok uluslu, çapraz sınırlı ya da sınır ötesi füzyonlar diye çevirebileceğimiz şirket birleşmeleri oldukça arttı. 1995’te gerçekleştirilen çokuluslu füzyonların yüzde 86’sında en azından bir Amerikalı ortak, yüzde 42’sinde en azından bir AB’li ortak ve yüzde 31’inde ise en azından bir Japon ortak yer aldı. 1996 yılında toplam 275 milyar dolar tutarında bu tür füzyon gerçekleşti. 1996’da, yalnızca başka bir ülkeye ait tekelin bir diğer ülkedeki tekel içinde çoğunluğu ele geçirdiği füzyonları ele aldığımızda bu tür füzyonların değerinin 165 milyar dolara ulaştığını görüyoruz. Bu rakam da yapılan doğrudan yabancı yatırımların yüzde 47’sini oluşturmaktadır.
Bu füzyonlar içinde özellikle ABD ve İngiltere’ye ait tekeller büyük bir rol oynadılar. Çoğunluğun ele geçirildiği, ya da bir diğer ülke tekelinin yutulduğu füzyonların yüzde 40’ını bu iki ülke tekelleri gerçekleştirdiler. 1997’de dünyada gerçekleşen 1,3 trilyon dolarlık füzyonun yüzde 70’ine yakınını oluşturan yaklaşık 1 trilyon dolarlık (919 milyar) bölümü sadece ABD’de ya da diğer ülkelerde olmasına rağmen ABD şirketlerinin içinde yer aldığı füzyonlarda meydana geldi.

ÖZELLEŞTİRMELER
Bir ülkeye yabancı yatırım yapmanın bir diğer yolu da, özellikle 1980’li yıllarda başlayan ve 90’lı yıllarda iyice hızlanan özelleştirmelerdir.
OECD ve Dünya Bankası verilerine göre, geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelerde yalnızca 1994 ve 1995 yıllarında 1500’den fazla KİT özelleştirildi. 1988–95 yıllan arasında gerçekleşen toplam 129 milyar dolar tutarındaki özelleştirmelerin ezici çoğunluğu 1991–95 arasındaki 4 yıl içinde yapıldı. Bu süre içinde 114,5 milyar dolarlık kamu kuruluşu ve sanayi tesisi özelleştirilerek yağmalandı. (Bkz. Tablo: 5)

1988-1995 yılları arasında, dünyada gerçekleştirilen
özelleştirmelerin sektörel dağılımı (milyon dolar) – Tablo-5
Altyapı         47.079
Telekomünikasyon     24.744
Enerji             14.033
Sanayi         31.258
Demir-Çelik         9.002
Kimya             4.007
İnşaat-Yapı         4.145
Diğer imalat sanayi     14.035
Primer Sektor         24.335
Petrol             14.979
Madencilik         4.896
Finans         19.740
Bankacılık         17.306
Diğer Hizmetler     7.176
Toplam         129 588
(Kaynak: World Bank Privatization Database 1997, International Economics Department)

1988–1995 yılları arasında 129 milyar 288 milyon dolarlık özelleştirilme programları içinde yabancı ülke tekelleri bunun yüzde 45,2’sini oluşturan 58 milyar 458 milyon dolarlık kısmını elde ettiler. Dünya Bankası’nın 1997 verilerine göre, emperyalist tekellerin yağmaladıkları bu 58 milyarlık bölümün 37 milyar 636 milyonu doğrudan yabancı yatırımlar, 20 milyar 822 milyon doları ise portföy yatırımları şeklinde gerçekleşti. Aşağıdaki tablodan da görüleceği gibi (Bkz. Tablo: 6), 1989–94 yılları arasında, geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere yapılan doğrudan yabancı yatırımların yüzde 5.6’sı özelleştirmeler yoluyla gerçekleşti. Bu oran Latin Amerika ve Ka-rayip ülkelerinde yüzde 14.2, Orta ve Doğu Avrupa’nın eski halk demokrasili ülkelerinde ise yüzde 48.5’a kadar yükseldi.
Geri ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Özelleştirme Yoluyla Yapılan – Tablo-6
Doğrudan Yabancı Yatırımlar (DYY)
(1989–94, milyon dolar ve yüzde)
Özelleştirme sonucu yapılan DYY Özelleştirmelerin DYY içindeki payı
Doğu Asya – Pasifik (*)         2.739,0     % 1,5
Orta, Doğu ve Diğer Avrupa (**)          8.578.0     % 48,5
Latin Amerika-Karayipler         13.391.6     % 14,2
Orta Doğu – Kuzey Afrika         447,3         % 2,9
Güney Asya                 87,0         % 2,1
Aşağı Sahra Afrikası             948,4         % 7.6
Toplam (Tüm Geri Ülkeler)         17.613.3     % 5,6
(Kaynak: Dünya Bankası, Privatization Database and World Bank, 1996) (*) Çin dâhil değildir
(**) Yalnızca 1991–94 verileridir.

FAİZ GETİREN SERMAYE OLARAK DIŞ BORÇLAR
Sermaye ihracının bir diğer önemli kısmını da dış borç ve krediler oluşturur. En kısa yoldan, en çabuk ve en kolay bir şekilde azami kâr peşinde koşan sermaye için faizle borç ve kredi vermek her zaman cazip olagelmiştir. Bu durum bugün daha da artmış bir şekilde sürmektedir.
Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve OECD verilerine göre dünyadaki borç miktarı 2 trilyon doların oldukça üzerine çıkmış durumdadır. 1996 sonu itibarı ile toplam dünya borç tablosu 2 trilyon 177 milyar dolardır ve bugün rakam çok daha artmıştır. (Bkz. Tablo: 7, s. 70) Emperyalist ülkelerin verdikleri borç miktarları 1994 yılında 2 trilyon dolara ulaştı. Borçlu ülkeler borç veren ülkelerin bankalarına sadece 1982-1987 arasındaki yıllarda 140 milyar dolar faiz ödediler.

Geri ve Gelişmekte Olan Bağımlı Ülkelerin Toplam Dış Borç Stokları – Tablo-7
(milyar dolar, 1980-1996)
Borçlu Bölgeler    1980        1989        1990        1994        1995        1996
Coğr Bölg. Göre Ülk.    
Doğu Asya ve Pasifik    64.600        207.233    239.099    326.518    404.458    451.847
Orta ve D. Avrupa (*)    87.919        236.228    262.306    396.679    425.319    451.432
L. Amer. Karayipler    257.266    452.794    491.720    585.841    636.594    656.543
O.doğu ve Kzy. Afr.    83.7931    89.005        182.548    210.168    216.046    220.801
Güney Asya        38.014        116.770    130.034    161.073    156.778    160.999
Aşağı Sahra Afr.    84.119        172.153    191.291    211.221    226.483    235.425

Gelirlerine Göre Ülk.
Düşük Gelirli Ülk    106.209    356.880    405.622    512.185    535.794    548.282
Orta Gelirli Ülk.    509.503    1.017.302    1.074.548    1.414.756    1.530.883    1.628.765
Türkiye        19.131        41.447        49.238        66.391        73.592        79.748   
Bütün Ülkeler (Topl.)     615.711    1.374.182    1.480.170    1.926.941    2.065.676    2.177. 047
(Kaynak: WB -Dünya Bankası-, World Debt Tables -Dünya Borç Tabloları- ,1997, s, 14–46, 536)
(*) Orta ve Doğu Avrupa içinde Orta Asya’daki Eski Sovyetler Birliği Ülkeleri de yer almaktadır

1986’daki 1,2 trilyon dolarlık toplam borcun 228 milyar dolarlık kısmı Afrika ülkelerine aitti. Bu rakam Afrika kıtasının toplam yıllık GSMH’nın yarısına eşitti. 17 Aşağı Sahra Afrikası ülkesinin borç tutarları yıllık GSMH’larının yüzde 100’ünden, 5 ülkesinin ise yüzde 200’ünden fazlaydı. Afrika kıtasının toplam ihracatının yüzde 40’ı faiz ödemelerine gidiyordu.
Aynı dönemde Latin Amerika ülkeleri 410 milyar dolarlık borçlarının faizlerini ödeyebilmek için ihracat gelirlerinin üçte birini emperyalist bankalara vermek zorunda kaldılar. 1982–1987 arasında Meksika tek başına 50 milyar dolar faiz ödedi. Meksika ihracat gelirlerinin yüzde 40’ını, Brezilya yüzde 28’ini, Arjantin ise yarısını faiz olarak ödemek zorunda kaldı. Arjantin borcunun bir kısmını ödeyebilmek için kamu kuruluşu olan telefon ve haberleşme kurumu ile havaalanlarının yüzde 40’ını yabancı sermayeye sattı. Aynı şekilde Meksika’nın borçları GSYİH’nın yüzde 54’üne. Brezilya’nın ise yüzde 37’sine denk düşüyordu.
1973 petrol krizi ile 1982 Meksika borç krizi arasında kalan dönem içinde emperyalist kapitalist ülkelerden geri ve bağımlı ülkelere akan borç miktarı korkunç boyutlara ulaştı. 1973’te geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin toplam borcu 42 milyar dolan Latin Amerika ülkelerine ait olmak üzere 100 milyar, 1975’te ise 165 milyar dolar idi. 1979 da toplam borç 300 milyara, 1982’de ise 540 milyar dolara ulaştı. Bunun yüzde 75’i yine Latin Amerika ülkelerine aitti.. 1988’de 877 milyar dolara ulaşan toplam borcun 378 milyar doları Latin Amerika, 325 milyar doları Asya ve 174 milyar dolan da Afrika.ülkelerine aitti. 1994 yılında ise toplam borç miktarı 2 trilyon dolar oldu. Görüldüğü gibi 21 yıl içinde borç miktarı 20 kat artış gösterdi. 1975 ile 1987 arasında verilen borçların yıllık faizleri yüzde 5,6 ile yüzde 9,6 arasında değişim göstermekteydi. Bugünkü faizler de vadenin uzunluğuna bağlı olarak yüzde 5 ile yüzde 11,325 arasında değişmektedir.

Bazı Emperyalist Ülkelerin Verdikleri Dış Borç Tutarları: – Tablo-8
(Milyar ABD doları,1993–1996)
1993        1994        1995        1996
Japonya        241,1        245,1        298,0        284,4
Almanya        142,9        152,6        206,1        214,3
ABD            142,8        151,5(*)    162,0        183,4
Fransa            101,6        111,9        141,3        55,8
İngiltere        62,3        81,1        62,4        100,6
İtalya            47,9        44,2        48,6        45,2
Hollanda        25,8        31,7        36,8        42,7   
(Kaynak: OECD Dış Borç İstatistikleri 1994, 95, 96, 97 yıllıkları)
(*)OECD’nin verdiği borç tabloları ile ABD Merkez Bankası konumundaki Federal Reserve System’n verileri birbirlerini tutmamaktadır. Bu çelişkiye karşın biz OECD’nin verilerini esas aldık.

Tablo 8’den de görüldüğü gibi dünyada en fazla borç veren ülke Japonya’dır. Japonya bu konuda uzun süredir birinciliği kimseye kaptırmamaktadır. Japonya’nın ardından Almanya ve ABD gelmektedir. Bu ikilinin arkasından da Fransa ve İngiltere sıralanmaktadır. Bu iki en yaşlı kapitalist ülke yer yer birbirlerinin önüne geçmektedirler. Bu en büyük 5 emperyalist ülkenin sadece 1996’da verdikleri toplam borç miktarı 840 milyar dolardır. Japonya, ABD ve Almanya’dan oluşan üç emperyalist ülke toplam borçların yüzde 70’ini vermektedirler. 5 büyük emperyalist ülkeden ABD daha çok Latin Amerika’ya, Japonya Asya, Uzak Doğu ve Pasifiklere, Almanya, Fransa ve İngiltere Afrika’ya, Almanya ve İtalya Orta ve Doğu Avrupa’ya ve yine İngiltere Güney Asya ve Uzak Doğu ülkelerine borç vermektedirler. Dikkatli bakıldığında görüleceği gibi borç verilen yerlerin dağılımında eski sömürge ilişkileri, tarihi ve kültürel bağlar, coğrafi yakınlık gibi etkenler özellikle önemli olmaktadır.

Emperyalist Ülkelerin Verdikleri Borçların Bölge ve Ülke Gruplarına Göre Dağılımı – Tablo-9
(Milyar dolar, 1996)
Topl.Kap.Ülk. Geri, goüvb Toplam    EFBAÜ    Asya Ülk.    L.A. Ülk    ASA    EYÜ
ABD        183,4        11,9             171,5    129,8        47,3        77,8         7,3    5,0
Japonya    284,4        5,9             278,5    218,8        213,0        32,4         9,1    9,0
Almanya    214,3        61,7             152,6    137,6        58,4        41,7        14,5    7,8
İagiltere    100,6        3,8             96,8    61,5        43,7        24,1         11,0    4,1
Fransa        55,8        3,7             52,1    22,8        9,4        7,6         19,5    16,0

5 ülk. Topl.    833,5        87,0             751,5    570,5        371,8        183,6         61,4    31,9

İtalya        45,2        8,1             37,1    27,3        6,0        14,5         5,1    3,5
Hollanda    42,7        5,1             37,6    27,9        15,2        16,1         3,1    1,0
Kanada    28,3        0,9             27,4    17,9        9,9        12,6         1,3    1,0

OECD Ülk.    1610,5        161,7             1448,8    1072,4        654,5        419,5        106,3    72,3
Büt.Brç.Ver.Ü.    2138,3        207,7             1931,6    1277,5        840,2        553,3        192,4    188,2

Top. İç. Oran%100        09,7             90,3    59,7        39,2        25,8        08,9    08,8
Geri ülk iç. Or% –        –             100    66,1        43,5        28,6        10    9,7
(Kaynat OECD Dış Borç İstatistikleri, 1997)
(The Maturity. Sectorial  and Nationality Distribution of International Bank Lending, Second Half 1996,)
(Bank for International Settlements, July 1997, p: 16-20)
Kısaltmalar:
Kap. Ülk: Kapitalist ülkeler,
EFBAÛ: En Fazla Borç Alan Ülkeler (Rusya, Çin, Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Tayland, Filipinler, Mısır, Cezayir, Meksika, Brezilya, Arjantin ve Türkiye gibi en fazla borç alan 15 ülke)
Asya Ülk: Asya ve Pasifik Ülkeleri
L. A. Ülk:Latin Amerika ve Karayip Ülkeleri
ASA: Aşağı Sahra Afrika ülkeler
EYÜ: En Yoksul Ülkeler (Çoğu Afrika’da olan gelir düzeyi en düşük ülkeler)
Geri ve GOÜEV: Geri ve gelişmekte olan ülkelere verilen borçlar.

Tablo 9’a bakıldığında şu sonuçlar rahatlıkla görülmektedir: 1996 yılında verilen toplam dış borçların yüzde 90’ı geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere, sadece yüzde 10’u ise bu geri ve bağımlı ülkelerin dışındaki çoğunluğunu Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nin eski halk demokrasili ülkelerinin oluşturduğu kapitalist ülkelere yapılmıştır, Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkeler arasında ise borçların büyük çoğunluğu (toplam borçların yüzde 60’ı) sayıları ancak 15’i bulan ülkelere gitmektedir. (Bkz. Tablo: 10, s. 72) 2 trilyonu aşan borçların yüzde 60’ı Meksika, Çin, Brezilya, Endonezya, G. Kore, Tayland, Rusya, Hindistan, Arjantin, Türkiye, Filipinler, Malezya, İsrail, Mısır ve Cezayir’den oluşan 15 ülkeye giderken geri kalan yüzde 40’lık bölüm 160 ülke arasında dağılmaktadır.

En Fazla Borç Verilen 15 Ülkenin Toplam Dış Borç Miktarları – Tablo-10
(Milyar ABD doları, 1995)
1995    1996
Meksika        165,7    147,0
Çin            118,1    128,1
Brezilya        159,1    115,8
Endonezya        107,8    111,3
G. Kore        –    112,6
Tayland        56,8    109,1
Rusya            120,4    104,5
Hindistan        93,7    95,5
Arjantin        89,7    88,1
Türkiye        73,6    79,7
Filipinler        39,4    49,1
Malezya        34,3    38,1
İsrail            –    36,2
Mısır            34,1    34,8
Cezayir        32,6    34,7
(Kaynaklar: 1995 rakamları Dünya Bankası’na, 1996 rakamları ise OECD’ye aittir.)
Özellikle borç tablolarında Dünya Bankası ile OECD rakamları yer yer birbirlerini tutmamaktadır. Bu yüzden bizim verdiğimiz tabloda da, özellikle Meksika, Brezilya, Tayland ve Rusya gibi ülkelerde, büyük farklılıklar göze çarpmaktadır. Dünya Bankasına göre 1996 dünya toplam borç miktarı 2 trilyon 177 milyar dolar, OECD’ye göre ise 2 trilyon 139 milyar dolardır. Farklılıklar olmasına rağmen bir fikir vermesi için her iki kaynağa da başvurmayı uygun bulduk. Hata payları bize değil, belirtilen kaynaklara aittir.

1980’lerin sonu ile 1990’ların başlarında toplam borç tutarları 100 milyar doların üzerinde olan yalnızca iki ülke, Meksika ve Brezilya bulunmaktaydı. Oysa bugün bu ikiliye Çin, Tayland, Endonezya, Güney Kore ve Rusya da eklenmiştir. Hindistan da hemen arkadan gelmektedir.
Toplam borçlar içinde ise toplamın yüzde 10’u Orta ve Doğu Avrupa’nın kapitalist ülkelerine, yüzde 60’ı büyük çoğunluğu gelişmekte olan 15 ülkeye, kalan yüzde 30’luk kısmı ise öteki bütün geri ülkelere gitmektedir. Bölgelere göre baktığımızda ise, verilen her 10 dolarlık dış borcun 9 dolarının gittiği geri ve gelişmekte olan ülkelere verilen borcun yarıya yakınını oluşturan yüzde 43,5’lik kısım Asya ve Pasifik ülkelerine, dörtte birinden fazlası, yüzde 28,6’sı Latin Amerika ve Karayip ülkelerine, yüzde 10’u da Aşağı Sahra Afrikası ülkelerine gitmektedir. Geriye kalan yüzde 20’ye yakın kısım da, çoğu Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkeler olmak üzere, dünyanın öteki bölgelerine akmaktadır.
ABD’nin 1994 yıkıda diğer ülkelere verdiği borç toplamı 254 milyar 534 milyon dolar oldu. Bu miktarın yüzde 34 “ünü oluşturan 87 milyar 174 milyon dolarlık bölüm doğrudan bankalar tarafından verildi. Devlet ve kamu kuruluşları 60 milyar 916 milyon dolar (yüzde 24) ve sigorta şirketi, yatırım şirket ve bankaları, borsa aracı ve simsar kuruluşları, emekli fonları gibi bankaların dışındaki diğer “finans kurumlan” da 106 milyar 465 milyon dolar (yüzde 42) borç verdiler. Verilen bu borçların nerelere ve ne kadar verildiği konusunda genel bir fikir edinebilmek için de örnek olarak, yaklaşık 190 milyar ile en fazla borç verilen ilk 20 ülkeyi ABD’nin Board of Governors ofthe Federal Reserve System’in verilerine dayanarak sıralayalım: İngiltere’ye 32,3 milyar dolar, Japonya’ya 18,5, Meksika’ya 18,3, Brezilya’ya 14,8, Arjantin’e 11,3, Cayman Adaları’na 10,1, Fransa’ya 9,7, Güney Kore’ye 8,1, Almanya’ya 8,0, Belçika-Lüksemburg’a 7,5, Kanada’ya 7,4, Hong Kong’a 7,4, Singapur’a 6,4, İtalya’ya 6,1, Hollanda’ya 6,0, İspanya’ya 4,9, Tayland’a 4,3, Şili’ye.4,3 ve İsviçre’ye 4,1 milyar dolar. Geri kalan 65 milyar dolarlık kısım ise başta Latin Amerika ile Uzak Doğu ve Asya Pasifik ülkeleri ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu diğer ülkeler ile Çin, Rusya, Doğu Avrupa ve eski SSCB ülkelerine verilmiş durumda. Tek tek bu ülkelere verilen borç miktarları 4 milyar, doların altında bulunuyor.
Emperyalist tekellerin geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere verdikleri borçlara örnek teşkil etmesi için Amerikan J P Morgan ve Alman Deutsche Bank’ın Deutsche Morgan Grenfell yatırım bankası’nın son yıllarda verdikleri borçlarından sadece bazılarını sıralayalım:
ABD mali sermaye grupları içindeki en büyük grup olan Morgan grubunun 1886’da kurulan ilk şirketi ve grubun ana bankası olan dünyanın en büyük, en eski ve en köklü yatırım bankalarından J. P. Morgan yalnızca 1870’de Fransız hükümetine borç vermekle kalmadı. 2. Savaş sonrasındaki Marshall planı sırasında da İngiltere’den Japonya’ya kadar olduğu gibi bugün de ülkelerin büyük tekelleri bir yana çok sayıda ülke hükümetlerine kısa, orta ve uzun vadeli faizlerle borç ve kredi vermektedir. İşte bunlardan birkaçı: Hepsi de son birkaç yıl içinde olmak üzere, Meksika devletine 6 milyar dolar, Peru devletine 1,1 milyar dolar, Şili devletine 1,3 milyar dolar, Brezilya devletine 750 milyon dolar, Kuveyt devletine 5,5 milyar dolar (Körfez Savaşının hemen ardından hasar gören alt yapının onarılması gerekçesi ile), Fransa’ya 1,8 milyar dolar ve 60 milyar frank, Rusya Federasyonu’na 1 milyar dolar, Türkiye Cumhuriyeti devletine 500 milyon dolar.
J.P. Morgan’ın öteki bazı ülkelere verdiği krediler ise: Ekim 1996’da Filipinler Cumhuriyetine 2016 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 8,75 faiz ile 690 milyon dolar, Şubat 1997’de Arjantin Cumhuriyeti’ne 2017 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 11,375 faiz ile 2 milyar dolar, Şubat 97’de 2007 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,625 faiz ile 750 milyon ve yüzde 8,625 faiz ile 250 milyon dolar, Mart 97’de Umman Sultanlığı’na 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,125 faiz ile 225 milyon dolar, Mayıs 97’de Çek Cumhuriyetinin garantisi ile Çek İhracat Bankası’na 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7 faiz ile 250 milyon dolar ve Haziran 97’de Rusya Federasyonu’na 2007 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 10 faiz ile 2 milyar dolar. JP Morgan’ın Çin Kalkınma Bankası, Kore Kalkınma Bankası, Çin’de Jingyuan barajını yapan MPC şirketine, Malina Su Kurumu’na, Endonezya Negara Bankası’na, Malezya Telekom’una, Hindistan’ın ICICI Korporasyonu, Çin’in Huaneng Elektrik Kurumu’na, COCO şirketi ve daha birçoğuna verdiği kredilerini ise anmakla yetinelim. (The Financial Times, 19 Eylül 1997, JPMorgan’ın kendi ilanı)
ABD’nin bir diğer dev tekeli Citicorp’un (şimdi Citigroup oldu) ise 1998’in ilk günlerinde kısa, orta ya da uzun vadeli olarak değişik faiz oranlarıyla borç verdiği ülkelerden bazıları: Meksika’nın Grupo Imsa tekeline 150 milyon dolar, yine Meksika’nın Cydsa tekeline 200 milyon dolar, Arjantin tekellerinden IEBA’ya 100 milyon ve 130 milyon ile Autopistas del-Sol tekeline 170 milyon ve 210 milyon dolar; Yunanistan’ın ANT Televizyonuna 115 milyon, Filipinler’in FLDT telekomünikasyon tekeline 200 milyon ve 300 milyon olmak üzere toplam 500 milyon dolar.
Alman Deutsche Morgan Grenfell Şubat 1997’de Meksika devletine 2009 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 8,25 faiz ile 500 milyar Meksika Lit’i, Mayıs 97’de, Arjantin Cumhuriyetine 2004 yılında geri ödenmek koşulu ile 500 milyar Arjantin Lit’i, Haziran 97’de, Romanya Cumhuriyetine 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,75 faiz ile 600 milyon Alman markı, yine Haziran 97’de Brezilya Cumhuriyetine 2017 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 11 faiz ile 50 milyar Lit. Bunların dışında bu Alman yatırım şirketinin Şubat ayında Belle Korporasyonuna 2002 yılına kadar verdiği 150 milyon ABD doları ile Temmuz ayında Eskom şirketine 2027 yılına kadar verdiği 8 milyar dolar diğerlerinin yanında küçük kalıyor. (The Financial Times, 19 Eylül 1997, Deutsche Morgan Grenfell’in kendi ilanı)
Bir diğer örnek de Alman Dresdener Bank’ın 1990’lı yıllarda Türkiye’ye verdiği borçlar: Alman Dresdener Bank’ın Türkiye’ye verdiği borç miktarı 1990 sonu itibarı ile 6,3 milyar dolar, 91 sonu itibarı ile 5,7, 92 sonunda 5,8, 93 sonunda 6,3, 94 sonunda 8,3 ve 1995 sonunda ise 10,4 milyar dolara ulaştı. (Dünya Bankası verileri, 1997)
Emperyalist ülkeler yalnızca verdikleri borç karşılığında aldıkları faiz ve keskin faiz artışları ile geri kalmış ve gelişmekte olan ve sömürge ve yarı sömürge ülkelerin değerlerine el koymakla yetinmemekte, daha birçok yolla bu ülkelerin ürettiklerine acımasızca el koymaktadırlar. Bu yollardan birisi de hiç kuşkusuz para ve kur oyunlarıdır. Amerikan doları, Japon yeni, İngiliz sterlini, Alman markı, Fransız frankı gibi emperyalist ülke paralarındaki kur oyun ve dalgalanmaları yine bu ülkelerin başta hammadde olmak üzere ürünlerine emperyalistler tarafından yok pahasına el konulması sonucunu getirmektedir. Geri kalmış ülkeler emperyalist ülkelerden yiyecek ve mamul madde satın almakta ve genellikle de hammadde satmaktadırlar. Sömürge ve yarı sömürge ülkeler, emperyalist ülke paraları karşısında sürekli değer kaybeden alım gücü düşük paraları sonucu her yıl bir önceki yıla göre sattıkları ürünlerini daha ucuza satmakta ve buna karşılık aldıkları aynı ürünü her yıl çok daha pahalı bir fiyata satın almaktadırlar. Örneğin 1979 ile 1986 arasındaki yıllar içinde Afrika ülkelerinin ihracat gelirlerinin satın alma gücü yüzde 30, Latin Amerika ülkelerinin yüzde 25 ve Japonya hariç Asya ülkelerinin ise yüzde 10 azalma gösterdi. Yani örneğin Latin Amerika ülkeleri sattıkları aynı miktar ve kalemdeki mal karşılığı dörtte bir daha az ürün satın alabildiler. Emperyalist ülkelerin geri ülkelerle bu ilişkisinde verilen kredi ve borçlar, emperyalist ülkeler lehine bağımlılık ilişkilerinin güçlendirilmesine, yeni imtiyazların elde edilmesine ve zorunlu meta ihracının aracı olarak kullanılmasına yol açmaktadır.
Dünya pazarlarının ve ticaret borsalarının kontrolü de emperyalist tekellerin elindedir. Geri ve bağımlı ülkelerin ürünleri de bu az sayıdaki emperyalist tekelin kontrolü altında, ya doğrudan onlar aracılığı ile ya da yine onların denetimi altında satılabilmektedir. Örneğin, bugün dünyada üretilen ve büyük oranda da geri ve bağımlı ülkelerin ürünleri olan pamuk, kahve, çay, kakao, şeker, ananas, muz ve benzer ürünlerde ticaretin dünya pazarındaki yüzde 60 ile 90 arasındaki kontrolü 3 ile 6 arasında değişen ve çoğunlukla ABD tekellerinin ağırlığını oluşturduğu çokuluslu emperyalist tekelin elindedir.
Sömürge ve yarı sömürge ülkeler dünya pazarlarında metaların fiyatlarını belirleyen emperyalist ülke ve kurumların hammadde fiyatlarını sürekli düşürmeleri yolu ile de soyulmaktadırlar. Dünya pazarlarında, ticaret borsalarında emperyalist ülkelerin mamul madde ve ileri teknoloji ürünü ürünlerinin fiyatları sürekli yükselmekte yan sömürge ülkelerin çoğu hammadde olan ürünlerinin fiyatları ise sürekli düşmektedir. Dünya Bankası raporlarına göre 1986’da dünya pazarındaki ham madde fiyatları (petrol hariç) 1930’lardan bu yana ki en düşük seviyesine indi.
Yukarıda örneklerini verdiğimiz bu süreç bugün de aynen devam etmekte ve sömürge ve yarı sömürge ülkeler emperyalistler tarafından iliklerine kadar sömürülmekte, kaynaklarına yok pahasına el konulmaktadır.
Emperyalist ülkelerden geri kalmış ve bağımlı ülkelere akan ve borç ve krediler şeklinde gerçekleşen sermaye ihracı 1980’lerden itibaren yabancı yatırımlarla kıyaslandığında göreceli olarak bir düşüş gösterdi. Borç miktarı artmasına rağmen artış oranı doğrudan yabancı yatırımların artan oranına göre azalma gösterdi. Bunun yanı sıra emperyalist ülkelerden “üçüncü dünya ülkeleri” olarak tanımlanan geri ve gelişmekte olan ülkelere (bağımlı ülkeler) yapılan sermaye ihracının biçimi de değişti. Bu ülkelere akan emperyalist sermayenin yüzde 75’i hisse senedi, tahvil vb. almaya gitti. Gelişmiş kapitalist ülkelerin dışındaki ülkelere yapılan sermaye ihracının dörtte üçü, “Gelişmekte Olan Ülkeler” denilen, Çin, Meksika, Brezilya, Arjantin, Hindistan, Güney Kore, Singapur, Endonezya ve Malezya gibi Latin Amerika ve Uzak Doğu Ülkelerinin oluşturduğu ve sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen az sayıdaki ülkeye gitti. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülke tekelleri yeni yatırımlar yapmak ve yeni yeni üretim alanları açmak yerine hazır kurulmuş ve üretim yapmakta olan üretim tesisleri ve diğer iş alanlarını yok pahasına ele geçirmeye giriştiler. Ya bu ülkelerdeki özel sektöre ait şirket ve üretim tesislerinin ya da özelleştirilen eski kamu kuruluşlarının tümünü ya da hisselerinin bir kısmını satın aldılar. Bu sömürge ve yarı sömürge ülke devletlerine -kaba kuvvet de dâhil- doğrudan açık-gizli her türlü baskıyı uygulayarak kamu kuruluşlarını (KİT’leri) özelleştirip emperyalist tekellerin yağmasına hazır hale getirmeleri ve sahiplik ve kontrolünü doğrudan emperyalist mali sermayeye bırakmaları dayatıldı. Uluslararası sermayenin işbirlikçileri olan bu ülkelerin iktidardaki yönetici sınıf ve hükümetlerine de bu dayatmaları kabullenmekten ve uygulamaktan başka yol bırakılmadı.
Bugün uygulanmaya çalışılan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması – MAI de bu dayatmaların en sonuncularından ve en yenilerinden, ama en azgın ve en pervasızlarından birisidir.

