Amerikan mali sermayesinin yapısına genel bir bakış

Bugün dünyanın en güçlü ekonomisine sahip, emperyalist kapitalist sistemin orkestra şefi ve en güçlü ve en büyüğü tartışmasız Amerikan emperyalizmi, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’dir. Böyle olunca mali sermayelerin yapıları ele alınmaya başlandığında Amerikan mali sermayesinin yapısının incelenmesi olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Amerikan mali sermayesinin yapısı ortaya konulmadığı durumda girişilen söz konusu inceleme kaçınılmaz olarak eksik kalmış olacaktı.
Yazı dikkatle incelendiğinde ve Özgürlük Dünyasının 85, 86 ve 88. sayılarında yayınlanan ve sırasıyla Alman, Fransız ve İngiliz mali sermayelerinin yapılarının incelendiği yazılar hatırlandığında görülecektir ki, Amerikan mali sermayesi, Alman ve Fransız mali sermayesinden bazı yanlarıyla ayrılmakta ve daha çok biçime ilişkin bazı yapısal farklılıklar taşımaktadır. ABD’de, sermaye grupları, önlerine çıkartılan yasal engelleri aşabilmek için yeni yeni kurumlar, değişik yol ve yöntemler bulmuşlardır. Amerikan mali sermayesinin yapısına, emekli fonları, konut kredi banka ve şirketleri, değişik fon ve vakıflar, onlar aracılığı ile kontrollerin yapıldığı çok çeşitli aracı ve paravan şirketler, sonradan mali sermaye tarafından yaratılmış ya da daha önceden işçi ve emekçiler tarafından kurulmuş olmasına rağmen süreç içinde yıllar önceki işlevlerinin değiştirilerek mali sermayenin kendi kurumlarına dönüştürülmüş yeni yeni kurum ve biçimler eklenmiştir. ABD mali sermayesi, İngiliz mali sermayesinden de, -her ne kadar yapısal benzerlikler taşısalar ve birçok konuda birbirlerine oldukça yakın özellikler gösterseler de- ayrıntıya ilişkin konu ve biçimlerde bazı yanlarıyla ayrılmaktadır. ABD, diğer emperyalist ülke mali sermayelerine de zorla kabul ettirdiği dünya egemenliği ve emperyalist kapitalist dünyadaki tartışmasız liderliğini kendi yapı ve yeni biçimlerini öteki mali sermaye gruplarının yapılarına empoze etmesi ile de göstermektedir.
Esas olarak kurumlarının ve kontrol yöntemlerinin belli ölçülerde farklılıklar taşıması ve mali sermaye gruplarının egemenliklerini değişik yol ve yöntemler kullanarak sürdürmesi ile birbirlerinden ayrılan “evrensel bankacılık” ve “Anglo-Amerikan” sistemlerinin giderek birbirlerine yaklaştıkları görülmektedir. Bugün diğer mali sermaye grupları gibi Amerikan mali sermayesi de hızlı bir “yapı değişikliğine” gitmektedir. Her gün yeni yeni fon, vakıf ve kurumlar kurulmakta, bu fon, vakıf ve benzeri kurumlarda biriken devasa boyutlardaki sermaye, yine aynı kurumların biriken sermayeyi atıl sermaye olarak bekletmeyip değişik tipler-deki yatırım şirketleri aracılığı ile en hızlı ve en fazla kârı getirecek yerlere yatırıma yönelttikleri görülmektedir. Yatırım şirket ve bankacılığı hızla gelişmekte, borsa ve para piyasaları daha da önemli bir hal almakta, mali sermayelerin yapılarında görülen farklı kurumlar ve dışarıdan görülen dağınıklık ve çeşitlilik giderek azalıp merkezileşmekte ve merkezileşip yoğunlaşmış mali sermayenin kendisi de çok daha muazzam boyutlarda yeniden bir kez daha yoğunlaşmaktadır. Bu, yoğunlaşmanın yoğunlaşması denilebilecek ve son yıllarda özellikle hızlanan süreç kaçınılmaz olarak Amerikan mali sermayesinin rantiyeci-tefeci, spekülatif özelliklerinin çok büyük boyutlara erişmesini ve mali sermayelerin yapılarında bazı kurumların ortadan kalkmasını ya da eski önemlerini kaybetmesini getirmektedir. Emperyalizmin doğasında olan rantiyecilik, asalaklık ve çürüme bugün çok daha üst boyutlara erişmiştir. Rantiyecilik tek tek belli emperyalist ülkelerle sınırlı değildir. Bu açıdan, Lenin başta İngiltere olmak üzere diğer emperyalist ülkelerdeki rantiyeci yana dikkat çekmekle birlikte özel olarak Fransa örneği üzerinde durmaktadır. Ancak belli tarihsel dönemler ve tarihsel evrim içinde bu rantiyeci yan kimi emperyalist ülkelerde daha da öne çıkmaktadır. Örneğin ABD emperyalizminin rantiyeciliği özellikle İkinci Emperyalist Savaş sonrası dönemde -Truman dönemi ve Marshall Planı hatırlansın- hız kazanmıştır. Son dönemler ele alındığında, esas olarak İngiliz ve Amerikan emperyalizminde belirgin olarak görülen ve bu iki emperyalist ülke ile kıyaslandığında diğer emperyalist ülke mali sermayelerinde daha geride kalmış izlenimi veren bu rantiyeci karakter öteki emperyalist kapitalist ülkelerde de hızla artan ve iyice belirginleşen bir duruma bürünmektedir.
Amerikan mali sermayesinin yapısı ve girdiği yoğunlaşmanın yoğunlaşması süreci dünya mali sermayesinin yakın gelecekte alacağı muhtemel yapının işaretlerini vermesi açısından da önemlidir ve yakından izlenmek zorunluluğundadır.

ÜRETİMDEKİ YOĞUNLAŞMA VE TEKEL
En büyük emperyalist kapitalist güç Amerikan mali sermayesinin hangi finans gruplarından oluştuğunu, nasıl örgütlendiğini, ilişkilerinin nasıl şekillendiğini, nasıl karmaşık ve girift bir içice giriş yaşadığını, güç ve etkinliğinin hangi boyutlara eriştiğini ve kollarının nerelere kadar uzandığını görebilmek, kısacası Amerikan mali sermayesini anlayabilmek ve onu daha iyi ve yakından tanıyabilmek için öncelikle tekel olgusunu ele alarak işe başlamak zorundayız. Çünkü üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşmenin ortaya çıkardığı tekel olgusu gösterilmeden sermayedeki yoğunlaşma ve merkezileşme açıklanamaz.
ABD nüfus sayımı kurumu U.S. Bureau of the Census’un verilerine göre 1993 yılında toplam 6 milyon 403 bin işyeri ya da şirket vardı. Bu işyeri ve şirketlerin çalıştırdıkları kişi sayısına göre sınıflanmalarını ABD Ticaret Bakanlığının resmi istatistikleri yayınladığı “Statistical Abstract of the U.S. 1996”, adlı kitaptan aktararak verelim. (Bkz: Tablo 1) Verilere kamu kuruluşları ve demiryollarında çalışan işçiler ile “self-employed person” denilen serbest meslek sahipleri dâhil değildir.

İşyeri Büyüklüğü             İşyeri Sayısı    Oranı        Topl. Çalış. Sayı.    Oranı
20’den az kişi çalıştıran işyerleri    5 577 000    % 87        25.233.000        % 27
20 ile 99 arası kişi çal. İşyerleri    688 000    % 10        27.443.000        % 29
100 ile 499 arası kişi çal. İşyerleri    123 000    % 2        23.195.000        % 24
500 ile 999 arası kişi çal. İşyerleri    9 000        % 0,14        6.449.000        % 7
1000 ve daha fazla kışı çal. İşy.    6 000        % 0,09        12.470.000        % 13
Toplam                 6 403 000    % 100        94.789.000        % 100
(Tablo – 1)

Burada şirketler değil, tek tek işyerleri temel alındığından tablodan 1000’den fazla kişi çalıştıran büyük işyerlerinin toplam işgücünün sadece yüzde 13’ünü istihdam ettiği gibi yanıltıcı bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Oysa bir tek tekelin yüzlerce, hatta binlerce ayrı ayrı işyerleri bulunmaktadır. İşyerleri değil de şirketler temel alındığında bu oran yüzde 40’ların üzerine çıkmaktadır. Bunu başka bir kaynağa dayanarak, tek tek şirketlerin çalıştırdıkları toplam kişi sayısına göre incelediğimizde bu daha da açık görülmektedir.
Şirketlerin 1997 ilkbaharında yayınladıkları yıllık raporlarında kendi 1996 mali yılsonu rakamlarına göre sıralama yapan Fortune dergisine göre ABD’deki en büyük 500 korporasyon toplam 24,5 milyon kişi çalıştırmaktadır. Toplam şirket ve işyerlerinin yüzde 97’sini oluşturan 100’den az işçi çalıştıran 6 milyon 265 bin küçük işyeri toplam iş gücünün yüzde 56’sını çalıştırırken toplam şirketlerin yüzde 0,0078’ini oluşturan sadece 500 tekel 24,5 milyon ile toplam çalışan iş gücünün, tarım hariç, yüzde 26’sını istihdam etmektedir.
Yukarıya doğru çıkıldıkça, yani tekellerin büyüklüğü arttıkça yoğunlaşma ve tekelleşme çok daha üst boyutlara erişiyor. En büyük 50 şirket 9,2 milyon, Wal-Mart Stores, General Motors, PepsiCo, Ford ve geçtiğimiz yaz on binlerce işçinin kendisine karşı greve gittiği United Parcel Service (UPS)in oluşturduğu ABD’nin sırasıyla en fazla işçi çalıştıran 5 tekeli ise tek başına toplam 2,5 milyon kişiyi istihdam ediyorlar. Bu sayıya en fazla kişiyi istihdam eden kamu posta kuruluşu U.S. Postal Service’in çalıştırdığı 887 bin kişi dâhil değil. Aynı dönemde en büyük 50 tekel yaklaşık 9,5 milyon kişiyi çalıştırırken en büyük 50 KOBİ (Küçük ve Orta Boy İşletme) sadece 23 bin kişiyi çalıştırıyordu.
En büyük 500 tekel 1996 yılı içinde toplam 5 trilyon dolar ciro, 301 milyar dolar da kâr yapmışlar. Malvarlıkları toplamı ise kendi rakamlarına göre 11,5 trilyon doları buluyor. 500 tekelin bir yılda yaptıkları ciro toplamı 1994 rakamlarına göre Avusturya, Endonezya, Türkiye, Danimarka, Güney Afrika, Norveç, Polonya gibi, bazı gelişmiş ya da yeni gelişen kapitalist ülkeler de dahil olmak üzere çok sayıda ülkenin Gayrı Safi Yurt İçi Hasılası (GSYİH) toplamından 4,5 kat fazla. Yine bu rakam Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi dünyanın en büyük emperyalist kapitalist ülkelerinin tek tek GSYİH’larından kat kat fazla. 500 tekelin ciroları toplamı aynı zamanda çoğunluğunu Güney Asya, Aşağı Sahra Afrikası ve Latin Amerika ülkelerinin oluşturduğu dünyanın en yoksul 100 ülkesinin GSYİH’ları toplamlarının bile 5 katının üzerinde.
Bu 5 trilyonluk ciro toplamı, dünyanın en güçlü ekonomisine sahip, gerek sanayi gerekse de finans alanında tartışmasız bir numara olan dünya jandarması, emperyalist kapitalist dünyanın tartışmasız baş patronu ve orkestra şefi, 266 milyon nüfusu ve 150 milyonluk iş gücüne sahip ABD’nin 5,8 trilyon dolarlık ulusal gelirine neredeyse eşit. Bu rakam, ABD’nin 1995’te 7,2 trilyon doları bulan Gayri Safi Yurt İçi Hasılası (GSYİH)’nin ise yüzde 70’inden fazla.
En büyük 500 sanayi tekeli arasında da büyük bir yoğunlaşma göze çarpıyor. 1993 rakamlarına göre 500 sanayi tekeli içinde en büyük 100 tekel toplam ciroların yüzde 70,7’sini, ikinci 100 tekel yüzde 14,5’ini, üçüncü yüzde 7,2’sini, dördüncü yüzde 4,5’ini ve 500 tekel içinde en küçük olan beşinci 100 tekel ise toplam ciroların sadece yüzde 2,9’unu elinde bulunduruyor. Görüldüğü gibi en büyük 500 sanayi tekeli içinde de ilk yüz tekel tek başına toplam ciroların yüzde 70,7’ini gerçekleştirirken geri kalan 400 tekel sadece yüzde 29,3’ünü gerçekleştirmiş. ABD’deki korporasyonların tepedeki yüzde 5’lik bölümünü oluşturan en büyük tekeller 1920’de tüm korporasyon gelirlerinin yüzde 79’unu oluştururken bu oran 1970’Jerde yüzde 87’lere, bugün ise daha da yukarılara yükseldi.
Biraz eski de olsa, tekelleşmeyi göstermesi açısından 1963’e ait bir tablo (Tablo 2) çarpıcı. Tablo, 14 ayrı sektörde üretim yapan şirket sayısı ile birlikte bu sektörlerde en büyük 4, 8 ve 20 tekelin toplam üretimin yüzde kaçını gerçekleştirdiğini net bir şekilde ortaya koyuyor.
Tablo 2’den görüldüğü gibi örneğin otomotiv sektöründe üretim yapan kayıtlı 1655 şirket olmasına rağmen en büyük 4 tekel toplam üretimin yüzde 79’unu, 8 şirket yüzde 83’ünü ve son olarak 20 şirket de 90’ını gerçekleştiriyorlar. Bugün bu merkezileşme ve yoğunlaşma çok daha büyük boyutlara erişti. ABD’de iç pazarın otomobil, kamyon, kamyonet, TIR vb. ihtiyacının yüzde 70’ine yakınını sadece üç tekel, General Motors, Ford ve Chrysler karşılıyor. Bunun yüzde 30,8’ini General Motors, 25,2’sini Ford ve 15’ini de Chrysler üretip satıyor. Arta kalan yüzde 29’luk bölümü ise büyük kısmını Japon tekelleri olmak üzere, Japonlar ile Alman ve Fransızlar karşılıyor. Japon otomotiv tekellerinin girmesinden önce ABD pazarının yüzde 50’sini tek başına General Motors elinde tutuyordu.
Üretimdeki merkezileşmenin gelişme temposunu şirket birleşmelerini (füzyon) gösteren tablo (Tablo 3) açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

14 sanayi kolunda şirket sayısı ve en büyük 4, 8 ve 20 şirketin üretiminin toplam üretim içindeki oranları (1963)
Toplamın ne kadarını ürettikleri (Yüzde)
Sektör:                 Şirket Sayısı:     En Büyük 4 Şirk.    8 Şirk.        20 Şirk.
Otomotiv                 1655             79            83        90
Demir Çelik, Yüksek Fırın        162            50            69        89
Petrol                     266             34            56        82
Et ve Et Ürünleri              2833            31            42        54
Radyo, Tv (Telekomünikasyon)        1001            29            45        69
Uçak                    82             59            83        99
Süt ve Süt Ürünleri            4030            23            30        40
‘ Ekmek ve Unlu Yiyecekler        4339            23            35        45
.Gazete                    7982            15            22        36
Uçak Motoru ve Parçaları        194            56            77        92
Kağıt                    186            26            42        63
İlaç                     944            22            38        72
Lastik                    105            70            89        97
Pamuk, dokuma            229            30            46        67
(Kaynak ABD Ticaret Bakanlığı, Statistical Abstract of the US, 1967) (Tablo 2)

Yıl        Füzyon Sayısı
1985        1719
1986         2497
1987        2479
1988        2970
1989        3752
1990         4239
1991         3446
1992         3502
1994        3129
1997        10770
(Kaynak. Statistical Abstract of the U.S, 1996, The Financial Times) – Tablo-3

ABD’de 1994’te 358 milyar 718 milyon dolar tutarında 3129 füzyon gerçekleşti. Bunun 186 milyar 181 milyon dolar değerindeki 1497’sinde iki Amerikan şirketinden biri diğerini yuttu. 38 milyar 169 milyon dolar tutarındaki 173 tanesinde başka ülkelere ait şirketler ABD şirketlerini. 17 milyar 612 milyon dolar tutan 149 füzyonda ise ABD şirketleri diğer ülke şirketlerini yuttular. Füzyonlarda 1995’ten itibaren, özellikle de 1997 yılında belirgin bir artış gözlendi. 1997 içinde dünyada yapılan 1,3 trilyon dolarlık füzyonun yüzde 70’ine yakınını oluşturan yaklaşık 1 trilyon dolarlık (919 milyar) bölümü sadece ABD’de (ya da diğer ülkelerde olmasına rağmen ABD şirketlerinin içinde yer aldığı) gerçekleşti.
Füzyonlardaki artışın yanı sıra şirket iflaslarında da giderek bir artış göze çarpıyor. Son yıllarda iflas eden şirket oranı yüzde 11’lere ulaştı. 1995’te çoğu küçük çapta olmak üzere 875 bin şirket ve işyeri iflas ederek kepenk kapattı.
Tekelleşme ve merkezileşme yalnızca sanayide değil, bankacılıktan sigortacılığa, perakende satış sektöründen tarıma ve toprak ve arazi dağılımına kadar her alanda yaşanıyor. Bir kaç veri ile bunu somutlamaya çalışalım:
En büyük 200 tekel 1947’de toplam üretimin yüzde 30’unu, 1960’larda yüzde 38’ini, 1970’lerde ise 43’ünü gerçekleştiriyordu. Bugün ise en büyük 500 tekel bütün ABD üretiminin üçte ikisini ya da yüzde 67’sini sağlıyor. Bir önceki sayfada gördüğümüz gibi, bu 500 tekel içinde de en büyük 200 tekel 500 tekelin toplam cirosunun yüzde 85’ini gerçekleştirmektedir. Buna göre, 1970’lerde 200 tekel toplam üretimin yüzde 43’ünü gerçekleştirirken bugün bunun yüzde 57’sini gerçekleştirmektedirler. 1991 rakamlarına göre, ABD’deki birkaç supermarket zinciri tekel perakende mal üretiminin yüzde 9’unu üretirken satışının yüzde 71’ini gerçekleştiriyor. Yüz binlerce bakkal, dükkân, büfe, mağaza vb.lerin satışlardaki payı ise sadece yüzde 29.
1978’de yapılan bir araştırmaya göre, ABD’deki 2 milyar akre’lik bütün toprakların yüzde 58’i özel ellerde bulunuyor. Bunun yüzde 63,1’i çiftlik ya da ekilebilir tarım arazisi, yüzde 30-35’i de ormanlık arazi. Özel toprak sahiplerinin yüzde 5’lik bölümü toprakların yüzde 75’ine sahipken, yüzde 78’lik bölümün elindeki toprak oranı ise sadece yüzde 3. Yine ABD’deki toplam çiftliklerin yüzde 3’ünü oluşturan yıllık satışları 200 bin doların üzerindeki en büyük 81 bin çiftlik toplam tarım ürünü satışlarının yüzde 41’ini gerçekleştiriyor.
Buna ek olarak, en fazla ürün veren, en verimli ve tarıma en elverişli toprakların yüzde 40’ının (20 milyon akre – yaklaşık 8 milyon hektar) sahibi sadece 50 özel kişi ya da korporasyon ve 10 devlet kuruluşu. Toprakların yüzde 40’ı ile bütün maden haklarının yüzde 70’inin sahibi yine sadece tekeller yani korporasyonlar. (Neala Schleuning, To Have and To Hold, Praeger Publishers, U.S.A. 1’997)
Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin ne büyük ölçülerde tekeller yarattığını şu birkaç veri çok daha açık olarak göstermektedir.
ABD maliye bakanlığının, korporasyon gelir vergisi istatistiklerine dayanarak verdiği rakamlara göre, tüm korporasyonların aktif toplamları 1993 rakamlarına göre 21,8 trilyon dolar idi. Bu korporasyonların net servet ya da aktif toplamları 5 trilyon 700 milyar dolar (1992) ve net kâr toplamları ise 659 milyar doları buluyordu. Yalnızca imalat “sanayi” alanında üretim yapan korporasyonların ciro toplamları 3,5 trilyon dolar (1995), kârları ise vergiler çıktıktan sonra 201 milyar dolardı.
1996 sonu itibarı ile ABD’nin en büyük 5 tekelinin yıllık ciroları toplamı 620 milyara, 10 tekelinin ise 1 trilyon dolara erişiyor. Bu 10 tekel ve bir yıl içinde yaptıkları ciro miktarları sırasıyla şöyle: 1) General Motors -otomotiv- (168 milyar 399 milyon dolar); 2) Ford Motor -otomotiv- (146,991); 3) Exxon -petrol- (119,434), 4) Wal-Mart Stores -toptan ve perakende satış- (106,147), 5) General Electric -elektrik, elektronik, beyaz eşya, ağır sanayi, motor, uçak, uzay aracı, silah, sigorta, emeklilik, mortgage, yatırım bankacılığı, vb.- (79,179); 6) IBM -bilgisayar ve ekipmanı- (75,947); 7) AT&T -telekomünikasyon- (74,525); 8) Mobil -petrol-(72,267); 9) Chrysler -otomotiv- (61,397) ve 10) Philips Morris -yiyecek, sigara-(54,553).
General Motors: ABD’nin üç ana otomotiv grubu General Motors, Ford ve Chrysler’den en büyüğü olan ve 1908 yılında kurulan General Motors (GM) gerek çalıştırdığı işçi sayısı, gerekse de yaptığı ciro açısından tartışmasız dünya ve ABD’nin en büyük tekeli durumunda. (1900’lerin başlarında ABD’de iki büyük araba üreticisi vardı: 1895’de dünyada ilk otomobili bulan Henry Ford’a ait Ford Company ile William XC. Durant’a ait Buick Motor Company. 1908’de Durant’ın GM’si 8487, Ford 6181, Cadillac ise 2380 araba üretti. Durant, 16 Eylül 1908’de General Motors Company’yi kurdu ve kurar kurmaz da kısa bir süre içinde Olds (şimdiki ismi Oldsmobile), Cadillac, Oakland (şimdiki ismi Pontiac) ve Chevrolet’yi bünyesine kattı. Ancak diğer şirketleri satın aldığı sırada bankerlere borçlanmıştı ve borcunu gününde ödeyemedi. Şirketin önemli bir kısmı New Yorklu bankerlerin eline geçiyordu. Bankerler gelip GM’nin yönetimine oturdular. Durant’ın sıkıştığını gören ABD’nin o dönemdeki en zenginlerinden “bankacı-sanayici-tüccar” John Pierpont Morgan hemen devreye girdi ve Durant’a bankerlerden kurtulması için kredi verebileceğini söyledi. Ancak J.P. Morgan’ın her şeyi yuttuğunu bilen Durant korkusundan Morgan’ın teklifini reddetti ve John D. Rockefeller ve J.P. Morgan kadar değilse de o dönemde iyice büyümüş olan kimya (esas olarak patlayıcı ve barut) sektörünün tek sahibi Du Pont ailesine yanaştı. Durant New York’lu bankerler ve John Pierpont Morgan’dan kurtulmak isterken 1917’de her şeyini Du Pont’a kaptırdı. Du Pont, J.P. Morgan’ın da desteğini alarak General Motors’u eline geçirdi. Du Pont ailesi 1917’de bankerlerin 25 milyon dolarını ödeyip GM’nin yüzde 23,8 hissesinin sahibi oldu. Durant ne kadar engellemeye çalıştıysa da ikinci büyük hissedar yine J. P. Morgan oldu. Du Pont ailesinin yöneticisi Pierre S. du Pont doğrudan GM’nin başkanlık koltuğuna oturdu. Her şeylerini kaybeden William Durant ile Luis Chevrolet sıfırdan başlayarak yeniden araba üretimine giriştiler ama fazla tutunamayınca piyasadan çekildiler. 1926’ya kadar ABD’de esas olarak iki ana araba grubu vardı: General Motors ve Ford. 1926’da General Motors’un hissedar, yönetici ve önde gelen teknisyenlerinden Chrysler, Du Pont’larla çelişkiye düşerek GM’den ayrıldı. Bir kaç kişiyi daha etrafına toplayarak kendi ismiyle yeni bir araba grubu kurdu. O günden bu yana gittikçe büyüyen Chrysler, GM ve Ford’dan sonra ABD’nin üçüncü büyük otomotiv grubu haline geldi.) 50 ayrı ülkede üretim ve 150 ayrı ülkede de satış yapıyor. Esas olarak otomotiv sanayisinde yoğunlaşmasına rağmen DBS televizyon kanalı ve uydu yayınından, Delphi ile finans alanı, GMHE ile emekli fonu ve fon yöneticiliği ve yatırım şirketi, GMAC ile sigorta ve konut kredisi (mortgage) bankacılığı, bilgi satışı ve lokomotif üretimine kadar birçok değişik alana el atmış durumda. Otomobil alanında ise, her biri başlı başına ayrı birer tekel durumundaki çok sayıda arabanın sahibi. Belli başlıları: Chevrolet, Cadillac, Buick, Pontiac, Opel, Vauxhall, Astra, Isuzu, Saab, Cavalier, Eldorado, Satürn, Holden, Oldsmobile, Brazil S. 10 Truck, GMC, LSS ve diğerleri. 1997 yılında 8 milyon (7 milyon 970 bin 840) hafif, orta ve ağır vasıta üretmiş. Amerika’da yayınlanan ekonomi dergilerinden gerek Fortune, gerekse de Forbes dergilerinin her yıl farklı dönemlerde yaptıkları dünya ve ABD’nin en büyük 500 ve 100 korporasyonu sıralamasında birinciliği kimseye kaptırmıyor. 1996 yılı içinde yaptığı ciro miktarı 168 milyar 369 milyon, aktifleri toplamı 222 milyar 142 milyon, kârı ise 4 milyar 963 milyon dolar. Çalıştırdığı işçi sayısı 647 bin. GM iki yıl önce, 1994 yılında 692 bin kişi çalıştırıyordu. İki yıl içinde 45 bin işçiyi işten çıkardı. 1980’li yıllara kadar istihdam ettiği kişi sayısı ise 900 binlere yaklaşıyordu. Kısa zamanda 200 binin üzerinde kişiyi attı. Genaral Motors bununla da yetinmeyip 2000 yılına kadar 47 bin kişiyi daha işten çıkarmayı planlıyor.
Genel merkezi Detroit’te bulunan GM, ABD iç pazarının tek başına yüzde 30.8’ini karşılıyor. GM’nin ABD pazar payı 1996’da yüzde 32,5 idi. 1960’lı yıllardan 1980’li yılların ortalarına kadar bu oran yüzde 50 ile 46 arasında oynuyordu. GM bugün dünya otomobil pazarının yüzde 16’sını elinde bulunduruyor. 1980’li yılların ortasına kadar yine bu oran yüzde 20 idi. Yani dünyada satılan her beş arabadan birini mutlaka General Motors üretiyor ve satıyordu. Japon arabalarının, özellikle de Toyota, Nissan ve Honda’nın ABD pazarına girmesiyle birlikte çoğu GM’de olmak üzere ABD otomotiv tekellerinin üretim ve satışlarında önemli düşüşler oldu. Bu düşüşün devam edeceği ve önümüzdeki üç yıl içinde daha da büyük boyutlara ulaşacağı görünüyor. GM Japon tekellerinin sıkıştırması karşısında pazardaki üstünlüğünü korumakta zorlanıyor, giderek pazarlarını Amerikan Ford ve Japon otomotiv tekellerine kaptırıyor. GM bu gidişi durdurmak için 1997 yılında piyasaya 14 ayrı yeni model sürerek kamyon-kamyonet pazarında Amerikan Ford ve Chrysler, otomobil pazarında ise Toyota, Nissan ve Honda ile büyük bir pazar savaşına girdi. GM 1998’deki pazar payını yeniden yüzde 33’e çıkarmayı hedefliyor. (Tablo 4)

