1917 Sovyet Ekim Devrimi, yalnızca yüzlerce yıl süren Çarlık iktidarını sona erdirmekle kalmadı; aynı zamanda, yeryüzünün altıda birinde, binlerce yıllık sömürücü sınıflar iktidarına da son vermiş oldu. Dahası, yoksul ve emekçi sınıflara, baskı altında ezilen ulus ve halklara, başta gelişmiş kapitalist ülkelerde olmak üzere sanatçısından yazar ve bilim insanına, aydınların hatırı sayılır bir kesimine, dünyanın değişik yerlerindeki çok geniş yığınlara büyük bir umut ve ilham kaynağı oldu. Bu umut ve ilhamı da, esas olarak, sosyalizmi kısa sayılabilecek bir süre içinde pratik olarak hayata geçirerek, somut bir örnek olarak göstermesiyle sağladı.
Binlerce yıllık insanlık tarihi içinde oldukça önemli bir dönüm noktasını oluşturan 1917 Ekim Devrimi, sanayiden iktisada, edebiyat ve sanattan politikaya, insan düşünce ve eyleminin değişik alanlarına önemli katkılarda bulundu, bu alanları derinden etkiledi. Bu etkiler, Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında ele alındı. İnsan düşünce ve eylemine, yalnızca kendi toprakları üzerinde değil, dünyanın öteki bölgelerinde de önemli etkilerde bulunmuş bir devrimin; kendisine bilimsel bir dünya görüşünü rehber edinmiş ve kurduğu toplumsal sistemi bilimsel sosyalizm olarak adlandırmış Sovyet sisteminin, bilime ve tekniğe de önemli katkıda bulunmuş olmaması düşünülemez. Bu yazıda, bu katkıları irdelemeye çalışacağız. Ancak, “Sovyet Devrimi ve Bilim” başlıklı bir konu, çok kapsamlı, geniş bir çalışmanın konusu olduğundan, derginin sayfa sınırlılığını göz önünde bulundurarak, konuyu bütün yanlarıyla ele almak yerine, sınırlı tutarak, genel bir çerçeve çizmeye çalışacak ve sadece belli başlı bazı noktaları çok genel hatlarıyla ele alacağız.
*
Ekim Devrimi’nin üzerinden 90 yıl geçti. Günümüzde, başta akademi dünyası olmak üzere, yazın-düşünce dünyasında burjuva düşüncesi ve onun temsilcilerinin tartışmasız bir egemenliği bulunuyor. Ekim Devrimi’nin insan düşünce ve eylemine değişik alanlarda yaptığı katkıların bir kısmı, bu dünya tarafından, her ne kadar doğrudan dile getirilmese de, suskun kalınarak, dolaylı yoldan kabul ediliyor. Ancak bu kesim, bilim alanında yapılanlar karşısında farklı bir yol izliyor. Günümüzde, bilim tarihi, bilim politikaları, yakın tarihin bilimsel uygulamalarını konu alan kitap ve kitap bölümlerinin neredeyse tümünde hep benzer şeyler iddia ediliyor; Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yapmadığı; bilimi ve bilimsel gelişmeleri kösteklediği, hatta engellediği; bilim insanlarının bilimsel çalışmalarına doğrudan müdahale edilip politik dayatmalar yapıldığı söyleniyor; “bilime müdahale” ve “bilimin politikleştirilmesi”nin kötü örneği olarak Sovyetler Birliği’ndeki bilimsel çalışma ve uygulamalar gösteriliyor. İddiaların somut örneği olarak da, “Lisenko Olayı” adını verdikleri ve Miçurin Okulu’nun izleyicileri olan Trofim Lisenko ve arkadaşlarının uygulamaları veriliyor.
Sovyetler Birliği’ndeki biyoloji – genetik tartışmalarından yola çıkarak uzun yıllar sürdürülen, soğuk savaş döneminin çarpıtma, karalama, yalan ve “kara propaganda” çalışmalarının etkileri uzun süre devam etti. Bu çalışma, aradan bunca yıl geçmesine karşın –hızı azalsa da– bir biçimde bugün de sürüyor. Günümüzün pek çok akademisyeni, bilimsel bir çalışmanın olmazsa olmazlarından olan zahmetli bir araştırma çabasına girme; kazıyarak bulma eziyetine katlanma yerine hazıra konuyor ve konuya ilişkin bütün bilgi açığını, soğuk savaş döneminin o “kara propaganda” materyallerinden giderme yolunu tutuyor. Böyle olunca da, planlı ekonomi ve kalkınmadan koruyucu hekimlik ya da sosyalize edilmiş sağlık hizmetleri ve tıbba, bilgisayar ve uzay teknolojisinden gen ya da genetik mühendisliği ve biyoteknolojiye, büyük ölçekli araştırmalar ve devasa araştırma kurumlarından kapsamlı, çok büyük mühendislik projelerine dek bugün kendisinin yapmakta olduğu ya da içinde yer aldığı çalışmaların neredeyse tümünün ilk adımlarının Sovyetler Birliği’nde atılıp oradan geliştirildiğini bilmeden, bir kerede, “Sovyetler bilime katkı yapmadı” deyip çıkıyor. Böylece de, sosyalizmi karalama amaçlı “soğuk savaş” döneminin o bilinçli kampanyasını, farkında olmadan, bugün kendisi sürdürmüş oluyor. Oysa Sovyetler Birliği’ndeki bilimin durumunu, yapılan ve söylenenleri, kısacası neler olup bittiğini araştırıp öğrenmek hiç de zor değil. Çünkü aradan çok da zaman geçmedi. O döneme ışık tutan pek çok belge ve yayın arandığında hâlâ bulunabiliyor. İşine karşı dürüst, önyargısız bir bilim insanı, bunlara baktığında, durumun hiç de söylendiği gibi olmadığını rahatlıkla görebilir.
ÇARLIK RUSYASI’NDA BİLİM
Devrim öncesi Rusya, oldukça geri bir ülkeydi. Bu gerilik, bilim alanında da görülüyordu. Büyük Petro ve İmparatoriçe Katerina’dan beri, bütün Çarlık dönemlerinde, devlet yetkililerinin bilim karşısındaki tutumları alabildiğine ikircikli olmuştu. Bir yandan ülkedeki el değmemiş muazzam kaynakları sömürmek için bilime ihtiyaç duyarlarken, öte yandan, giderek önem kazanan ve potansiyel bir güce sahip olan bilimden korkuyorlardı. Sonuçta, bilime yatırım yapıp Rus bilimini ortaya çıkarmak yerine, yabancı bilim insanları ve teknisyenlere bel bağlayan bir devlet politikası izlendi. Çünkü hem onların disiplin altına alınmaları daha kolaydı, hem de yabancı olduklarından, ülkede bir kökleri yoktu ve bu yüzden de daha tehlikesiz görünüyorlardı. Yabancı bilim insanları ve teknisyenlere bu bağlılığın bir diğer nedeni de, özellikle 19. yüzyıl sonlarında Rus İmparatorluğu’nun, başta Alman ve Fransız olmak üzere, yabancı banker ve imtiyaz sahiplerinin ellerindeki yarı sömürge konumuydu. Yabancı bilim insanı ve teknisyenlere bağlılığın yanı sıra, bilimsel çalışma için gereken tüm araç-gereç ve donanım da yurtdışından ithal ediliyordu. Tüm bunlara, çalışmalarını daha çok yabancı bilim dergilerinde yayınlamak zorunda kalan Rus bilim insanlarının karşılaştığı dil engeli de eklenince, Rusya’nın bilime yaptığı katkılar hem sınırlı oldu, hem de karanlıkta kaldı. Rus bilimi, dış dünyada, Alman ya da Fransız biliminin özgün bir uzantısı olarak algılanıyordu. Rusya içinde bile, resmi baskılara duyulan öfkenin hâkim olduğu entelektüel atmosferde, ulusal başarılara hor görüyle bakma, hatta bunları bütünüyle görmezden gelme eğilimi vardı. Ama bu durum, yine de, Butlerov, Kovalevsky, Lodygin, Lomonosov, Mendeleyev, Metchnikov, Pavlov, Popov, Tsiolkovski ve Zhukovsky gibi etkili bilim insanlarının ortaya çıkmasını engelleyemedi.
Savaş öncesi yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan Rus burjuvazisi, bilime yatırım yapılması ve özerk üniversiteler kurulması taleplerini yükseltti. Yeni kurulan üniversitelerde, yeni bir bilim insanı kuşağı yetişmeye başladı. Ancak yeni kuşağı oluşturan bu bilim insanları, ya soylu, aristokrat ya da burjuva ailelerden geldiklerinden, Rus halkından alabildiğine kopuktular. Bu yüzden, Rus halkının Sovyet Devrimi’ne dek ne bilimden, ne de bilim insanlarından haberi oldu.
Devrim öncesi, yeni kurulan üniversitelerden yetişen bilim insanları hareketinin de bir bütün olarak ülke bilimine etki etme fırsatı olmadı. Çünkü, tam da bu kuşağın ortaya çıktığı dönemlerde, Rusya, tam bir alt üst oluş içindeydi; her yerde alabildiğine bir karmaşa hâkimdi. Önce 1. Dünya Savaşı, hemen ardından gelen Şubat ve Ekim Devrimleri, sonra iç savaş ve onu izleyen büyük kıtlık ve açlık yılları, Rusya’da beklenen bilim hareketinin oluşumunu engelledi. Başta daha deneyimli, yaşlı ve muhafazakârları olmak üzere, bu bilim insanı ve akademisyenler kuşağının büyük bir bölümü, devrimle birlikte ülkeyi terk ettiler. Kalanların bir kısmı, o çatışma ve olağanüstü hareketlilik ve karışıklık ortamında açlık ve hastalıktan öldü. Geride kalmış olanların da çoğu Sovyet iktidarı altında çalışmayı kabul etmedi; Pavlov gibi kabul eden az sayıda bilim insanı da isteksizdi; yeni iktidara ve projelerine bir süre kuşkuyla yaklaşarak, kendini işine tam vermedi. Buna rağmen, Sovyet bilim insanlarının ilk kuşağını, yine de, bu az sayıdaki bilim insanı oluşturdu. Sonuç olarak, Sovyetler Birliği, bilim alanında, hemen hiç miras almadan işe koyulmak zorunda kaldı. Tahmin edileceği gibi, yurt dışından da pratik bir yardım görmedi. Tümüyle kendi yağıyla kavrulmak zorundaydı ki, o yağ da neredeyse yoktu. Ülkede, ne yetişmiş, yetkin bilim insanları, ne bu insanları yetiştirecek akademisyen hocalar, ne köklü araştırma kurumları, ne malzeme, ne para, ne de bir –somut sürekliliği içinde miras alınmış– bilim ve araştırma geleneği vardı. Daha da önemlisi, Rus halkı, o güne dek doğrudan bir yardımını görmediğinden, bilime ve bilim insanlarına hemen hiç güvenmiyordu.