“BRETTON WOODS İKİZLERİ”: IMF VE DÜNYA BANKASI
Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere verilen borç ve kredilerin tümü doğrudan emperyalist ülke hükümetleri ve tekelleri tarafından verilmemektedir. Borçların bir kısmı da her ne kadar kâğıt üzerinde çok sayıda üye ülkeye ait uluslararası bir kuruluş olarak gösterilse de aslında başta ABD olmak üzere uluslararası mali sermaye grupları ve tekellerin tam denetimi ve kontrolü altında olan emperyalist dünyaya ait iki uluslararası finans kuruluşu, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası tarafından da verilmektedir.
Her iki kuruluş da borç verdiği geri ve bağımlı ülkeleri çok sıkı olarak denetlemekte ve söz konusu ülke politikalarının emperyalist tekellerin çıkarlarına uygun olması için yoğun baskı ve dayatmalarda bulunmaktadırlar. Başından beri bu iki ikiz kardeşin varlık nedeni ve temel görevi emperyalist tekellerin çıkarlarını korumak ve sağlama almaktır. Bu iki uluslar arası emperyalist para ve finans örgütünü kısaca tanıyalım:
2. Savaşın sonuna doğru. 1 – 22 Temmuz 1944 tarihleri arasında ABD’nin New Hampshire şehrine bağlı Bretton Woods’da, savaş sonrasında ekonomik işbirliğini planlamak için 44 Birleşmiş Milletler üyesi ülke ve Danimarka’nın katılımıyla Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı yapıldı. Bretton Woods Konferansının son günü olan 22 Temmuz 1944’te tüm katılanların oy birliği ile Uluslararası Para Fonu (IMF) ve kamuoyunda Dünya Bankası olarak bilinen ama resmi adı Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD) olan iki örgüt kurulması kararlaştırıldı. Aynı gün ve aynı anda kurulan bu iki örgüte yani IMF ve Dünya Bankası’na bu yüzden “Bretton Woods Gözleri” adı takıldı.

IMF
İlk yönetim kurulu toplantısını 6 Mayıs 1946’da yapan ve ilk para verme operasyonlarına 1 Mart 1547de başlayan IMF’ye süreç içinde kanlan üye ülkelerin sayısı giderek arttı. Üye ülke sayısı 1946 sonunda 40, 1951 sonunda 50, 1956 sonunda 60, 1961 sonunda 75, 1963 sonunda 100, 1971 sonunda 120, 1977 sonunda 131, 1986 sonunda 151, Nisan 1991’de 155 ve Eylül 1991 sonunda ise 174 oldu.
Yönetim Kurulu: IMF yönetim kurulu atanan ve seçilenler olmak üzere 20 kişiden oluşur. Atanan yönetim kurulu üyelerini ABD, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa oluşturur. Atanan üyeler arasında Suudi Arabistan da bulunmaktadır Merkezi ABD başkenti Washington da bulunan IMF yönetim kurulu yılda bir kere toplanır ve bu toplantıya Dünya Bankası yönetim kurulu da katılır.
Atananlar: IMF yönetim kurulunda iki ayrı statü bulunuyor. Kontenjandan atanan daimi üyeler ve seçimle gelenler. ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’nin oluşturduğu 5 büyük emperyalist kapitalist ülkenin temsilcileri, her birinden biri asıl biri yedek olmak üzere ikişer kişi daimi yönetim kurulunu oluştururlar. 30 Nisan 1977 günü itibarı ile IMF yönetim kuruluna atama ile gelenler: Karin Lissekers ve Barry S. Newman (ABD), Bend Esdar ve Wolf-Dieter Donecker (Almanya), Yukio Yoshimura ve Hideaki Ono (Japonya), Marc-Antoine Autheman ve Ambroise Fayolle (Fransa) ve Gus O’Donnell ve Jon Shields (İngiltere). Bu beş büyük emperyalist ülkenin IMF yönetim kurulundaki oy güçleri de şöyle: ABD toplam 265 bin 518 oy hakkı ile yüzde 17,78, Almanya 82 bin 665 oyu ile yüzde 5,54, Japonya 82 bin 665 oyu ile yüzde 5,54, Fransa 74 bin 396 oyu ile yüzde 4,98 ve İngiltere de 74 bin 396 oy hakkı ile yüzde 4,98. (IMF 1997 Yıllık Raporu). Görüldüğü gibi bu beş büyük emperyalist ülkenin IMF içindeki -dolaylı olanların dışında- doğrudan kendi adlarıyla oy hakları yüzde 38,74’ü buluyor. Bunun yarısı, toplamın yüzde 17,78’i, tek başına ABD’ye ait. IMF içinde her şeyi belirleyen en büyük 5 emperyalist ülke, bu ülkeler içinde de özellikle ABD’dir. IMF yönetim kurulu şimdiye kadar uygulanan genel pratik uygulama gereğince Avrupalı birisi olması gerekmesine rağmen yine de bu Avrupalı başkan ABD’nin onayladığı Amerikancı bir Avrupalı olur. Bu yüzden uzun süredir IMF başkanlığı yapan Michel Comdessus Avrupalı ve Fransız olmasına rağmen aslında ABD çıkarlarını savunmaktadır. ABD’nin IMF içindeki bu açık üstünlüğünden öteki emperyalist ülkeler, özellikle de Japonya ve Almanya oldukça rahatsızdırlar ve bir süreden beri yüksek sesle oy haklarının artırılması isteğini dile getirmektedirler.
“Seçilenler”: IMF yönetim kurulunda seçimle gelenlere gelince: 30 Nisan 1977 tarihi itibarı ile Suudi Arabistan tek başına 51 bin 556 toplam oyu ve yüzde 3,45’lik oy hakkı ile Abdulrahman A. Al-Tuwayiri ve Süleyman M. Al-Turki (yedek); 34 bin 102 toplam oyu ve yüzde 2,28’Iik oy hakkı Çin’in temsilcileri Zhang Zhixihang ve Han Mingzhi ve 43 bin 381 toplam oyu ve yüzde 2,90’lık oy hakkı ile Rusya adına Aleksei V. Mozhin ve Andrei Vernikov. Suudi Arabistan, Rusya ve Çin dışındaki bütün ülkeler 6 ile 24 arasında ülkenin oluşturduğu gruplar halinde temsilci seçebiliyorlar. Tek başlarına oy kullanma ve temsilci seçme hakları yok. Avusturya, Belarusya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Kazakistan, Lüksemburg, Slovak Cumhuriyeti, Slovenya ve Türkiye’nin içinde bulunduğu grup adına toplam 75 bin 993 oy ve yüzde 5,09’luk oy hakkı ile grup adına Belçika’dan Willy Kiekens ve Avusturya’dan Johann Prader (yedek) grubu temsil ediyorlar. Bu grupta, Türkiye’nin toplam oy gücü 6 bin 670 (ABD’nin 265 bin) ve tek başına temsilci seçme hakkı yok. Türkiye’nin kendi temsilcisini seçtirebilmesi için grubunda bulunan Belçika’nın -31 bin oy- ve Avusturya’nın -12 bin oy- toplam 43,4 bin oyluk ittifakını sadece 6 bin oyu ile “aşabilmesi” (!) gerekiyor.
Aynı şekilde, İspanya ve Meksika, İtalya ve Yunanistan, İsveç ve Danimarka, Kanada ve İrlanda, Zimbabwe ve Angola, Avustralya ve Güney Kore, Mısır ve Bahreyn, Malezya ve Endonezya, İsviçre ve Polonya, İran ve Fas, Brezilya ve Trinidad ve Tobago, Arjantin ve Şili ile Fil Dişi Sahilleri ve Gabon içinde bulundukları grupları “temsil ediyorlar”. (Bütün veriler IMF 1997 Yıllık Raporuna ait)
30 Nisan 1991 tarihi itibarı ile ise IMF’nin seçimle gelen 16 kişilik yönetim kurulunu Avustralya, Belçika, Brezilya, Kanada, Cape Verde, Çin, Finlandiya, Hindistan, Endonezya, İran, İtalya, Lesotho, Libya, Hollanda, İspanya ve Uruguay, atanan yönetim kurulu üyelerini ise ABD, İngiltere, Almanya Fransa, Japonya ve Suudi Arabistan oluşturmuşlardı.

Dünya Bankası
Yukarıda belirttiğimiz gibi Dünya Bankası da IMF ile birlikte 1944’de Bretton Woods Konferansında kuruldu. Resmi adı Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD) olan Dünya Bankası’nın da bütün üyeleri (hisse sahipleri) kişiler değil, devletlerdir. Dünya Bankasına üye olmanın koşullarından birisi de IMF üyesi olmaktır. Böylece IMF üyesi olanlar aynı zamanda Dünya Bankası üyesidirler. IMF gibi Dünya Bankası’nda da belirleyici 5 en büyük emperyalist ülke ve bunların içinde de esas olarak ABD’dir. Dünya Bankası’nda ABD, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Japonya’nın oy toplamları yüzde 55.57’dir. 8 gelişmiş emperyalist kapitalist ülke (G7 ülkeleri ve Hollanda) oy toplamı yüzde 50,2 ve en büyük 5 emperyalist ülke ABD, İngiltere, Almanya Fransa ve Japonya’nın oy toplamları ise yüzde 40,59’dur. Dünya Bankası içindeki bazı ülkelerin oy hakları şöyledir: ABD yüzde 17,37 (1947’de yüzde 35,07 ve 1990’da ise yüzde 15,12 idi), Japonya yüzde 7,22 (1990’da yüzde 8,74 idi), Almanya yüzde 5,30 (1990’da yüzde 6,47 idi), İngiltere ve Fransa’nın ise yüzde 5,35 (İngiltere’nin oy hakkı da 1990’da Almanya gibi yüzde 6,47 idi). (Veriler Dünya Bankası – IBRD -1992 Yıllık Raporuna aittir.) Rusya’nın katılmasından sonra 30 Haziran 1992’de ABD kendi oyunu yüzde 2,25 artırarak yüzde 17,37’ye çıkarırken diğer 3 en fazla oy hakkına sahip Japonya, Almanya ve İngiltere’nin oylarını sırasıyla yüzde 1,52,-1,17 ve 1,12 düşürdü. Bunun yanında Fransa, Kanada ve İtalya’nın oy oranlarını ise artırdı.
Yönetimi: Dünya Bankası yönetim kurulunda da ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa’dan sonra kalan bütün üyeler 15 gruba ayrılır ve her bir grup kendi arasında oy oranına göre bir temsilci seçer. Resmi olarak gerek IMF, gerekse de Dünya Bankası başkanını yönetim kurulu seçiyor görünmesine rağmen, pratikte her zaman Dünya Bankası başkanı ABD’li, IMF başkanı ise Avrupalı olur. Dünya Bankası başkanı olacak kişiyi doğrudan ABD başkanı büyük banka tekellerinden birisinin başından seçer.
ABD’nin IMF’de olduğu gibi Dünya Bankası’nda da veto hakkı bulunmakta ve IMF gibi Dünya Bankası’ndan da ABD’nin istemediği bir karar çıkamamaktadır. Küçük de olsa ABD’ye tavır alan hiçbir hükümet Dünya Bankası’ndan kredi alamamaktadır. Örneğin Banka 1970’lerde Allende yönetimindeki Şili’ye, Nasır yönetimdeki Mısır’a, Goulart yönetimdeki Brezilya’ya, Sukarno yönetimdeki Endonezya’ya, Nkrumah yönetimindeki Gana’ya, Manley yönetimindeki Jamaika’ya, Peronist yönetim altındaki Arjantin’e ve yine 1973″e kadar Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir’e kredi vermemiştir. Ama öte yandan Vietnam Savaşı sırasında düşmesinden bir kaç gün öncesine kadar Amerikancı Saygon yönetimine büyük miktarlarda kredi vermeye devam etmiştir. IMF gibi Dünya Bankası emperyalist ülkeler ve tekellerinin bankasıdır. Gerek IMF ve gerekse de Dünya Bankası (IBRD) içinde her şeyi belirleyen aslında ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’nın oluşturduğu 5 en büyük emperyalist ülke, bunların içinde de esas ve asıl patron olan aslında ABD’dir. Diğer emperyalist ülkeler bu durumdan oldukça rahatsızdırlar ve söz ve oy haklarının artmasını istemektedirler.
Dünya Bankası “Dünya Banka Grubu” olarak da adlandırılır. Bu banka grubu içinde esas olarak üç kuruluş yer alır: 1944’de IMF ile birlikte kurulan Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD), 1956’da kurulan Uluslararası Finans Korporasyonu (IFC) ve Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA). Bunların dışında, emperyalist dünyanın öteki mali kuruluşları ise MIGA (Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı), ICSID (Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarını Çözme Merkezi), IIC (Uluslararası Yatırım Merkezi) ve dört ayrı yerel kalkınma bankası: Asya Kalkınma Bankası (ADB), Afrika Kalkınma Bankası (AfDB), Amerika Kalkınma Bankası (IDB) ve Karayip Kalkınma Bankası CDB gibi emperyalist kuruluşlardır. ((Veriler IBRD, Annual Report, 1992 ve Kunibert Raffer, H. W. Singer, The Foreign Aid Business. 1996, USA, s. 45–57 ye aittir.)

RANTİYE-ASALAK VE ÇÜRÜYEN KAPİTALİZM OLARAK EMPERYALİZM
Emperyalizm asalak ya da çürüyen kapitalizm, bu yüzden de can çekişen kapitalizmdir. Kapitalizmin çürümüşlüğü kendisini asalaklık ve rantiyeliğin artışında gösterir. Özellikle tekellerin egemenliğinin tamamlanmasıyla kapitalist sınıf giderek üretim süreciyle ilişkisini yitirir. Şirketlerin teknik işlerinin yönetimini kendisine bağlı ve kendisini temsil eden ücretli teknik personelin, direktör ve menajerlerin elinde bulundurur. Kapitalist sınıfın ezici çoğunluğu ise üretimden koparak rantiye durumuna, kıymetli evraklara sahip olan ve bu kıymetli evraklardan gelen gelirle para içinde yüzen, zevk sefa içinde yaşayan asalaklar durumuna gelir.
Rantiye tabakasının üretimden tamamen kopukluğu, sermaye ihracıyla, yurtdışındaki sermaye yatırımlarından gelen gelirlerle daha artar. Sermaye ihracı, geçimini diğer ülkelerin sömürülmesinden sağlayan ülkelere asalaklık damgasını vurur. Yurtdışına ihraç edilen sermaye emperyalist ülkelerin zenginliklerinin giderek artan bir bölümü, bu sermayelerden gelen kârlar da emperyalist mali sermayenin gelirlerinin gittikçe artan bir kısmını oluşturur.
Emperyalist ülke tabloları bu söylenenleri tümüyle doğrulamaktadır. Örneğin ABD’de özellikle 1982’lerden sonra spekülatif ve rantiye sermayede öncekilerle kıyaslanması bile zor ölçülerde muazzam bir büyüme ortaya çıktı. 1990’ların ilk yansında ticari bankalar -yatırım bankası olarak tanınmayanlar bile-kârlarının dörtte birinden fazlasını borsalarda yükselen hisse fiyatları ve spekülasyonlardan ettiler. ABD devletinin iç borç miktarı 1980’lerin sonları ile 1990’ların başları arasındaki 6 yıl içinde 1 trilyon dolardan 2,5 trilyon dolara yükseldi. ABD Federal bütçesinin her yıl yüzde 20’si, devlet tahvilleri almış olan varlıklı tahvil sahiplerine faiz ödentisi olarak gitmektedir. ABD’nin yurt dışındaki devlet tahvilleri 1980’lerde 7 milyar dolar iken bu rakam 1987’de 13 kat artarak 90 milyar dolara ulaştı. Bugün ise bu rakam trilyon dolara dayanmıştır.
Yatırım bankacılığının yalnızca ABD ve İngiltere’de değil tüm emperyalist kapitalist sistem içinde özellikle son yıllardaki hızlı gelişme ve yaygınlaşması borsa ve para piyasalarının çok büyük önem kazanmasıyla da kendini göstermekte ve esas olarak mali sermayenin rantiye-tefeci-spekülatif karakterinin alabildiğine hızlanmasının bir belirtisi Olarak ortaya çıkmaktadır. Tek tek New York, Tokyo, Londra, Frankfurt ve Paris gibi borsa ve para piyasaları önemli hale gelir ve buralarda görülen işlem hacimleri ulusal düzeylerde alabildiğine artarken aynı zamanda uluslararası düzeyde de devasa boyutlara ulaşmaktadır. 1997 yılı içinde çok uluslu tekellere ait, “uluslararası” statüdeki hisse ve tahvil hacimlerinin bir önceki yıla göre neredeyse 8 kat artması sadece bunu göstermektedir. Uluslararası hisse ve tahvil ticareti hacmi 1996’da 102 milyar dolar iken, bu rakam 1997 içinde 770 milyar dolara çıktı. Oysa dünya ticaretindeki yıllık büyüme hacmi 1963–73 arasında yüzde 9, 1973–88 arasında düşerek ancak yüzde 4 oldu. Günümüzde de aynı oranlarda seyretmektedir.
Rakamlardan çok net olarak görüldüğü gibi, mali sermayenin rantiye-asalak karakteri bugün daha da artmış ve borsa ve para piyasaları çok daha önemli hale gelmişlerdir. Borsalarda görülen işlem hacimleri hızla yükselmekte ve ülke GSYİH’larını kat kat aşan rakamlara ulaşılmaktadır. Örneğin dünyanın en büyük borsası durumundaki New York borsasında (Wall Street) görülen yıllık işlem hacmi 1977–83 yılları arasında ortalama 3 milyar, 1984–88 arasında ise 14,1 milyar dolar idi. Oysa bugünkü işlem hacmi dev boyutlara ulaştı ve 1995 yılı içinde 3 trilyon 110 milyar dolara erişti. Aynı yıl içinde 87 milyar 873 milyon hisse el değiştirdi, alınıp satıldı. Günlük ortalama işlem gören hisse sayısı ise 346 milyon. 2675 şirkete ait 6 trilyon 13 milyar dolar değerinde hisse senedi ve piyasa değeri 2 trilyon 748 milyar dolar tutarında 564 ayrı tahvil işlem görüp el değiştirdi.
1996 itibarı ile dünya yabancı yatırım stokları 3,2, dış borç stoklan da 2,2 trilyon doları bulmuştur. İkisi birlikte sermaye ihracı stokları 5,5 trilyon dolara yaklaşmıştır. Bu rakamın ezici çoğunluğu 5 büyük emperyalist kapitalist ülkeye, ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dan oluşan tefeci, rantiye asalak devlete aittir. İşte bu şekilde az sayıdaki rantiye, tefeci devlet dünya halklarının yarattığı değerlere krediler, borçlar ve yabancı yatırımlar yoluyla el koyar, bu ülkelerden devasa boyutlarda kârlar sızdırır ve bunları ekonomik ve politik açıdan kendilerine bağlı kılar.
Tefeci, rantiye devlet, asalak, çürüyen kapitalizmin devletidir. Tekellerin azami kârlarının ana kaynaklarından birisi olan sermaye ihracı yoluyla bağımlı ülkelerin sömürülmesi az sayıdaki zengin, tefeci, rantiye ülkeyi geri kalan bütün insanlığın sırtına yapışmış ve onun gövdesinden geçinen bir kene, parazit haline getirir. Emperyalizm bu yüzden asalak kapitalizmdir.
Emperyalist sömürü ve talanın had safhalara ulaşması dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının emperyalizmi başlarından defetmesinin şartlarını olgunlaştırmaktadır. Dünya yeniden bir toplumsal alt üst oluşlar, devrimler ve karşı devrimler, savaşlar ve anti-emperyalist mücadeleler dönemine doğru hızla yol almaktadır. Karamsar olmak için hiçbir neden yoktur, aksine iyimser olmak için çok sayıda neden ve belirti vardır. Çağımız dün olduğu gibi bugün de emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır.

