ekim devrim ve bilim

 

 

1917 Sovyet Ekim Devrimi, yalnızca yüzlerce yıl süren Çarlık iktidarını sona erdirmekle kalmadı; aynı zamanda, yeryüzünün altıda birinde, binlerce yıllık sömürücü sınıflar iktidarına da son vermiş oldu. Dahası, yoksul ve emekçi sınıflara, baskı altında ezilen ulus ve halklara, başta gelişmiş kapitalist ülkelerde olmak üzere sanatçısından yazar ve bilim insanına, aydınların hatırı sayılır bir kesimine, dünyanın değişik yerlerindeki çok geniş yığınlara büyük bir umut ve ilham kaynağı oldu. Bu umut ve ilhamı da, esas olarak, sosyalizmi kısa sayılabilecek bir süre içinde pratik olarak hayata geçirerek, somut bir örnek olarak göstermesiyle sağladı.

Binlerce yıllık insanlık tarihi içinde oldukça önemli bir dönüm noktasını oluşturan 1917 Ekim Devrimi, sanayiden iktisada, edebiyat ve sanattan politikaya, insan düşünce ve eyleminin değişik alanlarına önemli katkılarda bulundu, bu alanları derinden etkiledi. Bu etkiler, Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında ele alındı. İnsan düşünce ve eylemine, yalnızca kendi toprakları üzerinde değil, dünyanın öteki bölgelerinde de önemli etkilerde bulunmuş bir devrimin; kendisine bilimsel bir dünya görüşünü rehber edinmiş ve kurduğu toplumsal sistemi bilimsel sosyalizm olarak adlandırmış Sovyet sisteminin, bilime ve tekniğe de önemli katkıda bulunmuş olmaması düşünülemez. Bu yazıda, bu katkıları irdelemeye çalışacağız. Ancak, “Sovyet Devrimi ve Bilim” başlıklı bir konu, çok kapsamlı, geniş bir çalışmanın konusu olduğundan, derginin sayfa sınırlılığını göz önünde bulundurarak, konuyu bütün yanlarıyla ele almak yerine, sınırlı tutarak, genel bir çerçeve çizmeye çalışacak ve sadece belli başlı bazı noktaları çok genel hatlarıyla ele alacağız.

*

Ekim Devrimi’nin üzerinden 90 yıl geçti. Günümüzde, başta akademi dünyası olmak üzere, yazın-düşünce dünyasında burjuva düşüncesi ve onun temsilcilerinin tartışmasız bir egemenliği bulunuyor. Ekim Devrimi’nin insan düşünce ve eylemine değişik alanlarda yaptığı katkıların bir kısmı, bu dünya tarafından, her ne kadar doğrudan dile getirilmese de, suskun kalınarak, dolaylı yoldan kabul ediliyor. Ancak bu kesim, bilim alanında yapılanlar karşısında farklı bir yol izliyor. Günümüzde, bilim tarihi, bilim politikaları, yakın tarihin bilimsel uygulamalarını konu alan kitap ve kitap bölümlerinin neredeyse tümünde hep benzer şeyler iddia ediliyor; Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yapmadığı; bilimi ve bilimsel gelişmeleri kösteklediği, hatta engellediği; bilim insanlarının bilimsel çalışmalarına doğrudan müdahale edilip politik dayatmalar yapıldığı söyleniyor; “bilime müdahale” ve “bilimin politikleştirilmesi”nin kötü örneği olarak Sovyetler Birliği’ndeki bilimsel çalışma ve uygulamalar gösteriliyor. İddiaların somut örneği olarak da, “Lisenko Olayı” adını verdikleri ve Miçurin Okulu’nun izleyicileri olan Trofim Lisenko ve arkadaşlarının uygulamaları veriliyor.

Sovyetler Birliği’ndeki biyoloji – genetik tartışmalarından yola çıkarak uzun yıllar sürdürülen, soğuk savaş döneminin çarpıtma, karalama, yalan ve “kara propaganda” çalışmalarının etkileri uzun süre devam etti. Bu çalışma, aradan bunca yıl geçmesine karşın –hızı azalsa da– bir biçimde bugün de sürüyor. Günümüzün pek çok akademisyeni, bilimsel bir çalışmanın olmazsa olmazlarından olan zahmetli bir araştırma çabasına girme; kazıyarak bulma eziyetine katlanma yerine hazıra konuyor ve konuya ilişkin bütün bilgi açığını, soğuk savaş döneminin o “kara propaganda” materyallerinden giderme yolunu tutuyor. Böyle olunca da, planlı ekonomi ve kalkınmadan koruyucu hekimlik ya da sosyalize edilmiş sağlık hizmetleri ve tıbba, bilgisayar ve uzay teknolojisinden gen ya da genetik mühendisliği ve biyoteknolojiye, büyük ölçekli araştırmalar ve devasa araştırma kurumlarından kapsamlı, çok büyük mühendislik projelerine dek bugün kendisinin yapmakta olduğu ya da içinde yer aldığı çalışmaların neredeyse tümünün ilk adımlarının Sovyetler Birliği’nde atılıp oradan geliştirildiğini bilmeden, bir kerede, “Sovyetler bilime katkı yapmadı” deyip çıkıyor. Böylece de, sosyalizmi karalama amaçlı “soğuk savaş” döneminin o bilinçli kampanyasını, farkında olmadan, bugün kendisi sürdürmüş oluyor. Oysa Sovyetler Birliği’ndeki bilimin durumunu, yapılan ve söylenenleri, kısacası neler olup bittiğini araştırıp öğrenmek hiç de zor değil. Çünkü aradan çok da zaman geçmedi. O döneme ışık tutan pek çok belge ve yayın arandığında hâlâ bulunabiliyor. İşine karşı dürüst, önyargısız bir bilim insanı, bunlara baktığında, durumun hiç de söylendiği gibi olmadığını rahatlıkla görebilir.

ÇARLIK RUSYASI’NDA BİLİM

Devrim öncesi Rusya, oldukça geri bir ülkeydi. Bu gerilik, bilim alanında da görülüyordu. Büyük Petro ve İmparatoriçe Katerina’dan beri, bütün Çarlık dönemlerinde, devlet yetkililerinin bilim karşısındaki tutumları alabildiğine ikircikli olmuştu. Bir yandan ülkedeki el değmemiş muazzam kaynakları sömürmek için bilime ihtiyaç duyarlarken, öte yandan, giderek önem kazanan ve potansiyel bir güce sahip olan bilimden korkuyorlardı. Sonuçta, bilime yatırım yapıp Rus bilimini ortaya çıkarmak yerine, yabancı bilim insanları ve teknisyenlere bel bağlayan bir devlet politikası izlendi. Çünkü hem onların disiplin altına alınmaları daha kolaydı, hem de yabancı olduklarından, ülkede bir kökleri yoktu ve bu yüzden de daha tehlikesiz görünüyorlardı. Yabancı bilim insanları ve teknisyenlere bu bağlılığın bir diğer nedeni de, özellikle 19. yüzyıl sonlarında Rus İmparatorluğu’nun, başta Alman ve Fransız olmak üzere, yabancı banker ve imtiyaz sahiplerinin ellerindeki yarı sömürge konumuydu. Yabancı bilim insanı ve teknisyenlere bağlılığın yanı sıra, bilimsel çalışma için gereken tüm araç-gereç ve donanım da yurtdışından ithal ediliyordu. Tüm bunlara, çalışmalarını daha çok yabancı bilim dergilerinde yayınlamak zorunda kalan Rus bilim insanlarının karşılaştığı dil engeli de eklenince, Rusya’nın bilime yaptığı katkılar hem sınırlı oldu, hem de karanlıkta kaldı. Rus bilimi, dış dünyada, Alman ya da Fransız biliminin özgün bir uzantısı olarak algılanıyordu. Rusya içinde bile, resmi baskılara duyulan öfkenin hâkim olduğu entelektüel atmosferde, ulusal başarılara hor görüyle bakma, hatta bunları bütünüyle görmezden gelme eğilimi vardı. Ama bu durum, yine de, Butlerov, Kovalevsky, Lodygin, Lomonosov, Mendeleyev, Metchnikov, Pavlov, Popov, Tsiolkovski ve Zhukovsky gibi etkili bilim insanlarının ortaya çıkmasını engelleyemedi.

Savaş öncesi yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan Rus burjuvazisi, bilime yatırım yapılması ve özerk üniversiteler kurulması taleplerini yükseltti. Yeni kurulan üniversitelerde, yeni bir bilim insanı kuşağı yetişmeye başladı. Ancak yeni kuşağı oluşturan bu bilim insanları, ya soylu, aristokrat ya da burjuva ailelerden geldiklerinden, Rus halkından alabildiğine kopuktular. Bu yüzden, Rus halkının Sovyet Devrimi’ne dek ne bilimden, ne de bilim insanlarından haberi oldu.

Devrim öncesi, yeni kurulan üniversitelerden yetişen bilim insanları hareketinin de bir bütün olarak ülke bilimine etki etme fırsatı olmadı. Çünkü, tam da bu kuşağın ortaya çıktığı dönemlerde, Rusya, tam bir alt üst oluş içindeydi; her yerde alabildiğine bir karmaşa hâkimdi. Önce 1. Dünya Savaşı, hemen ardından gelen Şubat ve Ekim Devrimleri, sonra iç savaş ve onu izleyen büyük kıtlık ve açlık yılları, Rusya’da beklenen bilim hareketinin oluşumunu engelledi. Başta daha deneyimli, yaşlı ve muhafazakârları olmak üzere, bu bilim insanı ve akademisyenler kuşağının büyük bir bölümü, devrimle birlikte ülkeyi terk ettiler. Kalanların bir kısmı, o çatışma ve olağanüstü hareketlilik ve karışıklık ortamında açlık ve hastalıktan öldü. Geride kalmış olanların da çoğu Sovyet iktidarı altında çalışmayı kabul etmedi; Pavlov gibi kabul eden az sayıda bilim insanı da isteksizdi; yeni iktidara ve projelerine bir süre kuşkuyla yaklaşarak, kendini işine tam vermedi. Buna rağmen, Sovyet bilim insanlarının ilk kuşağını, yine de, bu az sayıdaki bilim insanı oluşturdu. Sonuç olarak, Sovyetler Birliği, bilim alanında, hemen hiç miras almadan işe koyulmak zorunda kaldı. Tahmin edileceği gibi, yurt dışından da pratik bir yardım görmedi. Tümüyle kendi yağıyla kavrulmak zorundaydı ki, o yağ da neredeyse yoktu. Ülkede, ne yetişmiş, yetkin bilim insanları, ne bu insanları yetiştirecek akademisyen hocalar, ne köklü araştırma kurumları, ne malzeme, ne para, ne de bir –somut sürekliliği içinde miras alınmış– bilim ve araştırma geleneği vardı. Daha da önemlisi, Rus halkı, o güne dek doğrudan bir yardımını görmediğinden, bilime ve bilim insanlarına hemen hiç güvenmiyordu.

