Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında Alman, Fransız, İngiliz ve Amerikan mali sermayelerinin bugünkü yapıları genel hatlarıyla da olsa tek tek ele alınarak irdelendi. Ancak bu incelemelerde, söz konusu ülke mali sermaye gruplarının kendi ülkeleri dışına yaptıkları yatırımlar, verdikleri borç ve krediler, askeri ve “sivil”, karşılıklı ya da “karşılıksız” “yardım”lar, diğer ülkelerle giriştikleri ilişkiler ve kurdukları bağlantılar, IMF ve Dünya Bankası gibi mali sermayenin uluslararası finans kurumlarının vb. dış ilişkileri yeterince, ya da esas olarak irdelenmedi… Oysa kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşıp mali sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte bu uluslararası bağlantı ve dış ilişkiler çok önemli hale geldi. Ve bunun sonucunda, Lenin’in “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı broşüründe belirttiği gibi serbest rekabetin egemen olduğu tekel öncesi, eski kapitalizm’de meta ihracı tipik iken, tekellerin egemen hale geldiği tekelci, emperyalist kapitalizmde meta ihracının yerine sermaye ihracı tipik ve belirgin bir karakter kazandı.
Sermaye ihracı, az sayıda büyük tefeci devletin dünyanın çok büyük bir bölümünü azgınca sömürdüğü emperyalist baskı ve sömürü sisteminin temellerinden birisidir. Sermaye ihraç etmeyen, çok çeşitli dış ilişki ve bağlantılara sahip olmayan bir emperyalizm emperyalizm olamaz. Emperyalizmin bu en büyük ve önde gelen mali sermaye gruplarının yapıları incelenirken onların dış ilişki ve bağlantıları ile yaptıkları sermaye ihracını göstermek günümüzde daha da önemli olmuştur. Bu açıdan, girişilen ve daha önce yayınlanan incelemelerin, özellikle eksik bırakılan bu önemli yanlarını da tamamlamak gerekmektedir.
1800’lü yılların sonlarına doğru, tekel öncesi kapitalizm, tekelci, emperyalist aşamaya girerken en zengin kapitalist ülkelerde sermaye birikimi muazzam boyutlara ulaştı. Bunun sonucunda büyük bir “sermaye fazlası” ortaya çıktı.
Sermaye esas olarak iki nedenden ötürü “fazla”laşır: Bu nedenlerden birincisi, kitlelerin açlık ve yoksulluk içindeki yaşamlarının üretimin daha da büyümesini ve yeni yatırımların yapılmasını sınırlaması; ikincisi ise, giderek daha fazla olmak üzere tarımın, sanayinin gerisinde kalması ve çeşitli ekonomi dallarının gelişmesinin bir bütün olarak dengesizleşmesi ve eşitsiz büyümesidir.
Böylece tarımın az gelişmesi ve kitlelerin yoksulluğu koşulları altında “aşırı olgunlaşmış”, “verimli” bir faaliyet alanı için yeterince hareket serbestisine sahip olamayan kapitalizmin “fazlalaşmış” sermayesi en kolay ve en çabuk yoldan, en fazla kârı elde etmek için ülke dışına çıkmaya çalışır ve çıkar. Bunun sonucunda serbest rekabetin egemen olduğu tekel öncesi kapitalizmde tipik olan meta ihracının yerine, tekellerin egemenliğinin tamamlandığı emperyalist kapitalizmde sermaye ihracı oldukça önem kazanır ve tipik bir hal alır. Bu böyle olmakla birlikte, tekelci kapitalizm meta ihracını ortadan kaldırmaz ya da sermaye ihracının tipik bir hal alması meta ihracının yok olduğu anlamına gelmez. Sermaye ihracı meta ihracının büyümesine sıkı sıkıya bağlıdır. Kapitalizmin en yüksek ve özel, tarihsel bir aşaması olan emperyalizm, eski kapitalizmin temellerini ortadan kaldırmaz, kaldıramaz.
19. yüzyılın sonlarında en gelişmiş ve en zengin kapitalist ülkelerde ortaya çıkan devasa boyutlardaki sermaye “fazla”sı, ülke dışına, -tercihen ve çoğunlukla, sermayenin az, ücretlerin düşük, hammaddelerin ucuz, toprak ve menkul fiyatlarının kısmen düşük olduğu geri ülkelere- ihraç edilmeye başlandı. Kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşması ile birlikte, bu sermaye ihracı tipikleşti ve emperyalizmin ana ve belirgin özelliklerinden birisi oldu.
Sermaye ihracı, kârın en fazla ve en az riskle sağlanacağı, teknolojik temelin ve altyapının uygun olduğu, ücretlerin düşük, hammadde kaynaklarının bol olduğu alanlara doğru gerçekleşir. Sermaye ihraç eden emperyalist ülkeler ve mali gruplar arasında, birbirlerini anavatanda vurmak ve bağımlı ülke pazarlarına hâkim olmak için kıyasıya bir mücadele yürütülür. Konjonktürel gelişmelere göre sermaye akışının hangi alanlara daha fazla gerçekleşeceği, değişmeler gösterebilir. Doğrudan yabancı yatırımlar da, bu bakımdan son on yıl içinde bazı değişmeler dikkat çekicidir ve kapitalizmin ana ülkelerine yatırımlarda bir artış görülmektedir.
Doğrudan yabancı yatırımların dağılımı ülkeler ve bölgeler arasında farklılık göstermekte ve kimi ülke ve bölgelere daha fazla, kimilerine ise daha az yatırım yapılmaktadır. Sermaye, doğası gereği her zaman en güvenli, en kolay ve en çabuk yoldan gerçekleşecek en fazla kâra yönelir. Yatırımların nerelere yapılacağını belirleyen temel etken budur. Kapitalist sermaye akışında, pazarların en fazla kârın elde edilmesine uygunluğu ve rakipleri kendi alanında vurma ve geriletme rol oynamaktadır. Altyapı ve ulaşım kolaylıkları, faiz ve vergi oranları, gümrük ve “koruyucu tedbirler”, teşvik tedbirleri, ücretlerin düşüklüğü, iş yasalarının ve sendikal yasaların tekel kârlarına daha elverişli olması, tarihi ve kültürel bağlar; hammadde ve kaynak bolluğu vb. çok çeşitli etkenler sermaye akışında rol oynar. Örneğin Avrupa’da birinci, dünyada ise bazen ikinci bazen de üçüncü sırada en fazla yabancı yatırım yapılan ülkenin İngiltere olması boşuna ve tesadüfî değildir. (Avrupa’da şirket vergi oranlarının ve işçi ücretlerinin seviyesinin en düşük, bürokratik engellerin en az ve işçi ve sendika yasalarının sermaye açısından en uygun, işçiler açısından ise en kötü düzeyde olduğu ülkelerin başında İngiltere gelmektedir. Önde gelen emperyalist kapitalist ülkeler arasında saat ücretlerinin en düşük olduğu ülke İngiltere’dir. Bu konuda İngiltere’nin ardından ABD gelmektedir. İngiltere, resmi yayın organlarında bu özelliğiyle açıktan övünmekte ve bu özellikleri nedeniyle kendisinin yatırımlara en uygun ülke olduğunu saklamaya gerek görmeden açıktan ilan edip çokuluslu tekellere yatırım çağrısında bulunmaktadır.)
Dış borç ve krediler açısından ise, sermaye ihracının önemli bir kısmı hâlâ geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere gitmektedir. Bu ülkeler bugün 2 trilyon doları aşan borç yükü altında ezilmekte, emperyalist tekeller ve mali sermaye gruplarına her geçen gün biraz daha fazla olmak üzere sıkıca bağlanmakta, geri ve gelişmekte olan ülke burjuvazilerinin el koyduğu ve kendi işçi sınıflarının yarattığı artı değerin önemli bir kısmına da yine bu emperyalist, rantçı asalak tekeller tarafından faiz, borç ve kredi geri ödentisi adı altında el konulmaktadır. Sonuçta geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkeler emperyalist, tefeci, rantçı tekeller tarafından çok çeşitli yöntemlerle son kuruşlarına kadar tepeden tırnağa soyulmakta; yarattıkları bütün değer ve kaynakların önemli kısmı bu tekellerin kasalarına akmaktadır.
Sermaye ihracı, belirgin bir hal kazandığından itibaren iki ana biçimde gerçekleşti: Doğrudan yabancı yatırımlar yolu ile üretken sermaye biçiminde ve borç ve krediler yolu ile borç verilen sermaye, faiz getiren sermaye biçiminde. Bu yüzden biz, incelememizde daha çok bu ikili cereyan ediş biçimini temel alacak ve başta Amerikan, Japon ve İngiliz mali sermayesi olmak üzere en büyük mali sermaye gruplarının doğrudan yatırımları ile faiz getiren sermayelerini ya da diğer bir ifade ile verdikleri borç ve kredileri irdelemeye çalışacağız. Doğrudan yabancı yatırımları ortaya koyarken yalnızca üretken ya da sınai sermaye alanındaki yatırımları değil, üretim, ticaret ve finans alanında, gerek spekülatif sermaye olarak, borsa yoluyla hisse senedi ve tahvil satın alma, hisse ya da pay sahibi olma, gerekse de dolaysız, kendi adını kullanarak ya da kendisine bağlı şirket ve ortaklıkları da kullanarak doğrudan yatırıma yönelme biçiminde olsun imalat ve hizmet sektöründe yapılan bütün yatırımları doğrudan yabancı yatırımlar ya da yabancı yatırımlar (Foreign Direct Investment -FDI-) başlığı altında toplamaya çalışacağız.(İncelememizde kimi kez yatırımlar ya da yabancı yatırımlar, kimi kez doğrudan yatırımlar, kimi kez de doğrudan yabancı yatırımlar isimlendirmelerini kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu isimlendirmelerin tümünü de aynı anlamda, İngilizcede Foreign Direct Investments (FDI) denilen Doğrudan Yabancı Yatırımları tanımlamak için kullanmaktayız. Farklı isimlendirmeler, farklı yatırım ve sermaye türleri ile anlamlarına denk düşmemektedir.)
DOĞRUDAN YABANCI YATIRIMLAR (FOREİGN DİRECT INVESTMENTS -FDI-)
Dünya Bankası verilerine göre, 1996 yılı sonunda dünyaya yapılmış olan doğrudan yabancı yatırım stoklan toplamı 3,2 trilyon dolara ulaştı. Oysa aynı miktar 1993’te 2 trilyon, 1987’de ise 1 trilyon dolar idi. 1987–1996 arasındaki 10 yıl içinde yatırımların toplamı üç kattan fazla, yüzde 320 artmış oldu. 1982 -1994 arasında dünya bütününde GSYİH’lar ancak yüzde 9 artış gösterirken, doğrudan yabancı yatırımlar toplamı dört kat, yani yüzde 400 arttı.
Yalnızca 1996 yılında gerçekleştirilen doğrudan yabancı yatırım miktarı ise bir önceki yıla göre yüzde 10 artarak 349 milyar dolara erişti. 1995 yılında yapılan yabancı yatırım miktarı ise 317 milyar dolar idi. 1996’daki yaklaşık 350 milyar dolarlık yabancı yatırımın yüzde 85’ini oluşturan 295 milyar dolarlık bölümünü kapitalizmin anavatanı gelişmiş emperyalist kapitalist ülkeler doğrudan kendileri gerçekleştirdiler.
Bu yıllarda çoğu emperyalist ülkelere ait olmak üzere dünyadaki 45 bin (44 bin 508) ana şirket ve tekel (yaklaşık 36 bini gelişmiş kapitalist ülkelerde, 8 bini gelişmekte olan ülkelerde kayıtlı) 350 milyar dolarlık yatırım yaptı. Bu şirket ve tekellere bağlı, değişik ülkelerdeki işbirlikçileri, temsilcileri, yan kuruluşları ya da ortakları durumunda bulunan 280 bin (276 bin 659) şirket (yaklaşık 94 bini gelişmiş kapitalist ülkelerde, 130 bini ise geri ve gelişmekte olan ülkelerde kayıtlı) ise 1,4 trilyon dolarlık yatırım gerçekleştirdi. Bütün bu ana ve bağlı şirket ve tekeller 1995 yılında dünyada, meta ve hizmet sektörü ürünü ihracı şeklinde gerçekleşen toplam 7 trilyon dolarlık yabancı satış ya da diğer bir ifadeyle ihracat yaptılar.
Yabancı yatırımlarda gelişmelere göre dönemsel iniş, çıkış ve patlamalar oldu. Marshall Planı dönemini bir yana bırakırsak 2. Savaş sonrasında yabancı yatırımların patlama, gösterdiği üç ana dönem ortaya çıktı: 1979–81 yükselişi, 1986–90 yükselişi ve günümüzdeki (1995’ten bu yana ki) yükseliş.
1979–81 yükselişi: 1970’lerin sonlarında sona eren ikinci petrol krizinin ardından ortaya çıktı. 1975-77’lerde yabancı yatırımlarda görülen gerilemeden sonra hızlı bir yükseliş gözlendi. Yatırımların yönü özellikle petrol üreten ülkelere kaydı. Geri ve bağımlı ülkelere yapılan yabana yatırımların oranı yüzde 25’lerden yüzde 45’lere fırladı. Petrol üreten ülkeler içinde Suudi Arabistan, ABD’nin ardından dünyada en fazla yatırım yapılan ikinci ülke haline geldi. En fazla yatırım yapan ülkeler ise Hollanda, İngiltere ve ABD oldu. Bu yükseliş sırasında yatırımların büyük çoğunluğunu esas olarak belli başlı çokuluslu petro-kimya tekelleri yapıyorlardı. Yükselme olmasına rağmen yabancı yatırımlar toplamı günümüzle kıyaslandığında oldukça düşük miktarlarda seyrediyordu.
1986–90 yükselişi: Japonya en büyük yabancı yatırım yapan ülke durumuna yükseldi. Özellikle telekomünikasyon alanındaki yatırımlar önem kazandı. Yatırımlar esas olarak gelişmiş kapitalist ülkelere ve daha çok füzyonlar ve şirket birleşmeleri yoluyla yapılıyordu. Kapitalist ülkelere yapılan yatırımların toplam içindeki oranı yüzde 86’lara kadar çıktı.
Günümüzdeki yükseliş: Yabancı yatırımlar gerek toplam açısından, gerekse de tek tek ülkeler açısından rekor düzeylere yükseldi. 1995’te başlayan ve hâlâ sürmekte olan bu yükselişte yatırım yapılan ülkeler içinde iki ülke, ABD ve Çin, öne çıkmaktadır. Hemen ardından İngiltere gelmektedir. ABD ve Çin’e toplam yatırımların üçte biri gitmektedir. En fazla yatırım yapan ülkeler arasında ise yine iki ülke, ama bu kez ABD ve İngiltere öne çıkmaktadır. ABD ve İngiltere birlikte dünyaya yapılan toplam yabancı yatırımların yüzde 40’ını gerçekleştirmektedirler. Bir önceki yükseliş sırasında en fazla yabancı yatırım yapan ülke konumuna gelen Japonya gerilemeye başlamıştır. Almanya, Fransa ve öteki Avrupalı emperyalist kapitalist ülkelerin yaptıkları yabancı yatırımlarda belirgin yükselişler göze çarpmaktadır. Geri ve bağımlı ülkelere yapılan yatırımlar yeniden yüzde 30’ların üzerine çıkmaya başlamıştır. Bu geri ve bağımlı ülkeler arasında Latin Amerika ülkelerine yapılan yatırımlar son yıllarda yeniden yükseliş göstermektedir.
YABANCI YATIRIMLARIN DAĞILIMI
Gerek Dünya Bankası (WB), gerekse de Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1996 yılında en fazla yabancı yatırım gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelere yapıldı. 1996’da 208 milyar dolarlık yatırım (dünya toplamının yüzde 60’ı) kapitalizmin anavatanlarına gitti.
En fazla yatırım yine ABD’ye yapıldı. Dünyada yapılan her 4 dolarlık yatırımın mutlaka 1 dolarının gittiği ABD’ye 1996’da 85 milyar dolarlık yabancı yatırım (dünyaya yapılanın yüzde 25’i, kapitalist ülkelere yapılanın ise yüzde 40’ı) aktı. Gelişmiş kapitalist ülkeler içinde bölge olarak ise en fazla yatırım Avrupa Birliği (AB) ülkelerine yapıldı. Başını İngiltere, Almanya ve Fransa’nın çektiği ve eski ve yaşlı kapitalist ülkelerin yer aldığı Batı Avrupa’nın bu ülkelerine, 105 milyar dolar ile bütün emperyalist kapitalist ülkelere yapılan yabancı yatırımların yarısı yapıldı. AB ülkeleri içinde de yatırımların yüzde 40’ına yakını, en yaşlı ve en eski kapitalist ülkeye, İngiltere’ye gitti. İngiltere’den sonra AB ülkeleri içinde en fazla yatırım sırasıyla Fransa, Belçika-Lüksemburg, Hollanda ve İspanya’ya yapıldı.