SOVYET BİLİMİ
İşe bu en kötü koşullarda başlayan Sovyet iktidarının, çok kısa bir süre içinde bilimde dev bir gelişme gösterip, İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD gibi yüzlerce yıllık bilim geleneği ve birikimine sahip ülkelere yetişmesi beklenemezdi. Bununla birlikte, yine de, baştaki kötü koşullar kısa zamanda hızla değişmeye başladı.
Ünlü fizyolog Pavlov örneğinde görüldüğü gibi, Sovyet iktidarı altında çalışmayı gönülsüzce kabul edip iktidara kuşkuyla yaklaşan bilim insanı ve akademisyenlerin çoğunun, yeni iktidarın bilime geniş bir hareket serbestisi ve önem verdiğini; en azından, eskiden sahip olduklarını kendilerine sağlamak için kısıtlı olanaklar içinde bile canla başla çalışıldığını; Çarlık rejiminde bulamadıkları özgürlüğü Sovyet iktidarında elde ettiklerini ve hayatlarında ilk defa ne yapmak istiyorlarsa onu özgürce yapabildiklerini gördüklerinde, başlardaki gönülsüzlükleri ve kuşkuları giderek yok olmaya başladı. Kendilerini işlerine daha fazla verir oldular. Coşku ve istekleri gün geçtikçe arttı ve sayılarının azlığını kapatmak için, daha büyük bir çaba içine girdiler. Artık ikili bir görevleri vardı: Sovyet bilimi ve teknolojisini inşa etmek ve aynı zamanda, hızla girişilen yeniden yapılanma ve sosyalist inşanın acil sorunlarını çözmek. Ancak bunları yapmak için önlerinde çok önemli iki sorun bulunuyordu: Araştırma sırasında kullanacakları ve hiçbir yerden satın alma olanakları bulunmayan araç gereçlerden ve onlara yardım edecek teknik elemanlardan yoksundular. Yanlarında, onlara yardım için gelmiş çok sayıda istekli genç vardı, ama bunlar henüz eğitimsizdiler.
1917-1927 arasındaki ilk on yıllık dönem, daha çok bu iki sorunu (araç-gereç ve yetişmiş insan açığı) çözmekle geçti. Gelişme, ancak ikinci on yılda geldi. Bilimin gelişimi, sanayinin gelişimiyle yakın ilişki içinde ve onunla kol kola gitti. Yeni kurulan üniversite ve okullar hızla mezun vermeye; yeni bilim insanı ve teknisyenler, mühendisler yetiştirmeye başladı. İşe neredeyse sıfırdan başlayan Sovyetler Birliği, 1934’e gelindiğinde, bilime 1 milyar ruble bütçe ayırır hale gelmişti. Bu miktar, ülkenin toplam ulusal gelirinin yüzde 1’inden fazlaydı ve bu oran, o tarihte ABD’nin ayırdığı bütçenin 3, İngiltere’ninse 10 katıydı.[1]
1930’ların başlarından itibaren, Sovyet bilimi, dünya biliminin bir kolu haline gelerek, ona katkı yapmaya başladı. Ancak, Sovyetler Birliği’ndeki bilimin durumu ve bilime yaptığı katkıları, tek tek bilim insanlarının çabalarının ürünü olarak ortaya çıkan çığır açan buluş ve bilgilerin çokluk ve büyüklüğü gibi günümüzde alışageldiğimiz ölçülerle değerlendirmemiz doğru olmaz. Çünkü Sovyetler Birliği’nde bilimin gelişimi, o güne dek bilimde, gelişmiş Batılı kapitalist ülkelerde izlenenden çok farklı bir yol izledi. Kuşkusuz Sovyetler Birliği’nde de, bilimin değişik alanlarında, bilimsel bilgiye önemli katkılarda bulunan tek tek önemli buluşlar yapıldı. Ancak bu yazımızda, başta belirttiğimiz gibi, farklı bilim dalı ve alanlarında gerçekleştirilen tek tek buluşları ele alıp incelemek yerine, konuyu daha genel hatlarıyla irdeleyecek ve bilimin örgütlenmesi, planlanması, bilimsel yöntem, bilim politikaları, bilimde yeni bakış ve yaklaşım gibi soruna daha geniş çerçeveden bakmaya çalışacağız. O güne dek diğer ülkelerde yapılmayan önemli değişiklik ve katkıları en genel başlıklarıyla irdeleyeceğiz.
PLANLI VE BÜYÜK ÖLÇEKLİ BİLİM
Ülkenin hızlı ve büyük bir kalkınma hamlesi içine girmesi gerekiyordu. Büyük bir sanayileşme ve tarımsal kalkınma hamlesi başlatıldı. Bunu gerçekleştirmek için planlı bir ekonomiye ihtiyaç vardı ve Sovyet iktidarı da bunu yaptı. 5 yıllık kalkınma planları hazırlandı, çok büyük hedefler konuldu. Birinci Beş Yıllık Plan (1928-1932) ile sanayileşme hamlesi ve kolektif tarıma geçiş (1930-1932) başlatılıp yönetildi. Bütün planlar başarıyla hayata geçirildi. Öngörülen süre bittiğinde, plandaki hedefler fazlasıyla gerçekleşmişti. Örneğin, Birinci Beş Yıllık Plan kapsamındaki Beş Yıllık Sanayi Üretimi hedeflerinin yüzde 93.7’sine, ağır sanayi hedeflerininse yüzde 108’ine, beş yıl dolmadan, daha dördüncü yıl sonunda ulaşılmıştı. Yine örneğin, plan başladığında, 1928 başında yıllık 3.3 milyon ton olan pik demir üretimi, 1932 sonunda plan tamamlandığında, yıllık 6.2 milyon tona erişmişti. Yine aynı dönem içinde, kömür üretimi 35.4 milyon tondan 64 milyon tona; demir cevheri üretimi 5.7 milyon tondan 19 milyon tona ulaştı. İkinci Beş Yıllık Plan (1933-1937) sonunda, bu rakamlar bir kez daha katlandı: Kömür üretimi 128 milyon tona, pik demir üretimi 14.5 milyon tona, çelik üretimi 18 milyon tona ulaştı. Birinci Beş Yıllık Plan sonunda, Magnitogorski, Kuznetsk, Moskova ve Gorki otomobil fabrikaları; Urallar ve Kramatorski ağır makine fabrikaları; Kharkov, Stalingrad ve Çeliabinski traktör fabrikaları gibi çok sayıda sanayi kompleksi inşa edildi. Bu fabrikalar, daha plan tamamlanmadan üretime geçmişlerdi ve bunun sonucunda, daha 1931 yılında, 200 bin otomobil ve traktör üretilmişti. Aynı başarı her alanda gösterildi. Örneğin, 1928’de 118 bin 558 olan okul sayısı, 1932 sonunda 166 bin 275’e, öğrenci sayısı da 7.9 milyondan 9.7 milyona çıkmıştı.
Bir yıkım döneminin ardından gelen, yeni ve çok daha korkunç bir saldırı tehdidi altında gerçekleşen bu yapısal başarılar, uygulamada sosyalizmin üstünlüğünü gösteren ilk örneklerdi. Burjuva iktisatçılar, önce, hayali ve uygulanamaz olduğunu söyledikleri bu planlarla alay ettiler. Sonra, elde edilen başarılar yadsınamaz hale gelince, bu kez hızını eleştirmeye başladılar. Böylesi bir toplumsal dönüşümün, daha az çaba harcanarak daha yavaş gerçekleştirilmesi gerektiğini öne sürdüler. Ancak, bu iktisatçılar, bu iddiaları boş yere ve masum niyetlerle ortaya atmıyorlardı, çünkü sorun, ekonomik olmaktan çok toplumsal ve siyasaldı. Dönüşümün hızı gelişigüzel ya da tesadüfî planlanmamıştı. Adımlar daha yavaş atıldığında, gözle görülür sonuçlar elde edilmesi yılları bulacağından; dönüşüm momentinin bağlı olduğu coşku sürdürülemeyebilirdi. Bu durumda, yüzeyin hemen altında yatan kapitalist ekonomi biçimlerinin tekrar su yüzüne çıkmasının yanı sıra, ülkenin özellikle de ağır sanayi alanında süregelen ekonomik güçsüzlüğü, yabancı sermayeye giderek daha fazla bağımlı hale gelmeyi gerektirecekti ki, bu da, sosyalist ekonominin yıkılması demekti. Burjuva iktisatçıların istedikleri de aslında buydu.