Ağustos 1998

Biyoloji ve genetikte bir şarlatanlık örneği: Sosyo-biyoloji

1970’li yılların ortalarından itibaren “yeni” bir “bilim dalı”; insan doğasını biyoloji ile açıklamaya çalışan, genlerde kodlanmış değişmez bir insan doğası bulunduğunu öne süren, sosyo-biyoloji adında bir “bilim dalı” ortaya çıkmaya başladı. E. O. Wilson, 1975 yılında, kaynaklar hariç 697 sayfalık, ansiklopedi boyutlarındaki “Sociobiology, The New Synthesis” (Sosyo-biyoloji, Yeni Sentezler) adlı üniversite ders kitabını yayınlayarak sosyo-biyoloji adında “yeni” bir “bilim dalı” önerdi. Egemen sınıf tekelci burjuvazi, aradığını bulmuştu. Sosyo-biyolojiye dört elle sarıldı. Kısa zamanda, Prof. Wilson’a ödül üzerine ödül verilmeye başlandı. Wilson, ABD’den Japonya’ya, Avustralya’dan İsveç’e kadar dünyanın dört bir yanında ve Japon imparatoru Akhioto’dan İngiliz kraliçesi II. Elizabeth’in kocası Prens Philip’e kadar emperyalist burjuvazinin has adamlarından ödül üzerine ödül aldı, iki kitabına Politzer Kitap Ödülü verildi. (1) E. Wilson’ın ardından Richard Dawkins’ler, Zhang Boshu’lar, W. D. Hamilton’lar, K. Lorenz’ler, R. Ardrey’ler, L. Tiger’lar, K. Fox’lar, D. Morris’ler, R. Trivers’ler ve R. Alexander’lar piyasaya çıktı ve kitap üzerine kitap yayınlayıp sosyal Darwinizmin eski bayat tezlerini moleküler genetik kılıfıyla ve yeni adla yeniden piyasaya sürmeye başladılar. “Yeni” “bilim dalı” sosyo-biyoloji egemen sınıfın teşviki ile kısa zamanda yaygınlaştı, üniversitelerde müfredatlara konuldu. Kürsüler oluşturuldu, mastır ve doktora programları hazırlandı. Çok geçmeden, kendilerine sosyo-biyolog denilen bir takım kişiler ortalıkta boy gösterip dolaşmaya başladılar. Böylece sosyo-biyoloji adıyla sözde “yeni” bir “dal” oluştu.
Söz konusu sosyo-biyoloji, insan doğasını, insan davranış ve kişilik yapısını, bütün psişik ve sosyal örgütlenmesini oluşturan tüm özelliklerini; toplumu bireylerin meydana getirdiğinden yola çıkarak bütün bir toplumu biyolojik etkenlerle -bugün genler “moda” olduğundan genlerle-, açıklamaya çalışıyor. Sosyoloji ile biyolojiyi birleştirmeye, sosyal olayları biyoloji ile açıklamaya çaba gösteriyor. Hemen her şeye biyolojik bir kılıf bulunuyor. O kadar ileri gidiliyor ki, örneğin, Mary Maxwell’in editörlüğünü yaptığı ve New York Eyalet Üniversitesi yayınları arasında çıkan, “The Sociobiological Imagination” (Sosyo-biyolojik İmgelem/Tasavvur) adlı kitapta yeltenildiği gibi, aralarında ekonomi, tarih, hukuk, politik bilim, sosyoloji, antropoloji, psikoloji, psikiyatri, linguistik, etik, estetik, epistemoloji, din ve dinin sosyo-ekolojisi, yönetim teorisi ve hatta Marksist düşüncenin de olduğu 18 ayrı dal ve kategori biyoloji, kalıtım, genler, doğal seleksiyon-biyolojik evrim ve sonuç olarak sosyo-biyoloji ile açıklanmaya çalışılıyor. (2)
Ortaya çıktığı günden bu yana sosyo-biyoloji, egemen sınıfın sömürü ve egemenliğinin kalıcılığını kanıtlamaya, bunu meşrulaştırmaya çalışıyor, politikalarına kılıflar arıyor.
Sosyo-biyologlara göre, örneğin, kölelik, işçilik, kral ya da kraliçelik ya da yöneticilik, emir buyuranlarla buyrulanlar, yani sınıf farkları doğada da vardır. Böcek örnekleri veriyorlar; kraliçe karıncalardan, ana ya da kraliçe arılardan, köle ya da işçi karınca ve arılardan söz ediyorlar. Kraliçelik, işçilik ve kölelik toplum halinde yaşayan hayvanlarda da vardır diyorlar. Bunu da, sınıf farklarının biyolojik olduğunun ve genlerle belirlendiğinin kanıtı olarak gösteriyorlar. Oysa dikkatli bakıldığında, kraliçe arı ya da karıncaların işçi arı ya da karıncalardan biyolojik olarak, anatomik ve morfolojik olarak çok ama çok farklı oldukları, karınca ya da arı toplulukları içinde türün devamını doğrudan etkileyen çok önemli görevler üstlendikleri görülecektir. Kraliçe arı ya da karıncanın, II. Elizabeth gibi oturup, gününü moda dergilerini izleme, protokollerde burnu havada, uzanan elleri sıkma, İngiliz Avam Kamarasının her yılki açılış törenlerinde eline verilen kâğıdı okumadan çok daha önemli iş ve görevleri vardır. İşçi arı ya da karıncalar ise, anatomik, morfolojik ve sonuç olarak biyolojik-genetik yapılan yüzünden, nasıl karıncalar ördek, arılar da leylek olamazsa işçi arılar da kraliçe an olamazlar. Bu hayvanlara, “kraliçe”, “köle” ya da “İşçi” gibi isim ve sıfatlar yakıştırılması da zaten “modern biyoloji”nin ideolojisinin sonucudur ve insanları kraliçeliğe, köleliğe, işçiliğe alıştırmanın, mevcut hiyerarşik yapı ve sınıfsal konumu kabullenmelerini istemenin ince bir yolundan başka bir şey değildir.
Aynı yoldan, insan doğasında saldırganlık ve yok etme içgüdüsü bulunduğunu öne sürüp, bunun genetik yapıya bağlı olduğunu iddia ediyorlar. Örneğin, Han Brunner’in, Amerikan akademik bilim dergisi “Science”da 1993’te yayınlanan makalesinde ortaya attığı gibi, Monoamino Oksidaz (MAOA) enzimi ile taşınan bir genin saldırganlık ve suç işlemeye neden olduğu (3) ve bu genleri de daha çok siyah ve azınlıkların, işçi ve öteki emekçilerin taşıdığı; ya da testosteron hormonunun buna yol açtığını söylüyorlar. Ve elbette hemen ardından, daha fazla testosteron salgılandığı için siyahların daha saldırgan olduklarını tezlerine eklemeden edemiyorlar. (4) Testosteron hormonu esas olarak erkek cinsel fonksiyonlarından; erkek cinsel organlarının gelişimi, kıllanma, ses kalınlaşması ve erkek cinsine özgü kas yapısı gibi görevlerle sorumludur. Testosteronun asıl işi bu görevleri yerine getirmek iken, söz konusu hormon erkek cinselliğinin sadece yüzde 3’ünü belirlemektedir. Esas işinden bile yalnızca yüzde 3 oranında sorumlu olan bir hormonu bütün saldırganlık, şiddet ve işlenen suçlardan sorumlu tutmak kelimenin tam anlamıyla abesle iştigal etmektir. Bilimle ise hiçbir ilgisi yoktur.
Tarih boyunca, birçok idealist filozof ve din adamı, içinde yaşanılan toplumsal sistemi mutlak, değişmez ve hatta daha da ileri gidip kutsal ilan ederek sömürülen kitleleri, yoksulları “bahtsızlıklarına”, “kötü kaderlerine” boyun eğmeye; bu dünyadan vazgeçerek’ “öteki manevi dünya”ya hazırlanmaya çağırmışlardır.
Bugün de aynı şeyi egemen burjuva sistemi kutsamayı görev edinmiş sosyo-biyologlar yapıyorlar. Bilimci kisvesine bürünüp, üniversite ve laboratuarların tepelerine tünemiş günümüzün beyaz önlüklü karanlık papazları, bu tezleriyle, biyolojik bilimler ve genetik araştırmalardaki gelişmeleri; ele geçirilen yepyeni bulguları, mistisizmin, değişmezliğin ve mutlaklığın gölgesinde gericileştiriyor ve insanlığın geleceği ve yaşamını kolaylaştırması açısından taşıdıkları bütün bilimsel değerlerini yok ederek, egemen burjuva sınıfının sınıf çıkarlarının savunulması ve kutsanmasının aleti durumuna dönüştürüyorlar.
Bu yazımızda, adları büyük ama çapları küçük bu şarlatan profesörlerin yukarıda sıraladığımız iddialarını ele alıp tek tek cevap verme niyetinde değiliz. Böyle bir şeyin, zaten gereği de yok. Bu yüzden, sosyo-biyoloji adı verilen şarlatanlığı ve yöntemlerini genel hatlarıyla irdelemekle yetineceğiz.

SÖZDE “YENİ” “BİLİM DALI” SOSYO-BİYOLOJİ
İngiltere, Oxford Üniversitesi profesörlerinden Richard Dawkins “The Selfish Gene” (Bencil Gen) adlı kitabında insanın sadece “canlı bir robot”, bir “makina” olduğunu öne sürüyor. Sosyo-biyolojinin önde gelen kurucularından Dawkins, “Bizler, genler olarak bilinen bencil moleküllere hizmet etmek için körü körüne programlanmış robotlardan ibaret canlı makineleriz” diyor. (5) “River out of Eden” (Cennetten Çıkan Irmak) adlı kitabında ise yine aynı Dawkins, daha da ileri giderek insanın sadece bir dijital makine, bilgisayar ve bilgisayar baytlarından (Bayt: (bite, byte) bilgisayar ve iletişim teknolojisinde bilgi depolama ünitesi ve ölçü birimi) ibaret olduğunu iddia ediyor. Dawkins aynen şunları söylüyor: “Yaşam sadece baytlar, baytlar ve dijital bilgi baytlarıdır.” (6)
Bir diğer profesör, ABD, Harvard Üniversitesinden Edward Osborne Wilson ise, insan sadece, “kusursuz bir aygıtın parçası”, “gen taşıtı”dır diyor. “Bu nedenle,” diye iddia ediyor Prof. Wilson “Sociobiology” (Sosyo-biyoloji) adlı dev ders kitabının daha ilk sayfasında, “S. Butler’in ‘tavuk yalnızca, yumurtanın bir başka yumurtayı yapış yoludur’ sözünü modernleştirebilir ve organizma yalnızca DNA’nın daha fazla DNA’yı yapış yoludur diyebiliriz. (7)
Wilson yalnızca bunları söylemekle kalmıyor. Aynı kitabında, iddialarını sürdürüyor: “En ayırt edici insan özellikleri kabileler arası savaş ve soykırımla meydana gelen sosyal evrim devresinde ortaya çıktı.” (8) diyor. Wilson ve öteki şarlatan sosyo-biyologlara göre, saldırganlık, şiddet, savaş, tecavüz, erkek egemenliği, sadakat, dolandırıcılık, utangaçlık, naz ya da cilve yapış, kültür, özel mülkiyet, kapitalist girişkenlik, yatırımcılık, vb. gibi maddi toplumsal yaşama, bu yaşamın üretimi ve yeniden üretimine ait bütün kategoriler evrimin doğal seleksiyon yasasınca oluşmuş ve hayvanlardan insanlara geçmiştir. Bütün bu özellikler genetiğe ve genlere bağlıdır ve bu yüzden de kalıtsal ve değişmezdirler. Wilson o kadar ileri gidiyor ki, karşıt sınıfların ortaya çıkışını, toplumların sınıflara ayrılmasını, ezen ve ezilen sınıf olma durumunu belirleyen genlerin bulunduğunu bile iddia edebiliyor. Wilson bu sözde genlere bir isim bile bulmuş: “Dahlberg genleri. ” (9)
Wilson’a kalırsa, sınıf yapısı biyolojik yolla, hayvanlardan günümüz toplumlarına aktarılmıştır. “İnsan toplumlarının üyeleri bazen böcekler gibi çok yakından işbirliği yaparlar ama daha sık olarak da kendi rollerine ayrılmış sınırlı kaynaklar için rekabet ederler. En iyi ve en girişimci rolün aktörleri genellikle ödüllerin eşitsiz bir parçasını elde ederlerken, en az başarılı olanlar, diğer en az istenen konumlara gelirler.” (10) Sınıf yapısı gibi, “özel mülk sahipliği” de (ve elbette ki kapitalizm de) “biyolojiktir”; evrim yasaları gereğince insan öncesi sürü topluluklarından günümüz toplumlarına genetik yolla taşınmıştır. Özel mülk sahipliği insanın doğasında vardır. “Yaşadığı bölgeye sahip olmanın (teritoryalizm) biyolojik formülü kolaylıkla modern mülkiyet sahipliğinin kurallarına dönüşmüştür.” (11) Para da, kar elde etme de, hatta din de biyolojinin belirledikleri arasındadır. Para, “karşılıklı özgeciliğin niceliği” (12) iken, “dini etkinliğin en yüksek formu, biyolojik avantajın bahşettiği bir şey olarak görünmektedir.” (13) Kar elde etme eğilimi ve kapitalist rekabet de biyolojinin yasaları gereğince insanlara geçirilmiştir.
Çin Sosyal Bilimler Akademisinden Zhang Boshu ise, “Eğer bu biyolojik dil, ekonomi ve felsefeye uygulanacak olursa, insan fiziki ihtiyaçlarına bağlı emek tarafından belirlendiği söylenen amaçlı doğal etkinliğin bilfiil, evrimin ve doğal tarihimizin ürünleri olan biyolojik içgüdünün bir anlatımı olduğunu söylemek doğru olacaktır. ” (14) diyor.
Çinli Zhang Boshu’ya göre, “Ekonomik davranışı, özellikle pazar ekonomisindeki rekabet ve işbirliğini, sosyo-biyolojik ilkelerin terimleriyle açıklamak olanaklıdır.”. “Üreticiler için kar elde etme eğilimi, sosyal Darwinci ‘en fazla uyum sağlayanın hayatta kalması’ yasası ile bağlantılı olarak kendini pazar koşullarında bulur. ” (15)
Yine, Amerikalı profesörümüz Wilson’a göre, seksist (cinsiyetçi) davranışlar ve erkek egemen politikalar da biyolojiktir. Çünkü “erkeklerin kadınlar üzerinde egemen olduğu saldırgan egemen sistemler insanların genel özellikleri arasındadır.” Erkek egemenliği ilkel insandan günümüze kalıtsal yollarla aktarılmıştır. “Avcı-toplayıcı toplumlarda erkekler avlanır ve kadınlar evde kalırlardı. Bu kuvvetli eğilim tarım ve endüstri toplumlarının çoğunda sürmektedir ve bu sebeple genetik bir başlangıca sahip olduğu görülmektedir.” (16)
Sözde “yeni” “bilim dalı” sosyo-biyolojinin kurucusu Wilson her şeyi biyolojiye, genlere bağlıyor. Ona göre, kölelerin hayvan değil de insan gibi davranmalarının nedeni köleliğin genetik yolla kendilerine taşınmış olmasıdır.
Wilson şöyle diyor: “Büyük baskı altındaki kölelerin, köle karıncalar, gibonlar (bir maymun türü), mandriller (iri ve yırtıcı bir maymun türü) ve öteki herhangi bir tür yerine insan gibi davranmakta ısrar etmelerinin nedenlerinden biri, inanıyorum ki, en azından kabataslak olarak, ileriye doğru planlanabilen tarihin yörüngesidir. ” (17) Ona göre kölelik toplumsal bir kategori değil, biyolojik kategoridir. Çünkü kölelik ve işçilik, kral ya da kraliçelik karınca ve arı gibi hayvan topluluklarında da bulunmaktadır.
Bu alıntılar listesi sayfalarca uzayıp gidebilir. Başta Profesör Wilson olmak üzere, bu yeni sosyal Darwinci, ya da ultra-Darwinciler son 25 yılda ortaya attıkları sözde “yeni” “bilim dalı” sosyo-biyolojide her şeyi, maddi toplumsal yaşamın üretimi ve yeniden üretiminde ortaya çıkmış bütün kategorileri, insan davranışlarını yalnızca biyoloji ve doğal seleksiyonla “açıklıyorlar”.
Darwin’in ortaya attığı evrim kuramının “doğal seleksiyon” (doğal ayıklanma, en fazla uyum sağlayabilenin hayatta kalması, uyum sağlayamayanların evrim zincirinden silinmesi) ve “varolma savaşı” (güçlünün güçsüzü yok ederek hayatta kalması) gibi tezlerinden yola çıkılarak teorileştirilen, kaynağını kaba materyalist doğacı insan doğası ideolojisinden alan ve “modern biyoloji”nin tüm teorik malzemelerini kullanan insan doğasının “sosyo-biyolojik teorisi” birbirini izleyen üç aşamada inşa ediliyor: İlk önce, her dönem ve her toplumda, bütün insanlar için ortak olduğu öne sürülen özelliklerin tanımlanması yapılıyor. Daha sonra, bu özelliklerin evrensel olarak genlerimizde kodlandığı, bu nedenle de kalıcı ve değişmez oldukları öne sürülüyor. Ve en sonunda da, hayvan dünyası gözlenerek, insan genlerinde kodlanmış olduğu iddia edilen bu değişmez özelliklerin, doğal seleksiyon yoluyla evrim tarafından, oluştuğu ve kaçınılmaz olarak, toplumu oluşturan tek tek bireylerin günümüzdeki davranışlarına yol açtığı iddia ediliyor.
Sosyo-biyologların iddiaları ve söylemeye çalıştıkları aşağı yukarı şöyle özetlenebilir: Yüz binlerce yıl öncesinde, daha ilkel, hatta insansı dönemlerinde, insanlar, saldırgan, yabancılardan korkan ve bu yüzden de onlara düşman, erkek egemen, aktif ya da pasif, girişimci ya da pısırık, birilerini kandırıp “kafaya alabilen” ya da çabuk inandırılıp “kafalanabilen”, vb. olarak çeşitlenmişlerdir. Bu özellikler derecelerine göre genetik yolla genlerde kodlanmıştır. Süreç içinde ve evrim yoluyla, doğal seleksiyon gereğince en saldırgan ya da en erkek egemen olanlar daha çok döl bırakmış ve bu yüzden de bu güne kadar gelebilmiş, günümüzde egemen olabilmişlerdir. Bugünkü özelliklerimiz ta o günlerden kalmadır. Çünkü daha saldırgan olanlar, saldırgan olmayanlara saldırıp ortadan yok etmişlerdir. Daha girişimci olanlar toplumsal ürünlere el koymuş, büyük çoğunluk zaten “kafalanabilir” olduğundan, onları kandırarak egemenliklerini kurmuş ve bunu sürekli kılmışlardır. Böylece sınıflar ortaya çıkmış ve iktidardaki sınıflar her şeyin sahibi olmuşlardır. İnsan doğasında saldırganlık, soykırım, katliam, yabancı korkusu ve düşmanlığı, rekabet, birbirine düşmanlık olduğundan bugünkü savaşlar, katliamlar, soykırımlar doğaldır ve bunlar “vahşi” insan doğasının bir sonucudur. Biyolojik ve kalıtsal olduklarından mutlak ve değişmezdirler.
Onlara göre, toplumların birbirlerinden farklı olmaları aslında sadece bireylerinin genlerinin farklı olmalarındandır. Kimi birey, toplum ya da sınıfların zayıf, kimilerinin güçlü; kimilerinin zengin kimilerinin de yoksul olmaları ve bir ulusun, cinsin, ırk ve sınıfın diğerini baskı altına alması ve ezmesinin nedeni, tek tek bireylerin, zayıf ya da güçlü, zengin ya da yoksul olmalarını, ezen ya da ezilen konumda bulunmalarını belirleyen genler taşıyor olmalarıdır. Yani sadece genlerinin birbirlerinden farklılıklar göstermesidir.
Sosyo-biyolojik teoriye göre, sorun biyolojik olarak genlerde olduğundan bu durum değiştirilemez. İnsanın toplumsal evrimi nispeten kısa sürede gerçekleşmesine rağmen, biyolojik evrimi çok daha uzun süreler aldığından ve kromozomlardaki genlerle taşınan kalıtsal bilginin değişerek öteki kuşaklara aktarılması binlerce yılı bulacağından ve yine zengin ya da yoksul olma, sosyal eşitsizlik ve adaletsizlik gibi toplumsal kategoriler genlerle belirlendiğinden bu durum sonsuza kadar,”-en azından daha binlerce yıl- devam edip gidecektir. Bugünkü biyolojik durumumuza 3,8 milyar yılı bulan bir zaman dilimi sonunda ulaştığımıza göre, öyle birkaç saat, gün ya da hafta sürecek bir devrimin bizi değiştirebileceği; yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal adaletsizliğe son verebileceği sadece bir hayaldir, işte, kapitalizm (emperyalizm) ve sonuçlarının mutlak ve kaçınılmaz olduğunu genetik bilimi alet edilerek kanıtlama çabası, işte mistisizm.
İdealizmin statükocu, içinde bulunduğu ve yaşadığı toplumsal sistemi mutlaklaştırıp meşrulaştırıcı bütün mistik öğeleri, aslında ne yeni ne de bilim olan sosyo-biyoloji denilen sözde “yeni” “bilim dalı”nın tezlerinde açıkça boy gösteriyor. Onlara göre, her şey genlerde olduğundan, işçi ve emekçiler, işsiz ve yoksullar burjuva sınıfına ve egemen tekelci kapitalizme (emperyalizm) kızıp, onu alaşağı edeceklerine, kendi “bahtsızlıklarına”, “kader”lerine ve bu genleri onlara aktaran anne babalarına, nine ve dedelerine kızmalıdırlar. Kadercilik, çirkin suratını bir kez daha gösterip, sırıtıyor. Zaten, DNA’nın çifte sarmal yapısını (Crick-Watson modeli) bulan genetikçilerden ve genetikte bugün dünyadaki en büyük proje olan İnsan Genomu Projesinin eski başkanlarından James D. Watson da bunu açıktan dile getiriyor: Watson, “Önceleri kaderimizin yıldızlara bağlı olduğunu düşünürdük. Oysa şimdi büyük ölçüde biliyoruz ki, genlerimize bağlıdır. ” diyor. (18) (Human Genom Project-HUGO- İnsan Genomu Projesi, insan DNA’sının bütün bir gen sıralamasını (genom) çözmeyi, bütün bir gen haritalamasını çıkarmayı ve 100 bin civarında olduğu varsayılan insan genlerinin tümünün fonksiyon ve yerlerini tespit etmeyi amaçlayan proje. Aralık 1984 tarihinde ABD’de bir çalışma olarak ortaya atıldı. Daha sonra ABD Enerji Bakanlığı (DOE) tarafından sahiplenilip Yıldız Savaşı Projesi’nden sonra, ABD’nin en büyük projesi olarak 1987’de kabul edildi. Ardından devreye öteki bakanlıklar da girdi ve 1991’de ABD Kongresi projeyi 15 yıllık olarak 3 milyar dolar bütçeyle onaylayıp resmen başlattı. ABD projesi olarak başlayan HUGO kapsamına daha sonra başta İngiltere, Japonya ve Almanya olmak üzere öteki emperyalist-kapitalist ülkeler ve giderek bütün gelişmiş kapitalist ülkeler katıldı. Bugün neredeyse dünyanın bütün önemli genetik ve moleküler biyoloji laboratuarları bu proje için çalışmaktadırlar. Türkiye’deki bazı genetik ve moleküler biyoloji laboratuarları da, kısmen de olsa bu projeye eklenmiş durumdadır. HUGO projesinin 2006 yılında tamamlanması hedefleniyor.)