DÜNYA OTOMOBİL SATIŞLARI: (1992–1997) – Tablo-4
Satılan Araba Sayısı        Dünya Payı
Tekelin İsmi ve Ülkesi:        Ürettiği Ana Arabalar        1992        1997        1992 (%)
1. General Motors (ABD)        Chevrolet Buick, Pontiac, Opel    7146000    7970840    % 15,9
2. Ford Motor (ABD)            Ford, Lincoln, Jaguar        5764000    6435571    % 12,8
3. Toyota Motor (Japon)        Toyota, Lexus            4249000    4747364    % 9,5
4. Volkswagen (Alman)        VW, Audi, SEAT        3500000    4323326    % 7,8
5. Nissan (Japon)            Nissan, Infiniti            2963000    2888909    % 6,6
6. Chrysler (ABD)            Plymouth, Dodge, jeep        2175000    2959802    % 4,8
7. Peugeot – Citroen (Fransız)    Peugeot Citroen, Talbot        2050000    2096127    % 4,6
8. Renault (Fransız)            Renault                2042000    1805192    % 4,5
9. Honda (Japon)            Honda, Acura            1852000    –        % 4,2
10. Mitsubishi Motors (Japon)    Mitsubishi            1832000    –        % 4,1
11. Fiat     (İtalyan)                Fiat, Lancia, Alfa Romeo    1830000    2791304    % 4,1
12. BMW  (Alman)            BMW                589000        1215666    % 1,3
(Kaynak Fortune, 4 Ekim 1993, s:52-53, The Financial Times, 4 Aralık 1997, Ek)

İlk on otomotiv tekelinin dışında, tabloya göre, Japon Suzuki yüzde 3,1 ile 12., “Japon” Mazda yüzde 2,8 ile 13., Alman BMW yüzde 1,3 ile 18., Mercedes’in sahibi Alman Daimler-Benz yüzde 1,2’lik payıyla 19. ve Türkiye’de üretim yapan Tofaş’ta yüzde 0,3’lük payı ile 26. sırada yer alıyorlar.
1992’de Dünya araba satışlarının yüzde 33,6’lık bölümünü üç ABD tekeli (General Motors, Ford ve Chrysler), yüzde 34,7’lik bölümünü Japon, yüzde 25,4’lük bölümünü Batı Avrupa (Almanya, Fransa ve İtalya ana kısmını oluşturuyor) yüzde 3,8’lik bölümünü arasında Türkiye’nin de bulunduğu Japonya dışındaki diğer Asya ve yüzde 2,5’lik çok küçük bölümünü de Rusya da dahil Doğu Avrupa tekelleri gerçekleştirdi.
Son yıllarda otomotiv ve elektronik sanayinde daha belirgin olmak üzere ABD’nin dünya üretimindeki açık farklı üstünlüğünü kaybetmeye başlaması ve dünya payının giderek düşmesi kendini General Motors şahsında somutluyor. Aradaki fark giderek kapanmasına rağmen görüldüğü gibi GM en yakın Japon rakibi Toyoto’dan bir kat daha fazla otomobil üretip satıyor. GM 1997’de 8 milyon araba satarken Toyota ancak 4,7 milyon araba satabilmiş.
Özellikle 1980’lerden itibaren giderek artan bir şekilde Japon otomotiv tekelleri ABD pazarını adeta istila ettiler. ABD otomotiv pazarının önemli bir kısmını ellerine geçirdiler. 1990’a gelindiğinde Japon araba tekellerinin ABD pazar payı yüzde 21’e ulaştı. Ve bu tarihe kadar Japonlar yalnızca ABD’de 250’den fazla fabrika ya da üretim kompleksi kurmuşlardı. Bu rakamlar elbet-teki bugün çok daha arttı. Japon tekellerinin Amerikan tekellerini gelip kendi anavatanlarında vurması ve ABD pazarlarını ele geçirmesi karşısında ABD mali sermayesinin fazla ses çıkarmamasına fazla şaşırmamak gerekir. İlk bakışta ABD tekelleri ve mali sermayesinin giderek gücünü kaybettiği ve pazarlarını hızla kaybettiği sanılmaktadır. Oysa yakından bakıldığında Amerikan mali sermayesinin dünyayı ayağa kaldırmamasının nedeni anlaşılmaktadır. ABD otomotiv pazarını “istila’ eden çoğu Japon otomotiv gruplarının arkalarında yine ABD grupları bulunmaktadır. Örneğin, her yerde Japon araba tekeli olarak tanınan Isuzu Motors’un hisselerinin yüzde 37,5’i diğer bir deyimle asıl sahibi Amerikan General Motors. Aynı şekilde Mazda’nın yüzde 33,4’ü ve Kia Motors’un 9,4’ü Ford’a ait. Öteki Japon araba tekelleri Toyota, Mitsubishi, Honda, Nissan ve Nummi de ABD otomotiv grupları ile işbirliği içinde ortak çalışıyor. Hepsinin hisselerinin önemli bir kısmı ABD tekellerine ait. Daha 1980’li yıllarda Toyota ile GM hisselerini aralarında bölüşüp kurdukları ortak bir şirket aracılığı ile üretim yapmaya başladılar. GM-Toyota arasında olduğu öteki Japon tekelleri ile de diğer ABD grupları arasında benzer ortaklıklar ve işbirliği hüküm sürüyor. ABD tekelleri hisselerinin hiç değilse bir kısmını almadıktan sonra hiç bir tekele kendi pazarlarına girmesine kolay kolay izin vermiyorlar.
GM yalnızca ABD’nin değil çok geniş otomobil pazarlarına sahip başta Brezilya ve Meksika olmak üzere Latin Amerika ülkeleri ile Kanada ve İngiltere (Vauxhall)’de de en büyük otomobil üreticisi. Amerika kıtasının otomotiv pazarının Ford’la birlikte sahibi. GM ayrıca Çin’den Güney Kore ve Avustralya’ya, Japonya’dan Doğu ve Batı Avrupa’ya (Opel) kadar dünyanın dört bir yanında otomotiv pazarını elinde bulunduranların en önde gelenlerinden. 5 kıtada üretim tesisleri ve fabrikaları var. Yıllık 168 milyar dolarlık cirosu Danimarka, Türkiye, Güney Afrika, Norveç, Polonya, Portekiz, Finlandiya, İrlanda gibi birçok ülkenin GSYİH’den daha fazla. Avusturya gibi gelişmiş bir kapitalist ülkenin GSYİH’sine ise neredeyse eşit.
GM yalnızca otomobil üretimi yapmıyor. Sigorta, emeklilik, yatırım, fon yöneticiliği, konut-kredi birliği, televizyon yayıncılığı, enformasyon teknolojisi ve satışı ile danışmanlık yapmasının yanı sıra GM aynı zamanda dünyadaki birçok büyük tekelin hissedarı. Örneğin, İngiltere’nin en büyük iki kimya ve ilaç tekeli Imperial Chemical Industries (ICI) ve Glaxo Welcome ile geçtiğimiz Aralık ayında İsviçre’nin en büyük iki bankasının birleşmesi sonucu dünyanın ikinci büyük bankası haline gelen United Bank of Switzerland’ın yatırım bankacılığı kolu SBC Warburg Dillon Read’in hisselerinin önemli bir kısmının sahibi yine GM.
Şimdi de ABD ve dünyanın bu en büyük tekelinin hissedarlarının arasında kimler olduğuna bakalım: General Motors’un toplam 756 milyon 620 bin hissesi var. Bunun yüzde 55’ini tutan 422 milyon 265 bin hisse 559 kurum arasında paylaşılmış. Geri kalanlar tek tek kişiler. Dünyanın bu en büyük otomotiv tekelinin hisselerini yüzlerce şirket, fon ve vakıf almış. Ancak bunların arasında en fazla hisseye sahip olanlar ve bununla birlikte en fazla sayıda hisseyi kontrol edenler yönetim, denetleme ya da danışma kurullarına kendi adamlarını sokabilmişler. İşte bu kurullara adamlarını yerleştiren en önemli hissedarlar J. P. Morgan, General Electric, Procter&Gamble, Pfizer, Coca Cola ve SBC ve SG Warburg gibi yine ABD’nin en büyük tekelleri. İncelememizi, GM’nin tarihsel gelişimini de göze alıp biraz daha derinleştirdiğimizde ve bu tekellerin de arkasında kimler olduğuna baktığımızda arkadaki esas gücün bütün bu tekelleri de kontrol eden Morgan ve Du Pont grubu olduğunu görüyoruz. Diğer birkaç aileyi bir kenarda tutarsak ABD’deki birçok tekelle birlikte General Motors’un da sahibi Morgan ve Du Pont aileleri. Bu aileler diğer yüzlerce ve hatta onlar aracılığı ile de binlerce tekelde olduğu gibi General Motors’u da dolaylı olarak birçok dolambaçlı ve karmaşık yol kullanarak kontrol ediyorlar.
General Motors’dan sonra ele alacağımız ikinci tekel de tekellerin tekeli, her biri başlı başına birer dev tekel olan çok sayıda tekelin çatı ya da şemsiye örgütü denilebilecek, ilk temellerini ampulü bulan Thomas
Edison’ın attığı General Electric.
General Electric: Thomas Alva Edison tarafından Edison Electric Light Co. adıyla 1879’da kurulan küçük şirket o dönemler petrol alanının tek başına sahibi Rockefeller’den sonra ABD’nin en zengin ve en büyük “banker-sanayici”lerinden, yatırım bankacılığının ABD’deki kurucusu J. P. Morgan’ın ele geçirdiği Thomson-Houston şirketi tarafından yutuldu ve 1892’de General Electric (GE) ismini aldı. Edison küçük bir hisseyle bir kenarda sıradan bir teknisyen olarak laboratuarına kapatıldı. Ampul üretmeyle işe başlayan şirket bugün tekellerin tekeli oldu. Neredeyse dünyada üretmediği şey yok. Çamaşır makinesinden lokomotife; röntgen cihazından uzay aracına, nükleer denizaltıdan bilgisayar-program yapımcılığına (software), televizyon yayıncılığından sigortacılık ve yatırım bankacılığına kadar hemen hemen akla gelebilecek her alanda üretim yapıyor. GE, 13 ayrı ana bölümü ile 83 ayrı sektör ya da alanda iş yapıyor, birbirinden ayrı 250’den fazla farklı kalemde mal üretiyor.
GE’nin 1997 Mart sonunda açıklanan 1996 yıllık cirosu 79 milyar 179 milyon, aktif toplamı 272 milyar 402 milyon, kârı ise 7 milyar 280 milyon dolar. GE, Fortune’un sıralamasına göre, ciroları bakımından ABD’nin beşinci, dünyanın on ikinci; kârları bakımından iki petrol devi İngiliz-Hollanda şirketi Shell ve Amerikan Exxon’in ardından dünyanın üçüncü, ABD’nin ise ikinci; aktif toplamları bakımından ABD’nin dördüncü, dünyanın otuz birinci; çalıştırdığı kişi sayısı bakımından ise ABD’nin onuncu, dünyanın yirmi ikinci büyük tekeli. Fortune’a göre ayrıca elektronik ve elektrikli eşya alanında dünyanın en “başarılı” ve “güvenilir” şirketi. Yine Fortune’a göre piyasa değeri açısından 169 milyar 388 milyon dolar ile ABD’nin en büyük tekeli.
GE piyasa değerini son 15 yıl içinde 156 milyar dolar ile 11,5 kat ya da yüzde 1155 artırarak 13,5 milyar dolardan 169,4 milyar dolara yükseltti. 1982’den bu yana piyasa değerini en fazla artıran diğer bazı tekeller ise sırasıyla Coca-Cola 3,9 milyardan 147,6 milyara (% 3685), Intel 1 milyardan 113,2 milyara (% 11320), Merck 5,3 milyardan 106,6 milyara (% 1911), Exxon 25,1 milyardan 125,6 milyara (% 400) ve Philip Morris 5,8 milyardan 104,6 milyar dolara (% 1703) çıkardı.
Bu 15 yıl içinde General Electric işçilerinin yüzde 41’ini işten çıkardı. 165 bin kişiyi işsizliğin kollarına atma pahasına piyasa değerini yüzde 1155 artırarak piyasa değerleri açısından yapılan sıralamada ABD’nin en büyük tekeli oldu. 1981 yılı sonunda GE 404 bin kişi çalıştırıyordu. Aynı dönemde tekelin piyasa değeri de 13,5 milyar dolar idi. 15 yıl içinde GE çalıştırdığı kişi sayısını 239 bine (100 bini ABD dışında) indirdi ve bu arada piyasa değerini 156 milyar dolar artırarak 169,4 milyar dolara çıkardı.
General Electric grubunun büyüklüğünü daha iyi anlayabilmek için iş yaptığı 83 ayrı alandan birkaçının neleri kapsadığını örnekledikten sonra 13 ana bölümünden sadece birisini, GE Capital’i kısaca yakından tanıyalım:
GE’nin ana bölümlerinden birisi GE Uçak Motorları bölümü. Bunun da 4 alt bölümü var: Ticari uçak, askeri uçak, denizaltı, sanayi uçakları ve her türlü jet motoru. Bu bölümü ile dünyanın en büyük askeri ve ticari uçak jet motorları yapımcısı ve en büyük silah üretimi yapan tekel konumunda. Her çeşit savaş ve bombardıman uçaklarından helikopterlere, casus uydulardan nükleer denizaltılara kadar her türlü askeri aracın motorunu üretiyor. En büyük hissedarı olduğu Lockheed Martin ile birlikte ABD uzay araştırma kurumu NASA’nın hemen hemen bütün uzay program ve projelerinin yapımını üstleniyor. Bütün uzay araç ve projelerindeki en önemli imza her zaman General Electric’e ait. Uçaklarının alıcıları arasında American Airlines, Philippine Airlines, Air France, Nortwest Airlines, Kuweyt Airlines, British Airways gibi havayolu şirketleri var. Bir diğer bölümü GE Tıbbi Sistemler bölümünün ise 6 alt bölümü var: Bilgisayarlı Tomografi (BT), röntgen araçları, nükleer tıp araç ve kameraları, ultrason teşhis araçları, kanser ışın tedavisi araçları, manyetik rezonans (MR) araç ve aletleri.
Vagondan lokomotife, buhar tribünlerinden nükleer yakıta, silikondan fiber optik aygıtlara, internet sistemlerinden bulaşık makinesine, transformatörden uydu yayınına ve uzay mekiğinden madenciliğe kadar her alanda üretim yapan GE’nin en önemli bölümlerinden birisi de GE Capital. GE Capital her çeşit sigortacılıktan emekliliğe, ipotekli konut kredisinden (mortgage) faizle borç ve kredi vermeye, yatırım bankacılığından kredi kartına kadar çoğu finans sektöründe olmak üzere 27 ayrı alanda iş yapıyor.
Amerikan sermaye dünyasının gözde dergisi Fortune’a göre “dünyanın en başarılı şirketi” General Electric’in GE Capital kolu başlı başına dev bir tekel durumunda. Ayrı bir şirket olsa idi 33 milyar dolarlık yıllık cirosu ile ABD’nin 2. büyük bankası Citicorp’un önünde en büyük 20. şirket olarak sıralanacaktı. Bu GE Capital, aynı zamanda dünyanın en büyük araç ve ekipman kiralayan şirketi durumunda. Elinde 900 uçak (herhangi bir havayolu şirketinden daha fazla), 188 bin vagon (herhangi bir demiryolu şirketinden yine daha fazla), 750 bin otomobil, 120 bin kamyon, 11 uydu. Yalnızca kiraladığı uydularından yılda 2 milyar dolar kazanç elde ediyor. Finans servisleri 75 milyon kredi kartı sahibine hizmet veriyor. Elindeki sigorta şirketi General Re, ABD’nin üçüncü en büyük sigorta ve aynı zamanda emeklilik şirketi. GE, Enformasyon teknolojisi alanında ABD’nin AmeriData, Almanya’nın CompuNet ve Avustralya’nın Ferntree şirketlerini yuttuktan sonra dünyanın en büyük bilgisayar ve ekipmanı tekeli IBM ile kafa kafaya geldi. IBM ve Hewlett-Packard ile birlikte ABD’nin üç büyük enformasyon teknolojisi tekelinden birisi oldu. Yalnızca bu alandaki yıllık cirosu 6 milyar dolara erişti. Yüzde yüz hissesi General Electric’e ait olan GE Capital’in 1996 kârı tek başına 2.8 milyar dolar oldu. GE Capital beş yıl önce 30 bin kişi çalıştırırken bu gün yeni yeni alanlara el attığı için bağlı olduğu GE işçi sayısını hızla düşürürken o neredeyse bir kat artırarak 53 bine çıkardı. GE Capital özellikle son iki yıl içinde bilgisayar ile sigortacılık ve emeklilik alanına kelimenin tam anlamıyla saldırdı.
Sigortacılık ve emeklilik işi de GE’nin en çok gelir getiren bölümlerinden biri. “Tüketici Refah Birikimi ve Korunması” başlıklı bölümünün elinde birikmiş 46 milyar dolarlık aktif toplamı var. GE son yıllarda First Colony Life, Life of Virginia, GNA, Harcourt General, AMEX-LT Care, Union Fidelity Life ve Union Pacific Life gibi önde gelen sigorta şirketi, emekli fonu ve hisse alım satım şirketlerini yutarak sigorta ve emeklilik alanının devleri arasına girdi.
Daha 1978’de 23 ayrı ülkede üretim yapıp, kendisine bağlı 350 ayrı şirket aracılığı ile 150 ülkede ürünlerini dağıtan GE’nin 1978 değil 1982 den sonra 11,5 kat büyüdüğü göz önüne alındığında bu rakamların bile bugün için oldukça küçük kaldığı anlaşılmaktadır. General Electric GE Capital, 11 ayrı kanaldan yayın yapan NBC Televizyonu, Lockheed Martin silah, uzay ve uçak tekeli, Japon Yokogavva Electric Works, Yokogawa Medical System ve Japon Fanuc Ltd., plastik alanında dünyanın en büyüğü Borg-Warner, Tungsram ve Thorn ampulleri ve İngiltere’deki Burton grubu gibi yüzlerce dev tekelin sahibi. GE ayrıca, Alman Bosch, Japon Toshiba, Fuji, İngiliz GEC (General Electric Company) ve Alman Siemens, Fransız Thomson ve SNECMA ile de ortaklıklar kurmuş durumda. Örneğin İngiliz silah ve elektrik-elektronik tekeli General Electric Company (GEC) her ne kadar İngiliz tekeli olarak anılsa da, İngiliz GEC, Amerikan General Electric (GE) ve Alman Siemens ortaklığı durumunda. GE ayrıca, Kanada ve Japonya’nın yanı sıra, Meksika ve Brezilya başta olmak üzere Latin Amerika, başta İngiltere, Fransa, İspanya, İsviçre, Almanya ve Hollanda olmak üzere Avrupa, Orta Doğu ve özellikle Arabistan, Mısır ve Kuveyt, Tayland, Kore, Hindistan ve Çin gibi diğer birçok ülkenin en büyük tekelleriyle ortak ya da bazılarının asıl sahibi.
GE her ne kadar son 15 yılda 11,5 kat büyüse de önceleri de küçük değildi. Lenin “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm” adlı eserinde daha o dönemde, 1910’lu yıllarda, elektrik alanında iki “büyük güç” oluştuğunu ve Heinig’den aktararak, yeryüzünde Amerikan General Electric Co. ve Alman AEG’den oluşan bu iki güçten tamamen bağımsız başka elektrik güçleri olmadığını yazar. Lenin kitabında devamla “Ve 1907’de Amerikan ve Alman tröstü dünyanın paylaşılması üzerine bir anlaşma imzalarlar. Rekabet dışlanır. CEC (General Electric kastediliyor, K. Y.), Birleşik Devletler ve Kanada’yı ‘alır’; AEG ise Almanya, Avusturya, Rusya, Hollanda, Danimarka, İsviçre, Türkiye ve Balkanları ‘elde eder’.” (Lenin, age, Inter Yay, s, 72) der.
Lenin’in adı geçen eserini yazdıktan 20 yıl sonra, çoğu Lenin tarafından verilen örneklere yeni veriler ekleyerek Lenin’in kitabıyla karşılıklı sayfalarda yeniden basıp Lenin’in verilerini yenileyen ve tespitlerinin 1930’lu yıllarda da doğruluğunu kanıtlayan önde gelen iki bilim adamı Budapeşte Üniversitesi ekonomi profesörlerinden Eugene Varga ve Leo Mendelsohn’un “New Data for Lenin’s ‘Imperialism'” (Lenin’in “Emperyalizm”i için Yeni Veriler) adlı, 1940 ABD basımlı kitabında da aynı şeyler tekrarlanıyor. İki ekonomistin belirttiğine göre, 1922’de GE ve AEG, aralarında 20 yıl yürürlükte kalacak bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmaya göre GE ABD, Kanada ve Orta Amerika’yı; Alman tekeli ise Batı, Orta ve Doğu Avrupa’yı alacaktı. Anlaşma savaşa kadar sürdü. Bu arada GE, AEG’nin 1920’de piyasaya sürdüğü yeni hisselerin yüzde 25’ini aldı. GE, on yıl içinde, 1929’da AEG’nin hisselerinin yüzde 30’undan fazlasını eline geçirmişti. GE yalnızca AEG ile yakın ilişki ile kalmayıp o yıllarda, İngiltere’nin Metro-Vickers (bugünkü Vickers) ve General Electric Ltd. (bugünkü GEC), Fransa’nın Thomson-Houston ve Japonya’nın Shibaura Engineering Works ile Tokio Denki tekelleriyle de hisselerinin bir kısmının sahibi olarak çok sıkı ilişki içindeydi. (E. Varga, L. Mendelsohn, New Data for Lenin’s “Imperialism”, s:155–157, International Publishers, New York, 1940)
GE, 1. den olduğu gibi, 2. emperyalist paylaşım savaşından da güçlenerek çıktı. Savaştan esas kazançlı çıkanlar, Almanya’da Krupp ve Kaiser gibi korporasyonlar olduğu gibi, ABD’de de General Electric, General Motors, Ford, Chrysler, US Steel, Du Pont, Procter&Gamble, AT&T gibi büyük tekellerdi.
Artık şu soruyu yanıtlamak gerekiyor: Bu kadar büyük ve güçlü tekel kime ait, sahibi hangi sermaye grubu ya da grupları. ABD’deki bütün tekeller hisse sahiplerini saklamaya özel çaba gösteriyorlar. Örneğin İngiliz şirketlerinin yıllık raporlarında şirketlerin tek tek isim belirtilmeden çok genel hatlarıyla da olsa yine de hisse dağılımı verilmektedir. Oysa ABD şirketlerinin yıllık raporlarında hisse dağılımı ile ilgili bir bölüm bile bulunmamaktadır. Bugün GE’nin hisse dağılımının kesin sonuçları elimizde olmamasına rağmen gerek yakın geçmişteki hisse dağılımı, gerekse de hem kendi hem de yakın ilişki de olduğu tekellerin yönetim, danışma ve denetleme kurullarına bakarak arkasındaki en önemli sermaye gruplarının J.P. Morgan bankacılık grubu, General Motors, Prudential sigorta tekeli, PepsiCo ve Goodyear ve ana grubun da Morgan grubu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. General Electric’te banka sermayesi ile sanayi sermayesinin içice geçişinin somutlandığını görüyoruz. Bu içice geçiş iki yönlü gerçekleşmiş durumda. Bir yanıyla kendisinin doğrudan üç ayrı ana bölümünün (imalat sanayisi, hizmet sektörü ve finans) olması yani kendi beyaz eşya, motor, uçak-silah, tıbbi teşhis-tedavi araçları bölümleri gibi doğrudan sanayi üretimi yapılan bölümleri; TV-radyo yayını, telekomünikasyon, enformasyon hizmetleri, taşımacılık gibi hizmet sektörü bölümleri ve GE Capital adı altında toplanmış sigorta, emekli fonu, fon ya da aktif yöneticiliği, mali danışmanlık, konut kredi birliği, yatırım bankacılığı gibi finans bölümlerinin Genaral Electric’in kendi adıyla aynı grup içinde yer alması yoluyla; diğer yanıyla da ayrı ayrı tekeller olan ABD ve dünyanın en büyük bankaları arasında sayılan ve hatta Fortune’un “dünyanın en başarılı şirketleri” sıralamasında dünyanın en “güvenilir” ve “başarılı” bankası seçilen J. P. Morgan ve yine ABD’nin en büyük sigorta şirketlerinden Prudential gibi dev tekellerin GE’nin, GE’nin de onların hisselerini alması yoluyla. İmalat sanayisi alanında ABD’nin en büyük tekellerinden -ki kendi adıyla da finans işi yapıyor- General Electric ile en büyük banka ve sigorta şirketleri karşılıklı çapraz hisse sahipliği yoluyla birbirlerinin hisselerini ele geçirmiş durumdalar. J.P.Morgan GE’nin, GE de J.P.Morgan’ın hisselerini elinde bulunduruyor. Sadece bu bir tek örnek bile ABD’de banka sermayesi ile sanayi sermayesinin nasıl iç içe geçtiğini açık olarak gösteriyor.
General Electric’i kontrol eden sermaye grubu. General Motors’ta da olduğu gibi, yine Morgan grubu ve bu grubun merkezi olan Morgan ailesi. Bu ana sermaye grubu, sadece General Electric, General Motors, J. P. Morgan bankacılık grubu, Morgan Guaranty gibi tekel gruplarının değil, Bankers Trust, Procter&Gamble, Coca Cola, Lockheed Martin, IBM, ATT, Kodak, Smith Kline, Bethleham Steel, Scott Paper, Cigna Paper. Western Electric, Gilette, Prudential, New York Life, Mutual Life, American Tobacco gibi daha yüzlerce dev tekelin arkasındaki esas güç. 1800’lii yılların sonlarından beri en büyüklerden biri olan İngiliz asıllı Morgan ailesi. Rockfeller ailesi ile birlikte ABD ve dünyadaki trilyonlarca dolarlık değerin sahibi olan aile.
Son üç yılda sadece Avrupa’da 76 şirketi yutan GE Capital’in eski bir yöneticisi bütün GE yöneticilerinin düşündüğü tek bir şey olduğunu söylüyor: “Büyümek, daha fazla büyümek”. Bu eski yönetim kurulu üyesi, şirket yöneticilerinin başta Avrupa olmak üzere bütün sermaye dünyasını çok yakından takip ettiklerini ve hırs ve sabırsızlıkla sürekli yutacak şirket aradıklarını belirterek, “Zayıflık ve kararsızlığı çok iyi koklarlar ve zamanı gelince acımasızca saldırırlar.” diyor. GE bugün dün olduğundan daha fazla dış bağlantılara sahip. Doğrudan ya da dolaylı yollardan sahibi olduğu diğer şirketleri bir yana bırakırsak, sadece kendi adıyla bile, ABD dışında çok büyük yatırımlara sahip. Ülke dışında ülke içindekinden üç kat daha hızlı, büyüyor. Kendi yıllık cirosunun yüzde 40’ından fazlası (33 milyar dolar) dış yatırımlarından geliyor. Bunun 18 milyarı (yüzde 55) sadece Avrupa’ya, 8 Milyarı (yüzde 24) ise Asya-Pasifik bölgesine ait. Mal varlığının ise yüzde 30’undan fazlası ABD dışında bulunuyor.