Dünyadaki yatırımları tek tek ülkeler açısından inceleyecek olursak çok farklı bir tablo ile karşılaşmadığımızı görmekteyiz. Toplam yabancı yatırımların dörtte birini oluşturan 85 milyar dolarlık yatırım ile en fazla yatırım yine ABD’ye yapıldı, ikinci Çin’e 43 milyar dolarlık yabancı yatırım yapıldı. İkinciliği bu kez Çin’e kaptıran İngiltere üçüncü oldu. Ardından gelenler ise sırasıyla: Fransa, Belçika-Lüksemburg, Brezilya, Singapur, Endonezya, Meksika, Kanada, ispanya, Hollanda, Avustralya, İsveç, Malezya, Arjantin, Peru, Şili, Kolombiya, Polonya, Almanya, Avusturya, İtalya, Norveç, Yeni Zelanda ve İsviçre.
Kapitalist ülkeler arasında ekonomik güçleri ve kendilerinin yaptıkları yabancı yatırım miktarı ile kıyaslandığında en az yatırım yapılan ülkeler ise Japonya, Almanya, İtalya ve İsviçre oldu. Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü ve emperyalist ülkesi Japonya, başta ABD ve İngiltere olmak üzere özellikle kapitalizmin anavatanları emperyalist kapitalist ülkeler ile Uzak Doğu ve Pasifik ülkelerine büyük miktarlarda yatırım yapmasına karşın, ABD ve İngiltere ile kıyaslandığında bu ülkeyle birlikte Almanya ve İtalya’ya daha az dış yatırım yapılmaktadır.
Geri ve Gelişmekte Olan Ülkeler: 1996 yılında gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelerden sonra toplamın yüzde 37’sini oluşturan 129 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım bağımlı ülkelerin oluşturduğu geri ve gelişmekte olan ülkelere gitti. 1990’larda yüzde 20 civarında olan geri ve gelişmekte olan ülkelere yapılan yatırım miktarı yeniden artışa geçerek 1995’te yüzde 30 ve 1996’da yüzde 37’ye kadar yükseldi. Bu ülkelere yapılan toplam yabancı yatırım oranları 1970 ile 1996 arasında yüzde 14 ile 45 arasında (1982’de yüzde 45 ve 1989’da yüzde 14) değişim göstermesine rağmen, bu dönemler arasında hiçbir zaman gelişmiş kapitalist ülkelerden daha fazla olmadı. Örneğin, bu geri ülkelere yapılan yatırımlar 1970’de yüzde 19, 1975’te yüzde 37, 1980’de yüzde 26, 1982’de yüzde 45, 1986’da yüzde 20, 1989’da yüzde 14, 1990’da yüzde 20, 1994’te yüzde 37, 1995’de yüzde 30 ve 1996’da da yüzde 37 oldu.
Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere giden yabancı yatırımları ülkelere göre ayıracak olursak, bu ülkelere giden bütün yabancı yatırımların yüzde 33’ünün yalnızca Çin’e, yüzde 43’ünün Brezilya, Singapur, Endonezya, Meksika, Malezya, Arjantin, Peru, Şili ve Kolombiya’dan oluşan 9 ülkeye, geriye kalan yüzde 23,5’lik payın ise öteki 100’ün üzerindeki ülkelere gittiğini görmekteyiz. Sınıflandırmayı ülkelere değil de bölgelere göre yaptığımızda da yine benzer bir tablo ile karşılamaktayız. Bölgede en fazla yabancı yatırım Asya-Pasifik ülkeleri ile Latin Amerika-Karayip ülkelerine gitmektedir. 1996 itibarı ile sadece bu iki bölgeye geri ve gelişmekte olan ülkelere giden bütün yabancı yatırımların 120 milyar dolar ile yüzde 93’ü gitmektedir. Geri kalan yüzde 7’lik kısım ise, Afrika ile Orta Doğu ve Batı Asya ülkelerine girmektedir. Bu miktardan biraz fazlası da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine akmaktadır.
Yatırımların yönü dönemsel gelişmelere, koşullara ve olaylara göre de değişmektedir. Kapitalist emperyalizmin sıçramalı ve dengesiz gelişme yasası uyarınca, sermaye akışı değişiklikler göstermekte, bazen emperyalist büyük devletlerden ve uluslararası tekellerden kimileri atak yaparken, başka bir zaman ve farklı koşullarda diğer bazıları öne geçebilmektedir. Farklı koşullara ve gelişmelere göre sermaye akış alanları da değişebilmektedir. Örneğin 1970’li yılların ortalarında ortaya çıkan petrol krizinin ardından artan petrol ihtiyacını karşılayabilmek için Ortadoğu ve Batı Asya, sektör olarak da petrol ve petro-kimya alabildiğine ilgi çekici bir yatırım alanı olmuştu. Bu bölgeye o dönem tüm geri ve bağımlı bölgelere yapılan yatırımların yüzde 30’u gitmeye başlamıştı. Ancak, bugün bu bölgeye eskisi kadar yatırım yapılmamaktadır. Yine 1990’lı yılların başlarında en fazla yatırım yapılan bölge haline gelen Latin Amerika ülkelerine, özellikle 1982 ve 1994’lerdeki Meksika para krizinin etkisi ile sonraki yıllarda daha az yatırım yapıldı. Latin Amerika’daki krizden sonra yatırımların yönü Uzak Doğu-Pasifik bölgesine kaymakla birlikte, son dönemlerde Latin Amerika’nın yeniden çekici hale gelmeye başladığı görülmektedir. Uzak Doğu’nun “Kaplan” ekonomilerinde geçtiğimiz yaz ortaya çıkan ve sürmekte olan kriz ve bölge ekonomilerinde görülen yıkım ve “tepe taklak” gidişin, Uzak Doğu-Pasifik bölgesine yapılan yatırımların hızını azaltması ve yeni ilgi çekici alanlar ortaya çıkması mümkün görünmektedir. Sermaye ihracının hangi alanlara ve ne miktarda gerçekleşeceği, yukarıda belirtilen koşul ve etkenler nedeniyle konjonktürel bir özellik göstermektedir.
Asya-Pasifik Ülkeleri: Doğu yarım kürenin Güney, Doğu ve Güney Doğu Asya bölgelerinde yer alan Asya-Pasifik ülkelerine, 81 milyar dolarlık yatırım ile geri ve gelişmekte olan ülkelere yapılan bütün yatırımların yaklaşık üçte ikisi (yüzde 63) yatırıldı. Bu bölgeye bir önceki yıla göre giden yabancı yatırım oranı yüzde 25 arttı. Bu bölge ülkeleri içinde de tek başına Çin’e 42 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım yapıldı. Çin’e 1995 yılında 16 milyar dolarlık yatırım yapılmıştı.
Bu bölgede, Çin’den sonra, Asya-Pasifik bölgesinde en fazla yatırımın yapıldığı ülke 9 milyar dolar ile Singapur oldu. Ardından, Endonezya, Malezya, Filipinler ve Tayland gibi ülkeler geldi. Uzak Doğu’nun “Kaplan” ekonomilerinin yanı sıra bölgede en fazla yatırım yapılan ülkeler arasında elbette ki Hindistan da yer aldı. Asya-Pasifik bölgesine yapılan yabancı yatırımlar böylesine artarken, bölgenin ihracatı ve GSYİH’larında çok keskin düşüşler olduğu görüldü.
Asya-Pasifik bölgesine en fazla yatırım yapan ülkeler başta Japonya olmak üzere ABD ve İngiltere’dir. Bununla birlikte Almanya da son yıllarda bölgeye girmek için büyük çabalar harcamaktadır. Hindistan’ın da içinde bulunduğu Güney Asya’ya yatırım yapan esas güç ise yine İngiltere ve ABD’dir.
Latin Amerika-Karayip Ülkeleri: Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelerin yer aldığı bölgeler içinde ikinci olarak en fazla yatırım Latin Amerika ve Karayip ülkelerine gitti. Latin Amerika ve Karayip ülkelerine yapılan yabancı yatırımlar 1995’e göre yüzde 52 artarak 39 milyar dolara ulaştı. Bölge ülkeleri içinde en fazla yatırım, Brezilya’ya (yaklaşık 10 milyar dolar), ikinci olarak Meksika’ya (8 milyar dolar) ve ardından da Arjantin’e yapıldı. Bu üç ülkeye, bölgeye yapılan toplam yatırımların yüzde 58’i ile yandan fazlası gitti. Ardından gelen öteki bölge ülkeleri ise Peru, Şili, Kolombiya ve Venezuela gibi ülkeler oldu.
Latin Amerika ve Karayip ülkelerine en fazla yatırım yapan ülkelere gelince: 1996 verilerine göre, bölgeye en fazla yatırımı yine ABD yapmakta ve Latin Amerika ve Karayip ülkeleri ABD’nin arka bahçesi olarak kalmaya devam etmektedirler. ABD özellikle Brezilya’ya yeniden çok yoğun yatırımlar yapmaya başlamıştır. İkinci sırada Kanada gelmektedir. ABD ve Kanada’nın oluşturduğu Kuzey Amerika ülkelerinden sonra bölgeye en fazla yatırımı yapan emperyalist ülkeler arasında da Batı Avrupalı kapitalistler -özellikle Almanya ve İspanya- yer almaktadır. Japonya’nın bölgedeki yatırımları diğer emperyalist ülkelerle kıyaslandığında hâlâ çok düşüktür ve daha çok Karayip ülkeleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bununla birlikte Japon Mitsubishi’nin özellikle Brezilya’daki yatırım atakları dikkat çekmektedir.
Latin Amerika ve Karayipler’e yapılan yatırımların yarısından fazlası, yeni yatırım yapma ya da yeni tesisler kurma yerine, hazır kurulu bulunan ve son yıllarda özelleştirme furyası ile birlikte hızla özelleştirilen eski kamu kuruluşlarının hisselerinin satın alınması yoluyla gerçekleşmektedir.
Afrika Ülkeleri: Emperyalist büyük devletler ve uluslararası tekeller tarafından talan edilen bu bölgeye olan sermaye akışında son yılarda belirgin bir düşüş görülmektedir. 1996 yılında Afrika ülkelerine sadece 5 milyar dolarlık yabancı yatırım yapıldı (dünya toplamının yüzde 1,5’i, bağımlı ülkelere yapılanın ise yüzde 3,8’i). Bu ülkelerdeki altyapı yetersizliği, siyasi istikrarsızlık, bölge ülke ve kabileleri arasındaki çatışma ve savaşlar, iç yatırımların düşük düzeylerde seyretmesi ve sık sık değişen hükümetler ve ekonomik politikaları gibi nedenler de sermaye akışı üzerinde rol oynayan etkenler arasındadır.
Afrika’ya en fazla yatırımı eski sömürgeci ilişkilerinin yardımıyla, iki eski sömürgeci emperyalist olan Fransa ve İngiltere yapmaktadır. 1996’da da Afrika’ya en fazla yatırımı yine Fransa yaptı. Ardından İngiltere geldi. Bununla birlikte özellikle son yıllarda ABD bölgeye girmeye çabalamakta ve bunun için bizzat Başkan Clinton nezdinde diplomatik ataklar yapmaktadır.
Batı Asya-Orta Doğu Ülkeleri: Özellikle petrol krizinin etkisi ile 1970’lerin sonu ile 1980’lerin ilk yarısında tüm geri ve gelişmekte olan ülkelere yapılan yatırımların yüzde 30’unun gittiği Batı Asya ve Orta Doğu ülkelerine 1996’da sadece geri ülkelere yapılanın yüzde 1,5’u aktı. Daha çok petrol ihraç üreten ülkelerin yer aldığı bu bölgede yeni yapılan yatırımların hızı -özellikle Suudi Arabistan ve Yemen’de- düşmeye devam etmektedir. 1996’da bölgeye sadece 2 milyar dolarlık yatırım yapıldı. Bu yatırımlar içinde en fazla yatırım, İsrail’e 2 milyar dolar, Türkiye’ye 1,1 milyar dolar yatarım yapıldı. Türkiye’den sonra Birleşik Arap Emirlikleri, Suriye ve Kıbrıs (Güney) başı çekti. Ancak bu ülkelere yapılan yatırımlar sadece birkaç milyon dolar ile ölçülmektedir. Suudi Arabistan ve Yemen’e yapılan yatrımlarda 1996’da bir önceki yıla göre yüzde eksi 1877 ve eksi 218’e varan gerilemeler gözlendi.
Bölgeye yapılan yatırımların türlerine gelince: Petrol üreten ülkelere yapılan yatırımlar yine petrol sektöründe olurken, Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelere yapılan yabancı yatırımlar imalat sanayi ve başta telekomünikasyon olmak üzere hizmet sektöründe gerçekleşti.
Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri: Orta ve Doğu Avrupa’nın kapitalist biçimlere geri dönen eski halk demokrasili ülkelerine yapılan yatırımlar son yıllarda 1990’ların başlarındaki hızını kaybetti ve gerilemeye başladı. Bölgeye 1996’da 12 milyar dolarlık yabancı yatırım yapıldı. 1995 yılında 14 milyar dolarlık yatırım yapılmıştı. Yatırımların hızının azalmasında, özellikle Macaristan ve Çek Cumhuriyetinde gerçekleşen özelleştirme bağlantılı yatırımların azalması etkili oldu. Buna rağmen son yıllarda Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yapılmış olan doğrudan yabancı yatırım stokları toplamı 46 milyar dolara erişti. Bölgede en fazla yatırım yapılan ülkeler sırasıyla Polonya, Macaristan, Rusya, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Ukrayna ve Letonya oldu.
Bölgeye en fazla yatırımı Batı Avrupalı emperyalistler, özellikle Almanya, Fransa ve İtalya yaptı. Ardından ABD geldi. Japonya Afrika ve Latin Amerika’ya olduğu gibi, Orta ve Doğu Avrupa’ya da çok az yatırım yapmaktadır. İncelememizin ileriki bölümlerinde göreceğimiz gibi, Japonya daha çok gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelere -özellikle ABD ve İngiltere’ye- ve başta Çin olmak üzere, Uzak Doğu Asya ülkelerine yatırım yapmaktadır.
YABANCI YATIRIMLARI KİMLER, NERELERE YAPIYOR?
Bazı şeyleri tekrarlama pahasına şimdi de bu yabancı yatırımları kimlerin yaptığına göz atalım:
1996’da dünyaya yapılan bütün doğrudan yabancı yatırımların yüzde 62’lik bölümünü sadece en büyük 5 emperyalist kapitalist ülke (ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa) gerçekleştirdi. En fazla yabancı yatırımı iki büyük emperyalist güç, ABD ve İngiltere yaptı. İngiltere, 1979’lar-da Kuzey Denizi’nde petrol bulmasından sonra sermaye ihracının özellikle doğrudan yatırımlar alanında olmak üzere, atağa geçti. 1990’ların başlarına kadar en fazla doğrudan yatırım yapan ve yapılan ülkelerden biri olan İngiltere, bugün ABD ile birlikte ilk iki sırayı paylaşmakta, kapitalizmin bu en yaşlı anavatanı, eski sömürgeci ve ilk kapitalist olmanın avantajlarını kullanmaktadır. İngiltere ile birlikte, 1980’li yılların sonları ile 1990’h yılların başlarında yabancı yatırım atağına kalkan bir diğer güç, Japonya oldu. Japonya özellikle ABD, İngiltere ve Uzak Doğu -Pasifik bölgesine yaptığı yatırımlarla 1988–1991 yılları arasında en fazla yatırım yapan ülke haline geldi. Ancak son yıllarda Japonya’nın yabancı yatırımlarının hızı düştü ve bu ülke 1996’da en fazla yatırım yapan ülkeler sıralamasında 5. sıraya geriledi. Tablo 1’den de görüleceği gibi, ABD 1992’de Japonya’yı yakalayarak 1. sırayı yeniden ele geçirdi ve o günden bu yana da 1. sırayı kimseye kaptırmadı. ABD bugün dünyada en fazla yabancı yatırım yapan ve yapılan, ya da en fazla doğrudan yabancı yatırım ihraç ve ithal eden emperyalist ülke konumundadır.
5 EMPERYALİST ÜLKENİN YILLARA GORE YABANCI YATIRIMLARI – Tablo-1
(milyar dolar)
1985 1987 1989 1991 1993 1995 1996
ABD 12,7 28,9 37,6 32,6 77,2 93,4 85,4
Japonya 12,2 33,6 67,5 41,5 36,0 44,0 23,0
İngiltere 14,8 31,9 35,8 15,5 28,1 43,4 54,0
Almanya 6,7 8,0 15,8 21,8 14,1 30,8 28,0
Fransa 3,3 8,7 22,0 23,6 18,6 13,1 25,0
(Kaynak: Dünya Bankası, World Investment Report “Dünya Yatırım Raporu”, 1997) (*) İngiltere, Almanya ve Fransa için veriler İngiliz Sterlini (£), Alman Markı (DM), ve Fransız Frank’ından (FF) ABD dolarına ($) çevrilmiştir. Çevrilme sırasında çapraz kurlar tarafımızdan, £ için £ 1: $ 1.67, DM için $ 1:1.79 DM ve FF için $ 1: 6.00 FF üzerinden hesaplanmıştır.(K.Y.)