SOSYO-BİYOLOJİK İNSAN DOĞASI TEORİSİ
Önde gelen sosyo-biyolog, Pekin’deki Çin Sosyal Bilimler Akademisi araştırmacılarından Zhang Boshu, ABD-New York Üniversitesi Yayınları arasında çıkan ve aklınca Marksizm’in insan doğası teorisini çürütmeye çalıştığı “Marxism and Human Sociobiology” (Marksizm ve İnsan Sosyo-biyolojisi) adlı kitabında sosyo-biyolojiyi şöyle özetliyor:
“Sosyo-biyolojk çalışmanın çatısı üç temel tez üzerinde şekillenir:
1- ‘Yüksek uzun ömürlülüğü’ (DNA, yaşamını uzun bir zaman dilimi içinde oluşmasından alır), ‘üreyebilmesi’ (moleküller hızlı bir şekilde kendi benzerlerini yaparlar) ve ‘sadık kopyalama’ (moleküller tam ve doğru bir şekilde kendi benzerlerini yaparlar) yüzünden gen, kalıtım biriminin en önemli ismi haline gelmiştir. (R. Dawkins, Selfish Gene, 1977, s, 19),
2- ‘Bireysel organizma sadece, saklanan ve muhtemel en az biyokimyasal hatayla sıçrama gösteren kusursun bir aygıtın parçası, gen taşıtlarıdır. ‘ Bu nedenle, S. Butler’in ‘Tavuk yalnızca, yumurtanın
bir başka yumurtayı yapış yoludur’ sosunu modernleştirebilir ve ‘organizma yalnızca DNA’nın bir başka DNA’yı, yapış yoludur’ diyebiliriz.1 (E. O. Wilson, Sodohlolog, 1975, s, 3)
3- Son olarak ve yukarıdaki iki tezden yola çıkarak, kişisel sağlıklılığı azaltan tanımıyla özgecilik, muhtemelen doğal seleksiyon yoluyla ortaya çıkmıştır. Wilson şöy le açıklıyor: ‘Cevabı akrabalıktır: Eğer, ortak neslin iki organizması tarafından paylaşılan özgeciliğe iki gen neden olursa ve eğer bir tek organizmanın neden olduğu özgeci yasa, bu genlerin ortak katkısını bir sonraki kuşağa geçirirse, bu özgeciliğe geçiş, gen havuzuna sıçrar.’ (E., O. Wilson, Sociobiolog, 1975) Eğer bu biyolojik dil, ekonomi ve felsefeye uygulanacak olursa, insan fiziksel ihtiyaçlarından doğan emek içinde ifade edilen doğal amacın, bilfiil, evrimin ve doğal tarihimizin ürünleri olan biyolojik içgüdünün bir anlatımı olduğunu söylemek doğru olacaktır. ” (19)
Zhang Boshu’nun dediklerini daha anlaşılır kılalım: (1) Kalıtımın temel öğesi genlerdir. (2) Yaşamdaki her şey kalıtım yoluyla, yani genlerle belirlenir. Yaşamın anlamı, yalnızca genlerin kendilerini üretmeleri yani kalıtımın sürmesidir. İnsan bu anlamda, yani genlerin kendilerini tekrarlamaları için sadece bir araçtır. İnsan genlerinden bağımsız değildir; her şey genlerden ve genlerin kendilerini yeniden üretmelerinden ibarettir. İnsanda evrensel olarak görünen özellikler genlerimizde kodlanmıştır ve bu yüzden de değişmezdirler. (3) Önceleri insanlarda ortak ve evrensel olan, genlerde kodlanmış bu özellikler, doğal seleksiyon tarafından, evrim yoluyla oluşmuştur ve kaçınılmaz olarak, toplumu biçimlendiren özelliklerden olan tek tek bireylerin genetik özelliklerine yol açarlar. Kısacası, sosyo-biyologlara göre, birinci olarak, doğuştan gelen farklılıklardan ötürü başlıca yetenek ve davranışlarda farklılaşırız; ikinci olarak, doğuştan gelen bu farklılıklar biyolojik olarak genlerde kodlanmıştır, yani kalıtsaldır ve üçüncü olarak da, biyolojik evrim ve doğal seleksiyon yolu ile ilkel insandan başlayarak bugüne aktarılan bu genetik farklılıklar günümüz toplumunun biçimlenmesini sağlarlar.
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, sosyo-biyologlar bu insan doğası teorisini inşa edebilmek için önce, çevredeki insanlara bakarak, her dönem, her yerde, her toplumda, bütün insanlar için ortak olduğu öne sürülen özelliklerin tanımlanmasını yapıyorlar. Sonra, insanlarda bu özelliklerin evrensel olduklarını ve bu evrensel özelliklerin genlerimizde kodlandığı, bu nedenle de değişmez olduklarını öne sürüyorlar. Ve son olarak, buradan yola çıkarak, evrensel olan ve genlerde kodlanmış bu değişmez özelliklerin, doğal seleksiyon tarafından, evrim yoluyla oluştuğunu ve tek tek bireylerin bugünkü davranışlarına yol açtığını iddia ediyorlar. Toplumu bireylerin oluşturmuş olduğundan yola çıkarak da, bireylerdeki bu genetik farklılıkların toplumun biçimlenmesini ortaya çıkardığını öne sürüyorlar.
Örneğin etraflarına bakıyorlar ve yaşadıkları kapitalist ülkelerde, tekellerden, kendi burjuva ilişkilerine kadar çevrelerinde, her yerde alabildiğine bir rekabet olduğunu görüyorlar. Buradan insanın doğasında rekabet bulunduğu sonucuna varıyorlar. Ardından hayvanları izliyorlar ve gruplar halinde yaşayan bazı hayvan sürülerinde dişiyi elde edebilmek için, erkekler arasında kavga olduğunu gördüklerinde sözlerini söylüyorlar: Rekabet ilkel insan döneminden günümüz insanına, oradan da toplumlarına aktarılmıştır ve bu nedenle de biyolojiktir. Rekabet gibi öteki bütün kategorileri aynı yöntemle alıp hepsine teker teker biyolojik bir kılıf buluyorlar.
Eğer istenirse, çevredeki insanlara bakılarak, insanlar için ortak olduğu iddia edilen özelliklerin aynı zamanda biyolojik bir açıklaması da yapılabilir. Sosyo-biyologların yöntemi kullanılırsa hemen her şey sadece biyolojik bir yolla açıklanabilir. Zaten onlar da bunu yapıyorlar. İnsanlarda birçok etken tarafından belirlenen bazı alışkanlıkları bile alabildiğine sığ ve basit bir yolla açıklıyor ve bu yöntemle tezlerini kanıtlamaya çalışıyorlar.
ABD Sağlık Bakanlığı (NIH)nın saldırı ve şiddetin biyolojik-genetik temelli olduğunu gösterecek çalışmalara ayırdığı 400 milyon dolarlık (160 trilyon TL.) pastadan (20) pay kapmaya çalışan bu sosyo-biyologlara göre, toplumda saldırı ve şiddet olgusu vardır ve bunun biyolojiden başka bir nedeni olamaz. Üstelik saldırganlık hayvanlarda da vardır. Öyleyse bu saldırganlık günümüz toplumlarına insanın hayvanlık dönemlerinden doğal seleksiyon yoluyla taşınmıştır. Günümüzdeki bütün savaşlar, şiddet, katliam, soykırım vb. gibi bütün kötülükler bu biyolojik-genetik temelin sonucudur. Onlara göre sorun açıktır. Oysa artık tümüyle ortada ve açıktan cereyan etmekte olan günlük olaylar, emperyalist it dalaşı, vahşi kapitalizmin acımasızlığı ve emperyalist saldırganlığı, sermayenin duyumsuzluğu, sınıflar arası mücadelenin aldığı değişik biçimler ve Marksizm’in cephaneliği bu saldırganlık ve şiddetin nedenini yeterince açıklamaktadır. Bu nedenle günümüzdeki saldırganlık ve şiddet hakkında daha uzun boylu şeyler söylemeye gerek yoktur. Saldırganlık ve vahşetin yanı sıra, ırkçılık, işsizlik, yoksulluk, erkek egemenliği gibi kavram ve kategoriler biyolojik-genetik yapının değil, tam aksine sınıflı toplumların, kapitalist ekonomik yapının ürünleridir.

İNSANIN ÖZÜ TOPLUMSAL İLİŞKİLERİNİN TOPLAMIDIR
İnsan doğası hiç de sosyo-biyologların iddia ettikleri kadar basit değildir. İnsan ne, “bencil genler”e hizmet için programlanmış bir “robot”, “canlı makine”, “bayt” ya da “gen taşıtı”, ne “DNA’nın bir başka DNA’yı yapış yolu”, ne de balçıktan yaratılmış Âdem’in torunudur. İnsanı tanrı ya da “bencil genler” değil, ortam ve koşullar yaratmıştır. Bu ortam ve koşullar içinde zorunlu olarak ortaya çıkan bilinçli, amaçlı etkinliğe girişmesi yaratmıştır. Ortam ve koşullar insanı yarattığı kadar, insan da ortam ve koşulları değiştirip yeniden yaratmıştır. İnsan, kendi emeğinin ürünü olarak bu ortam ve koşullar içinde ortaya çıkmıştır. Kendi varlığı ve yaşamını kendi elleriyle, kendi emeği sayesinde, tırnaklarıyla kaza kaza yaratmıştır.
İnsan bir madde, ama canlı bir madde, beyni ise maddenin doğadaki en gelişmiş ürünüdür. Ancak, insan canlı bir nesnedir ve öteki insanlarla ilişkilidir, duyulara sahiptir. “Canlı bir robot”, “makine” değil, his ve duyguları, yanlış ve doğruları, acı ve sevinçleri, mutluluk ve mutsuzlukları, başarı ve başarısızlıkları olan ve doğanın sadece bir devamından, organik-biyolojik nesneden çok öte bir şeydir. İnsan yaşamı ise, dijital bilgi baytı olarak tanımlanabilecek kadar, mekanik, her şeyinin önceden belirlendiği, tek düze, kalıplara sığdırılmış biçim ve kurallara bağlı olmaktan çok ama çok uzaktır. İnsanın bireysel davranışları, toplumsal ilişkileri içinde anlam bulmaktadır. Bireylerin hareket ve davranışları ve onlara yön veren düşünceleri, değişik kurumlar halinde örgütlenmiş bireyler topluluğunun içinde ve düşünce ortamında oluşmaktadır. Bu yüzden insan toplumsal ilişkilerinin bütünü olarak ortaya çıkmaktadır.
İnsanın sahneye çıkışı doğanın gelişimindeki en muazzam alt üst oluşların ve nitel sıçramaların başında gelir. Bu alt üst oluş yani insanlaşma süreci, insanın çok basit de olsa alet yapması, bunları sürekli ve sistemli kullanması ve doğadaki maddi nesneleri bu iş aletleri aracılığı ile amaçlar, doğrultusunda değiştirmesi sayesinde başlamıştır. Kısacası, emek, çalışma ve iş araçları yardımıyla doğadaki nesneleri dönüşüme uğrayıp kendisine yararlı hale getirdiği bilinçli, amaçlı bir faaliyete girişmesi ile ortaya çıkmıştır. İnsanlaşmanın başlangıcı olarak tanımlanan toplumsallaşma, alet yapma ve kullanma; kendi maddi yaşam-geçim ürünlerinin üretimi ve yeniden üretimi ile insanların yaşamı aletsiz-amaçsız hayvan faaliyetinden niteliksel olarak ayrılmıştır. Karl Marx’ın deyişiyle, “İnsan hayvanlardan ilk olarak düşünmesi ile değil alet yapması ve bunu kullanması ile ayrıştı.” “İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başladılar.” Bu yüzden, “insanları hayvanlardan ayıran ilk eylem, insanların düşünmeleri değil, kendi geçim araçlarını üretmeye başlamalarıdır.”. “İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi yaşam araçlarını da üretirler.” (21)
Kısacası, insan iş, emek sayesinde insan olmuş, kendi yaptığı üretim aletlerini kullanarak çalışmaya başlayınca hayvanlar dünyasından ayrılmıştır. İnsanın biyolojik-organik dünyadan toplumsal varlığa yükselişi çalışma ve toplumsal üretimi aracılığı ile bu üretim ve yeniden üretim sürecinde girdiği sayısız toplumsal ilişkiler sayesinde olmuştur. Bu yükseliş biyolojik-genetik yapısına da yansımış ve aynı zamanda, genleri ve anatomik yapısında değişikliğe da yol açmıştır. Artık insanların özellikleri, biyolojik-genetik verilerden, bedensel-biyolojik kalıtımlardan çok üretim araçlarının, üretici güçlerin, toplumsal ilişkilerin doğrultusunda koşullanmaya başlamıştır. Bu anlamda, insanı kendi emeği, çalışması yaratmıştır.
İnsan yaşamını sürdürebilmek için, en temel de olsa, bazı ihtiyaç-geçim maddelerine gereksinim duyar. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak, yeniden üremek, eğlenmek; manevi, düşünsel, estetik, kültürel gereksinmelerini karşılamak vb. için üretmek zorundadır. Bütün ihtiyaçlarını tek başına üretemez, tek başına yaşayamaz. Topluma ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçtan toplumsal yaşam ve toplumsal üretim doğar. Bu toplumsal yaşam ve toplumsal üretim içinde diğer insanlarla, zorunlu, kendi iradesine bağlı olmayan ilişkiler; toplumsal ilişkiler kurmak zorunda kalır. Toplumsal üretimin biçimi ve buna uygun üretim ilişkileri, toplumsal ilişkiler, o toplumun ekonomik yapısının aynasıdır. Bu toplumsal üretim ve biçim üzerinde bir toplumsal bilinç ortaya çıkar. Bütün bunlar insanı ve davranışlarını şekillendirirler. Sosyo-biyologların nedenlerini biyoloji ve genetikte aradıkları insanlar arasındaki benzerlik ve ortak davranış özellikleri işte bu toplumsal üretim ve toplumsal bilince, kısacası toplumsal ilişkilere bağlıdır.
İnsan davranışları kuşkusuz bireyler tarafından gösterilir, toplumu biçimlendiren düşünce ve kararlar bireylerce alınır. Sınıflı toplumlar ve emeğin sınıf bölüşümü her bireyi tek yanlı, parçalı bir insan haline getirir. Gelişme olasılığı bulunan bazı özelliklerini yok ederek bazı yeteneklerini geliştirir. Bazı özellikler bazı bireylerde gelişirken, diğer özellikler ötekilerde gelişir, insanın özü, esas olarak tek tek bireylerin özellikleri tarafından şekillenmemektedir. Marx’ın “Feuerbach Üzerine Tezler”inde belirttiği gibi, “İnsan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.” (22) Toplumsal yaşam ve bu yaşam içindeki varlık koşulları ve ilişkiler insanın bilinç ve düşüncesine kaynaklık eder, onu biçimlendirir ve koşullandırırlar.
Birey, toplumsal ilişkiler ortamında, bulduğu koşullar aracılığıyla kendini etkin bir biçimde ortaya koyarak varolur ve gelişir. İnsan kişiliğinin bütünlüğü, toplumsal maddi yaşamının üretimi ve yeniden üretimi sürecinde, diğer insanlarla girdiği ilişkilere, yani insanın doğayla, insanın insanla, insanın kendi sınıfı ve öteki sınıflarla, sınıfların diğer sınıflarla, toplumların diğer toplumlarla ve bütün bunların toplumsal kurumlar, devlet ya da devletlerle girdiği ilişkilere; sonuçta büsbütün toplumsal ilişkilere bağlıdır. Bu ilişkiler ne denli değişik, karmaşık ve ne denli kapsamlı ve çok yönlü olursa ve bu ilişkiler birey tarafından ne denli etkin bir biçimde sürdürülürse bireyin kişiliği de o denli gelişkin, karmaşık ve çok yönlü olur.
İnsan ve düşüncesi açışından bakıldığında, toplumsal varlık birincil, toplumsal bilinç ise ikincildir. Toplumsal varlık, yani insanın ekonomik etkinliği, nesnel maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi süreci; insanların bu üretim sırasında birbirleriyle oluşturdukları ilişkiler insanın düşünce, davranış ve eylemlerini etkiler ve sonuçta ortaya toplumsal bir bilinç çıkar. Toplumsal bilinç, yani toplumun düşünsel, ideolojik yaşamı, insanların farklı görüş ve fikirleri, politik, hukuksal, ahlaki, kültürel ve diğer öğretileri toplumsal varlıktan bağımsız değildir, onu yansıtır, insanlar, doğa ve toplum içinde, kendilerini harekete geçiren düşüncelerin yardımıyla eylemde bulunur, kendi eylemlerinin bilgisi ışığında hareket eder ve kendi ve başkalarının eyleminden öğrenirler.
İnsan ancak toplumsal ilişkileri içinde insandır. Toplumsal ilişkilerinden soyutlanamaz. Toplumsal ilişkilerinden soyutlandığında geriye ne kalır? Geriye insana ait bir şey kalmaz, sadece hayvan kalır. Hayvan da insandan nicel değil, nitelikçe farklıdır.
Kuşkusuz, bir canlı organizma olmasıyla insan aynı zamanda organik-biyolojik varlıktır, insanda toplumsal özün taşıyıcısı olan biyolojik bir organizma vardır. Diğer bütün memeli canlılar gibi yer, içer, ürer; ötekilere az çok benzer bir metabolizması, genetik yapısı vardır. Korktuğunda, stres altında kaldığında öbür bazı canlı türler gibi adrenalin salgılar, kan basıncı yükselir, kalp atışları hızlanır. Nefes alır verir, sindirim, dolaşım, boşaltım sistemleri gibi sistemleri vardır. Ancak, bütün bu biyolojik yapısı, organizması, fizyolojisi toplumsallığından etkilenir, aynı zamanda toplumsal koşulların da etkisiyle değişir, gelişir, yeniden biçimlenir.
Örneğin, nefes alıp vermesi, solunum sisteminin durumu ağır sanayi işlerinde, akciğer hastalıklarına neden olan işlerde çalışıp çalışmamasına ve yine örneğin sigara içip içmemesine göre değişebilir. Aynı şekilde, spor yaparak daha düzenli ve sağlıklı nefes alıp vermeyi öğrenir. Kan dolaşımı yoluyla öteki memeliler gibi vücut ısısını kontrol altında tutar. Ancak, diğer memelilerden farklı olarak giysi giyer. Soğukta kalın, yünlü, sıcak tutacak, sıcakta da serin tutacak giysiler giyer. Ürettiği ürünlerle Kutupta da, Ekvator’da da, her iklimde yaşayabilir. Ancak kimileri bunu sağlarken, kimileri de bunca kazak, ayakkabı varken satın alacak parası olmadığından titreye titreye sokakta soğuktan donar. Kimileri pahalı villalarında, merkezi ısıtmalı, klimalı odalarında televizyon seyredip buzlu viskilerini yudumlarken, kimileri de derme çatma gecekondularında, ya da demir çelik fabrikalarında, yüksek fırınların yüzlerce derecelik ısısı önünde veya lokanta ve restoranların mutfaklarında, ocak ile soğuk hava deposu arasında mekik dokurken vücut ısısını kontrol edemez.
Yine insanlar da bütün canlılar gibi yer içer. Ancak yiyeceklerin türü ve miktarı sınıflara, toplumlara, yaş, cins, coğrafi lokalizasyona ve daha birçok faktöre bağlı olarak değişkenlik gösterir. Örneğin Latin Amerika köylüleri sadece onu buldukları için yalnızca mısır ve fasulye yerler. Yine örneğin Doğu Afrika’da kuraklık yüzünden süt ve sütlü ürün, sulu yemek, çorba alışkanlığı yoktur. Yoksul ailelerde çoğu kere kadınlar kocalarından ve çocuklarından daha az yerler. Yeryüzünde yüz milyonlarca insan açlık çeker, insanlar kıtlıktan, çocuklar malnütrasyondan ölürken, az sayıda insan yemeği artık ihtiyaç olmaktan çıkarmış, tümüyle lüks tüketiminin bir parçası yapmıştır.
İnsan biyolojik olarak, kuşkusuz kuşlar gibi uçamaz, balıklar gibi su altında uzun süre kalamaz, belli bir desibel dışındaki sesleri duyamaz; fazla uzağı göremez; ancak, toplumsal etkinliği içinde yaptığı araçlarıyla hiçbir kuşun çıkamayacağı yüksekliklere, gidemeyeceği uzaklıklara gider. Hiç bir balığın inemeyeceği derinliklere iner; bütün canlılardan daha hızlı uçar, hepsinden daha uzağı görür, uzaydan yerdeki gazeteyi okur, yüz binlerce kilometre ötesindekini işitir. Doğaya ve biyolojik sınırlılıklarına kafa tutar, onları toplumsallığı ile kat be kat aşar.
Sonuç olarak, insanlar yaşadıkları toplumsal ekonomik yapılardan ayrı değerlendirilemezler. Her ekonomik yapının kendine uygun davranış ve eylemde bulunma koşullanmaları vardır. Kısacası her insan kendi çağı ve içinde yaşadığı toplumun insanıdır; onun tarafından şekillenir. Bu toplumsal dönemin sınıfsal siyasal, ulusal, hukuksal, kültürel, sanatsal, felsefi, psikolojik, dinsel, ahlaksal ve öteki bütün kategori ve ilişkilerini temsil eder. İnsan nasıl yaşarsa, hangi ilişkiler içinde bulunuyor ise öyle düşünür ve davranır; buna uygun bir eylem içinde bulunur, insanın kişilik ve davranış biçimlerini esas olarak içinde yaşadıkları toplum ve sınıflar belirler.

SOSYAL DARWİNİZM VE BİYOLOJİZM
Sosyo-biyoloji ısrarla “yeni” bir “bilim dalı” imiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Oysa sosyo-biyologların yeni bir şey bulmuşlar gibi feveran etmeleri; kurum satıp, ortalıkta dolaşmaları boşunadır. Çünkü neososyal Darwinci sosyo-biyologların maddi toplumsal gerçekliğin bütün kategorilerini biyoloji ile açıklama çabaları yeni değildir, insanları biyolojik yapılarına göre değerlendirme-sınıflandırma uğraşısı, Hammurabi kanunlarından, Antik Yunanistan’ın köleci toplumlarına, Eflatun (Platon) ve Aristotales’e kadar uzanır. Antik Yunanın idealist düşünürleri köle sahiplerinin kölelerden farklı bir doğada, değişik bir yapıda olduklarını iddia etmişlerdi.
Aynı tutum 19. yüzyılda da sosyal Darwinizm yoluyla sürdürülmüştür. Sosyal Darwinizm, Darwin’in öz olarak doğadaki değişimi anlattığı ve bitki ve hayvan türlerindeki değişim ve çeşitliliğin nedeni olarak öne sürdüğü, en fazla uyum sağlayanın hayatta kalması iddiasının ifadesi olan doğal seleksiyon (doğal ayıklanma) ve varolma savaşı gibi tezlerini mekanik bir tarzda ele alarak insan ve insan toplumlarının gelişim sorunlarına, maddi toplumsal yaşamın bütün kategorilerine uygulamaya çalışmıştır. Sosyal Darwinizm ve biyolojizm de, bugün sosyo-biyolojinin yaptığı gibi, doğada, bitki ve hayvanlar dünyasında gözlenen ve kaba materyalistler tarafından değişmez olarak kabul edilen bazı kuralları, mekanik bir tarzda ele alıp bilimsel özünü çarpıtarak insan toplumlarının gelişim sorunlarına, maddi toplumsal yaşamın kategorilerine uygulamaya çalışmıştır; bilimsellik adına, doğal ayıklanmanın yerine yapay ayıklanmayı geçirmiştir. Biyolojik evrim ve organik hareketi, kaba mekanik yol ve metafizik indirgemeci yöntemle toplumsal evrim ve toplumsal hareketle birleştirmeye çalışmış, biyolojik ve toplumsal hareket ve madde arasında bulunan temel farkları görmezden gelmiştir.
Sosyal Darwinizmin İngiltere’de, 1800’lü yılların ikinci yarısında ortaya çıkması elbette ki tesadüfî bir olay değildir. Bu dönemde İngiltere dünyanın en güçlü kapitalist ülkesi idi ve gerçekleştirdiği sanayi devriminin ardından, Afrika’dan Avustralya’ya, Amerika’dan Asya ve Uzak Doğunun uçsuz bucaksız ormanlarına kadar, dünyanın dört bir yanında nazar ve sömürge savatlan veriyordu, İngiltere’nin yürüttüğü bu, hammadde kaynaklarını, dünya pazarlarını ele geçirme savaşlarına ideolojik bir kılıf bulmak gerekiyordu. Tam da bu sırada, 1859 yılında, İngiliz doğa bilimcisi Charles Darwin “Türlerin Kökeni” adlı kitabını yayınlayarak evrim kuramını ortaya attı. Kitap bomba gibi patladı ve çok büyük bir tartışmanın çıkmasına yol açtı.
Çünkü 1800’lü yılların başlarına kadar, evren, dünya, doğa ve canlıların değişmezliği genel kural olarak kabul görmüştü. Doğa bilginlerinin hemen hepsi ve kilise her şeyi doğaüstü güçlere bağlamış, dünya ve canlıları tanrının, doğanın vazgeçilmez ürünleri olarak sunmuştu. Ancak 1800’lü yıllarla birlikte bu görüşe Buffon, Lamarck ve Charles Darwin’in dedesi Erasmus Darwin gibi bilginler tarafından evrim teorileri ile darbe vurulmaya başlandı. Ve ardından Darwin ünlü evrim kuramını ortaya attı. Bu kurama başlarda dönemin önde gelen bilginleri ve özellikle kilise çevrelerinden şiddetli karşı çıkışlar oldu. Ancak, egemen burjuva sınıf, Darwin’in tezlerinin, değiştirilip çarpıtıldığı durumda kendisi için büyük bir olanak ve pazar ve sömürge savaşlarına ideolojik-demagojik dayanak, kılıf olabileceğini görünce evrim kuramını kısa zamanda kabul etti.
Darwin’in tezleri, Malthus, Wallace ve insan topluluklarındaki sorunların hayvan topluluklarındaki benzerleri ile karşılaştırılabileceği ve hayvanlar arasındaki varolma savaşının insanlar arasındaki ilişkilerde de temel olarak alınabileceğini savunan Spencer’in gerici tezleri ile birleştirildi. Önce, 1880’li yıllarda, Darwin’in yeğeni Francis Galton üstün ırkların, maddi toplumsal yaşamın kategorilerine biyolojik dayanak bulmaya, sorunlara biyolojik-genetik-kalıtımsal yoldan yaklaşmaya başladı. Aynı zamanda ırk-“bilimi” öjeniğin kurucusu olan Galton, sözde başarılı insanların, banker, sermaye sahibi ve politikacıların kanlarında sıradan insanlara göre önemli ayrıcalıklar bulunduğunu öne sürdü. Galton tezlerini daha sonra, egemen uluslardan insanların kanlarında, geri kalmış sömürge halklarına göre üstünlükler olduğunu savunmaya vardırdı. Böylece saf, arî, üstün ırk kavramlarının ortaya atılması başlandı. Böylece sosyal Darwinizm doğdu. (23)
19. yüzyılın bitip 20. yüzyılın başlaması ve kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesi ile sosyal Darwinizmin yerini biyolojizm aldı ya da sosyal Darwinizmin yanına onun biraz daha pervasız hali olan biyolojizm eklendi.
Genetik determinizmin isim babası genetikçi Darlington, insanların toplum içinde genetik yapılarına göre ayrıştıklarını, kimi insanların yönetmek, kimilerinin de yönetilmek için doğduklarını söyleyecek kadar ileri gitti. Ardından, Rhodes Cecil, “Biz İngilizler, büyük olasılıkla dünyada ilk ırkız; eğer biz dünyaya egemen olursak, bütün diğer ırklar da bizim gibi gelişip uygarlaşırlar. Bunun için ekilebilecek, kullanılabilecek bütün alanları egemenliğimiz altında toplamalıyız” dedi. Benjamin Kidd ise 1894’de, “Toplumsal Evrim” adlı kitabında, İngiliz emperyalizminin ilk ırk, özgürlük ve insanlık olduğunu söyledikten sonra, açık davrandı ve kıvırtmadan “her ne kadar diğer insanları Avrupa uygarlık düzeyine çıkarmak amacıyla pazar savaşı yapıyorsak da, gene de bunun için ahlaksal ve dinsel bir gerekçe bulmak gereklidir” ifadesini kullandı. Charles Harvey de, 1904’de, “İngiliz Politikasının Biyolojisi” adlı kitabında, “biyo-politikler” kavramını ortaya attı ve “biyoloji bize pazar savaşını öğretmektedir; güçlünün güçsüzü yenmesindeki doğa yasası, tüm canlılar, tüm örgütlenmeler için geçerlidir. ” dedi. İngiliz Amirali Thayar Manan da, “İngiliz ırkının yazgısının savaş gemilerinin kaptan köşklerinde” olduğunu söyledi. (24) Bu tezler giderek yaşamın hemen her alanına yansıdı ve çok geçmeden dönemin aydınları arasında her şeyi biyolojiye bağlayan ve kalıtsallıkta arayan bir determinizm ve mekanik ya da kaba materyalizm modası başladı. Doğa, nesnel maddi dünya ve yaşamı binlerce yıldır doğaüstü güçlere bağlayan idealist, metafizik düşünceye duyulan tepkinin de etkisi ile determinism ve Küba materyalizm özellikle doğa bilimleri alanında etkili hale geldi. Charles Dickene’dan, George Eliot ve Emile Zola’ya kadar o dönemin yazarları her şeyi biyolojide ve kalıtsallıkta arama düşüncesinin somut ifadesi olan “Kan konuşur” fikrini kitaplarında geniş biçimde işlediler. (25)
Bu koroya daha sonra, psikanalizin kurucusu Sigmund Freud de katıldı. Dikkatli bakıldığında, Freud’ün tezlerinin de, toplumsal yaşamın kategorileri ve insanın özünü toplumsal ilişkilerin zenginliğinden çıkarıp biyoloji ve kalıtımın dar sınırlarına hapsetmenin bir çabasından başka bir şey olmadığı görülecektir. Örneğin Freud’e göre, insanda doğuştan gelen iki temel içgüdü vardır: Bunlar, haz alma içgüdüsü ile saldırı ve yok etme içgüdüleridir. Freud, Klasik Yunan Mitolojisinden esinlenerek, bu içgüdülerden birincisine Eros’un (aşk tanrısı), ikincisine ise, Thanatos’un (ölüm tanrısı) isimlerini vermiştir. Bu iki içgüdü birbirlerini dengelemeye; haz alma içgüdüsü Eros, cinsel haz yoluyla vücudu ve kasları gevşeterek saldırı ve yok etme içgüdüsü Thanatos’un yok ediciliğini engellemeye çalışır. Bireylerdeki bu saldırı ve yok etme içgüdüsü, bireyler tarafından oluşturulan topluma da yansır. Yeryüzündeki bütün şiddet, savaş ve katliamların kaynağı, işte bu haz alma içgüdüsü tarafından engellenemeyen saldırı ve yok etme içgüdüsü Thanatos’un üstün gelmesidir. 1. ve 2. Dünya Savaşları, öteki bütün haklı ya da haksız savaşlar, toplumsal cinayetler, baskı, şiddet, soykırım, işkence, vb. insanların bu içgüdülerinin dışa vurumlarıdır, biyolojik ve kalıtsaldır. Bu yüzdendir ki, Freud, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşına engel olma kampanyasına oldukça soğuk bakmış ve ünlü fizikçi Albert Einstein tarafından yürütülen imza kampanyasına katılmayı ret etmiştir. Ve yine bu yüzdendir ki, Freud’ün tezleri emperyalist kapitalist koronun şefi ABD tarafından göklere çıkartılmış ve psikolojide uzun yıllar resmi görüş haline getirilmiştir. (26)