Planlı ekonomi düşüncesi, Sovyetler Birliği’nin seksen yıl önce dünyaya kazandırdığı çok önemli bir katkıdır. Burjuva iktisatçılar, özellikle başlarda çok eleştirseler ve alay etseler de, ekonomik planlama, başarıları ortaya çıktıkça, pek çok kapitalist ülkede değişik biçimlerde kendini gösterdi. Ne var ki, bu çabalarla, Sovyetler Birliği’ndeki gerçek planlama hep farklı oldu. Plan sözcüğü, burjuva dünyasının kavramları ile düşünmeye alışmış pek çok kişide, planların, topluma zorla dayatılan katı ve yapay şeyler olduğu izlenimini uyandırır. Sovyet planları asla böyle olmadılar. Çünkü Sovyetler Birliği’ndeki planları milyonlarca insan birlikte yapıyordu ve o milyonlar için bu planlar, kendi örgütleri aracılığıyla, ortak çıkarları uğruna, ortaklaşa yerine getirmeyi kararlaştırdıkları bir görevdi. Görevi yerine getirirken, hiç beklemedikleri güçlüklerle, ama aynı zamanda, hiç ummadıkları olanaklarla karşılaştılar. Her iki durumda da, plan, buna uygun olarak değiştirildi. Bu işte görev alan insanlar, değişmez katı talimatları uygulayan değil, ortaya çıkan yeni olanak veya güçlüklere göre hareket etmeye hazır kişilerdi. Emir komuta zinciri altında, ya da “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” zihniyeti içinde çalışmaya alışmış kişiler için bu durumu anlamak kolay değildir. Ama planlar başarıyla tamamlandılar. Şehirler, fabrikalar, barajlar ve demiryolları, yabancı uzmanların beklediğinden çok daha hızlı bir biçimde inşa edildiler. Planlar, aynı zamanda, sürekli olarak yeni verilerin ve yeni yasaların elde edilebildiği toplumsal-ekonomik deneylerdi. Yeni yeni planlara, daha büyük hedeflerin konulmasına yol açtılar.
Başarılı ve başarısız deneyimlerin ışığında bilimsel uygulamaların kendiliğinden ortaya çıkmadıkları; önce insanların ihtiyaçlarının saptanması, ardından da bu ihtiyaçları karşılayacak yolların bulunması için bilinçli ve planlı bir bilimsel çaba harcanması gerektiği görüldü. Devletin tüm önemli sanayilere el koyduğu, ne tekellerin ne de rekabetin bulunduğu Sovyetler Birliği’nde, bilimi tam anlamıyla geliştirmek ve ondan eksiksiz yararlanmak için planlı ve bilinçli bir çaba içine girildi ve gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden farklı olarak, kişisel dehanın yerini planlı bilimsel araştırma aldı. Bu, bilimi, özel şirketlerin yerini almış olan sanayi ve tarımsal kuruluşların emrine vererek değil, eski akademilerden yararlanarak ve onları onursal dernekler olmaktan çıkarıp, etkin araştırma ve yüksek öğrenim merkezlerine dönüştürerek, gerçekleştirildi. Bu planlamayı hazırlayanlar, kapitalist ülkelerde olduğu gibi, alanın dışından teknokrat ve bürokratlar değil, aksine akademi ve enstitülerde çalışan, oralarda bizzat araştırma yapan bilim insanlarıydı. Bunlar, çalışmaları planlarken, hem bilimin verimli içsel gelişimini güvence altına almayı, hem de doğa ve insan kaynaklarından azami ölçüde yararlanmayı gözetiyorlardı. Bilimin toplumsal dönüşümün güçlü bir aracı olduğu bilincine, işte bu deneyimler sonucunda ulaşıldı. Bu deneyimler sonucu, modern toplumun varlığı bilime bağımlı hale geldi.
Batı’nın kapitalist ülkeleri, bilimi bilinçli bir biçimde ve planlayarak büyük ölçeklerde kullanmaya, ancak 20. yüzyılın savaş dönemlerinde, askeri üretim amacıyla başladılar. 1. ve 2., daha çok da 2. Dünya Savaşı sırasında, sanayinin ve tarımın tüm alanlarında bu yeni anlayış kullanıldı. Bu yüzden, 20. yüzyılın ilk yarısındaki önemli bilimsel gelişmelerin çoğu, savaş sırasında yapılan askeri üretim amaçlı araştırmalardan ortaya çıktı. Oysa söz konusu yaklaşım, Ekim Devrimi ile yaşam bulan yeni sosyalist toplumun en başından beri izlediği politikaydı. Sanayi, tarım, tıp ve hatta bilimin kendisi bile, ekonomik güçlerin insafına terk edilmek yerine, bilinçli olarak planlandı. Hiç onaylamadıkları ve alay ettikleri halde, kapitalist ülkelerin sanayileri ve hükümetleri, Sovyetler Birliği’nin bu planlama eğilimini kısa zamanda taklit ettiler.
2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası dönemlerde, İngiltere ve ABD’de, her iki ülke biliminin planlanması ve örgütlenmesinde, bilim politikalarının oluşturulmasında en üst düzeylerde görev almış olan Dr. Alexander King, bu plan ve politikaları hazırlarken, İngiliz sosyalist bilim adamı Profesör John Desmond Bernal’in görüşlerinden, özellikle de, kapitalist ve sosyalist bilim uygulamalarını karşılaştırıp Sovyetler Birliği’ndeki bilimi anlattığı ve bunlardan yola çıkarak önerilerde bulunduğu “Bilimin Sosyal Fonksiyonu” adlı kitabından çok yararlandığını anlatır.
Ekim Devrimi ile bilimin toplumsal konumu tümüyle değişime uğradı. 20. yüzyılın başlarına dek dünyada yapılan bilim, profesörün küçük laboratuvarı ya da mucidin arka odası ile sınırlı kişisel bilimdi; bu yüzden 20. yüzyıl başlarına kadar olan bu dönem, kişisel bilim dönemi olarak da adlandırılır.[2] Kısmen 1. Dünya Savaşı’nın askeri ihtiyaçları, esas olarak da Ekim Devrimi, bu durumu değiştirdi ve geniş ölçekli yeni bilim dönemi başladı. İlk kez Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan ve 2. Dünya Savaşı sırasında evrenselleşen bu dönem, büyük ölçekli bilim[3] dönemiydi. Bu dönemde, araştırma-geliştirmeye harcanan para artık on milyonlarla ifade ediliyor ve gerekli insanları ve araç-gereçleri barındırmak için bir kasaba büyüklüğünde kuruluşlar gerekiyordu. Böylesine büyük kuruluşların kurulup çalıştırılması için gereken parayı ancak devlet sağlayabilirdi. Sovyetler Birliği’nde böyle oldu. Birinci Beş Yıllık Plan sırasında, böyle, çok sayıda araştırma kurumu ve enstitü kuruldu. 1933 yılı başında, kısmen küçükleriyle birlikte, bu kurum ve enstitülerin sayısı 586 oldu. Kapitalist ülkelerde ise, daha farklı bir yol izlenir. Bu ülkelerde, böylesi durumlarda, devlet, tekelci işletmeleri yardıma çağırır; kendi başlarına âdeta birer devlet olan bu tekeller de, devletle araştırma-geliştirme sözleşmeleri yaparak, bu parayı, istekleri doğrultusunda –ki, istekleri de her zaman azami kâr olur– harcarlar. Oysa sosyalizmde, bu büyük ölçekli bilimin amacı ne kâr, ne de yıkımdı; amaç yapıcıydı; tek amacı, doğayı dönüştürmek ve insan yaşamını kolaylaştırmaktı.
Sovyetler Birliği ve öteki sosyalist ve halk demokrasili ülkelerdeki bilim insanlarının tutumu, farklı bir doğrultuda edindikleri deneyimler sonucu farklı bir kutupta toplandı. Bilim insanları, bir taraftan Avrupa’nın ve Asya’nın acımasızca yerle bir edilmesinin sıkıntısını çektiler; çünkü bu arada, yıllarca süren eziyetli çalışmaların meyveleri de yok edilmişti. Kapitalist dünyanın yol açtığı yıkım ve nefreti, yaşayarak gördüler. Öte yandan, yerle bir olmuş ülkelerde, halkların gösterdiği yaralarını sarma ve yeniden ayağa kalkma yeteneği, içlerini tekrardan umutla doldurdu. Barış geldiğinde, çok daha büyük başarılar elde edileceğini gördüler. İnsan aklının doğayı anlama ve denetim altına alma yeteneğine olumlu bir inanç doğdu; öyle ki, yaradılıştan geldiği düşünülen tüm sınırlılıklar reddedildi. Bunun sonucunda, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında, büyük doğayı dönüştürme hamlesi başlatıldı.
DOĞAYI DÖNÜŞTÜRMEK
İnsan, binlerce yıl, doğaya egemen olma ve onu dönüştürerek yararlanma düşleri gördü. O güne dek işlenmemiş toprakları işlemek, sel taşkınlarını önlemek, su bentleri ve yolları yapmak, açlığın önüne geçmek, hastalıklardan korunmak, hatta hastalıkları ortadan kaldırmak; daha iyi, daha sağlıklı, daha özgür, daha mutlu, daha tok yaşamak, insanlığın başından beri hayaliydi. Bilimin ortaya çıkışı ve gelişimini sağlayan zaten bu hayal ve çabalardır. Descartes, 17. yüzyılda, “Doğaya egemen olup onun efendisi haline gelebiliriz” demişti.[4] Önceden başlatılmış, ama araya giren savaş nedeniyle kesintiye uğramış bu hayalleri gerçekleştirme çabalarına, Hitler faşizminin Sovyetler Birliği’nde yarattığı akıl almaz yıkım ve acının yaraları sarılır sarılmaz, yeniden girişildi.