Daha önce de gördüğümüz gibi 1996 yılı itibariyle ve BM-Dünya Yatırım Raporu verilerine göre, doğrudan yabancı yatırımların yüzde 85’ini oluşturan 295 milyarlık bölümünü emperyalist kapitalist ülkelerin tekelleri doğrudan kendileri yaptılar. Geri kalanının çok önemli bir kısmını da bu emperyalist ana tekellerin diğer, özellikle de Asya-Pasifik ve Latin Amerika ülkelerindeki yan kuruluşları olan 130 bin bağlı şirket ve tekel gerçekleştirmektedir. Emperyalist kapitalist ülkeler içinde en fazla yabancı yatırımı ise yüzde 29 ile dünyadaki her dört dolarlık yatırımdan birini ABD yapmaktadır. 85 milyar dolarlık yabancı yatırım ile dünyada gerçekleştirilen yabancı yatırımların yüzde 25’i tek başına ABD tarafından yapıldı. İkinci sırayı İngiltere almaktadır. İngiltere toplam 54 milyar dolarlık yatırım ile toplam yatırımların yüzde 12,5’unu gerçekleştirdi. Bu ikilinin ardından sırasıyla Almanya, Fransa ve Japonya gelmektedir. 1996’da, en fazla yatırım yapan 5 büyük emperyalist ülkeden sonra, yatırım büyüklüğüne göre, Hong Kong, Hollanda, İsviçre, Belçika-Lüksemburg, Kanada, İtalya, Singapur, Güney Kore, Tayvan ve Çin, sıralamada yer almaktadır.
Bölgeler açısından bakarsak: dünyadaki yabancı yatırımların yaklaşık yarısını yapan ve yine yarısının yapıldığı bölge Avrupa Birliği oldu. 176 milyar dolarlık yabancı yatırım ihracı, 105 milyar dolarlık da ithali yapan ve çoğunluğunu Batı Avrupalı kapitalistlerin oluşturduğu Avrupa Birliği’nde de yine yatırımların yarısından fazlasını -ABD’ye yapılanın dışında- geçtiğimiz on yıl içinde Avrupa Birliği ülkeleri birbirlerine yaptılar. Yani İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre ve kısmen de Almanya ve İtalya gibi ülkelere yabancı yatırım yaparken; Almanya, öteki Avrupalı ülkelere, yani İngiltere, Fransa, Hollanda, Avusturya, Finlandiya ve İsveç gibi ülkelere; Fransa da yine İngiltere, Hollanda. Belçika, Almanya vb.ne büyük miktarlarda yatırımlar yaptı. Tablo 2’den de göreceğimiz gibi Avrupa Birliği ülkelerinden olan Almanya toplam yatırımlarının yüzde 62,4’ünü, İngiltere yüzde 37,0’ını ve Fransa da yüzde 26’sını yine Avrupa Birliği ülkelerine yaptı.
5 Büyük Emperyalist Ülkenin Yaptığı Yabancı Yatırımların Bölge ve Bazı Ülkelere Göre Dağılımı – Tablo-2
(1995 ve yüzde)
ABD Japonya Almanya İngiltere Fransa
% % % % %
Gelişmiş Kapitalist Ülkelere 66,5 66,5 82,5 84,5 46,5
Avrupa Birliği’ne 43,0 15,8 62,4 37,0 25,8
ABD’ye – 44,0 10,2 40,0 11,9
Japonya’ya 3,9 – 0,8 0,6 0,2
Almanya’ya 3,6 1,0 – 5,7 7,0
Fransa’ya 7,3 3,1 8,9 5,1 –
Kanada’ya 9,4 1,1 0,3 0,6 0,5
Geri ve Gelişmekte Olan Ülk. 29,1 33,3 12,5 14,0 5,8
Afrika’ya 1,0 0,2 0,5 2,1 1,7
L. Amerika-Karayipler’e 19,7 7,7 5,7 5,9 1,7
Asya-Pasifik’e 7,5 24,0 5,2 4,5 3,9
Batı Asya-Ortadoğu’ya 0,7 1,2 1,1 0,7 0,9
Orta ve Doğu Avrupa’ya 1,9 0,2 4,5 1,5 7,6
Bölüştürülemeyen 0,0 0,1 0,0 0,9 37,5
Topl. Yat. Mikt. (milyar dolar, 1996) 85,4 23 28 54 25
(Kaynak: Dünya Bankası, World Investment Report, “Dünya Yatırım Raporu”)
5 büyük emperyalist güç yabancı yatırımlarının çoğunu birbirlerine yapmaktadır. Almanya, İngiltere ve Fransa ile öteki büyük güç Japonya birbirlerine ve diğer AB ülkelerine yaptıkları yatırımların yanı sıra en fazla yatırımlarını ABD’ye yapmaktadırlar. ABD ve Japonya da yine birbirlerinin yanı sıra AB ülkelerine büyük miktarlarda yatırım yapmaktadırlar. Japonya’nın dış yatırımlarının % 44’ü, İngiltere’nin % 40’ı ABD’ye yapılmaktadır. ABD ise yatırımlarının % 43’ünü AB ülkelerine, AB ülkeleri içinde de üçte birinden fazlasını tek başına İngiltere’ye yapmaktadır. AB ülkelerinin ABD’ye yaptıkları yatırımların % 40’ına yakını ise tek başına İngiltere tarafından gerçekleştirilmektedir
Şimdi de en fazla yabancı yatırım yapan 3 büyük emperyalist kapitalist ülkeyi tek tek ele alarak kısaca incelemeye çalışalım:
ABD
ABD’nin 1995’de, o zamana kadar yapmış olduğu toplam doğrudan yabancı yatırım stoklan toplamı 711 milyar dolara erişti. Bunun 257 milyar doları -yüzde 36- imalat sanayi alanında, 374 milyar doları hizmet sektöründe -yüzde 52- (bunun yüzde 33’lük bölümünü oluşturan 240 milyar dolarlık yatırım tek başına finans alanında) ve yüzde 9,7’sini oluşturan 69 milyar dolarlık bölümü ise tek başına petrol alanında yapıldı.
ABD’ye ait 711 milyar dolarlık yatarımın ve diğer ülkelerin bugüne kadar yapmış oldukları yatırım stokları toplamının ülke ve bölgelere göre genel dağılımı Tablo 3’te yer alıyor.
5 Büyük Emperyalist Ülkenin Yabancı Yatırım Stoklarının Bölge ve Ülkelere Göre Dağılımı – Tablo-3
(Milyar Dolar ve 1995)
ABD Japonya(1) İngiltere(2) Almanya(2) Fransa(2)
Gelişmiş Kap. Ülkeler 506.187 316.465 262.016 174.403 124.992
Avrupa Birliği’nde 315.378 84.283 118.539 115.270 82.448
ABD’de – 194.429 102.927 39.442 29.422
Japonya’da 39.198 – 4.106 3.820 0.598
Almanya’da 43.001 8.061 15.019 – 8.289
İngiltere’de 119.938 33.830 – 20.187 14.321
Fransa’da 32.645 6.392 22.327 14.996 –
Kanada’da 81.387 8.261 3.565 8.714 1.868
Hollanda’da 37.421 19.447 46.808 18.236 22.608
Avustralya’da 24.713 23.932 19.535 2.097 1.404
Geri ve Gelişm. Olan Ülkeler 195.957 44.244 63.117 21.194 10.846
Afrika’da 6.516 7.697 8.046 11.993 3.792
Latin Amerika’da 122.765 55.077 27.371 6.108 2.866
Asya-Pasifik’te 57.527 76.219 23.927 0.272 2.947
Batı Asya-Ortadoğu’da 9.149 5.251 1.628 0.527 1.238
Türkiye’de 1.167 0.515 0.322 6.311 0.493
Orta ve Doğu Avrupa’da 5.694 0.765 1.513 6.311 1.348
Bölüştürülemeyen 3.477 2.132 1.798 0.151 14.141
Toplam 711.621 463.606 326.295 202.059 150.583
(Kaynak: OECD Dünya Doğrudan Yabana Yatırımları 1997)
(1) Japonya’nın verileri 1994’e aittir.
(2) İngiltere, Almanya ve Fransa için veriler İngiliz Sterlini (£), Alman Markı (DM), ve Fransız Frank’ından (FF) ABD dolarına ($) çevrilmiştir.. Tarafımızdan yapılan çevrilme sırasında çapraz kurlar, £ için £ 1: $ 1.67, DM için $ 1: 1.79 DM ve FF için $ 1: 6.00 FF üzerinden hesaplanmıştır.(K.Y)
ABD tarihi boyunca uzun yıllar sermaye ithal eden durumundaydı. 19. yüzyılın ikinci yansında ve özellikle de Kuzey – Güney Savaşı olarak da adlandırılan iç savaştan sonra, Amerikan burjuvazisi sanayisini ve demiryollarının inşasını finanse etmek için büyük miktarlarda yabancı sermayeye ihtiyaç duydu ve yabancı sermaye ithal etti. 19. yüzyılın özellikle son 10 yılında Amerikan mali sermayesi emperyalist güç haline geldi ve diğer rakipleriyle boy ölçüşebilmek için miktarı giderek büyümek üzere yurtdışına sermaye ihraç etmeye başladı. İşgücü ve hammadde kaynaklarının daha ucuz ve bol, daha az sermaye gerektiren yerlere sermaye akıtmaya başladı. Sürekli sermaye ihraç etmesine rağmen esas olarak 2. Emperyalist Savaştan sonra, Marshall Planı ile giriştiği ve 1970’ler-de özellikle hızlandırdığı sermaye ihracı atağı ile dünyanın en fazla sermaye ihraç eden ülkesi haline geldi. Daha sonra giderek ele geçirdiği üstünlüğü kimseye kaptırmadı.
Marshall Planı
ABD emperyalizmi 2. Dünya Savaşı’ndan güçlenmiş olarak çıkmasının da avantajıyla, savaşta yıkıma uğramış ülkelerin pazarlarına hâkim olmak üzere atağa geçti. Bu ülkelerin ekonomilerinin yeniden inşası zorunluluğu ABD sermayesine yeni olanaklar sağladı. Başkan Truman ve Dışişleri Bakanı Marshall “in mimarlığını yaptıkları ve Marshall Planı adı verilen bir plan dahilinde, bu ülkelere büyük bir sermaye ihracı atağı başladı. 5 Haziran 1947 tarihinde Dışişleri Bakanı Marshall “Avrupa Kalkınma Program: (ERP)” başlıklı bir program sundu. Bu yüzden ABD’nin başlattığı bu sermaye ihracı atağı bundan sonra hep “Marshall Planı” adıyla anıldı. Esas olarak 1948-52 yılları arasında uygulanan Marshall Planı Avrupa pazarlarını temel almasına rağmen bununla sınırlı kalmadı ve başta Japonya olmak üzere diğer ülkeleri de kapsadı. (Bkz. Tablo 4)
ABD Sivil “Yardım”ları ve Uzun Dönemli Devlet Borçları – Tablo-4
(1946–50 ve milyon dolar)
İngiltere Fransa Almanya İtalya Japonya
1946-47 1.722 948 371 474 419
1948-50 857 668 847 378 373
1946-50 (Toplam) 2.579 1.616 1.218 852 792
(Kaynak: ABD Hükümet Belgeleri, 1962, Ödemeler Dengesi, Tablo 46.)
Marshall Planı’nın dışında, aynı sırada uzun yıllar “soğuk savaş” diye adlandırılacak bir dönem daha başlatıldı. Sosyalizmi ve sosyalist ve halk demokrasili ülkeleri ablukaya alarak tecrit etmeyi, etraflarında bir çember örmeyi ve geri ve bağımlı ülkelerin tamamen ABD’ye bağlanmasını hedefleyen bir program daha uygulamaya sokuldu. 12 Mart 1947’de Başkan Truman kongreye yaptığı konuşmada Yunanistan ve Türkiye’ye ekonomik ve askeri “yardım” çağrısında bulundu. Başkan Truman konuşmasında: “Birleşik Devletler”in politikası, silahlı azınlıklar ya da dış baskı yoluyla boyunduruk altına alınma girişimlerine karşı direnen özgür halklara yardım etme politikası olacaktır.” dedi. (Yergin’den aktaran Philip Armstrong, Capitalism Since 1945, “1945’ten Bu Yana Kapitalizm” 1994, s.68) Bu konuşmayla başlatılan ABD’nin bu diğer atağı da o günden sonra “Truman Doktrini” adıyla anıldı.
Marshall Planı ilan edilir edilmez Uluslararası Para Fonu (IMF) borç verme koşullarını kolaylaştırdı. Sonraki 12 ay içinde Dünya Bankası ile birlikte IMF Avrupa’ya 1 milyar dolardan fazla, uzun vadeli borç verdi. Aralık 1947’de Başkan Truman Kongre’den Fransa, İtalya ve Avusturya’ya 600 milyon dolar acil yardım paketini geçirdi. Hemen ardından Kongre 13 milyar dolarlık borç paketini kabul etti. Marshall Planı ile emperyalist kapitalist ülkelere, Truman Doktrini ile de geri ve bağımlı ülkelere muazzam bir sermaye ihracı yapıldı. ABD öteki emperyalistlerin pazarlarını büyük oranda ele geçirdi, ekonomik ve politik üstünlüğünü ve dünya egemenliği konumunu esas olarak bu dönemin ardından kurdu. Bu durumu bir örnekle, petrol alanlarındaki İngiltere’nin Ortadoğu petrolleri üzerindeki egemenlik ve kontrolünü kırıp onun pazarlarını ele geçirmesi örneğiyle somutlayalım:
Savaş öncesi dönemde Ortadoğu petrolleri esas olarak İngiltere’nin kontrolünde idi. Savaşla birlikte bu kontrol ABD’nin eline geçmeye başladı ve savaşın ardından kısa bir süre içinde ABD bu kontrolü tamamlayarak üstünlüğü sağladı. Savaştan zayıflayarak çıkan İngiltere’nin pazarlarını onu büyük oranda saf dışı ederek eline geçirdi. Ortadoğu petrollerindeki hâkimiyet ve kontrol, İngiltere’den ABD’ye geçti. ABD’nin Ortadoğu petrolleri üzerindeki egemenlik ve kontrol payı 1939’da yüzde 16 iken 1946’da yüzde 33’e, 1953’te ise bu pay yüzde 60’a çıktı. İngiltere’nin payı da buna karşılık azaldı.
Dış ülkelere yapılan sermaye ihracı devlet eliyle yapılanla sınırlı değildir. Hükümetlerin doğrudan yaptığı sermaye ihracının ötesinde, onu kat kat aşan miktarlarda sermaye ihracı ABD tekelleri tarafından yapıldı. Başta Morgan Grubu ve Rockefeller Grubu olmak üzere ABD’nin en büyük sermaye grupları milyarlarca dolarlık sermaye ihraç ettiler. 1950’de 12 milyar olan ABD’nin dünya yabancı yatırım stokları 1970’de 78 milyar, 1995’te ise 711 milyar dolara erişti.
Marshall Planı’yla Avrupa’ya başlayan ABD yabancı yatırımları giderek hızlandı ve bu hızını günümüze kadar artırarak sürdürdü. Avrupa’ya savaş sonrası verilen borç ve kredilerin dışında yapılan doğrudan yabancı yatırımların miktarı da özellikle Avrupa Ortak Pazarı’nın 1958’de kurulması ile hız kazandı. Avrupa’ya yapılan yabancı yatırım miktarı 1950’de 1 milyar dolar iken 1970’de 14 milyar dolara erişti. Avrupa’ya (Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelere) yapılan yabancı yatırımlar ABD’nin dünya yatırımlarının toplamının 1955’te yüzde 15’ini oluştururken bu oran, 1970’de yüzde 3l’e, 1995’te ise yüzde 43’e yükseldi. Avrupa’ya yapılan yatırımlar artarken Latin Amerika’ya yapılan yatırımlar buna bağlı olarak düştü. Latin Amerika’nın ABD yatırımları içindeki 1955’te yüzde 38 olan payı 1970’te yüzde 19’a indi. Bu oran günümüzde de (1995’te) yüzde 19,5 ile devam etmektedir.
Bugün için dünyaya en fazla sermaye ihraç eden emperyalist güç, emperyalist kapitalist dünyanın en büyüğü ve en güçlü ekonomisine ve kontrol alanlarına sahip olan ABD’dir. Bu muazzam gücü elinde bulunduran da ABD’deki sekiz ana büyük sermaye grubu ve bu grupların sahibi olan ve esas olarak 1800’lü yılların sonlarına doğru ortaya çıkmış olan parmakla sayılabilecek kadar az sayıdaki ailedir. (Daha önce ele aldığımız ve dergimizin 89. sayısında yayınlanan “Amerikan Mali Sermayesinin Yapısına Genel Bir Bakış” adlı incelememizde geniş olarak ortaya koymaya çalıştığımız gibi, ABD’nin büyük sermaye grupları, değil yalnızca ülke içinde, ABD’nin dünya egemenliğinin sonucu olarak bütün dünyada da zenginliklerin önemli miktarının sahibi ve kontrol edeni durumundadırlar. Bu gruplar içinde özellikle en büyük 8 sermaye grubu -Morgan Grubu, Rockefeller Grubu, Du Pond Grubu, Mellon Grubu, Kuhn-Loeb Grubu, Chicago Grubu, Cleveland Grubu ve Boston Grubu- iyice birbirinin içine girmiş, alabildiğince karmaşıklaşmış ve dal budak salmış iştirakler ve karşılıklı hisse sahipliği sisteminin yardımıyla, ülkenin tümüne ve dünyanın da önemli bir kısmına hâkimdir. 1948 yılında ABD’nin en büyük ilk dört sermaye grubunun kontrol ettiği sermaye miktarları: Morgan Grubu için 55 milyar dolar, Rockefeller Grubu için 26,5 milyar dolar, Du Pond Grubu için 6,5 milyar dolar ve Mellon Grubu için de 6 milyar dolar idi. (Politik Ekonomi Ders Kitabı, C.1, s.319) Bu sıralama bugün de değişmemiştir. Yani ilk dört büyük sermaye grubu yine aynı gruplar, birinci yine Morgan grubu, ikinci yine Rockefeller grubu, üçüncü yine Du Pond grubu ve dördüncü yine Mellon grubu olmasına karşın bu grupların her birinin kontrol ettikleri sermaye miktarları artık öyle milyarlarla değil trilyon dolarlarla ifade edilmektedir.)
JAPONYA
ABD’den sonra dünyada en fazla doğrudan yabancı yatırım stoku bulunan ülke Japonya’dır. Japonya’nın 1994 yılı sonuna kadar yabancı yatırım stoklan toplamı 463 milyar dolara erişti. Japonya 1995’te yaptığı yatırımların üçte ikilik bölümünü gelişmiş kapitalist ülkelere, yüzde 33’lük bölümünü ise geri ve bağımlı ülkelere gerçekleştirdi. Japonya’nın en fazla yatırım yaptığı ülke ve bölgeler sırasıyla, ABD (yüzde 44), başta Çin olmak üzere Asya-Pasifik ülkeleri (yüzde 24), İngiltere (yüzde 6,7) ve ardından Avustralya ve Hollanda gelmektedir. Japonya’nın Latin Amerika ülkelerine yaptığı yatırım oranı ise 1995’te toplamın yüzde 7,7’sine erişmiştir. Görüldüğü gibi Japonya dünyanın her yanına henüz yatırım yapmamakta, özellikle tercih ettiği ülke ve bölgeler bulunmaktadır. Bu ilgi çekici alanların başında ABD gelmektedir. ABD’den sonra Avrupa’da İngiltere ve Hollanda ve kendisine coğrafi yakınlığının da etkisiyle Avustralya gelmektedir. Kapitalist dünya içinde yatırım yaptığı bu dört ülkeden sonra esas olarak Uzak Doğu’nun “Kaplan” ekonomilerine ve Çin’e yatırım yapmaktadır. Uzak Doğu ülkelerine en fazla yatırım yapan emperyalist ülke, Japonya’dır.
1989 yılında yaptığı 67,5 milyar dolar •yabancı yatırım ile birinci sırada yer alan Japonya 1996’da gerçekleştirdiği 23 milyar dolarlık yatırım ile 5 büyük emperyalist kapitalist ülke içinde sonuncu sıraya düştü. Japonya’nın yatırımları 1980’li yılların sonları ile 1990’lann başlarında başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelere yapılırken bu durum son yıllarda değişerek yatırımlarının yönü daha çok Asya ve Uzak Doğu ülkelerine doğru kaymaya başladı.
Savaştan yenilgiyle çıkan ve ekonomisi yıkıma uğrayan Japonya’ya buna ek olarak Almanya’ya olduğu gibi ağır tazminatlar dayatıldı. Ayrıca 1945–52 arasında 7 yıl ABD işgali altında kaldı. ABD Japonya’nın gücünü yok etmek için finans ve sanayi merkezlerine yani en büyük Japon holding grupları olan Zaibatsu’lara vurma kararı aldı. ABD Birleşik Genelkurmay Komutanlığı, Zaibatsuları dağıtma kararı aldı. İşgal altındaki Japon hükümeti de buna uyarak “anti-tekel” yasalar çıkarmak zorunda kaldı ve Zaibatsular dağıtıldı. Ancak savaşın etkisinin geçmesi, dünyanın altıda birinin halk demokrasili yönetimlere geçmesi ve sosyalizmin ve Sosyalist Sovyetler Birliği’nin prestijinin alabildiğine artması üzerine Truman Doktrini kapsamında zayıf bir Japonya’dan çok, “demokratik” -sosyalist olmayan- bir hükümete sahip, ekonomik olarak güçlü ama ABD’nin Uzak Doğu’daki yakın bir müttefiki Japonya’nın ABD çıkarlarına daha uygun olacağı görüşüne varıldı. İşgal kaldırıldı, ABD’nin onayı ile Japon devletinin doğrudan desteği altında dağıtılan Zaibatsular yerine bu sefer Keiretsu denilen, en büyük tekellerin yanı sıra irili ufaklı binlerce şirketi bünyesinde toplayan ve en köklü ailelere ait olan büyük holding tekel grupları kuruldu. Bu keiretsuların güçlenmesi için hükümet, gerekli yasal düzenlemeleri yaptı. ABD, üzerine düşeni Marshall Planı kapsamında sermaye ihraç ederek karşıladı. Japon emperyalizmi savaşın etkisini kısa zamanda üzerinden atarak yeniden toparlanmaya başladı. İhtiyaç duyulan sermayenin önemli kısmı Marshall Planı kapsamında ABD’den alındı ve 1955’lerden itibaren, özellikle de 1955-61 arası dönemde üretimde yeniden hızlı bir yükseliş baş gösterdi. (Özellikle işçiler arasında doruğa çıkartılan şovenizm ve yükseltilen “Vatan-Millet-Sakarya” edebiyatı eşliğinde yoğun bir işgücü sömürüsü yaratıldı, işçiler üretimi artırmak için grev, direniş yapmaksızın son güçlerine kadar çok düşük ücretlerle uzun saatler boyunca çalıştırıldılar. Fazla mesaiye kalmak istemeyen işçiler ve işçi önderleri “sabotajcı” denilerek işten atıldı. Grev çağrısı yapan işçi önderi ve sendikacılar tutuklandı, sendikalar kapatıldı. Tekeller tarafından hemen tüm fabrikalarda, “ikinci sendika” denilen işveren yanlısı sendikalar kurduruldu. Bilinen Japon tipi üretim, işçi-işveren ve kalite kontrol modeli ve “Toyotaizm” yaratıldı. Kâr oranları devasa boyutlara ulaştı. Bu oranlar 1955’te yüzde 31,1961’de yüzde 39 ve 1970’te ise sanayide yüzde 52,7, ticaret ve finans alanında ise yüzde 34,8’lere kadar yükseldi. Kan, ter ve acılara bulanmış işçilerin sırtına diğer emperyalist ülke tekellerinden daha acımasızca basan Japon tekelleri bu “marifet” ve “beceriklilik”leri sayesinde “Japon Mucizesi”ni gerçekleştirdiler. “Japon Modeli”, “Japon Mucizesi” ve Japon tekellerinin “altın yılları”nın temelleri 1955–61 arasında atıldı. 1970’lerde doruğa çıktı ve 1970’lerden başlayarak da Japon tekelleri özellikle yabancı yatırımlar alanında olmak üzere sermaye ihracı atağına giriştiler.)
Kapitalist emperyalizmin dengesiz ve sıçramalı gelişmesi, aşın üretim ve bunun sonucu ortaya çıkan sermayenin yeni pazarlara ihtiyaç duyması, emperyalistler-arası pazar paylaşım mücadelesini kızıştırmakta ve bunlar, ekonomik güçlerine (bununla bağlantılı askeri ve siyasi güçler) bağlı olarak birbirlerinin anavatanlarına ve bağlı ülkelerin pazarlarına egemen olmak üzere birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içine girmektedirler. Sermaye ihracında görülen konjonktürel dalgalanmalarda ve büyük emperyalist ülkelerin durumunda görülen değişikliklerde bu faktör, temel bir rol oynamaktadır. Japonya’nın durumu da bundan bağımsız değildir.
Japonya’nın 70’lerde başlattığı ve 1980’li yılların ikinci yarısı -özellikle 1985’te yeni yasal düzenlemelere gidilerek Japon tekellerinin yabancı yatırım yapmalarını kısıtlayan engellerin kaldırılmasından sonra- ile 1990’lı yılların ilk yarısı arasında en üst boyutlarına ulaşan sermaye ihracı atağı etkisini gösterdi. Örneğin 1985’te 6 milyar dolar olan Japon yabancı yatırımları 1988’de 34, 1989’da ise 67,5 milyar dolara yükseldi. Japonya, yabancı yatırımlar alanında dünyada 1. sıraya yükseldi. 1993 yılında ABD’nin kendisini geçmesine kadar 4–5 yıl boyunca dünyada en fazla yatırım yapan emperyalist ülke oldu. Özellikle ABD içinde çok büyük yatırımlar yaptı, büyük miktarlarda hisse senedi, tahvil, üretim tesisi, fabrikalar kompleksi ve menkuller satın aldı. Örneğin 1989’ların sonuna kadar ABD’de Japon tekellerinin 10 dev otomobil üretim kompleksi olmuştu. (Bunlardan dört tanesi ABD tekelleri ile ortaklık halinde idi.) Japonların bu üretim tesislerinde yılda 2 milyon araba üretiliyordu. 1970’li yıllardan başlayan ve giderek hızlanan ölçülerde, başta Almanya olmak üzere, öteki Avrupalı emperyalistlerin yanı sıra ama onlardan çok daha fazla olmak üzere Japon tekellerinin ABD’ye yatarım yapmaları ve neredeyse ellerine geçirdikleri her şeyi satın almalarına Amerikan tekelleri sessiz kalmadılar. Rakiplerine karşı, ama esas olarak da Japon ve biraz da Alman tekellerine karşı, büyük bir karşı kampanya başlattılar. Tekeller-arası rekabet ve pazar kavgası ABD içinde alabildiğine şiddetlendi. Medyası, basını, televizyonu, filmi vb. ile Amerikan tekelleri her türlü kitle etkileşim araçlarını kullanarak özellikle Japonya’ya karşı korkunç bir savaş açtılar. Soğuk savaş dönemindeki komünizm, Sovyet ve KGB tehlikesinden sonra yeni bir tehlike, “Japon tekellerinin ABD’yi ele geçirme tehlikesi” ve yeni bir düşman olarak Japon tekelleri düşmanı yaratıldı. Artık romanlardan sinema ve televizyon filmlerine ve hatta “Brezilya Dizilerine” kadar her yerde bir Japon tehlikesi boy gösteriyordu. Sokaktaki Amerikalı emekçinin beynine Japonların ABD’de tehlikeli boyutlara varan miktarlarda menkul ve fabrika satın aldıkları; Amerika’nın ulusal simgesi olmuş Rockefeller Center’ın bile Japonların eline geçtiği; çok geçmeden Los Angeles’ta Amerikan sahipli hiçbir yer kalmayacağı; her şeyin, Hollywood stüdyolarının bile yakında Japonların eline geçeceği ve eğer buna dur denilmezse ABD’nin yakında boydan boya Japon tekeli Nippon’un yarı sömürgesi haline geleceği düşüncesi kazındı. Japon arabası, televizyonu, bilgisayarı alınmaz oldu. Bu propaganda bombardımanın da etkisi ile Japon tekellerinin ABD’deki yatırımları giderek düştü ve Japon doğrudan yatırımlarının ABD ve bununla birlikte de dünyadaki hızı kesildi. Örneğin yalnızca 1995 yılında Japon tekellerine bağlı 75 şirket ve tekel satıldı ya da kapatıldı. Japon tekellerinin kısmen boşalttığı yeri, anında ABD tekelleri yeniden doldurdu. Japon yatırımlarının özellikle ABD’deki hızı düşmesine rağmen durmadı. ABD’den ayrılan Japon tekelleri Asya ve Uzak Doğu ülkelerine daha fazla kaydılar. Japon tekelleri Uzak Doğu’da bugün ABD ve Avrupa’da elde ettikleri gelirin iki katından fazlasını elde etmektedirler.
Japonya bugün Uzak Doğu ve Pasifikler’e ABD ve İngiltere’nin üç katından fazla yabancı yatırım yapmaktadır. Ama doğrudan yabancı yatırımlarının kat kat fazlasını incelememizin ileriki bölümlerinde daha geniş göreceğimiz gibi, bu bölge ülkelerine faizle borç ve kredi olarak vermektedir. Japonya 1996’da Asya ülkelerine verdiği 213 milyar dolarlık borç ile ABD’nin verdiğinin 4,5 katini, Almanya’nın 3,5 katım, İngiltere’nin 4,8 katını ve Fransa’nın ise 225 katını verdi. Ve yine Japonya verdiği toplam borç miktarının yüzde 2’sini Doğu Avrupa’nın kapitalist ülkelerine, yüzde 98’ini ise geri ve bağımlı ülkelere, geri ve bağımlı ülkelere verdiğinin ise yüzde 76,5’luk kısmını Asya ülkelerine verdi. Buna karşılık ABD, verdiği toplam borçlarının yüzde 6,5’unu Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, yüzde 25,8’lik kısmını Asya ülkelerine; İngiltere 3,7’lik kısmım Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, yüzde 43,4’lük bölümünü Asya ülkelerine; Almama yüzde 28,8’lik kısmını Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, yüzde 27’Iik bölümünü Asya ülkelerine; Fransa ise 1996 yılında verdiği toplam borçlarının, yalnızca yüzde 16,8’ini Asya ülkelerine verdi. Bugün büyük bir krizin pençesinde kıvranan Uzak Doğu ülkelerine, gelişmiş emperyalist kapitalist ülke bankalarının verdiği borç ve kredi miktarı, 1996 sonunda 338 milyar dolara ulaşmıştı. Bu rakam 1993 rakamlarının iki katını aşmıştı. Uzak Doğu krizinin merkezindeki 5 ülkeye sadece Japon bankalarının verdiği miktar, 1997 yılı verileriyle 270 milyar dolar idi. Bölgede gerek borç ve kredi, gerekse de yatırım olarak yabancı sermayenin payına baktığımızda, Japonya’nın yüzde 34,5, dört ASEAN ülkesinin (Tayland. Filipinler, Malezya ve Endonezya, birbirlerinin pazarlarına yatırım yapıyorlar.) yüzde 43. Almanya’nın yüzde 14,3, İngiltere’nin yüzde 9,8, Fransa’nın yüzde 8, ABD’nin yüzde 6,3, Kanada’nın ise yüzde 1,6’dır. 1998 rakamlarına göre Japon tekellerinin Uzak Doğudaki zararları, daha şimdiden yarım trilyon doların üzerine (550 milyar dolar) çıkmıştır. Bu krizden Japonya dışında, HSBC Holdingleri tekelinde daha belirgin olmak üzere İngiltere; J.P. Morgan ve IBM’de özellikle belirginleşmek üzere ABD, Deutsche Bank’ta dışa vurmak üzere Almanya ve Société Générale’de daha belirgin olmak üzere Fransa da büyük zararlara girdiler. Ama diğerleriyle kıyaslandığında kriz bölge ülkelerinin dışında etkisini en fazla Japonya üzerinde gösterdi. 1990’lı yılların ortalarından itibaren Japon ekonomisinde boy gösteren resesyon, “Kaplan” krizinin de üzerine eklenmesi ile daha da derinleşti ve Japonya’da yeni ve oldukça derin bir krizin bütün etkileri görülmeye başlandı. Bugün ABD ve İngiltere’de bir yükselme görülürken Japonya’da hızlı bir gerileme gözlenmektedir. Sonuç olarak Brezilya, Arjantin, Meksika ve ardından da Kore ve Singapur gibi “Kaplan Ekonomileri” balonundan sonra “Japon Mucizesi” balonunun başına da, fazla şişirilen her balonun başına gelecek olanlar gelmiş ve patlamıştır.
Japonya kapitalizminin girdiği büyük kriz ve hızlı gerilemeyi daha açık belgelemek için her ne kadar kesin ve net bir gösterge olmasa da yine de bir fikir vermesi için ABD’de yayınlanan Business Week adlı haftalık derginin yaptığı borsa değerlerine göre dünyanın en değerli 1000 şirketi sıralamasına bir göz atarak Japonya’yı tamamlayalım. Kapitalist dünyanın doğrudan kendi dergi ve gazeteleri olan Fortune, Forbes, Business Week, Economist, European ve Financial Times gibi yayınlar her yıl sıralamalar yapmakta ve dünyanın en büyük tekellerini birbirleriyle kıyaslamaktadırlar. Business Week de 13 Temmuz 1998 tarihli sayısında 22 kapitalist ülkedeki 2700 şirketi inceleyerek yaptığı sıralamasında borsa değerleri açısından dünyanın en büyük 1000 şirketini ve gelişmekte olan ülkeler içinde de en büyük 200 şirketini yayınladı. Yayınlanan sıralama en büyük 1000 şirket arasına ABD’nin 480, Japonya’nın 116, İngiltere’nin 115, Fransa’nın 51, Almanya’nın 46, Kanada’nın 31, İtalya ve Hollanda’nın 24, İsveç’in 22 ve İsviçre’nin de 20 tekeli girdi. ABD tekelleri her zamanki gibi açık farkla önde bulunuyorlar. Ancak esas sorun, Japon tekellerinde. Japon tekelleri önceki yıllarda 3. ülkenin açık farkla çok önünde olurlarken bu yılki sıralamada İngiliz tekelleriyle başa başlar. 116 ve 115. Diğer ülke tekellerinin sayısında artışlar olurken Japon tekellerinin sayısında yüzde 20 düşüş olmuş. Öte yandan borsa değerleri açısından ülkelere göre yapılan başka bir sıralamada ise Japon tekelleri, İngiliz tekellerinin ardından 3. sıraya düşmüş. Oysa önceki yıllarda Japonya sürekli ABD’nin arkasından 2. gelirdi. Bu sıralamada 1. olan ABD tekellerinin toplam borsa değerleri 8,9 trilyon dolar, 2. olan İngiliz tekellerinin borsa değerleri 1,7 trilyon, 3. Japonya 1,4 trilyon, 4. Almanya 906 milyar dolar, 5. Fransa 704 milyar dolar. Geri kalan öteki 5 ülkeyi ise sırasıyla İsviçre, Hollanda, İtalya, Kanada ve İsveç oluşturmuşlar. Buradan da görüldüğü gibi Japon tekellerinin borsalardaki değerlerinin düşmesi üzerine toplam Japon tekellerinin değerleri İngiltere’nin ardında kalarak 3. sıraya düşmüş.
Bu yüzdendir ki, en büyük Japon bankalarından üçü, girdikleri borç krizinden kurtulmak için, doğrudan kendileri ABD’nin en büyük sermaye grubu Morgan’ın ana bankası olan J.P. Morgan’a kendilerini satın alma teklifi götürmüşlerdir. Yakın zamanda olması muhtemel ABD’li ve Avrupalı tekellerin büyük Japon tekellerini satın alma, yutma ya da onlarla füzyon yapma olaylarına şaşırmamalıdır.
İNGİLTERE
İngiltere uzun bir “savaşım için donanma” ve hazırlık döneminden sonra en eski ve tecrübeli kapitalist olmanın avantajlarını da kullanarak yeniden yükselişe geçmekte ve sanayi temelini yenilemeye yönelik atılımlarını hızlandırmaktadır. İngiliz kapitalizminin, son 19 yıllık sürecine baktığımızda en dikkat çekici özelliği, sermaye birikimini hızla büyütme gayretidir, İngiliz mali sermayesi bu gayretlerine uygun olarak yeniden bir yapılanma sürecinden geçmektedir. Bütün çabalan bu sermaye birikimini daha da artırmak amacıyla bankaların rolünü güçlendirecek yapı değişikliklerine gitme yolundadır.
İngiltere 1979’da Kuzey Denizi’nde petrol bulmasının ardından elinde hızla biriken sermayeyi ülke içine yatırmak ve sanayisini yenilemek yerine ihraç etme yolunu seçti ve sonuçta 1987’de Japonya ve ABD’nin kendisine yetişip geçmelerine kadar dünyada en fazla yabancı yatırım yapan ülke oldu. 1990’lı yılların ortalarından itibaren Japon yatırımlarının hızının kesilmesi ile birlikte ABD’nin ardından dünyada ikinci en fazla yabancı yatırım yapan emperyalist ülke konumuna geldi ve bu konumunu bugün de korumaktadır.
İngiltere’nin yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar 1914’te 6,5 milyar dolar iken 1960’da 10,8 milyar dolar oldu. Bu miktar 1971’de 23,7, ’80’de 80, ’85’de ise 90 milyar dolara yükseldi. 1980’lerin ortalarından itibaren DYY’lerde hızlı bir yükseliş başladı. DYY stoklan 1990’da 213,9 milyar dolara, ’92’de 287,2 milyar dolara, 1995’te ise 326 milyar dolara ulaştı. ’95’te gerçekleşen bu oran ’81-’85 arasına göre 6 kat daha fazlaydı. Oysa aynı dönemde ticaret sadece yarım kat artmıştı. (UNCTAD, 93 Verileri)
Başını 5 büyük emperyalist ülkenin çektiği gelişmiş kapitalist ülkeler yalnızca DYY yapmakla kalmadılar, aynı zamanda kendi ülkelerine de büyük miktarlarda DYY yapılmasını sağladılar. Bunların arasında ABD ve İngiltere, başı çekmektedir. ABD’ye en fazla DYY yapan iki ülke Japonya ve İngiltere oldu. Yine İngiltere’ye en fazla DYY yapan iki ülke, ABD ve Japonya oldu. ABD Avrupa’ya yaptığı DYY’lerin yüzde 40’ını tek başına İngiltere’ye yapmaktadır. Aynı şekilde Avrupa’nın ABD’ye yaptığı DYY’lerin da yüzde 40’ından fazlasını tek başına İngiltere gerçekleştirmektedir. ’81-’91 arasında İngiltere’nin ABD’ye yaptığı DYY miktarı 244 milyar dolar, ABD’nin İngiltere’ye yaptığı ise 167 milyar dolar olmuştur. Son bir örnek daha: Dünyada kendisine en fazla DYY yapılan iki ülke, ABD ve İngiltere. Aynı şekilde dünyaya en fazla DYY yapan iki ülke de, yine ABD ve İngiltere. (Rakamlar Birleşmiş Milletler, 1992 verilerine ait, s. 14, 16)
Aynı şeyi ihracat ve ithalatında da görüyoruz, İngiltere ihracatının büyük kısmını başta Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa Birliğine (yüzde 57,7), ikinci olarak da ABD’ye (yüzde 13,4) yapıyor. Aynı şekilde ithalatını da sırasıyla Avrupa Birliği (yüzde 55). ABD (yüzde 13,8) ve Japonya’dan (yüzde 5,8) yapıyor.
En gelişkin 5 büyük emperyalist ülke arasında -özellikle de İngiltere, Almanya ve Fransa arasında- tam ve doğru bir sıralama yapmak her ne kadar güçse de, yine de yaklaşık bir sıralama yapmak mümkün. Buna göre, İngiltere ekonomik güç ve sanayi alanında ABD, Japonya, Almanya ve hatta Fransa run ardında yer alırken, sermaye birikimi, borsada görülen işlem hacmi, para piyasalarındaki gücü ve DYY’ler açısından ABD ve Japonya’nın ardından geliyor. Rantiye-spekülatif sermaye ve para piyasalarındaki bu güçlü konumunun sanayiye yansımaması elbette beklenemezdi.
İngiltere’de yayınlanan The Guardian ve The Observer gazetelerinin ekonomi servisleri şefliğini yapan Neo-Keynesci ve Blairci Will Hutton. 1995’te yayınlandığında büyük yankılar yapan The State We’re In (İçinde Bulunduğumuz Durum) adlı kitabında “Bir zamanlar dünyanın atölyesi olan İngiltere bugün Avrupa’da Almanya, Fransa ve İtalya’dan sonra dördüncü sırada yer alıyor. Bazı şeylerimizi de İspanya’da yaptırmak zorunda kalıyoruz” diyerek feryat ediyor. Ancak özellikle 1995’ten sonraki verilere bakıldığında durumun hiç de öyle olmadığı ve bir zamanlar “topraklarında güneşin batmadığı” dünyanın ilk ve en tecrübeli kapitalist ülkesinin meydanı öyle kolaylıkla bırakmayacağı görülüyor.
İngiliz mali sermayesi giriştiği atılım yolunda tutucu ve geleneklere bağlı muhafazakâr hükümetle bu atağını yeterince uygulayamayacağına ve ağır kalacağına kanaat getirmiş olduğundan İşçi Partisi’ni (Labour) iktidar yaptı. İngiltere Sanayiciler Konfederasyonu (CBI) 1997’deki kongresinde açıkladığı araştırmada İngiliz mali sermayesinin Avrupa içinde yer almak istediği ortaya çıktı. Söz konusu araştırmada İngiliz tekellerinin yüzde 72’si Avrupa’ya girmek isterken yüzde 16’sı karşı çıkıyordu. Yüzde 12’lik bölüm ise henüz kararını vermemişti. Oysa Muhafazakâr Parti CBI kongresinden önce açıkça Avrupa’ya, Avrupa Birliği ve Ortak Para Birliğine karşı olduğunu açıklamıştı. 18 yıllık Avrupa karşıtı Muhafazakâr hükümetten sonra seçimi kazanarak iktidar olan İşçi Partisi’ni, tekel medyasının yanı sıra British Petrol’den (BP) Barclays Bank’a kadar İngiliz mali sermayesinin ve onların tekellerinin neredeyse tümünün gizlemeye gerek görmeden açıktan desteklemesinin nedenleri böyle bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır.
İngiliz mali sermayesi rantiye kapitalist olması ile övünüyor. 1982–85 arasında demiryolu altyapı yatırımlarının GSYİH içindeki oranı Almanya’da yüzde 0,8 ve Fransa’da 0,65 olmasına karşın İngiltere’de 0,4 olması ile demiryolu onarım ve bakım harcamaları oranının İtalya’da 0,26 ve Belçika’da da 0,29 olmasının yanında İngiltere’de sadece 0,09 olmasını İngiliz Demiryolları’nın (British Rail) eski başkanı Sir Robert Reid: “Onlar demiryolu yaparken biz para yaptık.” diyerek açıklıyor.
İngiltere’nin otomotiv, madencilik vb. sektörlerini terk etmesi onun belli alanlarda güç toplama çabası ve rantiye özelliklerinin daha da artmasıyla da ilişkilidir. Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm adlı eserinde Schulze-Gaevernitz’ten aktardığı pasajda şunları belirtmektedir: “Avrupa genel olarak çalışmayı -önce tarım ve madencilik alanında, sonra da kaba endüstriyel çalışmayı- beyaz olmayan insanlığın sırtına yükleyecek, kendisi rantiye rolüyle kalacak, böylece de belki, beyaz olmayan ırkların önce ekonomik, sonra politik kurtuluşlarını hazırlamış olacaktır.” (age, s.108)
Yine Lenin, aynı eserinde, aynı Schulze-Gaevernitz’in “İngiliz Emperyalizmi” adlı eserinden şunları aktarmaktadır: “İngiltere -diye yazıyor Schulze-Gaevernitz- yavaş yavaş, sanayi devleti olmaktan, alacaklı devlet olmaya doğru gitmektedir. Endüstriyel üretimdeki ve endüstriyel ihracattaki mutlak artışa rağmen, ulusal ekonominin bütününde faiz ve temettü gelirlerinin nispi önemi büyümektedir. Görüşümce bu olgu, emperyalist yükselişin iktisadi temelidir. Alacaklının borçluya bağlılığı, satıcının alıcıya bağlılığından daha kalıcıdır” (Lenin, age, s. 105)
Özetleyecek olursak, dün olduğu gibi, bugün de Avrupa’nın rantiye özellikleri en fazla gelişmiş mali sermayesi esas olarak İngiliz mali sermayesidir. Avrupa’nın en rantiye ve en asalak emperyalist kapitalist ülkesi İngiltere’dir. Bir farkla ki, bugün bu özellikleri düne göre çok daha fazlalaşmıştır. Bu durumdan diğer Avrupalı emperyalist kapitalist ülkelerin rantiye-asalak olmadıkları, böyle bir yan taşımadıkları anlamı çıkarılmamalıdır. Öteki Avrupalı emperyalist kapitalistlerin rantiyeci-asalak özellikleri de her geçen gün giderek daha da çoğalarak artmaktadır.
ULUSLARARASI TEKELLER VE YABANCI YATIRIMLAR
Doğrudan Yabancı Yatırımları gerçekleştiren tekelleri, Birleşmiş Milletlerin alt kuruluşu olan UNCTAD’ın Erasmus Üniversitesi ile işbirliği halinde yaptığı ve 1995 yılı sonu itibarı ile kayıtlı oldukları ülke dışındaki mal varlıkları -aktifleri- baz alınarak yapılan sıralamada en büyük 100 tekelin durumuna göz atarak biraz daha yakından inceleyelim: Birleşmiş Milletler verilerine göre ülke dışında en fazla mal varlığı olan ilk çokuluslu olarak belirtilen 100 tekelden 30’u, ABD tekeli. Geri kalanların 18’i Japon, 11’i Fransız, 11’i İngiliz (bunların 2 tanesi İngiliz-Hollanda ve 1’i de İngiliz-Avustralya ortaklığı durumunda), 9’u Alman, 5’i İsviçre, 4’ü Kanada, 3’ü İsveç, 2’si İtalyan, 2’si Avustralya ve yine 2’si de Belçika ve arta kalan 3 tanesi de tek tek Hollanda, Güney Kore ve Venezuela’ya ait tekeller.
Bu toplam 100 tekelin 4 trilyon dolara yakın (3 trilyon 981 milyar) toplam malvarlıklarının yüzde 40’nı oluşturan 1,5 trilyon (1 trilyon 575.6 milyar) doları kendi ülkeleri dışında yatırılmış durumda. (Ülke dışındaki maş varlıkları açısından bu 100 tekelden7 tanesinin verileri elimizde olmadığından 100 yerine 93’ünün verilerinin toplamını almak zorunda kaldık. Cirolar ve çalıştırdıkları kişi açısından rakamlar 93 değill, 100 tekele aittir.) Örneğin Shell’in 117,6 milyar dolarlık mal varlığının 80 milyarı, Ford ve General Electric’in 70’er milyarlık malvarlıkları ve General Motora, Volkswagen, IBM ve Toyota’nın da sırasıyla 54, 50, 42 ve 36 milyar dolarlık malvarlıkları ülke dışında bulunuyor.
100 tekelin 1995 yılındaki bir yıllık toplam ciroları 4 trilyon 189,6 milyar dolan bulmuş ve bu 100 tekelin ülke dışına yaptıkları satışları toplam satışlarının yarısını oluşturarak 2 trilyon 72 milyar dolara erişmiş. Bu 100 tekelden Shell 110 milyar dolarlık cirosunun 80 milyarını diğer ülkelerden sağlamış. Aynı şekilde Rockefeller’in Exxon’u 97 milyar, Japon Mitsui 67, Sumitomo 58, Mitsubishi 51 ve Toyota 50 milyar ve Amerikan General Motors da 48 milyar dolarlık cirolarını ülke dışında gerçekleştirmişler.
Çalıştırdıkları işçi ve diğer personel sayısı açışından ise yine bu 100 çokuluslu tekel çalıştırdıkları toplam 12 milyon (12 milyon 98 bin 832) kişinin yüzde 48’ini, yani 5,8 milyonunu ( 5 milyon 825 bin 701) kendi ülkeleri dışında istihdam etmekteler. Bu tekellerin içinde örneğin İngiliz-Hollanda ortaklığı olarak tanınan ama aslında hisselerinin çoğunluğunu İngiliz, ABD ve Hollanda olmak üzere çeşitli emperyalist ülke tekellerinin aralarında paylaştıkları petrol devi Royal Dutch-Shell’in 104 bin işçisinden 81 bini, İsviçre tekeli Nestle’nin 220 bin işçisinden 214 bini, yine İsviçre tekeli ABD’nin 210 bin işçisinden 197 bini, İngiliz-Hollanda ortaklığı Unilever’in 307 bin işçisinden 276 bini, Hollanda tekeli Philips’in 265 bin işçisinden 221 bini, Alman ilaç ve kimya tekeli Hoechst’in 161 bin işçisinden 100 bini, İngiliz tütün-sigara tekeli B.A.T.’ın 170 bin işçisinden 155 bini yurtdışındaki fabrikalarında çalıştırılıyor. Yine Amerikan tekellerinden General Motors ülke dışındaki üretim tesislerinde 252 bin, Ford Motor 103 bin, Pepsi 142 bin ve General Electric 72 bin kişi çalıştırıyor.
Yabancı yatırımların ezici çoğunluğunu en büyük tekeller gerçekleştirmektedir. Örneğin Japon yabancı yatırımlarının yüzde 80’inin çoğu 6 büyük keiretsuya (Japon tipi “holdingler grubu) ait olan 200 tekel tarafından yapılmaktadır. Aynı durum ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve öteki emperyalist kapitalist ülkeler açısından da geçerlidir.
FÜZYONLAR VE DOĞRUDAN YABANCI YATIRIMLARDAKİ ROLÜ
Doğrudan yabancı yatırımları yaptıkları sırada emperyalist tekeller çeşitli yollar kullanmaktadırlar. Bu yolların en önemlilerinden birisi de füzyon denilen, şirket birleşme ve yutmalarıdır. Emperyalist ülke tekelleri çoğu kere bir ülkeye gidip yatırım yapma ve pazara girme mücadelesi verme yerine, daha önceden o pazar ya da pazarlara yerleşmiş tekelleri satın almakta, birleşme adı altında o tekel ya da tekelleri yutarak tekelin bütün pazar ve ilişkilerini de ele geçirmiş olmaktadır.
1996’daki verilere bakıldığında gerçekleşen yabancı yatırımların neredeyse yarıya yakınının füzyon yolu ile gerçekleştiği görülecektir. Dünyada bütün bölgelerde, özellikle de ABD ve Batı Avrupa’da füzyonlar yabancı yatırım akışında çok önemli bir rol oynadılar. 1990’lann başlarından itibaren son 6–7 yıllık süreç içinde çok uluslu tekellerin birbirleriyle birleşmeleri ya da daha doğru tanımla birinin diğerini yutması, “cross-border” füzyon denilen ve çok uluslu, çapraz sınırlı ya da sınır ötesi füzyonlar diye çevirebileceğimiz şirket birleşmeleri oldukça arttı. 1995’te gerçekleştirilen çokuluslu füzyonların yüzde 86’sında en azından bir Amerikalı ortak, yüzde 42’sinde en azından bir AB’li ortak ve yüzde 31’inde ise en azından bir Japon ortak yer aldı. 1996 yılında toplam 275 milyar dolar tutarında bu tür füzyon gerçekleşti. 1996’da, yalnızca başka bir ülkeye ait tekelin bir diğer ülkedeki tekel içinde çoğunluğu ele geçirdiği füzyonları ele aldığımızda bu tür füzyonların değerinin 165 milyar dolara ulaştığını görüyoruz. Bu rakam da yapılan doğrudan yabancı yatırımların yüzde 47’sini oluşturmaktadır.
Bu füzyonlar içinde özellikle ABD ve İngiltere’ye ait tekeller büyük bir rol oynadılar. Çoğunluğun ele geçirildiği, ya da bir diğer ülke tekelinin yutulduğu füzyonların yüzde 40’ını bu iki ülke tekelleri gerçekleştirdiler. 1997’de dünyada gerçekleşen 1,3 trilyon dolarlık füzyonun yüzde 70’ine yakınını oluşturan yaklaşık 1 trilyon dolarlık (919 milyar) bölümü sadece ABD’de ya da diğer ülkelerde olmasına rağmen ABD şirketlerinin içinde yer aldığı füzyonlarda meydana geldi.
ÖZELLEŞTİRMELER
Bir ülkeye yabancı yatırım yapmanın bir diğer yolu da, özellikle 1980’li yıllarda başlayan ve 90’lı yıllarda iyice hızlanan özelleştirmelerdir.
OECD ve Dünya Bankası verilerine göre, geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelerde yalnızca 1994 ve 1995 yıllarında 1500’den fazla KİT özelleştirildi. 1988–95 yıllan arasında gerçekleşen toplam 129 milyar dolar tutarındaki özelleştirmelerin ezici çoğunluğu 1991–95 arasındaki 4 yıl içinde yapıldı. Bu süre içinde 114,5 milyar dolarlık kamu kuruluşu ve sanayi tesisi özelleştirilerek yağmalandı. (Bkz. Tablo: 5)
1988-1995 yılları arasında, dünyada gerçekleştirilen
özelleştirmelerin sektörel dağılımı (milyon dolar) – Tablo-5
Altyapı 47.079
Telekomünikasyon 24.744
Enerji 14.033
Sanayi 31.258
Demir-Çelik 9.002
Kimya 4.007
İnşaat-Yapı 4.145
Diğer imalat sanayi 14.035
Primer Sektor 24.335
Petrol 14.979
Madencilik 4.896
Finans 19.740
Bankacılık 17.306
Diğer Hizmetler 7.176
Toplam 129 588
(Kaynak: World Bank Privatization Database 1997, International Economics Department)
1988–1995 yılları arasında 129 milyar 288 milyon dolarlık özelleştirilme programları içinde yabancı ülke tekelleri bunun yüzde 45,2’sini oluşturan 58 milyar 458 milyon dolarlık kısmını elde ettiler. Dünya Bankası’nın 1997 verilerine göre, emperyalist tekellerin yağmaladıkları bu 58 milyarlık bölümün 37 milyar 636 milyonu doğrudan yabancı yatırımlar, 20 milyar 822 milyon doları ise portföy yatırımları şeklinde gerçekleşti. Aşağıdaki tablodan da görüleceği gibi (Bkz. Tablo: 6), 1989–94 yılları arasında, geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere yapılan doğrudan yabancı yatırımların yüzde 5.6’sı özelleştirmeler yoluyla gerçekleşti. Bu oran Latin Amerika ve Ka-rayip ülkelerinde yüzde 14.2, Orta ve Doğu Avrupa’nın eski halk demokrasili ülkelerinde ise yüzde 48.5’a kadar yükseldi.
Geri ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Özelleştirme Yoluyla Yapılan – Tablo-6
Doğrudan Yabancı Yatırımlar (DYY)
(1989–94, milyon dolar ve yüzde)
Özelleştirme sonucu yapılan DYY Özelleştirmelerin DYY içindeki payı
Doğu Asya – Pasifik (*) 2.739,0 % 1,5
Orta, Doğu ve Diğer Avrupa (**) 8.578.0 % 48,5
Latin Amerika-Karayipler 13.391.6 % 14,2
Orta Doğu – Kuzey Afrika 447,3 % 2,9
Güney Asya 87,0 % 2,1
Aşağı Sahra Afrikası 948,4 % 7.6
Toplam (Tüm Geri Ülkeler) 17.613.3 % 5,6
(Kaynak: Dünya Bankası, Privatization Database and World Bank, 1996) (*) Çin dâhil değildir
(**) Yalnızca 1991–94 verileridir.
FAİZ GETİREN SERMAYE OLARAK DIŞ BORÇLAR
Sermaye ihracının bir diğer önemli kısmını da dış borç ve krediler oluşturur. En kısa yoldan, en çabuk ve en kolay bir şekilde azami kâr peşinde koşan sermaye için faizle borç ve kredi vermek her zaman cazip olagelmiştir. Bu durum bugün daha da artmış bir şekilde sürmektedir.
Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve OECD verilerine göre dünyadaki borç miktarı 2 trilyon doların oldukça üzerine çıkmış durumdadır. 1996 sonu itibarı ile toplam dünya borç tablosu 2 trilyon 177 milyar dolardır ve bugün rakam çok daha artmıştır. (Bkz. Tablo: 7, s. 70) Emperyalist ülkelerin verdikleri borç miktarları 1994 yılında 2 trilyon dolara ulaştı. Borçlu ülkeler borç veren ülkelerin bankalarına sadece 1982-1987 arasındaki yıllarda 140 milyar dolar faiz ödediler.
Geri ve Gelişmekte Olan Bağımlı Ülkelerin Toplam Dış Borç Stokları – Tablo-7
(milyar dolar, 1980-1996)
Borçlu Bölgeler 1980 1989 1990 1994 1995 1996
Coğr Bölg. Göre Ülk.
Doğu Asya ve Pasifik 64.600 207.233 239.099 326.518 404.458 451.847
Orta ve D. Avrupa (*) 87.919 236.228 262.306 396.679 425.319 451.432
L. Amer. Karayipler 257.266 452.794 491.720 585.841 636.594 656.543
O.doğu ve Kzy. Afr. 83.7931 89.005 182.548 210.168 216.046 220.801
Güney Asya 38.014 116.770 130.034 161.073 156.778 160.999
Aşağı Sahra Afr. 84.119 172.153 191.291 211.221 226.483 235.425
Gelirlerine Göre Ülk.
Düşük Gelirli Ülk 106.209 356.880 405.622 512.185 535.794 548.282
Orta Gelirli Ülk. 509.503 1.017.302 1.074.548 1.414.756 1.530.883 1.628.765
Türkiye 19.131 41.447 49.238 66.391 73.592 79.748
Bütün Ülkeler (Topl.) 615.711 1.374.182 1.480.170 1.926.941 2.065.676 2.177. 047
(Kaynak: WB -Dünya Bankası-, World Debt Tables -Dünya Borç Tabloları- ,1997, s, 14–46, 536)
(*) Orta ve Doğu Avrupa içinde Orta Asya’daki Eski Sovyetler Birliği Ülkeleri de yer almaktadır
1986’daki 1,2 trilyon dolarlık toplam borcun 228 milyar dolarlık kısmı Afrika ülkelerine aitti. Bu rakam Afrika kıtasının toplam yıllık GSMH’nın yarısına eşitti. 17 Aşağı Sahra Afrikası ülkesinin borç tutarları yıllık GSMH’larının yüzde 100’ünden, 5 ülkesinin ise yüzde 200’ünden fazlaydı. Afrika kıtasının toplam ihracatının yüzde 40’ı faiz ödemelerine gidiyordu.
Aynı dönemde Latin Amerika ülkeleri 410 milyar dolarlık borçlarının faizlerini ödeyebilmek için ihracat gelirlerinin üçte birini emperyalist bankalara vermek zorunda kaldılar. 1982–1987 arasında Meksika tek başına 50 milyar dolar faiz ödedi. Meksika ihracat gelirlerinin yüzde 40’ını, Brezilya yüzde 28’ini, Arjantin ise yarısını faiz olarak ödemek zorunda kaldı. Arjantin borcunun bir kısmını ödeyebilmek için kamu kuruluşu olan telefon ve haberleşme kurumu ile havaalanlarının yüzde 40’ını yabancı sermayeye sattı. Aynı şekilde Meksika’nın borçları GSYİH’nın yüzde 54’üne. Brezilya’nın ise yüzde 37’sine denk düşüyordu.
1973 petrol krizi ile 1982 Meksika borç krizi arasında kalan dönem içinde emperyalist kapitalist ülkelerden geri ve bağımlı ülkelere akan borç miktarı korkunç boyutlara ulaştı. 1973’te geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin toplam borcu 42 milyar dolan Latin Amerika ülkelerine ait olmak üzere 100 milyar, 1975’te ise 165 milyar dolar idi. 1979 da toplam borç 300 milyara, 1982’de ise 540 milyar dolara ulaştı. Bunun yüzde 75’i yine Latin Amerika ülkelerine aitti.. 1988’de 877 milyar dolara ulaşan toplam borcun 378 milyar doları Latin Amerika, 325 milyar doları Asya ve 174 milyar dolan da Afrika.ülkelerine aitti. 1994 yılında ise toplam borç miktarı 2 trilyon dolar oldu. Görüldüğü gibi 21 yıl içinde borç miktarı 20 kat artış gösterdi. 1975 ile 1987 arasında verilen borçların yıllık faizleri yüzde 5,6 ile yüzde 9,6 arasında değişim göstermekteydi. Bugünkü faizler de vadenin uzunluğuna bağlı olarak yüzde 5 ile yüzde 11,325 arasında değişmektedir.
Bazı Emperyalist Ülkelerin Verdikleri Dış Borç Tutarları: – Tablo-8
(Milyar ABD doları,1993–1996)
1993 1994 1995 1996
Japonya 241,1 245,1 298,0 284,4
Almanya 142,9 152,6 206,1 214,3
ABD 142,8 151,5(*) 162,0 183,4
Fransa 101,6 111,9 141,3 55,8
İngiltere 62,3 81,1 62,4 100,6
İtalya 47,9 44,2 48,6 45,2
Hollanda 25,8 31,7 36,8 42,7
(Kaynak: OECD Dış Borç İstatistikleri 1994, 95, 96, 97 yıllıkları)
(*)OECD’nin verdiği borç tabloları ile ABD Merkez Bankası konumundaki Federal Reserve System’n verileri birbirlerini tutmamaktadır. Bu çelişkiye karşın biz OECD’nin verilerini esas aldık.
Tablo 8’den de görüldüğü gibi dünyada en fazla borç veren ülke Japonya’dır. Japonya bu konuda uzun süredir birinciliği kimseye kaptırmamaktadır. Japonya’nın ardından Almanya ve ABD gelmektedir. Bu ikilinin arkasından da Fransa ve İngiltere sıralanmaktadır. Bu iki en yaşlı kapitalist ülke yer yer birbirlerinin önüne geçmektedirler. Bu en büyük 5 emperyalist ülkenin sadece 1996’da verdikleri toplam borç miktarı 840 milyar dolardır. Japonya, ABD ve Almanya’dan oluşan üç emperyalist ülke toplam borçların yüzde 70’ini vermektedirler. 5 büyük emperyalist ülkeden ABD daha çok Latin Amerika’ya, Japonya Asya, Uzak Doğu ve Pasifiklere, Almanya, Fransa ve İngiltere Afrika’ya, Almanya ve İtalya Orta ve Doğu Avrupa’ya ve yine İngiltere Güney Asya ve Uzak Doğu ülkelerine borç vermektedirler. Dikkatli bakıldığında görüleceği gibi borç verilen yerlerin dağılımında eski sömürge ilişkileri, tarihi ve kültürel bağlar, coğrafi yakınlık gibi etkenler özellikle önemli olmaktadır.
Emperyalist Ülkelerin Verdikleri Borçların Bölge ve Ülke Gruplarına Göre Dağılımı – Tablo-9
(Milyar dolar, 1996)
Topl.Kap.Ülk. Geri, goüvb Toplam EFBAÜ Asya Ülk. L.A. Ülk ASA EYÜ
ABD 183,4 11,9 171,5 129,8 47,3 77,8 7,3 5,0
Japonya 284,4 5,9 278,5 218,8 213,0 32,4 9,1 9,0
Almanya 214,3 61,7 152,6 137,6 58,4 41,7 14,5 7,8
İagiltere 100,6 3,8 96,8 61,5 43,7 24,1 11,0 4,1
Fransa 55,8 3,7 52,1 22,8 9,4 7,6 19,5 16,0
5 ülk. Topl. 833,5 87,0 751,5 570,5 371,8 183,6 61,4 31,9
İtalya 45,2 8,1 37,1 27,3 6,0 14,5 5,1 3,5
Hollanda 42,7 5,1 37,6 27,9 15,2 16,1 3,1 1,0
Kanada 28,3 0,9 27,4 17,9 9,9 12,6 1,3 1,0
OECD Ülk. 1610,5 161,7 1448,8 1072,4 654,5 419,5 106,3 72,3
Büt.Brç.Ver.Ü. 2138,3 207,7 1931,6 1277,5 840,2 553,3 192,4 188,2
Top. İç. Oran%100 09,7 90,3 59,7 39,2 25,8 08,9 08,8
Geri ülk iç. Or% – – 100 66,1 43,5 28,6 10 9,7
(Kaynat OECD Dış Borç İstatistikleri, 1997)
(The Maturity. Sectorial and Nationality Distribution of International Bank Lending, Second Half 1996,)
(Bank for International Settlements, July 1997, p: 16-20)
Kısaltmalar:
Kap. Ülk: Kapitalist ülkeler,
EFBAÛ: En Fazla Borç Alan Ülkeler (Rusya, Çin, Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Tayland, Filipinler, Mısır, Cezayir, Meksika, Brezilya, Arjantin ve Türkiye gibi en fazla borç alan 15 ülke)
Asya Ülk: Asya ve Pasifik Ülkeleri
L. A. Ülk:Latin Amerika ve Karayip Ülkeleri
ASA: Aşağı Sahra Afrika ülkeler
EYÜ: En Yoksul Ülkeler (Çoğu Afrika’da olan gelir düzeyi en düşük ülkeler)
Geri ve GOÜEV: Geri ve gelişmekte olan ülkelere verilen borçlar.
Tablo 9’a bakıldığında şu sonuçlar rahatlıkla görülmektedir: 1996 yılında verilen toplam dış borçların yüzde 90’ı geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere, sadece yüzde 10’u ise bu geri ve bağımlı ülkelerin dışındaki çoğunluğunu Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nin eski halk demokrasili ülkelerinin oluşturduğu kapitalist ülkelere yapılmıştır, Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkeler arasında ise borçların büyük çoğunluğu (toplam borçların yüzde 60’ı) sayıları ancak 15’i bulan ülkelere gitmektedir. (Bkz. Tablo: 10, s. 72) 2 trilyonu aşan borçların yüzde 60’ı Meksika, Çin, Brezilya, Endonezya, G. Kore, Tayland, Rusya, Hindistan, Arjantin, Türkiye, Filipinler, Malezya, İsrail, Mısır ve Cezayir’den oluşan 15 ülkeye giderken geri kalan yüzde 40’lık bölüm 160 ülke arasında dağılmaktadır.
En Fazla Borç Verilen 15 Ülkenin Toplam Dış Borç Miktarları – Tablo-10
(Milyar ABD doları, 1995)
1995 1996
Meksika 165,7 147,0
Çin 118,1 128,1
Brezilya 159,1 115,8
Endonezya 107,8 111,3
G. Kore – 112,6
Tayland 56,8 109,1
Rusya 120,4 104,5
Hindistan 93,7 95,5
Arjantin 89,7 88,1
Türkiye 73,6 79,7
Filipinler 39,4 49,1
Malezya 34,3 38,1
İsrail – 36,2
Mısır 34,1 34,8
Cezayir 32,6 34,7
(Kaynaklar: 1995 rakamları Dünya Bankası’na, 1996 rakamları ise OECD’ye aittir.)
Özellikle borç tablolarında Dünya Bankası ile OECD rakamları yer yer birbirlerini tutmamaktadır. Bu yüzden bizim verdiğimiz tabloda da, özellikle Meksika, Brezilya, Tayland ve Rusya gibi ülkelerde, büyük farklılıklar göze çarpmaktadır. Dünya Bankasına göre 1996 dünya toplam borç miktarı 2 trilyon 177 milyar dolar, OECD’ye göre ise 2 trilyon 139 milyar dolardır. Farklılıklar olmasına rağmen bir fikir vermesi için her iki kaynağa da başvurmayı uygun bulduk. Hata payları bize değil, belirtilen kaynaklara aittir.
1980’lerin sonu ile 1990’ların başlarında toplam borç tutarları 100 milyar doların üzerinde olan yalnızca iki ülke, Meksika ve Brezilya bulunmaktaydı. Oysa bugün bu ikiliye Çin, Tayland, Endonezya, Güney Kore ve Rusya da eklenmiştir. Hindistan da hemen arkadan gelmektedir.
Toplam borçlar içinde ise toplamın yüzde 10’u Orta ve Doğu Avrupa’nın kapitalist ülkelerine, yüzde 60’ı büyük çoğunluğu gelişmekte olan 15 ülkeye, kalan yüzde 30’luk kısmı ise öteki bütün geri ülkelere gitmektedir. Bölgelere göre baktığımızda ise, verilen her 10 dolarlık dış borcun 9 dolarının gittiği geri ve gelişmekte olan ülkelere verilen borcun yarıya yakınını oluşturan yüzde 43,5’lik kısım Asya ve Pasifik ülkelerine, dörtte birinden fazlası, yüzde 28,6’sı Latin Amerika ve Karayip ülkelerine, yüzde 10’u da Aşağı Sahra Afrikası ülkelerine gitmektedir. Geriye kalan yüzde 20’ye yakın kısım da, çoğu Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkeler olmak üzere, dünyanın öteki bölgelerine akmaktadır.
ABD’nin 1994 yıkıda diğer ülkelere verdiği borç toplamı 254 milyar 534 milyon dolar oldu. Bu miktarın yüzde 34 “ünü oluşturan 87 milyar 174 milyon dolarlık bölüm doğrudan bankalar tarafından verildi. Devlet ve kamu kuruluşları 60 milyar 916 milyon dolar (yüzde 24) ve sigorta şirketi, yatırım şirket ve bankaları, borsa aracı ve simsar kuruluşları, emekli fonları gibi bankaların dışındaki diğer “finans kurumlan” da 106 milyar 465 milyon dolar (yüzde 42) borç verdiler. Verilen bu borçların nerelere ve ne kadar verildiği konusunda genel bir fikir edinebilmek için de örnek olarak, yaklaşık 190 milyar ile en fazla borç verilen ilk 20 ülkeyi ABD’nin Board of Governors ofthe Federal Reserve System’in verilerine dayanarak sıralayalım: İngiltere’ye 32,3 milyar dolar, Japonya’ya 18,5, Meksika’ya 18,3, Brezilya’ya 14,8, Arjantin’e 11,3, Cayman Adaları’na 10,1, Fransa’ya 9,7, Güney Kore’ye 8,1, Almanya’ya 8,0, Belçika-Lüksemburg’a 7,5, Kanada’ya 7,4, Hong Kong’a 7,4, Singapur’a 6,4, İtalya’ya 6,1, Hollanda’ya 6,0, İspanya’ya 4,9, Tayland’a 4,3, Şili’ye.4,3 ve İsviçre’ye 4,1 milyar dolar. Geri kalan 65 milyar dolarlık kısım ise başta Latin Amerika ile Uzak Doğu ve Asya Pasifik ülkeleri ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu diğer ülkeler ile Çin, Rusya, Doğu Avrupa ve eski SSCB ülkelerine verilmiş durumda. Tek tek bu ülkelere verilen borç miktarları 4 milyar, doların altında bulunuyor.
Emperyalist tekellerin geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere verdikleri borçlara örnek teşkil etmesi için Amerikan J P Morgan ve Alman Deutsche Bank’ın Deutsche Morgan Grenfell yatırım bankası’nın son yıllarda verdikleri borçlarından sadece bazılarını sıralayalım:
ABD mali sermaye grupları içindeki en büyük grup olan Morgan grubunun 1886’da kurulan ilk şirketi ve grubun ana bankası olan dünyanın en büyük, en eski ve en köklü yatırım bankalarından J. P. Morgan yalnızca 1870’de Fransız hükümetine borç vermekle kalmadı. 2. Savaş sonrasındaki Marshall planı sırasında da İngiltere’den Japonya’ya kadar olduğu gibi bugün de ülkelerin büyük tekelleri bir yana çok sayıda ülke hükümetlerine kısa, orta ve uzun vadeli faizlerle borç ve kredi vermektedir. İşte bunlardan birkaçı: Hepsi de son birkaç yıl içinde olmak üzere, Meksika devletine 6 milyar dolar, Peru devletine 1,1 milyar dolar, Şili devletine 1,3 milyar dolar, Brezilya devletine 750 milyon dolar, Kuveyt devletine 5,5 milyar dolar (Körfez Savaşının hemen ardından hasar gören alt yapının onarılması gerekçesi ile), Fransa’ya 1,8 milyar dolar ve 60 milyar frank, Rusya Federasyonu’na 1 milyar dolar, Türkiye Cumhuriyeti devletine 500 milyon dolar.
J.P. Morgan’ın öteki bazı ülkelere verdiği krediler ise: Ekim 1996’da Filipinler Cumhuriyetine 2016 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 8,75 faiz ile 690 milyon dolar, Şubat 1997’de Arjantin Cumhuriyeti’ne 2017 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 11,375 faiz ile 2 milyar dolar, Şubat 97’de 2007 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,625 faiz ile 750 milyon ve yüzde 8,625 faiz ile 250 milyon dolar, Mart 97’de Umman Sultanlığı’na 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,125 faiz ile 225 milyon dolar, Mayıs 97’de Çek Cumhuriyetinin garantisi ile Çek İhracat Bankası’na 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7 faiz ile 250 milyon dolar ve Haziran 97’de Rusya Federasyonu’na 2007 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 10 faiz ile 2 milyar dolar. JP Morgan’ın Çin Kalkınma Bankası, Kore Kalkınma Bankası, Çin’de Jingyuan barajını yapan MPC şirketine, Malina Su Kurumu’na, Endonezya Negara Bankası’na, Malezya Telekom’una, Hindistan’ın ICICI Korporasyonu, Çin’in Huaneng Elektrik Kurumu’na, COCO şirketi ve daha birçoğuna verdiği kredilerini ise anmakla yetinelim. (The Financial Times, 19 Eylül 1997, JPMorgan’ın kendi ilanı)
ABD’nin bir diğer dev tekeli Citicorp’un (şimdi Citigroup oldu) ise 1998’in ilk günlerinde kısa, orta ya da uzun vadeli olarak değişik faiz oranlarıyla borç verdiği ülkelerden bazıları: Meksika’nın Grupo Imsa tekeline 150 milyon dolar, yine Meksika’nın Cydsa tekeline 200 milyon dolar, Arjantin tekellerinden IEBA’ya 100 milyon ve 130 milyon ile Autopistas del-Sol tekeline 170 milyon ve 210 milyon dolar; Yunanistan’ın ANT Televizyonuna 115 milyon, Filipinler’in FLDT telekomünikasyon tekeline 200 milyon ve 300 milyon olmak üzere toplam 500 milyon dolar.
Alman Deutsche Morgan Grenfell Şubat 1997’de Meksika devletine 2009 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 8,25 faiz ile 500 milyar Meksika Lit’i, Mayıs 97’de, Arjantin Cumhuriyetine 2004 yılında geri ödenmek koşulu ile 500 milyar Arjantin Lit’i, Haziran 97’de, Romanya Cumhuriyetine 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,75 faiz ile 600 milyon Alman markı, yine Haziran 97’de Brezilya Cumhuriyetine 2017 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 11 faiz ile 50 milyar Lit. Bunların dışında bu Alman yatırım şirketinin Şubat ayında Belle Korporasyonuna 2002 yılına kadar verdiği 150 milyon ABD doları ile Temmuz ayında Eskom şirketine 2027 yılına kadar verdiği 8 milyar dolar diğerlerinin yanında küçük kalıyor. (The Financial Times, 19 Eylül 1997, Deutsche Morgan Grenfell’in kendi ilanı)
Bir diğer örnek de Alman Dresdener Bank’ın 1990’lı yıllarda Türkiye’ye verdiği borçlar: Alman Dresdener Bank’ın Türkiye’ye verdiği borç miktarı 1990 sonu itibarı ile 6,3 milyar dolar, 91 sonu itibarı ile 5,7, 92 sonunda 5,8, 93 sonunda 6,3, 94 sonunda 8,3 ve 1995 sonunda ise 10,4 milyar dolara ulaştı. (Dünya Bankası verileri, 1997)
Emperyalist ülkeler yalnızca verdikleri borç karşılığında aldıkları faiz ve keskin faiz artışları ile geri kalmış ve gelişmekte olan ve sömürge ve yarı sömürge ülkelerin değerlerine el koymakla yetinmemekte, daha birçok yolla bu ülkelerin ürettiklerine acımasızca el koymaktadırlar. Bu yollardan birisi de hiç kuşkusuz para ve kur oyunlarıdır. Amerikan doları, Japon yeni, İngiliz sterlini, Alman markı, Fransız frankı gibi emperyalist ülke paralarındaki kur oyun ve dalgalanmaları yine bu ülkelerin başta hammadde olmak üzere ürünlerine emperyalistler tarafından yok pahasına el konulması sonucunu getirmektedir. Geri kalmış ülkeler emperyalist ülkelerden yiyecek ve mamul madde satın almakta ve genellikle de hammadde satmaktadırlar. Sömürge ve yarı sömürge ülkeler, emperyalist ülke paraları karşısında sürekli değer kaybeden alım gücü düşük paraları sonucu her yıl bir önceki yıla göre sattıkları ürünlerini daha ucuza satmakta ve buna karşılık aldıkları aynı ürünü her yıl çok daha pahalı bir fiyata satın almaktadırlar. Örneğin 1979 ile 1986 arasındaki yıllar içinde Afrika ülkelerinin ihracat gelirlerinin satın alma gücü yüzde 30, Latin Amerika ülkelerinin yüzde 25 ve Japonya hariç Asya ülkelerinin ise yüzde 10 azalma gösterdi. Yani örneğin Latin Amerika ülkeleri sattıkları aynı miktar ve kalemdeki mal karşılığı dörtte bir daha az ürün satın alabildiler. Emperyalist ülkelerin geri ülkelerle bu ilişkisinde verilen kredi ve borçlar, emperyalist ülkeler lehine bağımlılık ilişkilerinin güçlendirilmesine, yeni imtiyazların elde edilmesine ve zorunlu meta ihracının aracı olarak kullanılmasına yol açmaktadır.
Dünya pazarlarının ve ticaret borsalarının kontrolü de emperyalist tekellerin elindedir. Geri ve bağımlı ülkelerin ürünleri de bu az sayıdaki emperyalist tekelin kontrolü altında, ya doğrudan onlar aracılığı ile ya da yine onların denetimi altında satılabilmektedir. Örneğin, bugün dünyada üretilen ve büyük oranda da geri ve bağımlı ülkelerin ürünleri olan pamuk, kahve, çay, kakao, şeker, ananas, muz ve benzer ürünlerde ticaretin dünya pazarındaki yüzde 60 ile 90 arasındaki kontrolü 3 ile 6 arasında değişen ve çoğunlukla ABD tekellerinin ağırlığını oluşturduğu çokuluslu emperyalist tekelin elindedir.
Sömürge ve yarı sömürge ülkeler dünya pazarlarında metaların fiyatlarını belirleyen emperyalist ülke ve kurumların hammadde fiyatlarını sürekli düşürmeleri yolu ile de soyulmaktadırlar. Dünya pazarlarında, ticaret borsalarında emperyalist ülkelerin mamul madde ve ileri teknoloji ürünü ürünlerinin fiyatları sürekli yükselmekte yan sömürge ülkelerin çoğu hammadde olan ürünlerinin fiyatları ise sürekli düşmektedir. Dünya Bankası raporlarına göre 1986’da dünya pazarındaki ham madde fiyatları (petrol hariç) 1930’lardan bu yana ki en düşük seviyesine indi.
Yukarıda örneklerini verdiğimiz bu süreç bugün de aynen devam etmekte ve sömürge ve yarı sömürge ülkeler emperyalistler tarafından iliklerine kadar sömürülmekte, kaynaklarına yok pahasına el konulmaktadır.
Emperyalist ülkelerden geri kalmış ve bağımlı ülkelere akan ve borç ve krediler şeklinde gerçekleşen sermaye ihracı 1980’lerden itibaren yabancı yatırımlarla kıyaslandığında göreceli olarak bir düşüş gösterdi. Borç miktarı artmasına rağmen artış oranı doğrudan yabancı yatırımların artan oranına göre azalma gösterdi. Bunun yanı sıra emperyalist ülkelerden “üçüncü dünya ülkeleri” olarak tanımlanan geri ve gelişmekte olan ülkelere (bağımlı ülkeler) yapılan sermaye ihracının biçimi de değişti. Bu ülkelere akan emperyalist sermayenin yüzde 75’i hisse senedi, tahvil vb. almaya gitti. Gelişmiş kapitalist ülkelerin dışındaki ülkelere yapılan sermaye ihracının dörtte üçü, “Gelişmekte Olan Ülkeler” denilen, Çin, Meksika, Brezilya, Arjantin, Hindistan, Güney Kore, Singapur, Endonezya ve Malezya gibi Latin Amerika ve Uzak Doğu Ülkelerinin oluşturduğu ve sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen az sayıdaki ülkeye gitti. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülke tekelleri yeni yatırımlar yapmak ve yeni yeni üretim alanları açmak yerine hazır kurulmuş ve üretim yapmakta olan üretim tesisleri ve diğer iş alanlarını yok pahasına ele geçirmeye giriştiler. Ya bu ülkelerdeki özel sektöre ait şirket ve üretim tesislerinin ya da özelleştirilen eski kamu kuruluşlarının tümünü ya da hisselerinin bir kısmını satın aldılar. Bu sömürge ve yarı sömürge ülke devletlerine -kaba kuvvet de dâhil- doğrudan açık-gizli her türlü baskıyı uygulayarak kamu kuruluşlarını (KİT’leri) özelleştirip emperyalist tekellerin yağmasına hazır hale getirmeleri ve sahiplik ve kontrolünü doğrudan emperyalist mali sermayeye bırakmaları dayatıldı. Uluslararası sermayenin işbirlikçileri olan bu ülkelerin iktidardaki yönetici sınıf ve hükümetlerine de bu dayatmaları kabullenmekten ve uygulamaktan başka yol bırakılmadı.
Bugün uygulanmaya çalışılan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması – MAI de bu dayatmaların en sonuncularından ve en yenilerinden, ama en azgın ve en pervasızlarından birisidir.
“BRETTON WOODS İKİZLERİ”: IMF VE DÜNYA BANKASI
Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere verilen borç ve kredilerin tümü doğrudan emperyalist ülke hükümetleri ve tekelleri tarafından verilmemektedir. Borçların bir kısmı da her ne kadar kâğıt üzerinde çok sayıda üye ülkeye ait uluslararası bir kuruluş olarak gösterilse de aslında başta ABD olmak üzere uluslararası mali sermaye grupları ve tekellerin tam denetimi ve kontrolü altında olan emperyalist dünyaya ait iki uluslararası finans kuruluşu, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası tarafından da verilmektedir.
Her iki kuruluş da borç verdiği geri ve bağımlı ülkeleri çok sıkı olarak denetlemekte ve söz konusu ülke politikalarının emperyalist tekellerin çıkarlarına uygun olması için yoğun baskı ve dayatmalarda bulunmaktadırlar. Başından beri bu iki ikiz kardeşin varlık nedeni ve temel görevi emperyalist tekellerin çıkarlarını korumak ve sağlama almaktır. Bu iki uluslar arası emperyalist para ve finans örgütünü kısaca tanıyalım:
2. Savaşın sonuna doğru. 1 – 22 Temmuz 1944 tarihleri arasında ABD’nin New Hampshire şehrine bağlı Bretton Woods’da, savaş sonrasında ekonomik işbirliğini planlamak için 44 Birleşmiş Milletler üyesi ülke ve Danimarka’nın katılımıyla Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı yapıldı. Bretton Woods Konferansının son günü olan 22 Temmuz 1944’te tüm katılanların oy birliği ile Uluslararası Para Fonu (IMF) ve kamuoyunda Dünya Bankası olarak bilinen ama resmi adı Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD) olan iki örgüt kurulması kararlaştırıldı. Aynı gün ve aynı anda kurulan bu iki örgüte yani IMF ve Dünya Bankası’na bu yüzden “Bretton Woods Gözleri” adı takıldı.
IMF
İlk yönetim kurulu toplantısını 6 Mayıs 1946’da yapan ve ilk para verme operasyonlarına 1 Mart 1547de başlayan IMF’ye süreç içinde kanlan üye ülkelerin sayısı giderek arttı. Üye ülke sayısı 1946 sonunda 40, 1951 sonunda 50, 1956 sonunda 60, 1961 sonunda 75, 1963 sonunda 100, 1971 sonunda 120, 1977 sonunda 131, 1986 sonunda 151, Nisan 1991’de 155 ve Eylül 1991 sonunda ise 174 oldu.
Yönetim Kurulu: IMF yönetim kurulu atanan ve seçilenler olmak üzere 20 kişiden oluşur. Atanan yönetim kurulu üyelerini ABD, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa oluşturur. Atanan üyeler arasında Suudi Arabistan da bulunmaktadır Merkezi ABD başkenti Washington da bulunan IMF yönetim kurulu yılda bir kere toplanır ve bu toplantıya Dünya Bankası yönetim kurulu da katılır.