SOVYET BİLİMİ

İşe bu en kötü koşullarda başlayan Sovyet iktidarının, çok kısa bir süre içinde bilimde dev bir gelişme gösterip, İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD gibi yüzlerce yıllık bilim geleneği ve birikimine sahip ülkelere yetişmesi beklenemezdi. Bununla birlikte, yine de, baştaki kötü koşullar kısa zamanda hızla değişmeye başladı.

Ünlü fizyolog Pavlov örneğinde görüldüğü gibi, Sovyet iktidarı altında çalışmayı gönülsüzce kabul edip iktidara kuşkuyla yaklaşan bilim insanı ve akademisyenlerin çoğunun, yeni iktidarın bilime geniş bir hareket serbestisi ve önem verdiğini; en azından, eskiden sahip olduklarını kendilerine sağlamak için kısıtlı olanaklar içinde bile canla başla çalışıldığını; Çarlık rejiminde bulamadıkları özgürlüğü Sovyet iktidarında elde ettiklerini ve hayatlarında ilk defa ne yapmak istiyorlarsa onu özgürce yapabildiklerini gördüklerinde, başlardaki gönülsüzlükleri ve kuşkuları giderek yok olmaya başladı. Kendilerini işlerine daha fazla verir oldular. Coşku ve istekleri gün geçtikçe arttı ve sayılarının azlığını kapatmak için, daha büyük bir çaba içine girdiler. Artık ikili bir görevleri vardı: Sovyet bilimi ve teknolojisini inşa etmek ve aynı zamanda, hızla girişilen yeniden yapılanma ve sosyalist inşanın acil sorunlarını çözmek. Ancak bunları yapmak için önlerinde çok önemli iki sorun bulunuyordu: Araştırma sırasında kullanacakları ve hiçbir yerden satın alma olanakları bulunmayan araç gereçlerden ve onlara yardım edecek teknik elemanlardan yoksundular. Yanlarında, onlara yardım için gelmiş çok sayıda istekli genç vardı, ama bunlar henüz eğitimsizdiler.

1917-1927 arasındaki ilk on yıllık dönem, daha çok bu iki sorunu (araç-gereç ve yetişmiş insan açığı) çözmekle geçti. Gelişme, ancak ikinci on yılda geldi. Bilimin gelişimi, sanayinin gelişimiyle yakın ilişki içinde ve onunla kol kola gitti. Yeni kurulan üniversite ve okullar hızla mezun vermeye; yeni bilim insanı ve teknisyenler, mühendisler yetiştirmeye başladı. İşe neredeyse sıfırdan başlayan Sovyetler Birliği, 1934’e gelindiğinde, bilime 1 milyar ruble bütçe ayırır hale gelmişti. Bu miktar, ülkenin toplam ulusal gelirinin yüzde 1’inden fazlaydı ve bu oran, o tarihte ABD’nin ayırdığı bütçenin 3, İngiltere’ninse 10 katıydı.[1]

1930’ların başlarından itibaren, Sovyet bilimi, dünya biliminin bir kolu haline gelerek, ona katkı yapmaya başladı. Ancak, Sovyetler Birliği’ndeki bilimin durumu ve bilime yaptığı katkıları, tek tek bilim insanlarının çabalarının ürünü olarak ortaya çıkan çığır açan buluş ve bilgilerin çokluk ve büyüklüğü gibi günümüzde alışageldiğimiz ölçülerle değerlendirmemiz doğru olmaz. Çünkü Sov­yet­ler Bir­li­ği’nde bi­li­min ge­li­şi­mi, o güne dek bilimde, gelişmiş Batılı kapitalist ülkelerde izlenenden çok fark­lı bir yol iz­le­di. Kuşkusuz Sovyetler Birliği’nde de, bilimin değişik alanlarında, bilimsel bilgiye önemli katkılarda bulunan tek tek önemli buluşlar yapıldı. Ancak bu yazımızda, başta belirttiğimiz gibi, farklı bilim dalı ve alanlarında gerçekleştirilen tek tek buluşları ele alıp incelemek yerine, konuyu daha genel hatlarıyla irdeleyecek ve bilimin örgütlenmesi, planlanması, bilimsel yöntem, bilim politikaları, bilimde yeni bakış ve yaklaşım gibi soruna daha geniş çerçeveden bakmaya çalışacağız. O güne dek diğer ülkelerde yapılmayan önemli değişiklik ve katkıları en genel başlıklarıyla irdeleyeceğiz.

PLANLI VE BÜYÜK ÖLÇEKLİ BİLİM

Ülkenin hızlı ve büyük bir kalkınma hamlesi içine girmesi gerekiyordu. Büyük bir sanayileşme ve tarımsal kalkınma hamlesi başlatıldı. Bunu gerçekleştirmek için planlı bir ekonomiye ihtiyaç vardı ve Sovyet iktidarı da bunu yaptı. 5 yıllık kalkınma planları hazırlandı, çok büyük hedefler konuldu. Birinci Beş Yıllık Plan (1928-1932) ile sanayileşme hamlesi ve kolektif tarıma geçiş (1930-1932) başlatılıp yönetildi. Bütün planlar başarıyla hayata geçirildi. Öngörülen süre bittiğinde, plandaki hedefler fazlasıyla gerçekleşmişti. Örneğin, Birinci Beş Yıllık Plan kapsamındaki Beş Yıllık Sanayi Üretimi hedeflerinin yüzde 93.7’sine, ağır sanayi hedeflerininse yüzde 108’ine, beş yıl dolmadan, daha dördüncü yıl sonunda ulaşılmıştı. Yine örneğin, plan başladığında, 1928 başında yıllık 3.3 milyon ton olan pik demir üretimi, 1932 sonunda plan tamamlandığında, yıllık 6.2 milyon tona erişmişti. Yine aynı dönem içinde, kömür üretimi 35.4 milyon tondan 64 milyon tona; demir cevheri üretimi 5.7 milyon tondan 19 milyon tona ulaştı. İkinci Beş Yıllık Plan (1933-1937) sonunda, bu rakamlar bir kez daha katlandı: Kömür üretimi 128 milyon tona, pik demir üretimi 14.5 milyon tona, çelik üretimi 18 milyon tona ulaştı. Birinci Beş Yıllık Plan sonunda, Magnitogorski, Kuznetsk, Moskova ve Gorki otomobil fabrikaları; Urallar ve Kramatorski ağır makine fabrikaları; Kharkov, Stalingrad ve Çeliabinski traktör fabrikaları gibi çok sayıda sanayi kompleksi inşa edildi. Bu fabrikalar, daha plan tamamlanmadan üretime geçmişlerdi ve bunun sonucunda, daha 1931 yılında, 200 bin otomobil ve traktör üretilmişti. Aynı başarı her alanda gösterildi. Örneğin, 1928’de 118 bin 558 olan okul sayısı, 1932 sonunda 166 bin 275’e, öğrenci sayısı da 7.9 milyondan 9.7 milyona çıkmıştı.

Bir yıkım döneminin ardından gelen, yeni ve çok daha korkunç bir saldırı tehdidi altında gerçekleşen bu yapısal başarılar, uygulamada sosyalizmin üstünlüğünü gösteren ilk örneklerdi. Burjuva iktisatçılar, önce, hayali ve uygulanamaz olduğunu söyledikleri bu planlarla alay ettiler. Sonra, elde edilen başarılar yadsınamaz hale gelince, bu kez hızını eleştirmeye başladılar. Böylesi bir toplumsal dönüşümün, daha az çaba harcanarak daha yavaş gerçekleştirilmesi gerektiğini öne sürdüler. Ancak, bu iktisatçılar, bu iddiaları boş yere ve masum niyetlerle ortaya atmıyorlardı, çünkü sorun, ekonomik olmaktan çok toplumsal ve siyasaldı. Dönüşümün hızı gelişigüzel ya da tesadüfî planlanmamıştı. Adımlar daha yavaş atıldığında, gözle görülür sonuçlar elde edilmesi yılları bulacağından; dönüşüm momentinin bağlı olduğu coşku sürdürülemeyebilirdi. Bu durumda, yüzeyin hemen altında yatan kapitalist ekonomi biçimlerinin tekrar su yüzüne çıkmasının yanı sıra, ülkenin özellikle de ağır sanayi alanında süregelen ekonomik güçsüzlüğü, yabancı sermayeye giderek daha fazla bağımlı hale gelmeyi gerektirecekti ki, bu da, sosyalist ekonominin yıkılması demekti. Burjuva iktisatçıların istedikleri de aslında buydu.

Planlı ekonomi düşüncesi, Sovyetler Birliği’nin seksen yıl önce dünyaya kazandırdığı çok önemli bir katkıdır. Burjuva iktisatçılar, özellikle başlarda çok eleştirseler ve alay etseler de, ekonomik planlama, başarıları ortaya çıktıkça, pek çok kapitalist ülkede değişik biçimlerde kendini gösterdi. Ne var ki, bu çabalarla, Sovyetler Birliği’ndeki gerçek planlama hep farklı oldu. Plan sözcüğü, burjuva dünyasının kavramları ile düşünmeye alışmış pek çok kişide, planların, topluma zorla dayatılan katı ve yapay şeyler olduğu izlenimini uyandırır. Sovyet planları asla böyle olmadılar. Çünkü Sovyetler Birliği’ndeki planları milyonlarca insan birlikte yapıyordu ve o milyonlar için bu planlar, kendi örgütleri aracılığıyla, ortak çıkarları uğruna, ortaklaşa yerine getirmeyi kararlaştırdıkları bir görevdi. Görevi yerine getirirken, hiç beklemedikleri güçlüklerle, ama aynı zamanda, hiç ummadıkları olanaklarla karşılaştılar. Her iki durumda da, plan, buna uygun olarak değiştirildi. Bu işte görev alan insanlar, değişmez katı talimatları uygulayan değil, ortaya çıkan yeni olanak veya güçlüklere göre hareket etmeye hazır kişilerdi. Emir komuta zinciri altında, ya da “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” zihniyeti içinde çalışmaya alışmış kişiler için bu durumu anlamak kolay değildir. Ama planlar başarıyla tamamlandılar. Şehirler, fabrikalar, barajlar ve demiryolları, yabancı uzmanların beklediğinden çok daha hızlı bir biçimde inşa edildiler. Planlar, aynı zamanda, sürekli olarak yeni verilerin ve yeni yasaların elde edilebildiği toplumsal-ekonomik deneylerdi. Yeni yeni planlara, daha büyük hedeflerin konulmasına yol açtılar.