Savaş öncesi dönemde, toprağın iyileştirilmesi ve çöllerin tarıma elverişli hale getirilmesi çalışmalarına başlanmış ve bu alanda önemli mesafeler de kat edilmişti. Burada gözetilen ilk ve en önemli yan, daima, toprağın korunması ve iyileştirilmesi oldu. Savaş sonrası yıllarda, bu süreç öylesine yaygınlaşıp hızlandırıldı ki, gezegenin tarihinde o güne dek hiç olmayan bir durum ortaya çıktı: İnsanlığın hizmetinde doğanın yeniden yapılanması ve coğrafyanın değiştirilmesi. Böylesi bir girişimi düşünüp gerçekleştirebilmek için, her şeyden önce, ortak hedefler doğrultusunda çalışmaya alışkın ve gelecekteki büyük kazanımlar uğruna bugünü feda edebilecek denli özgüven sahibi bir halk gerekir. Bunun yanı sıra, bu iyi niyeti yaşama geçirmek için, azami ölçüde bilimden yararlanmak gerekir. Irmakların önüne bent çekmek, kanallar açmak ve dev elektrik santralleri inşa etmek için makine mühendisliğinin; ormanlık bölgeler meydana getirmek, sulama ağları kurmak, hayvanlarla ekinleri dengelemek için biyoloji mühendisliğinin yardımı gerekir. Sovyetler Birliği de bunu yaptı. Her yerde, tarımın laboratuar ve alan deneyleriyle birleştirildiği karma sistemlere özel vurgu yapıldı, böyle çalışmalar alabildiğine teşvik edildi.
Kuraklık tehlikesi içinde ve yarı çöl durumundaki Rusya’nın güneydoğusu ile Hazar Havzası’nda yüz milyon insanı besleyecek bir tarım ve sanayi uygarlığı kurulması çalışmaları başlatıldı. Düşük rakımlı ovalar, kurulan bentlerin yardımıyla sulandı. Sulama kanalları, bazı yerlerde, dağların içinden geçirildi, bazı yerlerde, denizin bir kolunun yerini aldı. Yüksek rakımlı yerlerde, topraklar, su pompalanarak sulandı. Açık çöllerde, kumlar, saksaul ağaçlarıyla yerinde tutuldu; güneşten yararlanarak, buralara su pompalanıp yüzey soğutuldu. Planlama, tüm ırmak havzalarını kapsadı. Volga, Don ve Dinyeper gibi büyük ırmaklar, havuzlar ve elektrik santralleri olan bentlerle ayrılmış göl silsilelerine dönüştürüldü; su, sulama kanallarına aktarıldı. Böylece, su taşkınlarıyla kuraklıklar önlendi.
Hazar Havzası’nda, Aral gölünü çevreleyen geniş çöllerin sulanıp tarıma açılması için göle dökülen Amu Derya ve Sir Derya ırmaklarından yararlanıldı. Bunun için örneğin, Amu Deryanın bir kısmı dev kanallarla Kara Kum çölünün ortasından geçirilip Hazar Denizi’ne döküldü. Bunun sonucunda, Orta Asya’nın bu kurak bölgelerinin bir kısmı verimli topraklar haline getirildi. Bu kanallar sayesinde Özbekistan bugün dünyanın en büyük pamuk ihracatçısı ülke haline gelmiş durumda. Burada kısa bir not düşmek gerekecek:
Sovyetler Birliği’nin sosyalist inşa ve büyük planlı kalkınma hamleleri sırasında hayata geçirdiği projeleri –ve tabii ki doğal olarak sosyalizmi– karalamak için her şeyi eleştirip kötülemeyi kendilerine iş edinen burjuva ekonomistler ve “bilim” adı takarak kara propaganda yürütenler, sözü edilen bu dev sulama kanallarını ve ırmakların tarımın hizmetine sunulması projelerini de, –sanki kâr hırsıyla bütün doğayı katleden, en son karbon gazları salınımını doruğa çıkarıp “küresel ısınma” denen iklim değişikliklerini tetikleyerek sadece çevreyi değil insanlığı da tehdit eden kapitalizmin sözcüleri değillermiş gibi– “doğaya müdahalenin felakete yol açtığı”nı ileri sürerek, eleştiriyorlar. Örneğin Amu Derya ırmağının çöllerin içinden geçirilmesinin Aral Gölü’nün kurumaya başlamasında ana neden olduğunu öne sürüyorlar. Kısaca açıklayalım: Aral Gölü çevresindeki çöllerin tarım yapılır hale getirilmesi projesi, devrimden hemen sonra, 1918’te kararlaştırıldı. Ancak böylesine dev projelerin gerçekleştirilmesi için hazırlıklar gerekiyordu. Çünkü böyle kapsamlı çalışmalar için makineleşme, yeni büyük boyutlu inşaat mühendisliği makineleri gerekir. Elde, dev yük arabaları ve çekiciler, buldozerler, hidrolik kazıcılar olması, kısacası önce büyük makineleşme hamlesinin tamamlanması gerekirdi. Aksi halde çölleri bir ağ gibi örüp kilometrelerce uzayıp giden kanalların yapılması, akıntıyı hızlandırmak için ırmaklara yeni kollar açılması, elverişli iyi toprağın ortaya çıkarılması, toprağın taş ve kaya parçalarından arındırılıp temizlenmesi, bütün bunlar için gerekecek enerjinin yerel doğal kaynaklardan elde edilmesi gibi, makinelerin birkaç yıl içinde gerçekleştireceği işleri, binlerce bile olsalar, köylüler, elleriyle bin yılda tamamlayamazlardı. Bu yüzden önce sanayileşme hamlesinin gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Ardından araya giren Alman faşizmi saldırısının savuşturulması beklendi. Bunun sonucunda Hazar – Aral Projesi ancak 1940’ların ortalarında ele alınabildi. Proje çok büyük ve kapsamlı olduğundan, bölüm bölüm ilerliyordu. Amu Derya ırmağını Kara Kum çölü içinden geçirecek, bugün dünyanın en büyük sulama ve su sağlama kanalı olan Kara Kum Kanalı’nın inşasına, ancak 1954 yılında başlanabildi. Stalin’in 1953’te ölümünün ardından, revizyonizmin kısa zamanda iktidara gelmesiyle, bütün bu dev projeler kesintiye uğratıldı. Sovyetler Birliği’nin sosyalist inşada temel aldığı sanayileşme, özellikle de ağır sanayinin geliştirilmesinin revizyonizm tarafından durdurulması doğrultusunda, bu dev mühendislik projeleri de, ya durduruldu ya da savsaklandı, başlamış olanlar da baştan savma yapıldı. Örneğin inşası 1954’te başlatılıp, kısa zamanda tamamlanması hedeflenen Kara Kum Kanalı, 34 yılda, 1988’e kadar bitirilemedi, hem de inşasında başta yapılan hesaplama ve planlara sadık kalınmadığından, çoğu kanallar, büyük su kaybı olacak biçimde inşa edildi. Çok daha önemlisi, Aral – Hazar havzası projesinin ikinci ve asıl ana bölümü, boşu boşuna Kuzey Kutbu’nun bataklıklarına dökülen Sibirya ırmaklarının, döndürülerek, Aral bölgesine kadar getirilip, Aral çukurunun doldurması projesi idi. Böylece, değil Aral Gölü’nün kuruması, aksine, bölgede dünyanın en büyük yapay gölü yapılarak, binlerce yıllık çöllerin yemyeşil zengin tarım alanlarına dönüştürülmesi ve bölgede yaşayan yüz milyon insanın beslenmesi hedefleniyordu. Revizyonist yönetim, sosyalizm döneminde bütün planları yapılan bu projeye hiç başlamadı. Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, bugün Aral Gölü’nün kurumasının sorumlusu olarak, sosyalizm ve onun büyük projeleri kesinlikle gösterilemez. Eğer mutlaka bir sorumlu aranacaksa, bu sorumlu, insanlığın bu en büyük projelerini değişik yollarla baştan beri engellemeye çalışan kapitalizm ve başlamış projelerin hem eksik hem de hatalı yapılmasını sağlayan revizyonizmden başkası olamaz. Artık konumuza dönebiliriz.
Sovyetler Birliği’ndeki bu hamleler, öteki halk demokrasili ülkelere de ilham kaynağı oldu. Çin Halk Cumhuriyeti’nde[5], büyük çevre koruma planları yaşama geçirilmeye başlandı. Taşkınlarıyla sürekli en zengin Doğu eyaletlerini yıkıma uğratan Hwai Irmağı denetim altına alınarak, yararlı hale getirildi. Yangzte Irmağı ile Sarı Nehir’in kolları denetim altına alınarak, bu ırmakların akış yolu üzerindeki havzalardan yararlanıldı. Tüm bunlar, malzeme için bir an olsun beklenilmeksizin, çapalarla toprak kazılıp hafriyat sepetlerle taşınarak, gerçekleştirildi.[6]
Kuşkusuz bu işler, son altı bin yıl içinde herhangi bir zaman diliminde yapılabilirdi, bugün de yapılabilir. Petrol ve su bakımından zengin olan Mezopotamya, uygarlığın doğduğu günlerdeki kadar verimli ve zengin olabilir. Mısır, Nil’in suyundan iki-üç kat daha fazla yararlanabilir ve çok daha büyük bir nüfusun insana yaraşır koşullarda yaşamasını sağlayabilir. Eski deneyimler ve modern araştırmalardan yararlanılsa, Sahra Çölü’nün büyük bölümü yeniden verimli hale getirilebilir. Hintliler, tarımsal ve mekanik ustalıklarının sağladığı geniş olanaklardan yararlanabilirler. Tropikal Afrika ve Güney Amerika, kendi su kaynaklarından yararlanarak, tarihte ilk defa tropikal yağmur ormanlarını değerlendirmenin bir yolunu bulabilir. Fakat bunları gerçekleştirmek için, sadece kendilerinin ve temsilcisi oldukları sınıfların çıkarlarını düşünen kral ve imparatorların, mandarin ve padişahların, tekel ve onların temsilcilerinin değil, halkın iktidarda olması gerekir.
SOSYAL TIP
Sovyetler Birliği, kuşkusuz yalnızca tarımın ve doğanın dönüştürülmesi gibi büyük projeler ve devasa bir sanayi hamlesi gerçekleştirmekle kalmadı, hemen her alanda yenilikler yaptı. Tıptan eğitime, tarımdan ekonomiye, fizik ve biyolojiden psikoloji, sosyoloji ya da tarihe, bilimin hemen her alanına yeni bir anlayış, yeni bir yaklaşım getirdi. Örneğin tıpta, o güne dek yapılmamış bir uygulama gerçekleştirildi ve tıp sosyalleştirildi. Tıpta sosyalizasyon Sovyetler Birliği ile başladı.