METAFİZİK İNDİRGEMECİLİK
İnsanı ve insan etkinliğini toplumsal ilişkilerinden soyutlama, insanın toplumsal bir varlık olduğunu yadsıma ve maddi toplumsal yaşamın kategorilerini biyolojiye dayandırıp sadece onunla açıklama çabası gördüğümüz gibi sosyo-biyoloji ile değil, sosyal Darwinizm ile başlamış ve biyolojizm ile sürdürülmüştür. Bu tezler, ipliği pazara çıktıkça hemen yeni bir kılıfa girmiş ve isim değiştirmiştir. Ama değişen yalnızca isim olmuştur. Tezler ve yapılmaya çalışılan hep aynı kalmıştır. Eskinin tezlerine 1970’lerin ortalarından 1990’lı yılların ortalarına kadar sosyo-biyoloji adı verilmiştir. Ancak sosyo-biyoloji de aradan daha çok kısa bir zaman geçmesine rağmen yeniden eskimeye başlamış ve hemen tekrardan yeni bir isim değiştirme gereği duymuştur. Sosyo-biyolojinin kurucu ve temel kuramcılarından Edward O. Wilson ve Richard Dawkins gibi sosyo-biyologlar son birkaç yıldır sosyo-biyolojinin adını daha az anar olmuşlardır. Bugün sosyo-biyolojinin yerini giderek evrimci psikoloji ve gen seçiciliği almaktadır. Son yıllarda evrimci psikolojinin, evrimci kısmı sosyo-biyolojinin yeni adı olmaktadır.
Genel olarak biyolojik ya da genetik determinizm, özel olarak da sosyo-biyoloji, her şeyin kaynağını bireylere, giderek DNA molekülü ve genlere ve hatta onları da oluşturan atomlara kadar indirgeyerek açıklamaya çalışıyor. Bütünü, içice geçmiş etkileyenlerini yok sayıp en küçük parçalarına kadar bölüyor ve bu parçaları tek başına, bütün ilişkilerinden, İç ve dış etkenlerinden, neden-sonuç ilişkilerinden kopuk bir biçimde ele alıp incelemeye çalışıyor. Buradan elde ettiği sonuçlardan genellemelere gidiyor.
Örneğin bilimsel dedikleri yöntemlerini ele alalım:
Bu düşünce yöntemi binlerce yıldır bilinen ve idealistler tarafından uygulana gelen ve adına metafizik indirgemecilik denilen yöntemdir. Dekartçı (Descartes) kartezyen yöntemi ve Aristocu idealist düşünce sistemlerine göre, dünyayı anlamanın yolu, onu tek tek parçalara ayırmak ve bu parçaların özelliklerini inceleyerek bilgiye, gerçekliğe ulaşmaktır; nesnel maddi dünyayı bu yolla anlamaktır. Onlara göre, bütün, ancak onu parçalara ayırıp inceledikten sonra tekrar birleştirerek kavranabilir. Yani, tek tek kısımlar, atomlar, genler, moleküller, hücreler ve birey bütün halindeki maddi nesnelerin özelliklerinin nedenidirler. Karmaşık nesnel doğayı anlayabilmek için bunları birbirlerinden koparıp ele almak, ayrı ayrı incelemek gerekir.
Yine burada da, idealist felsefe ve düşünce sistemlerinin, Aristo’dan bu yana binlerce yıldır yaptığını yapmaya çalışıyorlar: Hareketin yüksek biçimlerinin yasalarını, hareketin aşağı biçimlerinin yasalarına; karmaşığı basite indirgeyerek açıklamaya çabalıyorlar. Daha yüksek ve karmaşık sistemlerin özellik ve yasalarını, daha aşağı ve basit sistemlerin özellik ve yasalarıyla açıklama isteği, idealist metafiziğin karakteristiklerinden birisidir. Akıllarınca, bilimsel bilgiye ulaşabilmek için, nesnel maddi dünyayı içsel ve dışsal olarak, birbirlerinden koparıp, birbirleriyle ilişkisi olmayan bağımsız parçalara bölüyorlar. Bunu yaparken, neden-sonuç, içsel-dışsal gibi kategorilerin birbirleriyle ilişkilerinin bulunmadığından ve birbirlerinden ayrı ve kopuk oldukları varsayımından hareket ediyorlar. Oysa hareketin her yüksek biçimi, daha aşağı biçimlerini de bir bağımlı unsur olarak ihtiva eder ve hareketin yüksek biçimlerinin incelenişinde hareketin aşağı biçimlerinin rolü yadsınamaz. Bu nedenle, hareketin yüksek biçimlerinin özellik ve yasalarını hareketin aşağı biçimlerinin özellik ve yasalarına indirgeyerek sadece onun özellik ve yasalarıyla açıklamaya çalışmak, aslında bilimsel çalışmanın tabiatına aykırı bir yöntemdir. Bu yolla karmaşık doğa, nesnel dünya, maddi toplumsal yaşam ve onun yasalarının anlaşılması olanaklı değildir. Bu yöntemle bilimsel bilgiye ulaşılamaz. Zaten sosyo-biyologların da bilimsel bilgiye ulaşma diye bir niyet ve çabaları yoktur. Onların bütün çabaları, sadece, insanları inanılmasını istedikleri şeylere inandırma uğraşısıdır. Kelimenin tam anlamıyla, şarlatanlıktır.

SONUÇ
“Sosyo-biyoloji”, aslında sofizmin çarpıcı bir örneğidir. Savunduğu görüşlerin “bilimselliği” bir yana, yöntemi başlı başına bilime aykırıdır ve belirttiğimiz gibi yeni de değildir. Örneğin Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eserinde, biyolojik kavramları “toplumsal bilimlere uygulanması”nı “boş söz” olarak değerlendirmiştir. Zira: “Bu kavramlara başvurarak aslında, toplumsal görüngeler üzerine hiçbir inceleme yapılamaz, toplumsal bilimlerin yöntemi konusunda hiçbir anlayışa varılamaz. Bir ‘erkeci’ ya da ‘biyo-sosyoloji’ etiketini bunalımlar, devrimler, sınıf mücadelesi, vb. gibi olaylara yapıştırmaktan daha kolay bir şey yoktur, ama böyle bir uğraştan daha kısır, daha skolastik, daha ölü bir uğraş da yoktur. ” (Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm”, Sol Yay. sf. 367) Lenin’in de söz konusu eserinde aktardığı gibi, Marx, bütün tarihi, “bir tek büyük doğal yasa” ile Darwin’in varolma savaşı deyimi ile açıklama yöntemlerini eleştirmiş ve bu yöntemin Darwin’in deyimini “boş bir formül” haline getirdiğini vurgulamıştır.
Doğa bilimleri ve özelde biyolojik bilimler bugün sosyo-biyologlar tarafından bir komediye dönüştürülmeye çalışılmaktadır. İnsanoğlunun alabildiğine aydınlanması ve önünde geniş ufuklar açılması açısından, özgürleştikleri oranda, zincirlerinden boşalarak, bir patlamaya dönüşme ve bugün hayal bile edilemeyecek devasa boyutlara erişme potansiyeli taşıyan günümüzdeki gelişmeler, sosyo-biyologlarca böylesine yüzeysel, basit ve bayağı bir tarzda ele alınıp yorumlanmakta, tümüyle egemen sınıfın azami kârını sağlama ve çıkarlarının bekçiliğini yapma düzeyine kadar indirgenip yalnızca bununla sınırlanmaya çalışılmaktadır.
Başından bu yana materyalist bir temek de gelişen ve pratikte diyalektik yöntemi uygulayan doğa bilimleri her dönem karşısında egemen sınıfı bulmuştur. Bilim, ortaçağda egemen sınıflar ve yönetimde çok güçlü bir otoritesi olan kilisenin çok yoğun baskısı ile karşılaşmış, çok sayıda şehit vermiştir.
“Özgürlük, kardeşlik, eşitlik” sloganları ile iktidara gelen burjuvazi, ortaçağda örnekleri oldukça sık görülen bilimi tümüyle reddetmek ve bilimcileri fiziki olarak ortadan kaldırma tutumunun yerine, özünde eskisinden pek de farklı olmayan bir tutumla ortaya çıkmıştır.
Burjuva egemen sınıf, her türlü bilimsel gelişme ve buluşa azami kâr dürtüsüyle yaklaşma, onu, doğrudan daha fazla kâr elde etmenin, kârını artırmanın bir aracı olarak görme ve kullanma yolunu benimsemiştir. Bunun yanı sıra, bin bir yol deneyerek, bu bilimsel bilgi ve buluşları yozlaştırmaya, kendi sınıf çıkarlarının dayanakları haline getirmeye, politikalarının demagojik propagandasında kullanmaya çalışmıştır.
Sermaye, bilim ve bilimdeki her türlü gelişme dâhil, her şeyi ama her şeyi metalaştırmak, doğrudan sermayenin dolaşım sürecinin içine katmak, sermaye dolaşımının bir parçası haline getirmek ve tümüyle kârını artırmanın bir aracına dönüştürmek ister. Bu nedenle, her türlü gelişmeye bu isteğine bağlı olarak yaklaşır ve yalnızca tek bir yönde gelişmelerine olanak tanıdığı için aslında köreltir. Elbette ki, egemen sınıf, bilimi ve bilimsel gelişmeleri her zaman engellemez. Günümüzde olduğu gibi, rahatça kontrol edip yönlendirebildiği; azami kârı sağlamasının doğrudan bir aracına dönüştürebildiği ve kendi sınıf çıkarlarının geleceğini garantiye almak için bu gelişmeleri kendi sınıf egemenliklerinin kaçınılmazlığının demagojik propagandasına alet edebildiği oranda, onu geliştirip teşvik de eder. Buradaki gelişmenin de sınırı, esas olarak sermayenin kendi değerini artırma güdüsü ve koşulları tarafından belirlenmektedir.
Günümüzdeki gelişmeler tam, da buna uygun düşmektedir. Burjuvazi bugün -kendisine kar getirdiği alanlarda ve oranda- bilimi ve bilimsel gelişmeleri destekleyip, araştırmalara kaynak sağlamakta, patentlerini satın almaktadır. Uzay ve silah, iletişim ve bilgisayar, biyo-teknoloji ve gen mühendisliği, tarım ve yiyecek, tıbbi araç gereç, tıp, ilaç ve kimya vb. tekellerinin hemen tümünün büyük çaplı araştırma laboratuarları bulunmakta; konularında ün yapmış bilimci ve araştırmacıların önemli bir kısmı bu uluslararası tekellerin bünyelerinde toplanmakta; üniversitelerdeki, araştırmalara yine bu tekeller tarafından, proje ve araştırma konuları incelenip, getirecekleri kâr düzeyi sıkıca gözden geçirildikten sonra maddi destekte bulunulmaktadır.
Başta genetikte olmak üzere bilimin belli başlı dallarındaki bu gelişmeler göz ardı edilemez kuşkusuz. Ancak unutulmamalıdır ki, insan toplumunun gerek bu gelişmelerden somut olarak yararlanma olanakları bakımından, gerekse doğa bilimlerinin hâlihazırda çözmekle karsı karşıya olduğu sorunların niteliği açısından, mevcut bilimsel gelişmeler bugün olduğundan çok daha ileri bir düzeyde olabilirdi. Buradan bakıldığında, doğa bilimlerinde nispi bir gelişmeden, ancak mutlak olarak ciddi bir gerilikten söz edilmelidir.
Sovyet biliminin tarihi söylediğimizin kanıtlarıyla doludur. Nitekim Darwinist evrim teorisi, burjuvazinin hizmetindeki idealistlerce en zayıf tarafından yorumlanır ve var olma savaşı mutlak bir toplumsal yasa olarak ilan edilerek Sosyal Darwinizm derekesine indirilirken, Sovyetler Birliği’nde bu teori diyalektik materyalist açıdan eleştiriden geçirilerek geliştirildi ve Sovyet bilim adamlarınca toplumun ihtiyaçları doğrultusunda canlı doğaya hükmetmenin aktif ve etkin bir aracı haline getirildi. Bu nedenle, ileri kapitalist ülkelerdeki biyolojinin ve gen mühendisliğinin bugün attığı adımların pek çoğunu, Sovyet biyologlarının 40’lı ve 50’li yıllarda -henüz nüve halinde ve ilk denemeler düzeyinde de olsa- atmaları, özellikle tarımsal üretkenliği artıran birçok yeni yöntemi keşfetmeleri bir rastlantı değildir. Aksine, bu gelişme, bizzat biyolojik determinizm akımıyla yoğun bir mücadele verilerek kaydedilebilmiştir.
Bilindiği gibi, biyoloji, doğa bilimi araştırmalarında tarihsel metodu kullanan, daha doğrusu kullanmak zorunda olan bir bilim dalıdır. Biyolojinin bu özelliğe sahip olması, bu türden safsataların yeniden su yüzüne çıkmasına ayrı bir anlam daha kazandırmaktadır. Bilimin ve onun teorik gelişiminin (bilimsel gelişmenin belli başlı sonuçlarını genelleştirme) evrimi dikkate alındığında, bu tür safsataların genellikle, doğa bilimlerindeki gelişmeleri teorik bakımdan genelleştirmede ciddi bir sığlığın yaşandığı dönemlerde ortaya çıktıkları görülür. Oysa doğa bilimlerinin gelişmesi açısından sorunun bu yönü, yani bilimsel gelişmenin belli başlı sonuçlarının diyalektik materyalizm açısından mı, yoksa metafizik idealizm açısından mı genelleştirildiği oldukça önemlidir. Engels’in, “Doğanın Diyalektiğinde de vurguladığı gibi, “burada düşünme gereklidir: atom ile molekülü vb. mikroskopla değil, ancak düşünce ile gözleyebiliriz”.
Başka bir deyişle, bu türden safsataların yeniden kendilerinden söz ettirebilmeleri, her defasında, çalışmalarında ister istemez diyalektik metotları uygulayan doğa bilginleri arasındaki idealizmin köreltici ve metafiziğin bilimi kendisine yabancılaştırıcı etkisinin güçlendiğinin ya da yeniden güçlendirmeye özel bir uğraş verildiğinin bir belirtisidir.
Burjuvazinin bilim karşısındaki tutumu göz önüne alındığında sosyo-biyoloji örneği hiç de şaşırtıcı gelmemektedir. Burjuvazi tam da kendisinden beklenileni, sınıf karakterini sergilemektedir.
Ancak uğraşına içtenlikle bağlı bilim adamları açısından bu kesinlikle böyle değildir. Her şeyden önce, onların önünde, bilim tarihinin zirvesi olarak Sovyet bilimi deneyi durmaktadır. Fakat sadece tarihsel bilgi değil; uğraşına içtenlikle bağlı her bilim adamı, bizzat pratik bilimsel çalışmasının sunduğu verileri titizlikle değerlendirdiğinde, Engels’in vurguladığı anlamda “düşünme”yi, uğraşının somut niteliği ve göstergelerinin nesnel karakterine önyargısızca dayandırdığında, doğa biliminin her zaman ufkunu açmış olan dünya görüsüne, diyalektik materyalizme yönelmiş olacaktır. Doğanın değil ama doğa biliminin diyalektik materyalizme bugün de büyük bir gereksinimi vardır.
Kısacası, diyalektik materyalizm, bilim adamı için uğraşıyla kurduğu içtenlikli bağı korumanın bir gereğidir. Sovyet biliminin tarihi, bilimin ancak bu yoldan en azami gelişmeyi kaydedebileceğini ve insan toplumuna her bakımdan hizmet etme misyonuna ancak bu bakış açısıyla bağlı kalabileceğini göstermektedir.

Haziran 1999

KAYNAKLAR:
1. Prof. Edward O. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
2. Dr. Mary Maxwell, The Sociobiological Imagination, State University of New York Press, 1991, Albany, ABD.
3. Prof. Steven Rose, Lifelines, Biology, Freedom, Determinism, The Penguin Books, 1997, Londra, İngiltere.
4. age.
5. Prof. Richard Dawkins, The Selfish Gene, Penguin Books, 1989, Londra, İngiltere.
6. Prof. Richard Dawkins, River out of Eden, Weidenfeld & Nicolson, 1995, Londra, İngiltere.
7. Prof. Edward 0. Wilson, Sociobiology, The New Synthesis, Harvard University Press, 1975, Cambridge-Massachusetts, ABD.
8. age
9. Prof. Edward 0. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
10. age
11. Prof. Edward 0. Wilson, Sociobiology, The New Synthesis, Harvard University Press, 1975, ABD.
12. Prof. Edward 0. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
13. age.
14. Dr. Zhang Boshu, Marxism and Human Sociobiology, The Perspective of Economic Reforms in China, State University of New York Press, 1994, Albany, ABD.
15. age.
16. Prof. Edward 0. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
17. age.
18. Prof. James D. Watson, bir konuşmasından, GeneWatch adlı derginin Kasım 1994, 9. sayısından aktaran Dr. Mae-Wan Ho, Genetic Engineering, Dream or Nightmare, Gateway Books, 1998, Bath, İngiltere.
19. Dr. Zhang Boshu, Marxism and Human Sociobiology, State University of New York Press, 1994, ABD.
20. Prof. Garland E. Allen, Science Misapplied: The Eugenics Age Revisited, 1996, St Louis, ABD.
21. Karl Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, 1992, Ankara.
22. Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, 6. Tez, F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, üçüncü baskı, 1992, Ankara.
23. Serol Teber, Doğanın insanlaşması, Sorun Yayınları, 3. baskı, 1995, İstanbul.
24. Bütün alıntıları aktaran Serol Teber, age.
25. Prof. Richard C. Lewontin, The Doctrine of DNA, Biology As an Ideology, Penguin Books, 1993, Londra, İngiltere.
26. Serol Teber, Doğanın İnsanlaşması, Sorun Yayınları, 3. baskı, 1995, İstanbul.

ekim devrim ve bilim

 

 

1917 Sovyet Ekim Devrimi, yalnızca yüzlerce yıl süren Çarlık iktidarını sona erdirmekle kalmadı; aynı zamanda, yeryüzünün altıda birinde, binlerce yıllık sömürücü sınıflar iktidarına da son vermiş oldu. Dahası, yoksul ve emekçi sınıflara, baskı altında ezilen ulus ve halklara, başta gelişmiş kapitalist ülkelerde olmak üzere sanatçısından yazar ve bilim insanına, aydınların hatırı sayılır bir kesimine, dünyanın değişik yerlerindeki çok geniş yığınlara büyük bir umut ve ilham kaynağı oldu. Bu umut ve ilhamı da, esas olarak, sosyalizmi kısa sayılabilecek bir süre içinde pratik olarak hayata geçirerek, somut bir örnek olarak göstermesiyle sağladı.

Binlerce yıllık insanlık tarihi içinde oldukça önemli bir dönüm noktasını oluşturan 1917 Ekim Devrimi, sanayiden iktisada, edebiyat ve sanattan politikaya, insan düşünce ve eyleminin değişik alanlarına önemli katkılarda bulundu, bu alanları derinden etkiledi. Bu etkiler, Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında ele alındı. İnsan düşünce ve eylemine, yalnızca kendi toprakları üzerinde değil, dünyanın öteki bölgelerinde de önemli etkilerde bulunmuş bir devrimin; kendisine bilimsel bir dünya görüşünü rehber edinmiş ve kurduğu toplumsal sistemi bilimsel sosyalizm olarak adlandırmış Sovyet sisteminin, bilime ve tekniğe de önemli katkıda bulunmuş olmaması düşünülemez. Bu yazıda, bu katkıları irdelemeye çalışacağız. Ancak, “Sovyet Devrimi ve Bilim” başlıklı bir konu, çok kapsamlı, geniş bir çalışmanın konusu olduğundan, derginin sayfa sınırlılığını göz önünde bulundurarak, konuyu bütün yanlarıyla ele almak yerine, sınırlı tutarak, genel bir çerçeve çizmeye çalışacak ve sadece belli başlı bazı noktaları çok genel hatlarıyla ele alacağız.

*

Ekim Devrimi’nin üzerinden 90 yıl geçti. Günümüzde, başta akademi dünyası olmak üzere, yazın-düşünce dünyasında burjuva düşüncesi ve onun temsilcilerinin tartışmasız bir egemenliği bulunuyor. Ekim Devrimi’nin insan düşünce ve eylemine değişik alanlarda yaptığı katkıların bir kısmı, bu dünya tarafından, her ne kadar doğrudan dile getirilmese de, suskun kalınarak, dolaylı yoldan kabul ediliyor. Ancak bu kesim, bilim alanında yapılanlar karşısında farklı bir yol izliyor. Günümüzde, bilim tarihi, bilim politikaları, yakın tarihin bilimsel uygulamalarını konu alan kitap ve kitap bölümlerinin neredeyse tümünde hep benzer şeyler iddia ediliyor; Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yapmadığı; bilimi ve bilimsel gelişmeleri kösteklediği, hatta engellediği; bilim insanlarının bilimsel çalışmalarına doğrudan müdahale edilip politik dayatmalar yapıldığı söyleniyor; “bilime müdahale” ve “bilimin politikleştirilmesi”nin kötü örneği olarak Sovyetler Birliği’ndeki bilimsel çalışma ve uygulamalar gösteriliyor. İddiaların somut örneği olarak da, “Lisenko Olayı” adını verdikleri ve Miçurin Okulu’nun izleyicileri olan Trofim Lisenko ve arkadaşlarının uygulamaları veriliyor.

Sovyetler Birliği’ndeki biyoloji – genetik tartışmalarından yola çıkarak uzun yıllar sürdürülen, soğuk savaş döneminin çarpıtma, karalama, yalan ve “kara propaganda” çalışmalarının etkileri uzun süre devam etti. Bu çalışma, aradan bunca yıl geçmesine karşın –hızı azalsa da– bir biçimde bugün de sürüyor. Günümüzün pek çok akademisyeni, bilimsel bir çalışmanın olmazsa olmazlarından olan zahmetli bir araştırma çabasına girme; kazıyarak bulma eziyetine katlanma yerine hazıra konuyor ve konuya ilişkin bütün bilgi açığını, soğuk savaş döneminin o “kara propaganda” materyallerinden giderme yolunu tutuyor. Böyle olunca da, planlı ekonomi ve kalkınmadan koruyucu hekimlik ya da sosyalize edilmiş sağlık hizmetleri ve tıbba, bilgisayar ve uzay teknolojisinden gen ya da genetik mühendisliği ve biyoteknolojiye, büyük ölçekli araştırmalar ve devasa araştırma kurumlarından kapsamlı, çok büyük mühendislik projelerine dek bugün kendisinin yapmakta olduğu ya da içinde yer aldığı çalışmaların neredeyse tümünün ilk adımlarının Sovyetler Birliği’nde atılıp oradan geliştirildiğini bilmeden, bir kerede, “Sovyetler bilime katkı yapmadı” deyip çıkıyor. Böylece de, sosyalizmi karalama amaçlı “soğuk savaş” döneminin o bilinçli kampanyasını, farkında olmadan, bugün kendisi sürdürmüş oluyor. Oysa Sovyetler Birliği’ndeki bilimin durumunu, yapılan ve söylenenleri, kısacası neler olup bittiğini araştırıp öğrenmek hiç de zor değil. Çünkü aradan çok da zaman geçmedi. O döneme ışık tutan pek çok belge ve yayın arandığında hâlâ bulunabiliyor. İşine karşı dürüst, önyargısız bir bilim insanı, bunlara baktığında, durumun hiç de söylendiği gibi olmadığını rahatlıkla görebilir.