Ba­şa­rı­lı ve ba­şa­rı­sız de­ne­yim­le­rin ışı­ğın­da bi­lim­sel uy­gu­la­ma­la­rın ken­di­li­ğin­den or­ta­ya çık­ma­dık­la­rı; ön­ce in­san­la­rın ih­ti­yaç­la­rı­nın sap­tan­ma­sı, ar­dın­dan da bu ih­ti­yaç­la­rı kar­şı­la­ya­cak yol­la­rın bu­lun­ma­sı için bi­linç­li ve plan­lı bir bi­lim­sel ça­ba har­can­ma­sı ge­rek­ti­ği gö­rül­dü. Dev­le­tin tüm önem­li sa­na­yi­le­re el koy­du­ğu, ne te­kel­le­rin ne de re­ka­be­tin bu­lun­du­ğu Sovyetler Birliği’nde, bi­li­mi tam an­la­mıy­la ge­liş­tir­mek ve on­dan ek­sik­siz ya­rar­lan­mak için plan­lı ve bi­linç­li bir ça­ba içine girildi ve gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden farklı olarak, ki­şi­sel de­ha­nın ye­ri­ni plan­lı bi­lim­sel araş­tır­ma­ al­dı­. Bu, bi­li­mi, özel şir­ket­le­rin ye­ri­ni al­mış olan sanayi ve ta­rım­sal ku­ru­luş­la­rın em­ri­ne ve­re­rek de­ğil, es­ki aka­de­mi­ler­den ya­rar­la­na­rak ve on­la­rı onur­sal der­nek­ler ol­mak­tan çı­ka­rıp, et­kin araş­tır­ma ve yük­sek öğ­re­nim mer­kez­le­ri­ne dö­nüş­tü­re­rek, ger­çek­leş­ti­rildi. Bu planlamayı hazırlayanlar, kapitalist ülkelerde olduğu gibi, alanın dışından teknokrat ve bürokratlar değil, aksine aka­de­mi­ ve ens­ti­tü­ler­de çalışan, oralarda bizzat araştırma yapan bi­lim in­san­la­rı­ydı. Bunlar, ça­lış­ma­la­rı plan­lar­ken, hem bi­li­min ve­rim­li iç­sel ge­li­şi­mi­ni gü­ven­ce al­tı­na al­ma­yı, hem de do­ğa ve in­san kay­nak­la­rın­dan azami öl­çü­de ya­rar­lan­ma­yı gözetiyorlardı. Bi­li­min top­lum­sal dö­nü­şü­mün güç­lü bir ara­cı ol­du­ğu bi­lin­ci­ne, iş­te bu de­ne­yim­ler so­nu­cun­da ula­şıl­dı. Bu deneyimler sonucu, mo­dern top­lu­mun var­lı­ğı bi­li­me ba­ğım­lı ha­le gel­di.

Batı’nın kapitalist ülkeleri, bilimi bilinçli bir biçimde ve planlayarak büyük ölçeklerde kullanmaya, ancak 20. yüzyılın savaş dönemlerinde, askeri üretim amacıyla başladılar. 1. ve 2., daha çok da 2. Dünya Savaşı sırasında, sana­yi­nin ve ta­rı­mın tüm alan­la­rın­da bu ye­ni an­la­yış kul­la­nıl­dı. Bu yüzden, 20. yüzyılın ilk yarısındaki önemli bilimsel gelişmelerin çoğu, savaş sırasında yapılan askeri üretim amaçlı araştırmalardan ortaya çıktı. Oysa söz ko­nu­su yak­la­şım, Ekim Dev­ri­mi ile ya­şam bu­lan ye­ni sos­ya­list top­lu­mun en ba­şın­dan be­ri iz­le­di­ği politikaydı. Sa­na­yi, ta­rım, tıp ve hat­ta bi­li­min ken­di­si bi­le, eko­no­mik güç­le­rin in­sa­fı­na terk edil­mek ye­ri­ne, bi­linç­li ola­rak plan­lan­dı. Hiç onay­la­ma­dık­la­rı ve alay ettikleri hal­de, ka­pi­ta­list ül­ke­le­rin sa­na­yi­le­ri ve hü­kü­met­le­ri, Sov­yet­ler Bir­li­ği’nin bu plan­la­ma eği­li­mi­ni kısa zamanda tak­lit et­tiler.

2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası dönemlerde, İngiltere ve ABD’de, her iki ülke biliminin planlanması ve örgütlenmesinde, bilim politikalarının oluşturulmasında en üst düzeylerde görev almış olan Dr. Alexander King, bu plan ve politikaları hazırlarken, İngiliz sosyalist bilim adamı Profesör John Desmond Bernal’in görüşlerinden, özellikle de, kapitalist ve sosyalist bilim uygulamalarını karşılaştırıp Sovyetler Birliği’ndeki bilimi anlattığı ve bunlardan yola çıkarak önerilerde bulunduğu “Bilimin Sosyal Fonksiyonu” adlı kitabından çok yararlandığını anlatır.

Ekim Devrimi ile bilimin toplumsal konumu tümüyle değişime uğradı. 20. yüzyılın başlarına dek dünyada yapılan bilim, pro­fe­sö­rün kü­çük la­bo­ra­tu­va­rı ya da mu­ci­din ar­ka oda­sı ile sınırlı ki­şi­sel bi­limdi; bu yüzden 20. yüzyıl başlarına kadar olan bu dönem, kişisel bilim dönemi olarak da adlandırılır.[2] Kısmen 1. Dünya Savaşı’nın askeri ihtiyaçları, esas olarak da Ekim Devrimi, bu durumu değiştirdi ve geniş ölçekli yeni bilim dönemi başladı. İlk kez Sov­yet­ler Bir­li­ği’nde or­ta­ya çı­kan ve 2. Dün­ya Sa­va­şı sı­ra­sın­da ev­ren­sel­le­şen bu dönem, büyük ölçekli bi­li­m[3] dönemiydi. Bu dö­nem­de, araş­tır­ma-ge­liş­tir­me­ye har­ca­nan pa­ra artık on mil­yon­larla ifade ediliyor ve ge­rek­li in­san­la­rı ve araç-ge­reç­le­ri ba­rın­dır­mak için bir ka­sa­ba bü­yük­lü­ğün­de ku­ru­luş­lar ge­rek­iyordu. Böylesine büyük kuruluşların kurulup çalıştırılması için ge­reken pa­ra­yı an­cak dev­let sağ­la­ya­bi­lirdi. Sovyetler Birliği’nde böyle oldu. Birinci Beş Yıllık Plan sırasında, böyle, çok sayıda araştırma kurumu ve enstitü kuruldu. 1933 yılı başında, kısmen küçükleriyle birlikte, bu kurum ve enstitülerin sayısı 586 oldu. Kapitalist ülkelerde ise, daha farklı bir yol izlenir. Bu ülkelerde, böylesi durumlarda, dev­let, te­kel­ci iş­let­me­le­ri yar­dı­ma ça­ğır­ır; ken­di baş­la­rı­na âdeta bi­rer dev­let olan bu te­kel­ler de, dev­let­le araş­tır­ma-ge­liş­tir­me söz­leş­me­le­ri ya­pa­rak, bu pa­ra­yı, is­tek­le­ri doğ­rul­tu­sun­da –ki, istekleri de her zaman azami kâr olur– har­ca­rlar. Oysa sosyalizmde, bu büyük ölçekli bilimin amacı ne kâr, ne de yıkımdı; amaç yapıcıydı; tek amacı, do­ğa­yı dö­nüş­tür­mek ve insan yaşamını kolaylaştırmaktı.

Sovyetler Birliği ve öteki sos­ya­list ve halk demokrasili ül­ke­ler­de­ki bi­lim in­san­la­rı­nın tu­tu­mu, fark­lı bir doğ­rul­tu­da edin­dik­le­ri de­ne­yim­ler sonucu farklı bir ku­tup­ta top­lan­dı. Bi­lim in­san­la­rı, bir ta­raf­tan Av­ru­pa’nın ve As­ya’nın acı­ma­sız­ca yer­le­ bir edil­me­si­nin sı­kın­tı­sı­nı çek­ti­ler; çün­kü bu ara­da, yıl­lar­ca sü­ren eziyetli ça­lış­ma­la­rın mey­ve­le­ri de yok edil­miş­ti. Ka­pi­ta­list dün­yanın yol açtığı yıkım ve nef­reti, ya­şa­ya­rak gör­dü­ler. Öte yan­dan, yer­le bir ol­muş ül­ke­ler­de, halk­la­rın gös­ter­di­ği ya­ra­la­rı­nı sar­ma ve ye­ni­den aya­ğa kalk­ma ye­te­ne­ği, iç­le­ri­ni tekrardan umut­la dol­dur­du. Ba­rış gel­di­ğin­de, çok da­ha bü­yük ba­şa­rı­lar el­de edi­le­ce­ğini gördüler. İn­san ak­lı­nın do­ğa­yı an­la­ma ve de­ne­tim al­tı­na al­ma ye­te­ne­ği­ne olum­lu bir inanç do­ğdu; öy­le ki, ya­ra­dı­lış­tan gel­di­ği dü­şü­nü­len tüm sı­nır­lı­lık­lar red­de­dil­di. Bunun sonucunda, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında, büyük doğayı dönüştürme hamlesi başlatıldı.

DO­ĞA­YI DÖ­NÜŞ­TÜR­MEK

İnsan, binlerce yıl, doğaya egemen olma ve onu dönüştürerek yararlanma düşleri gördü. O güne dek işlenmemiş toprakları işlemek, sel taşkınlarını önlemek, su bentleri ve yolları yapmak, açlığın önüne geçmek, hastalıklardan korunmak, hatta hastalıkları ortadan kaldırmak; daha iyi, daha sağlıklı, daha özgür, daha mutlu, daha tok yaşamak, insanlığın başından beri hayaliydi. Bilimin ortaya çıkışı ve gelişimini sağlayan zaten bu hayal ve çabalardır. Des­car­tes, 17. yüz­yılda, “Do­ğa­ya ege­men olup onun efen­di­si ha­li­ne ge­le­bi­liriz” demişti.[4] Önceden başlatılmış, ama araya giren savaş nedeniyle kesintiye uğramış bu hayalleri gerçekleştirme çabalarına, Hitler faşizminin Sovyetler Birliği’nde yarattığı akıl almaz yıkım ve acının yaraları sarılır sarılmaz, yeniden girişildi.