İki türlü tıp ya da sağlık veya hekimlik hizmeti vardır: Sosyal ya da koruyucu tıp ve tedavi edici tıp. Sosyal ya da koruyucu tıp, kişinin hastalanmasını önlemeye çalışarak, sağlıklı kalmasını sağlamaya; tedavi edici tıp ise, hastalanmış kişiyi tedavi etmeye çalışır. Bunlar, 1. ve 2. basamak hizmetleri diye de adlandırılırlar. Sovyetler Birliği, bunlardan, ikincisini ihmal etmeden, daha çok birincisine ağırlık verdi. Çok sayıda sağlık evi ve dispanser açıldı; hızla binlerce ebe, hemşire, sağlık memuru ve tabii ki hekim yetiştirildi. Bataklıklar kurutuldu, hastalık etmenlerinin ortadan kaldırılması için büyük çaba harcandı. Sağlık hizmetleri alabildiğine yaygınlaştırılıp parasızlaştırıldı. Bunu sağlamak için hızla yeni yeni sağlık okulları, tıp fakülteleri açıldı. Örneğin, Ekim Devrimi olduğu sırada, Kazan, Odessa ve Kharkov’da birer, St Petersburg’da (Leningrad) iki tane olmak üzere bütün Rusya’da toplam 5 tıp fakültesi vardı. 1930’ların başına gelindiğinde, Sovyetler Birliği’ndeki tıp fakültesi sayısı 51’e ulaşmıştı.[7] O güne dek Rusya tarihinde hiç olmamış bir şey gerçekleşti: Hayatlarında hastane, doktor, hemşire yüzü görmemiş milyonlarca insan, istediği zaman, istediği yerde, para vermeden tedavi olmaya, oldukça yetkin sağlık hizmeti almaya başladı.
Sosyal tıp, mantıksal olarak, toplumsal üretimi ve toplumsal bölüşümü gerektirir; çünkü herkesin çalışması, dinlenmesi ve yeterince beslenmesi başka türlü güvence altına alınamaz. Kısacası, sosyal tıp sosyalizmi gerektirir: ABD’de sosyal tıbbın hiç uygulanmaması ve hatta ondan korkulup nefret edilmesinin, sosyal tıbbın tembel ve açgözlü insanların düşüncesi olarak lanse edilmesinin asıl nedeni budur. Oysa Sovyetler Birliği ve öteki halk demokrasili ülkelerde, özellikle de çocuklar için gelişmiş sağlık hizmetleri verilmesi yönünde hızla bir seferberlik başlatıldı. Hekimlerin ve hemşirelerin toplumsal konumları yükseltildi, tıp mesleğinde hekim sayısı artırıldı. Bu durum, üstelik yalnızca ülkenin belli başlı merkezleriyle sınırlı tutulmadı, tüm ülkeye yayıldı. Örneğin Özbekistan’da, Çarlığın egemen olduğu dönemde her 31 bin kişiye bir hekim düşerken, 1952’de her 895 kişiye; Azerbaycan’da da her 490 kişiye bir hekim düşüyordu. Oysa aynı dönemde İngiltere’de her 862 kişiye bir, Nijerya’daysa her 133 bin kişiye bir hekim düşüyordu.
Sovyetler Birliği ve Ekim Devrimi’nden ilham alan Çin’de de benzer ilerlemeler kaydedildi. Sağlık seferberliği kitlesel bir biçim aldı. İlk adım, bulaşıcı hastalık/enfeksiyon kaynaklarının ortadan kaldırılmasıydı. Çin, dünyanın en çok sinek istilasına maruz kalan ülkelerinden biriydi; halk hükümetinin kurulmasından iki yıl sonra, Çin’in kasaba ve köylerinde tek bir sinek bile bulunmaz oldu. Vebanın endemik merkezleri temizlendi ve dört yüz milyondan fazla insan, çiçek hastalığına karşı aşılandı. Sağlık hizmetleri muazzam ölçüde artırıldı. Örneğin 1952 Haziran’ında, Kuzeydoğu Çin’de, özgürlük öncesi günlere oranla yirmi kat daha fazla hastane ve on iki kat daha fazla sağlık kliniği vardı. 1954’te, her 625 işçiye bir hekim düşüyordu. Bu rakam, ülke genelinde 880’e 1’di. Yaşam-kurtaran yeni ilaçlar üretmek üzere fabrikalar kurularak, ilaç ithalatına karşı Amerikan ambargosu bozguna uğratıldı.
Sovyetler Birliği’nin başlattığı sosyal ya da sosyalleştirilmiş tıbbı kendilerine örnek alanlar, yalnızca öteki sosyalist ve halk demokrasili ülkeler olmadılar. Başta İngiltere olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerin bir kısmı, bu sistemi, –biçim olarak da olsa– kendi ülkelerinde uygulamaya başladılar. Örneğin İngiltere’de, daha 2. Dünya Savaşı’nın ortasında, 1942 yılında, Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS) adı verilen yeni bir sağlık sistemi uygulaması başlatıldı. Clement Attlee hükümetinin başlattığı NHS, Sovyet sağlık sistemi örnek alınarak planlamış ve “sosyalizasyon” da denilen, bir sosyalleştirilmiş sağlık hizmetiydi. İngiliz “sosyalleştirilmiş” sağlık sisteminin olumlu etkileri görülür görülmez, Türkiye dâhil pek çok ülke, benzer uygulamalara girişerek, koruyucu tıp başta olmak üzere, birinci basamak sağlık hizmeti yasalarını geçirmeye başladılar. Her ne kadar İngiltere’nin örnek alındığı söylense de, aslında örnek alınan, Sovyetler’in sosyalleştirilmiş sağlık sistemiydi. Tahmin edileceği gibi, örnek alınan, o sistemin içeriği değil, daha çok biçimiydi, kaba bir görüntüsüydü.
EĞİTİM
Genç Sovyetler Birliği’nin toplumsal ve eğitimle ilgili yerine getirmesi gereken görevler, en az öteki maddi görevler kadar önemliydi. Farklı ırk ve dillerden, geri kalmış, sınıflara bölünmüş, kafaları hurafelerle doldurulmuş yığınlar, kendilerini en yüksek teknik ve kültürel düzeye çıkaracak yolu bulmak zorundaydılar. Kapitalist ve feodal zamanlardan kalma, insanları birbirinden uzaklaştıran kökleşmiş alışkanlıklar, önyargılar, düşmanlıklar ve korkular, eğitim yoluyla, önce denetim altına alınmak, sonra da ortadan kaldırılmak zorundaydı. Yeni türde bir insanın yaratılması gerekiyordu.
Sovyetler Birliği’nin tüm eğitim tarihi boyunca gerçekleştirilen en önemli reformlardan biri, suçlu çocuklardan bir koloni oluşturup, onların kendilerine olan saygılarını ve dayanışma duygusunu kazanmalarını vurgulayan Makarenko’nun öncülüğünde, kendi ekmeğini kendi kazanan bir komünün kurulmasıydı. Bu komünün başarıları, Makarenko’nun “Yaşam Yolu” isimli kitabı ve aynı adı taşıyan bir sinema filmiyle ölümsüzleştirildi. Eğitimde sadece disiplin vurgusu yapan eğitimcilere karşı amansız bir mücadele yürüten Makarenko’nun çalışmaları, tüm bir Sovyet eğitimcileri kuşağına esin kaynağı oldu. Onun temel ilkesi olan “herkesten elinden gelenin en iyisini yapmasını istemek, ama aynı zamanda ona mümkün olan en büyük saygıyı göstermek”, yeni sosyalist dünyada, birey ve sorumluluk konusundaki yeni yaklaşımın anahtarı oldu. Makarenko, kendi kolektifinin –Gorki Kolonisi’nin– özgün karakterini şu sözlerle dile getirir: “Bu kolektifte son derece karmaşık bir sistem vardır. Her bir birey kendi kişisel uğraşlarını başkalarının uğraşlarıyla uyumlu kılmak zorundadır; … öyle ki, onun kişisel hedefleri ortak hedeflerle çelişmesin… Bu uyum, Sovyet toplumunun karakteristik özelliğidir. Bana göre ortak hedefler temel, belirleyici hedefler olmanın yanı sıra aynı zamanda benim kişisel hedeflerimle de bir zincirin halkaları gibi birleşmişlerdir.” Bu sözler, başka pek çok Sovyet girişiminden elde edilen deneyimi ifade ediyordu.
Sovyetler Birliği’nin eğitim alanındaki çalışmaları çocuklarla sınırlı değildi; yetişkin erkekleri ve onun da ötesinde, yeni uygarlığa katacak çok şeyleri olan kadınları da kapsıyordu. Sovyetler Birliği’nin ilk yılında gerçekleştirdiği iki önemli insani başarıdan biri, kadının erkeğe bağımlı olmaktan kurtulması, diğeri de, bilginin ve fırsatın yaşına, sınıfına ya da milliyetine bakılmaksızın herkese sunulmasıydı. Sovyetler Birliği’nde geçerli ilke, Lenin’in dediği gibi, “Her aşçının devleti yönetmeyi öğrenmek zorunda olması”ydı.