ÇARLIK RUSYASI’NDA BİLİM

Devrim öncesi Rusya, oldukça geri bir ülkeydi. Bu gerilik, bilim alanında da görülüyordu. Büyük Petro ve İmparatoriçe Katerina’dan beri, bütün Çarlık dönemlerinde, devlet yetkililerinin bilim karşısındaki tutumları alabildiğine ikircikli olmuştu. Bir yandan ülkedeki el değmemiş muazzam kaynakları sömürmek için bilime ihtiyaç duyarlarken, öte yandan, giderek önem kazanan ve potansiyel bir güce sahip olan bilimden korkuyorlardı. Sonuçta, bilime yatırım yapıp Rus bilimini ortaya çıkarmak yerine, yabancı bilim insanları ve teknisyenlere bel bağlayan bir devlet politikası izlendi. Çünkü hem onların disiplin altına alınmaları daha kolaydı, hem de yabancı olduklarından, ülkede bir kökleri yoktu ve bu yüzden de daha tehlikesiz görünüyorlardı. Yabancı bilim insanları ve teknisyenlere bu bağlılığın bir diğer nedeni de, özellikle 19. yüzyıl sonlarında Rus İmparatorluğu’nun, başta Alman ve Fransız olmak üzere, yabancı banker ve imtiyaz sahiplerinin ellerindeki yarı sömürge konumuydu. Yabancı bilim insanı ve teknisyenlere bağlılığın yanı sıra, bilimsel çalışma için gereken tüm araç-gereç ve donanım da yurtdışından ithal ediliyordu. Tüm bunlara, çalışmalarını daha çok yabancı bilim dergilerinde yayınlamak zorunda kalan Rus bilim insanlarının karşılaştığı dil engeli de eklenince, Rusya’nın bilime yaptığı katkılar hem sınırlı oldu, hem de karanlıkta kaldı. Rus bilimi, dış dünyada, Alman ya da Fransız biliminin özgün bir uzantısı olarak algılanıyordu. Rusya içinde bile, resmi baskılara duyulan öfkenin hâkim olduğu entelektüel atmosferde, ulusal başarılara hor görüyle bakma, hatta bunları bütünüyle görmezden gelme eğilimi vardı. Ama bu durum, yine de, Butlerov, Kovalevsky, Lodygin, Lomonosov, Mendeleyev, Metchnikov, Pavlov, Popov, Tsiolkovski ve Zhukovsky gibi etkili bilim insanlarının ortaya çıkmasını engelleyemedi.

Savaş öncesi yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan Rus burjuvazisi, bilime yatırım yapılması ve özerk üniversiteler kurulması taleplerini yükseltti. Yeni kurulan üniversitelerde, yeni bir bilim insanı kuşağı yetişmeye başladı. Ancak yeni kuşağı oluşturan bu bilim insanları, ya soylu, aristokrat ya da burjuva ailelerden geldiklerinden, Rus halkından alabildiğine kopuktular. Bu yüzden, Rus halkının Sovyet Devrimi’ne dek ne bilimden, ne de bilim insanlarından haberi oldu.

Devrim öncesi, yeni kurulan üniversitelerden yetişen bilim insanları hareketinin de bir bütün olarak ülke bilimine etki etme fırsatı olmadı. Çünkü, tam da bu kuşağın ortaya çıktığı dönemlerde, Rusya, tam bir alt üst oluş içindeydi; her yerde alabildiğine bir karmaşa hâkimdi. Önce 1. Dünya Savaşı, hemen ardından gelen Şubat ve Ekim Devrimleri, sonra iç savaş ve onu izleyen büyük kıtlık ve açlık yılları, Rusya’da beklenen bilim hareketinin oluşumunu engelledi. Başta daha deneyimli, yaşlı ve muhafazakârları olmak üzere, bu bilim insanı ve akademisyenler kuşağının büyük bir bölümü, devrimle birlikte ülkeyi terk ettiler. Kalanların bir kısmı, o çatışma ve olağanüstü hareketlilik ve karışıklık ortamında açlık ve hastalıktan öldü. Geride kalmış olanların da çoğu Sovyet iktidarı altında çalışmayı kabul etmedi; Pavlov gibi kabul eden az sayıda bilim insanı da isteksizdi; yeni iktidara ve projelerine bir süre kuşkuyla yaklaşarak, kendini işine tam vermedi. Buna rağmen, Sovyet bilim insanlarının ilk kuşağını, yine de, bu az sayıdaki bilim insanı oluşturdu. Sonuç olarak, Sovyetler Birliği, bilim alanında, hemen hiç miras almadan işe koyulmak zorunda kaldı. Tahmin edileceği gibi, yurt dışından da pratik bir yardım görmedi. Tümüyle kendi yağıyla kavrulmak zorundaydı ki, o yağ da neredeyse yoktu. Ülkede, ne yetişmiş, yetkin bilim insanları, ne bu insanları yetiştirecek akademisyen hocalar, ne köklü araştırma kurumları, ne malzeme, ne para, ne de bir –somut sürekliliği içinde miras alınmış– bilim ve araştırma geleneği vardı. Daha da önemlisi, Rus halkı, o güne dek doğrudan bir yardımını görmediğinden, bilime ve bilim insanlarına hemen hiç güvenmiyordu.

SOVYET BİLİMİ

İşe bu en kötü koşullarda başlayan Sovyet iktidarının, çok kısa bir süre içinde bilimde dev bir gelişme gösterip, İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD gibi yüzlerce yıllık bilim geleneği ve birikimine sahip ülkelere yetişmesi beklenemezdi. Bununla birlikte, yine de, baştaki kötü koşullar kısa zamanda hızla değişmeye başladı.

Ünlü fizyolog Pavlov örneğinde görüldüğü gibi, Sovyet iktidarı altında çalışmayı gönülsüzce kabul edip iktidara kuşkuyla yaklaşan bilim insanı ve akademisyenlerin çoğunun, yeni iktidarın bilime geniş bir hareket serbestisi ve önem verdiğini; en azından, eskiden sahip olduklarını kendilerine sağlamak için kısıtlı olanaklar içinde bile canla başla çalışıldığını; Çarlık rejiminde bulamadıkları özgürlüğü Sovyet iktidarında elde ettiklerini ve hayatlarında ilk defa ne yapmak istiyorlarsa onu özgürce yapabildiklerini gördüklerinde, başlardaki gönülsüzlükleri ve kuşkuları giderek yok olmaya başladı. Kendilerini işlerine daha fazla verir oldular. Coşku ve istekleri gün geçtikçe arttı ve sayılarının azlığını kapatmak için, daha büyük bir çaba içine girdiler. Artık ikili bir görevleri vardı: Sovyet bilimi ve teknolojisini inşa etmek ve aynı zamanda, hızla girişilen yeniden yapılanma ve sosyalist inşanın acil sorunlarını çözmek. Ancak bunları yapmak için önlerinde çok önemli iki sorun bulunuyordu: Araştırma sırasında kullanacakları ve hiçbir yerden satın alma olanakları bulunmayan araç gereçlerden ve onlara yardım edecek teknik elemanlardan yoksundular. Yanlarında, onlara yardım için gelmiş çok sayıda istekli genç vardı, ama bunlar henüz eğitimsizdiler.

1917-1927 arasındaki ilk on yıllık dönem, daha çok bu iki sorunu (araç-gereç ve yetişmiş insan açığı) çözmekle geçti. Gelişme, ancak ikinci on yılda geldi. Bilimin gelişimi, sanayinin gelişimiyle yakın ilişki içinde ve onunla kol kola gitti. Yeni kurulan üniversite ve okullar hızla mezun vermeye; yeni bilim insanı ve teknisyenler, mühendisler yetiştirmeye başladı. İşe neredeyse sıfırdan başlayan Sovyetler Birliği, 1934’e gelindiğinde, bilime 1 milyar ruble bütçe ayırır hale gelmişti. Bu miktar, ülkenin toplam ulusal gelirinin yüzde 1’inden fazlaydı ve bu oran, o tarihte ABD’nin ayırdığı bütçenin 3, İngiltere’ninse 10 katıydı.[1]

1930’ların başlarından itibaren, Sovyet bilimi, dünya biliminin bir kolu haline gelerek, ona katkı yapmaya başladı. Ancak, Sovyetler Birliği’ndeki bilimin durumu ve bilime yaptığı katkıları, tek tek bilim insanlarının çabalarının ürünü olarak ortaya çıkan çığır açan buluş ve bilgilerin çokluk ve büyüklüğü gibi günümüzde alışageldiğimiz ölçülerle değerlendirmemiz doğru olmaz. Çünkü Sov­yet­ler Bir­li­ği’nde bi­li­min ge­li­şi­mi, o güne dek bilimde, gelişmiş Batılı kapitalist ülkelerde izlenenden çok fark­lı bir yol iz­le­di. Kuşkusuz Sovyetler Birliği’nde de, bilimin değişik alanlarında, bilimsel bilgiye önemli katkılarda bulunan tek tek önemli buluşlar yapıldı. Ancak bu yazımızda, başta belirttiğimiz gibi, farklı bilim dalı ve alanlarında gerçekleştirilen tek tek buluşları ele alıp incelemek yerine, konuyu daha genel hatlarıyla irdeleyecek ve bilimin örgütlenmesi, planlanması, bilimsel yöntem, bilim politikaları, bilimde yeni bakış ve yaklaşım gibi soruna daha geniş çerçeveden bakmaya çalışacağız. O güne dek diğer ülkelerde yapılmayan önemli değişiklik ve katkıları en genel başlıklarıyla irdeleyeceğiz.

PLANLI VE BÜYÜK ÖLÇEKLİ BİLİM

Ülkenin hızlı ve büyük bir kalkınma hamlesi içine girmesi gerekiyordu. Büyük bir sanayileşme ve tarımsal kalkınma hamlesi başlatıldı. Bunu gerçekleştirmek için planlı bir ekonomiye ihtiyaç vardı ve Sovyet iktidarı da bunu yaptı. 5 yıllık kalkınma planları hazırlandı, çok büyük hedefler konuldu. Birinci Beş Yıllık Plan (1928-1932) ile sanayileşme hamlesi ve kolektif tarıma geçiş (1930-1932) başlatılıp yönetildi. Bütün planlar başarıyla hayata geçirildi. Öngörülen süre bittiğinde, plandaki hedefler fazlasıyla gerçekleşmişti. Örneğin, Birinci Beş Yıllık Plan kapsamındaki Beş Yıllık Sanayi Üretimi hedeflerinin yüzde 93.7’sine, ağır sanayi hedeflerininse yüzde 108’ine, beş yıl dolmadan, daha dördüncü yıl sonunda ulaşılmıştı. Yine örneğin, plan başladığında, 1928 başında yıllık 3.3 milyon ton olan pik demir üretimi, 1932 sonunda plan tamamlandığında, yıllık 6.2 milyon tona erişmişti. Yine aynı dönem içinde, kömür üretimi 35.4 milyon tondan 64 milyon tona; demir cevheri üretimi 5.7 milyon tondan 19 milyon tona ulaştı. İkinci Beş Yıllık Plan (1933-1937) sonunda, bu rakamlar bir kez daha katlandı: Kömür üretimi 128 milyon tona, pik demir üretimi 14.5 milyon tona, çelik üretimi 18 milyon tona ulaştı. Birinci Beş Yıllık Plan sonunda, Magnitogorski, Kuznetsk, Moskova ve Gorki otomobil fabrikaları; Urallar ve Kramatorski ağır makine fabrikaları; Kharkov, Stalingrad ve Çeliabinski traktör fabrikaları gibi çok sayıda sanayi kompleksi inşa edildi. Bu fabrikalar, daha plan tamamlanmadan üretime geçmişlerdi ve bunun sonucunda, daha 1931 yılında, 200 bin otomobil ve traktör üretilmişti. Aynı başarı her alanda gösterildi. Örneğin, 1928’de 118 bin 558 olan okul sayısı, 1932 sonunda 166 bin 275’e, öğrenci sayısı da 7.9 milyondan 9.7 milyona çıkmıştı.

Bir yıkım döneminin ardından gelen, yeni ve çok daha korkunç bir saldırı tehdidi altında gerçekleşen bu yapısal başarılar, uygulamada sosyalizmin üstünlüğünü gösteren ilk örneklerdi. Burjuva iktisatçılar, önce, hayali ve uygulanamaz olduğunu söyledikleri bu planlarla alay ettiler. Sonra, elde edilen başarılar yadsınamaz hale gelince, bu kez hızını eleştirmeye başladılar. Böylesi bir toplumsal dönüşümün, daha az çaba harcanarak daha yavaş gerçekleştirilmesi gerektiğini öne sürdüler. Ancak, bu iktisatçılar, bu iddiaları boş yere ve masum niyetlerle ortaya atmıyorlardı, çünkü sorun, ekonomik olmaktan çok toplumsal ve siyasaldı. Dönüşümün hızı gelişigüzel ya da tesadüfî planlanmamıştı. Adımlar daha yavaş atıldığında, gözle görülür sonuçlar elde edilmesi yılları bulacağından; dönüşüm momentinin bağlı olduğu coşku sürdürülemeyebilirdi. Bu durumda, yüzeyin hemen altında yatan kapitalist ekonomi biçimlerinin tekrar su yüzüne çıkmasının yanı sıra, ülkenin özellikle de ağır sanayi alanında süregelen ekonomik güçsüzlüğü, yabancı sermayeye giderek daha fazla bağımlı hale gelmeyi gerektirecekti ki, bu da, sosyalist ekonominin yıkılması demekti. Burjuva iktisatçıların istedikleri de aslında buydu.

Planlı ekonomi düşüncesi, Sovyetler Birliği’nin seksen yıl önce dünyaya kazandırdığı çok önemli bir katkıdır. Burjuva iktisatçılar, özellikle başlarda çok eleştirseler ve alay etseler de, ekonomik planlama, başarıları ortaya çıktıkça, pek çok kapitalist ülkede değişik biçimlerde kendini gösterdi. Ne var ki, bu çabalarla, Sovyetler Birliği’ndeki gerçek planlama hep farklı oldu. Plan sözcüğü, burjuva dünyasının kavramları ile düşünmeye alışmış pek çok kişide, planların, topluma zorla dayatılan katı ve yapay şeyler olduğu izlenimini uyandırır. Sovyet planları asla böyle olmadılar. Çünkü Sovyetler Birliği’ndeki planları milyonlarca insan birlikte yapıyordu ve o milyonlar için bu planlar, kendi örgütleri aracılığıyla, ortak çıkarları uğruna, ortaklaşa yerine getirmeyi kararlaştırdıkları bir görevdi. Görevi yerine getirirken, hiç beklemedikleri güçlüklerle, ama aynı zamanda, hiç ummadıkları olanaklarla karşılaştılar. Her iki durumda da, plan, buna uygun olarak değiştirildi. Bu işte görev alan insanlar, değişmez katı talimatları uygulayan değil, ortaya çıkan yeni olanak veya güçlüklere göre hareket etmeye hazır kişilerdi. Emir komuta zinciri altında, ya da “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” zihniyeti içinde çalışmaya alışmış kişiler için bu durumu anlamak kolay değildir. Ama planlar başarıyla tamamlandılar. Şehirler, fabrikalar, barajlar ve demiryolları, yabancı uzmanların beklediğinden çok daha hızlı bir biçimde inşa edildiler. Planlar, aynı zamanda, sürekli olarak yeni verilerin ve yeni yasaların elde edilebildiği toplumsal-ekonomik deneylerdi. Yeni yeni planlara, daha büyük hedeflerin konulmasına yol açtılar.

Ba­şa­rı­lı ve ba­şa­rı­sız de­ne­yim­le­rin ışı­ğın­da bi­lim­sel uy­gu­la­ma­la­rın ken­di­li­ğin­den or­ta­ya çık­ma­dık­la­rı; ön­ce in­san­la­rın ih­ti­yaç­la­rı­nın sap­tan­ma­sı, ar­dın­dan da bu ih­ti­yaç­la­rı kar­şı­la­ya­cak yol­la­rın bu­lun­ma­sı için bi­linç­li ve plan­lı bir bi­lim­sel ça­ba har­can­ma­sı ge­rek­ti­ği gö­rül­dü. Dev­le­tin tüm önem­li sa­na­yi­le­re el koy­du­ğu, ne te­kel­le­rin ne de re­ka­be­tin bu­lun­du­ğu Sovyetler Birliği’nde, bi­li­mi tam an­la­mıy­la ge­liş­tir­mek ve on­dan ek­sik­siz ya­rar­lan­mak için plan­lı ve bi­linç­li bir ça­ba içine girildi ve gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden farklı olarak, ki­şi­sel de­ha­nın ye­ri­ni plan­lı bi­lim­sel araş­tır­ma­ al­dı­. Bu, bi­li­mi, özel şir­ket­le­rin ye­ri­ni al­mış olan sanayi ve ta­rım­sal ku­ru­luş­la­rın em­ri­ne ve­re­rek de­ğil, es­ki aka­de­mi­ler­den ya­rar­la­na­rak ve on­la­rı onur­sal der­nek­ler ol­mak­tan çı­ka­rıp, et­kin araş­tır­ma ve yük­sek öğ­re­nim mer­kez­le­ri­ne dö­nüş­tü­re­rek, ger­çek­leş­ti­rildi. Bu planlamayı hazırlayanlar, kapitalist ülkelerde olduğu gibi, alanın dışından teknokrat ve bürokratlar değil, aksine aka­de­mi­ ve ens­ti­tü­ler­de çalışan, oralarda bizzat araştırma yapan bi­lim in­san­la­rı­ydı. Bunlar, ça­lış­ma­la­rı plan­lar­ken, hem bi­li­min ve­rim­li iç­sel ge­li­şi­mi­ni gü­ven­ce al­tı­na al­ma­yı, hem de do­ğa ve in­san kay­nak­la­rın­dan azami öl­çü­de ya­rar­lan­ma­yı gözetiyorlardı. Bi­li­min top­lum­sal dö­nü­şü­mün güç­lü bir ara­cı ol­du­ğu bi­lin­ci­ne, iş­te bu de­ne­yim­ler so­nu­cun­da ula­şıl­dı. Bu deneyimler sonucu, mo­dern top­lu­mun var­lı­ğı bi­li­me ba­ğım­lı ha­le gel­di.

Batı’nın kapitalist ülkeleri, bilimi bilinçli bir biçimde ve planlayarak büyük ölçeklerde kullanmaya, ancak 20. yüzyılın savaş dönemlerinde, askeri üretim amacıyla başladılar. 1. ve 2., daha çok da 2. Dünya Savaşı sırasında, sana­yi­nin ve ta­rı­mın tüm alan­la­rın­da bu ye­ni an­la­yış kul­la­nıl­dı. Bu yüzden, 20. yüzyılın ilk yarısındaki önemli bilimsel gelişmelerin çoğu, savaş sırasında yapılan askeri üretim amaçlı araştırmalardan ortaya çıktı. Oysa söz ko­nu­su yak­la­şım, Ekim Dev­ri­mi ile ya­şam bu­lan ye­ni sos­ya­list top­lu­mun en ba­şın­dan be­ri iz­le­di­ği politikaydı. Sa­na­yi, ta­rım, tıp ve hat­ta bi­li­min ken­di­si bi­le, eko­no­mik güç­le­rin in­sa­fı­na terk edil­mek ye­ri­ne, bi­linç­li ola­rak plan­lan­dı. Hiç onay­la­ma­dık­la­rı ve alay ettikleri hal­de, ka­pi­ta­list ül­ke­le­rin sa­na­yi­le­ri ve hü­kü­met­le­ri, Sov­yet­ler Bir­li­ği’nin bu plan­la­ma eği­li­mi­ni kısa zamanda tak­lit et­tiler.

2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası dönemlerde, İngiltere ve ABD’de, her iki ülke biliminin planlanması ve örgütlenmesinde, bilim politikalarının oluşturulmasında en üst düzeylerde görev almış olan Dr. Alexander King, bu plan ve politikaları hazırlarken, İngiliz sosyalist bilim adamı Profesör John Desmond Bernal’in görüşlerinden, özellikle de, kapitalist ve sosyalist bilim uygulamalarını karşılaştırıp Sovyetler Birliği’ndeki bilimi anlattığı ve bunlardan yola çıkarak önerilerde bulunduğu “Bilimin Sosyal Fonksiyonu” adlı kitabından çok yararlandığını anlatır.

Ekim Devrimi ile bilimin toplumsal konumu tümüyle değişime uğradı. 20. yüzyılın başlarına dek dünyada yapılan bilim, pro­fe­sö­rün kü­çük la­bo­ra­tu­va­rı ya da mu­ci­din ar­ka oda­sı ile sınırlı ki­şi­sel bi­limdi; bu yüzden 20. yüzyıl başlarına kadar olan bu dönem, kişisel bilim dönemi olarak da adlandırılır.[2] Kısmen 1. Dünya Savaşı’nın askeri ihtiyaçları, esas olarak da Ekim Devrimi, bu durumu değiştirdi ve geniş ölçekli yeni bilim dönemi başladı. İlk kez Sov­yet­ler Bir­li­ği’nde or­ta­ya çı­kan ve 2. Dün­ya Sa­va­şı sı­ra­sın­da ev­ren­sel­le­şen bu dönem, büyük ölçekli bi­li­m[3] dönemiydi. Bu dö­nem­de, araş­tır­ma-ge­liş­tir­me­ye har­ca­nan pa­ra artık on mil­yon­larla ifade ediliyor ve ge­rek­li in­san­la­rı ve araç-ge­reç­le­ri ba­rın­dır­mak için bir ka­sa­ba bü­yük­lü­ğün­de ku­ru­luş­lar ge­rek­iyordu. Böylesine büyük kuruluşların kurulup çalıştırılması için ge­reken pa­ra­yı an­cak dev­let sağ­la­ya­bi­lirdi. Sovyetler Birliği’nde böyle oldu. Birinci Beş Yıllık Plan sırasında, böyle, çok sayıda araştırma kurumu ve enstitü kuruldu. 1933 yılı başında, kısmen küçükleriyle birlikte, bu kurum ve enstitülerin sayısı 586 oldu. Kapitalist ülkelerde ise, daha farklı bir yol izlenir. Bu ülkelerde, böylesi durumlarda, dev­let, te­kel­ci iş­let­me­le­ri yar­dı­ma ça­ğır­ır; ken­di baş­la­rı­na âdeta bi­rer dev­let olan bu te­kel­ler de, dev­let­le araş­tır­ma-ge­liş­tir­me söz­leş­me­le­ri ya­pa­rak, bu pa­ra­yı, is­tek­le­ri doğ­rul­tu­sun­da –ki, istekleri de her zaman azami kâr olur– har­ca­rlar. Oysa sosyalizmde, bu büyük ölçekli bilimin amacı ne kâr, ne de yıkımdı; amaç yapıcıydı; tek amacı, do­ğa­yı dö­nüş­tür­mek ve insan yaşamını kolaylaştırmaktı.

Sovyetler Birliği ve öteki sos­ya­list ve halk demokrasili ül­ke­ler­de­ki bi­lim in­san­la­rı­nın tu­tu­mu, fark­lı bir doğ­rul­tu­da edin­dik­le­ri de­ne­yim­ler sonucu farklı bir ku­tup­ta top­lan­dı. Bi­lim in­san­la­rı, bir ta­raf­tan Av­ru­pa’nın ve As­ya’nın acı­ma­sız­ca yer­le­ bir edil­me­si­nin sı­kın­tı­sı­nı çek­ti­ler; çün­kü bu ara­da, yıl­lar­ca sü­ren eziyetli ça­lış­ma­la­rın mey­ve­le­ri de yok edil­miş­ti. Ka­pi­ta­list dün­yanın yol açtığı yıkım ve nef­reti, ya­şa­ya­rak gör­dü­ler. Öte yan­dan, yer­le bir ol­muş ül­ke­ler­de, halk­la­rın gös­ter­di­ği ya­ra­la­rı­nı sar­ma ve ye­ni­den aya­ğa kalk­ma ye­te­ne­ği, iç­le­ri­ni tekrardan umut­la dol­dur­du. Ba­rış gel­di­ğin­de, çok da­ha bü­yük ba­şa­rı­lar el­de edi­le­ce­ğini gördüler. İn­san ak­lı­nın do­ğa­yı an­la­ma ve de­ne­tim al­tı­na al­ma ye­te­ne­ği­ne olum­lu bir inanç do­ğdu; öy­le ki, ya­ra­dı­lış­tan gel­di­ği dü­şü­nü­len tüm sı­nır­lı­lık­lar red­de­dil­di. Bunun sonucunda, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında, büyük doğayı dönüştürme hamlesi başlatıldı.

DO­ĞA­YI DÖ­NÜŞ­TÜR­MEK

İnsan, binlerce yıl, doğaya egemen olma ve onu dönüştürerek yararlanma düşleri gördü. O güne dek işlenmemiş toprakları işlemek, sel taşkınlarını önlemek, su bentleri ve yolları yapmak, açlığın önüne geçmek, hastalıklardan korunmak, hatta hastalıkları ortadan kaldırmak; daha iyi, daha sağlıklı, daha özgür, daha mutlu, daha tok yaşamak, insanlığın başından beri hayaliydi. Bilimin ortaya çıkışı ve gelişimini sağlayan zaten bu hayal ve çabalardır. Des­car­tes, 17. yüz­yılda, “Do­ğa­ya ege­men olup onun efen­di­si ha­li­ne ge­le­bi­liriz” demişti.[4] Önceden başlatılmış, ama araya giren savaş nedeniyle kesintiye uğramış bu hayalleri gerçekleştirme çabalarına, Hitler faşizminin Sovyetler Birliği’nde yarattığı akıl almaz yıkım ve acının yaraları sarılır sarılmaz, yeniden girişildi.

Savaş öncesi dönemde, top­ra­ğın iyi­leş­ti­ril­me­si ve çöl­le­rin ta­rı­ma el­ve­riş­li ha­le ge­ti­ril­me­si ça­lış­ma­la­rına başlanmış ve bu alanda önemli mesafeler de kat edilmişti. Burada gözetilen ilk ve en önemli yan, da­ima, top­ra­ğın ko­run­ma­sı ve iyi­leş­ti­ril­me­si oldu. Sa­vaş son­ra­sı yıl­lar­da, bu sü­reç öy­le­si­ne yay­gın­la­şıp hız­lan­dı­rıl­dı ki, ge­ze­ge­ni­n tarihinde o güne dek hiç olmayan bir du­rum or­ta­ya çık­tı: İn­san­lı­ğın hiz­me­tin­de do­ğa­nın ye­ni­den ya­pıl­anma­sı ve coğ­raf­ya­nın de­ğiş­ti­ril­me­si. Böy­le­si bir gi­ri­şi­mi dü­şü­nüp ger­çek­leş­ti­re­bil­mek için, her şey­den ön­ce, or­tak he­def­ler doğ­rul­tu­sun­da ça­lış­ma­ya alış­kın ve ge­le­cek­te­ki büy­ük ka­za­nım­lar uğ­ru­na bu­gü­nü fe­da ede­bi­le­cek denli öz­gü­ven sa­hi­bi bir halk ge­re­kir. Bu­nun yanı sıra, bu iyi ni­ye­ti ya­şa­ma ge­çir­mek için, aza­mi öl­çü­de bi­lim­den ya­rar­la­n­mak ge­re­kir. Ir­mak­la­rın önü­ne bent çek­mek, ka­nal­lar aç­mak ve dev elekt­rik santralleri in­şa et­mek için ma­ki­ne mü­hen­dis­li­ğin­in; or­man­lık böl­ge­ler mey­da­na ge­tir­mek, su­la­ma ağ­la­rı kur­mak, hay­van­lar­la ekin­le­ri den­ge­le­mek için bi­yo­lo­ji mü­hen­dis­li­ğin­in yardımı gerekir. Sovyetler Birliği de bunu yaptı. Her yer­de, ta­rı­mın laboratuar ve alan de­ney­le­riy­le bir­leş­ti­ril­di­ği kar­ma sis­tem­le­re özel vurgu ya­pıldı, böyle çalışmalar alabildiğine teşvik edildi.