Savaş öncesi dönemde, top­ra­ğın iyi­leş­ti­ril­me­si ve çöl­le­rin ta­rı­ma el­ve­riş­li ha­le ge­ti­ril­me­si ça­lış­ma­la­rına başlanmış ve bu alanda önemli mesafeler de kat edilmişti. Burada gözetilen ilk ve en önemli yan, da­ima, top­ra­ğın ko­run­ma­sı ve iyi­leş­ti­ril­me­si oldu. Sa­vaş son­ra­sı yıl­lar­da, bu sü­reç öy­le­si­ne yay­gın­la­şıp hız­lan­dı­rıl­dı ki, ge­ze­ge­ni­n tarihinde o güne dek hiç olmayan bir du­rum or­ta­ya çık­tı: İn­san­lı­ğın hiz­me­tin­de do­ğa­nın ye­ni­den ya­pıl­anma­sı ve coğ­raf­ya­nın de­ğiş­ti­ril­me­si. Böy­le­si bir gi­ri­şi­mi dü­şü­nüp ger­çek­leş­ti­re­bil­mek için, her şey­den ön­ce, or­tak he­def­ler doğ­rul­tu­sun­da ça­lış­ma­ya alış­kın ve ge­le­cek­te­ki büy­ük ka­za­nım­lar uğ­ru­na bu­gü­nü fe­da ede­bi­le­cek denli öz­gü­ven sa­hi­bi bir halk ge­re­kir. Bu­nun yanı sıra, bu iyi ni­ye­ti ya­şa­ma ge­çir­mek için, aza­mi öl­çü­de bi­lim­den ya­rar­la­n­mak ge­re­kir. Ir­mak­la­rın önü­ne bent çek­mek, ka­nal­lar aç­mak ve dev elekt­rik santralleri in­şa et­mek için ma­ki­ne mü­hen­dis­li­ğin­in; or­man­lık böl­ge­ler mey­da­na ge­tir­mek, su­la­ma ağ­la­rı kur­mak, hay­van­lar­la ekin­le­ri den­ge­le­mek için bi­yo­lo­ji mü­hen­dis­li­ğin­in yardımı gerekir. Sovyetler Birliği de bunu yaptı. Her yer­de, ta­rı­mın laboratuar ve alan de­ney­le­riy­le bir­leş­ti­ril­di­ği kar­ma sis­tem­le­re özel vurgu ya­pıldı, böyle çalışmalar alabildiğine teşvik edildi.

Ku­rak­lık teh­li­ke­si­ içinde ve ya­rı çöl du­ru­mun­da­ki Rus­ya’nın gü­ney­do­ğu­su ile Ha­zar Hav­za­sı’nda yüz mil­yon in­sa­nı bes­le­ye­cek bir ta­rım ve sa­na­yi uy­gar­lı­ğı ku­rul­ma­sı ça­lış­ma­la­rı başlatıldı. Dü­şük ra­kım­lı ova­lar, ku­ru­lan bent­le­rin yar­dı­mıy­la su­la­ndı. Su­la­ma ka­nal­la­rı, ba­zı yer­ler­de, dağ­la­rın için­den ge­çi­rildi, ba­zı yer­ler­de, de­ni­zin bir ko­lu­nun ye­ri­ni al­dı. Yük­sek ra­kım­lı yer­lerde, topraklar, su pom­pa­lanarak sulandı. Açık çöl­ler­de, kum­lar, sak­sa­ul ağaç­la­rıy­la ye­rin­de tu­tul­du; güneşten yararlanarak, buralara su pom­pa­la­nıp yüzey soğutuldu. Plan­la­ma, tüm ır­mak hav­za­la­rı­nı kap­sa­dı. Vol­ga, Don ve Din­ye­per gi­bi bü­yük ır­mak­lar, ha­vuz­la­r ve elekt­rik santralleri olan bent­ler­le ay­rıl­mış göl sil­si­le­le­ri­ne dö­nüş­tü­rüldü; su, su­la­ma ka­nal­la­rı­na ak­ta­rıl­dı. Böy­le­ce, su taş­kın­la­rıyla ku­rak­lık­lar ön­le­ndi.

Hazar Havzası’nda, Aral gölünü çevreleyen geniş çöllerin sulanıp tarıma açılması için göle dökülen Amu Der­ya ve Sir Derya ırmaklarından yararlanıldı. Bunun için örneğin, Amu Deryanın bir kısmı dev kanallarla Ka­ra Kum çö­lü­nün or­ta­sın­dan ge­çirilip Hazar Denizi’ne döküldü. Bunun sonucunda, Orta Asya’nın bu kurak bölgelerinin bir kısmı verimli topraklar haline getirildi. Bu kanallar sayesinde Özbekistan bugün dünyanın en büyük pamuk ihracatçısı ülke haline gelmiş durumda. Burada kısa bir not düşmek gerekecek:

Sovyetler Birliği’nin sosyalist inşa ve büyük planlı kalkınma hamleleri sırasında hayata geçirdiği projeleri –ve tabii ki doğal olarak sosyalizmi– karalamak için her şeyi eleştirip kötülemeyi kendilerine iş edinen burjuva ekonomistler ve “bilim” adı takarak kara propaganda yürütenler, sözü edilen bu dev sulama kanallarını ve ırmakların tarımın hizmetine sunulması projelerini de, –sanki kâr hırsıyla bütün doğayı katleden, en son karbon gazları salınımını doruğa çıkarıp “küresel ısınma” denen iklim değişikliklerini tetikleyerek sadece çevreyi değil insanlığı da tehdit eden kapitalizmin sözcüleri değillermiş gibi– “doğaya müdahalenin felakete yol açtığı”nı ileri sürerek, eleştiriyorlar. Örneğin Amu Derya ırmağının çöllerin içinden geçirilmesinin Aral Gölü’nün kurumaya başlamasında ana neden olduğunu öne sürüyorlar. Kısaca açıklayalım: Aral Gölü çevresindeki çöllerin tarım yapılır hale getirilmesi projesi, devrimden hemen sonra, 1918’te kararlaştırıldı. Ancak böylesine dev projelerin gerçekleştirilmesi için hazırlıklar gerekiyordu. Çünkü böyle kapsamlı çalışmalar için makineleşme, ye­ni bü­yük boyutlu inşaat mühendisliği ma­ki­ne­le­ri gerekir. Elde, dev yük ara­ba­la­rı ve çe­ki­ci­ler, bul­do­zer­ler, hid­ro­lik ka­zı­cı­lar olması, kısacası önce büyük makineleşme hamlesinin tamamlanması gerekirdi. Aksi halde çölleri bir ağ gibi örüp kilometrelerce uzayıp giden kanalların yapılması, akın­tı­yı hız­lan­dır­mak için ır­mak­la­ra ye­ni kol­lar açıl­ma­sı, el­ve­riş­li iyi top­ra­ğın or­ta­ya çı­ka­rıl­ma­sı, top­ra­ğın taş ve ka­ya par­ça­la­rın­dan arın­dı­rı­lıp te­miz­len­me­si, bütün bun­lar için ge­rekecek ener­ji­nin yerel doğal kaynaklardan el­de edil­me­si gi­bi, ma­ki­ne­le­rin bir­kaç yıl için­de ger­çek­leş­tir­eceği işleri, binlerce bile olsalar, köy­lü­ler, el­le­riy­le bin yıl­da ta­mam­la­ya­maz­lar­dı. Bu yüzden önce sanayileşme hamlesinin gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Ardından araya giren Alman faşizmi saldırısının savuşturulması beklendi. Bunun sonucunda Hazar – Aral Projesi ancak 1940’ların ortalarında ele alınabildi. Proje çok büyük ve kapsamlı olduğundan, bölüm bölüm ilerliyordu. Amu Derya ırmağını Kara Kum çölü içinden geçirecek, bugün dünyanın en büyük sulama ve su sağlama kanalı olan Kara Kum Kanalı’nın inşasına, ancak 1954 yılında başlanabildi. Stalin’in 1953’te ölümünün ardından, revizyonizmin kısa zamanda iktidara gelmesiyle, bütün bu dev projeler kesintiye uğratıldı. Sovyetler Birliği’nin sosyalist inşada temel aldığı sanayileşme, özellikle de ağır sanayinin geliştirilmesinin revizyonizm tarafından durdurulması doğrultusunda, bu dev mühendislik projeleri de, ya durduruldu ya da savsaklandı, başlamış olanlar da baştan savma yapıldı. Örneğin inşası 1954’te başlatılıp, kısa zamanda tamamlanması hedeflenen Kara Kum Kanalı, 34 yılda, 1988’e kadar bitirilemedi, hem de inşasında başta yapılan hesaplama ve planlara sadık kalınmadığından, çoğu kanallar, büyük su kaybı olacak biçimde inşa edildi. Çok daha önemlisi, Aral – Hazar havzası projesinin ikinci ve asıl ana bölümü, boşu boşuna Ku­zey Kut­bu’nun ba­tak­lık­la­rı­na dö­kü­len Si­bir­ya ır­mak­la­rı­nın, dön­dü­rülerek, Aral bölgesine kadar getirilip, Aral çu­ku­ru­nun dol­dur­ması projesi idi. Böylece, değil Aral Gölü’nün kuruması, aksine, bölgede dünyanın en büyük yapay gölü yapılarak, binlerce yıllık çöllerin yemyeşil zengin tarım alanlarına dönüştürülmesi ve bölgede yaşayan yüz milyon insanın beslenmesi hedefleniyordu. Revizyonist yönetim, sosyalizm döneminde bütün planları yapılan bu projeye hiç başlamadı. Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, bugün Aral Gölü’nün kurumasının sorumlusu olarak, sosyalizm ve onun büyük projeleri kesinlikle gösterilemez. Eğer mutlaka bir sorumlu aranacaksa, bu sorumlu, insanlığın bu en büyük projelerini değişik yollarla baştan beri engellemeye çalışan kapitalizm ve başlamış projelerin hem eksik hem de hatalı yapılmasını sağlayan revizyonizmden başkası olamaz. Artık konumuza dönebiliriz.

Sovyetler Birliği’ndeki bu hamleler, öteki halk demokrasili ülkelere de ilham kaynağı oldu. Çin Halk Cum­hu­ri­ye­ti’nde[5], bü­yük çev­re ko­ru­ma plan­la­rı ya­şa­ma ge­çi­ril­me­ye baş­lan­dı. Taş­kın­la­rıy­la sü­rek­li en zen­gin Do­ğu eya­let­le­ri­ni yı­kı­ma uğ­ra­tan Hwai Ir­ma­ğı de­ne­tim al­tı­na alı­na­rak, ya­rar­lı ha­le ge­ti­ril­di. Yangz­te Ir­ma­ğı ile Sa­rı Ne­hir’in kol­la­rı­ de­ne­tim al­tı­na alınarak, bu ır­mak­la­rın akış yo­lu üze­rin­de­ki hav­za­lar­dan ya­rar­la­nıl­dı. Tüm bun­lar, mal­ze­me için bir an ol­sun bek­le­nil­mek­si­zin, ça­pa­lar­la top­rak ka­zı­lıp hafri­yat se­pet­ler­le ta­şı­na­rak, ger­çek­leş­ti­ril­di.[6]

Kuşkusuz bu işler, son al­tı bin yıl için­de her­han­gi bir za­man di­li­min­de ya­pı­la­bi­lir­di, bugün de yapılabilir. Pet­rol ve su ba­kı­mın­dan zen­gin olan Me­zo­po­tam­ya, uy­gar­lı­ğın doğ­du­ğu gün­ler­de­ki ka­dar ve­rim­li ve zen­gin ola­bi­lir. Mı­sır, Nil’in su­yun­dan iki-üç kat da­ha faz­la ya­rar­la­na­bi­lir ve çok da­ha bü­yük bir nü­fu­sun in­sa­na ya­ra­şır ko­şul­lar­da ya­şa­ma­sı­nı sağ­la­ya­bi­lir. Es­ki de­ne­yim­ler ve mo­dern araş­tır­ma­lardan yararlanılsa, Sah­ra Çö­lü’nün bü­yük bö­lü­mü­ ye­ni­den ve­rim­li ha­le ge­tir­ilebilir. Hint­li­ler, ta­rım­sal ve me­ka­nik us­ta­lık­la­rı­nın sağ­la­dı­ğı ge­niş ola­nak­lar­dan ya­rar­la­na­bi­lir­ler. Tro­pi­kal Af­ri­ka ve Gü­ney Ame­ri­ka, ken­di su kay­nak­la­rın­dan ya­rar­la­na­rak, ta­rih­te ilk de­fa tro­pi­kal yağ­mur or­man­la­rı­nı de­ğer­len­dir­me­nin bir yo­lu­nu bu­la­bi­lir­. Fakat bunları gerçekleştirmek için, sadece kendilerinin ve temsilcisi oldukları sınıfların çıkarlarını düşünen kral ve im­pa­ra­tor­ların, mandarin ve padişahların, tekel ve onların temsilcilerinin değil, halkın iktidarda olması gerekir.

SOSYAL TIP

Sovyetler Birliği, kuşkusuz yalnızca tarımın ve doğanın dönüştürülmesi gibi büyük projeler ve devasa bir sanayi hamlesi gerçekleştirmekle kalmadı, hemen her alanda yenilikler yaptı. Tıptan eğitime, tarımdan ekonomiye, fizik ve biyolojiden psikoloji, sosyoloji ya da tarihe, bilimin hemen her alanına yeni bir anlayış, yeni bir yaklaşım getirdi. Örneğin tıpta, o güne dek yapılmamış bir uygulama gerçekleştirildi ve tıp sosyalleştirildi. Tıpta sosyalizasyon Sovyetler Birliği ile başladı.

İki türlü tıp ya da sağlık veya hekimlik hizmeti vardır: Sosyal ya da koruyucu tıp ve tedavi edici tıp. Sosyal ya da koruyucu tıp, kişinin hastalanmasını önlemeye çalışarak, sağlıklı kalmasını sağlamaya; tedavi edici tıp ise, hastalanmış kişiyi tedavi etmeye çalışır. Bunlar, 1. ve 2. basamak hizmetleri diye de adlandırılırlar. Sovyetler Birliği, bunlardan, ikincisini ihmal etmeden, daha çok birincisine ağırlık verdi. Çok sayıda sağlık evi ve dispanser açıldı; hızla binlerce ebe, hemşire, sağlık memuru ve tabii ki hekim yetiştirildi. Bataklıklar kurutuldu, hastalık etmenlerinin ortadan kaldırılması için büyük çaba harcandı. Sağlık hizmetleri alabildiğine yaygınlaştırılıp parasızlaştırıldı. Bunu sağlamak için hızla yeni yeni sağlık okulları, tıp fakülteleri açıldı. Örneğin, Ekim Devrimi olduğu sırada, Kazan, Odessa ve Kharkov’da birer, St Petersburg’da (Leningrad) iki tane olmak üzere bütün Rusya’da toplam 5 tıp fakültesi vardı. 1930’ların başına gelindiğinde, Sovyetler Birliği’ndeki tıp fakültesi sayısı 51’e ulaşmıştı.[7] O güne dek Rusya tarihinde hiç olmamış bir şey gerçekleşti: Hayatlarında hastane, doktor, hemşire yüzü görmemiş milyonlarca insan, istediği zaman, istediği yerde, para vermeden tedavi olmaya, oldukça yetkin sağlık hizmeti almaya başladı.

Sosyal tıp, man­tık­sal ola­rak, top­lum­sal üre­ti­mi ve top­lum­sal bö­lü­şü­mü ge­rek­ti­rir; çünkü her­ke­sin ça­lış­ma­sı, din­len­me­si ve ye­te­rin­ce bes­len­me­si baş­ka tür­lü gü­ven­ce altına alınamaz. Kı­sa­ca­sı, sosyal tıp sos­ya­liz­mi ge­rek­ti­rir: ABD’de sosyal tıbbın hiç uygulanmaması ve hatta ondan korkulup nefret edilmesinin, sosyal tıbbın tem­bel ve aç­göz­lü in­san­la­rın dü­şün­ce­si ol­arak lanse edilmesinin asıl nedeni bu­dur. Oysa Sovyetler Birliği ve öteki halk demokrasili ülkelerde, özel­lik­le de ço­cuk­lar için ge­liş­miş sağ­lık hiz­met­le­ri ve­ril­me­si yö­nün­de hızla bir se­fer­ber­lik baş­la­tıl­dı. He­kim­le­rin ve hem­şi­re­le­rin top­lum­sal ko­num­la­rı yük­sel­ti­ldi, tıp mes­le­ğin­de he­kim sa­yı­sı­ artı­rıl­dı. Bu durum, üstelik yalnızca ülkenin belli başlı merkezleriyle sınırlı tutulmadı, tüm ülkeye yayıldı. Ör­ne­ğin Öz­be­kis­tan’da, Çar­lı­ğın ege­men ol­du­ğu dö­nem­de her 31 bin ki­şi­ye bir he­kim dü­şer­ken, 1952’de her 895 ki­şi­ye; Azer­bay­can’da da her 490 ki­şi­ye bir he­kim düşüyordu. Oysa aynı dönemde İngiltere’de her 862 ki­şi­ye bir, Nijerya’daysa her 133 bin ki­şi­ye bir he­ki­m düşüyordu.

Sovyetler Birliği ve Ekim Devrimi’nden ilham alan Çin’de de benzer ilerlemeler kaydedildi. Sağ­lık se­fer­ber­li­ği kitlesel bir biçim al­dı. İlk adım, bulaşıcı hastalık/en­fek­si­yon kay­nak­la­rı­nın or­ta­dan kal­dı­rıl­ma­sıy­dı. Çin, dün­ya­nın en çok si­nek is­ti­la­sı­na ma­ruz ka­lan ül­ke­le­rin­den bi­riy­di; halk hü­kü­me­ti­nin ku­rul­ma­sın­dan iki yıl son­ra, Çin’in ka­sa­ba ve köy­le­rin­de tek bir si­nek bi­le bul­unmaz oldu. Ve­ba­nın en­de­mik mer­kez­le­ri te­miz­len­di ve dört yüz mil­yon­dan faz­la in­san, çi­çek has­ta­lı­ğı­na kar­şı aşı­lan­dı. Sağ­lık hiz­met­le­ri mu­az­zam öl­çü­de ar­tı­rıl­dı. Ör­ne­ğin 1952 Ha­zi­ran’ın­da, Ku­zey­do­ğu Çin’de, öz­gür­lük ön­ce­si gün­le­re oran­la yir­mi kat da­ha faz­la has­ta­ne ve on iki kat da­ha faz­la sağ­lık kli­ni­ği var­dı. 1954’te, her 625 iş­çi­ye bir he­kim dü­şü­yordu. Bu rakam, ülke genelinde 880’e 1’di. Ya­şam-kur­ta­ran ye­ni ilaç­lar üret­mek üze­re fab­ri­ka­lar ku­ru­la­rak, ilaç it­ha­la­tı­na kar­şı Ame­ri­kan am­bar­go­su boz­gu­na uğ­ra­tıl­dı.

Sovyetler Birliği’nin başlattığı sosyal ya da sosyalleştirilmiş tıbbı kendilerine örnek alanlar, yalnızca öteki sosyalist ve halk demokrasili ülkeler olmadılar. Başta İngiltere olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerin bir kısmı, bu sistemi, –biçim olarak da olsa– kendi ülkelerinde uygulamaya başladılar. Örneğin İngiltere’de, daha 2. Dünya Savaşı’nın ortasında, 1942 yılında, Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS) adı verilen yeni bir sağlık sistemi uygulaması başlatıldı. Clement Attlee hükümetinin başlattığı NHS, Sovyet sağlık sistemi örnek alınarak planlamış ve “sosyalizasyon” da denilen, bir sosyalleştirilmiş sağlık hizmetiydi. İngiliz “sosyalleştirilmiş” sağlık sisteminin olumlu etkileri görülür görülmez, Türkiye dâhil pek çok ülke, benzer uygulamalara girişerek, koruyucu tıp başta olmak üzere, birinci basamak sağlık hizmeti yasalarını geçirmeye başladılar. Her ne kadar İngiltere’nin örnek alındığı söylense de, aslında örnek alınan, Sovyetler’in sosyalleştirilmiş sağlık sistemiydi. Tahmin edileceği gibi, örnek alınan, o sistemin içeriği değil, daha çok biçimiydi, kaba bir görüntüsüydü.

EĞİTİM

Genç Sovyetler Birliği’nin toplumsal ve eğitimle ilgili yerine getirmesi gereken görevler, en az öteki maddi görevler kadar önemliydi. Farklı ırk ve dillerden, geri kalmış, sınıflara bölünmüş, kafaları hurafelerle doldurulmuş yığınlar, kendilerini en yüksek teknik ve kültürel düzeye çıkaracak yolu bulmak zorundaydılar. Kapitalist ve feodal zamanlardan kalma, insanları birbirinden uzaklaştıran kökleşmiş alışkanlıklar, önyargılar, düşmanlıklar ve korkular, eğitim yoluyla, önce denetim altına alınmak, sonra da ortadan kaldırılmak zorundaydı. Yeni türde bir insanın yaratılması gerekiyordu.

Sovyetler Birliği’nin tüm eğitim tarihi boyunca gerçekleştirilen en önemli reformlardan biri, suçlu çocuklardan bir koloni oluşturup, onların kendilerine olan saygılarını ve dayanışma duygusunu kazanmalarını vurgulayan Makarenko’nun öncülüğünde, kendi ekmeğini kendi kazanan bir komünün kurulmasıydı. Bu komünün başarıları, Makarenko’nun “Yaşam Yolu” isimli kitabı ve aynı adı taşıyan bir sinema filmiyle ölümsüzleştirildi. Eğitimde sadece disiplin vurgusu yapan eğitimcilere karşı amansız bir mücadele yürüten Makarenko’nun çalışmaları, tüm bir Sovyet eğitimcileri kuşağına esin kaynağı oldu. Onun temel ilkesi olan “herkesten elinden gelenin en iyisini yapmasını istemek, ama aynı zamanda ona mümkün olan en büyük saygıyı göstermek”, yeni sosyalist dünyada, birey ve sorumluluk konusundaki yeni yaklaşımın anahtarı oldu. Makarenko, kendi kolektifinin –Gorki Kolonisi’nin– özgün karakterini şu sözlerle dile getirir: “Bu kolektifte son derece karmaşık bir sistem vardır. Her bir birey kendi kişisel uğraşlarını başkalarının uğraşlarıyla uyumlu kılmak zorundadır; … öyle ki, onun kişisel hedefleri ortak hedeflerle çelişmesin… Bu uyum, Sovyet toplumunun karakteristik özelliğidir. Bana göre ortak hedefler temel, belirleyici hedefler olmanın yanı sıra aynı zamanda benim kişisel hedeflerimle de bir zincirin halkaları gibi birleşmişlerdir.” Bu sözler, başka pek çok Sovyet girişiminden elde edilen deneyimi ifade ediyordu.

Sovyetler Birliği’nin eğitim alanındaki çalışmaları çocuklarla sınırlı değildi; yetişkin erkekleri ve onun da ötesinde, yeni uygarlığa katacak çok şeyleri olan kadınları da kapsıyordu. Sovyetler Birliği’nin ilk yılında gerçekleştirdiği iki önemli insani başarıdan biri, kadının erkeğe bağımlı olmaktan kurtulması, diğeri de, bilginin ve fırsatın yaşına, sınıfına ya da milliyetine bakılmaksızın herkese sunulmasıydı. Sovyetler Birliği’nde geçerli ilke, Lenin’in dediği gibi, “Her aşçının devleti yönetmeyi öğrenmek zorunda olması”ydı.

Okuma yazma oranının çok düşük olduğu Rusya’dan, 1950’lere gelindiğinde, genel yüksek öğrenim yaşama geçirilmeye başlanmıştı. Sovyetler Birliği’nde, pek çok merkezde, orta öğrenimin ardından yüksek öğrenime devam edenlerin oranı yüzde 60 ile yüzde 100 arasında değişiyordu. Bu öğrencilerin bazıları üniversitelere, bazıları çeşitli teknik ve tarım yüksek okullarına, bazıları tıp fakültelerine, bazıları konservatuar ve bale okullarına, hatta bazıları da sirk sanatı enstitülerine kayıt yaptırıyorlardı. Örneğin dünyanın önde gelen bilim insanlarından İngiliz Profesör J. D. Bernal, 1953 yılında gittiği Sovyetler Birliği’nin uzak bir köşesindeki Tiflis Üniversitesi’nde, fizik öğrencilerinin sayısının Londra Üniversitesi’ndekilerden daha fazla olduğunu gördüğünü söylüyor.[8] Ve hemen ekleyerek, “üstelik bu öğrencilerin 350’si kadındı, Londra’da bu sayı 70’den azdır” diyor.

Öteki alanlarda olduğu gibi, Sovyetler Birliği’ndeki yeni eğitim sistemi de, birçok ülkeye ilham kaynağı oldu. Bunlardan birinin de bizdeki “köy enstitüleri” uygulaması olduğu rahatlıkla söylenebilir.

BİLİMDE YENİ YAKLAŞIM, YENİ YÖNTEM

Aslında bütün bu gelişmeler tesadüfî olmamıştı. Bilimde yeni bir yaklaşımın, yeni bir bakışın sonuçlarıydı. Bilimin, diyalektik materyalist bir bakışla ele alınıp, insan ve ihtiyaçları merkeze konularak planlanıp uygulanmasıydı.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa edilmeye başlanmasıyla, bilimdeki yaklaşım da değişmeye başladı. Araştırma konuları, toplumun ihtiyaçlarına göre belirlenir oldu. Sovyetler Birliği’nde, örneğin biyolojide bilime yeni bir yaklaşım getiriliyordu ve bu alandaki yaklaşım, giderek bilimin öteki alanlarını da etkileyip, o alanlarda da uygulanmaya başlanmıştı. Biyoloji, genetik ve tarım biyolojisindeki genç, sosyalist bilim insanı kuşağı, sosyalizmin yeni bilimci kuşağını temsil ediyordu ve bilim ve araştırmada bu yeni sosyalist yaklaşımın simgesiydi.

Bilimin ve bilimsel araştırmanın görevi ne olacaktı? Sadece görmek ve açıklamak mı; yoksa aynı zamanda değiştirmek, doğaya egemen olmak, doğayı insanın hizmetine sunmak mı? Daha da önemlisi, araştırma konuları nasıl belirlenecekti; bilim, bilim yapmış olmak için mi, yoksa bir sorunu çözmek, bir ihtiyacı gidermek için mi yapılacaktı? Sovyetler Birliği’nin yeni genç bilimci kuşağı, bu sorunun cevabını, araştırma konularının insanın ihtiyacına göre belirlenmesi olarak verdiler. Bunu da, sözle değil, pratik uygulamaları ile gösterdiler. Bilimin; yalnızca bilim yapmış olmak, araştırmacının araştırmasını sadece kendini tatmin etmek, merakını gidermek ya da kafasına takılan ve kendisine sorun gelen sorunları çözmek için –veyahut da bugün olduğu gibi tekellerin isteklerine yanıt vermek için– değil, insanın bir gereksiniminin giderilmesi, ortaya çıkmış pratik bir sorunun çözülmesi için yapılması gerektiğinde ısrar ettiler. Bu temelde bir saflaşma ortaya çıktı. Bilim ve akademi kurumlarının yetkili organlarında mevzilenmiş eski düşünce ve yaklaşımın temsilcileri, yeni yaklaşıma uygun araştırmaları engelleyince ve üstelik bu engellemede uzun yıllar ısrar edince, sonunda, zorunlu olarak, sosyalist yönetim tarafından değiştirildiler. Araştırmanın yönü, yeni anlayışa uygun olarak değiştirilmekte olduğundan, buna uygun düşen yeni kadrolaşma da gerekiyordu ve öyle de yapıldı. Yazımızın başında kısaca belirttiğimiz, “Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yapmadığı; bilimi ve bilimsel gelişmeleri kösteklediği, hatta engellediği; bilim insanlarının bilimsel çalışmalarına doğrudan müdahale edilip politik dayatmalar yapıldığı, karşı çıkan bilim insanlarının 1930’ların ortalarından 1960’lara dek görevlerinden alınıp susturulduğu” yönündeki iddiaların dayanağı, işte, bilimdeki bu yeni yaklaşıma uygun yeni kadrolaşmanın başlatılmasıdır. Bilimde farklı ve yeni bir anlayışı simgeleyen Sovyetlerin yeni ve genç bilimci kuşağının bilim kurumlarının yetkili organlarının yönetimlerine getirilmesi, yıllardır bu kurumlarda mevzilenmiş eski düşüncenin temsilcilerini ve yandaşlarını rahatsız etti ve bu yüzden, konu alabildiğine abartıldı, çarpıtıldı ve dünya çapında akıl almaz bir ideolojik – politik saldırıya dönüştürüldü.

Ne yapılması bekleniyordu? Devlet, esas olarak işçi devletiydi ve çalışan işçi ve öteki emekçi kesimlerin iş ve yaşam koşullarını iyileştirmek zorundaydı, bunun için vardı. Yeni sosyalist bilimci – mühendis kuşağı, ihtiyacı görerek, bilim ve teknolojide araştırmanın yönünü o tarafa çevirmiş, ona uygun mevzileniyordu. Örneğin maden işçilerinin göçüklerde yeraltında kalmasını önlemek için, madenlerin yeraltından insansız çıkarılmasının yöntemlerini buluyordu. Örneğin, başta sert iklim koşulları olmak üzere, olumsuz koşullar yüzünden yeterince tahıl üretimi yapılamıyordu. Ülkenin besin ihtiyacının giderilmesi için, tarım bilimcileri devreye girip, tarıma elverişsiz, çorak ve kar altındaki topraklarda, o koşullarda yetişebilecek tarım ürünleri yetiştirmenin yollarını bulmak zorundaydı. İnsanlar yeterince beslenemezken, bilim insanları laboratuarına kapanıp feryatlara sırtını dönemezdi.

GENETİK TARTIŞMALARI VE “LİSENKO OLAYI”

Yukarıda belirtildiği gibi, Sovyetler Birliği’nin iklimi ve topraklarının geniş bir kesiminin koşulları, verimli tarım yapılmaya elverişli değildi. Birçok yerde tarım yapılabilecek gün sayısının sınırlılığı bir yana, Sibirya’nın uçsuz bucaksız toprakları hep kar altındaydı ve bu devasa alanlar boş duruyor, ekim yapılamıyordu. Bir yandan iklim koşulları, bir yandan da toplumsal ve politik koşullar, Sovyet tarımına sürekli darbe vurdu. Devrim öncesi Çarlık politikaları ve Birinci Dünya Savaşı, Rus tarımını yıkıma uğratmıştı. Devrimden hemen sonra, 1920-21 yıllarında, hem büyük kuraklık başladı, hem de iç savaş alevlendi. Kuraklık, iç savaş ve bunların sonucunda ortaya çıkan kıtlık, tarımı ve tarımla geçinen geniş köylü yığınlarını çökertti. 2-3 yıl geçmişti ki, 1924 senesinde çok sert bir kış oldu. Tahıl üretiminin yüzde 20’si bu sert kışta kayboldu. Yine, 1927-1928 ve 1928-1929 yıllarında, üst üste, çok ama çok sert iki kış daha görüldü. Lisenko ve arkadaşlarının uyguladıkları vernalizasyon[9] yöntemine göre ekilmiş 32 milyon akrelik kış buğdayı, bu iki yıllık olağanüstü soğuklarda yok oldu.

Derken, 1930’larda, tarımdaki kolektifleştirmenin yer yer yanlış anlaşılması sonucu ortaya çıkan köylü sorunlarında, çok geniş tarım alanları tahrip edildi. Sorunun çözülüp yaraların sarılması zaman aldı. Genç Sovyetler Birliği tam belini doğrultmaya başlamışken, bu kez de, devreye savaş girdi. Alman orduları, Sovyetler Birliği’nin en verimli topraklarının bulunduğu bölgelerde taş üstünde taş bırakmadılar. Bütün sanayi tesisleri, tarım alanları, büyük çiftlikler yakıldı, yıkıldı. Sağlam bir şey bırakılmadı. Tahıl üretimi, savaş öncesi seviyenin kat kat altına indi. Bu seviyeye, yeniden, ancak savaştan 5-6 yıl sonra, 1950-51 yıllarında ulaşılabildi. Yıkım böylesine büyük olmuştu.

İşte bütün bu koşullar altında, genç Sovyetler Birliği’nin gıda gereksiniminin acilen giderilmesi, tarımsal üretimin hızla artırılması gerekiyordu. Oysa yukarıda gördüğümüz gibi, ne iklim, ne de politik koşullar buna uygundu. Doğanın koyduğu sınırlılıkları aşmak, onu yenmek, doğanın yasalarını denetim altına alıp ona egemen olmak; olumsuz koşullarda; iç savaş ya da savaşın olmadığı bölgelerde, Sibirya’da, soğukta, kar altında yetişebilecek yeni tahıl türleri geliştirmekten başka yol yoktu. Bilim, bu ihtiyacı gidermek, sorunu çözmek göreviyle karşı karşıya kaldı. Ülke ve halkın ihtiyacı buydu ve bilimden bu bekleniyordu.

Kendilerine diyalektik materyalizmi rehber edinmiş genç Sovyetler’in yeni sosyalist bilim insanı ve tarım uygulamacısı kuşağı, “göreve hazırız” dedi; laboratuarların dört duvarı arasına kapanmak yerine, o güne dek hiç yapılmamış bir yola başvurdu; gereksinimi görüp, pratik ve ihtiyaçtan yola çıkarak, kolları sıvadı. Genç akademisyen, araştırmacı ve tarım uygulamacıları, zorlu görevin üstesinden gelmek için, doğrudan canlı pratiğin içine doğru yola koyuldular. Önce, doğayı, Rus köylüsünün yüzlerce yıldır yaptıklarını ve Miçurin gibi önde gelen tarım bilimcisi ve ziraat uygulamacılarının çalışmalarını izlediler. Sahaya, tarlalara, kolhoz ve üretme çiftliklerine yayılıp, deneylere başladılar. Sorunu yerinde gidermeyi yeğlediler. Bu nedenle, Sovyet köylüsü, yanı başında gördüğü, yeni, sosyalist genetik ve tarım bilimcisi kuşağına insan sevenler adını takarken, laboratuvara kapanmış, meyve sineği üzerinde uzun araştırmalar yapan eski klasik genetikçilere sinek sevenler dedi.

Tarım bilimcisi Miçurin’in ünlü “Nimetlerini bize sunması için doğayı bekleyemeyiz; onları onun elinden söküp almalıyız” sözünden yola çıkarak, tahıl bitkilerinin genetik yapısıyla oynayarak, sıcak bölgelerde yetişen buğday türlerinin soğuk bölgelerde yetiştirilmesinin mümkün olduğu tezini geliştirip, işe koyuldular. O dönemde, henüz ne DNA ya da genler, ne de modern moleküler biyoloji ve onun teknikleri veya gen mühendisliği uygulamaları biliniyordu. O koşullarda, tahıllarda genetik yapıyı değiştirmenin yolu vernalizasyon yöntemiydi.

O dönemin klasik genetikçileri, genetik yapı ve kalıtıma müdahale edilemeyeceği; ka­lı­tı­mın bi­yo­lo­ji­de en önem­li be­lir­le­yi­ci et­ken ol­du­ğu, esas olanın iç etmenler olduğu ve bu yüzden, kalıtsal yapının ancak mutasyonlar yoluyla değişebileceği; çev­re­nin et­ki­si­nin çok son­raları gel­di­ği gö­rü­şün­dey­di­ler. Oysa Lisenko ve arkadaşları, farklı düşünüyorlardı. Organizmanın çevresiyle birlikte bir bütün olduğu, iç ve dış etkenlerin birbirleriyle iç içe geçtikleri, bu yüzden kalıtımda çevrenin de önemli rolünün olması gerektiği tezinden hareket ediyorlardı. Böyle olunca da, çevre koşullarını değiştirerek, örneğin tahılı ısıtıp soğutarak, nemlendirip kurutarak, genetik yapısının değiştirilmesinin mümkün olduğunu savunuyorlardı. Buna uygun olarak da, vernalizasyon yöntemini uyguluyorlardı.

Bit­ki­ler, en ge­liş­kin hay­van­la­rın bü­yük ço­ğun­lu­ğun­dan, üre­me or­gan­la­rı­nın, or­ga­niz­ma­nın her­han­gi bir par­ça­sın­dan el­de edi­le­bi­lir olu­şuy­la ay­rı­lır. Do­la­yı­sıy­la, bit­ki­ler üze­rin­de, iç çev­re­de­ki de­ği­şik­lik­ler yo­luy­la da­ha ko­lay et­ki­de bu­lu­na­bi­lir ve zaten iç çev­re­de­ki de­ği­şik­lik­ler de, dış çev­re­nin de­ğiş­ti­ril­me­siy­le ger­çek­leş­ti­ri­lir. Bü­yü­me­nin bel­li aşa­ma­la­rın­da, bu de­ği­şik­lik­ler, ka­lı­tım üze­rin­de et­ki­de bu­lu­nurlar. Bun­lar, yukarıda sözünü ettiğimiz, bu genç bilimci kuşağının başını çeken tarım bilimcisi Trofim Deniseviç Lisenko ve arkadaşlarının, bit­ki­le­rin ka­rak­ter­le­ri­ni de­ğiş­tir­mek, ör­ne­ğin to­hum­la­rı ısı­ta­rak ya da so­ğu­ta­rak kış­lık ekin­le­ri ba­har­lık, ba­har­lık ekin­le­ri kış­lık ha­le ge­tir­mek için ya­rar­lan­dıkları aşa­ma­lar­dır. Sovyetler’deki, Li­sen­ko ve arkadaşlarının kul­lan­dı­ğı bu yön­tem­le­re, ver­na­li­zas­yon ve ıs­lah iş­lem­le­ri denilir. Kaldı ki, bu yöntem, Lisenko ve arkadaşlarının kafasından gelişigüzel çıkmamıştı, Sovyetler Birliği’nin acil ihtiyaçları tarafından dayatılmıştı, Üstelik söz konusu yöntem, hâlihazırdaki Rus köylüsü tarafından 300 yıldır uygulanıyordu. Lisenko ve arkadaşları, yöntemi geliştirerek, günümüzdeki gen mühendisliği ya da biyomühendislik, moleküler klonlama ve rekombinant DNA teknolojisinin, bugünden bakıldığında ilkel de olsa, ilk adımlarını atmış oldular.

Descartes, “Yöntem Üzerine Konuşmalar”ının 5. Bölümü’nde, organizmaları anlama biçimi olarak, onları bir makine gibi gördüğünden söz eder.[10]Felsefenin İlkeleri, IV”te ise, “Şu ana dek bu arzı ve genelde tüm görünür âlemi, parçalarının devinimleri ve şekilleri dışında hiçbir şeyin dikkate alınmadığı bir makineymiş gibi tarif ettim.[11] der. Bu anlayış, daha sonra, genel bir hal alarak, bütün dünyayı bir makine gibi görme anlayışına dönüştü. Bu bakış ve yaklaşım, günümüz modern biliminde de egemendir. Madem, dünya ve onun bir parçası olan organizmalar makine gibidir, makine nasıl parçalarına ayrılıp incelendikten sonra tekrar yerli yerine takılabilirse, organizmalar da, büyük küçük parçalara indirgenerek işleyişleri öğrenilebilir. Bugün de geçerli olan bilimdeki bu egemen bakış, o dönemde de, bilim çevrelerinde hâkimdi. Klasik genetikçiler de, organizmalara böyle bakıyorlardı. Makine nasıl parçalarının toplamıysa, canlı organizmalar da, tek tek parçalarının matematiksel toplamıdır ve bu yüzden de, dış etkenlerin, çevre koşullarının, ne parçaların, ne de onların toplamı olan bütününün üzerinde etkisi vardır, en azından önemli bir etkisi yoktur: Klasik düşünce ya da daha çok inanç buydu. Lisenko ve arkadaşları, çok uzun yıllardır bilimde hüküm süren bu görüşlere, genetik örneği üzerinden itiraz edip, yukarıda kısaca belirttiğimiz görüşleri temelinde eleştiriler getirdiler. Bu eleş­ti­ri­ler, bi­lim­sel ol­du­ğu ka­dar, ge­nel ve si­ya­sal alan­lar­da da bü­yük yan­kı uyan­dı­ran çok sert bir tar­tış­ma­ya yol aç­tı. Tar­tış­ma­nın kes­kin­li­ği ve yü­rü­tül­dü­ğü çiz­gi­ler, bö­lün­müş dün­ya­nın ve “So­ğuk Sa­vaş”ın bir yan­sı­ma­sıy­dı.

Zaten, sözünü ettiğimiz dönemde, ortada kıran kırana bir mücadele vardı. Dünya iki kampa bölünmüştü. Bu bölünme ve mücadelenin tarafları, sanıldığının aksine, “Doğu” ve “Batı” olarak şekillenmemişti. Başka alanların yanı sıra bilimde de, mücadele, hem Batıda, ama hem de Doğuda, ilericilerle gericiler; iki düşüncenin temsilcileri, ileri düşüncenin temsilcileri ile geri düşüncenin temsilcileri arasında sürüyordu. Ayrıca, Sosyalist Sovyetler’in kendi içinde de, iki sınıf ve bu iki sınıfın dünya görüşleri arasında kıyasıya bir mücadele vardı. Bu tartışmalarda, işçi sınıfının dünya görüşü, burjuva ideolojisi karşısında açık bir üstünlük, bilim ve düşünce yaşamının en ileri temsilcilerinin dolaysız destek ve sempatisini kazandı. Bilimdeki işte bu mücadelenin –ki bu da değişik sahalarda süren mücadelenin alanlarından sadece birisidir– gidişi, emperyalist kapitalizmi ciddi biçimde kaygılandırdı. Emperyalist burjuvazi, açıkça mevzi ve prestij kaybettiğini görünce, McCarthycilik ve soğuk savaşı gündeme getirdi. Para, zorbalık ve bunlar tarafından beslenen siyasi iktidarının zoru ve pervasızlığıyla hareket ederek, yalan, çarpıtma, tahrifat ve karalama gibi yöntemlere başvurdu, yalan ve demagoji makinelerini hızla çalıştırmaya başladı. McCarthycilik adıyla bilinen ünlü saldırı dalgası, burjuvazinin bilim ve düşünce arenasındaki bu iflasının bir ürünüydü ve sanıldığının aksine, yalnızca ABD’de değil, dünyanın birçok yerinde değişik biçimlerde sürdürülerek, bilim, felsefe ve sanat çevrelerine yöneltildi. Emperyalist burjuvazi, sosyalizm ve Sovyetler Birliği’nin bilim çevrelerindeki etkisini kırmak için, McCarthyci yöntemlere ek olarak, bilim insanlarının birbirleri ile yakınlaşmasını, karşılıklı bilgi aktarımı ve işbirliğini engelledi; bilim adamları arasına “demir perde” çekti. Sonra da bu engellemeyi yapanın, demir perdeyi çekenin Sovyetler Birliği olduğu yalanını yaydı!

Sovyetler Birliği’ndeki bilim hakkında bugün de söylenenler, işte, o dönemin, sosyalizm ve Sovyetler Birliği’ni karalayıp kötü gösterme amaçlı yalan ve demagoji kampanyasının ürünleridir. Lisenko konusu da bunun bir parçasıdır.