Atananlar: IMF yönetim kurulunda iki ayrı statü bulunuyor. Kontenjandan atanan daimi üyeler ve seçimle gelenler. ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’nin oluşturduğu 5 büyük emperyalist kapitalist ülkenin temsilcileri, her birinden biri asıl biri yedek olmak üzere ikişer kişi daimi yönetim kurulunu oluştururlar. 30 Nisan 1977 günü itibarı ile IMF yönetim kuruluna atama ile gelenler: Karin Lissekers ve Barry S. Newman (ABD), Bend Esdar ve Wolf-Dieter Donecker (Almanya), Yukio Yoshimura ve Hideaki Ono (Japonya), Marc-Antoine Autheman ve Ambroise Fayolle (Fransa) ve Gus O’Donnell ve Jon Shields (İngiltere). Bu beş büyük emperyalist ülkenin IMF yönetim kurulundaki oy güçleri de şöyle: ABD toplam 265 bin 518 oy hakkı ile yüzde 17,78, Almanya 82 bin 665 oyu ile yüzde 5,54, Japonya 82 bin 665 oyu ile yüzde 5,54, Fransa 74 bin 396 oyu ile yüzde 4,98 ve İngiltere de 74 bin 396 oy hakkı ile yüzde 4,98. (IMF 1997 Yıllık Raporu). Görüldüğü gibi bu beş büyük emperyalist ülkenin IMF içindeki -dolaylı olanların dışında- doğrudan kendi adlarıyla oy hakları yüzde 38,74’ü buluyor. Bunun yarısı, toplamın yüzde 17,78’i, tek başına ABD’ye ait. IMF içinde her şeyi belirleyen en büyük 5 emperyalist ülke, bu ülkeler içinde de özellikle ABD’dir. IMF yönetim kurulu şimdiye kadar uygulanan genel pratik uygulama gereğince Avrupalı birisi olması gerekmesine rağmen yine de bu Avrupalı başkan ABD’nin onayladığı Amerikancı bir Avrupalı olur. Bu yüzden uzun süredir IMF başkanlığı yapan Michel Comdessus Avrupalı ve Fransız olmasına rağmen aslında ABD çıkarlarını savunmaktadır. ABD’nin IMF içindeki bu açık üstünlüğünden öteki emperyalist ülkeler, özellikle de Japonya ve Almanya oldukça rahatsızdırlar ve bir süreden beri yüksek sesle oy haklarının artırılması isteğini dile getirmektedirler.
“Seçilenler”: IMF yönetim kurulunda seçimle gelenlere gelince: 30 Nisan 1977 tarihi itibarı ile Suudi Arabistan tek başına 51 bin 556 toplam oyu ve yüzde 3,45’lik oy hakkı ile Abdulrahman A. Al-Tuwayiri ve Süleyman M. Al-Turki (yedek); 34 bin 102 toplam oyu ve yüzde 2,28’Iik oy hakkı Çin’in temsilcileri Zhang Zhixihang ve Han Mingzhi ve 43 bin 381 toplam oyu ve yüzde 2,90’lık oy hakkı ile Rusya adına Aleksei V. Mozhin ve Andrei Vernikov. Suudi Arabistan, Rusya ve Çin dışındaki bütün ülkeler 6 ile 24 arasında ülkenin oluşturduğu gruplar halinde temsilci seçebiliyorlar. Tek başlarına oy kullanma ve temsilci seçme hakları yok. Avusturya, Belarusya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Kazakistan, Lüksemburg, Slovak Cumhuriyeti, Slovenya ve Türkiye’nin içinde bulunduğu grup adına toplam 75 bin 993 oy ve yüzde 5,09’luk oy hakkı ile grup adına Belçika’dan Willy Kiekens ve Avusturya’dan Johann Prader (yedek) grubu temsil ediyorlar. Bu grupta, Türkiye’nin toplam oy gücü 6 bin 670 (ABD’nin 265 bin) ve tek başına temsilci seçme hakkı yok. Türkiye’nin kendi temsilcisini seçtirebilmesi için grubunda bulunan Belçika’nın -31 bin oy- ve Avusturya’nın -12 bin oy- toplam 43,4 bin oyluk ittifakını sadece 6 bin oyu ile “aşabilmesi” (!) gerekiyor.
Aynı şekilde, İspanya ve Meksika, İtalya ve Yunanistan, İsveç ve Danimarka, Kanada ve İrlanda, Zimbabwe ve Angola, Avustralya ve Güney Kore, Mısır ve Bahreyn, Malezya ve Endonezya, İsviçre ve Polonya, İran ve Fas, Brezilya ve Trinidad ve Tobago, Arjantin ve Şili ile Fil Dişi Sahilleri ve Gabon içinde bulundukları grupları “temsil ediyorlar”. (Bütün veriler IMF 1997 Yıllık Raporuna ait)
30 Nisan 1991 tarihi itibarı ile ise IMF’nin seçimle gelen 16 kişilik yönetim kurulunu Avustralya, Belçika, Brezilya, Kanada, Cape Verde, Çin, Finlandiya, Hindistan, Endonezya, İran, İtalya, Lesotho, Libya, Hollanda, İspanya ve Uruguay, atanan yönetim kurulu üyelerini ise ABD, İngiltere, Almanya Fransa, Japonya ve Suudi Arabistan oluşturmuşlardı.
Dünya Bankası
Yukarıda belirttiğimiz gibi Dünya Bankası da IMF ile birlikte 1944’de Bretton Woods Konferansında kuruldu. Resmi adı Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD) olan Dünya Bankası’nın da bütün üyeleri (hisse sahipleri) kişiler değil, devletlerdir. Dünya Bankasına üye olmanın koşullarından birisi de IMF üyesi olmaktır. Böylece IMF üyesi olanlar aynı zamanda Dünya Bankası üyesidirler. IMF gibi Dünya Bankası’nda da belirleyici 5 en büyük emperyalist ülke ve bunların içinde de esas olarak ABD’dir. Dünya Bankası’nda ABD, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Japonya’nın oy toplamları yüzde 55.57’dir. 8 gelişmiş emperyalist kapitalist ülke (G7 ülkeleri ve Hollanda) oy toplamı yüzde 50,2 ve en büyük 5 emperyalist ülke ABD, İngiltere, Almanya Fransa ve Japonya’nın oy toplamları ise yüzde 40,59’dur. Dünya Bankası içindeki bazı ülkelerin oy hakları şöyledir: ABD yüzde 17,37 (1947’de yüzde 35,07 ve 1990’da ise yüzde 15,12 idi), Japonya yüzde 7,22 (1990’da yüzde 8,74 idi), Almanya yüzde 5,30 (1990’da yüzde 6,47 idi), İngiltere ve Fransa’nın ise yüzde 5,35 (İngiltere’nin oy hakkı da 1990’da Almanya gibi yüzde 6,47 idi). (Veriler Dünya Bankası – IBRD -1992 Yıllık Raporuna aittir.) Rusya’nın katılmasından sonra 30 Haziran 1992’de ABD kendi oyunu yüzde 2,25 artırarak yüzde 17,37’ye çıkarırken diğer 3 en fazla oy hakkına sahip Japonya, Almanya ve İngiltere’nin oylarını sırasıyla yüzde 1,52,-1,17 ve 1,12 düşürdü. Bunun yanında Fransa, Kanada ve İtalya’nın oy oranlarını ise artırdı.
Yönetimi: Dünya Bankası yönetim kurulunda da ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa’dan sonra kalan bütün üyeler 15 gruba ayrılır ve her bir grup kendi arasında oy oranına göre bir temsilci seçer. Resmi olarak gerek IMF, gerekse de Dünya Bankası başkanını yönetim kurulu seçiyor görünmesine rağmen, pratikte her zaman Dünya Bankası başkanı ABD’li, IMF başkanı ise Avrupalı olur. Dünya Bankası başkanı olacak kişiyi doğrudan ABD başkanı büyük banka tekellerinden birisinin başından seçer.
ABD’nin IMF’de olduğu gibi Dünya Bankası’nda da veto hakkı bulunmakta ve IMF gibi Dünya Bankası’ndan da ABD’nin istemediği bir karar çıkamamaktadır. Küçük de olsa ABD’ye tavır alan hiçbir hükümet Dünya Bankası’ndan kredi alamamaktadır. Örneğin Banka 1970’lerde Allende yönetimindeki Şili’ye, Nasır yönetimdeki Mısır’a, Goulart yönetimdeki Brezilya’ya, Sukarno yönetimdeki Endonezya’ya, Nkrumah yönetimindeki Gana’ya, Manley yönetimindeki Jamaika’ya, Peronist yönetim altındaki Arjantin’e ve yine 1973″e kadar Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir’e kredi vermemiştir. Ama öte yandan Vietnam Savaşı sırasında düşmesinden bir kaç gün öncesine kadar Amerikancı Saygon yönetimine büyük miktarlarda kredi vermeye devam etmiştir. IMF gibi Dünya Bankası emperyalist ülkeler ve tekellerinin bankasıdır. Gerek IMF ve gerekse de Dünya Bankası (IBRD) içinde her şeyi belirleyen aslında ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’nın oluşturduğu 5 en büyük emperyalist ülke, bunların içinde de esas ve asıl patron olan aslında ABD’dir. Diğer emperyalist ülkeler bu durumdan oldukça rahatsızdırlar ve söz ve oy haklarının artmasını istemektedirler.
Dünya Bankası “Dünya Banka Grubu” olarak da adlandırılır. Bu banka grubu içinde esas olarak üç kuruluş yer alır: 1944’de IMF ile birlikte kurulan Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD), 1956’da kurulan Uluslararası Finans Korporasyonu (IFC) ve Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA). Bunların dışında, emperyalist dünyanın öteki mali kuruluşları ise MIGA (Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı), ICSID (Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarını Çözme Merkezi), IIC (Uluslararası Yatırım Merkezi) ve dört ayrı yerel kalkınma bankası: Asya Kalkınma Bankası (ADB), Afrika Kalkınma Bankası (AfDB), Amerika Kalkınma Bankası (IDB) ve Karayip Kalkınma Bankası CDB gibi emperyalist kuruluşlardır. ((Veriler IBRD, Annual Report, 1992 ve Kunibert Raffer, H. W. Singer, The Foreign Aid Business. 1996, USA, s. 45–57 ye aittir.)
RANTİYE-ASALAK VE ÇÜRÜYEN KAPİTALİZM OLARAK EMPERYALİZM
Emperyalizm asalak ya da çürüyen kapitalizm, bu yüzden de can çekişen kapitalizmdir. Kapitalizmin çürümüşlüğü kendisini asalaklık ve rantiyeliğin artışında gösterir. Özellikle tekellerin egemenliğinin tamamlanmasıyla kapitalist sınıf giderek üretim süreciyle ilişkisini yitirir. Şirketlerin teknik işlerinin yönetimini kendisine bağlı ve kendisini temsil eden ücretli teknik personelin, direktör ve menajerlerin elinde bulundurur. Kapitalist sınıfın ezici çoğunluğu ise üretimden koparak rantiye durumuna, kıymetli evraklara sahip olan ve bu kıymetli evraklardan gelen gelirle para içinde yüzen, zevk sefa içinde yaşayan asalaklar durumuna gelir.
Rantiye tabakasının üretimden tamamen kopukluğu, sermaye ihracıyla, yurtdışındaki sermaye yatırımlarından gelen gelirlerle daha artar. Sermaye ihracı, geçimini diğer ülkelerin sömürülmesinden sağlayan ülkelere asalaklık damgasını vurur. Yurtdışına ihraç edilen sermaye emperyalist ülkelerin zenginliklerinin giderek artan bir bölümü, bu sermayelerden gelen kârlar da emperyalist mali sermayenin gelirlerinin gittikçe artan bir kısmını oluşturur.
Emperyalist ülke tabloları bu söylenenleri tümüyle doğrulamaktadır. Örneğin ABD’de özellikle 1982’lerden sonra spekülatif ve rantiye sermayede öncekilerle kıyaslanması bile zor ölçülerde muazzam bir büyüme ortaya çıktı. 1990’ların ilk yansında ticari bankalar -yatırım bankası olarak tanınmayanlar bile-kârlarının dörtte birinden fazlasını borsalarda yükselen hisse fiyatları ve spekülasyonlardan ettiler. ABD devletinin iç borç miktarı 1980’lerin sonları ile 1990’ların başları arasındaki 6 yıl içinde 1 trilyon dolardan 2,5 trilyon dolara yükseldi. ABD Federal bütçesinin her yıl yüzde 20’si, devlet tahvilleri almış olan varlıklı tahvil sahiplerine faiz ödentisi olarak gitmektedir. ABD’nin yurt dışındaki devlet tahvilleri 1980’lerde 7 milyar dolar iken bu rakam 1987’de 13 kat artarak 90 milyar dolara ulaştı. Bugün ise bu rakam trilyon dolara dayanmıştır.
Yatırım bankacılığının yalnızca ABD ve İngiltere’de değil tüm emperyalist kapitalist sistem içinde özellikle son yıllardaki hızlı gelişme ve yaygınlaşması borsa ve para piyasalarının çok büyük önem kazanmasıyla da kendini göstermekte ve esas olarak mali sermayenin rantiye-tefeci-spekülatif karakterinin alabildiğine hızlanmasının bir belirtisi Olarak ortaya çıkmaktadır. Tek tek New York, Tokyo, Londra, Frankfurt ve Paris gibi borsa ve para piyasaları önemli hale gelir ve buralarda görülen işlem hacimleri ulusal düzeylerde alabildiğine artarken aynı zamanda uluslararası düzeyde de devasa boyutlara ulaşmaktadır. 1997 yılı içinde çok uluslu tekellere ait, “uluslararası” statüdeki hisse ve tahvil hacimlerinin bir önceki yıla göre neredeyse 8 kat artması sadece bunu göstermektedir. Uluslararası hisse ve tahvil ticareti hacmi 1996’da 102 milyar dolar iken, bu rakam 1997 içinde 770 milyar dolara çıktı. Oysa dünya ticaretindeki yıllık büyüme hacmi 1963–73 arasında yüzde 9, 1973–88 arasında düşerek ancak yüzde 4 oldu. Günümüzde de aynı oranlarda seyretmektedir.
Rakamlardan çok net olarak görüldüğü gibi, mali sermayenin rantiye-asalak karakteri bugün daha da artmış ve borsa ve para piyasaları çok daha önemli hale gelmişlerdir. Borsalarda görülen işlem hacimleri hızla yükselmekte ve ülke GSYİH’larını kat kat aşan rakamlara ulaşılmaktadır. Örneğin dünyanın en büyük borsası durumundaki New York borsasında (Wall Street) görülen yıllık işlem hacmi 1977–83 yılları arasında ortalama 3 milyar, 1984–88 arasında ise 14,1 milyar dolar idi. Oysa bugünkü işlem hacmi dev boyutlara ulaştı ve 1995 yılı içinde 3 trilyon 110 milyar dolara erişti. Aynı yıl içinde 87 milyar 873 milyon hisse el değiştirdi, alınıp satıldı. Günlük ortalama işlem gören hisse sayısı ise 346 milyon. 2675 şirkete ait 6 trilyon 13 milyar dolar değerinde hisse senedi ve piyasa değeri 2 trilyon 748 milyar dolar tutarında 564 ayrı tahvil işlem görüp el değiştirdi.
1996 itibarı ile dünya yabancı yatırım stokları 3,2, dış borç stoklan da 2,2 trilyon doları bulmuştur. İkisi birlikte sermaye ihracı stokları 5,5 trilyon dolara yaklaşmıştır. Bu rakamın ezici çoğunluğu 5 büyük emperyalist kapitalist ülkeye, ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dan oluşan tefeci, rantiye asalak devlete aittir. İşte bu şekilde az sayıdaki rantiye, tefeci devlet dünya halklarının yarattığı değerlere krediler, borçlar ve yabancı yatırımlar yoluyla el koyar, bu ülkelerden devasa boyutlarda kârlar sızdırır ve bunları ekonomik ve politik açıdan kendilerine bağlı kılar.
Tefeci, rantiye devlet, asalak, çürüyen kapitalizmin devletidir. Tekellerin azami kârlarının ana kaynaklarından birisi olan sermaye ihracı yoluyla bağımlı ülkelerin sömürülmesi az sayıdaki zengin, tefeci, rantiye ülkeyi geri kalan bütün insanlığın sırtına yapışmış ve onun gövdesinden geçinen bir kene, parazit haline getirir. Emperyalizm bu yüzden asalak kapitalizmdir.
Emperyalist sömürü ve talanın had safhalara ulaşması dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının emperyalizmi başlarından defetmesinin şartlarını olgunlaştırmaktadır. Dünya yeniden bir toplumsal alt üst oluşlar, devrimler ve karşı devrimler, savaşlar ve anti-emperyalist mücadeleler dönemine doğru hızla yol almaktadır. Karamsar olmak için hiçbir neden yoktur, aksine iyimser olmak için çok sayıda neden ve belirti vardır. Çağımız dün olduğu gibi bugün de emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır.
Ağustos 1998