Okuma yazma oranının çok düşük olduğu Rusya’dan, 1950’lere gelindiğinde, genel yüksek öğrenim yaşama geçirilmeye başlanmıştı. Sovyetler Birliği’nde, pek çok merkezde, orta öğrenimin ardından yüksek öğrenime devam edenlerin oranı yüzde 60 ile yüzde 100 arasında değişiyordu. Bu öğrencilerin bazıları üniversitelere, bazıları çeşitli teknik ve tarım yüksek okullarına, bazıları tıp fakültelerine, bazıları konservatuar ve bale okullarına, hatta bazıları da sirk sanatı enstitülerine kayıt yaptırıyorlardı. Örneğin dünyanın önde gelen bilim insanlarından İngiliz Profesör J. D. Bernal, 1953 yılında gittiği Sovyetler Birliği’nin uzak bir köşesindeki Tiflis Üniversitesi’nde, fizik öğrencilerinin sayısının Londra Üniversitesi’ndekilerden daha fazla olduğunu gördüğünü söylüyor.[8] Ve hemen ekleyerek, “üstelik bu öğrencilerin 350’si kadındı, Londra’da bu sayı 70’den azdır” diyor.
Öteki alanlarda olduğu gibi, Sovyetler Birliği’ndeki yeni eğitim sistemi de, birçok ülkeye ilham kaynağı oldu. Bunlardan birinin de bizdeki “köy enstitüleri” uygulaması olduğu rahatlıkla söylenebilir.
BİLİMDE YENİ YAKLAŞIM, YENİ YÖNTEM
Aslında bütün bu gelişmeler tesadüfî olmamıştı. Bilimde yeni bir yaklaşımın, yeni bir bakışın sonuçlarıydı. Bilimin, diyalektik materyalist bir bakışla ele alınıp, insan ve ihtiyaçları merkeze konularak planlanıp uygulanmasıydı.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa edilmeye başlanmasıyla, bilimdeki yaklaşım da değişmeye başladı. Araştırma konuları, toplumun ihtiyaçlarına göre belirlenir oldu. Sovyetler Birliği’nde, örneğin biyolojide bilime yeni bir yaklaşım getiriliyordu ve bu alandaki yaklaşım, giderek bilimin öteki alanlarını da etkileyip, o alanlarda da uygulanmaya başlanmıştı. Biyoloji, genetik ve tarım biyolojisindeki genç, sosyalist bilim insanı kuşağı, sosyalizmin yeni bilimci kuşağını temsil ediyordu ve bilim ve araştırmada bu yeni sosyalist yaklaşımın simgesiydi.
Bilimin ve bilimsel araştırmanın görevi ne olacaktı? Sadece görmek ve açıklamak mı; yoksa aynı zamanda değiştirmek, doğaya egemen olmak, doğayı insanın hizmetine sunmak mı? Daha da önemlisi, araştırma konuları nasıl belirlenecekti; bilim, bilim yapmış olmak için mi, yoksa bir sorunu çözmek, bir ihtiyacı gidermek için mi yapılacaktı? Sovyetler Birliği’nin yeni genç bilimci kuşağı, bu sorunun cevabını, araştırma konularının insanın ihtiyacına göre belirlenmesi olarak verdiler. Bunu da, sözle değil, pratik uygulamaları ile gösterdiler. Bilimin; yalnızca bilim yapmış olmak, araştırmacının araştırmasını sadece kendini tatmin etmek, merakını gidermek ya da kafasına takılan ve kendisine sorun gelen sorunları çözmek için –veyahut da bugün olduğu gibi tekellerin isteklerine yanıt vermek için– değil, insanın bir gereksiniminin giderilmesi, ortaya çıkmış pratik bir sorunun çözülmesi için yapılması gerektiğinde ısrar ettiler. Bu temelde bir saflaşma ortaya çıktı. Bilim ve akademi kurumlarının yetkili organlarında mevzilenmiş eski düşünce ve yaklaşımın temsilcileri, yeni yaklaşıma uygun araştırmaları engelleyince ve üstelik bu engellemede uzun yıllar ısrar edince, sonunda, zorunlu olarak, sosyalist yönetim tarafından değiştirildiler. Araştırmanın yönü, yeni anlayışa uygun olarak değiştirilmekte olduğundan, buna uygun düşen yeni kadrolaşma da gerekiyordu ve öyle de yapıldı. Yazımızın başında kısaca belirttiğimiz, “Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yapmadığı; bilimi ve bilimsel gelişmeleri kösteklediği, hatta engellediği; bilim insanlarının bilimsel çalışmalarına doğrudan müdahale edilip politik dayatmalar yapıldığı, karşı çıkan bilim insanlarının 1930’ların ortalarından 1960’lara dek görevlerinden alınıp susturulduğu” yönündeki iddiaların dayanağı, işte, bilimdeki bu yeni yaklaşıma uygun yeni kadrolaşmanın başlatılmasıdır. Bilimde farklı ve yeni bir anlayışı simgeleyen Sovyetlerin yeni ve genç bilimci kuşağının bilim kurumlarının yetkili organlarının yönetimlerine getirilmesi, yıllardır bu kurumlarda mevzilenmiş eski düşüncenin temsilcilerini ve yandaşlarını rahatsız etti ve bu yüzden, konu alabildiğine abartıldı, çarpıtıldı ve dünya çapında akıl almaz bir ideolojik – politik saldırıya dönüştürüldü.
Ne yapılması bekleniyordu? Devlet, esas olarak işçi devletiydi ve çalışan işçi ve öteki emekçi kesimlerin iş ve yaşam koşullarını iyileştirmek zorundaydı, bunun için vardı. Yeni sosyalist bilimci – mühendis kuşağı, ihtiyacı görerek, bilim ve teknolojide araştırmanın yönünü o tarafa çevirmiş, ona uygun mevzileniyordu. Örneğin maden işçilerinin göçüklerde yeraltında kalmasını önlemek için, madenlerin yeraltından insansız çıkarılmasının yöntemlerini buluyordu. Örneğin, başta sert iklim koşulları olmak üzere, olumsuz koşullar yüzünden yeterince tahıl üretimi yapılamıyordu. Ülkenin besin ihtiyacının giderilmesi için, tarım bilimcileri devreye girip, tarıma elverişsiz, çorak ve kar altındaki topraklarda, o koşullarda yetişebilecek tarım ürünleri yetiştirmenin yollarını bulmak zorundaydı. İnsanlar yeterince beslenemezken, bilim insanları laboratuarına kapanıp feryatlara sırtını dönemezdi.
GENETİK TARTIŞMALARI VE “LİSENKO OLAYI”
Yukarıda belirtildiği gibi, Sovyetler Birliği’nin iklimi ve topraklarının geniş bir kesiminin koşulları, verimli tarım yapılmaya elverişli değildi. Birçok yerde tarım yapılabilecek gün sayısının sınırlılığı bir yana, Sibirya’nın uçsuz bucaksız toprakları hep kar altındaydı ve bu devasa alanlar boş duruyor, ekim yapılamıyordu. Bir yandan iklim koşulları, bir yandan da toplumsal ve politik koşullar, Sovyet tarımına sürekli darbe vurdu. Devrim öncesi Çarlık politikaları ve Birinci Dünya Savaşı, Rus tarımını yıkıma uğratmıştı. Devrimden hemen sonra, 1920-21 yıllarında, hem büyük kuraklık başladı, hem de iç savaş alevlendi. Kuraklık, iç savaş ve bunların sonucunda ortaya çıkan kıtlık, tarımı ve tarımla geçinen geniş köylü yığınlarını çökertti. 2-3 yıl geçmişti ki, 1924 senesinde çok sert bir kış oldu. Tahıl üretiminin yüzde 20’si bu sert kışta kayboldu. Yine, 1927-1928 ve 1928-1929 yıllarında, üst üste, çok ama çok sert iki kış daha görüldü. Lisenko ve arkadaşlarının uyguladıkları vernalizasyon[9] yöntemine göre ekilmiş 32 milyon akrelik kış buğdayı, bu iki yıllık olağanüstü soğuklarda yok oldu.
Derken, 1930’larda, tarımdaki kolektifleştirmenin yer yer yanlış anlaşılması sonucu ortaya çıkan köylü sorunlarında, çok geniş tarım alanları tahrip edildi. Sorunun çözülüp yaraların sarılması zaman aldı. Genç Sovyetler Birliği tam belini doğrultmaya başlamışken, bu kez de, devreye savaş girdi. Alman orduları, Sovyetler Birliği’nin en verimli topraklarının bulunduğu bölgelerde taş üstünde taş bırakmadılar. Bütün sanayi tesisleri, tarım alanları, büyük çiftlikler yakıldı, yıkıldı. Sağlam bir şey bırakılmadı. Tahıl üretimi, savaş öncesi seviyenin kat kat altına indi. Bu seviyeye, yeniden, ancak savaştan 5-6 yıl sonra, 1950-51 yıllarında ulaşılabildi. Yıkım böylesine büyük olmuştu.
İşte bütün bu koşullar altında, genç Sovyetler Birliği’nin gıda gereksiniminin acilen giderilmesi, tarımsal üretimin hızla artırılması gerekiyordu. Oysa yukarıda gördüğümüz gibi, ne iklim, ne de politik koşullar buna uygundu. Doğanın koyduğu sınırlılıkları aşmak, onu yenmek, doğanın yasalarını denetim altına alıp ona egemen olmak; olumsuz koşullarda; iç savaş ya da savaşın olmadığı bölgelerde, Sibirya’da, soğukta, kar altında yetişebilecek yeni tahıl türleri geliştirmekten başka yol yoktu. Bilim, bu ihtiyacı gidermek, sorunu çözmek göreviyle karşı karşıya kaldı. Ülke ve halkın ihtiyacı buydu ve bilimden bu bekleniyordu.
Kendilerine diyalektik materyalizmi rehber edinmiş genç Sovyetler’in yeni sosyalist bilim insanı ve tarım uygulamacısı kuşağı, “göreve hazırız” dedi; laboratuarların dört duvarı arasına kapanmak yerine, o güne dek hiç yapılmamış bir yola başvurdu; gereksinimi görüp, pratik ve ihtiyaçtan yola çıkarak, kolları sıvadı. Genç akademisyen, araştırmacı ve tarım uygulamacıları, zorlu görevin üstesinden gelmek için, doğrudan canlı pratiğin içine doğru yola koyuldular. Önce, doğayı, Rus köylüsünün yüzlerce yıldır yaptıklarını ve Miçurin gibi önde gelen tarım bilimcisi ve ziraat uygulamacılarının çalışmalarını izlediler. Sahaya, tarlalara, kolhoz ve üretme çiftliklerine yayılıp, deneylere başladılar. Sorunu yerinde gidermeyi yeğlediler. Bu nedenle, Sovyet köylüsü, yanı başında gördüğü, yeni, sosyalist genetik ve tarım bilimcisi kuşağına “insan sevenler” adını takarken, laboratuvara kapanmış, meyve sineği üzerinde uzun araştırmalar yapan eski klasik genetikçilere “sinek sevenler” dedi.