BANKALARDAKİ YOĞUNLAŞMA VE TEKEL OLGUSU
“Banka sermayesi” ile iç içe geçmiş olduğu için her ne kadar banka ve diğer finans kuruluşlarından da yer yer söz etsek de yazımızın bundan önceki bölümlerinde esas olarak sanayi ve üretimdeki yoğunlaşma ve tekel olgusunu göstermeye çalıştık. Oysa yoğunlaşma ve merkezileşme ve bunun sonucunda ortaya çıkmış olan tekel olgusu yalnızca üretimde yaşanmamaktadır. “Banka sermayesinin kendisinde de alabildiğine bir merkezileşme ve yoğunlaşma hüküm sürmekte ve üstelik bu hüküm sürüş giderek artmaktadır.
ABD’de İngiltere ve Kanada’nın aksine binlerce banka var. Son bir iki yıl içinde banka statüsü kazanan Halifax ve Woolwich gibi konut kredi birlikleri ile Prudential gibi sigorta tekellerini bir yana bırakırsak İngiltere’de esas olarak 11 (her ne kadar İngiltere’de 500’den fazla banka olmasına bunların sadece 11’i mevduat bankası), Kanada’da ise 10 adet mevduat bankası var. Oysa bu rakam ABD’de binlerle ifade ediliyor.
1995 rakamlarına göre ABD’de 9 bin 941’i ticari banka (commercial bank), 2 bin 29’u tasarruf sandığı (saving institution) olmak üzere 11 bin 970 banka var. Bu bankaların toplam şube sayıları 69 bin 923. Ellerinde 4 trilyon 312 milyar doları ticari bankaların, 1 trilyon 25 milyar doları da tasarruf sandıklarının elinde olmak üzere toplam 5 trilyon 338 milyar dolar aktif birikmiş durumda. Banka sayısı 1997 sonunda 9215 oldu. (Tablo 5)

TİCARİ BANKALAR ARASINDAKİ YOĞUNLAŞMA (1995) – Tablo-5
Aktif Toplamları
Aktif Büyüklüklerine Göre Dağılım        Sayıları    Oranları(%)    (Milyar dolar)        Oranları (%)
$ 25.0 milyondan az aktifi olan bankalar        1756        17,7        28,8            0,7
$ 25.0 milyon’dan $ 49,9 milyona kadar        2369        23,8        87,2            2,0
$ 50.0 milyondan $ 99,9 milyona kadar        2534        25,5        181,9            4,2
$ 100.0 milyondan $ 499,9 milyona kadar    2593        26,1        511,3            11,9
$ 500.0 milyondan $ 999,9 milyona kadar    268        2,7        185,3            4,3
$ 1.0 milyardan $ 2,9 milyara kadar        220        2,2        368,3            8,5
$ 3,0 milyar ya da daha fazla aktifi olanlar    201        2,0        2949,8            68,4
TOPLAM                    9941        100,0        4312,7            100,0

Görüldüğü gibi toplam bankaların sadece yüzde 2’sini oluşturan 201 banka 3 trilyon dolara yakın (2 trilyon 949 milyar 800 milyon dolar) aktif toplamı ile bütün banka aktiflerinin yüzde 68,4’ünü ellerinde bulunduruyorlar. Toplam banka sayısının yüzde 93’ünü oluşturan 9252 bankanın elindeki aktif toplamı ise sadece 809,2 milyar dolar (toplamın yüzde 18,7’si).
Bu en büyük 201 banka içinde de 1996 sonu itibarı ile ilk 10 bankanın aktif toplamları şöyle sıralanıyor: (Tablo 6)

Banka ismi:              Aktif miktarı (milyar dolar) – Tablo-6
Chase Manhattan        336.099
Citicorp                281.018
BankAmerica            250.753
J.P.Morgan            222.026
NationsBank            185,794
Bankers Trust            120.235
First Chicago            104.619
Bank One            101.848
PNC Bank            73.260
Bank of Boston            62.306   
Toplam:            1.737.958
(bütün banka aktiflerinin yüzde 40,3’ü)

Bir kere daha tekrarlarsak, bütün bankaların yüzde 93’ünü oluşturan 9525 banka toplam banka aktiflerinin yüzde 18,7’sini elinde bulundururken, bankaların binde birini oluşturan sadece 10 banka bütün banka aktiflerinin yüzde 40,3’üne sahip. Sadece 5 büyük bankanın aktif miktarı tüm banka aktiflerinin yüzde 23’ünü buluyor. Bu oran 1992’de yüzde 21 idi. Bankalar sadece son 4 yıl içinde yüzde 4 daha fazla merkezileşmişler.
Ancak ABD bankalarını diğer ülke mali sermaye gruplarının bankalarından ayıran yan sadece banka sayısının fazlalığı değil. ABD eyalet ya da yerel bankaları da önemsiz değil. 1992 verilerine ABD’deki en büyük 5 banka bütün banka aktiflerinin yüzde 21’inin sahibi durumunda idiler. Oysa diğer emperyalist kapitalist ülkelerde en büyük 5 banka bütün banka aktiflerinin yüzde 46 ile yüzde 100’ünü ellerinde bulunduruyorlardı. Örneğin bu oran Almanya’da yüzde 46, İngiltere’de yüzde 57, Fransa’da yüzde 60, Japonya’da yüzde 67, Kanada’da yüzde 82 ve İsviçre’de ise yüzde 100 idi. Görüldüğü gibi. ABD’de diğer ülkelerin aksine öteki yerel bankaların ellerinde de önemli miktarlarda para birikmiş durumda. Ancak bu bankalar da bir şekilde büyük bankaların doğrudan ya da dolaylı olarak büyük bankaların etki sahasında bulunuyorlar. Küçük bankalar bir yana büyükler dahi kimi kısmen, kimi de tamamen büyük sermaye gruplarına ait bulunuyor. Örneğin en büyükler arasındaki Chase Manhatten, Chemical Bank ve Bank of New York doğrudan Chase Manhatten bankacılık grubunun dolayısıyla da Rockefeller grubunun elinde. Chase Manhatten bununla da yetinmeyip dolaylı kontrolü bırakıp satın alarak Chemical Bank’ı doğrudan kendi bünyesine kattı. Bunların dışında American Express, North Carolina National Bank, Citizen&Southern / Savron, Security Pasific gibi bankalar da Rockefeller grubuna ait. Yine First National Citibank ile Grace National Bank of New York, BankAmerica Citicorp’un; J.R Morgan, Morgan Guaranty, Bankers Trust gibi kendi bankalarının yanı sıra Morgan Stanley ve Goldman Sachs’dan Pennsylvania, Philadelphia, Delaware, New Yok, California’ya kadar birçok eyalet bankasının da doğrudan ya da dolaylı olarak sahibi de Morgan grubu.
Bankalardaki merkezileşme ve tekelleşme yalnızca aktif toplamlarında gerçekleşmiyor. Bizzat banka sayısındaki düşüş ve füzyonlarla da kendisini gösteriyor. Banka sayılarındaki önemli değişiklikler aynı zamanda ABD tarihinin dönüm noktalarını da ifade ediyor.
ABD’de bankalar esas olarak İngiliz sömürgeciliğine karşı verilen bağımsızlık savaşının sonunda 4 Temmuz 1776’da ilan edilen bağımsızlığın ardından kurulmaya başlandı. 1810’lara kadar sadece 88 banka varken 10 sene içinde, 1820’de bu sayı 300’e çıktı. İç savaşa kadar banka sayısı ancak 1500’e erişebilmişti. Ama banka sayısındaki esas artış iç savaşın (1861–1865) ardından başlayan sanayideki hızlanma sırasında gerçekleşti. Bu dönemde, özellikle de 1800’lerin sonu ile 1900’lerin başlarında özel bankalar alabildiğine büyümüş ve çok sayıda tekeli yutarak, ya da dolaylı ya da dolaysız olarak kontrol ederek çok büyük bir güç haline gelmişlerdi. Bu özel bankalar içinde en büyüğü ve en ünlüsü tartışmasız J. P. Morgan idi. Morganlar pamuk ve buğday ihraç edip gelişen demiryolları için demir ithali ticaretine finans yardımı yaparak işe başladılar. J.P. Morgan’dan sonraki diğer ünlü ve büyük bankalar Brown Brothers ve Kuhn, Loeb idi. İç savaşın başlangıcı ile 1. emperyalist paylaşım savaşının sonu arasındaki dönemde banka sayısı 20 kat artıp 1920’de 30 bin oldu. Daha sonra 1920’lerdeki tarım krizi ve 1929–33 arasındaki emperyalizmin büyük krizi sırasında banka sayıları hızla azaldı. 1920–1940 arasında 15 binden fazla banka iflas etti ya da büyükler tarafından yutularak ortadan kaldırıldı.
İşte sanayi ile birlikte bankacılık da bu dönemlerde, iç savaştan sonra hızla gelişti. İç savaşa kadar ABD’deki hemen hemen bütün bankalar eyalet düzeyindeki bankalardı. Yalnızca iki banka, First ve Second National Bank’lar ülke düzeyinde örgütlenmiş bankalardı. İç savaş sırasında 1863 Ulusal Bankacılık Yasası ile bankacılığı geliştirmek için devlet eyalet bankalarına yüzde 10 vergi zorunluluğu koydu ve bunun sonucunda da kısa zamanda bankaların yüzde 90’ı ülke düzeyinde banka oldular. 1874’de 174 eyalet, 1612’de ülke düzeyinde banka olmuştu. 1800’lerin sonlarına doğru yasasının yumuşatılması üzerine 1900’e gelindiğinde eyalet bankaları yeniden artış gösterdi ve 3731 ülke düzeyindeki bankaya karşılık, 8696 eyalet bankası olmuştu. 1920’de 20 bin 893 eyalet, 9 bin 398 de ülke düzeyinde banka vardı. 1933 Glass-Steagal bankacılık yasası yatırım bankacılığı ile mevduat bankacılığını birbirinden ayırdı. Bugün, 1997 sonundaki, 9215 bankanın üçte ikisi eyaletler düzeyinde üçte biri ise ülke düzeyinde örgütlenmiş durumdadır. Buna karşılık banka aktiflerinin üçte ikisi ülke düzeyinde, üçte biri de eyalet düzeyindeki bankaların ellerinde bulunuyor.
Banka sayıları özellikle 1985’ten sonra yeniden hızla azalmaya başladı. Ticari banka sayıları 1985’te 14 bin 417, 1990’da 12 bin 347, 1991’de 11 bin 927, 1992’de 11 bin 466,1993’te 10 bin 960, 1994’te 10 bin 450, 1995’te 9 bin 941 ve 1997 sonunda ise 9215 oldu. Özellikle son yıllarda daha da hızlanan şirket birleşmeleri -füzyon- daha çok banka ve diğer sigorta şirketi, emekli fonu ve diğer korporasyon fonları, yatırım şirket ve bankaları, konut-kredi bankaları gibi diğer finans kuruluşları arasında gerçekleşiyor. Görüldüğü gibi özellikle son 10–15 yıl içinde her yıl 400–500 banka ortadan kayboluyor. 1994 yılı içinde gerçekleşen 3129 füzyon arasında en fazla birleşme 212’si ticari bankalar ve banka holding şirketleri arasında meydana geldi. Ardından 210 füzyon konut kredi banka ve bankerleri, 183’ü çoğu finans işi yapan öteki banka, ticaret ve finans şirketleri, 107’si yatırım banka ve şirketleri, 90’ı sigorta şirketleri ve 78’i de öteki tür banka/kredi birliği ve tasarruf sandıkları arasında gerçekleşti.
Amerikan bankaları ellerinde böylesine büyük miktarlarda sermaye ve aktif (mal varlığı) toplanmasına rağmen yine de aktif toplamlarına göre sıralamada dünyanın en büyük ilk 10 bankası arasına giremiyorlar. 1996 sonunda yapılan sıralamada ilk 10 banka arasında 6 Japon ve birer Alman, Fransız, Çin ve İngiliz bankası olmasına rağmen Amerikan bankası bulunmuyor. Hemen hemen diğer her alanda ABD tekelleri değil ilk 10, ilk üçü kimseye kaptırmazken ABD’nin en güçlü olduğu alanların başında gelen bankacılık alanında ilk 10 içine girememesi Amerikan mali sermayesi ve onun sözcülerini çok da rahatsız etmiş gibi görünmüyor. Tablolar ve muhasebe hesapları ile ülke ticaret odaları ve şirketler masası kayıtları böyle göstermesine rağmen bu görünüm aldatıcı. Amerikan bankaları dünyanın en büyük bankaları olan Japon bankalarının aynı zamanda bir kısım hisselerinin de sahipleri durumundalar. Tablolar bir bankayı Japon ya da İsviçre bankası olarak tanıtmasına rağmen, yakından baktığımızda bazı bankaların aslında ABD bankası olduğunu görüyoruz. İsviçre şirketler masasına kayıtlı İsviçre bankaları olarak tanınan Swiss Bank Corporation (SBC) ve Credit Suisse First Boston (CSFB) bankalarının aslında Amerikan bankaları olmaları bunu gösteriyor. Ve yine İngiliz-Hollanda ortaklığı olarak tanınan ve Shell olarak bilinen, Royal Dutch&Shell grubu Hollanda şirketi Royal Dutch (yüzde 60) ile İngiliz şirketi Shell Transport (yüzde 40)’un birleşiminden oluşuyor. Oysa ikisi birleştikten sonra hisse dağılımına daha yakından bakıldığında çok daha farklı bir tablo göze çarpıyor: Royal Dutch&Shell’in yüzde 39 hissesi İngiliz, 25’i Amerikan, 24’ü Hollanda, 7’si İsviçre, 2’si Fransız, 1’i Alman ve 1’i de Belçika tekellerine ait. Görüldüğü gibi kayıt ve tablolarda sürekli İngiliz-Hollanda şirketi olarak belirtilen Shell, aslında İngiliz, Amerikan, Hollanda ve İsviçre tekelleri arasında paylaşılmış. Japon bankalarındaki durum da bu örneklerden hiç de farklı değil. (Tablo 7)

Dünyanın en büyük 10 bankası           Ülkesi           Aktifi (milyar dolar) – Tablo-7
I – Bank of Tokyo-Mitsubishi        Japon        653
2- Deutsche Bank            Alman        536
3- Credit Agricole            Fransız        477
4- Sumitomo Bank            Japon        460
5- Ind&Comm. Bank of China        Çin        437
6- Dai-lchi Kangyo Bank            Japon        433
7- Fuji Bank                Japon        432
8- Sanwa Bank                Japon        427
9- Sakura Bank                Japon        422
10- HSBC Holdingleri             İngiliz        401
(Rakamlar 31 Mart 1997 tarihine aittir): Kaynak:IBCA. The financial Times)

Rakamlar 1996’daki durumu gösterdiği için dünyadaki ilk 10 banka arasına İsviçre bankaları Swiss Bank Corporation (SBC) ile Union Bank of Switzerland (UBS)’in 1997’nin son haftalarında gerçekleşen birleşmesinden ortaya çıkan United Bank of Switzerland dahil edilmemiştir. Bu birleşme sonucu United Bank of Switzerland 592 milyar dolara erişen aktif toplamı ve kontrol ettiği 1 trilyon dolarlık sermaye ile Bank of Tokyo-Mitsubishi’nin ardından ikinci duruma yükseldi. Bu bankanın da önemli bir kısmı ABD tekellerine (örneğin General Mo-tors’a) ait. Görüldüğü gibi, ilk 10 banka arasında Amerikan bankaları bulunmuyor. 10. banka İngiliz bankası HSBC (Hong Kong ve Şanghay Bankacılık Korporasyonu) Holdinglerinin aktif toplamı 401 milyar dolar iken örneğin en fazla aktife sahip ABD bankası Chase Manhattan’ın aktif miktarı ancak 336 milyar dolara erişebiliyor. Böyle olmasına rağmen, söz konusu Amerikan bankası 3,6 trilyon doları (775 katrilyon TL.) kontrol ediyor.
İngiltere ve Japonya da olduğu gibi ABD’de de yabancı bankalar bankacılık sektöründe önemli bir yer tutuyorlar. 1994 sonu itibarı ile çoğu Japonya’ya ait olmak üzere yabancı bankaların elinde toplamın yüzde 21,3’ünü oluşturan 912 milyar dolar aktif, 493 milyar dolar mevduat, birikmişti ve ABD’de kayıtlı bu yabancı bankalar 394 milyar dolar borç vermişlerdi. Yabancı bankalar ABD’deki aktifleri ve sayılarına göre aralarında şöyle dağılıyorlardı: 52 Japon bankasının elinde 392 milyar, 12 Fransız bankasının elinde 88 milyar, 9 İngiliz bankasının elinde 62 milyar, 6 Kanada bankasının elinde 61 milyar, 3 Hollanda bankasının elinde 48 milyar, 6 İsviçre bankasının elinde 44 milyar ile 12 Alman bankasında 36, 12 İtalyan bankasında 35, 10 Hong Kong bankasında 23, 8 Güney Kore bankasında da 12 milyar dolar aktif toplanmıştı. Bu bankaların ellerinde de, örneğin Japon bankalarının elinde 237 milyar ve Fransız bankalarının elinde ise 41 milyar dolar mevduat bulunuyordu. (Board of Governors of the Federal Reserve System, Amerikan Banker ranking the Bank, annual)
Sermayede görülen merkezileşme ve yoğunlaşma ile bankalardaki tekelleşmeyi genel hatlarıyla gösterdikten sonra bunu farklı türde bankacılık da uzmanlaşmış ve en önde gelen tekellerin etraflarında kümelendikleri üç ana grubun odağı, ABD mali sermayesi üç ana grubunun (Rockefeller, Morgan ve Citicorp grubu) merkezi bankaları durumundaki üç büyük bankayı, Chase Manhattan, J. P. Morgan ve Citicorp’u biraz daha yakından inceleyeceğiz. Bu üç banka aynı zamanda ABD bankacılığının bölündüğü iki ayrı tür bankacılığın da örneklerini oluşturuyorlar. Bu gün her ne kadar aralarındaki farklar kapanmaya başlasa da ABD mali sermayesinin yapısında, en iyi örneklerini Chase Manhattan ve Citicorp’un oluşturduğu “diversified” bankacılık da denilen süpermarket tipi, klasik mevduat ya da cari hesap bankacılığı ya da Amerikan ekonomi kitaplarında ifade edildiği ismiyle “toptan” ve “perakende” bankacılık -ki esas yanını bu tip bankacılık oluşturuyor- ile birlikte uluslararası bankacılık ve yatırım bankacılığı da yapma ve yine en iyi örneklerini J.P.Morgan ve Bankers Trust’ın oluşturduğu “toptan” bankacılık ile uluslararası bankacılık ve yatırım bankacılığı olmak üzere iki tip bankacılık ya da bankalar arasında iş bölümü bulunuyor. Her dönem uluslararası bankacılık da yapmasına rağmen esas olarak ABD’nin klasik “perakende” bankası olarak tanınan Chase Manhattan bir yana, Citicorp uluslararası bankacılık ile yatırım bankacılığına 1960-70’li yıllarda başladı. J.P. Morgan ve Bankers Trust’ın ana alanı ise “toptancılık” ve yatırım bankacılığı idi. Buna rağmen kurulduğu 1903 yılından bu yana esas işi yatırım bankacılığının yanı sıra “perakende” bankacılık da yapan, banka ve bankacılar arasında “Mini Morgan” olarak da adlandırılan Bankers Trust 1976’lardan itibaren giderek yalnızca “toptancılık” ve yatırım bankacılığında yoğunlaşmaya başladı ve 1990’ların başlarında artık yalnızca yatırım bankacılığı yapan bir banka haline geldi. Buna rağmen daha önceleri de yatırım bankacılığı yabana atılır düzeyde değildi. Örneğin, 1970’lere kadar da 30’dan fazla ülkede 1200 banka ile yakın “ilişki” ağına sahip büyük bir yatırım bankasıydı. Bankers Trust’ın da sahibi olan Morgan grubunun ana bankası olan J.P. Morgan ise hiç bir dönem “perakende” bankacılık yapmadı. Onun işi her dönem “toptancılık” ve yatırım bankacılığı idi. “Perakende” bankacılık olarak adlandırılan mudilerden tek tek, küçük küçük tasarrufların alınıp satıldığı mevduat ve cari hesap bankacılığı yerine “toptan” bankacılık da denilen küçük hesap sahipleri yerine müşterilerinin arasında hemen hemen yalnızca hükümetler, büyük tekeller, büyük “finans” kuruluşları ve bankalar, varlıklı ailelerin bulunduğu, çok büyük miktarlarda borç ve kredi verilerek daha çok büyük para alım satımı yapılan bankacılık türü J.P. Morgan’ın işidir. J. P. Morgan’ın bu “toptan” bankacılık işi, yani büyük miktarlarda borç ve kredi verme işi bütün bankacılık işlerinin yüzde 50-60’ını, Chase Manhatten ve Citicorp gibi diğerlerinin ise yüzde 30-40’ını oluşturuyor. Ancak J. P. Morgan yalnızca “toptancı” banka değil, aynı zamanda ve esas olarak da yatırım bankasıdır. Amerikan Ekonomi Tarihi profesörleri ABD’deki yatırım bankacılığını her zaman J.P. Morgan ile başlatırlar. Bankers Trust’ın yöneticilerinden birisi bu konu ile ilgili “Bankers Trust yatırım bankacılığına 1976’da, J.P. Morgan ise 1876’da başladı” diyor. “Toptancılık” ve yatırım bankacılığının örneği olarak J.P. Morgan’ın aşağı yukarı bir kopyası olduğundan Bankers Trust’ı bir kenara bırakarak yalnızca J. P.Morgan’ı incelemekle yetineceğiz.
Chase Manhattan: 1877’de iç savaş döneminin ünlü başkanı Abraham Lincoln’un maliye bakanı ve Rockefeller’in yakın arkadaşı Salmon Chase’in adj verilerek Chase Bank olarak kuruldu. 1877–1945 yılları arasındaki 68 yıl boyunca tartışmasız ABD’nin en büyük bankası olarak kaldı. Bu konumunu az çok bugün de koruduğu söylenebilir. 1929-30’da American Express ve daha sonra da Equitable Trust ile birleşti. Bank of Manhattan ile 1955’te birleşmesinden Chase Manhattan doğdu. Geçtiğimiz yıl ABD’nin önde gelen bankalarından Chemical Bank’ı da yuttuktan sonra en büyük banka grubu haline geldi. Aktif toplamı kendi yıllık raporlarına göre 336 milyar 99 milyon dolar oldu. Bu aktif toplamı ile ABD Federal konut kredi kuruluşu Fannie Mae’nin ardından ikinci en fazla aktife sahip olan korporasyonu oldu. Baştan beri daha çok “perakende” ve “toptan” para satışı türü bankacılık, mevduat ve kredi bankacılığı yapmasına rağmen yatırım bankacılığı yapmaktan da geri durmadı.
ABD’nin 50 eyaletinin tek tek hepsinde ve dünyanın 180 ülkesinde iş yapıyor, 150 ülkesi ile banka ağı var. 336 milyar dolarlık aktifi olmasına rağmen tek başına bunun 11 katını, 3,6 trilyon dolan (750 katrilyon TL) kontrol ediyor. ABD ve İngiltere sigorta pazarının en büyüğü ve emekli fonu pazarının en önde gelenlerinden. American Century, CIGNA, Ginnie Mac gibi sigorta, fon ve konut kredi kuruluşları Chase Manhattan’in kontrolünde. 1996’da yalnızca 33 milyar dolar konut kredisi (mortgage) verdi. Ülke çapında 5 milyon mevduat, yatırım ve sigorta, 1,6 milyon da mortgage müşterisi var. 16,8 milyon kredi kardı hesabı bulunuyor. 70 ayrı ana alanda iş yapan Chase Manhattan günde 1 trilyon doların el değiştirmesine aracılık ediyor.
Dünya çapında 750’den fazla yatırım bankacılığı uzmanı ile yatırım yapıp danışmanlık “hizmet”i veriyor. Dünya günlük FX hacminin yüzde 10’unu elinde bulunduran Rockefeller’in bankası 1996’da 725 milyon doğrudan yabancı yatırım (foreign direct investment) gerçekleştirerek 434 milyar dolarlık borç verilmesine aracılık etti. 1996 yılı içinde 8 milyar dolar borç ve kredi verdiği ABD’nin Küçük ve Orta Boy İşletmelerinin (KOBİ) yüzde 52’si ile ilişkisi var.
Rockefeller ailesi çoğu kere Chase Manhattan ile olan ilişkisini fazla saklama gereği görmedi. Kurulduğundan beri arkasındaki esas güç sürekli 1800’lü yılların sonu ile 1900’lü yılların başında ABD’nin en zengin kişisi, bütün petrol üretim ve satışının yüzde 95’inden fazlasını elinde bulunduran, Standart Oil’in sahibi John D. Rockefeller ile Senatör Nelson Aldrich idi. Daha sonra da birbirlerine akraba olan bu iki aile sürekli bankanın tepesinde bulundular. 1935–53 yılları arasında bankanın başkanı Senatör Aldrich’in oğlu ve Rockefeller’in damadı olan Winthrop Aldrich, 1953–60 yılları arasında yine her iki ailenin yakın dostu John McCloy ve 1960–79 arasında da Rockefeller ailesinin reisi David Rockefeller idi. David Rockefeller bugün hala bankacılık korporasyonunu çok gizlenme gereği görmeden ve ince bir perdenin arkasından da olsa kendisi yönetiyor.
Citicorp: 1812’de kurulan bugünkü Citicorp’un eski orijinal ismi City Bank of New York, esas tanınan ismi ise Citibank’tı. 1894’te Chase Bank ile birlikte ABD’nin en büyük iki bankasından biri sayılıyordu. 1900’lü yılların ortalarına kadar fazla etkin değildi. 1955’de First National Bank ile birleştikten sonra, 1960’lardan itibaren hızla büyümeye başladı. 1968’de First National City Corporation, 1974’te de Citicorp Holding oldu. 1960’lı yılların ortalarında 20 bin çalışanı ve 16 milyarlık aktifi varken bugün 281 milyarlık aktifi, 3 milyar 788 milyon dolarlık kârı, çalıştırdığı 89 bin kişi ve 98 ülkeye yayılmış 3200 şubesi ile ABD ve dünyanın en büyük bankalarından birisi haline geldi. ABD’deki bütün kredi kartlarının yüzde 15’inin sahibi. Bu rakamla kredi kartı pazarının yüzde 20’sini elinde bulunduran American Express’in ardından ikinci geliyor. Citicorp dünya çapında da toplam 61 milyon kişide Citibank’ın kredi kartı bulunuyor. Bunun 38 milyonu ABD’de, 3 milyonu Avrupa’da, 7 milyonu Asya’da, 9 milyonu da Latin Amerika’da. Mevduat bankacılığında ABD’nin birinci büyük bankası durumunda. Citicorp’un Citibank’ı Avrupa’da da, örneğin Almanya’da önde gelen mevduat bankaları arasında. Citicorp’un yıllık cirosunun yüzde 10’unun geldiği konut kredi (mortgage) bölümü bu pazarın ikinci büyük payını elinde bulunduruyor. New York Büyükşehir bankacılık pazarının yüzde 12’si yine Citicorp’a ait.
19. yüzyılın başlarında kurulmasına rağmen 1960’lı yılların sonlarına kadar uluslararası bankacılık ve yatırım bankacılığına fazla rağbet etmeyen, ancak bu tarihten sonra hızla genişlemeye ve dünya pazarındaki yerini artırmaya başlayan Citicorp bugün yatırım bankacılığında da iddialı hale geldi. Eski adı Citibank olan Citicorp’un yatırım bankacılığının geldiği yeri gösterebilmek için 1998’in ilk günlerinde kısa, orta ya da uzun vadeli olarak değişik faiz oranlarıyla borç verdiği bazı ülkelerden birkaç örnek sıralayalım: Meksika’nın Grupo Imsa tekeline 150 milyon dolar, yine Meksika’nın Cydsa tekeline 200 milyon dolar, Arjantin tekellerinden IEBA’ya 100 milyon ve 130 milyon ile Autopistas del Sol tekeline 170 milyon ve 210 milyon dolar; Yunanistan’ın ANT Televizyonuna 115 milyon, Filipinlerin FLDT telekomünikasyon tekeline 200 milyon ve 300 milyon olmak üzere toplam 500 milyon dolar.
J. P. Morgan: Amerikan yatırım bankacılığının kurucusu sayılan J. P. Morgan her ne kadar 222 milyar dolarlık aktif toplamı ile ABD’nin dördüncü büyük bankası sayılsa da gösterdiği performans ile Fortune tarafından dünyanın en “güvenilir” ve “başarılı” bankası seçildi. Gerek tarihi, gerekse de bugünkü ilişki ve etkisi ile ABD’nin dünya egemenliğinin doğrudan bir göstergesi durumunda. ABD mali sermayesinin sermaye ihracının önemli ve ana bölümünü çoğu kere J. P. Morgan imzasıyla yaptığı görülmektedir. ABD’nin Rusya’dan Çin’e, Kuveyt’ten Türkiye’ye kadar kilit noktalardaki girişimlerinin altında, en başta J. P. Morgan imzası bulunmaktadır. Öte yandan ABD mali sermayesinin oluşması, 1800’lü yılların sonu ile 1900’lerin başlarında üretim ve sermayedeki yoğunlaşma, bugün de Amerikan sanayisinin çekirdeğini oluşturan dev tekellerin ortaya çıkması ve banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe girerek mali sermayenin oluşturmasındaki en önemli isimlerden birisi de yine bugünkü J. P. Morgan bankacılık grubunun kurucusu John Pierpont Morgan’dır. Bu açıdan J. P. Morgan’ın tarihi ve gelişimini göstermek bir yerde ABD mali sermayesinin gelişim ve tarihini göstermek anlamına da geleceği için J. P. Morgan’ı tarihsel gelişimi ile birlikte daha yakından inceleyelim.
J. P. Morgan başından buyana Amerikan mali sermayesinin temel taşlarından birisini oluşturdu. İlk kuruluşu 1838’lere kadar dayanmaktadır. Amerikalı iş adamı George Peabody’nin 1838’de Londra’da açtığı İngiltere’de tüccar banka da denilen yatırım bankasına daha sonra John Pierpont Morgan (J. P. Morgan)’ın babası Junius S. Morgan ortak oldu. Peabody’nin ölümü üzerine banka tümüyle baba Morgan’ın eline geçince ismi J. S. Morgan & Co. olarak değiştirildi. İngiliz bankacı Julius Morgan’ın İngiltere ve Almanya’da matematik ve ekonomi okumuş 24 yaşındaki oğlu John Pierpont Morgan New York’a yerleşerek 1861’de J. P. Morgan & Co. adıyla ve babası ve ortağının yakın desteği ve gözetimi altında kendi bankasını kurdu. 1871’de Philadelphiya’daki yatırım bankası Drexel & Co.’yu yuttuktan sonra Paris’teki Fransız bankası Drexel, Harjes & Co.’ye ortak oldu. Bankanın ismi geçici olarak Morgan-Drexel & Co. olarak değiştirildi. Ancak 1895’de yeniden J. P. Morgan adını aldı. Baba Morgan’ın 1890’da ölümünden sonra 1895’de J. P. Morgan’ın New York, Philadelphiya, Londra ve Paris’te 4 ayrı bankası olmuştu. Ayrıca o dönemin en büyük yatırım bankalarından İngiliz Barings ve Rothschilds ile de çok yakın ilişkisi vardı. İngiliz bankacı E.C.Grenfell 1904’de J. S. Morgan’a ortak olunca Londra’daki bankanın ismi 1910’da Morgan Grenfell olarak değiştirildi. J. P. Morgan babasının ortağı ve tek varisi olarak doğrudan Morgan Grenfell’in üçte birlik hissesinin sahibi oldu. İngiltere’nin en eski ve ünlü yatırım bankalarından Morgan Grenfell 1989’da Alman Deutsche Bank’a satılana kadar J. P. Morgan bu üçte birlik hissesini korudu. 1870’de Fransa – Prusya Savaşı sırasında sıkıntıya düşen Fransız devletine 50 milyon dolar borç vererek bir yerde Fransa’nın kazanmasını sağladıktan sonra, o günden bugüne J. P. Morgan ile Fransız devletinin ilişkileri hep iyi oldu. J. P. Morgan’ın Fransa ile başlayan devletlere “borç” verme işi ara vermeden günümüze kadar devam etti.
1861’de çok da büyük olmayan bir banka olarak kurulan J. P. Morgan, iç savaştan sonra, 1871’de ABD’nin o dönemdeki en büyük yatırım bankalarından Drexer’i yuttuktan kısa bir süre sonra yatırım bankacılığına da girişerek hızla önüne geleni yutmaya başladı. Şirketlerin en zor dönemlerini kollayıp zora düştüklerinde köşeye sıkıştırıp acımasızca yok pahasına satın aldığı için John Pierpont Morgan’a “Vahşi Morgan” adı takıldı. 1877’de ABD demiryolu ağının önemli bir bölümü olan New York Central Railroad’ı ele geçirdi. Demiryolu taşımacılığında Harriman’dan sonra bu alanın en büyük ikinci kişisi oldu. 1892’de Edison Electric’i yutarak bugün elektrik, elektronik, beyaz eşya, silah, havacılık-uzay gibi birçok alanda dünyanın en büyük tekeli haline gelen General Electric’i kurdu. Demir çelik üretiminin yüzde 90’ından fazlasını elinde tutan Andrew Carnegie’nin Carnegie Steel’ine ortak oldu ve 1900’de U.S. Steel Corporation’u kurarak demir-çelik üretimini eline geçirdi. Yine 1900’lerin başlarında, telefon ve telgraf şirketlerini yutarak, bugün dünyanın en büyük telekomünikasyon tekeli olan AT&T’yi kurdu. Yalnızca bugün değil 90 yıl önce de, 1910’larda ülkenin en büyük sigorta şirketi olan Equitable Life’la birlikte diğer birkaç sigorta şirketini daha eline geçirdi. General Motors’un kurulmasında önemli katkısı oldu. Ülkenin en büyük bankalarından National City Bank ve First National Bank yine Morgan zincirinin parçaları idi. J. P. Morgan bunların dışında da Procter & Gamble, Bankers Trust vb. gibi çok sayıda tekel ile bugün Amerikan merkez bankası konumundaki Federal Reserve Bank ya da System gibi kuruluşun kurucu ve sahibiydi.
1904’e kadar Amerikan mali sermayesi iki ana grup etrafında toplanmıştı: Bir yanda Rockefeller grubu ve diğer yanda ise Morgan grubu vardı. Rockefeller grubu içinde petrol piyasasının istisnasız tek sahibi Rockefeller, demiryolu piyasasının en büyüğü Edward H. Harriman, National City Bank (daha sonra J. P. Morgan bu bankada üstünlüğü ele geçirdi), bankacı Kuhn, Loeb & Company gibi en büyükler vardı. Morgan grubu içinde ise J. P. Morgan, General Electric (GE), United States Steel Corporation (US Steel), American Telephone and Telegraph Company (AT&T), New York Central Railroad, Andrew Carnegie, demiryollarının ikinci önemli ismi iç savaşta kuzeye başkan Abraham Lincoln’e büyük miktarlarda borç vermesiyle tanınan Vanderbilt, sigorta şirketleri, National Tube Company vb vardı. Morgan grubu Î912’de 341 director aracılığı ile toplam 22 milyar dolar aktifi olan 112 korporasyonu ve toplam 2 milyar dolar aktifi olan daha küçük 100 şirketi olmak üzere 212 korporasyonu doğrudan kontrol ediyordu. Dolaylı yollardan ise bunlardan daha fazla sayıda şirket yine Morgan’ın kontrolü altındaydı.
1800’lerin ikinci yarısında işe bankacı olarak başlayan J. P. Morgan 1900’lerin başlarında yalnızca bankacı değil, aynı zamanda ülkenin en büyük sanayicilerinden birisi haline gelmişti. Bankacılığın yanı sıra, demir-çelik, demiryolu, madencilik, elektrik-elektrikli eşya, silah, madencilik, sabun-kozmetik, telefon-telgraf gibi neredeyse petrolün dışında bütün sanayi kollarının hâkimi ve esas kurucusu olmuştu. Banka sermayesi ile sanayi sermayesi saklanmaya gerek görmeden J. P. Morgan ismi altında birleşmiş ve iç içe geçmişti. ABD mali sermayesinin en önemli temel taşlarından birisi Rockefeller ise, öteki en büyük temel taşı da J. P. Morgan idi. 1913’te öldüğünde cenazesi bir dünya olayı oldu. Emperyalist kapitalist dünyanın en önemli isimleri, en büyük sermayedarlar ile çok sayıda devlet başkanı tabutu önünde esas duruşa geçtiler. The Economist dergisi 1913’te J. P. Morgan için “O Wall Street’in Napolyon’u idi” diye yazıyordu.
Roosvelt’in “New Deal”i sırasında, ticari bankacılık ile yatırım bankacılığını birbirinden ayıran ve bankaların önüne önemli yasal kısıtlamalar getiren 1933’teki Glass-Steagall yasasının yürürlüğe girmesi üzerine J. P. Morgan da yapısını değiştirmek ve yatırım bankacılığı ile ticari bankacılık kollarını birbirlerinden ayırmak zorunda kaldı. Yatırım bankacılığı için Morgan Stanley adlı yeni bir banka kurdu. 1935’te kurduğu bu banka satıldığı yakın zamana kadar dünyanın en büyük yatırım bankalarından birisi idi. Morgan Stanley bugün de ABD’nin en büyük birkaç yatırım banka ve borsa aracı ve işlemci tekelinden birisi durumunda. J.P. Morgan, 1940’lı yıllardan başlayarak giderek önemli hale gelen emeklilik işine de girdi. 21 ayrı emeklilik planı ve 200 milyon dolar ek sermaye ile emeklilik, 600 milyon dolar ile de fon ve vakıf işine hızlı bir dalış yaptı. J. P. Morgan 1959’da yine en büyük ataklarından birisini gerçekleştirerek hisse, tahvil alım satımı, yatırım danışmanlığı ve bankacılığı yapan, kendisinden dört kat büyük ABD ve dünyanın en büyük tahvil alımcısı Guaranty Trust’ı yuttu. İki en büyük yatırım ve “toptancı” bankası birleşince Morgan Guaranty adıyla ülkenin en büyük yatırım’ bankacılığı tröstü ortaya çıktı. Morgan Guaranty bugün de hem J. P. Morgan’ın en önemli kollarından, hem de aynı zamanda ABD ve dünya borsalarının en önde gelen yatırım bankalarından birisi durumunda. Morgan Guaranty 1990’da bankalara borsa ve kıymetli evrak piyasalarını yasaklayan Glass-Stegal yasasıyla yasanın değiştirilmesi üzerine özellikle Avrupa tahvili ve tahvil taahhüdü işine başladı. Bugün ABD devlet tahvillerinin en büyük alım satıcısı Morgan Guaranty. Morgan Guaranty ABD’nin dışında, G7 ülkeleri olarak tanınan en güçlü ve büyük 7 emperyalist kapitalist ülke tahvillerinin de en önde gelen “temsilcisi” ve alım satımcısı durumunda.
İçlerinde gelişmiş kapitalist ülkelerin de olduğu, Türkiye dâhil çok sayıda ülke başbakan ve bakanlarının borç para alabilmek için kapısında kuyruğa girdikleri J. P. Morgan yalnızca 1870’de Fransız hükümetine borç vermekle kalmadı. 2. Savaş sonrasındaki Marshall planı sırasında İngiltere’den Japonya’ya kadar olduğu gibi bugün de ülkelerin büyük tekelleri bir yana çok sayıda ülke hükümetlerine kısa, orta ve uzun vadeli faizlerle borç ve kredi vermeye devam ediyor. İşte bunlardan birkaçı: Hepsi de son birkaç yıl içinde olmak üzere, Meksika devletine 6 milyar dolar, Peru’ya 1,1 milyar dolar, Şili devletine 1,3 milyar dolar, Brezilya devletine 750 milyon dolar, Kuveyt devletine 5,5 milyar dolar, Fransa’ya 1,8 milyar dolar ve 60 milyar frank, Rusya Federasyonu’na 1 milyar dolar, Türkiye Cumhuriyeti devletine 500 milyon dolar.

KONUT KREDİ BANKACILIĞI, SİGORTA ŞİRKETİ VE EMEKLİ FONLARININ DEĞİŞEN ROL VE BİÇİMLERİ:
Mali sermayelerin yapılarında yalnızca ticaret ve yatırım bankacılığı ile tasarruf sandığı ve kredi birliği gibi değişik adlar kullanan ve ayrıntıya ilişkin bazı farklılıkları olan kurumlar yoktur. İngiltere ile birlikte “Anglo-Amerikan sistemi”ni uygulayan ABD’de de konut kredisi (mortgage) işi de mali sermayenin önemli kaynaklarından birisi durumuna gelmiştir. Konut satın almak isteyenlere evlerini ipotekleyerek yüksek faizlerle kredi verilip uzun dönem içinde taksitlerle geri alınması ya da bu banka ya da şirketlerin kendi ellerindeki konutları isteyenlere yine ipotekledikten ve bir kısmını peşin aklıktan sonra yüksek faiz ekleyerek uzun dönem boyunca evin parasının taksitler halinde tahsil edilmesi esasını oluşturan mortgage sistemini ABD’de artık hemen hemen herkes uyguluyor. Bütün bankalar mevduat bankacılığının yanı sıra konut kredi bankacılığı da yapıyorlar. Örneğin Citicorp yıllık cirosunun yüzde 10’unu yalnızca bu konut kredi işin den sağlıyor. Mortgage bankaları denilen konut kredi şirketleri tıpkı sigorta şirketi ve emekli fonlarında olduğu gibi ellerinde biriken büyük miktarlarda parayı ya diğer yatırımcılara faizle borç vererek ya da kendileri doğrudan en büyük şirketlerin hisselerini alıp satarak (yatırım şirketi) büyük paralar kazanırlar. 1989 rakamlarına göre İngiltere’deki konut kredi birliklerinin ABD’deki karşılığı olan mortgage bankalarının ellerinde 500 milyar dolardan fazla mortgage geliri birikmişti. 1992’de bu rakam 3 trilyon dolara çıktı. Sadece 1992 yılında 750 milyar dolarlık yeni mortgage sözleşmesi yapıldı.
İngiltere’de olduğu gibi ABD’de de mortgage sistemi ile ev sahibi olmak doğal yaşamın bir parçasıdır. Herhangi bir Amerikan işçi ve emekçisi için mortgage yönle miyle ev almak ve daha sonra uzun yıllar boyunca taksit ödemek günlük yaşantının olağan bir yanıdır. Çoğu ailenin bütçesinde mortgage taksiti vazgeçilmez bir unsurdur. Bunun bir sonucu olarak ipotekli de olsa Avrupa ülkelerinde evlerde oturanların yüzde 36’sı ev sahibi, kalanı kiracı durumundayken bu oranlar mortgage sisteminin uygulandığı ABD ve İngiltere’de tam tersidir. Bu iki ülkede evlerin yüzde 64’ünde ev sahipleri, 36’sında kiracılar oturmaktadır. Böylesine yerleşmiş bir yaşam ve her şeye rağmen ev sahibi olma yoğun arzu. alışkanlık ve kültürü içinde, ABD nüfusunun 266 milyon, normal bir daire fiyatının 1992 rakamlarına göre ortalama 141 bin dolar (bu rakam 1976’da 43 bin 340 dolar idi), aylık mortgage taksit ortalamasının 1064 dolar (1976’da 329 dolardı) olduğunu ve yine 1992’de aylık gelirin yüzde 33,2’sinin mortgage taksitine gittiği (1976’da yüzde 24 idi) göz önünde tutulduğunda mortgage sisteminin mali sermaye için ne büyük bir kaynak oluşturduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. (Rakamlar Neala Schleuning’in 1997’de ABD’de Praeger Yayıncılık tarafından basılan To Have and To Hold adlı kitabından alınmıştır)
Konut kredi işi ABD’de İngiltere’den farklı bir şekilde ortaya çıktı. İngiltere’de dostluk dayanışma dernekleri ve işçi ve zanaatkâr birlikleri ile sendikalar içinde yapı kooperatifleri olarak başlayan ve daha sonra mali sermayenin kendi kurumlarına dönüştürülen konut kredi birlikleri ABD’de esas olarak, çiftlik, toprak ve arazi alımı sırasında ortaya çıktı. Özellikle 19. yüzyıldaki büyük göç ve bu sırada, toprak, arazi talebinin iyice arttığı dönemde mortgage sistemi de artık belirmeye başladı. Büyük toprak ve para sahipleri ile banker ve tefeciler arazi, çiftlik, maden vb. almak isteyenlere faizle borç vermeye yada büyük toprak sahipleri arazilerini taksit karşılığı faizle satmaya başladılar. İç savaş sırasında 1863’te çıkarılan bankacılık yasası ülke çapında bankacılığı teşvik etmek için yalnızca ülke çapında örgütlenen bankalara mortgage kredisi verme hakkı tanıdı. Ancak buna rağmen mortgage verenle alan arasında imzalanan sözleşmeler avukatlar ya da borsa aracı ve simsarları gibi özel yetkili kılınmış kişiler tarafından düzenleniyordu. Bu kişiler zamanla mortgage komisyoncusu oldular ve belli bir komisyon karşılığı isteyenlere mortgage kredisi bulmayı taahhüt ettiler. Büyük toprak ve para sahiplerinin toprak ve paralarının satışında uzmanlaştılar. 1880’lerde bu aracı kişiler şirketleştiler ve yalnızca mortgage işi yaptıkları için mortgage bankası adını aldılar. 1890’da bu şekilde 167 mortgage bankası ortaya çıkmıştı. 1890’lardaki tarım krizi toprak ve arazi fiyatlarını alabildiğine düşürdü, bunun sonucu olarak mortgage bankalarının önemli bir kısmı battı. 1. Savaşın ardından her türlü mülk yeniden değerlendi ve mortgage işi önem kazandı. 1929–33 bunalımında kredi almış olanların çoğu mortgage taksitlerini ödeyemeyince ev ve arazilerini kaybettiler. Bankalar ipoteklenmiş mülklere el koydu. Mortgage piyasasındaki bu hızlı çöküş ve bunun yarattığı tepki hükümeti müdahale etmek zorunda bıraktı. Sosyal güvenlik sisteminde olduğu gibi mortgage sisteminde de esas düzenleme bu bunalım döneminde başkan Roosvelt’in “New Deal”ı sırasında getirildi. Federal mortgage kurumu FNMA ya da Fannie Mae bu dönemde ortaya çıktı. İkinci savaş sonrasında da çok sayıda ev savaş gazilerine bir armağan gibi gösterilerek uzun dönemli taksitlerle satıldı ya da hükümet tarafından uzun vadeli krediler verildi. 1945–60 arasında çok sayıda gazi bu programdan yararlandı. Mortgage sistemi esas olarak işte bu dönemde yaygınlaştı. Fortune’un ABD’nin en büyük 500 korporasyonu sıralamasında (1997) aktif büyüklüklerine göre dizilen korporasyonlar arasında 351 milyar dolarlık aktifi ile bu mortgage kurumu Federal National Mortgage Association (FNMA- Fannie Mae) bugün birinci sırayı almış durumda. ABD devleti 1970’lerde devlet mortgage sistemini ve Fannie Mae’yi yeniden organize edip iki ayrı kamu mortgage kurumu daha kurdu: GNMA- Ginnie Mac ile FHLMC ya da Freddie Mac. Bu üç dev kamu mortgage kurumu 1990’ların başında sessizce özelleştirildi ve hisseleri büyük tekeller arasında bölüşüldü. Bugün her ne kadar hâlâ kamu kuruluşu imiş gibi lanse edilseler ve isimlerinde federal, hükümet gibi kelimeler yer alsa da bu mortgage kuruluşlarının arkalarında büyük tekel grupları yer alıyor. Örneğin Ginnie Mac’ın en büyük hissedarı ve dolayısıyla sahibi Rockefeller grubunun Chase Manhattan’ı.
ABD’de bulunan mortgage bankalarının sayısı hızla azalmasına rağmen yine de binlerle ifade ediliyor. 1975’te 4931 olan mortgage bankası sayısı 1980’de 4595’e, 1989’da 3011’e günümüzde ise 2 binin altına düştü. Bunların içinde, “kamu” mortgage kurumu olarak tanınanların dışında mortgage kredisi veren en büyük 10 mortgage bankasını mortgage aktifleriyle birlikte 199,2 rakamlarına göre sıralayalım: Citicorp Mortgage (64,6 milyar dolar), Fleet Mortgage (60,9 milyar), GMAC (42,4), Source One Mortgage (40,0), Countrywide (34,1), Chase Home Mortgage (32,6), Nations Banc (32,2), Prudential Home Mortgage (30,0), GE Capital Mortgage (29,8) ve Lomas Mortgage (29,8 milyar dolar). Görüldüğü gibi, bu mortgage bankalarının arkasında da yine belli başlı gruplar ve tekeller yer alıyor. Citicorp grubu, Morgan Grubu (Prudential, GE Capital -General Electric’e ait-, GMAC -General Motors’a ait-), Rockefeller grubu (Chase Home Mortgage gibi) gibi.

SİGORTA ŞİRKETLERİ
ABD’nin en eski ve önemli “finans” kurumları arasında, bankaların ardından sigorta şirketleri gelmektedir. Sigorta şirketleri 19.uncu yüzyılın ortalarından itibaren önemli bir kurum durumundalar. Ancak rol ve önemleri içinde bulunduğumuz yüzyılda özellikle arttı ve mali sermayelerin en gözde kurumları arasına girdiler.
İlk hayat sigortası 1759’da kurulmasına ve daha 1800’lü yılların başlarında Avrupa’da popüler olmasına rağmen ABD’de uzun dönem önem kazanmadı. İç savaş yıllarında gelişmeye başladılar. Hayat sigortası şirketlerinin elindeki toplam aktif toplamı 1850’de sadece 10 milyon dolar iken 1890’da bu rakam 770 milyona erişti. 1800’lerin sonlarına gelindiğinde, ABD hayat sigortası şirketlerinin elinde dünyanın öteki tüm sigorta şirketlerinin ellerindekinden daha fazla sermaye birikmişti. Amerikan sigorta şirketlerinin kasalarında çok büyük miktarlarda paralar birikmiş ve mali sermayenin en büyük gruplarının dikkatleri üzerlerinde toplanmıştı. 1900’lere kadar borsa ve kıymetli evrak piyasasında oldukça önemli hale gelen hayat sigortası şirketleri bankalar ve kıymetli evrak şirketleri ile çok yakın ilişki içindeydiler. Bunlar arasında J. P. Morgan ve Kuhn Loeb özellikle öne çıkmıştı. J.P. Morgan ülkenin en büyük sigorta şirketi Equitable Life’la birlikte diğer birkaç büyük sigorta şirketini daha hisselerinin önemli bir kısmını satın alarak ele geçirmişti. Bu Equitable Life sigorta şirketinin kontrolü konusunda J.P. Morgan ile ABD yönetimi ve özellikle New York senatörü William W. Armstrong arasında sürtüşme başlamıştı. Senatör Armstrong’un başkanlığını yaptığı senato komisyonunun 1906’daki kararları sigorta şirketleri yasası haline geldi. İleriki yıllarda tröst haline gelerek Equitable Life Trust Company adını alan bu sigorta şirketi 1950’li yıllarda el değiştirerek J.P. Morgan’dan Chase Manhattan’a geçti. 1929’da sigorta şirketlerinin (esas olarak hayat sigortası) kasasında 17,5 milyar dolar vardı. 1935 yılında çıkarılan sosyal güvenlik ve sigorta yasaları hayat sigortacılığının da hızlanmasını sağladı. Bu rakam 1940’larda 29,2 milyar dolara erişti.
Sigorta şirketlerinin elinde toplanan para miktarı 50–60 yılda yaklaşık 100 kat artarak bugün 3 trilyon doların üzerine çıktı. 1994 rakamlarına göre kayıtlı 1715 hayat sigortası şirketinin elinde 1 trilyon 942 milyar dolar aktif vardı. Bu şirketlerin toplam cirosu 2 trilyon 86 milyar ve kârı ise 480 milyar dolar idi. Hayat sigortası şirketlerinin ellerinde bulunan 1 trilyon 942 milyar dolarlık aktif ya da malvarlığının dağılımı ve yatırım yaptıkları yerler hakkında bir fikir edinebilmek için onları biraz daha yakından görelim: Bu 1 trilyon 942 milyarın 396 milyarı devlet tahvili, 382 milyarı hisse senedi, 791 milyarı da değişik tip tahviller olmak üzere toplam 1 trilyon 72 milyarı korporasyonlara ait kıymetli evraklar, 120 milyarı poliçe kredisi, 85 milyarı menkul ve taşınmaz mal, 54 milyarı konut kredisi-mortgage ve 120 milyarı da nakit para vb. gibi diğer tür aktiflerden oluşuyor. Bunların içinde tekellere (korporasyonlara) ait kıymetli evraklar yüzde 55’lik payı ile görüldüğü gibi en önemli kısmı oluşturuyor.
Bilindiği gibi hayat, işyeri, sağlık, kaza, mülk, otomobil, kıymetli evrak vb. gibi çok değişik türlerde sigorta çeşitleri bulunuyor. Özellikle büyükleri olmak üzere sigorta şirketlerinin önemli bir kısmı bu değişik sigortaların çoğunu yapmalarına rağmen yine de ayrı sigorta türlerine göre aralarında ayrılıyorlar. Sigorta tür ve şirketlerinin içinde hayat sigortası en önemli kısmı oluşturuyor. Hayat sigortası şirketlerinin 1994 yılı sonu itibarı ile 11 trilyon 674 milyar dolar tutarında 371 milyon hayat sigortası poliçesi yapmış olduklarını görüyoruz. Hane başına yapılan hayat sigortası tutarı ortalama 118 bin dolar. Kişi başına ise 48 bin 950 dolar sigorta poliçesi düşüyor. (Rakamlar Washington’daki Amerikan Hayat Sigortası Konseyi’nin Life Insurance Fact Book adlı yayınından alınmıştır.)
1992 verilerine göre, ABD’nin en büyük 10 hayat sigortası şirketi ve aktifleri şöyle sıralanıyor: Prudential Insurance (148 milyar dolar), Metropoliten Life (111 milyar), Teachers Insurance & Annuty Association -TIAA- (56 milyar), Aetna Life (52 milyar), Equitable Life (50 milyar), New York Life (43 milyar), Connecticut General Life (42 milyar), John Hancock Mutual Life (36 milyar), Northwestern Mutual Life (36 milyar) ve Travelers Insurance (36 milyar dolar). Bunlardan Prudential Insurance, New York Life, Travelers Insurance, Aetna Life, Metropoliten Life ve Equitable Life gibi ABD’nin en büyük sigorta şirketlerinin arkalarında yine en büyük sermaye grupları yer alıyor. Yukarıda saydıklarımızdan ilk dördü doğrudan Morgan grubuna aitken öteki ikisi de Rockefeller grubuna ait.
Aynı şekilde 1993 yılı içinde 124 milyar dolar tutarında yeni sağlık sigortası, 242 milyar dolar tutarında da mülk ve kaza sigortası yapılmış. Mülk ve kaza sigortaları da aralarında şöyle dağılıyor: 113 milyar dolarlık otomobil, 8 milyarlık yangın, 23 milyarlık kıymetli evrak, 22 milyarlık ev, 6 milyarlık yat, tekne, gemi ve 7 milyarlık kaza sigortası.

EMEKLİ FONLARI:
İngiliz mali sermayesinin olduğu gibi Amerikan mali sermayesinin de en önde gelen kurumlarından bir diğeri de yine emekli fonlarıdır. Özellikle 1950’lerden sonra emekli fonları gelişen işçi hareketi sonucu hızla yaygınlaşmaya başladılar. 1945-46’lar-da ABD’de ortaya çıkan ve bütün ülkeyi kaplayarak boydan boya sarsan büyük grev dalgası ve sosyalizmin uluslararası planda oldukça artmış olan prestiji gibi etkenler sonucu; ama esas olarak gelişen mücadeleyi engellemek için tüm emperyalist kapitalist ülkelerde olduğu gibi ABD’de de sosyalizm korkusuyla “sosyal devlet” ve çeşitli sosyal yardım, sosyal güvenlik gibi uygulamaların kapsamı genişletildi. Hükümetlerin bütçelerinde sosyal harcamalara ayrılan payların artırılması yoluna gidildi. Bu oran kıta Avrupa’sında yüzde 20’lere, ABD ve İngiltere’de yüzde 17-18’lere, Japonya’da ise yüzde 10’lara yaklaştı.
2. Savaş’tan sonra dünya çapında gelişen işçi sınıfı mücadelesi ABD’yi de sardı. Savaş sırasında sendikaların başına çöreklenmiş sendika ağalarının doğrudan yardımı ile ücretlerin dondurulması ve grev yapmama politikası uygulanıyordu. Sendika ağaları “ülke çıkarları”, “ulusal çıkarlar” vb. gerekçe göstererek işçiler adına grev yapmama ve ücret artışı talep etmeme sözleşmeleri imzalamışlardı. Bunlar da yetmezmiş gibi, iş saatleri uzatıldı, ücretler düşürüldü. Ortalama haftalık iş süresi 40,5 saatten 45 saate çıkarıldı. Örneğin General Motors 48 saatlik çalışma karşılığında işçilerine 40 saatlik ücret ödüyor, 8 saatin ücretini kesiyordu. Savaşın bitimiyle ücretler daha da düşürüldü. 1945–46 arasında “savaş sektöründe” çalışan işçilerin ücretlerinde yüzde 31, “savaş dışı sektörlerde” çalışan işçilerin ücretlerinde ise yüzde 10 düşüş oldu. 1945’deki ücretler 1941’deki düzeylerinden yüzde 11 daha düşüktü. Buna karşılık kârlar alabildiğine arttı, kâr oranları yükseldi. Örneğin 1929’da 100 dolarlık bir sermaye 66 dolar getirirken bu oran 1945’te 100 dolara çıktı. Bütün bunların sonucu -sosyalizm, sosyalist Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu’nun başarılarının da etkisi ile- sınıf hareketi kabardı. 1945-46’larda çok güçlü bir işçi hareketi ortaya çıktı. Bununla birlikte daha 1943 ve 44’de, savaş sırasında, işçiler ücret dondurulması ve “grev yapmama” politikasını kırabilmek için greve gitmişlerdi. Savaşın hemen ardından başlayan grevler sonucu, 1945’in ilk ayında 1 milyon, son üç ayında ise 8 milyon, 1946’nın Ocak ayında 20 milyon, Şubat ayında da 23 milyon işgünü kayboldu. Grevler nedeniyle 1946 içinde toplam 116 milyon işgünü kaybı gerçekleşti. Örneğin Şubat 1946’da 175 bin elektrik-elektronik, 800 bin demir-çelik ve 225 bin de otomotiv (General Motors) işçisi greve çıktı. Cam işçileri, Kaliforniya’nın mekanik işçileri, New England’ın tekstil işçileri ile General Motors’un otomotiv işçilerinin grevi 100 günden fazla sürdü. General Motors’un kamyon işçileri “Teamster Asileri” unvanını bu grev sırasında polisle girdikleri ve günler boyu süren göğüs göğse çatışmalarda aldılar. ABD İş İstatistikleri Bürosu’na göre 1946’daki grev dalgası ABD tarihinin en yoğun ve yaygın işçi hareketi idi. Bu grevlerin etkisi ile sendikalı işçi sayısı kısa zamanda 4 milyon artarak 14 milyona ulaştı.
İşte böylesine büyük işçi hareketi ve sosyalizmden duyulan korku sonucu emeklilik, sosyal sigorta, sosyal güvenlik ve “sosyal devlet”, “refah devleti” vb. gibi uygulamaların yaygınlaştırılması ve sosyal harcamalara bütçeden daha fazla pay ayrılması yoluna gidildi. Bununla birlikte “sosyal devlet” uygulamaları, sosyal sigorta, sosyal güvenlik, özel ve devlet emekliliği 1950’lerden çok önceleri de vardı. 1950’lerden sonra sadece kapsamı genişletildi. Hastalık, kaza ve yaşlılık emekliliğini de kapsayan sosyal sigorta uygulaması daha 1880’lere, Kaiser ve Bismarck Almanyası’na dayanıyor. 18. yüzyılda savaşta yaralanan asker ve gazilere bugünkü malûl (sakatlık) emekliliği denilen bir tür emeklilik maaşı bağlanması ABD’de ilk emeklilik ve sosyal güvenlik düzenlemesi olarak tanımlanabilecek uygulama sayılabilir. Buna rağmen ilk emeklilik ABD’de 1875’te, demiryollarında çalışan işçilere American Express Co.’nun uyguladığı emeklilik planı idi. Tek tek işyerleri ya da iş kollarında uygulanan ve sadece belli bir kesim işçi ile çoğu kere bir “finans tekeli”, “sanayi tekeli” ya da sendika arasında gerçekleşen ve yalnızca bu iki kesimi kapsayan emeklilik uygulamasına bugün de aynı isimle anılarak “emeklilik planı” deniliyor. Bu şekilde sadece belli bir kesimi kapsayan emeklilik planları 1900’lere kadar çok yavaş ilerledi. 1929’lara kadar yeniden hızlansa da 1929’da tüm ABD’de yalnızca 397’si tekel sahibi işverenler, 13’ü de sendikalar tarafından yürütülen belli sayıda emekli planları vardı. 4 milyondan fazla işçiyi kapsamasına rağmen bu emeklilik planlarında belli bir standart ve düzenleme yoktu. Böyle olmasına rağmen 1929’lara kadar hemen her büyük tekel tek tek emeklilik planları yaparak kendi emeklilik fonunu kurmuş ve sigorta primlerini kendi emekli fonu altında toplayarak doğrudan kendisi kullanıyordu. Ancak bu emeklilik kapsamı içine yine de sınırlı sayıda insan girmekteydi ve emekliye ödenen emeklilik ücretleri komik rakamlarla ifade ediliyordu. Emeklilik planlarını yürüten ve çoğu kez o plan içindeki işçilerin işvereni de olan tekeller sigorta primlerini işçilerin ücretlerinden aksatmadan kesmelerine rağmen emekli maaşlarının ödenmesinde alabildiğine keyfi davranıyorlardı. Emperyalist kapitalizmin 1929–33 büyük çöküş ve bunalımı sırasında bu keyfilik iyice arttı ve tekeller iflas ediyoruz diyerek emeklilik maaşlarını ödemeyi kestiler ve o zamana kadar topladıkları primlere de el koydular. 1929–33 bunalımı sırasında korkunç boyutlara ulaşan işsizlik, yoksulluk, sefalet ve yıkım sonucu giderek yükselen tepki ve kamuoyu baskısı emekliliğe daha ciddi bir şekilde eğilinmesini getirdi. 1932–35 arasında başkan Roosevelt ABD tarihinde önemli bir yeri olan ve “New Deal” olarak bilinen bankacılık ve borsayı da düzenleyen yasaların yanışını, sosyal güvenliğe ilişkin de bir sürü düzenleme ve yasa yürürlüğe soktu. 1935’te çıkartılan ve yaşlılık, yaşam ve sakatlık sigortası yasası (bugünkü adı ile sosyal sigorta sistemi) emekliliğe belli bir düzenleme getirdi. Bu yasa İngiltere’de de 1930’da Beveridge Planı olarak geçmişti. 1949’da yüksek mahkeme toplu iş sözleşmelerinde (TİS) emeklilik talebinin sözleşmeye konulabileceğini kabul etti. 1950’de ilk olarak General Motors ile Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) arasında imzalanan sözleşmede GM işyerlerinde çalışan işçileri kapsayacak bir emekli planı uygulaması yer aldı. Bunun üzerine TİS’lere hızla emeklilik ve emekli maaşları girmeye başladı. Bir yıl içinde bu şekilde, TİS yoluyla 8 bin yeni emekli planı uygulamaya sokuldu. 1974’te çıkarılan Ücretlilerin Emeklilik ve Gelir Güvenliği Yasası -Employee Retirement Income Security Act- (ERISA) ile emeklilik yeni bir düzenlemeye sokuldu. Bu tarihe kadar yine de özel işyerlerinde çalışanların ancak yarıya yakını emeklilik kapsamı içinde bulunuyordu. Bu düzenlemeler sonucu çok sayıdaki özel emekli fonunun yanı sıra önemli sayıda ve biçime ilişkin çeşitli farklılıklar gösteren yeni yeni emekli fonları kuruldu. 1987’ye kadar 42 milyonu özel ya da sendika emekli planlarında, 20 milyonu da kamu sektörünün (eyalet, yerel yönetimler ya da federal hükümetin) emekli planlarında olmak üzere 62 milyon kişi emeklilik kapsamında idi. Aynı dönemde 160 milyon kişi de sosyal güvenlik sistemi içinde yer alıyordu.
Bugün ABD’de emeklilik planları denilen aralarında bazı farklılıklar bulunan değişik tiplerde emeklilik planları ve emekli fonları bulunuyor. İşçi ve emekçiler genellikle iş kollarına ve mesleklerine göre ayrı ayrı emekli fonlarında toplanıyorlar. Bunların içinde örneğin TIAA ve CREF gibi en büyük öğretmen emeklilik kurumu en büyükler arasında bulunuyor. Emekli fonu, sigorta ve yatırım şirketi konumundaki bu kamu emekli fonunun elinde 125 milyar dolar birikmiş durumda. Bu fon örneğin, Ford Motor’un en büyük hissedarlarından birisi durumunda ve bunun sonucu olarak da fonun başkanı Ford’un yönetim kurulunda yer alıyor. Yine the State of Winconsin Investment Board, the California Public Employee Retirement System (CalPERS) ve The New York City Retirement System gibi kamu çalışanlarının emekliliğini düzenleyen emekli fonlarının elinde 1994 rakamlarına göre 495 milyar dolar para birikmiş durumdaydı. Kamu çalışanları emekli fonları ABD’deki tüm korporasyon hisselerinin yüzde 8,4’ünü almış durumdaydılar. Bu oran 1980’de sadece yüzde 3 idi.
Diğer bir tür emekli fonları da büyük sendikalara ait olanlar. Büyük sendikaların kendilerinin de doğrudan emekli fonları bulunuyor, milyarları bulan paralarla oynayarak kendi asıl işlerinin dışında büyük tekel gibi çalışıyorlar. En büyük 50 tekelin hisselerinin önemli bir kısmının esas alıcıları sendikalara ait emekli fonları. Örneğin geçtiğimiz Ağustos ayında gerçekleşen ABD’nin son yıllardaki en büyük grevlerinden United Parcel Service (UPS) grevinde işçilerin örgütlü olduğu, en büyük sendikalardan Teamster sendikasının ayrı bir emekli fonu bulunuyor. Grev sırasında işçiler işyerlerinde giderek kötüleşen ağır çalışma koşullarının düzeltilmesi, part-time işçiliğin durdurulması ve part-time işçilerin ücretlerinin artırılması, kısıtlanan sosyal haklar, emeklilik ve sigorta primleri konusunda şirketin giriştiği oyunlarına son vermesi ve işin giderek artmasına karşın işçi çıkarmak bir yana yeni işçi alınması gibi birçok talep öne sürerken sendikanın esas talebi UPS patronunun işçilere sendikanın emekli fonundan ayrılıp tekelin kendi emekli fonuna kaydolmaları için yaptığı baskıyı durdurması idi. Sendika işçilerin ağırlaşan sorunlarını değil kendi kesilmeye başlayan paralarını kurtarma çabası içindeydi. Sendikanın en önemli madde olarak dayattığı bu talebi işçiler tanımıyordu. Örneğin grevci işçilerden 10 yıldır Pennsylvania’nın, New Stanton şehrinde bulunan UPS işyerinde çalışan Al Fox sendikanın emeklilik ile ilgili maddesinin umurunda olmadığını söylüyordu. Al Fox “Ben kamyoncuyum. Umurumda olan tek şey bu. Sigorta primlerimin kimin kasasında olacağı umurumda değil. Ha ‘büyük birader’in kasasında olmuş, ha ‘sendikacı birader’in kasasında’ olmuş fark etmez.”diyordu. Bu Teamster sendikası yalnızca emekli fonunda biriken paralarla yaptığı yatırımlardan 1996 yılı içinde 1 milyar dolardan (215 trilyon TL.) fazla kâr elde etti. ABD sendika aristokrasisinin ne boyutlarda geliştiğini bu bir tek örnek bile açığa koyuyor. (Burada sadece yeri geldiği için işçi aristokrasisinden bu kadarıyla söz edip geçiyoruz.)
Emekli fonları aralarında emekliye maaş ödenmesi sigortalanmış ve garanti edilmiş ya da sigortalanmamış olarak da ayrılıyorlar. Emekli fonu ya da tekeli iflas ettiği ya da battığında bu sigortasız emekli fonlarına prim ödeyenler bizdeki “bankerzedeler” gibi bütün haklarını kaybedebiliyorlar. Bu fonlara prim ödeyenlerin haklarını koruyacak bir kurum ya da yasa bulunmuyor. Doğal olarak bu sigortalanmamış emekli fonları daha fazla maaş vereceklerini ilan ederek işçileri kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Devlet 1980’lere kadar bu duruma müdahale etmedi. Getirilen Emekli Yardımı Garanti Korporasyonu (PBGC ya da Penny Benny) kendisine üye olan emekli fonlarının emeklilik maaşlarını garanti etmeye başladı. Penny Benny 1993’de kendi kapsamındaki emeklilere yıllık 29 bin 250 dolar emekli maaşı ödenmesini garanti ettiğini açıkladı. Yine de 1992’de ABD’deki toplam 67 bin emekli planının yüzde 85’i garantilenmiş ve sigortalanmıştı. Bu oran 198]’de sadece yüzde 45 idi.
Özellikle son yıllarda emekli fonları ile sigorta şirketleri arasındaki ayrım pratikte ortadan kalkmaya başladı ve emekli fonları ile hayat sigortası şirketleri birbirlerine oldukça yaklaştılar. Artık sigorta şirketi ve bankaların hemen hemen hepsi emeklilik işiyle de uğraşıyor. Bir sigorta şirketi emeklilikle uğraşırken, emekli fonu da aynı zamanda sigorta yapıyor. Bu emekli fonlarının dışındaki “özel” emekli fonları denilen tekeller artık tümüyle belli sayıdaki tekel grubunun kontrolü altında bulunuyorlar. Bir emekli fonu pratikte hem emekli fonu, hem sigorta şirketi ve hem de esas olarak yatırım şirketi olarak çalışıyor. Öte yandan emekli fonları ile hayat sigortası şirketlerine farklı vergi uygulanmasının da etkisi ile hayat sigortası şirketleri karşısında emekli fonları daha önemli hale geliyorlar. Örneğin 1950’lerin’başlarında hayat sigortası şirketleri ABD’deki bütün aktiflerin yüzde 21’inin sahibi iken, bu oran 1980’ler sonunda yüzde 12’ye, bugün de 5,8’e düştü. Emekli fonları ise 1952’ye kadar ABD’deki bütün hisselerin sadece yüzde Tinin sahibi iken bu oran 1991’de yüzde 25’e çıktı. Yine 1948’de 1992 ile kıyaslandığında hayat sigortası işlemleri emeklilik işlemlerinin 10 katı idi. 1992’de ise emeklilik işlemleri sigorta işlemlerinin iki katına ulaştı.
Emeklilik işlemleri artık yalnızca emekli fonları tarafından yapılıp, emekli ve sigorta primleri yalnızca emekli fonları tarafından toplanmıyor. ABD’de emekli fonları, değişik fon ve vakıflar, hayat sigortası şirketleri ve bankalar gibi, neredeyse herkes emeklilik işlemleri yapıyor. Bir örnekle bunu somutIayalım: 401 (k) planı denilen ve sadece korporasyonlarda çalışanları kapsayan bir emeklilik türünü kimlerin yaptığını görelim: 1995 verilerine göre, toplam 675 milyar dolar tutarındaki bu emekli planının yüzde 29’luk bölümünü oluşturan 195 milyarlık emeklilik işlemini sigorta şirketleri, yüzde 24’ünü oluşturan 165 milyarlık bölümünü bankalar, yüzde 33’ünü oluşturan 225 milyarlık bölümünü müşterek emekli ve müşterek fon ve vakıfları, geri kalan yüzde 14’ünü oluşturan 95 milyarlık bölümünü de diğerleri yapmış. 401 (k) planının da içinde olduğu defined-contribution adı verilen emeklilik türünün ise yüzde 32’si sigorta şirketleri, 29’u bankalar, 25’i müşterek fon ve vakıflar ve geri kalan yüzde 14’lük bölümü ise diğerleri tarafından yapılmış. Görüldüğü gibi artık ayrıca bir emekli fonu tanımlaması yapmaya bile gerek görmemişler. Emeklilik işi sigorta şirketi ve bankalar ile yine değişik tekellerin engelleri atlamak için yüksek atlama sırığı olarak kullandıkları müşterek fon ve vakıflar arasında paylaşılmış. Artık her büyük tekel grubunun fon yönetimi ya da aktif yönetimi adı verilen ve emeklilik, sigortacılık ile esas olarak da yatırım şirketi ve bankası olarak çalışan en az bir kolu var. Yalnız Amerikan değil diğer büyük mali sermaye grupları içinde de hangi tekel grubuna bakılsa bu fund management ya da asset management dedikleri bölümler mutlaka görülüyor.
1994 rakamlarına göre, ABD’de de 3480 özel, 1223 de kamu emekli fonu var. Özel emekli fonlarının 1123 tanesinin günü geldiğinde emekli gelir ve maaşı ödemesi sigortalanmış ve garanti edilmiş durumda. 2356 tanesinin ise yarın Banker Kastelli gibi kaçıp gitmeyeceğinin, emekli maaşlarını ödeyip ödemeyeceğinin hiçbir garantisi yok. İşte bu binlerce emekli fonu içinde bir kaç büyük fon son yıllarda özellikle öne çıktı. Bu birkaç fonun her biri yüz milyarlarla ifade edilen büyüklükteki sermayeyi yönetiyorlar. 1994 sonu itibarı ile emekli fonlarının ellerinde toplam 4 trilyon 703 milyar dolar birikmişti. Bunun 3 trilyon 480 milyar dolarlık bölümü özel emekli fonlarının, 1 trilyon 223 milyar dolarlık kısmı ise kamu emekli fonlarının, eyalet ve yerel emekli fonlarının elinde bulunuyordu. Ancak bu kadar büyük miktardaki para elbette ki banka kasaları ya da yastık altlarında atıl para olarak bekletilmiyor. Emekli fonları, sigorta şirketleri, yatırım banka ve şirketleri ile değişik fon ve vakıflarda olduğu gibi sürekli hisse alım-satımı yapıyorlar. Emekli fonlarının ellerindeki hisse miktarı giderek artıyor. Son yıllarda fonlar ABD’de kayıtlı bütün korporasyonların yüzde 26 hissesinin sahibi durumuna geldiler. Örneğin 1994’te ABD’deki toplam 5 trilyon 877 milyar dolar piyasa değerindeki korporasyonların 1 trilyon 524 milyarlık hissesi (yüzde 25,9) kurum olarak emekli fonlarının elindeydi. Yukarıda defalarca belirttiğimiz gibi bu emekli fonları kendi başlarına bağımsız kurumlar olarak bulunmuyorlar. Hepsinin arkasında da büyük tekel grupları yer alıyor. Emekli fonu alanında ABD tartışmasız üstün durumda. 1990’da Kuzey Amerika, Japonya ve Avrupa Topluluğu ülkelerinin emekli fonlarının elinde toplam 4 trilyon dolar birikmişti. Bu rakamın yüzde 56’sı tek başına ABD emekli fonlarına aitti. ABD’den sonra ikinci olarak İngiltere gelmekteydi.

YATIRIM ŞİRKET VE BANKALARININ ARTAN ÖNEMİ VE HIZLANAN GELİŞMESİ, ASALAK VE RANTİYECİ KAPİTALİZM
Yatırım şirket ve bankacılığı daha çok hisse ve tahvil alım-satımı ve kıymetli evrak taahhüdü biçimine bürünüyor ve esas işleri kıymetli evrak alım-satımı yapmak; hisse ve tahvillerin el değiştirmesini sağlamak ve elbette ki bu arada kendilerinin elinde de çok fazla sayıda hisse birikmesini sağlamak. Hisse fiyatları arttığında hemen satıp daha ucuza başka hisseler almak. Son yıllarda ABD yatırım şirket ve bankaları ile çeşitli grupların yatırım şirket ve bankacılığı kolları Avrupa tahvili ve korporasyon tahvilleri üzerinde de yoğunlaşıyorlar. Yatırım bankacılığının çok değişik tür ve biçimleri olmasına rağmen esas olarak hisse-tahvil alım satımcısı, borsa aracısı ve simsarı konumunda bulunuyorlar. (Dipnot 1)
Yatırım bankalarının yaptıkları bir diğer iş de komisyon karşılığı danışmanlık yapmak, şirket birleşmelerine ve füzyonlarında iki tarafın arasını bulmak, tarafları birleşmeye zorlamak. Örneğin geçtiğimiz yıl ABD’nin iki dev havacılık-uzay ve silah tekeli Boeing ile McDonnell Douglas ve Lockheed Martin ile Martin Mariatta arasında gerçekleşen birleşmelerde bankaların önemli rolü ve baskısı olmuştu. 1997 yılı içinde dünya çapında gerçekleşen 1,3 trilyon dolarlık şirket birleşme, füzyon ya da yutmalarında ABD’nin en büyük yatırım banka ve şirketleri aracılık yaptılar. Toplam füzyonların yüzde 70’ini oluşturan 919 milyar dolar değerindeki 10 bin 700 füzyon yalnızca ABD’de gerçekleşti ya da füzyon yapan iki şirketten birisi mutlaka ABD şirketi idi. ABD yatırım bankalarından Morgan Stanley 281 milyar dolar tutarındaki 262 füzyondaki aracılığı ile toplam füzyonların yüzde 22,2’sini, Goldman Sachs 251 milyar dolarlık 285 füzyondaki aracılığı ile yüzde 19,9’unu, Merril Lynch 247 milyar dolar tutarındaki 255 füzyondaki aracılığı ile yüzde 13,7’sini, İsviçre-ABD yatırım bankası CSFB 173 milyar dolar tutarındaki füzyonlarda aracılığı ile yüzde 13,7’sini, J. P. Morgan 128 milyar ile yüzde 10,2’sini aldı. Bunların arasında İngiliz Schroder yüzde 3,6, Alman Deutsche Morgan Grenfell yüzde 3,4, Fransız Bank Nationale de Paris yüzde 2,4 ve Hollandalı ING Barings de yüzde 2,2 füzyonda aracılık yaptılar. Yatırım bankacılığının bu alanında da, ABD ve aynı zamanda dünya yatırım bankacılığının “baba”sı sayılan Morgan grubu yine üstünlüğü elinde tutmaya devam etti. Morgan grubu kendi J.P. Morgan’ının dışında çok eski ve tarihsel bağlara da sahip olduğu en büyük iki yatırım bankası Morgan Stanley ve Goldman
Sachs aracılığı ile de bu üstünlüğünü sürdürdü. İlk üç yatırım bankası Merril Lynch, Morgan Stanley ve Goldman Sachs sadece ABD’de sırasıyla 207, 196 ve 185 milyar dolarlık füzyona aracılık yaptılar. Diğer bir anlatımla bir tekeli diğeri tarafından yutulması için zorladı ve köşeye sıkıştırdılar.
Bugünkü anlamda ilk yatırım şirketi 1860’da Londra’da kurulan Scottish-American Investment Company adlı İngiliz-Amerikan yatırım şirketi idi. 1875’e kadar İngiltere’de 50’den fazla yatırım şirketi kurulmuştu. 1890 krizi sırasında çoğu yatırım şirketi battı ya da büyükler tarafından yutuldu. ABD’de 1920’lere kadar çok fazla sayıda yatırım şirketi kurulmamıştı. Ancak J. P. Morgan gibi bir kaç çok büyük yatırım bankası vardı. 1920’lerden başlayarak ABD’de de sayıları hızla arttı. 1929’da 400 civarındaki yatırım şirketinin toplam 3 milyar dolarlık aktifi bulunuyordu. Bunların çoğu “closed-end” tipi idi, “open-end” tipindeki az bir kısmı ise genellikle aile tröstü durumunda idi. 1929–33 bunalımından yatırım şirketleri de etkilendiler. Müşterek fonlar (çoğu emekli fonu ve vakıfların yatırım şirketi bölümleri) esas olarak 1945–60 arasında gelişmeye başladılar. Bu süre içinde söz konusu fonlar her yıl ortalama yüzde 18 büyüdüler. Hisse sahibi sayısı 3 milyondan 50 milyona çıktı. Bu fonların aktif toplamları da 2 milyar dolardan 50 milyar dolara yükseldi.. Müşterek fon ismi altındaki bu yatırım şirketleri 2. Savaşa kadar diğer ülkelerde borsalar henüz önem kazanmamış olduğundan esas olarak “Anglo-Amerikan” sisteminde kaldılar. Ancak 1945’lerden sonra yalnızca ABD’de değil, diğer emperyalist kapitalist ülkelerde de bu mutual fund denilen yatırım şirketleri öne çıktılar. 1991’de dünyadaki toplam 2,5 trilyon dolarlık mutual fund (müşterek fon) aktiflerinin 1,4 trilyon dolarlık kısmı ABD’ye, 1,1 trilyon dolarlık kısmı ise öteki ülkelere aitti. Öteki emperyalist kapitalist ülkeler içinde de 400 milyar dolarlık aktifi ile Fransız müşterek fonları ABD’nin arkasından ikinci geliyorlardı.
Yatırım bankacılığı ile klasik ticaret bankacılığını birbirinden ayıran ve bankalara “finans kuruluşu olmayan” şirketlerin hisselerini alma yasağı getiren 1933 yasasından kısa bir süre sonra, bu kısıtlamayı gidermek ve mali sermayenin önünü yeniden açmak için 1940’da yatırım şirketleri yasası çıkarıldı. Bu yasaya göre yatırım şirketi ve müşterek fonlar rahatlıkla hisse alım-satımı yapabileceklerdi. Mutual Fund denilen ve sözde vakıf gibi çalışan bu fonlar ile yatırım şirketleri kendi portfolyolarının yüzde 25’ine kadar hisse sahibi olabilme hakkı elde ettiler. Buna rağmen müşterek fonları ve yatırım şirketleri düşük vergi oranlarından yararlanmak ve fazla dikkat çekmemek için mümkün olduğunca yüzde 5’in üzerine çıkmamaya çalışırlar. Bankalara önlerine çıkarılan engelleri aşabilmek için rahat hisse alabilmek, yatırımlarını daha kolaylıkla yapabilmek ve vergilerden kaçabilmek için işlerini sadece müşterek fon ve yatırım şirketi adı altında da yapmazlar. 1940 ve daha sonra çıkarılan 1979 Hart-Scott-Rodino yasasının koyduğu bazı engellemeleri atlatmak için bunların dışında vergi muafiyeti tanınan “patient capital” fonu denilen başka bir tür fon ya da vakıf adını kullanma yolunu da denerler. Bankalardan sigorta şirketlerine kadar diğer bütün kuruluşların sayıları hızla azalırken bu fon ve vakıfların sayıları hızla artıyor. Örneğin 1980’de sadece 564 müşterek fon ya da vakıf varken bu sayı 1985’te 1526, 1990’da 3105 ve 1995’te ise 5761 oldu.
1995 rakamlarına göre, ABD’de müşterek fon ya da vakıf adı altında (mutual fund) kaydedilmiş 5761 vakfın elinde toplam 2 trilyon 820 milyar dolar sermaye birikmişti. Bu fonların ciro toplamları ise 3 trilyon 602 milyar dolardı. ABD’deki yatırım şirketlerinin “open-end”tipi olan müşterek fonların en büyük 850’sinin arkasında 100 ABD bankası yer alıyor.
Bugün yatırım şirket ve bankacılığının çok çeşitli biçimleri bulunuyor ve yatırım şirketleri çok değişik isimler altında sıralanıyorlar. Bunların içinde burjuva ekonomistleri dahi yatırım şirketlerini iki ana sınıflamaya ayırıyorlar: klasik yatırım şirketleri (“closed-end” yatırım şirketi) ve müşterek fonlar (“open-end” yatırım şirketi). Her ikisinin esas işi de hisse, tahvil alım-satımı. Aralarında, mevcut eski hisselerin alım-satımını yapmak, belli sayıdaki eski hisselerin bir elden diğer ele geçmesini sağlamak (“closed-end”) ve piyasaya yeni çıkarılmış hisselerin alım satımını yapmak (“open-end”) gibi ayrıntıya ilişkin biçimlerde ayrılıyorlar. Emperyalizmin rantiyeci karakterinin çok daha artması ile mali sermayenin içinde önemi alabildiğine artan ve her geçen gün hızla gelişen bu yatırım şirket ve bankacılığının kapsamına yaptıkları işlere bakıldığında hemen her kurum giriyor. General Electric ve General Motors örneklerinde gördüğümüz gibi, “Sanayi tekel”lerinden bütün bankalara, sigorta şirketlerinden konut kredi -mortgage- şirket ve bankalarına, emekli fonları ve müşterek fonlardan borsa aracı ve simsarı tekellerinin tümüne kadar herkes aslında bir yandan da yatırım bankacılığı yapıyor. Doğrudan isimleri yatırım şirketi ya da bankası olan ve yahut ta yatırım bankacılığı kolları bulunan bankaların dışında yukarıda gördüğümüz gibi, mortgage şirket ve bankaları, sigorta şirketleri ve emekli fonları topladıkları mortgage taksiti, sigorta poliçe ödentilerini ve emeklilik ve sosyal sigorta primlerini banka kasaları ya da yastık altlarında saklamıyorlar. Bütün bu şirketlerin aynı zamanda yatırım bankacılığı yapmalarına olanak tanıyan müşterek fon, fon ya da aktif yöneticiliği kolları var ya da aynı zamanda bir isimleri de bu saydıklarımız.
İngiltere ile birlikte yatırım bankacılığının oldukça yaygın olduğu bir ülke olmasına rağmen bugün bütün dünyada olduğu gibi ABD’de de yatırım şirket ve bankacılığı giderek daha da gelişmekte ve korkunç bir hızla yaygınlaşmaktadır. Yatırım bankacılığının gelişimine bakarken yalnızca adı yatırım şirket ya da bankası olanların sayılarındaki artışa bakma ya da sigorta şirketi, emekli fonu, mortgage şirket ve bankası, “sanayi tekeli”, dernek, hayır kurumu, sanat ya da yardım vakfı gibi ayrı isim, sınıflama ve statülere sahip olmalarına bakma gibi yanılgılara düşülmemelidir. İsimleri ya da statüleri ne olursa olsun, baştan beri gördüğümüz gibi mali sermayenin içinde yatırım şirketi olarak da çalışmayan hiç bir şirket neredeyse bulunmuyor. Ve tüm dünyada olduğu gibi, ama esas olarak da ABD’de mali sermayelerin yapılarındaki ana yönelim ve gelişme yatırım şirket ve bankacılığı yönünde. Özellikle son yıllarda oldukça hızlanan veri ve olgulara yakından bakarsak, bir yandan, eskiden beri yatırım şirket ve bankacılığında çok açık farkla önde olan ABD ve İngiltere’de yatırım bankacılığı daha da gelişir. Daha önceleri yatırım bankacılığından çok mevduat bankası olarak tanınan bankalar (Chase Manhattan ve Citicorp gibi) ve büyük “sanayi tekelleri” eski işlerini terk etmeksizin hızla yatırım bankacılığına yönelir ve bu bölümlerini güçlendirirken; öte yandan da yatırım şirketleri ve bankacılığı alanında ABD ve İngiltere ile kıyaslandığında oldukça geride kalmış olan başta Japonya olmak üzere Almanya, Fransa ve İsviçre ile öteki mali sermaye gruplarının yapılarında yatırım şirket ve bankacılığı hızla önemli hale gelmektedir. 1980’lerden bu yana hemen hemen ABD ve İngiltere kadar yabancı yatırım yapan ve dünyanın en büyük bankalarının sahibi olan Japonya bir yana. Almanya ve Fransa bir taraftan kendileri yeni yeni yatırım şirket ve bankaları kurarken diğer taraftan da hızla, -Alman Deutsche Bank’ın, Morgan ailesine ait yüz yıllık İngiliz-Amerikan yatırım bankası Morgan Grenfell’i; Alman Dresdener Bank’ın yine yüzyıllık Amerikan bağlantılı İngiliz yatırım bankası Kleinwort Benson’ı ve Amerikan-İsviçre bankası Credit Suisse First Boston (CSFB)’un da İngiliz yatırım bankası Barclays-BZW’yi satın alması örneklerinde olduğu gibi- özellikle İngilizlerin yüzyıllık deney ve ilişkilere sahip yatırım bankalarını uzmanlarıyla birlikte satın almakta ve yatırım şirket bankacılığına deyim yerindeyse balıklama dalmaktadırlar. Yatırım bankacılığının yalnızca ABD ve İngiltere’de değil tüm emperyalist kapitalist sistem içinde özellikle son yıllardaki hızlı gelişme ve yaygınlaşması borsa ve para piyasalarının çok büyük önem kazanmasıyla da kendini göstermekte ve esas olarak mali sermayenin rantiyeci-tefeci-spekülatif karakterinin alabildiğine hızlanmasının bir belirtisi olarak ortaya çıkmaktadır. Tek tek New York, Tokyo, Londra, Frankfurt ve Paris gibi borsa ve para piyasaları önemli hale gelir ve buralarda görülen işlem hacimleri ulusal düzeylerde alabildiğine artarken aynı zamanda uluslararası düzeyde de devasa boyutlara ulaşmaktadır. 1997 yılı içinde çok uluslu tekellere ait, “uluslararası” statüdeki hisse ve tahvil hacimlerinin bir önceki yıla göre neredeyse 8 kat artması sadece bunu göstermektedir. Uluslararası hisse ve tahvil ticareti hacmi 1996’da 102 milyar dolarken, bu rakam 1997 içinde 770 milyar dolara çıktı.
Rakamlardan çok net olarak görüldüğü gibi, mali sermayenin rantiyeci asalak karakteri bugün daha da artmış ve borsa ve para piyasaları çok daha önemli hale gelmişlerdir. Borsalarda görülen işlem hacimleri hızla yükselmekte ve ülke GSYİH’larını kat kat aşan rakamlara ulaşılmaktadır. Örneğin dünyanın en büyük borsası durumundaki New York borsasında (Wall Street) görülen yıllık işlem hacmi 1977–83 yılları arasında ortalama 3 milyar, 1984–88 arasında ise 14,1 milyar dolar idi. Oysa bu rakam bugün bu rakamla kıyaslandığında dev boyutlara ulaştı ve 1995 yılı içinde 3 trilyon 110 milyar dolara erişti. Aynı yıl içinde 87 milyar 873 milyon hisse el değiştirdi, alınıp satıldı. Günlük ortalama işlem gören hisse sayısı ise 346 milyon. 2675 şirkete ait 6 trilyon 13 milyar dolar değerinde hisse senedi ve piyasa değeri 2 trilyon 748 milyar dolar tutarında 564 ayrı tahvil işlem görüp el değiştirdi. 2. emperyalist savaşa kadar daha çok ABD ve İngiltere’de önemli olan, diğer emperyalist kapitalist ülkelerde çok da önemli bir yeri bulunmayan borsalar, kıymetli evrak ve para piyasaları son 30–40 yılda gittikçe hızlanmak üzere öteki emperyalist kapitalist ülkelerde de önemli hale geldiler ve bu önemli hale geliş üstelik her geçen gün daha da artmaktadır. New York, Tokyo ve Londra gibi sırasıyla dünyanın en büyük borsa ve para piyasalarına son yıllarda hızla Frankfurt, Paris, Zürich, Hong Kong, Singapur, Roma, Amsterdam gibi diğer borsa ve para piyasaları da eklenmektedir. Avrupa para piyasalarında da Amerikan tipi corporate tahvil denilen yeni tip tahviller görülmeye başlanmıştır. Yatırım şirket ve bankacılığı Avrupa’da da hızla yayılmaktadır. Eskiden beri farklı yapılara sahip olan İngiltere’yi dışarıda tutarsak, Avrupa ülkelerinin mali sermayelerinin yapılarında da hızla “Anglo-Amerikan” tipi kurumlar, yatırım banka ve şirketleri, konut kredi şirket ya da bankaları, emekli fonları, fon bankacılığı ve fon yöneticiliği gibi Avrupa açısından henüz yeni sayılabilecek kurumlar ortaya çıkmaktadır.
Emperyalizmle birlikte mali sermeye rantiyeci bir karakter kazandı. Bu rantiyeci karakteri daha 1900’lerin başlarında belirginleşmişti. Lenin, bu durumu “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm” adlı eserinde özellikle belirtmiş ve emperyalizmi asalak ve çürüyen kapitalizm olarak tanımlamıştı. Lenin, kitabında Schulze-Gaevemitz’den aktardığı pasajda şunları belirtmekteydi: “Avrupa genel olarak çalışmayı önce tarım ve madencilik alanında, sonra da kaba endüstriyel çalışmayı – beyaz olmayan insanlığın sırtına yükleyecek, kendisi rantiye rolüyle kalacak, böylece de belki, beyaz olmayan ırkların önce ekonomik, sonra politik kurtuluşlarını hazırlamış olacaktır.” (Aktaran Lenin, age, s. 108)
Yine Lenin, adını andığımız eserinde, aynı Schulze-Gaevernitz’in “İngiliz Emperyalizmi” adlı eserinden şunları aktarmaktadır: “İngiltere -diye yazıyor Schulze-Gaevernitz- yavaş yavaş, sanayi devleti olmaktan, alacaklı devlet olmaya doğru gitmektedir. Endüstriyel üretimdeki ve endüstriyel ihracattaki mutlak artışa rağmen, ulusal ekonomin bütününde faiz ve temettü gelirlerinin nispi önemi büyümektedir. Görüşümce bu olgu, emperyalist yükselişin iktisadi temelidir. Alacaklının borçluya bağlılığı, satıcının alıcıya bağlılığından daha kalıcıdır.” (Lenin, age, s. 105)
ABD’de banka ve diğer “finans kuruluşları” Federal Reserve Bank (1900’lerin başlarında J.P. Morgan tarafından kuruldu) ve Federal Deposit Insurance Corporation gibi mali sermayenin kendi özerk kurumları; kıymetli evrak, borsa ve para piyasaları ise Kıymetli Evrak ve Borsa Komisyonu (SEC) adlı özel bir kurum tarafından sıkı olarak denetlenirler. Mali sermaye çok küçük de olsa istemediği olası bir hükümet ya da politika değişikliği risk ve tehlikesine girmemek için kendi kendini denetleyip işleyişini sürdürecek kendi kurumlarını yıllar önce yarattı. Yine örneğin İngiltere’de İşçi Partisi hükümetinin 1997, 1 Mayıs’ında büyük oy farkıyla seçimi kazanmasından hemen bir kaç gün sonra, ilk “icraat” olarak, 1945’lerden sonra diğer büyük tekellerle birlikte kamulaştırılan İngiltere Merkez Bankasını yeniden özerk bir statüye kavuşturması, İşçi Partisinin -ABD örneğinde olduğu gibi- İngiliz mali sermayesinin de kendi ana kurumlarını yeniden yapılandırma ve olası “tehlike” durumlarına karşı sağlama alma isteğinin yerine getirilmesinden başka bir şey değildi. Görüldüğü gibi, mali sermayeler kendi ana kurumlarını giderek daha da sağlamlaştırmakta ve en küçük bir “tehlike”yi dahi göze alma riskine katlanamamaktadırlar.

MALİ SERMAYE VE MALİ OLİGARŞİNİN EGEMENLİĞİ
Baştan beri verdiğimiz bütün veri ve örneklerde bir diğerinden bağımsız tek başına bir şirket, tekel ya da kuruluşun var olmadığı görülüyor. Her ne kadar istatistik ve kayıtlarda her biri kendi başlarına ayrı bir şirketmiş gibi görünseler de bir bankanın bir diğer banka, “sanayi tekeli”, sigorta şirketi, emekli fonu ya da vakıfla bağlantı içinde olduğu, birinin hissesini bir diğeri, diğerinin hissesini de öteki şirket ya da şirketlerin almış olduğu hemen göze çarpıyor. 1800’lerin sonu ile 1900’lerin başından itibaren artık yalnız başına bir “sanayi tekeli” ya da sermayesi veyahut ta “banka sermayesi” ya da tekelinden söz etmek olanaksız hale geldi. Lenin’in gösterdiği gibi banka sermayesi ile sanayi sermayesi tamamen içice geçerek ayrı bir sermaye türünü, mali sermayeyi yarattı. Bu ayrı ayrı varoluş mali sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte yalnızca görüntüde değil, fiili olarak da tamamen tarih sahnesinden silindi.
“Sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından, para-sermayeyi, sanayi sermayesinden ya da üretken sermayeden, sadece para sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermaye üzerinde doğrudan tasarrufta bulunan kişilerden ayırmak genel olarak kapitalizmin özelliğidir. Emperyalizm, ya da mali sermayenin egemenliği, bu ayrımın muazzam ölçülere ulaştığı kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Mali sermayenin, sermayenin öteki çeşitlerinin tümü üzerindeki üstünlüğü, rantiyenin ve mali oligarşinin üstünlüğü, mali açıdan güçlü birkaç devletin üstünlüğü anlamına gelmektedir.” (Lenin, Emperyalizm, s. 62)
Bugün ABD’de toplam hisse senetlerinin dağılımına baktığımızda ilk bakışta yanıltıcı bir görünümle karşılaşıyoruz. Merkez bankası konumundaki Federal Reserve System’in 1994 rakamlarına göre, toplam 5 trilyon 877 milyar dolar piyasa değeri olan korporasyon hisselerinden 6,8 milyarı (yüzde 0,1) ticaret bankalarına, 11,6 milyarı (yüzde 0,2) tasarruf sandıklarına, 146,7 milyarı (yüzde 2,5) hayat sigortası şirketlerine, 1 trilyon 244 milyarı (yüzde 25,9) emekli fonlarına, 697,2 milyarı (yüzde 11,8) müşterek fonlara, 31,5 milyarı (yüzde 0,5) kapalı fonlara, 18,3 milyarı (yüzde 0,3) borsa aracı ve simsarlarına, 175 milyarı (yüzde 2,9) banka personeli tröstlerine (yalnızca tek tek bankalar ile o banka personellerinin hissedarı olduğu, personelin “çıkarlarını korumak” adı altında paralarını çekmek için bankalar tarafından kurulmuş ve yine onlar tarafından kontrol edilip yönetilen vakıf statüsündeki tröstler), 106 milyarı (yüzde 3,8) diğer finans kurumlarına ve 343,4 milyarı (yüzde 5,8) yabancı finans kurumlarına ait olmak üzere toplam finans kurumlarının elinde 3 trilyon 60 milyar dolar (yüzde 52) hisse vardı. Diğer kişi, aile ve öteki tür kurum ve şirketlerin ellerinde ise 2 trilyon 817 milyar (yüzde 48) bulunuyordu. Başka isimler altına yayılmış da olsa “finans kurum”ları olarak kayıtlı şirketler toplam korporasyon hisselerinin yüzde 52’sini ellerinde bulundurdukları görülüyor. Bazı tekellerde bu oran çok daha yukarılara çıkıyor. “Finans kurumlan” örneğin Eli Lilly & Co.’nun yüzde 69’unun, Minnesota Mining&Manufacturing Co.’nun yüzde 62’sinin, Philip Morris Co.’nun yüzde 59 ve PepsiCo Inc.’in yüzde 58’inin sahibi durumundalar. “Sanayi tekelleri”nin yarıdan fazla hisseleri “finans tekelleri’nin, “finans tekelleri”nin hisseleri de “sanayi tekelleri”nin elinde bulunuyor. Tablolara baktığımızda özellikle bankaların hisse sahipliği hakkında ilk anda yanılıyoruz. Bunun nedeni ABD’deki yasaların bankalara, kendi banka adlarıyla hisse sahibi olmada önemli kısıtlamalar getirmesi nedeniyle bu kurumların kendilerini saklamış olmalarıdır.
Görüldüğü gibi, bankaların ellerindeki hisse oranı sadece binde 1, sigorta şirketlerinin ise yüzde 2,5 gibi çok düşük rakamlar. Verilere baktığımızda bütün grupların merkezinde olan bankalar sanki izole edilmiş ve binde 1’i gibi neredeyse dikkate dahi alınmayacak bir oranla şirketlerin sahipleri durumuna gelmişler. Oysa gerçek durum hiç de böyle değildir. Örneğin 1972’de ABD senato komisyonun raporunda “korporasyonların kontrolünün bir kaç kurumsal yatırımcının, özellikle de merkezleri New York’da bulunan altı bankanın elinde olduğu” belirtildi. Alt komite Chase Manhattan bankasının yirmi büyük korporasyondaki en büyük tek hisse sahibi olduğunu gösterdi. Aynı şekilde Citibank dokuz, Morgan Guaranty dört, Bankers Trust üç, Chemical Bank üç ve Bank of New York ise iki büyük korporasyon içindeki en büyük hissedar durumundaydı. Yine Chase Manhattan CBS’nin yüzde 14 ve General Electric’in sahibi olduğu radyo-televizyon yayıncılık tekeli (aynı zamanda NBC televizyonunun sahibi) RCA’nın yüzde 4,5 hissesini elinde bulunduruyordu. Yine komisyonun bulduğuna göre, Chase Manhattan kırk iki, Morgan Guaranty ise kırk bir korporasyonda en büyük on hissedarı arasında idi.
Emperyalizmin genel bunalımının yeni bir aşamasına işaret eden ve kapitalist sistemin bugüne kadarki en derin ve köklü krizi olan ve New York borsası Wall Street’ten başlıyarak tüm kapitalist dünyaya yayılan 1929–33 bunalımı ABD mali sermayesinin yapısında yüzyılın en büyük değişikliklerinin yapılmasına yol açtı. 1933 ve 1934’te bugün de hâlâ geçerli olan bankacılık, kıymetli evrak, hisse sahipliği ve borsa yasaları getirildi. Binlerce şirketin iflas etmesi, üretimin alabildiğine düşmesi, korkunç yoksulluk, işsizlik, sefalet ABD mali sermayesini ve yönetimini korkuttu. “New Deal” olarak da tanınan ve emekçiler lehine bir dizi sosyal hak ve önlemin yanı sıra şirket, bankacılık ve borsa yasalarında da yeni bir düzenlemeye gitme gereği duyuldu. Glass-SteagalI olarak da bilinen 1933’deki bankacılık ve kıymetli evrak yasası “perakende ve toptan”, ticaret bankacılığı ile yatırım bankacılığını birbirlerinden ayırdı. Ne ticari ne de yatırım bankalarına herhangi bir korporasyonun hisseleri üzerinde alım-satım yapma hakkını yasakladı. Holdinglerin yüzde 5’e kadar hakkı olduğu için daha sonra bankalar holdingler kurarak bu yasaklamaları aşma yoluna gittiler.
1933 ve 34’te yürürlüğe konulan kıymetli evrak ve borsa yasaları bankaların herhangi bir korporasyonun hisseleri üzerinde alım-satım yapma hakkını yasakladığı gibi, tüm şirketlere bütün direktörlerinin, yüzde 10’dan fazla hissesi olan hissedarlarının, kâr, ciro, malvarlığı vb. gibi bütün dökümlerinin Kıymetli Evrak ve Borsa Komisyonu’na (SEC) verilme zorunluluğunu da şart koştu. 1963’de çıkarılan banka yasası her ne kadar bankalara getirilen kısıtlamaları biraz yumuşattı ise de yine de bankalara doğrudan hisse alma hakkını vermedi. Bankalara ancak holdingler kurarak “banka olmayan” bir şirketin yüzde 5’e kadar hisselerini alma hakkını tanıdı. Bugün bankalar bu yüzde 5’lik sınırı aşmamaya özel çaba gösteriyorlar. Bu yüzden örneğin J.P.Morgan’ın doğrudan banka adıyla hisseleri de yüzde 4,5–5 arası. Ancak bir şirket hissedarları arasında yüzlerce şirket olduğu için yüzde 3-4’lük gibi bir hisse çoğu kere bir şirketi tek başına kontrol etmeye yetiyor.
Yasalar yalnızca banka ve diğer statülerdeki kuruluşlara sınırlama getirmekle kalmamakta, aynı zamanda sigorta şirketlerine de hisse alım satımında bazı kısıtlamalar getirmektedir. Sigorta şirketleri genel olarak bir şirketin yüzde 20’sinden fazla hissesini alamazlar. Bununla birlikte bu sınırlamalar eyaletten eyalete, sigorta şirketinin tipinden tipine göre değişir. Bir eyalette bu oran yüzde 20 iken bir diğer eyalette, örneğin New York’ta, en fazla yüzde 2’dir. Böylece, bankalar gibi sigorta şirketleri de konulan kısıtlamalar sonucu gizli ya da dolaylı yollar kullanan “pasif” yatırımcı konumundadırlar.

KLASİK “EVRENSEL BANKACILIK” VE “ANGLO-AMERİKAN” SİSTEMLERİNDE FARKLI BİÇİMLER, FARKLI HİSSE SAHİPLİĞİ VE DEĞİŞİK KONTROL YÖNTEMLERİ
“Evrensel bankacılık” sistemini uygulayan Japon ve Alman sisteminde şirketlerin yönetiminde bankalar önemli rol oynarlar ve bankaların önünde çok fazla engel bulunmaz. Her ne kadar “evrensel bankacılık” sistemini uygulasa da Japonya’da yine de bankalara bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Örneğin Japon bankacılık yasalarına göre, bankalar bir şirketin hisselerinin yüzde 5’inden fazlasını satın alamazlar. Bu durumu aşabilmek için Japon mali sermayesi, kartel tipinde, keiretsu denilen “sanayi-ticaret-finans grubu” yapılanmasını bulmuş ve bu gruplar halinde örgütlenme yoluna gitmiştir. Bu keiretsuların merkezlerinde her zaman bir “ana banka” vardır. Büyük Japon tekelleri tipik olarak kendi “ana bankaları” ile çok yönlü ilişkiye girip aynı keiretsu içinde bir arada bulunabilirler. Keiretsu üyesi şirketler rahatlıkla birbirlerinin hisselerini alabilirler. Japon keiretsularına örnek olarak Nippon, Mitsubishi, Mitsui, Sumitomo, Fuji, Sanwa, Dai-Ichi Kangyo grupları gösterilebilir. Japon bankaları ile sigorta şirketleri gibi diğer “finans kuruluşları” toplam Japon korporasyonlarının yüzde 40’ına sahiptirler. Çoğu “sanayi tekeli” olan diğer şirketler ise bütün Japon tekellerinin yüzde 30’unun sahibidirler. Bu karşılıklı elde ediş ve karşılıklı çapraz hisse sahipliği (Cross-Share Holdings) sonuçta aynı grup (keiretsu) içinde yer alan tekellerin hisselerinin yarıdan fazlasının yine aynı grup içindeki öteki tekellerin elinde toplanmasını getirir. Aynı grupta yer alan tekellerin hisseleri yine aynı grup üyesi tekeller arasında dağılır, mümkün olduğunca hisselerin dışarıdaki grupların ellerine geçmesine izin” verilmez. Sonuçta o grup içindeki tekellerin hisselerinin o grubun asıl sahibi olan aile ya da ailelerin elinden çıkması önlenmiş olur. Bu durum yasaldır ve aynı keiretsu üyesi olmak koşulu ile hisse alım-satımı ve değişimi önünde bir engel yoktur. Eğer bir keiretsu üyesi mali zorluğa düşerse keiretsunun ana bankası çoğu kere doğrudan devreye girerek o şirkete özel “finans paketi” hazırlar ve şirketin yeniden yapılanması ve kendisini toplamasına yardım eder. Kendi en iyi uzman ve yöneticilerini -sorun çözülene kadar- “yardım” için o şirketin yönetimine gönderir.
Yine “evrensel bankacılık” sistemini uygulayan Almanya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde ise, bankaların hisse almalarının önünde -kendi mal varlıklarından fazla hisse almamak koşulu ile- herhangi bir engel yoktur. Almanya’daki çoğu şirket bir tek büyük banka ile -hausbank- çok sıkı ilişki içindedir. O ana bankanın yöneticileri de hisselerini aldıkları tekellerin danışma kurullarında çoğu kere, saklanma gereği görmeden rahatlıkla yer alırlar. Tekellerin sahipleri kendilerini çok fazla gizleme gereği görmeden tekelleri rahatlıkla ve çoğu kere de doğrudan kontrol edebilirler. Bu yüzden Alman ve Fransız sisteminde banka sermayesi ile sınaî sermayesinin içice geçmişliği ve tekellerin arkalarında kimlerin olduğu daha rahat ve kolay bir şekilde görülebilir. Bununla birlikte Avrupa Birliği içinde de bankalara bazı kısıtlamalar getirilmeye başlandı. Avrupa Topluluğu içinde yürürlüğe konulan yeni yasalara göre, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde tek tek bankalar “finans kuruluşu olmayan” tekellerin, yani “sanayi tekellerinin yüzde 15’inden fazlasını satın alamazlar.
Aynı durum “Anglo-Amerikan” sistemi denilen Amerikan ve İngiliz sisteminde yoktur. Özellikle bankaların diğer şirketleri, daha çok da “sanayi tekellerini almalarının önüne çok sayıda kısıtlamalar getirilmiştir. Bu yasal engeller sonucu özellikle bankalar sanayi ile ilişkilerini saklayabilmek için akla gelmeyecek çok değişik yol ve yöntemler bulmuşlardır. Tekellerin asıl sahipleri olan az sayıdaki varlıklı aile kontrollerini çok dolambaçlı, karmaşık ve dolaylı yollar kullanarak sağlarlar. Bu yüzden “Anglo-Amerikan” sisteminde tekellerin, özellikle de “finans tekeleri” ile “sanayi tekellerinin içice geçmişliği ve tekellerin arkalarındaki aileler ilk bakışta kolaylıkla görülmez. Aile ya da ailenin ana tekeli ile ele geçirdiği tekeller arasında çoğu kere birden fazla basamak, aracı ya da paravan şirket, vakıf, kuruluş bulunur.
Sonuç olarak, “evrensel bankacılık” sisteminde (Almanya, Japonya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde) tekellerin kontrolü “içeriden”, “Anglo-Amerikan” sisteminde (ABD, İngiltere) “dışarıdan” yapılır. “İçeriden” sisteminde hisse sahipliği bankalar, diğer tekel ve şirketler ve varlıklı ailelerin ellerinde kolaylıkla yoğunlaşır. Şirketler arasında karşılıklı çapraz hisse sahipliği yaygındır. Tekeller rahatlıkla birbirlerinin hisselerini alabilirler. Fazla engel yoktur. “Dışarıdan” sisteminde ise karşılıklı çapraz hisse sahipliği daha seyrektir ve hisse sahipliği çoğu aracı olan çok sayıda bireysel ve kurumsal yatırımcı arasında dağılmıştır. “İçeriden” sisteminde hisse sahipleri sahibi oldukları şirketleri daha rahatlıkla izleyebilir ve doğrudan yönetici kurullarında bulunabilirler. Yönetimdeki asıl söz sahibi kişi çoğu kere aynı zamanda en büyük hisse sahibidir. En fazla hisse sahibi rahatlıkla şirketi doğrudan kontrol edip yönetimi belirleyebilir, şirketi kendisi yönetebilir. Oysa “dışarıdan” sisteminde kontrol çok daha gizli, karmaşık ve dolambaçlı yollar kullanılarak yapılır.
Mali sermayelerin örgütlenmesinde “evrensel bankacılık” sistemi ile “Anglo-Amerikan” sistemlerinin giderek birbirlerine yaklaştıkları görülmektedir. Klasik “evrensel bankacılık” sistemini uygulayan Almanya (Avrupa Birliği yoluyla) ve Japonya gibi ülkelerde bankaların ve hisse sahipliğinin önüne bazı kısıtlama ve sınırlamalar getirilirken, “Anglo-Amerikan” sistemini uygulayan ABD ve İngiltere’de çok katı olan bazı yasal kısıtlamalar yumuşatılmakta, özellikle bankaların hisse sahibi olmalarının önündeki engellerin azaltılması ve kontrollerini doğrudan yapmalarına olanak tanınması yoluna gidilmektedir.
Bununla birlikte mali sermaye kendi devletinin, artan kamuoyu baskısı sonucu daha önceleri çıkarmak zorunda kaldığı yasaları oturup yumuşatmasını ya kaldırmasını beklememekte, önüne çıkarılan yasal engel ve kısıtlamaları aşabilmek için bin bir değişik yeni yol ve yöntem bulmaktadır. Kılıktan kılığa girmekte, bir taraftan önüne bir engel çıktığında öteki tarafı dolanarak yarattığı çeşitli yeni kurumlar aracılığı ile kontrolünü yapmaya çalışmaktadır. Özellikle son yıllarda hızlanmak üzere, yeni yeni vakıf ve fonlar kurmaktadır. Dünyadaki en tecrübeli değilse de en azından en pervasız mali sermaye grubu olan Amerikan mali sermayesi bu yolla hem kamuoyuna şirin görünmeye çalışmakta, hem vergi indirimi ve muafiyetinden yararlanmakta hem de başka biçimlerde önüne getirilen yasal kısıtlama ve engelleri aşmaktadır.
ABD’de büyük grupların perde arkasına saklanmaları ve kontrollerini daha gizli ve dolaylı yollar kullanarak yapmaları, özellikle 1930’lardan sonra yaygınlaşmaya başladı. Geniş emekçi kesimlerden gelen tepkiler sonucu belli dönemlerde “anti-tekel” davalar açıldı. Diğerlerinin yanı sıra, bu davalar ve oluşan tepkinin de etkisiyle gruplar daha fazla saklanma gereği duydular. Böyle birçok dava olmasına rağmen Amerikan ekonomi tarihinde mali sermaye ve mali oligarşiyi çok daha açık olarak gözler önüne seren özellikle öne çıkmış iki büyük dava vardır. Bunlardan birincisi 1890’dan 1911’e kadar süren Rockefeller’in Standard Oil davası, ikincisi ise 1948’den 1962’ye kadar 14 yıl süren Du Pont – General Motors davasıdır. (Dipnot 2)
Bu iki “anti – tekel” dava örneğinde olduğu gibi, bir taşla iki kuş vurulmuş oldu. Mali sermaye, hem, çok ileri giderek sınırı aşan ve artık kamuoyu nezdinde iyice teşhir olarak mali sermaye için “tehlikeli” hale gelen Rockefeller ve Du Pont ailelerine hadlerini bildirmiş, hem tekellere ve tekelciliğe karşı olunduğu izlenimini yaratmış ve hem de sokaktaki emekçinin tepkisinin alabildiğine yükseldiği Standard Oil ve Du Pont’a birer “şamar” atarak tepkilerin yumuşamasını sağlamıştı. ABD tarihinde bu iki davaya benzer çok sayıda “anti-tekel” dava vardır. Bugün de benzer bir dava Microsoft’a karşı sürdürülmekte ve sözde Microsoft’un artık iyice ayyuka çıkmış olan bilgisayar programcılığı, internet vb. piyasasındaki kesin hâkimiyeti ve tekel konumu “önlenmeye” çalışılmaktadır.
Bu iki ana dava sonunda, Rockefeller’in Standard Oil yoluyla petrol alanında ve Du Pontlar’ın da GM içindeki egemenliği kağıt üzerinde sözde sona erdi ama Rockefeller ile Du Pont ailesinin egemenliği sona ermedi. Bu iki ailenin konumları değil ortadan kalkmak ya da en azından sarsılmak, konumları ve güçleri giderek daha da arttı. 1900’lü yılların başlarında ABD’nin en zengin aileleri ve çok sayıda tekelin kontrolünü ellerine geçirmiş olan Rockefeller, Du Pont ve Morgan aileleri yine bugün de mali sermayenin en tepesindeki koltuklarında oturmaya devam etmektedirler.
Margaret Blair’in ABD’de yayınladığı “Ownership and Control” adlı kitabında belirttiğine göre, 1975’te yapılan bir araştırma en büyük 200 “sanayi tekelinin yüzde 82,5’i (aktif toplamlarına göre yüzde 85,4’ü) direktörler aracılığı ile kontrol ediliyordu. Oysa 1932’de Adolf Berle ve Gardiner Means 1929’ların sonuna kadar büyük korporasyonların hisse sahipliği ve yönetiminin çok büyük bir çoğunluğunun doğrudan hisse sahibi kişilerin elinde olduğunu belirtiyorlardı. İşte gerek çizgiyi aşan tekellere çeki düzen vererek diğerlerinin sınırı aşmamalarını sağlamak ve esas olarak da emekçi kitlelerin gözünü boyamak için açılan sözünü ettiğimiz iki dava ve diğer birkaç davanın daha etkisiyle; gerekse de getirilen yasalarla önlerine çıkarılan engelleri aşabilmek için tekellerin asıl sahipleri perde arkalarına çekildiler. Kontrollerini çok değişik ve dolaylı yollar kullanarak yapmaya başladılar. Egemenliklerini kendileri yerine seçtikleri has temsilcilere, direktör ve menajerlere yaptırmaya başladılar. Bu durum giderek kalıcılaştı ve üretim ve sermayenin alabildiğine büyümesi ve genişlemesi karşısında kaçınılmaz ve vazgeçilmez hâl aldı.
Burjuva ideologları artık ailelerin özel mülkiyet döneminin kapandığını, onun yerini kurumların toplu mülkiyetinin ve yüz binlerce hisse sahibinin “özgür iradesi” ile seçilen direktör ve menajerlerin aldığının propagandasını yapıyorlar. “Özgür irade” ile seçildiği söylenen direktör ve menajerlere yakından baktığımızda, bu direktör ve menajerlerin büyük tekeller, sermaye grupları ve onların da arkalarında bulunan ailelerin temsilcilerinden başka bir şey olmadıklarını görüyoruz.
Lenin “Emperyalizm” adlı eserinde sermaye alanındaki iç içe geçmişliğin “kişisel birlikler” yoluyla da gerçekleştiğine dikkat çekmişti: “Aynı zamanda bankaların en büyük sanayi ve ticari işletmelerle, deyim yerindeyse bir çeşit kişisel birliği, bu ikisinin, hisse senetleri, banka müdürlerinin ticaret ve sanayi işletmelerinin denetim (ya da yönetim) kurullarına girmesi (ya da tersi) yoluyla bir kaynaşma gerçekleşir.” (Lenin, a.g.e. s.43)
ABD’de tekellerin yönetim kurullarında bulunan direktörler çoğunlukla 5 yıl için seçiliyorlar. Çok büyük miktarlarda maaş alıyorlar. Örneğin 1987–1993 arasında ABD’deki en büyük 275 korporasyonun yönetim kurulu üyeleri yılda ortalama 5’er milyon dolar alıyorlardı. Bunlardan 94’üne 10 milyon doların, 16 tanesine ise 20 milyon doların üzerinde maaş ödeniyordu. Bu kadar fazla maaş ödenmesine rağmen 1983’teki bir araştırmaya göre direktörler yılda ortalama 123 saat çalışmaktaydılar. Haftalık değil yıllık olan bu çalışma süresi 1991’de 94 saate düştü. Bu süre bugün çok daha azaldı. Görüldüğü gibi direktörlerin saat ücretleri en azından 100 bin doları (21,5 milyar TL.) buluyor. Kaldı ki, birçok yönetim kurulu üyesi çıkarlarını temsil ettiği hisse sahibinin diğer tekellerinden bir kaçının daha yönetim kurullarında yer alıyor. Yönetim kurulu üyesi direktörlerin arasında ise doğrudan en büyük hisse sahibini temsil eden ve ABD’de Chief Executive Officer (CEO) denilen başkanların yeri her zaman ayrıdır. Aslında yönetimde bütün söz direktörlerin değil CEO’nundur. Direktörler kurulu çoğu kez CEO’nun “lastik mühürü” olmakla suçlanırlar. CEO’lara maaş ve diğer ek prim vb.nin dışında genellikle tekelin 100 bin dolayında hissesi de verilir. Böylece CEO tekele ve en büyük hissedara tamamen bağlanmış olur. Örneğin daha çok Du Pont olarak tanınan E.I. du Pont de Nemours tekeli ile birlikte General Motors içinde de 43 yıl gibi uzun bir dönem başkanlık dâhil, en üst yönetici kademelerde bulunan ve mahkemenin 1962’de Du Pont ailesi aleyhine verdiği kararla birlikte emekliye ayrılmasına rağmen yine de 1975’te felç geçirene kadar GM’nin mali komitesinden ayrılmayan Walter Carpenter doğrudan Du Pont ailesinin temsilcisi idi. Carpenter’in ağabeyi aynı zamanda Pierre, Irene ve Lammot du Pont kardeşlerin kız kardeşi Margaretta’nın kocası ve Du Pont kimya tekelinde ortakları idi. Ağabeyinin ardından Walter Carpenter de Du Pont kardeşlerden Irene du Pont’un kızı saydığını söylediği hizmetçisi ile evlenerek kan bağı olmadan aileye girmişti. Du Pontlar alabildiğine güvendikleri Carpenter’i gözleri arkada kalmadan 1910’lu yıllardan 1975’lere kadar en kritik ve kendileri için hayati önemdeki görevlere getirmekte çekinmediler. Böylece Du Pont ismi geçmeden kontrollerini rahatlıkla sürdürebildiler. Du Pont ailesinin bir diğer temsilcisi de Carpenter’dan sonra yine General Motors’un başkanlığını yapan Alfred Sloan idi. En büyük hisse sahipleri iyice güvenmedikleri kişileri başkanlığa getirmezler, kendilerine rağmen getirilmiş olsalar bile bu direktör ve başkanlar ilk fırsatta değiştirilirler.
Büyük gruplar işte bu şekilde direktörler aracılığı ile çok sayıda tekeli kontrol ederler. Ralph M. Farris’in 1991’de ABD’de yayınlanan “Corporate Networks Corporate Control-The Case of the Delaware Valley” adlı kitabında belirttiğine göre, 1982’de ABD’nin Delaware bölgesinde kayıtlı gruplar üzerinde yapılan bir araştırmada bir çok ünlü grubun aşağıdaki direktörler aracılığı ile belirtilen tekelleri kontrol ettikleri ortaya konuldu; J.P. Morgan, başkan Lewis Preston aracılığı ile General Electric’i, Paul J. Austin ile Coca Cola’yı, Manning R. Brown Jr. ile New York Life’ı, Frank T. Cray ile IBM’i, Walter A. Fallon ile Kodak’ı, Lewis W. Foy ile Bethleham Steel’i, Ad ward R. Kane ile E.I. du Pont de Nemours’u, Charles D. Dickey Jr. ile Scott Paper ve Cigna Paper’ı, Ralph E. Bailey ile Conoco Inc.’i, Carter L. Burgess ile Smith Kline’ı, John T. Dorrence Jr. ile Pennsylvania Mutual Life, Campbell Soup ve Carter & Hawley Hale Stores’ı, Donald E. Procknow ile Western Electric’i ve listeyi daha fazla uzatmamak için saymadığımız bir çok direktör ile de yine çok sayıda büyük tekeli kontrol ediyordu.
Aynı şekilde en büyük hissesi Du Pontlar’a ait olmak üzere, Du Pont, Copeland, Greenwalt, Laird ve Sharp ailelerinin sahipliğini yaptığı Du Pont grubu da, Edward G. Jefforson ile Chemical New York Corporation’ı, Andrew F. Brimmer ile Bank America, Equitable Life, United Airlines, International Harvester ve Gannett News Service’i, Charles L. Brown ile AT&T, Chemical Bank ve General Foods’u, Howard W. Johnson ile J. P. Morgan’ın Morgan Guaranty’sini, eski başkan Edward R. Kane ile yine Morgan Guaranty, Meat Corp. ve Texas Instrument’ı, yine eski başkanlarından Irving S. Shapiro ile Citicorp ve IBM’i ve Gilbert E. Jones ile yine IBM’İ kontrol ediyordu.
Ralph M. Farris’in belirttiğine göre, Delaware bölgesinde 450 ayrı kişi, 679 direktörlük koltuğunu işgal ederek 52 korporasyon arasında 477 bağlantıyı sağlıyordu. Yine Thomas Dye’nin belirttiğine göre ABD’de direktör konumundaki 7 bin kişi bütün tekelleri hisse sahipleri adına yönetiyor ve kontrol ediyorlar. Yönetim, denetleme ve danışma kurulu üyeleri olan bu direktör ve menajerler ile hisse sahipleri değişik kulüp ve özel derneklerde örgütlenmiş durumdalar. Bu derneklerden bazıları, Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı, Trilateral Komisyonu, Urban Ligi, Business Yuvarlak Masası, Episcopalian, Presbyterian, Union League, Racquet, Cricket ve Links gibi kulüp ve dernekler.
Yine Lenin aynı eserinde, bankalarla sanayicilerin “kişisel birliğinin bunlarla hükümet arasındaki “kişisel birlik’le tamamlandığını belirterek, Alman iktisatçı Otto Jiedels’ten şu aktarmayı yapıyor: “Denetim kurullarındaki sandalyeler ünlü kişilere ve devlet makamlarıyla ilişkileri önemli ölçüde kolaylaştırabilecek (‘!!-ünlemler Jiedels’e ait- KYJ eski memurlara kolayca sunulmaktadır.” (“Emperyalizm”, s. 44) Lenin’in işaret ettiği şey bugün de geçerliliğini korumaktadır. Büyük tekel ve tekel gruplarının hemen hepsinin yönetim, denetleme ya da danışma kurullarında eski bakan ve senatörler, üst düzey bürokratlar ya da ünlü profesörler yer almaktadır. Örneğin Chase Manhattan Uluslararası danışmanlık konseyinde ABD, Fransa ve İngiltere’nin eski dışişleri bakanları; J.P. Morgan kurullarında ünlü profesörlerin yanı sıra, eski senatörler, Suudi Arabistan eski maliye ve ekonomi bakanı, İngiliz Lordları; Citicorp içinde ABD’nin Avrupa ve Kanada’dan sorumlu devlet bakanı; General Motors denetleme kurulunda ABD eski çalışma bakanı, General Electric yönetim kurulunda eski Georgia senatörü vb. bulunmaktadır.

YÜZ YIL SONRA YİNE İKİ AYNI ANA GRUP: ROCKEFELLER VE MORGAN
Yazımızın başından bu yana verdiğimiz çeşitli örneklerden de anlaşılacağı gibi diğer gruplar da etraflarında olmak üzere ABD mali sermayesinin omurgasını bugün esas olarak üç ana grup oluşturuyor: Rockefeller, Morgan ve Citicorp grubu. Bu gruplar her biri ayrı ayrı tekelleri kontrol etmekle birlikte bazı tekelleri de beraberce kontrol ediyorlar. Rahat anlaşılabilmesi için oldukça basitleştirerek vermeye çalıştığımız ve yalnızca en büyük tekelleri aldığımız bir tabloyu yanda sunduk. Tablodaki tekellerin, özellikle de aynı grubun bünyesinde olanların tabloda gösterdiğimizden daha fazla ve sıkı ilişkileri var. Ancak tabloda karışıklığa yol açmamak için ancak en temel bağlantıları sadece bir örnek oluşturması için verdik. Gerçek, hazırladığımız bu tabloda gösterildiğinden çok daha girift, iç içe ve komplikedir. Tablo’dan da görüldüğü gibi, Rockefeller grubu olarak adlandıracağımız Chase Manhattan’ın kontrol ettiği en büyük tekeller: En büyük bankalardan Chase Manhattan, Chemical Bank, Bank of New York ve borsa aracı ve kredi kartı tekeli American Express, iki dev petrol tekeli Exxon ve Mobil, American Airlines, Eastern Airlines, Coca Cola, IBM. AT&T, ITT, Pfizer, en büyük sigorta şirketi ve emekli fonlarından Equtiable Life, Metropolitan Life, American Century, CIGNA ve Ginnie Mac, Great Northern Paper, Otis Elavator, Rockefeller Center, Rockefeller Foundation, Caterpillar, National Lead, Free Fast Sulphur, Borden, Samsung. Warner Brothers, American General vb. vb. gibi tekeller.
Chase Manhattan Korporasyonunun Uluslararası Danışmanlık Konseyi ise Rockefellerin uluslararası bağlantılarını gösteriyor. Konseyin başkanı aynı zamanda Rockefeller ailesinin de aile reisliğini yapan ve 1960–79 yılları arasında Chase Manhattan başkanlığını yürütmüş olan Rockefellerin torunu David Rockefeller. Chase Manhattan’ın bu konseyi neredeyse dünyanın en ünlü ve en zengin kişilerinin, hemen hemen her ülkenin en büyük tekellerinin sahip ya da başkanlarının bir toplamı. Chase Manhattan yıllık raporundan aldığımız Uluslararası Danışmanlık Konseyi’nin bu bazı üyelerini tanıyalım: ABD’den, eski dışişleri bakanı Henry Kissinger, Ford’un başkanı Alex Trotman, Chemical Bank’ın başkanı John F. McGillicuddy, Deere başkanı Hans W. Becherer, Almanya’dan Daimler-Benz eski başkanı Edzard Reuter, Japonya’dan Yamaichi Kıymetli Evraklar’dan Shijuro Ogata ve Mitsui&Co.’den Koichiro Ejiri. Fransa’dan Saint-Gobain başkanı Jean-Louis Beffa, eski dışişleri bakanı Jean-François-Poncet ve Ogilvy Renault, İngiltere’den eski dışişleri bakanı Lord Carrigdon ve Lord Richardson, İsviçre’den Roche başkanı, İtalya’dan Fiat onur başkanı, Avustralya, Brezilya, Kanada, Hong Kong, Hindistan, Meksika ve Filipinler’den en büyük tekellerin başkanları. Ve çok tanıdık bir isim: Türkiye’den Koç Holding başkanı ve sahibi Rahmi M. Koç.
Morgan grubu: Bankalardan J.R Morgan, Morgan Guaranty, Bankers Trust, Morgan Stanley, Goldman Sachs; en büyük emekli fonu ve sigorta şirketleri Prudential, New York Life, Aetna Life, Insurance Co. of America ve Mutual Life; petrol tekelleri Exxon, Mobil, Conoco; uçak-uzay aracı ve silah tekelleri Lockheed Martin ve Allied Signal ve ABD ve dünyanın en büyük tekellerinden General Electric, General Motors, E. I. du Pont de Nemours, Merck; Eastman Kodak, Procter&Gamble, Betlehem Steel, Coca Cola, IBM, AT&T, Pfizer, Gilette, Corning Fiberglass, Bechtel, Scott Paper, International Paper, American Tobacco, Tenneco, Phelps Dodge, Campbell Soup, Republican Aviation, US Plywood, Nabisco, Continantal Co. ile ABD’nin en önde gelen gazetelerinden The Washington Post ve International Herald Tribune vb. Chase Manhattan gibi J.P. Morgan’ın da bir uluslararası konseyi var. Ve bu kurul da hemen hemen gelişmiş ya da yeni gelişen her kapitalist ülkenin en büyük tekel temsilci ya da doğrudan sahiplerinin bir araya geldikleri bir kurul konumunda.
Citicorp grubu ise, Citicorp, Citibank (First National Citibank), Grace National Bank, Du Pont, J.P. Morgan, General Motors, Boeing, Pan Am Airlines, United Aircraft, Ford, Merck, Alüminyum Company of America, PepsiCo Inc., Chevron, Monsanto, Colgate-Palmolive Co., Time Warner, St. Regis Paper, Corning Glass, Kimberly Clark, W.R. Grace&Co., J. C. Penny Co., IBM, Armco Steel, Equitable Life, vb. Citicorp’un arkasındaki aileler ise Du Pont ve Ford gibi aileler ile biraz uzaktan Morgan ve Rockefeller grupları.
Bu üç ana grup aralarında da sıkı ilişkilere sahipler ve bazı tekelleri birlikte kontrol ediyorlar: Örneğin Morgan ve Rockefeller, Exxon, Mobil, IBM, Coca Cola, International Paper, American Smelting gibi; Rockefeller ve Citicorp, Ford, ITT, Allied Chemical, Equitable Life, Armco Steel, National Distiller gibi; Morgan ve Citicorp, General Motors, E. I. du Pont de Nemours, IBM, AT&T, Citgo Oil, Anacondo Copper, Kennecott Copper, American Standard, Corning Fiberglass. Üçünün birlikte kontrol ettikleri, ATT, American Sugar, American Electric Power, American Cynamid, New York Co. Ed. gibi. Bu üç grup içinde Rockefeller ve Morgan grubunun dışında Citicorp grubu, adeta bu iki ana grubun buluştukları bir grup görünümünde. Citicorp grubunun ana aileleri olan Du Pont ve Ford ailelerinden Du Pont Morgan grubuna. Ford’da Rockefeller grubuna yakın. Morgan grubunun ana bankası ve merkezi olan J. P. Morgan da dahil, bir çok ana tekelinin ana hissedarlarından birisi de çoğu kere Du Pont. Aynı şekilde, Ford ailesi de Rockefeller’in ana bankası ve grubun merkezi Chase Manhatten dâhil, Rockefeller’in kontrol ettiği birçok ana tekelin büyük hissedarlarından birisi. Bu durum da göz önünde bulundurulduğunda her ne kadar ABD’de üç ana sermaye grubu var gibi görünse de aslında tıpkı 1900’lerin başında olduğu gibi yüz yıl sonra bugün de ABD’de esas olarak iki ana grup olduğu ortaya çıkıyor: Morgan ve Rockefeller grubu.
Morgan ve Rockefeller ana sermaye gruplarının etki alanları içinde olanlar yalnızca Du Pont ve Ford aileleri değil. Du Pont ve Ford gibi büyük gruplar ve Mellon grubu, Kuhn Loeb grubu gibi ülke çapında önemli bir güç olan diğer bazı sermaye grupları ile onların aileleri bir yana, yerel ve eyaletler düzeyinde de önemli bir güç olan Şikago grubu, Boston grubu, Cleveland grubu gibi daha küçük sermaye grupları da aslında bu iki ana sermaye grubunun çekim merkezi ve etki alanı içinde bulunuyorlar. Örneğin Delaware bölgesinin üç ana grubu Morgan, Du Pont ve Mellon grupları. Buradaki aileler ise; Morgan, Lamont, Stede, Du Pont, Copeland, Greenwalt, Laird, Sharp, Pew, Bronfman gibi aileler. Delaware bölgesinde yapılan bir araştırmada bu aileler arasında sıkı bağlantı olduğu bulundu.
Bugün ABD mali sermayesinin temelini oluşturan grupların hepsi de eski ve kökleri 1800’lere dayanan gruplar. Daha 1939’larda ABD senatosunun bir komisyonu, National Resources Committe şu gruplar arasında bağlantı olduğunu tespit etmişti: Morgan grubu, Rockefeller grubu, Kuhn-Loeb grubu, Du Pont grubu, Mellon grubu, Cleveland grubu, Şikago grubu ve Boston grubu.
Bütün bu grupların etrafında toplandıkları ya da çekim merkezinde kalmak zorunda oldukları iki ana grup ve esas olarak da bu iki ana grubun kökleri 1800’lere kadar dayanan ve o dönemden beri büyük aile konumlarını koruyan iki ana aile bulunuyor; Rockefeller ve Morgan aileleri. Bir yerlerde isimleri dahi çıkmayan, gizli ve geride kalmaya özel çaba gösteren bu iki aile, yakın bağlantı içinde oldukları ve bir şekilde onları da kontrol ettikleri diğer az sayıdaki aileyle birlikte ABD ve dünyadaki onlarca trilyon dolarlık yaratılmış değere el koymuş durumdalar.
Büyük şirketlerin ana sermayedarlarının kendi yatırılmış sermayelerinden daha fazla miktarda bir sermayeye sahip olmaları ve bu daha fazla sermayeyi kolaylıkla kontrol ederek hükmetmeleri için daha 19. yüzyılda buldukları anonim şirket, “halka açılma”, hisse çıkarma ve temettü geliri dağıtma yöntemi giderek geçici halden sürekli ve kalıcı bir hale geldi. Önceleri sadece daha fazla sermaye elde etmenin bir aracı olan bu yol kapitalizmin emperyalizm dönemiyle birlikte mali sermayeler için kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir duruma büründü. Ailelerin kontrol ettikleri şirketler ve bunun sonucunda da sermayenin sayı ve miktarları arttıkça önceleri doğrudan kendilerinin kontrol ettikleri şirketlere bu sefer kendi adamlarını, yöneticilerini yerleştirmek zorunda kaldılar. Bu artık kaçınılmaz bir hal aldı. Çok daha fazla sermayeye sahip olmak, çok muazzam boyutlarda sermayeyi kontrol edebilmek için yeni yeni hisse senedi ve değişik türde kıymetli evrak çıkardılar. Bu durum her geçen gün artarak alabildiğine genişledi. Sonunda her bir şirket milyonlarca hatta kimi kez milyarlarca hisse çıkarmak ve bunları binlerce, yüz binlerce hissedar arasında dağıtmak zorunda kaldı. Örneğin GE toplam 3 milyar 289 milyon hissesini 493 bin; Citicorp 463 milyon hissesini 51 bin, Chrysler 136 bin hissedar arasında “bölüştürdü.”
Burjuva ideologları ve onların çeşitli varyantlardan sözcüleri, bugün bu yüz binlerce hisse sahibi ile GE’de 992, GM’de 559, Chase Manhatten’da 621, Citicorp’da 599 ve Exxon’da 909 kurumsal hisse sahibi olması örneklerini ve yine yukarıda gördüğümüz gibi tekellerin yönetiminde direktör ve menajerlerin bulunmasının kaçınılmaz zorunluluğunu göstererek, artık özel mülkiyetin bittiği; aile hakimiyeti döneminin kapandığı; özel mülkiyetin yerini kurumlar ve yüz binlerce hissedarın mülkiyetinin ve onların “özgür irade” ve oylarıyla seçilen yöneticilerin (menajer ve direktörler) yönetiminin aldığını; kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmaz ve kapitalizm var oldukça yok olmayacak olan çelişkisinin ortadan kalktığını öne sürerek ve bunun propagandasını yaparak kafa karıştırmaya çalışmaktadırlar. Bunları söylerken milyonlarca hatta milyarlarca hisse içinde sadece 3–5–10, ya da 300–500 hissenin sahibi olan tek tek yüz binlerce işçi ve emekçi bir yana on binlerce hissesi olan küçük şirket ve kuruluşların dahi bu tekellerin yıllık genel kurullarının yapıldığı lüks salonların kapılarına bile yanaşamadıkları gerçeğini gözlerden saklamaktadırlar.
Mali sermaye ve mali oligarşi önceleri sadece fazla sermaye elde etmenin bir aracı olarak bulduğu hisse ortaklığı, anonim şirket, “halka açık” şirket yolunu bugün, esası hâkimiyetini sürdürmenin kaçınılmaz yolu olmakla birlikte, aynı zamanda mali oligarşiyi saklamanın, dünyada milyarlarca işçi ve emekçinin yarattığı değerin sadece bir avuç ailenin mülkiyetinde olduğu gerçeğini gizlemenin ve işçi ve emekçileri aksine inandırmanın ideolojik aracına dönüştürmüştür. Burjuvazinin çeşitli ideologları ve onların farklı cephelerdeki ajan ve sözcülerinin söylediklerinin aksine yukarıda somut örnekleriyle gördüğümüz gibi, ABD’de ve dünyanın dört bir köşesinde yaratılmış olan onlarca trilyon dolarlık değerin sahibi ve kontrol edenleri yüz binlerce işçi ve emekçi ve tekellerin direktör ve menajerleri değil, Morgan ve Rockefeller ile onların çekim merkezindeki az sayıda ailedir. Görüldüğü gibi, yoğunlaşma yalnızca sermayedeki merkezileşmeyi değil, bütün değerlerin bu sermayeyi kontrol eden az sayıda kişinin elinde toplanması (mali oligarşi) sonucunu doğurduğu gerçeğini, Lenin’den bu yana neredeyse 100 yıl geçmesine rağmen değiştirmemiştir. Burjuva ideologları ve yandaşlarının bütün yaygaraları bu gerçeğin saklanma çabasından başka bir şey değildir.
İncelememizin başından beri ortaya koyduklarımızı ve söylediklerimizi özetleyecek olursak kısaca şunlar söylenebilir: Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşmenin kaçınılmaz olarak sınaî ve banka sermayesindeki tekelleşmeyi ve tekel olgusunun da sınaî ve banka sermayesindeki iç içe geçip kaynaşmayı ve mali sermayenin oluşmasını meydana getirdiği gibi, mali sermayenin varlığı da mali sermayenin kendisinde çok daha ileri bir aşamadaki yoğunlaşmayı ortaya çıkarmaktadır. Bu yoğunlaşma üretken olmayan rantiyeci-tefeci sermayenin üretken sermayeye göre göreceli bir şekilde büyümesine neden olmaktadır. Bunun nedeni de kârın kaynağının artı-değer olmasıyla, artı-değer getiren değer olarak sermayenin tefecilik ve spekülasyon gibi daha kolay bir yoldan değerini daha hızlı artırmaya yönelme eğilimi taşımasıdır. Rantiyeci-tefeci ve spekülatif sermayedeki hızlı artışın gerisinde yatan neden bu yoğunlaşmanın kaçınılmaz kıldığı eğilimdir. Borsa işlem hacimlerindeki hızlı artış; banka, sigorta şirketi, konut kredi birliği, emekli fonu ve fon yöneticiliği ile yatırım şirket ve bankacılığının günümüzdeki “egemenliği”; büyüme oranlarının düşük düzeylerde seyretmesi ve üretken yatırımlardaki düşme eğiliminin giderek süreklilik kazanması gibi bugünün belirgin özellikleri mali sermayedeki yoğunlaşmanın kaçınılmaz kıldığı eğilimin sadece sonuç ve belirtileridir.
Üretimde yoğunlaşma; tekel; sınai ve banka sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bunun sonucunda mali sermayenin oluşması; devasa boyutlarda bir sermaye yoğunlaşması; bu yoğunlaşmış sermaye kütlesini değerlendirme ve değerini daha da artırma zorunluluğu; sermayenin en hızlı ve en fazla kâra yönelme eğilimi: İşte emperyalizmin asalak ve çürüyen kapitalizm olmasının nedeni ve sermayedeki rantiye ve çürüme eğiliminin zorunlu bir şekilde artmasına kaynaklık eden objektif süreç.
Lenin bu noktayı daha yüzyılımızın başlarında belirtiyordu:
“Gelişmesine küçük tefeci sermayeyle başlayan kapitalizm, bu gelişmeyi muazzam boyutlarda tefeci sermayeyle sona erdirmektedir.” (Lenin, “Emperyalizm, s. 56, abç)

NOT: Dikkatli okurun bir kere daha dikkatini çekmiştir ki, İngiliz mali sermayesinin yapısını incelediğimiz yazıda olduğu gibi, Amerikan mali sermayesinin yapısını genel hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu yazıda da, bugün dünyanın en güçlü ekonomisine sahip Amerikan emperyalizmi ve onun mali sermayesinin dış ilişkileri, dünya jandarmalığının doğrudan göstergesi olan 6 kıtaya yerleştirdiği askeri üs ve birlikleri, yaptığı ve kendisine yapılan doğrudan yatırımlar, verdiği borç ve krediler, karşılıklı ve’ “karşılıksız” askeri ve sivil “yardım”lar, vb. gibi dünya egemenliğinin dolaysız ifadesi sermaye ihracına yer vermedik. Tarafımızdan unutulmayan bu önemli sorunu ayrı bir yazının konusu olduğundan özellikle dışarıda tuttuk.

DİPNOTLAR

1) Yatırım Şirket ve Bankacılığı: Yatırım şirketi ve bankacılığının esas olarak büründüğü bugünkü ana biçimi -daha iyi anlaşılabilmesi için alabildiğine basitleştirdiğimiz- bir örnekle açıklayalım: Örneğin. A tekeli yeni sermaye ihtiyacını karşılamak ve taze para kazanabilmek için sermayesini artırmaya ve 100 bin yeni müşterek hisse çıkarmaya karar vermiş olsun. A tekeli çıkardığı yeni hisselerini satması için B yatırım bankası ile anlaşır. Birlikte her bir hissenin 10 dolardan satılmasına karar verirler. B yatırım bankası A tekelinin çıkardığı hisselerin en az yüzde 80’ini 8 dolardan satacağına söz verir ve hisse sahibi şirketle bir anlaşma imzalar. Bu anlaşmayla A tekeli tanesi 8 dolardan 80 bin hissesinin satılmasını ve böylece 640 bin dolar elde etmeyi garantilemiş olur. B Bankası tanesi 10 dolardan satışa başlar. Tanesinde 2 dolar kazanarak, hisselerin yüzde 80’ini (80 bin) sattığı durumda 160 bin, hepsini (100 bin) sattığı durumda da 200 bin dolar kâr etmiş olur. Yüzde 64’ten (64 bin) az hisse satabildiği durumda zarar eder. Bununla birlikte satmadığı sürece hisseler kendisinindir ve o tekelin o kadar hissesinin sahibi olarak şirket üzerinde söz sahibi durumdadır. Tek başına alındığında yatırım bankacılığının işleyişi elbette ki bu örnekte olduğu kadar basit değildir; ancak, yatırımlara kaynak sağlamak, borç ve kredi vermek, üretime yönelik yatırım da dâhil doğrudan kendisinin yaptığı yatırımlar gibi birçok değişik biçim ve yollarını bir kenara bırakırsak çok genel hatlarıyla yatırım bankacılığının özü bu örnekte anlattığımız gibidir. Yatırım şirket ve bankaları çoğu kere ellerindeki hisseleri hemen satmayıp borsa spekülasyonları yolu ile hisse fiyatlarını alabildiğine şişirir ve başta yaptıkları anlaşmanın da üzerinde kârlar elde ederler. Eğer şirket büyük ve önemli ise banka hisselerin bir kısmını satmaz ve giderek ucuza düşürerek daha da fazla hisse alıp şirketin kontrolünü eline geçirir. Şirket hisselerinin önemli bir kısmının sahibi olarak şirket yönetimine kendi temsilcisi menajer ve direktörleri seçtirir. Yatırım bankaları bu yolla her türlü şirketin hisselerini satın alır ve onları ele geçirmeye çalışırlar. Yatırım yapıp, sürekli alıp satar ve çok büyük kârlar elde ederler.

2) Standard Oil Davası: ABD’de petrol 1859’da Pennsylvania’daki Titusville’de bulundu. İç savaş sırasında taraflara borç vererek zenginleşmiş olan John D. Rockefeller 1865’te petrol çıkarma ve rafine etme işinden çok iyi anlayan Samuel Andrews ile işe başladı. Daha sonra ikisi birlikte 1 milyon dolar sermayeli Rockefeller and Andrews Oil Company of Ohio şirketini kurdular. Petrol şirketi günde 600 varil ile 15 bin varillik ABD toplam petrol üretiminin yüzde 4’ünü üretiyordu. Rockefeller sadece ham petrol çıkarmakla yetinmiyor, onun rafine edilmesi, taşınması ve bitmiş ürünlerinin piyasaya sürülerek pazarlanması işlerini de yapıyordu. Bunun için ilk olarak o dönemdeki en büyük üç demiryolu ağı New York Central, Erie ve Pennsylvania demiryolu şirketleriyle petrolü taşımaları için özel anlaşmalar yaptı. Rockefeller’den çok daha büyük olan bir diğer petrol şirketi South Improvement Co. Rockefeller’in gelişiminden korkuya kapılarak onu durduracak oyunlara girişince Rockefeller bu petrol şirketi ile kapıştı. Kazanan Rockefeller oldu ve South Improvement Co.’yu yutup ortadan kaldırdı. Kısa zamanda bütün Cleveland bölgesini eline geçirdi ve ülke petrolünün yüzde 20’sinin sahibi oldu. 1872’de kurulmasını sağladığı Ulusal Rafinericiler Birliği artık ülke petrolünün yüzde 80’ini kontrol ediyordu. Rockefeller Birlik içindekileri sırasıyla yutup iyice büyüdü ve 1879’a gelindiğinde ülke petrolünün yüzde 90’ını kontrol etmeye başlamıştı. Yasal engelleri aşmak için tröstleşme yoluna gitti ve 1882’de Standard Oil tröstünü kurdu. O zamana kadar Standard Oil 39 ayrı korporasyonu kontrol ediyordu. 1885’e kadar Standard Oil, Cleveland gibi, Philadelphia, New York, Brooklyn gibi birçok bölgede bütün petrol üretimini eline geçirmişti. 1880’lerin sonlarında 9 ayrı dev tröst Standard Oil’in etrafında birleştiler. Rockefeller’in Standard Oil’i kısa zamanda bu tröstlerin hepsini çeşitli oyunlar yaparak yuttu ve sahiplerini Standard Oil’in memurları durumuna getirdi. Bu şekilde Standard Oil ülke petrolünün yüzde 95’ini eline geçirdi. Standard Oil’e karşı dava açıldı. 1892’de yüksek mahkeme Standart Oil’in bütün hisselerinin sahiplerine geri verilmesini kararlaştırdı. Rockefeller boş durmayarak eyaletler arasındaki yasal boşluktan yararlandı. En yumuşak yasaların New Jersey’de olduğunu gördüğünden Standard Oil’in sıradan bir şubesi durumundaki, New Jersey yasalarına tabi Standard Oil Co. of New Jersey’nin sermayesini 10 milyon dolardan 110 milyon dolara çıkardı ve bu sermayesiyle Standard Oil Co. of New Jersey bütün Standard Oil grubunu yutarak ortadan kaldırdı. Yüksek mahkemenin aleyhinde karar verdiği Standard Oil Tröstü artık yok olmuştu. Böylece Rockefeller kendini kurtardı. Standard Oil Co. of New Jersey daha sonra holding oldu. Rockefeller’in bu yasal manevrası yüksek mahkeme ile ABD yönetiminin büyük çoğunluğunu kızdırdı. Daha sonra başkan olan Theodore Roosevelt Rockefeller’in üzerine gitti. 1911’de sonuçlanan davada yüksek mahkeme ve ardından kongre Standard Oil’in tasfiyesini kararlaştırdı. Rockefeller’in Standard Oil’in egemenliği kâğıt üzerinde ve kamuoyu nezdinde ortadan kalkmış gibi oldu. Oysa Standard Oil tasfiye edilmesine rağmen diğer alanlarda olduğu gibi, Rockefeller’in petroldeki egemenliği de kaybolmadı. Bugün Exxon, Mobil ve hatta kısmen de British Petrol (BP) içinde aynı egemenliği devam ediyor.

Du Pont – General Motors Davası: Du Pont J.R Morgan’ın da desteğini alarak 1917’de General Motors’u eline geçirdi. Du Pont ailesi 1917’de 25 milyon dolar karşılığında GM’un yüzde 23,8 hissesinin sahibi oldu. İkinci büyük hissedar ise J. P. Morgan idi. GM’nin başkanı doğrudan Du Pont ailesinin yöneticisi Pierre S. du Pont oldu. 1956’ya kadar Du Pont ailesinden üç kardeş, Pierre, Irene ve Lammot sırasıyla GM’nin başkanlığını yürüttü. Ailenin başında bulunan en büyük kardeş Pierre öldüğü 1956’ya kadar bugün de dünyanın en büyük kimya tekeli olan E.I. du Pont de ‘Nemours ve General Motors yönetiminde sürekli kilit noktalarda bulundu. Du Pont’ların General Motors içindeki açık hâkimiyeti 1945-46’larda bir çok sektörle birlikte otomotiv sektöründe de ve GM işyerlerinde başlayan büyük grev dalgasının da etkisiyle büyük tepki yaratınca 1900’lerin başında Rockefeller’in Standart Oil Company’sine karşı açılan davadan sonra Du Pont – General Motors’a karşı ABD’nin ikinci büyük tekel davası açılmak zorunda kalındı. 1948’de başlayan dava 14 yıl sürdü. Yüksek mahkeme ve ABD kongresi sonunda, 1962’de Du Pont ailesinin hisselerinin satılmasını kararlaştırarak Du Pont ailesinin bütün üyelerine General Motors’un hisselerini alma yasağı getirdi. Du Pont durumu önceden görerek karardan önce elindeki hisselerini çeşitli yöntem ve karmaşık yollar kullanarak başka isimler altında kurduğu başka tekellere devretti. Örneğin GM’daki hisselerini kurdurduğu GM Securities Company’ye devretti. GM Securities Company’nin sahibi Managers Securities Company idi. Managers Securities Company’nin hisseleri de Du Pont ailesinin 40 üyesinin sahibi olduğu Delaware Realty ve Christina Securities Company idi. Görüldüğü gibi Du Pontlar’a ulaşabilmek için uzun bir yol kat etmek gerekiyor. Mahkeme ve Kongre Du Pontlar’ın işlerini bitirmelerine kadar kararı geciktirdi. Ancak sonunda Du Pontlar aleyhine kararını verdi. Du Pont ailesi o günden bu yana kendini gizlemeye diğer bütün ailelerden daha fazla çaba gösteriyor. Bu yüzden 1962’den bu yana GM’nin hiç bir kurulunda Du Pont ismine artık rastlanılmıyor.

Mart 1998

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