Ku­rak­lık teh­li­ke­si­ içinde ve ya­rı çöl du­ru­mun­da­ki Rus­ya’nın gü­ney­do­ğu­su ile Ha­zar Hav­za­sı’nda yüz mil­yon in­sa­nı bes­le­ye­cek bir ta­rım ve sa­na­yi uy­gar­lı­ğı ku­rul­ma­sı ça­lış­ma­la­rı başlatıldı. Dü­şük ra­kım­lı ova­lar, ku­ru­lan bent­le­rin yar­dı­mıy­la su­la­ndı. Su­la­ma ka­nal­la­rı, ba­zı yer­ler­de, dağ­la­rın için­den ge­çi­rildi, ba­zı yer­ler­de, de­ni­zin bir ko­lu­nun ye­ri­ni al­dı. Yük­sek ra­kım­lı yer­lerde, topraklar, su pom­pa­lanarak sulandı. Açık çöl­ler­de, kum­lar, sak­sa­ul ağaç­la­rıy­la ye­rin­de tu­tul­du; güneşten yararlanarak, buralara su pom­pa­la­nıp yüzey soğutuldu. Plan­la­ma, tüm ır­mak hav­za­la­rı­nı kap­sa­dı. Vol­ga, Don ve Din­ye­per gi­bi bü­yük ır­mak­lar, ha­vuz­la­r ve elekt­rik santralleri olan bent­ler­le ay­rıl­mış göl sil­si­le­le­ri­ne dö­nüş­tü­rüldü; su, su­la­ma ka­nal­la­rı­na ak­ta­rıl­dı. Böy­le­ce, su taş­kın­la­rıyla ku­rak­lık­lar ön­le­ndi.

Hazar Havzası’nda, Aral gölünü çevreleyen geniş çöllerin sulanıp tarıma açılması için göle dökülen Amu Der­ya ve Sir Derya ırmaklarından yararlanıldı. Bunun için örneğin, Amu Deryanın bir kısmı dev kanallarla Ka­ra Kum çö­lü­nün or­ta­sın­dan ge­çirilip Hazar Denizi’ne döküldü. Bunun sonucunda, Orta Asya’nın bu kurak bölgelerinin bir kısmı verimli topraklar haline getirildi. Bu kanallar sayesinde Özbekistan bugün dünyanın en büyük pamuk ihracatçısı ülke haline gelmiş durumda. Burada kısa bir not düşmek gerekecek:

Sovyetler Birliği’nin sosyalist inşa ve büyük planlı kalkınma hamleleri sırasında hayata geçirdiği projeleri –ve tabii ki doğal olarak sosyalizmi– karalamak için her şeyi eleştirip kötülemeyi kendilerine iş edinen burjuva ekonomistler ve “bilim” adı takarak kara propaganda yürütenler, sözü edilen bu dev sulama kanallarını ve ırmakların tarımın hizmetine sunulması projelerini de, –sanki kâr hırsıyla bütün doğayı katleden, en son karbon gazları salınımını doruğa çıkarıp “küresel ısınma” denen iklim değişikliklerini tetikleyerek sadece çevreyi değil insanlığı da tehdit eden kapitalizmin sözcüleri değillermiş gibi– “doğaya müdahalenin felakete yol açtığı”nı ileri sürerek, eleştiriyorlar. Örneğin Amu Derya ırmağının çöllerin içinden geçirilmesinin Aral Gölü’nün kurumaya başlamasında ana neden olduğunu öne sürüyorlar. Kısaca açıklayalım: Aral Gölü çevresindeki çöllerin tarım yapılır hale getirilmesi projesi, devrimden hemen sonra, 1918’te kararlaştırıldı. Ancak böylesine dev projelerin gerçekleştirilmesi için hazırlıklar gerekiyordu. Çünkü böyle kapsamlı çalışmalar için makineleşme, ye­ni bü­yük boyutlu inşaat mühendisliği ma­ki­ne­le­ri gerekir. Elde, dev yük ara­ba­la­rı ve çe­ki­ci­ler, bul­do­zer­ler, hid­ro­lik ka­zı­cı­lar olması, kısacası önce büyük makineleşme hamlesinin tamamlanması gerekirdi. Aksi halde çölleri bir ağ gibi örüp kilometrelerce uzayıp giden kanalların yapılması, akın­tı­yı hız­lan­dır­mak için ır­mak­la­ra ye­ni kol­lar açıl­ma­sı, el­ve­riş­li iyi top­ra­ğın or­ta­ya çı­ka­rıl­ma­sı, top­ra­ğın taş ve ka­ya par­ça­la­rın­dan arın­dı­rı­lıp te­miz­len­me­si, bütün bun­lar için ge­rekecek ener­ji­nin yerel doğal kaynaklardan el­de edil­me­si gi­bi, ma­ki­ne­le­rin bir­kaç yıl için­de ger­çek­leş­tir­eceği işleri, binlerce bile olsalar, köy­lü­ler, el­le­riy­le bin yıl­da ta­mam­la­ya­maz­lar­dı. Bu yüzden önce sanayileşme hamlesinin gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Ardından araya giren Alman faşizmi saldırısının savuşturulması beklendi. Bunun sonucunda Hazar – Aral Projesi ancak 1940’ların ortalarında ele alınabildi. Proje çok büyük ve kapsamlı olduğundan, bölüm bölüm ilerliyordu. Amu Derya ırmağını Kara Kum çölü içinden geçirecek, bugün dünyanın en büyük sulama ve su sağlama kanalı olan Kara Kum Kanalı’nın inşasına, ancak 1954 yılında başlanabildi. Stalin’in 1953’te ölümünün ardından, revizyonizmin kısa zamanda iktidara gelmesiyle, bütün bu dev projeler kesintiye uğratıldı. Sovyetler Birliği’nin sosyalist inşada temel aldığı sanayileşme, özellikle de ağır sanayinin geliştirilmesinin revizyonizm tarafından durdurulması doğrultusunda, bu dev mühendislik projeleri de, ya durduruldu ya da savsaklandı, başlamış olanlar da baştan savma yapıldı. Örneğin inşası 1954’te başlatılıp, kısa zamanda tamamlanması hedeflenen Kara Kum Kanalı, 34 yılda, 1988’e kadar bitirilemedi, hem de inşasında başta yapılan hesaplama ve planlara sadık kalınmadığından, çoğu kanallar, büyük su kaybı olacak biçimde inşa edildi. Çok daha önemlisi, Aral – Hazar havzası projesinin ikinci ve asıl ana bölümü, boşu boşuna Ku­zey Kut­bu’nun ba­tak­lık­la­rı­na dö­kü­len Si­bir­ya ır­mak­la­rı­nın, dön­dü­rülerek, Aral bölgesine kadar getirilip, Aral çu­ku­ru­nun dol­dur­ması projesi idi. Böylece, değil Aral Gölü’nün kuruması, aksine, bölgede dünyanın en büyük yapay gölü yapılarak, binlerce yıllık çöllerin yemyeşil zengin tarım alanlarına dönüştürülmesi ve bölgede yaşayan yüz milyon insanın beslenmesi hedefleniyordu. Revizyonist yönetim, sosyalizm döneminde bütün planları yapılan bu projeye hiç başlamadı. Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, bugün Aral Gölü’nün kurumasının sorumlusu olarak, sosyalizm ve onun büyük projeleri kesinlikle gösterilemez. Eğer mutlaka bir sorumlu aranacaksa, bu sorumlu, insanlığın bu en büyük projelerini değişik yollarla baştan beri engellemeye çalışan kapitalizm ve başlamış projelerin hem eksik hem de hatalı yapılmasını sağlayan revizyonizmden başkası olamaz. Artık konumuza dönebiliriz.

Sovyetler Birliği’ndeki bu hamleler, öteki halk demokrasili ülkelere de ilham kaynağı oldu. Çin Halk Cum­hu­ri­ye­ti’nde[5], bü­yük çev­re ko­ru­ma plan­la­rı ya­şa­ma ge­çi­ril­me­ye baş­lan­dı. Taş­kın­la­rıy­la sü­rek­li en zen­gin Do­ğu eya­let­le­ri­ni yı­kı­ma uğ­ra­tan Hwai Ir­ma­ğı de­ne­tim al­tı­na alı­na­rak, ya­rar­lı ha­le ge­ti­ril­di. Yangz­te Ir­ma­ğı ile Sa­rı Ne­hir’in kol­la­rı­ de­ne­tim al­tı­na alınarak, bu ır­mak­la­rın akış yo­lu üze­rin­de­ki hav­za­lar­dan ya­rar­la­nıl­dı. Tüm bun­lar, mal­ze­me için bir an ol­sun bek­le­nil­mek­si­zin, ça­pa­lar­la top­rak ka­zı­lıp hafri­yat se­pet­ler­le ta­şı­na­rak, ger­çek­leş­ti­ril­di.[6]

Kuşkusuz bu işler, son al­tı bin yıl için­de her­han­gi bir za­man di­li­min­de ya­pı­la­bi­lir­di, bugün de yapılabilir. Pet­rol ve su ba­kı­mın­dan zen­gin olan Me­zo­po­tam­ya, uy­gar­lı­ğın doğ­du­ğu gün­ler­de­ki ka­dar ve­rim­li ve zen­gin ola­bi­lir. Mı­sır, Nil’in su­yun­dan iki-üç kat da­ha faz­la ya­rar­la­na­bi­lir ve çok da­ha bü­yük bir nü­fu­sun in­sa­na ya­ra­şır ko­şul­lar­da ya­şa­ma­sı­nı sağ­la­ya­bi­lir. Es­ki de­ne­yim­ler ve mo­dern araş­tır­ma­lardan yararlanılsa, Sah­ra Çö­lü’nün bü­yük bö­lü­mü­ ye­ni­den ve­rim­li ha­le ge­tir­ilebilir. Hint­li­ler, ta­rım­sal ve me­ka­nik us­ta­lık­la­rı­nın sağ­la­dı­ğı ge­niş ola­nak­lar­dan ya­rar­la­na­bi­lir­ler. Tro­pi­kal Af­ri­ka ve Gü­ney Ame­ri­ka, ken­di su kay­nak­la­rın­dan ya­rar­la­na­rak, ta­rih­te ilk de­fa tro­pi­kal yağ­mur or­man­la­rı­nı de­ğer­len­dir­me­nin bir yo­lu­nu bu­la­bi­lir­. Fakat bunları gerçekleştirmek için, sadece kendilerinin ve temsilcisi oldukları sınıfların çıkarlarını düşünen kral ve im­pa­ra­tor­ların, mandarin ve padişahların, tekel ve onların temsilcilerinin değil, halkın iktidarda olması gerekir.

SOSYAL TIP

Sovyetler Birliği, kuşkusuz yalnızca tarımın ve doğanın dönüştürülmesi gibi büyük projeler ve devasa bir sanayi hamlesi gerçekleştirmekle kalmadı, hemen her alanda yenilikler yaptı. Tıptan eğitime, tarımdan ekonomiye, fizik ve biyolojiden psikoloji, sosyoloji ya da tarihe, bilimin hemen her alanına yeni bir anlayış, yeni bir yaklaşım getirdi. Örneğin tıpta, o güne dek yapılmamış bir uygulama gerçekleştirildi ve tıp sosyalleştirildi. Tıpta sosyalizasyon Sovyetler Birliği ile başladı.

İki türlü tıp ya da sağlık veya hekimlik hizmeti vardır: Sosyal ya da koruyucu tıp ve tedavi edici tıp. Sosyal ya da koruyucu tıp, kişinin hastalanmasını önlemeye çalışarak, sağlıklı kalmasını sağlamaya; tedavi edici tıp ise, hastalanmış kişiyi tedavi etmeye çalışır. Bunlar, 1. ve 2. basamak hizmetleri diye de adlandırılırlar. Sovyetler Birliği, bunlardan, ikincisini ihmal etmeden, daha çok birincisine ağırlık verdi. Çok sayıda sağlık evi ve dispanser açıldı; hızla binlerce ebe, hemşire, sağlık memuru ve tabii ki hekim yetiştirildi. Bataklıklar kurutuldu, hastalık etmenlerinin ortadan kaldırılması için büyük çaba harcandı. Sağlık hizmetleri alabildiğine yaygınlaştırılıp parasızlaştırıldı. Bunu sağlamak için hızla yeni yeni sağlık okulları, tıp fakülteleri açıldı. Örneğin, Ekim Devrimi olduğu sırada, Kazan, Odessa ve Kharkov’da birer, St Petersburg’da (Leningrad) iki tane olmak üzere bütün Rusya’da toplam 5 tıp fakültesi vardı. 1930’ların başına gelindiğinde, Sovyetler Birliği’ndeki tıp fakültesi sayısı 51’e ulaşmıştı.[7] O güne dek Rusya tarihinde hiç olmamış bir şey gerçekleşti: Hayatlarında hastane, doktor, hemşire yüzü görmemiş milyonlarca insan, istediği zaman, istediği yerde, para vermeden tedavi olmaya, oldukça yetkin sağlık hizmeti almaya başladı.

Sosyal tıp, man­tık­sal ola­rak, top­lum­sal üre­ti­mi ve top­lum­sal bö­lü­şü­mü ge­rek­ti­rir; çünkü her­ke­sin ça­lış­ma­sı, din­len­me­si ve ye­te­rin­ce bes­len­me­si baş­ka tür­lü gü­ven­ce altına alınamaz. Kı­sa­ca­sı, sosyal tıp sos­ya­liz­mi ge­rek­ti­rir: ABD’de sosyal tıbbın hiç uygulanmaması ve hatta ondan korkulup nefret edilmesinin, sosyal tıbbın tem­bel ve aç­göz­lü in­san­la­rın dü­şün­ce­si ol­arak lanse edilmesinin asıl nedeni bu­dur. Oysa Sovyetler Birliği ve öteki halk demokrasili ülkelerde, özel­lik­le de ço­cuk­lar için ge­liş­miş sağ­lık hiz­met­le­ri ve­ril­me­si yö­nün­de hızla bir se­fer­ber­lik baş­la­tıl­dı. He­kim­le­rin ve hem­şi­re­le­rin top­lum­sal ko­num­la­rı yük­sel­ti­ldi, tıp mes­le­ğin­de he­kim sa­yı­sı­ artı­rıl­dı. Bu durum, üstelik yalnızca ülkenin belli başlı merkezleriyle sınırlı tutulmadı, tüm ülkeye yayıldı. Ör­ne­ğin Öz­be­kis­tan’da, Çar­lı­ğın ege­men ol­du­ğu dö­nem­de her 31 bin ki­şi­ye bir he­kim dü­şer­ken, 1952’de her 895 ki­şi­ye; Azer­bay­can’da da her 490 ki­şi­ye bir he­kim düşüyordu. Oysa aynı dönemde İngiltere’de her 862 ki­şi­ye bir, Nijerya’daysa her 133 bin ki­şi­ye bir he­ki­m düşüyordu.

Sovyetler Birliği ve Ekim Devrimi’nden ilham alan Çin’de de benzer ilerlemeler kaydedildi. Sağ­lık se­fer­ber­li­ği kitlesel bir biçim al­dı. İlk adım, bulaşıcı hastalık/en­fek­si­yon kay­nak­la­rı­nın or­ta­dan kal­dı­rıl­ma­sıy­dı. Çin, dün­ya­nın en çok si­nek is­ti­la­sı­na ma­ruz ka­lan ül­ke­le­rin­den bi­riy­di; halk hü­kü­me­ti­nin ku­rul­ma­sın­dan iki yıl son­ra, Çin’in ka­sa­ba ve köy­le­rin­de tek bir si­nek bi­le bul­unmaz oldu. Ve­ba­nın en­de­mik mer­kez­le­ri te­miz­len­di ve dört yüz mil­yon­dan faz­la in­san, çi­çek has­ta­lı­ğı­na kar­şı aşı­lan­dı. Sağ­lık hiz­met­le­ri mu­az­zam öl­çü­de ar­tı­rıl­dı. Ör­ne­ğin 1952 Ha­zi­ran’ın­da, Ku­zey­do­ğu Çin’de, öz­gür­lük ön­ce­si gün­le­re oran­la yir­mi kat da­ha faz­la has­ta­ne ve on iki kat da­ha faz­la sağ­lık kli­ni­ği var­dı. 1954’te, her 625 iş­çi­ye bir he­kim dü­şü­yordu. Bu rakam, ülke genelinde 880’e 1’di. Ya­şam-kur­ta­ran ye­ni ilaç­lar üret­mek üze­re fab­ri­ka­lar ku­ru­la­rak, ilaç it­ha­la­tı­na kar­şı Ame­ri­kan am­bar­go­su boz­gu­na uğ­ra­tıl­dı.

Sovyetler Birliği’nin başlattığı sosyal ya da sosyalleştirilmiş tıbbı kendilerine örnek alanlar, yalnızca öteki sosyalist ve halk demokrasili ülkeler olmadılar. Başta İngiltere olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerin bir kısmı, bu sistemi, –biçim olarak da olsa– kendi ülkelerinde uygulamaya başladılar. Örneğin İngiltere’de, daha 2. Dünya Savaşı’nın ortasında, 1942 yılında, Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS) adı verilen yeni bir sağlık sistemi uygulaması başlatıldı. Clement Attlee hükümetinin başlattığı NHS, Sovyet sağlık sistemi örnek alınarak planlamış ve “sosyalizasyon” da denilen, bir sosyalleştirilmiş sağlık hizmetiydi. İngiliz “sosyalleştirilmiş” sağlık sisteminin olumlu etkileri görülür görülmez, Türkiye dâhil pek çok ülke, benzer uygulamalara girişerek, koruyucu tıp başta olmak üzere, birinci basamak sağlık hizmeti yasalarını geçirmeye başladılar. Her ne kadar İngiltere’nin örnek alındığı söylense de, aslında örnek alınan, Sovyetler’in sosyalleştirilmiş sağlık sistemiydi. Tahmin edileceği gibi, örnek alınan, o sistemin içeriği değil, daha çok biçimiydi, kaba bir görüntüsüydü.

EĞİTİM

Genç Sovyetler Birliği’nin toplumsal ve eğitimle ilgili yerine getirmesi gereken görevler, en az öteki maddi görevler kadar önemliydi. Farklı ırk ve dillerden, geri kalmış, sınıflara bölünmüş, kafaları hurafelerle doldurulmuş yığınlar, kendilerini en yüksek teknik ve kültürel düzeye çıkaracak yolu bulmak zorundaydılar. Kapitalist ve feodal zamanlardan kalma, insanları birbirinden uzaklaştıran kökleşmiş alışkanlıklar, önyargılar, düşmanlıklar ve korkular, eğitim yoluyla, önce denetim altına alınmak, sonra da ortadan kaldırılmak zorundaydı. Yeni türde bir insanın yaratılması gerekiyordu.

Sovyetler Birliği’nin tüm eğitim tarihi boyunca gerçekleştirilen en önemli reformlardan biri, suçlu çocuklardan bir koloni oluşturup, onların kendilerine olan saygılarını ve dayanışma duygusunu kazanmalarını vurgulayan Makarenko’nun öncülüğünde, kendi ekmeğini kendi kazanan bir komünün kurulmasıydı. Bu komünün başarıları, Makarenko’nun “Yaşam Yolu” isimli kitabı ve aynı adı taşıyan bir sinema filmiyle ölümsüzleştirildi. Eğitimde sadece disiplin vurgusu yapan eğitimcilere karşı amansız bir mücadele yürüten Makarenko’nun çalışmaları, tüm bir Sovyet eğitimcileri kuşağına esin kaynağı oldu. Onun temel ilkesi olan “herkesten elinden gelenin en iyisini yapmasını istemek, ama aynı zamanda ona mümkün olan en büyük saygıyı göstermek”, yeni sosyalist dünyada, birey ve sorumluluk konusundaki yeni yaklaşımın anahtarı oldu. Makarenko, kendi kolektifinin –Gorki Kolonisi’nin– özgün karakterini şu sözlerle dile getirir: “Bu kolektifte son derece karmaşık bir sistem vardır. Her bir birey kendi kişisel uğraşlarını başkalarının uğraşlarıyla uyumlu kılmak zorundadır; … öyle ki, onun kişisel hedefleri ortak hedeflerle çelişmesin… Bu uyum, Sovyet toplumunun karakteristik özelliğidir. Bana göre ortak hedefler temel, belirleyici hedefler olmanın yanı sıra aynı zamanda benim kişisel hedeflerimle de bir zincirin halkaları gibi birleşmişlerdir.” Bu sözler, başka pek çok Sovyet girişiminden elde edilen deneyimi ifade ediyordu.

Sovyetler Birliği’nin eğitim alanındaki çalışmaları çocuklarla sınırlı değildi; yetişkin erkekleri ve onun da ötesinde, yeni uygarlığa katacak çok şeyleri olan kadınları da kapsıyordu. Sovyetler Birliği’nin ilk yılında gerçekleştirdiği iki önemli insani başarıdan biri, kadının erkeğe bağımlı olmaktan kurtulması, diğeri de, bilginin ve fırsatın yaşına, sınıfına ya da milliyetine bakılmaksızın herkese sunulmasıydı. Sovyetler Birliği’nde geçerli ilke, Lenin’in dediği gibi, “Her aşçının devleti yönetmeyi öğrenmek zorunda olması”ydı.

Okuma yazma oranının çok düşük olduğu Rusya’dan, 1950’lere gelindiğinde, genel yüksek öğrenim yaşama geçirilmeye başlanmıştı. Sovyetler Birliği’nde, pek çok merkezde, orta öğrenimin ardından yüksek öğrenime devam edenlerin oranı yüzde 60 ile yüzde 100 arasında değişiyordu. Bu öğrencilerin bazıları üniversitelere, bazıları çeşitli teknik ve tarım yüksek okullarına, bazıları tıp fakültelerine, bazıları konservatuar ve bale okullarına, hatta bazıları da sirk sanatı enstitülerine kayıt yaptırıyorlardı. Örneğin dünyanın önde gelen bilim insanlarından İngiliz Profesör J. D. Bernal, 1953 yılında gittiği Sovyetler Birliği’nin uzak bir köşesindeki Tiflis Üniversitesi’nde, fizik öğrencilerinin sayısının Londra Üniversitesi’ndekilerden daha fazla olduğunu gördüğünü söylüyor.[8] Ve hemen ekleyerek, “üstelik bu öğrencilerin 350’si kadındı, Londra’da bu sayı 70’den azdır” diyor.

Öteki alanlarda olduğu gibi, Sovyetler Birliği’ndeki yeni eğitim sistemi de, birçok ülkeye ilham kaynağı oldu. Bunlardan birinin de bizdeki “köy enstitüleri” uygulaması olduğu rahatlıkla söylenebilir.

BİLİMDE YENİ YAKLAŞIM, YENİ YÖNTEM

Aslında bütün bu gelişmeler tesadüfî olmamıştı. Bilimde yeni bir yaklaşımın, yeni bir bakışın sonuçlarıydı. Bilimin, diyalektik materyalist bir bakışla ele alınıp, insan ve ihtiyaçları merkeze konularak planlanıp uygulanmasıydı.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa edilmeye başlanmasıyla, bilimdeki yaklaşım da değişmeye başladı. Araştırma konuları, toplumun ihtiyaçlarına göre belirlenir oldu. Sovyetler Birliği’nde, örneğin biyolojide bilime yeni bir yaklaşım getiriliyordu ve bu alandaki yaklaşım, giderek bilimin öteki alanlarını da etkileyip, o alanlarda da uygulanmaya başlanmıştı. Biyoloji, genetik ve tarım biyolojisindeki genç, sosyalist bilim insanı kuşağı, sosyalizmin yeni bilimci kuşağını temsil ediyordu ve bilim ve araştırmada bu yeni sosyalist yaklaşımın simgesiydi.

Bilimin ve bilimsel araştırmanın görevi ne olacaktı? Sadece görmek ve açıklamak mı; yoksa aynı zamanda değiştirmek, doğaya egemen olmak, doğayı insanın hizmetine sunmak mı? Daha da önemlisi, araştırma konuları nasıl belirlenecekti; bilim, bilim yapmış olmak için mi, yoksa bir sorunu çözmek, bir ihtiyacı gidermek için mi yapılacaktı? Sovyetler Birliği’nin yeni genç bilimci kuşağı, bu sorunun cevabını, araştırma konularının insanın ihtiyacına göre belirlenmesi olarak verdiler. Bunu da, sözle değil, pratik uygulamaları ile gösterdiler. Bilimin; yalnızca bilim yapmış olmak, araştırmacının araştırmasını sadece kendini tatmin etmek, merakını gidermek ya da kafasına takılan ve kendisine sorun gelen sorunları çözmek için –veyahut da bugün olduğu gibi tekellerin isteklerine yanıt vermek için– değil, insanın bir gereksiniminin giderilmesi, ortaya çıkmış pratik bir sorunun çözülmesi için yapılması gerektiğinde ısrar ettiler. Bu temelde bir saflaşma ortaya çıktı. Bilim ve akademi kurumlarının yetkili organlarında mevzilenmiş eski düşünce ve yaklaşımın temsilcileri, yeni yaklaşıma uygun araştırmaları engelleyince ve üstelik bu engellemede uzun yıllar ısrar edince, sonunda, zorunlu olarak, sosyalist yönetim tarafından değiştirildiler. Araştırmanın yönü, yeni anlayışa uygun olarak değiştirilmekte olduğundan, buna uygun düşen yeni kadrolaşma da gerekiyordu ve öyle de yapıldı. Yazımızın başında kısaca belirttiğimiz, “Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yapmadığı; bilimi ve bilimsel gelişmeleri kösteklediği, hatta engellediği; bilim insanlarının bilimsel çalışmalarına doğrudan müdahale edilip politik dayatmalar yapıldığı, karşı çıkan bilim insanlarının 1930’ların ortalarından 1960’lara dek görevlerinden alınıp susturulduğu” yönündeki iddiaların dayanağı, işte, bilimdeki bu yeni yaklaşıma uygun yeni kadrolaşmanın başlatılmasıdır. Bilimde farklı ve yeni bir anlayışı simgeleyen Sovyetlerin yeni ve genç bilimci kuşağının bilim kurumlarının yetkili organlarının yönetimlerine getirilmesi, yıllardır bu kurumlarda mevzilenmiş eski düşüncenin temsilcilerini ve yandaşlarını rahatsız etti ve bu yüzden, konu alabildiğine abartıldı, çarpıtıldı ve dünya çapında akıl almaz bir ideolojik – politik saldırıya dönüştürüldü.

Ne yapılması bekleniyordu? Devlet, esas olarak işçi devletiydi ve çalışan işçi ve öteki emekçi kesimlerin iş ve yaşam koşullarını iyileştirmek zorundaydı, bunun için vardı. Yeni sosyalist bilimci – mühendis kuşağı, ihtiyacı görerek, bilim ve teknolojide araştırmanın yönünü o tarafa çevirmiş, ona uygun mevzileniyordu. Örneğin maden işçilerinin göçüklerde yeraltında kalmasını önlemek için, madenlerin yeraltından insansız çıkarılmasının yöntemlerini buluyordu. Örneğin, başta sert iklim koşulları olmak üzere, olumsuz koşullar yüzünden yeterince tahıl üretimi yapılamıyordu. Ülkenin besin ihtiyacının giderilmesi için, tarım bilimcileri devreye girip, tarıma elverişsiz, çorak ve kar altındaki topraklarda, o koşullarda yetişebilecek tarım ürünleri yetiştirmenin yollarını bulmak zorundaydı. İnsanlar yeterince beslenemezken, bilim insanları laboratuarına kapanıp feryatlara sırtını dönemezdi.

GENETİK TARTIŞMALARI VE “LİSENKO OLAYI”

Yukarıda belirtildiği gibi, Sovyetler Birliği’nin iklimi ve topraklarının geniş bir kesiminin koşulları, verimli tarım yapılmaya elverişli değildi. Birçok yerde tarım yapılabilecek gün sayısının sınırlılığı bir yana, Sibirya’nın uçsuz bucaksız toprakları hep kar altındaydı ve bu devasa alanlar boş duruyor, ekim yapılamıyordu. Bir yandan iklim koşulları, bir yandan da toplumsal ve politik koşullar, Sovyet tarımına sürekli darbe vurdu. Devrim öncesi Çarlık politikaları ve Birinci Dünya Savaşı, Rus tarımını yıkıma uğratmıştı. Devrimden hemen sonra, 1920-21 yıllarında, hem büyük kuraklık başladı, hem de iç savaş alevlendi. Kuraklık, iç savaş ve bunların sonucunda ortaya çıkan kıtlık, tarımı ve tarımla geçinen geniş köylü yığınlarını çökertti. 2-3 yıl geçmişti ki, 1924 senesinde çok sert bir kış oldu. Tahıl üretiminin yüzde 20’si bu sert kışta kayboldu. Yine, 1927-1928 ve 1928-1929 yıllarında, üst üste, çok ama çok sert iki kış daha görüldü. Lisenko ve arkadaşlarının uyguladıkları vernalizasyon[9] yöntemine göre ekilmiş 32 milyon akrelik kış buğdayı, bu iki yıllık olağanüstü soğuklarda yok oldu.

Derken, 1930’larda, tarımdaki kolektifleştirmenin yer yer yanlış anlaşılması sonucu ortaya çıkan köylü sorunlarında, çok geniş tarım alanları tahrip edildi. Sorunun çözülüp yaraların sarılması zaman aldı. Genç Sovyetler Birliği tam belini doğrultmaya başlamışken, bu kez de, devreye savaş girdi. Alman orduları, Sovyetler Birliği’nin en verimli topraklarının bulunduğu bölgelerde taş üstünde taş bırakmadılar. Bütün sanayi tesisleri, tarım alanları, büyük çiftlikler yakıldı, yıkıldı. Sağlam bir şey bırakılmadı. Tahıl üretimi, savaş öncesi seviyenin kat kat altına indi. Bu seviyeye, yeniden, ancak savaştan 5-6 yıl sonra, 1950-51 yıllarında ulaşılabildi. Yıkım böylesine büyük olmuştu.

İşte bütün bu koşullar altında, genç Sovyetler Birliği’nin gıda gereksiniminin acilen giderilmesi, tarımsal üretimin hızla artırılması gerekiyordu. Oysa yukarıda gördüğümüz gibi, ne iklim, ne de politik koşullar buna uygundu. Doğanın koyduğu sınırlılıkları aşmak, onu yenmek, doğanın yasalarını denetim altına alıp ona egemen olmak; olumsuz koşullarda; iç savaş ya da savaşın olmadığı bölgelerde, Sibirya’da, soğukta, kar altında yetişebilecek yeni tahıl türleri geliştirmekten başka yol yoktu. Bilim, bu ihtiyacı gidermek, sorunu çözmek göreviyle karşı karşıya kaldı. Ülke ve halkın ihtiyacı buydu ve bilimden bu bekleniyordu.

Kendilerine diyalektik materyalizmi rehber edinmiş genç Sovyetler’in yeni sosyalist bilim insanı ve tarım uygulamacısı kuşağı, “göreve hazırız” dedi; laboratuarların dört duvarı arasına kapanmak yerine, o güne dek hiç yapılmamış bir yola başvurdu; gereksinimi görüp, pratik ve ihtiyaçtan yola çıkarak, kolları sıvadı. Genç akademisyen, araştırmacı ve tarım uygulamacıları, zorlu görevin üstesinden gelmek için, doğrudan canlı pratiğin içine doğru yola koyuldular. Önce, doğayı, Rus köylüsünün yüzlerce yıldır yaptıklarını ve Miçurin gibi önde gelen tarım bilimcisi ve ziraat uygulamacılarının çalışmalarını izlediler. Sahaya, tarlalara, kolhoz ve üretme çiftliklerine yayılıp, deneylere başladılar. Sorunu yerinde gidermeyi yeğlediler. Bu nedenle, Sovyet köylüsü, yanı başında gördüğü, yeni, sosyalist genetik ve tarım bilimcisi kuşağına insan sevenler adını takarken, laboratuvara kapanmış, meyve sineği üzerinde uzun araştırmalar yapan eski klasik genetikçilere sinek sevenler dedi.

Tarım bilimcisi Miçurin’in ünlü “Nimetlerini bize sunması için doğayı bekleyemeyiz; onları onun elinden söküp almalıyız” sözünden yola çıkarak, tahıl bitkilerinin genetik yapısıyla oynayarak, sıcak bölgelerde yetişen buğday türlerinin soğuk bölgelerde yetiştirilmesinin mümkün olduğu tezini geliştirip, işe koyuldular. O dönemde, henüz ne DNA ya da genler, ne de modern moleküler biyoloji ve onun teknikleri veya gen mühendisliği uygulamaları biliniyordu. O koşullarda, tahıllarda genetik yapıyı değiştirmenin yolu vernalizasyon yöntemiydi.

O dönemin klasik genetikçileri, genetik yapı ve kalıtıma müdahale edilemeyeceği; ka­lı­tı­mın bi­yo­lo­ji­de en önem­li be­lir­le­yi­ci et­ken ol­du­ğu, esas olanın iç etmenler olduğu ve bu yüzden, kalıtsal yapının ancak mutasyonlar yoluyla değişebileceği; çev­re­nin et­ki­si­nin çok son­raları gel­di­ği gö­rü­şün­dey­di­ler. Oysa Lisenko ve arkadaşları, farklı düşünüyorlardı. Organizmanın çevresiyle birlikte bir bütün olduğu, iç ve dış etkenlerin birbirleriyle iç içe geçtikleri, bu yüzden kalıtımda çevrenin de önemli rolünün olması gerektiği tezinden hareket ediyorlardı. Böyle olunca da, çevre koşullarını değiştirerek, örneğin tahılı ısıtıp soğutarak, nemlendirip kurutarak, genetik yapısının değiştirilmesinin mümkün olduğunu savunuyorlardı. Buna uygun olarak da, vernalizasyon yöntemini uyguluyorlardı.

Bit­ki­ler, en ge­liş­kin hay­van­la­rın bü­yük ço­ğun­lu­ğun­dan, üre­me or­gan­la­rı­nın, or­ga­niz­ma­nın her­han­gi bir par­ça­sın­dan el­de edi­le­bi­lir olu­şuy­la ay­rı­lır. Do­la­yı­sıy­la, bit­ki­ler üze­rin­de, iç çev­re­de­ki de­ği­şik­lik­ler yo­luy­la da­ha ko­lay et­ki­de bu­lu­na­bi­lir ve zaten iç çev­re­de­ki de­ği­şik­lik­ler de, dış çev­re­nin de­ğiş­ti­ril­me­siy­le ger­çek­leş­ti­ri­lir. Bü­yü­me­nin bel­li aşa­ma­la­rın­da, bu de­ği­şik­lik­ler, ka­lı­tım üze­rin­de et­ki­de bu­lu­nurlar. Bun­lar, yukarıda sözünü ettiğimiz, bu genç bilimci kuşağının başını çeken tarım bilimcisi Trofim Deniseviç Lisenko ve arkadaşlarının, bit­ki­le­rin ka­rak­ter­le­ri­ni de­ğiş­tir­mek, ör­ne­ğin to­hum­la­rı ısı­ta­rak ya da so­ğu­ta­rak kış­lık ekin­le­ri ba­har­lık, ba­har­lık ekin­le­ri kış­lık ha­le ge­tir­mek için ya­rar­lan­dıkları aşa­ma­lar­dır. Sovyetler’deki, Li­sen­ko ve arkadaşlarının kul­lan­dı­ğı bu yön­tem­le­re, ver­na­li­zas­yon ve ıs­lah iş­lem­le­ri denilir. Kaldı ki, bu yöntem, Lisenko ve arkadaşlarının kafasından gelişigüzel çıkmamıştı, Sovyetler Birliği’nin acil ihtiyaçları tarafından dayatılmıştı, Üstelik söz konusu yöntem, hâlihazırdaki Rus köylüsü tarafından 300 yıldır uygulanıyordu. Lisenko ve arkadaşları, yöntemi geliştirerek, günümüzdeki gen mühendisliği ya da biyomühendislik, moleküler klonlama ve rekombinant DNA teknolojisinin, bugünden bakıldığında ilkel de olsa, ilk adımlarını atmış oldular.

Descartes, “Yöntem Üzerine Konuşmalar”ının 5. Bölümü’nde, organizmaları anlama biçimi olarak, onları bir makine gibi gördüğünden söz eder.[10]Felsefenin İlkeleri, IV”te ise, “Şu ana dek bu arzı ve genelde tüm görünür âlemi, parçalarının devinimleri ve şekilleri dışında hiçbir şeyin dikkate alınmadığı bir makineymiş gibi tarif ettim.[11] der. Bu anlayış, daha sonra, genel bir hal alarak, bütün dünyayı bir makine gibi görme anlayışına dönüştü. Bu bakış ve yaklaşım, günümüz modern biliminde de egemendir. Madem, dünya ve onun bir parçası olan organizmalar makine gibidir, makine nasıl parçalarına ayrılıp incelendikten sonra tekrar yerli yerine takılabilirse, organizmalar da, büyük küçük parçalara indirgenerek işleyişleri öğrenilebilir. Bugün de geçerli olan bilimdeki bu egemen bakış, o dönemde de, bilim çevrelerinde hâkimdi. Klasik genetikçiler de, organizmalara böyle bakıyorlardı. Makine nasıl parçalarının toplamıysa, canlı organizmalar da, tek tek parçalarının matematiksel toplamıdır ve bu yüzden de, dış etkenlerin, çevre koşullarının, ne parçaların, ne de onların toplamı olan bütününün üzerinde etkisi vardır, en azından önemli bir etkisi yoktur: Klasik düşünce ya da daha çok inanç buydu. Lisenko ve arkadaşları, çok uzun yıllardır bilimde hüküm süren bu görüşlere, genetik örneği üzerinden itiraz edip, yukarıda kısaca belirttiğimiz görüşleri temelinde eleştiriler getirdiler. Bu eleş­ti­ri­ler, bi­lim­sel ol­du­ğu ka­dar, ge­nel ve si­ya­sal alan­lar­da da bü­yük yan­kı uyan­dı­ran çok sert bir tar­tış­ma­ya yol aç­tı. Tar­tış­ma­nın kes­kin­li­ği ve yü­rü­tül­dü­ğü çiz­gi­ler, bö­lün­müş dün­ya­nın ve “So­ğuk Sa­vaş”ın bir yan­sı­ma­sıy­dı.

Zaten, sözünü ettiğimiz dönemde, ortada kıran kırana bir mücadele vardı. Dünya iki kampa bölünmüştü. Bu bölünme ve mücadelenin tarafları, sanıldığının aksine, “Doğu” ve “Batı” olarak şekillenmemişti. Başka alanların yanı sıra bilimde de, mücadele, hem Batıda, ama hem de Doğuda, ilericilerle gericiler; iki düşüncenin temsilcileri, ileri düşüncenin temsilcileri ile geri düşüncenin temsilcileri arasında sürüyordu. Ayrıca, Sosyalist Sovyetler’in kendi içinde de, iki sınıf ve bu iki sınıfın dünya görüşleri arasında kıyasıya bir mücadele vardı. Bu tartışmalarda, işçi sınıfının dünya görüşü, burjuva ideolojisi karşısında açık bir üstünlük, bilim ve düşünce yaşamının en ileri temsilcilerinin dolaysız destek ve sempatisini kazandı. Bilimdeki işte bu mücadelenin –ki bu da değişik sahalarda süren mücadelenin alanlarından sadece birisidir– gidişi, emperyalist kapitalizmi ciddi biçimde kaygılandırdı. Emperyalist burjuvazi, açıkça mevzi ve prestij kaybettiğini görünce, McCarthycilik ve soğuk savaşı gündeme getirdi. Para, zorbalık ve bunlar tarafından beslenen siyasi iktidarının zoru ve pervasızlığıyla hareket ederek, yalan, çarpıtma, tahrifat ve karalama gibi yöntemlere başvurdu, yalan ve demagoji makinelerini hızla çalıştırmaya başladı. McCarthycilik adıyla bilinen ünlü saldırı dalgası, burjuvazinin bilim ve düşünce arenasındaki bu iflasının bir ürünüydü ve sanıldığının aksine, yalnızca ABD’de değil, dünyanın birçok yerinde değişik biçimlerde sürdürülerek, bilim, felsefe ve sanat çevrelerine yöneltildi. Emperyalist burjuvazi, sosyalizm ve Sovyetler Birliği’nin bilim çevrelerindeki etkisini kırmak için, McCarthyci yöntemlere ek olarak, bilim insanlarının birbirleri ile yakınlaşmasını, karşılıklı bilgi aktarımı ve işbirliğini engelledi; bilim adamları arasına “demir perde” çekti. Sonra da bu engellemeyi yapanın, demir perdeyi çekenin Sovyetler Birliği olduğu yalanını yaydı!

Sovyetler Birliği’ndeki bilim hakkında bugün de söylenenler, işte, o dönemin, sosyalizm ve Sovyetler Birliği’ni karalayıp kötü gösterme amaçlı yalan ve demagoji kampanyasının ürünleridir. Lisenko konusu da bunun bir parçasıdır.

EKİM DEVRİMİ VE SOVYET BİLİMİNİN DÜNYA BİLİM ÇEVRELERİNDE YANKILARI

Planlı ekonomi, planlamış bilim ve bilim politikalarından eğitim ve sosyalleştirilmiş tıbba dek Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaların birçoğunun utangaç bir biçimde taklit edilmeye çalışıldığının bazı örnekleri yukarıda verildi. Ama Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin bilime katkıları, bunlarla kalmadı.

Sovyetler Birliği’nde hemen her alanda ortaya çıkan yepyeni ve devasa gelişmeler, İngiltere, Fransa, ABD, Almanya gibi özellikle Batının en gelişmiş kapitalist ülkelerinin üniversitelerinde çok büyük bir yankı yarattı. Bilim dünyasının gözü bir anda Sovyetler Birliği’ne döndü. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve hatta Japonya’dan, çok sayıda, kendi alanlarında oldukça isim yapmış, yetkin bilim insanı ve akademisyen, akın akın Sovyetler Birliği’ne gidip, gelişmeleri yerinde görerek izlemeye başladılar; geri döndüklerindeyse, gördüklerini yazıya döküp, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaları öve öve bitiremediler. Bu yüzden, Batı dünyasında, 1930-50 arasında, Sovyetler Birliği’nde yerinde görülerek yazılmış, çok sayıda kitap ve makale bulunmaktadır. Bunların arasında, bugün dünyanın en prestijli bilim dergilerinden Nature da vardır. Nature’ın arşivine girilip bakıldığında, özellikle de 1930’lu yıllardaki sayılarında, Sovyetler Birliği’ndeki bilimin anlatıldığı böyle çok sayıda bilimsel makale bulunabilir.

Ekim Devrimi’nin Batıdaki bilim insanı ve akademisyenler üzerindeki etkisi, sadece, oluşturduğu hayranlıkla sınırlı kalmadı. Her biri alanlarının en yetkinleri arasında yer alan çok sayıda bilim insanı ve profesör, hızla Marksizm Leninizm’i incelemeye girişti. Bunların hatırı sayılır bir kısmı, kısa zamanda, Marksizm Leninizm’i benimsedi. Bunlara bazı örnekler verelim: İngiltere’de, Cambridge Üniversitesi ve Londra Birkbeck College profesörlerinden, Bilimler Akademisi üyesi, Kristalografi ve moleküler biyolojinin kurucularından, fizikçi, biyolog, bilim tarihi ve felsefecisi, dünya bilim çevrelerinin adını hâlâ saygıyla andığı ünlü John Desmond Bernal… Yine, İngiltere Bilimler Akademisi üyesi, İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden University College London’da evrim, biyometri ve genetik profesörü, ülkesinde alanının bir numarası sayılan John Burton Sanderson Haldane… Cambridge Üniversitesinden, yine Bilimler Akademisi üyesi, biyokimyacı Joseph Needham… İngiltere’nin çok iyi üniversitesi Imperial College London’da matematik profesörü Hyman Levy… Yine en iyi üniversitelerden London School of Economics (LSE) profesörlerinden Lancelot Hogben… Diğer üniversitelerden, tarihçi Christopher Hill ve Eric Hobsbawn; klasik dönem tarihçilerinden George Thomson ve Benjamin Farrington… Fransa’da ünlü fizik profesörü, Einstein açıklamasaydı, görelilik teorilerini onun açıklayacağı söylenen Paul Langevin; yine fizikçilerden ünlü Fréderic Joliot-Curie ve Jacques Solomon; Sorbon Üniversitesi ve Université Ouvrière’nin zooloji profesörlerinden Marcel Prenant; psikoloji profesörü Henri Wallon; astronomici Henri Mineur; felsefecilerden Auguste Cornu, Georges Politzer, Henri Lefèbvre, Georges Friedmann, Paul Nizan… ABD’den Nobel ödüllü ünlü genetik profesörü Hermann Joseph Muller ve daha onlarcası… İngiltere’den bir başka örnek verelim: Tanınmış tarihçi Eric Hobsbawn, 1999’da Verso yayıncılıktan çıkan ve ünlü Marksist Profesör J. D. Bernal’in hayatının anlatıldığı J. D. Bernal adlı kitaba yazdığı önsözde, 1936 yılında Cambridge Üniversitesi’nde yapılmış bir araştırmadan bahsediyor. Hobsbawn’ın yazdığına göre, Cambridge Üniversitesi’nde doğa bilimlerinin değişik alanlarında çalışan 40 yaş altı en yetkin 200 bilim insanı arasında yapılan bu araştırmada, söz konusu 200 bilimciden 15’i kendini doğrudan komünist ya da Marksist Leninist, 50’si politik olarak aktif sol düşünceli, 100’ü sol sempatizan, 5’i sağcı, geri kalanları da tarafsız olarak tanımlamış. Bu durum, tabii ki, yalnızca Cambridge Üniversitesi ya da İngiltere ile sınırlı değildi. ABD’den Fransa’ya, Almanya ve Hollanda’dan İtalya ve Kanada’ya, hatta Japonya’ya dek, her yerde aynı durum söz konusuydu. Albert Einstein bile sosyalizmi benimsediğini açıklamıştı.

Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm uygulamaları, bilimdeki yeni yaklaşım ve uygulamalar ile yukarıda bazılarının ismi açıklanan ve kendi alanlarının en iyileri arasında yer alan büyük bilim insanlarının etkisiyle, Marksizm, üniversite ve bilim çevrelerinde öylesine prestij sağlamıştı ki, İngiltere’den ABD’ye, Fransa ve Almanya’dan İtalya ve Kanada’ya, hatta Japonya’ya dek, dünyanın en iyi üniversitelerinin değişik ana bilim dallarının kürsülerinde, açıktan Marksizm ve Sovyetler’deki sosyalizm uygulamaları tartışılır olmuştu. Tartışmalar, giderek üniversite duvarları arasından çıkıp, geniş kesimler arasında yapılır oldu. Bu doğrultuda, yazarları, bilimin hemen her alanında ülkelerinin en yetkin akademisyen ve bilim insanları olan ve bilim ve düşünce dünyasında burjuva düşüncelerle kıyasıya bir mücadelenin verildiği, Marksist bilim dergileri yayınlanmaya başladı. Fransa’da yayınlanan La Pansé, İngiltere’de yayınlanan Modern Quarterly ve ABD’de yayınlanan Science and Society bu dergilerden sadece bir kaçıdır.

Bu tartışmalar içinde dünya, 1930’lu yılların sonlarından başlayarak, ama esas olarak 1945’lerden 1950’li yılların ortalarına dek, kelimenin gerçek anlamıyla, iki kampa bölündü ve bu bölünme; başta doğa bilimlerinin neredeyse tüm alanları olmak üzere, bilimden sanata, dil biliminden edebiyatın değişik dallarına, kapsam ve derinliği bakımından insanlığın bilim ve düşünce, entelektüel ve kültürel etkinliğinin en ileri düzeyde bir saflaşması olarak şekillendi. Bu dönemde, başta Sovyetler Birliği’nde olmak, ama orayla sınırlı kalmayarak, İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde yoğunlaşmak üzere, dünyanın birçok yerinde, bilim ve düşünce alanının neredeyse tüm konuları ele alındı ve bu konuların her biri, kendi alanında bilim ve düşünce dünyasının en can alıcı sorunlarını kapsadı.

Yazımızın girişinde belirttiğimiz gibi, konu, bir dergi yazısının sınırlarını defalarca aşacak denli geniş ve kapsamlı olduğundan, Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yaptığı alanları bu kadarla sınırlayacağız. Yoksa sosyalist Sovyetler Birliği’nin, bilim tarihinden bilim felsefesine, tarihten sosyolojiye, psikolojiden felsefe ya da tıbbın değişik alanlarına, kimyadan fiziğe, biyoloji ve tarımdan, dilbilimine, madencilikten değişik mühendislik alanlarına, uzay bilimleri ve teknolojisinden iletişim – bilgisayar teknolojisine, bilim ve teknolojinin hemen her alanına çok önemli katkıları oldu. Daha da ötesi, uzay ve bilgisayar teknolojisi, biyoteknoloji ve genetik mühendislik örneklerinde olduğu gibi, birçok alanın ilk adımları Sovyetler Birliği’nde atıldıktan sonra, dünyaya yayıldı.


[1] Brenda Swann and Francis Aprahamian, (1999), J. D. Bernal: A life in science and politics, Verso – London

[2] Henry E. Sigerists, (1937), Socialised Medicine in the Soviet Union, Victor Gollancz Ltd – London

[3] Bernal, bu kişisel olmaktan kurtulan planlı, toplumun hizmetine koşulmuş büyük ölçekli bilimi tanımlarken, zamanında, sosyalist devletin varlığından hareketle, “devlet bilimi” terimini kullanmıştı. Bkz: J.D. Bernal, (1954), Science in History (“Tarihte Bilim”), C. A. Watts – London

[4] Kuşkusuz, insanlığın doğa karşısında, ondan yararlanmak için giriştiği her çaba, yerden alınan bir taşın yontulup alet yapılması, sulama için küçük bir derenin önüne taş – toprak yığılıp küçük bir bent çekilmesi ve hatta boş bir arazinin taşlarından arındırılıp tarla yapılması bile, doğayı dönüştürme çabalarıdır. Ancak rahatça anlaşılacağı gibi, biz burada, bu çabaların çok büyük ölçekli olanlarından, insanlığın altın çağ hayallerinin bir kısmından söz ediyoruz.

[5] Üstelik Çin Halk Cumhuriyeti’nin, başlangıçtaki bir dizi sosyalist yönelimleri bir yana, yalnızca anti-emperyalist demokratik devrimin başarısı üzerine kurulmuş ve ne o günlerde ne de sonrasında sosyalist olmamış bir ülke ve cumhuriyet olduğu biliniyor. Ancak bir halk demokrasisi ülkesi olması, kapitalist-emperyalist kamp dışında ve karşısında yer alması ve Sovyet Devrimi ve kazanımlarından ilham alması bile, halkın hizmetinde bu tür çalışmalara yönelmesi ve başarılar kazanması bakımından yeterli olmuştu.

[6] J. D. Bernal, (1939), The Social Function of Science, George Rutledge – London

[7] J. D. Bernal, (1954), Science in History, C. A. Watts – London

[8] J. D. Bernal, (1939), The Social Function of Science, George Rutledge – London

[9] Bazı bitkilerin tohumlarının ilkbahar öncesi nemlendirilerek çimlendirilmesi. Tohumlara çimlenmeden önce gereken düşük ısıdaki ortam sağlanarak uygulandığı için “tohum üşütme” tekniği olarak da adlandırılır.

[10] Descartes, Yöntem Üzerine Konuşmalar, Aktaran: Richard Lewontin (2006), Üçlü Sarmal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara

[11] Descartes, Felsefenin İlkeleri IV., Aktaran: Richard Lewontin (2006), Üçlü Sarmal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