Tarım bilimcisi Miçurin’in ünlü “Nimetlerini bize sunması için doğayı bekleyemeyiz; onları onun elinden söküp almalıyız” sözünden yola çıkarak, tahıl bitkilerinin genetik yapısıyla oynayarak, sıcak bölgelerde yetişen buğday türlerinin soğuk bölgelerde yetiştirilmesinin mümkün olduğu tezini geliştirip, işe koyuldular. O dönemde, henüz ne DNA ya da genler, ne de modern moleküler biyoloji ve onun teknikleri veya gen mühendisliği uygulamaları biliniyordu. O koşullarda, tahıllarda genetik yapıyı değiştirmenin yolu vernalizasyon yöntemiydi.
O dönemin klasik genetikçileri, genetik yapı ve kalıtıma müdahale edilemeyeceği; kalıtımın biyolojide en önemli belirleyici etken olduğu, esas olanın iç etmenler olduğu ve bu yüzden, kalıtsal yapının ancak mutasyonlar yoluyla değişebileceği; çevrenin etkisinin çok sonraları geldiği görüşündeydiler. Oysa Lisenko ve arkadaşları, farklı düşünüyorlardı. Organizmanın çevresiyle birlikte bir bütün olduğu, iç ve dış etkenlerin birbirleriyle iç içe geçtikleri, bu yüzden kalıtımda çevrenin de önemli rolünün olması gerektiği tezinden hareket ediyorlardı. Böyle olunca da, çevre koşullarını değiştirerek, örneğin tahılı ısıtıp soğutarak, nemlendirip kurutarak, genetik yapısının değiştirilmesinin mümkün olduğunu savunuyorlardı. Buna uygun olarak da, vernalizasyon yöntemini uyguluyorlardı.
Bitkiler, en gelişkin hayvanların büyük çoğunluğundan, üreme organlarının, organizmanın herhangi bir parçasından elde edilebilir oluşuyla ayrılır. Dolayısıyla, bitkiler üzerinde, iç çevredeki değişiklikler yoluyla daha kolay etkide bulunabilir ve zaten iç çevredeki değişiklikler de, dış çevrenin değiştirilmesiyle gerçekleştirilir. Büyümenin belli aşamalarında, bu değişiklikler, kalıtım üzerinde etkide bulunurlar. Bunlar, yukarıda sözünü ettiğimiz, bu genç bilimci kuşağının başını çeken tarım bilimcisi Trofim Deniseviç Lisenko ve arkadaşlarının, bitkilerin karakterlerini değiştirmek, örneğin tohumları ısıtarak ya da soğutarak kışlık ekinleri baharlık, baharlık ekinleri kışlık hale getirmek için yararlandıkları aşamalardır. Sovyetler’deki, Lisenko ve arkadaşlarının kullandığı bu yöntemlere, vernalizasyon ve ıslah işlemleri denilir. Kaldı ki, bu yöntem, Lisenko ve arkadaşlarının kafasından gelişigüzel çıkmamıştı, Sovyetler Birliği’nin acil ihtiyaçları tarafından dayatılmıştı, Üstelik söz konusu yöntem, hâlihazırdaki Rus köylüsü tarafından 300 yıldır uygulanıyordu. Lisenko ve arkadaşları, yöntemi geliştirerek, günümüzdeki gen mühendisliği ya da biyomühendislik, moleküler klonlama ve rekombinant DNA teknolojisinin, bugünden bakıldığında ilkel de olsa, ilk adımlarını atmış oldular.
Descartes, “Yöntem Üzerine Konuşmalar”ının 5. Bölümü’nde, organizmaları anlama biçimi olarak, onları bir makine gibi gördüğünden söz eder.[10] “Felsefenin İlkeleri, IV”te ise, “Şu ana dek bu arzı ve genelde tüm görünür âlemi, parçalarının devinimleri ve şekilleri dışında hiçbir şeyin dikkate alınmadığı bir makineymiş gibi tarif ettim.”[11] der. Bu anlayış, daha sonra, genel bir hal alarak, bütün dünyayı bir makine gibi görme anlayışına dönüştü. Bu bakış ve yaklaşım, günümüz modern biliminde de egemendir. Madem, dünya ve onun bir parçası olan organizmalar makine gibidir, makine nasıl parçalarına ayrılıp incelendikten sonra tekrar yerli yerine takılabilirse, organizmalar da, büyük küçük parçalara indirgenerek işleyişleri öğrenilebilir. Bugün de geçerli olan bilimdeki bu egemen bakış, o dönemde de, bilim çevrelerinde hâkimdi. Klasik genetikçiler de, organizmalara böyle bakıyorlardı. Makine nasıl parçalarının toplamıysa, canlı organizmalar da, tek tek parçalarının matematiksel toplamıdır ve bu yüzden de, dış etkenlerin, çevre koşullarının, ne parçaların, ne de onların toplamı olan bütününün üzerinde etkisi vardır, en azından önemli bir etkisi yoktur: Klasik düşünce ya da daha çok inanç buydu. Lisenko ve arkadaşları, çok uzun yıllardır bilimde hüküm süren bu görüşlere, genetik örneği üzerinden itiraz edip, yukarıda kısaca belirttiğimiz görüşleri temelinde eleştiriler getirdiler. Bu eleştiriler, bilimsel olduğu kadar, genel ve siyasal alanlarda da büyük yankı uyandıran çok sert bir tartışmaya yol açtı. Tartışmanın keskinliği ve yürütüldüğü çizgiler, bölünmüş dünyanın ve “Soğuk Savaş”ın bir yansımasıydı.
Zaten, sözünü ettiğimiz dönemde, ortada kıran kırana bir mücadele vardı. Dünya iki kampa bölünmüştü. Bu bölünme ve mücadelenin tarafları, sanıldığının aksine, “Doğu” ve “Batı” olarak şekillenmemişti. Başka alanların yanı sıra bilimde de, mücadele, hem Batıda, ama hem de Doğuda, ilericilerle gericiler; iki düşüncenin temsilcileri, ileri düşüncenin temsilcileri ile geri düşüncenin temsilcileri arasında sürüyordu. Ayrıca, Sosyalist Sovyetler’in kendi içinde de, iki sınıf ve bu iki sınıfın dünya görüşleri arasında kıyasıya bir mücadele vardı. Bu tartışmalarda, işçi sınıfının dünya görüşü, burjuva ideolojisi karşısında açık bir üstünlük, bilim ve düşünce yaşamının en ileri temsilcilerinin dolaysız destek ve sempatisini kazandı. Bilimdeki işte bu mücadelenin –ki bu da değişik sahalarda süren mücadelenin alanlarından sadece birisidir– gidişi, emperyalist kapitalizmi ciddi biçimde kaygılandırdı. Emperyalist burjuvazi, açıkça mevzi ve prestij kaybettiğini görünce, McCarthycilik ve soğuk savaşı gündeme getirdi. Para, zorbalık ve bunlar tarafından beslenen siyasi iktidarının zoru ve pervasızlığıyla hareket ederek, yalan, çarpıtma, tahrifat ve karalama gibi yöntemlere başvurdu, yalan ve demagoji makinelerini hızla çalıştırmaya başladı. McCarthycilik adıyla bilinen ünlü saldırı dalgası, burjuvazinin bilim ve düşünce arenasındaki bu iflasının bir ürünüydü ve sanıldığının aksine, yalnızca ABD’de değil, dünyanın birçok yerinde değişik biçimlerde sürdürülerek, bilim, felsefe ve sanat çevrelerine yöneltildi. Emperyalist burjuvazi, sosyalizm ve Sovyetler Birliği’nin bilim çevrelerindeki etkisini kırmak için, McCarthyci yöntemlere ek olarak, bilim insanlarının birbirleri ile yakınlaşmasını, karşılıklı bilgi aktarımı ve işbirliğini engelledi; bilim adamları arasına “demir perde” çekti. Sonra da bu engellemeyi yapanın, demir perdeyi çekenin Sovyetler Birliği olduğu yalanını yaydı!
Sovyetler Birliği’ndeki bilim hakkında bugün de söylenenler, işte, o dönemin, sosyalizm ve Sovyetler Birliği’ni karalayıp kötü gösterme amaçlı yalan ve demagoji kampanyasının ürünleridir. Lisenko konusu da bunun bir parçasıdır.
EKİM DEVRİMİ VE SOVYET BİLİMİNİN DÜNYA BİLİM ÇEVRELERİNDE YANKILARI
Planlı ekonomi, planlamış bilim ve bilim politikalarından eğitim ve sosyalleştirilmiş tıbba dek Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaların birçoğunun utangaç bir biçimde taklit edilmeye çalışıldığının bazı örnekleri yukarıda verildi. Ama Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin bilime katkıları, bunlarla kalmadı.