EKİM DEVRİMİ VE SOVYET BİLİMİNİN DÜNYA BİLİM ÇEVRELERİNDE YANKILARI

Planlı ekonomi, planlamış bilim ve bilim politikalarından eğitim ve sosyalleştirilmiş tıbba dek Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaların birçoğunun utangaç bir biçimde taklit edilmeye çalışıldığının bazı örnekleri yukarıda verildi. Ama Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin bilime katkıları, bunlarla kalmadı.

Sovyetler Birliği’nde hemen her alanda ortaya çıkan yepyeni ve devasa gelişmeler, İngiltere, Fransa, ABD, Almanya gibi özellikle Batının en gelişmiş kapitalist ülkelerinin üniversitelerinde çok büyük bir yankı yarattı. Bilim dünyasının gözü bir anda Sovyetler Birliği’ne döndü. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve hatta Japonya’dan, çok sayıda, kendi alanlarında oldukça isim yapmış, yetkin bilim insanı ve akademisyen, akın akın Sovyetler Birliği’ne gidip, gelişmeleri yerinde görerek izlemeye başladılar; geri döndüklerindeyse, gördüklerini yazıya döküp, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaları öve öve bitiremediler. Bu yüzden, Batı dünyasında, 1930-50 arasında, Sovyetler Birliği’nde yerinde görülerek yazılmış, çok sayıda kitap ve makale bulunmaktadır. Bunların arasında, bugün dünyanın en prestijli bilim dergilerinden Nature da vardır. Nature’ın arşivine girilip bakıldığında, özellikle de 1930’lu yıllardaki sayılarında, Sovyetler Birliği’ndeki bilimin anlatıldığı böyle çok sayıda bilimsel makale bulunabilir.

Ekim Devrimi’nin Batıdaki bilim insanı ve akademisyenler üzerindeki etkisi, sadece, oluşturduğu hayranlıkla sınırlı kalmadı. Her biri alanlarının en yetkinleri arasında yer alan çok sayıda bilim insanı ve profesör, hızla Marksizm Leninizm’i incelemeye girişti. Bunların hatırı sayılır bir kısmı, kısa zamanda, Marksizm Leninizm’i benimsedi. Bunlara bazı örnekler verelim: İngiltere’de, Cambridge Üniversitesi ve Londra Birkbeck College profesörlerinden, Bilimler Akademisi üyesi, Kristalografi ve moleküler biyolojinin kurucularından, fizikçi, biyolog, bilim tarihi ve felsefecisi, dünya bilim çevrelerinin adını hâlâ saygıyla andığı ünlü John Desmond Bernal… Yine, İngiltere Bilimler Akademisi üyesi, İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden University College London’da evrim, biyometri ve genetik profesörü, ülkesinde alanının bir numarası sayılan John Burton Sanderson Haldane… Cambridge Üniversitesinden, yine Bilimler Akademisi üyesi, biyokimyacı Joseph Needham… İngiltere’nin çok iyi üniversitesi Imperial College London’da matematik profesörü Hyman Levy… Yine en iyi üniversitelerden London School of Economics (LSE) profesörlerinden Lancelot Hogben… Diğer üniversitelerden, tarihçi Christopher Hill ve Eric Hobsbawn; klasik dönem tarihçilerinden George Thomson ve Benjamin Farrington… Fransa’da ünlü fizik profesörü, Einstein açıklamasaydı, görelilik teorilerini onun açıklayacağı söylenen Paul Langevin; yine fizikçilerden ünlü Fréderic Joliot-Curie ve Jacques Solomon; Sorbon Üniversitesi ve Université Ouvrière’nin zooloji profesörlerinden Marcel Prenant; psikoloji profesörü Henri Wallon; astronomici Henri Mineur; felsefecilerden Auguste Cornu, Georges Politzer, Henri Lefèbvre, Georges Friedmann, Paul Nizan… ABD’den Nobel ödüllü ünlü genetik profesörü Hermann Joseph Muller ve daha onlarcası… İngiltere’den bir başka örnek verelim: Tanınmış tarihçi Eric Hobsbawn, 1999’da Verso yayıncılıktan çıkan ve ünlü Marksist Profesör J. D. Bernal’in hayatının anlatıldığı J. D. Bernal adlı kitaba yazdığı önsözde, 1936 yılında Cambridge Üniversitesi’nde yapılmış bir araştırmadan bahsediyor. Hobsbawn’ın yazdığına göre, Cambridge Üniversitesi’nde doğa bilimlerinin değişik alanlarında çalışan 40 yaş altı en yetkin 200 bilim insanı arasında yapılan bu araştırmada, söz konusu 200 bilimciden 15’i kendini doğrudan komünist ya da Marksist Leninist, 50’si politik olarak aktif sol düşünceli, 100’ü sol sempatizan, 5’i sağcı, geri kalanları da tarafsız olarak tanımlamış. Bu durum, tabii ki, yalnızca Cambridge Üniversitesi ya da İngiltere ile sınırlı değildi. ABD’den Fransa’ya, Almanya ve Hollanda’dan İtalya ve Kanada’ya, hatta Japonya’ya dek, her yerde aynı durum söz konusuydu. Albert Einstein bile sosyalizmi benimsediğini açıklamıştı.

Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm uygulamaları, bilimdeki yeni yaklaşım ve uygulamalar ile yukarıda bazılarının ismi açıklanan ve kendi alanlarının en iyileri arasında yer alan büyük bilim insanlarının etkisiyle, Marksizm, üniversite ve bilim çevrelerinde öylesine prestij sağlamıştı ki, İngiltere’den ABD’ye, Fransa ve Almanya’dan İtalya ve Kanada’ya, hatta Japonya’ya dek, dünyanın en iyi üniversitelerinin değişik ana bilim dallarının kürsülerinde, açıktan Marksizm ve Sovyetler’deki sosyalizm uygulamaları tartışılır olmuştu. Tartışmalar, giderek üniversite duvarları arasından çıkıp, geniş kesimler arasında yapılır oldu. Bu doğrultuda, yazarları, bilimin hemen her alanında ülkelerinin en yetkin akademisyen ve bilim insanları olan ve bilim ve düşünce dünyasında burjuva düşüncelerle kıyasıya bir mücadelenin verildiği, Marksist bilim dergileri yayınlanmaya başladı. Fransa’da yayınlanan La Pansé, İngiltere’de yayınlanan Modern Quarterly ve ABD’de yayınlanan Science and Society bu dergilerden sadece bir kaçıdır.

Bu tartışmalar içinde dünya, 1930’lu yılların sonlarından başlayarak, ama esas olarak 1945’lerden 1950’li yılların ortalarına dek, kelimenin gerçek anlamıyla, iki kampa bölündü ve bu bölünme; başta doğa bilimlerinin neredeyse tüm alanları olmak üzere, bilimden sanata, dil biliminden edebiyatın değişik dallarına, kapsam ve derinliği bakımından insanlığın bilim ve düşünce, entelektüel ve kültürel etkinliğinin en ileri düzeyde bir saflaşması olarak şekillendi. Bu dönemde, başta Sovyetler Birliği’nde olmak, ama orayla sınırlı kalmayarak, İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde yoğunlaşmak üzere, dünyanın birçok yerinde, bilim ve düşünce alanının neredeyse tüm konuları ele alındı ve bu konuların her biri, kendi alanında bilim ve düşünce dünyasının en can alıcı sorunlarını kapsadı.

Yazımızın girişinde belirttiğimiz gibi, konu, bir dergi yazısının sınırlarını defalarca aşacak denli geniş ve kapsamlı olduğundan, Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yaptığı alanları bu kadarla sınırlayacağız. Yoksa sosyalist Sovyetler Birliği’nin, bilim tarihinden bilim felsefesine, tarihten sosyolojiye, psikolojiden felsefe ya da tıbbın değişik alanlarına, kimyadan fiziğe, biyoloji ve tarımdan, dilbilimine, madencilikten değişik mühendislik alanlarına, uzay bilimleri ve teknolojisinden iletişim – bilgisayar teknolojisine, bilim ve teknolojinin hemen her alanına çok önemli katkıları oldu. Daha da ötesi, uzay ve bilgisayar teknolojisi, biyoteknoloji ve genetik mühendislik örneklerinde olduğu gibi, birçok alanın ilk adımları Sovyetler Birliği’nde atıldıktan sonra, dünyaya yayıldı.


[1] Brenda Swann and Francis Aprahamian, (1999), J. D. Bernal: A life in science and politics, Verso – London

[2] Henry E. Sigerists, (1937), Socialised Medicine in the Soviet Union, Victor Gollancz Ltd – London

[3] Bernal, bu kişisel olmaktan kurtulan planlı, toplumun hizmetine koşulmuş büyük ölçekli bilimi tanımlarken, zamanında, sosyalist devletin varlığından hareketle, “devlet bilimi” terimini kullanmıştı. Bkz: J.D. Bernal, (1954), Science in History (“Tarihte Bilim”), C. A. Watts – London

[4] Kuşkusuz, insanlığın doğa karşısında, ondan yararlanmak için giriştiği her çaba, yerden alınan bir taşın yontulup alet yapılması, sulama için küçük bir derenin önüne taş – toprak yığılıp küçük bir bent çekilmesi ve hatta boş bir arazinin taşlarından arındırılıp tarla yapılması bile, doğayı dönüştürme çabalarıdır. Ancak rahatça anlaşılacağı gibi, biz burada, bu çabaların çok büyük ölçekli olanlarından, insanlığın altın çağ hayallerinin bir kısmından söz ediyoruz.

[5] Üstelik Çin Halk Cumhuriyeti’nin, başlangıçtaki bir dizi sosyalist yönelimleri bir yana, yalnızca anti-emperyalist demokratik devrimin başarısı üzerine kurulmuş ve ne o günlerde ne de sonrasında sosyalist olmamış bir ülke ve cumhuriyet olduğu biliniyor. Ancak bir halk demokrasisi ülkesi olması, kapitalist-emperyalist kamp dışında ve karşısında yer alması ve Sovyet Devrimi ve kazanımlarından ilham alması bile, halkın hizmetinde bu tür çalışmalara yönelmesi ve başarılar kazanması bakımından yeterli olmuştu.

[6] J. D. Bernal, (1939), The Social Function of Science, George Rutledge – London

[7] J. D. Bernal, (1954), Science in History, C. A. Watts – London

[8] J. D. Bernal, (1939), The Social Function of Science, George Rutledge – London

[9] Bazı bitkilerin tohumlarının ilkbahar öncesi nemlendirilerek çimlendirilmesi. Tohumlara çimlenmeden önce gereken düşük ısıdaki ortam sağlanarak uygulandığı için “tohum üşütme” tekniği olarak da adlandırılır.

[10] Descartes, Yöntem Üzerine Konuşmalar, Aktaran: Richard Lewontin (2006), Üçlü Sarmal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara

[11] Descartes, Felsefenin İlkeleri IV., Aktaran: Richard Lewontin (2006), Üçlü Sarmal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