Sovyetler Birliği’nde hemen her alanda ortaya çıkan yepyeni ve devasa gelişmeler, İngiltere, Fransa, ABD, Almanya gibi özellikle Batının en gelişmiş kapitalist ülkelerinin üniversitelerinde çok büyük bir yankı yarattı. Bilim dünyasının gözü bir anda Sovyetler Birliği’ne döndü. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve hatta Japonya’dan, çok sayıda, kendi alanlarında oldukça isim yapmış, yetkin bilim insanı ve akademisyen, akın akın Sovyetler Birliği’ne gidip, gelişmeleri yerinde görerek izlemeye başladılar; geri döndüklerindeyse, gördüklerini yazıya döküp, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaları öve öve bitiremediler. Bu yüzden, Batı dünyasında, 1930-50 arasında, Sovyetler Birliği’nde yerinde görülerek yazılmış, çok sayıda kitap ve makale bulunmaktadır. Bunların arasında, bugün dünyanın en prestijli bilim dergilerinden Nature da vardır. Nature’ın arşivine girilip bakıldığında, özellikle de 1930’lu yıllardaki sayılarında, Sovyetler Birliği’ndeki bilimin anlatıldığı böyle çok sayıda bilimsel makale bulunabilir.
Ekim Devrimi’nin Batıdaki bilim insanı ve akademisyenler üzerindeki etkisi, sadece, oluşturduğu hayranlıkla sınırlı kalmadı. Her biri alanlarının en yetkinleri arasında yer alan çok sayıda bilim insanı ve profesör, hızla Marksizm Leninizm’i incelemeye girişti. Bunların hatırı sayılır bir kısmı, kısa zamanda, Marksizm Leninizm’i benimsedi. Bunlara bazı örnekler verelim: İngiltere’de, Cambridge Üniversitesi ve Londra Birkbeck College profesörlerinden, Bilimler Akademisi üyesi, Kristalografi ve moleküler biyolojinin kurucularından, fizikçi, biyolog, bilim tarihi ve felsefecisi, dünya bilim çevrelerinin adını hâlâ saygıyla andığı ünlü John Desmond Bernal… Yine, İngiltere Bilimler Akademisi üyesi, İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden University College London’da evrim, biyometri ve genetik profesörü, ülkesinde alanının bir numarası sayılan John Burton Sanderson Haldane… Cambridge Üniversitesinden, yine Bilimler Akademisi üyesi, biyokimyacı Joseph Needham… İngiltere’nin çok iyi üniversitesi Imperial College London’da matematik profesörü Hyman Levy… Yine en iyi üniversitelerden London School of Economics (LSE) profesörlerinden Lancelot Hogben… Diğer üniversitelerden, tarihçi Christopher Hill ve Eric Hobsbawn; klasik dönem tarihçilerinden George Thomson ve Benjamin Farrington… Fransa’da ünlü fizik profesörü, Einstein açıklamasaydı, görelilik teorilerini onun açıklayacağı söylenen Paul Langevin; yine fizikçilerden ünlü Fréderic Joliot-Curie ve Jacques Solomon; Sorbon Üniversitesi ve Université Ouvrière’nin zooloji profesörlerinden Marcel Prenant; psikoloji profesörü Henri Wallon; astronomici Henri Mineur; felsefecilerden Auguste Cornu, Georges Politzer, Henri Lefèbvre, Georges Friedmann, Paul Nizan… ABD’den Nobel ödüllü ünlü genetik profesörü Hermann Joseph Muller ve daha onlarcası… İngiltere’den bir başka örnek verelim: Tanınmış tarihçi Eric Hobsbawn, 1999’da Verso yayıncılıktan çıkan ve ünlü Marksist Profesör J. D. Bernal’in hayatının anlatıldığı J. D. Bernal adlı kitaba yazdığı önsözde, 1936 yılında Cambridge Üniversitesi’nde yapılmış bir araştırmadan bahsediyor. Hobsbawn’ın yazdığına göre, Cambridge Üniversitesi’nde doğa bilimlerinin değişik alanlarında çalışan 40 yaş altı en yetkin 200 bilim insanı arasında yapılan bu araştırmada, söz konusu 200 bilimciden 15’i kendini doğrudan komünist ya da Marksist Leninist, 50’si politik olarak aktif sol düşünceli, 100’ü sol sempatizan, 5’i sağcı, geri kalanları da tarafsız olarak tanımlamış. Bu durum, tabii ki, yalnızca Cambridge Üniversitesi ya da İngiltere ile sınırlı değildi. ABD’den Fransa’ya, Almanya ve Hollanda’dan İtalya ve Kanada’ya, hatta Japonya’ya dek, her yerde aynı durum söz konusuydu. Albert Einstein bile sosyalizmi benimsediğini açıklamıştı.
Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm uygulamaları, bilimdeki yeni yaklaşım ve uygulamalar ile yukarıda bazılarının ismi açıklanan ve kendi alanlarının en iyileri arasında yer alan büyük bilim insanlarının etkisiyle, Marksizm, üniversite ve bilim çevrelerinde öylesine prestij sağlamıştı ki, İngiltere’den ABD’ye, Fransa ve Almanya’dan İtalya ve Kanada’ya, hatta Japonya’ya dek, dünyanın en iyi üniversitelerinin değişik ana bilim dallarının kürsülerinde, açıktan Marksizm ve Sovyetler’deki sosyalizm uygulamaları tartışılır olmuştu. Tartışmalar, giderek üniversite duvarları arasından çıkıp, geniş kesimler arasında yapılır oldu. Bu doğrultuda, yazarları, bilimin hemen her alanında ülkelerinin en yetkin akademisyen ve bilim insanları olan ve bilim ve düşünce dünyasında burjuva düşüncelerle kıyasıya bir mücadelenin verildiği, Marksist bilim dergileri yayınlanmaya başladı. Fransa’da yayınlanan La Pansé, İngiltere’de yayınlanan Modern Quarterly ve ABD’de yayınlanan Science and Society bu dergilerden sadece bir kaçıdır.
Bu tartışmalar içinde dünya, 1930’lu yılların sonlarından başlayarak, ama esas olarak 1945’lerden 1950’li yılların ortalarına dek, kelimenin gerçek anlamıyla, iki kampa bölündü ve bu bölünme; başta doğa bilimlerinin neredeyse tüm alanları olmak üzere, bilimden sanata, dil biliminden edebiyatın değişik dallarına, kapsam ve derinliği bakımından insanlığın bilim ve düşünce, entelektüel ve kültürel etkinliğinin en ileri düzeyde bir saflaşması olarak şekillendi. Bu dönemde, başta Sovyetler Birliği’nde olmak, ama orayla sınırlı kalmayarak, İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde yoğunlaşmak üzere, dünyanın birçok yerinde, bilim ve düşünce alanının neredeyse tüm konuları ele alındı ve bu konuların her biri, kendi alanında bilim ve düşünce dünyasının en can alıcı sorunlarını kapsadı.
Yazımızın girişinde belirttiğimiz gibi, konu, bir dergi yazısının sınırlarını defalarca aşacak denli geniş ve kapsamlı olduğundan, Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yaptığı alanları bu kadarla sınırlayacağız. Yoksa sosyalist Sovyetler Birliği’nin, bilim tarihinden bilim felsefesine, tarihten sosyolojiye, psikolojiden felsefe ya da tıbbın değişik alanlarına, kimyadan fiziğe, biyoloji ve tarımdan, dilbilimine, madencilikten değişik mühendislik alanlarına, uzay bilimleri ve teknolojisinden iletişim – bilgisayar teknolojisine, bilim ve teknolojinin hemen her alanına çok önemli katkıları oldu. Daha da ötesi, uzay ve bilgisayar teknolojisi, biyoteknoloji ve genetik mühendislik örneklerinde olduğu gibi, birçok alanın ilk adımları Sovyetler Birliği’nde atıldıktan sonra, dünyaya yayıldı.
[1] Brenda Swann and Francis Aprahamian, (1999), J. D. Bernal: A life in science and politics, Verso – London
[2] Henry E. Sigerists, (1937), Socialised Medicine in the Soviet Union, Victor Gollancz Ltd – London
[3] Bernal, bu kişisel olmaktan kurtulan planlı, toplumun hizmetine koşulmuş büyük ölçekli bilimi tanımlarken, zamanında, sosyalist devletin varlığından hareketle, “devlet bilimi” terimini kullanmıştı. Bkz: J.D. Bernal, (1954), Science in History (“Tarihte Bilim”), C. A. Watts – London
[4] Kuşkusuz, insanlığın doğa karşısında, ondan yararlanmak için giriştiği her çaba, yerden alınan bir taşın yontulup alet yapılması, sulama için küçük bir derenin önüne taş – toprak yığılıp küçük bir bent çekilmesi ve hatta boş bir arazinin taşlarından arındırılıp tarla yapılması bile, doğayı dönüştürme çabalarıdır. Ancak rahatça anlaşılacağı gibi, biz burada, bu çabaların çok büyük ölçekli olanlarından, insanlığın altın çağ hayallerinin bir kısmından söz ediyoruz.
[5] Üstelik Çin Halk Cumhuriyeti’nin, başlangıçtaki bir dizi sosyalist yönelimleri bir yana, yalnızca anti-emperyalist demokratik devrimin başarısı üzerine kurulmuş ve ne o günlerde ne de sonrasında sosyalist olmamış bir ülke ve cumhuriyet olduğu biliniyor. Ancak bir halk demokrasisi ülkesi olması, kapitalist-emperyalist kamp dışında ve karşısında yer alması ve Sovyet Devrimi ve kazanımlarından ilham alması bile, halkın hizmetinde bu tür çalışmalara yönelmesi ve başarılar kazanması bakımından yeterli olmuştu.
[6] J. D. Bernal, (1939), The Social Function of Science, George Rutledge – London
[7] J. D. Bernal, (1954), Science in History, C. A. Watts – London
[8] J. D. Bernal, (1939), The Social Function of Science, George Rutledge – London
[9] Bazı bitkilerin tohumlarının ilkbahar öncesi nemlendirilerek çimlendirilmesi. Tohumlara çimlenmeden önce gereken düşük ısıdaki ortam sağlanarak uygulandığı için “tohum üşütme” tekniği olarak da adlandırılır.
[10] Descartes, Yöntem Üzerine Konuşmalar, Aktaran: Richard Lewontin (2006), Üçlü Sarmal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara
[11] Descartes, Felsefenin İlkeleri IV., Aktaran: Richard Lewontin (2006), Üçlü Sarmal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara