Biyolojinin gözünden insanın kökeni ve ırk sorunu

Geçtiğimiz yılın sonlarında, yolsuzluk operasyonları başlamadan hemen önce, aynı zamanda AKP MKYK üyesi ve Yeni Şafak gazetesi yazarı da olan akademisyen Yasin Aktay’ın söylediği sözler ortalığı bir süre karıştırmıştı. Prof. Aktay, Bayburt Üniversitesi’nde katıldığı bir panelde gelen sorulardan birine verdiği yanıtta, “Türk dediğin bir sentezdir”. “Türk diye bir ırk yok.” Demişti zira. Herkesin bildiği ve bu anlamda yeni bir şey söylememiş olan Aktay’ın bu kadarcık sözleri bile bir hafta on gün büyük bir tartışma çıkmasına neden oldu. “Türk diye bir ırk yok” sözü anında “Türklük” ve “Türk yok” yapılarak ateşe benzin dökülmüştü. Milliyetçi kesim Yasin Aktay’ı ne kadar bir kaşık suda boğmaya çalıştıysa da su az ve sığdı, amaçladıkları linci başaramadılar. Çok daha çarpıcı konuların bile gündemde uzun süre kalamadığı bir ülkede, her ne kadar ulusalcı ve milliyetçileri çileden çıkarmışsa da tartışma yapay olarak alevlendirilmişti ve altı boştu. Bu nedenle ömrü fazla olmadı. Tartışma on günü bulmadan söndü. Hemen ardından yolsuzluk operasyonları başlayınca tamamen unutuldu.

Yasin Aktay’ın istemeden başlattığı tartışma şimdilik söndü, ancak, “Türk diye bir ırk”ın olup olmadığı konusu ya da çok daha genel olarak, kökü oldukça eskilere dayanan kadim “ırk” tartışması kolay kolay kapanacağa benzemiyor. İhtiyaç duyulduğunda bir biçimde yeniden gündeme getirilip tartıştırılacağı kesin. Bunu hesaba katarak, hazır yeri gelmişken ırk konusunu, onu en iyi açıklayacak olan biyolojinin gözünden ele alıp irdelemekte yarar var.

BİRAZ TARİH
Irk, değişik kriterler gözetilerek insanların gruplar halinde kategorize edildiği bir sınıflandırma sistemidir. Biyolojik olarak ise ırk, bir türün, bir alt türü ya da popülasyonunun, aynı türün öteki popülasyonlarından morfoloji ve genetik gibi biyolojik açılardan farklılaşması olarak tanımlanır. Kavram olarak ırk ilk kez, aynı dili konuşanlar ve o dilde konuşanlarla yakın ilişkide bulunanların dışındakiler için kullanıldı. Ancak insanların gruplandırılıp kategorize edilmeleri çok daha eskilere dayanır.

Yazılı tarihten çok çok öncesinden, insanların çoğunlukla mağaralarda küçük gruplar halinde yaşadıkları paleolitik dönemden beri, insan grupları muhtemelen kendi gruplarını öteki gruplardan farklı gördüler. Bazı antropologlara göre, insan grupları, yalnızca kendi grubundan ve kendisininkine yakın gördüğü öteki gruplardan insanlara insan dediler. Kendi grubundakilere benzemeyenleri düşman, kötü ve çirkin buldular. Bununla birlikte o zamanlar insanlar yalnızca iki gruba ayrılırlardı: Kendi grubundan (ve ilişkide olduğu gruplardan) olanlar ve ötekiler.

Ama asıl gruplandırma, insanları renklerine ve etnik kökenlerine göre ayırma kölecilikle başladı. Binlerce yıl öncesinde, Mısır’da, köle sahipleri ve rahipler köleleri ve kendilerinden olmayan en yakın komşuları bedevileri insan saymazlardı. Nil kıyıları ve Mısır toprağı kara olduğundan siyah renk o zaman iyi renk sayılırdı. Bu yüzden yalnızca kara Mısırlı insandı, ötekiler değildi. Kırmızı topraklı çölde kendilerden olmayanlar, yabancılar, bedeviler yaşıyordu; bu nedenle de kırmızı renk kötü renkti. Bu tutum öteki köleci devletlerde de aynen sürdü. Mısır, Babil, Yunan ve Roma gibi köleci devletlerin egemen sınıfları bu kadarla da kalmıyor, sadece kendilerinden görüntü olarak farklılık gösteren grupları değil, aynı zamanda aşağı sınıflardan olan kişileri, köleleri de insan saymıyorlardı.

Bugünkü anlamda ırkçılık ve ırk ayrımları ise kapitalizmin şafağı ve sömürgecilikle başladı. Amerika kıtasının “bulunması” ile orada yaşayan yerli Kızılderililerin “yabani” ve “zavallı bir ırk”tan oldukları ve “en üstün ırk” olan Anglo-Saksonların medeniyeti ve tanrıyı onlara öğretmekle görevlendirildikleri keşfedildi (aynı iddiayı İspanyol ve Portekizliler de kendileri için öne sürüyorlardı). Ardından, köle ticaretinin başlamasıyla, zencilerin ne kadar “aşağı bir ırk”tan oldukları söylenmeye başlandı.

İlk olarak, Fransız hekimi ve gezgini François Bernier, 1684’te yayınladığı kitabında insanları farklı ırklara ayırdı. 18. Yüzyıla gelince, insan grupları arasındaki farklılıklar bilim dünyasının dikkatini çekti. Bitki ve hayvan dünyasını sınıflandıran, bu yüzden de günümüzde de taksonominin babası sayılan ünlü Carolus Linnaeus, 1735’te bitkiler ve hayvanlarla birlikte insanları da gruplandırdı: Ama bugünkü anlamda ırkları ortaya atan Linnaeus değil bir Alman doğa bilgini oldu.

Göttingen Üniversitesinden Alman doğa bilgini Johann Friedrich Blumenbach 1775’de doktora tezinde ortaya attığı görüşlerini sistemleştirerek 1779’da yayınladığı kitabında insanları beş ana gruba ayırdı ve her birini ayrı bir ırk olarak tanımladı: Bunlar, (1) Açık tenli Avrupalıları içeren “Kafkaslı” (beyaz) ırk; (2) Çinliler ve Japonların da içinde olduğu Doğu ve Orta Asyalıları içeren Mongol / Moğol (sarı) ırkı; (3) Güneydoğu Asyalıları, Polinezya ve Malezyalılar gibi Pasifik adalıları ve Avusturalya’nın Aborjinlerini içeren Malaylı (kahverengi) ırkı; (4) Afrikalı siyahları içeren Etiyopyalı ırk (daha sonra bunu zenci ırkı olarak değiştirdi) ve (5) Kızılderilileri içeren Amerikan Hintlisi (kırmızı) ırkıydı. Alman bilgin, insanlığın bu beş ana gruptan türeyip yayıldıklarını öne sürmüştü. J. F. Blumenbach bununla kalmamış, insan ırklarını yukarıdan aşağıya göre de sınıflandırmıştı. Blumenbach’a göre, Ademle Havva da dahil en üstün insanlar beyaz “Kafkas” ırkından, en geriler ise siyah “Etiyopyalı” ırkından olanlardılar.Çünkü tanrı önce, kendi suretine benzeterek beyaz Kafkaslı ırkını yaratmıştı. Bu yüzden mükemmel olan oydu. Öteki ırklar, o beyaz ırkın sonradan bozulup dejenere olmasıyla ortaya çıkmışlardı. Blumenbach’a göre, en çok bozulup dejenere olmuş ırk siyah Etiyopyalı /  zenci ırkı olduğundan en geri ırk o siyah ırktı.

Resim 1: J. F. Blumenbach’a göre insan ırkları. Soldan sağa sırasıyla: Mongol (Sarı), Amerikan Hintlisi (Kızılderili), Kafkas (Beyaz) , Malay (Aborjin), Etiyopyalı (Siyah).

Blumenbach’dan sonra gelenler yıllar boyu aynı yoldan gittiler. Hatta daha ileri gidip kafatası ölçümleri yaparak, kafatası çaplarına göre beyin büyüklüğünü ve buradan da akıllarınca zeka düzeyini belirlemeye çalıştılar. Örneğin Amerikalı Samuel George Morton, 1800’lü yılların ilk yarısında Avrupalı beyaz Kafkas ırkının kafatası iç hacim ortalamasının 87 inç küp; Asyalı Mongol ya da Moğol ırkının 83; Kızılderili Amerikan Hintlisi grubunun 82, Pasifikli Malaylı grubunun 81 ve siyah Etiyopyalı da denilen zenci ırkındakilerin kafatası iç hacimlerinin ise sadece 78 inç küp olduğunu öne sürdü. Morton’un başlattığı kafatası ölçümleriyle insanları ırklara ayırma çabaları 20. yüzyılın ortalarına dek yıllarca sürdü. Kafatası ölçümleri 1930’lu yıllarda Türkiye de dahil, Almanya’dan ABD’ye, Fransa’dan Japonya’ya pek çok ülkede yapıldı. Ardından gelen Hitler Almanyası bu çalışmaları ayyuka çıkardı.

Sözü edilen çalışmalar, yukarıda belirtildiği gibi, Türkiye’de de gerçekleştirildi. 1937’de, Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’ın öncülüğünde “Türk milletinin ırksal tespiti” için kafatası ölçümleri ve bunlara göre ırk araştırmaları yapıldı. Yapılan çalışmalar sonunda “Türklerin kafatası brakisefal, burunları düz,  gözleri badem”dir gibi Türkleri diğerlerinden ayıran sözde ırksal ayrım ve belirteçler ortaya konuldu. Etrafımıza şöyle bir bakmamız bu belirteçlerin ne kadar anlamsız olduğunu anlamamıza yetecektir. Çünkü açıklanan belirteçler göz önüne alınarak Türkiye’de bir Türk sayımı yapılmaya kalkılırsa fazla kişinin çıkmayacağını herkes rahatlıkla görür.

1960’lardan bu yana kafatası ölçümleri, her ne kadar artık antropolojinin utancı olarak tarihin tozlu raflarına kaldırılmış olsa da, insanları esas olarak ten renklerine bakarak beyaz, sarı, siyah ve kırmızı gibi ırklar halinde gruplandırmak günümüzde de sürüyor. Özgürlük Dünyası’nın çoğu okurları dahil, birçok kişi hala, insanların, Türk, Kürt, Ermeni, İngiliz, Alman ya da Rus olarak değilse bile, siyah, beyaz, sarı, kızıl gibi ırklara ayrılmış olduklarını düşünüyor. Bu yüzden ırk konusunu etraflıca ele almak gerekiyor. Bakalım bugün artık ırk diye bir şey var mı? Değil Türk, Kürt, Ermeni, Rus ya da Alman, İngiliz, daha ötesi insanlar arasında acaba, siyah, beyaz, sarı veya kızıl gibi ırksal ayrımlar var mı?

Irk, insan türünün gruplandırılmasına ait bir sınıflandırma sistemi olduğundan o sınıflandırmaların ne kadar doğru olduğunu insana ait biyolojik bulgular ortaya koyabilir. Ama konu insan olduğundan, gruplandırılmaya çalışılan insanın ortaya nasıl çıkıp günümüze dek nasıl geldiği; tarihsel süreçte evrimle farklılaşmış ve dünden bugüne gelmiş farklı türleşmeler ya da aynı türün farklı soylarının olup olmadığı; eğer böyle türleşme ya da alt türleşme varsa bunların belirtileri ya da belirteçlerinin bugünkü biyolojik / genetik yapıda gözlenip gözlenmediği insanın milyonlarca yıllık evrimsel hikayesi ele alınmadan gösterilemez. Bu nedenle, önce insanın hikayesinden başlamak gerekiyor. 

İnsan evrimine ilişkin bilgiler yakın zamana daha çok, başta fosiller olmak üzere, insan ve insana yakın türlerin paleontolojik ve paleoantropolojik bulgularının anatomik yapı farklılıkları ve karbon testi gibi tekniklere dayanarak incelenmesiyle elde ediliyordu. Bu analiz yöntem ve teknikleri de ancak sınırlı bilgi sağlıyordu. Böyle olunca yakın döneme dek bilgilerimiz sınırlıydı. Ancak, son dönemlerde genetik / moleküler teknik ve yöntemlerin devreye girmesiyle bu durum değişti. Yüz binlerce yıllık fosillerden DNA elde etme tekniklerinin geliştirilmesi ve özellikle anne tarafının (annenin annesinin annesinin annesinin annesinin … annesi) yüz binlerce yıllık analizin yapılmasına olanak sağlayan mitokondri DNA’sı (mtDNA) ve baba tarafının (babanın babasının babasının  babasının  babasının … babası) çok eskilere kadar genetik incelenmesini olanaklı kılan Y kromozomu dizileme analizleri ve bu analizlerin birbirleriyle karşılaştırılması gibi moleküler biyoloji ve popülasyon genetiği çalışmaları insan evrimi hakkında bildiklerimizi özellikle son yıllarda kat be kat artırdı. Sonuç olarak, insan evrimi hakkında bugün dünle kıyaslanamayacak ölçüde fazla şey biliyoruz. İnsan evrimine ilişkin anlatılması gereken çok fazla bilgi olmasına karşın, hem derginin sayfa sınırlılığı, hem de yazının konusunun esas olarak insan evrimi olmaması nedeniyle bu bilgileri mümkün olduğunca kısa bir özet halinde, ana hatlarıyla vermekle yetineceğiz.

İNSANIN HİKAYESİ
İçinde insan dahil 400 civarında türü barından geniş primat takımı (maymunsular) öteki memelilerden 65 milyon yıl kadar önce ayrıldı. Primatlar milyonlarca yıllık süreç içinde evrim geçirerek dallara, kollara ayrıla ayrıla çeşitlendiler; farklı farklı türlere ayrıldılar. Bu kollardan biri de, 15 milyon yıl kadar önce ortaya çıkan ve içinde insansıların atalarının ve iki şempanze (Pan), iki goril (Gorilla) ve iki orangutan (Pongo) türüne giden kısaca Hominid ailesi (Hominidae) denilen büyük kuyruksuz insansı maymunlar (Great Ape) dallanmasıydı. Hominidlerden, en başta, 11 milyon yıl kadar önce, orangutanların ataları ayrıldı. Daha sonra, 6,5 – 7 milyon yıl kadar önce bugünkü gorillere giden kol. Kalan koldan 1,5-2 milyon yıl sonra, yani 5-5,5 milyon yıl önce de bugünkü şempanze ve cüce şempanzeler de denilen bonoboların ataları ayrıştı. Artık geriye günümüz insanına giden, onun çok uzak ataları, İnsansılar (Hominini) kalmıştı. Bu anlamda insanın yakın evrimi, insan ve şempanzelerin ortak ataları olan popülasyonların birbirlerinden ayrılmalarıyla başlar.

İnsana giden bu kolda, 5 ile 3 milyon yıl öncesi zaman diliminde, genel olarak Australopitesinler denilen ve insana benzerliklerinin yanında ciddi farklılıkları da olan bir alt oymak çıktı. Australopitesinler içinde, Australopithecus, Ardipithecus, Kenyanthropus ve Parenthropus gibi birçok farklı soy vardı.

Örneğin Doğu Afrika’da ortaya çıkan Australopithecus’un fosillerini incelediğimizde, anatomik ve morfolojik özellikleriyle onun henüz insana fazla benzemediğini, ama şempanzelerin atalarından da ayrılmış, şempanze ile insan arasında bir alt oymak olduğunu görüyoruz. Ayağa kalkmış yürüyordu, ama bir tehlike anında ve uyumak için yine ağaçlara çıkıyordu. Vücudu hala kıllarla kaplıydı. Çeneleri ve dişleri hala büyüktü. Beyni henüz şempanze kadardı yani daha küçüktü (300-350 cm3). Boyu uzamış olmasına karşın Homo türlerine göre hala kısaydı (120-140 cm.). Alet olarak taşları ve kemikleri kullanıyordu ama henüz onları yapamıyordu. Bulduklarını alet olarak kullanıyordu.

Australopitesinler’in en iyi incelenen türü olan Australopithecus ve alt türleri 4 milyon yıl önce ortaya çıkıp, tarih sahnesinde 2 milyon yıl kaldıktan sonra, 2 milyon yıl önce yok oldular.

Homo habilis
Yaklaşık 3 ile 2 milyon yıl öncesinde, Autralopitesinlerin bir türünden insanın ilk ataları olan ve Latince insan anlamına gelen Homo cinsi evrildi. Homo cinsi içinde, bugünkü bilgilerimize göre, ilk belirenlerden biri, 2.3 ile 1.4 milyon yıl önce arası dönemde yaşamış olan Homo habilis oldu. Bazı araştırmacılar, “becerikli insan” anlamına gelen Homo habilis’i Homo türleri arasında değil, 650 cm3’olmasına karşın henüz küçük olan beyni ve sonraki Homo türleriyle bazı önemli farklılıkları yüzünden Australopitesinlerle Homo türleri arasında görürler. Ama Homo habilis taş ve hayvan kemiklerinden alet yapmaya başlamıştı ve bu yüzden de pek çok araştırmacı tarafından ilk alet yapan insan olarak kabul edilir. Birkaç yıl öncesine kadar, en eski Homo türünün Homo Habilis olduğu sanılıyordu. Ancak son bulgular, Homo Habilis’le aynı dönemde hatta ondan daha da önce ortaya çıkmış, Homo gautengensis ve Homo rudolfensis gibi başka Homo türleri olduğunu da ortaya koydular. Muhtemelen insan bunların birinden, Homo Erectus ve / veya Homo ergaster ortaya çıktı.

İnsanı evrilten koşullar
Australopitesinlerin özellikle son dönemlerinde Afrika’da büyük doğa değişiklikleri oldu. Jeolojik hareketler sonucu bugünkü Etiyopya, Kenya, Mozambik ve Uganda’yı içine alan bölgede Büyük Doğu Afrika yarığı vadisi oluşup yükseldi. Bu ve büyük volkanik olaylar gibi diğer birçok etken iklim değişiklerini getirdi. Bir zamanlar yemyeşil ormanlarla, göl ve nehirlerle dolu olan Sahra kurumaya, yağışlar azalmaya başladı. Giderek artan bir biçimde Sahra kumlarla dolup çölleşti. Böylesine ciddi jeolojik, iklimsel, coğrafi değişiklikler, Afrika’nın büyük ormanlarının hızla azalıp yerlerini çalılık ya da çayırlık savanlara bırakmasını getirdi. Yiyecek bulmak zorlaştı. İnsanın ataları ağaçtan inmek zorunda kaldılar. Yiyecek olarak ortada artık çoğu kere sadece bulabildikleri sert ve kabuklu yiyecekler, çiğnenmesi ve sindirilmesi zor kökler, kurumuş yapraklar, bitki kabukları ve bir de tabi, ölmüş vahşi hayvanların leşleri bulunuyordu. Australopitesin soylarından bazıları sert kabuklu, kalın ve sert lifli yiyecekleri yiyebilmek için çok güçlü çeneler ve diş yapılar ile güçlü kafatasları geliştirirken bazı soylar ise daha narin bir yapı, daha küçük bir çene, diş ve kafatası yapısı ortaya çıkardılar. A. Paranthopus gibi türlere dönüşen güçlü çene ve kafatası geliştiren Australopitesinler buldukları sert yiyecekleri yiyebiliyorken, Australopithecus africanus gibi, dişleri ve çeneleri küçülmeye başlamış olan daha narin yapılı Australopitesinlerin önünde iki seçenek kalmıştı: Açlıktan ölmek ya da buldukları sert yiyecekleri küçük parçalara ayırarak daha kolay yenilebilir hale getirmek. Buldukları taşlarla sert kabukları kırıp içindekileri çıkarmaya, sert ve kurumuş kökleri parçalayıp ezmeye, buldukları yeni ölmüş hayvanların leşlerini bölüp yemeye başladılar. Beslenme alışkanlıkları değişiyordu. Volkanik olaylar gibi doğal nedenler sonucu oluşan yangınlarda, ateşin yiyecekleri, özellikle de havyan leşlerini daha kolay yenilir hale getirdiğini gördüler. Ateş üstelik ısıtıyordu ve vahşi hayvanları uzak tutuyordu. Ateşi kullanmaya başladılar. Ama bunun için yanmakta olan bir ateş gerekiyordu. Yanan bir yerden aldıkları ateşi yüzyıllarca bir yerden diğer yere taşıyıp durdular. Çok daha sonraları kendileri ateş yakmayı öğrendiler.

Yeni ölmüş hayvan leşi bulmak kolay olmuyordu. Hayvanları avlamaya başladılar. Ateş onları soğuktan da koruyordu vahşi hayvanlardan da, öte yandan yiyeceklerin yenilmesini ve sindirilmesini de kolaylaştırıyordu. Daha çok ve daha kolay doyar oldular. Sayıları giderek artmaya başladı. Daha fazla et / protein, giderek beyinlerini büyüttü. Ateşin sağladığı kolay yiyecekler diş ve çene yapılarının daha da küçülmesine yol açtı. Beyinleri büyüdükçe diş ve çeneleri küçüldü. Avlarını taşımak ve o esnada ihtiyaç duydukları aletleri kullanmak için ellerinin serbest olması gerekiyordu. Bu ihtiyaç iki ayak üzerinde durma, ayağa kalkıp yürüme zorunluluğunu doğurdu. Sonuçta, avcılık ve toplayıcılık hem onları tamamen ayağa kaldırıp iki ayak üzerine dikti; hem de ellerini kullanmalarını getirdi. Ateş, aynı zamanda, ateş başında hep birlikte yemelerini, geceleri ateşin etrafında birlikte uyumalarını sağlıyordu. Bu da gruplardaki insan sayılarını artırdı. Artık mağaralarda ateşin başında daha fazla insan bir araya geliyordu. Birliktelik sosyal ve kültürel değişiklikleri tetikledi. Daha fazla yiyecek, daha fazla et ihtiyacı koordineli avcılık ve daha gelişkin aletler yapma ihtiyacını doğurdu. Daha fazla sayıda insan, koordineli avcılık ve ateş başında toplanıyor olma, iletişimi, iletişim ihtiyacı da dili zorunlu kıldı. Dil gelişmeye başladı. İnsan ortaya çıkıyordu.

Sonuçta, birkaç milyon yıl gibi evrim açısından uzun sayılmayacak bu kısa dönemde bir insan türü ortaya çıkışı patlaması oldu; Yukarıda anlatıldığı gibi, değişen zorunlu doğa/çevre koşulları, insan atalarında, adeta bir anda, oldukça ciddi anatomik, morfolojik, sosyal ve kültürel değişimlere yol açmış; onları hızla günümüz insanına doğru giden yola çevirmişti. Kısa zamanda bir sürü farklı eski insan (Homo) soyu belirdi. Harvard’lı bilim insanları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge’in 1972’de ortaya attıkları sıçramalı evrim diye bilinen “kesintili denge“ (punctuated equilibrium) kuramının işlediği bir kez daha gözleniyordu.

Homo cinsinin günümüzde hayatta kalan tek türü kimilerinin sadece Homo sapiens, kimilerinin de Homo sapiens sapies dedikleri tür ya da soydur. Nesli tükenmiş olan öteki Homo türlerinden bazıları insanın atası, bazıları ise daha çok modern insanın farklılaşarak atasal soydan ayrılan kuzenleri, amca veya teyze çocukları olarak görülür. Bu gruplardan hangilerinin ayrı bir tür, hangilerinin alt tür olarak sayılması gerektiğine ilişkin henüz tam bir görüş birliği yoktur.

Bahsedilen bu insan türü patlaması sırasında, çoğu kez yan yana yaşayıp, bazen iç içe, bazen da ardı ardına gelip giderek, birinden öteki, ötekinden diğeri evrilerek, ya da biri ötekini yok ederek; biri hariç, en son ortaya çıkan günümüz insanı H. sapiens sapiens hariç, hepsi de insan evrimi tarihindeki rollerini bir biçimde oynayarak zaman içinde tarih sahnesinden çekilip gittiler. Bugüne sadece H. sapiens sapiens kaldı. Bu çok sayıdaki insan ya da insana benzeyen türlerden bugün tespit edilmiş olanlardan bazıları şunlar: H. erectus (Homo erectus), H. ergaster, H. georgicus, H. antecessor, H. heidelbergensis, H. cepranensis, H. neanderthalensis (Neandertaller), H. rhodesiensis, H. sapiens idaltu, H. floresiensis, Denisova insanları, Kızıl Geyik Mağarası İnsanları. Hepsi gelip gitti, sonunda sadece günümüz insanı, H. sapiens sapiens kaldı. Bunlardan bir kaçını ele alalım.

Homo erectus ve Homo ergaster
İlk olarak, 2 milyon yıl önce Doğu Afrika’da Homo ergaster belirdi. Esas olarak Afrika’da yaşadı. 1.5 milyon yıl öncesinde Doğu ve Güney Afrikanın neredeyse her yerine dağıldıktan sonra bazı grupları Avrupa ve Asyanın bazı bölgelerine de yayıldılar. Homo habilis’le kıyaslandığında daha büyük bir beyin geliştirmişti ve çok daha gelişkin aletleri vardı. Daha önemlisi, artık ateşi de kullanıyordu. H. Ergaster günümüzden 1.4 milyon yıl önce, henüz tespit edilemeyen bazı türleri ortaya çıkardıktan sonra tarih sahnesinden çekildi.

Kimi araştırmacılar Homo ergaster’i ayrı bir Homo türü olarak kabul ederken çoğu da onun Homo erectus’un Afrika’da kalmış grupları olduğunu söylerler. H. Ergaster’i Homo erectus içinde görerek Homo erectus ergaster olarak da adlandırırlar. Genel kanı olarak, Homo sapiens sapiens’in Homo ergaster’den gelen türlerden evrimleştiği kabul edilir. Kısacası biz, muhtemelen H. ergaster’den geliyoruz.

“Ayağa kalkmış” ya da “dikilmiş insan” anlamına gelen Homo erectus 2 – 1.8 milyon yıl önce bir zamanda ortaya çıkıp kimilerine göre de 70 bin yıl öncesine kadar yaşadı. Afrika’da ortaya çıkıp kısa zamanda Asya’nın neredeyse her yeri ile Avrupa’nın bazı bölgelerine yayıldı. Tam anlamıyla ilk ayağa kalkan insan olarak tanımlanır. Ateşi ilk kontrol edip kullanan insan olarak bilinir.

Günümüzden 70-74 bin yıl önce, Endonezya’nın Sumatra adasındaki Tobe gölünde, Tobe Felaketi Kuramı olarak adlandırılan çok şiddetli bir volkanik patlama oldu.10 yıla yakın bir süre devam eden bu “süper patlama” sırasında ve sonrasında bütün Güney ve Doğu Asya 15 cm’lik (Stephen Oppenheimer’e göre 5 metrelik) bir volkanik kül tabakasıyla kaplanmıştı. Tobe felaketinin etkisi yaklaşık bin yıl kadar sürdü. Bu sürede bütün dünyada iklim soğudu; buzullaşma arttı; pek çok insan türü ve popülasyonunun yanı sıra yeryüzündeki bitki ve hayvan türlerinin yüzde 70’e yakını yok oldu. Tobe felaketinden sonra insan nüfusunun çok azaldığı, toplam insan sayısının 10 bin hatta sadece 1000 kişiye kadar indiği iddia edilir. İnsan türlerindeki genetik çeşitliliğin azalması bu genetik dar boğazla açıklanır. Afrika’dan Asya ve Avrupa’ya dünyanın hemen her yanına dağılmış olan Homo erectus 150-200 bin yıl önce ortadan yok olmuştu. Bazı araştırmacılara göre, Homo erectus’un pek çok soyu ortadan kalkmış olmasına rağmen, Güney Doğu Asya’da hala küçük bir kol yaşıyordu.  Bu kolun Tobe felaketi sırasında yok olduğu sanılıyor. İlk ortaya çıktığı erken dönemlerinde 850 cm3 beyin hacmine sahip olan Homo erectus, son dönemlerinde beyin hacmini büyüterek 1100 cm3’e kadar çıkarmıştı. Öyle görünüyor ki, geliştirdiği bu büyük beyni bile onu Tobe felaketinin korkunç etkilerinden kurtarmaya yetmedi.

Homo erectus’tan, Homo ergaster dışında pek çok başka alt türün daha evrildiği kabul edilir. Fosil bulgularına göre 1.8 milyon önce Gürcistan’da yaşadığı tespit edilen Homo  georgicus’un da Homo erectus’un bir kolu olduğu öne sürülür. H.  georgicus, Homo erectus’un sanıldığından da önce, 1.85 milyon yıl önce Afrika’dan çıkıp dünyaya yayılmaya başladığını gösteriyor.

1.2 milyon önce, H. erectus’la, Avrupa’nın insanları Neandertaller’in muhtemel atası H. heidelbergensis arasında bir ara tür olarak kabul edilen Homo antecessor ortaya çıktı. 800 bin yıl öncesine dek, 400 bin yıl kadar, İspanya ve İngiltere gibi bölgelerde yaşadığı belirlenen H. antecessor’un 1000 cm3’lük bir beyin hacmi vardı. H. antecessor, bazı araştırmacılara göre, H. erectus ile H. heidelbergensis arasında bir ara geçiş formu olabileceği gibi, H. ergester’den evrilen ayrı bir tür de olabilir.

Homo  heidelbergensis ve Neandertal
800 bin yıl önce, Homo erectus’tan, ondan daha büyük bir beyine (1100 – 1440 cm3)  sahip ve çok daha gelişkin aletler yapabilen H. heidelbergensis evrildi. Uzun boyuyla öne çıkan H. heidelbergensis 500-550 bin yıl kadar Güney Afrika ve Avrupa’da yaşadı. İspanya’da ortaya çıkan fosillerinden H. heidelbergensis’in ölülerini ilk gömen insan olduğu ve bir dil geliştirmiş olduğu belirlenmiştir. H. heidelbergensis Avrupanın Neandertallerine evrildikten sonra, günümüzden 250 bin yıl önce ortadan yok oldular.

Günümüzden 400 bin yıl önce Avrupa başka bir insan türüyle tanıştı. Açık renk teni, güçlü kasları, iri kemikli kol ve bacakları, anatomik yapılarının getirdiği hantallıkları, 1600-1700 cm3’lük hacmi ile günümüz insanından çok daha büyük olan beyinleriyle H. neanderthalensis ya da kısa adıyla Neandertaller. Neandertaller boydan boya bütün Avrupanın yanı sıra, Anadolu, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’nın bir kısmına kadar yayıldılar. Oldukça gelişmiş bir türdüler. Son dönemleri, modern insan H. sapiens sapiens’in Avrupa’ya yayıldığı dönemlere denk geldi. 10 bin yıl kadar modern insanla yan yana yaşadılar. 30 bin yıl kadar önce de tür olarak yok oldular. İnsanla rekabet içine girdikleri, ancak, insandan büyük beyine sahip olmalarına karşın hantallıkları yüzünden bu rekabet ya da savaştan yenik çıktıkları sanılmaktadır. Modern insan doğudan akın akın geldikçe geriye, Avrupa’nın uçlarına, batısına ve buzlarla kaplı daha soğuk, daha kötü koşullardaki kuzeyine çekildiler. İnsanla rekabet ya da savaşlarında yenik düşmelerinin ana nedenleri arasında, daha çevik ve daha hızlı hareket eden, daha hızlı koşan H. sapiens sapiens karşısında, modern insandan farklı anatomik kemik / iskelet yapılarından kaynaklanan hantallığının Neandertaller’e dezavantaj sağlaması gösterilir. Neandertal fosillerinin genetik incelemesi sonucu ortaya atılan bir başka görüşe göreyse, Avrupa’nın bu iri yapılı hantal insanları modern insan kadar genetik çeşitlilik geliştirememişlerdi ve bunun sonucunda gen havuzlarında bir daralma ortaya çıkmıştı. Bu da değişen koşullara uyum sağlamalarını, ortaya çıkan yeni koşullara, örneğin sert iklim ve çevre koşullarına uygun yeni özellikler geliştirmelerini zorlaştırmıştı. Bunun sonucunda 50 bin yıl önce sayıları giderek azalmaya yani soyları tükenmeye başlamıştı., Neandertaller yeni koloniler kurarak yok oluşlarını bir süre geciktirdiler ama buna en fazla 20 bin yıl dayanabildiler. Bu görüş sahipleri, modern insan onları sıkıştırmasaydı bile Neandertaller zaten yok olacaklardı derler.

A                       B             C

D                   E                F

G                H                    I

Resim 2: Hominin türleri: Yaşadıkları dönemlere göre soldan sağa sırasıyla, (A): Australopithecus afarensis, (B): H. habilis, (C): H. erectus, (D): H. ergaster, (E): H. rudolfensis, (F): H. heidelbergensis,  (G): H. sapiens idaltu,:(H): H. neanderthalensis, (I): Denisova insanı.

Günümüzde Neandertal ve modern insan DNA’larının kıyaslamaları sonucu ikisinin Afrika dışında az da olsa karışmış olduklarını göstermektedir. Çünkü yakın zamanda, Afrika kıtası dışında yaşan tüm modern insan DNA’larında yüzde 1-4 kadar Neandertal DNA’snın yer aldığı ortaya konuldu. Birkaç yıl önce, 2010 yılında, Neandertal genomunun dizilenmesi, Neandertalle modern insanın en az bir kere çiftleşerek gen aktarımında bulunduklarını gösterdi. Mitokondriyal DNA (MtDNA) analizlerine göre bu çiftleşme Modern insan erkeğiyle Neandertal kadını arasında değil, tam tersi yönde, yani Neandertal erkeğiyle modern insan kadını arasında olmuştur. Çünkü kadın tarafını yani sadece anneleri inceleyen MtDNA aktarımı kesintiye uğramadan geriye doğru devam etmektedir. Modern insan erkeğiyle Neandertal kadını çiftleşmiş olsaydı gen aktarımı burada kesilmiş olurdu. Bu çalışmalar, sözü edilen çiftleşmenin günümüzden 45 – 80 bin yıl önceki bir zaman dilimi içinde, modern insan Afrika’dan yeni çıktığı (ya da çıkmakta olduğu) ama Asya ve Avrupaya daha yayılmadığı bir sırada, Mısır gibi Kuzeydoğu Afrika ya da Levanten bölgesinde bir yerde gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Bazı araştırmacılar bu karışımın sadece bir kere ve bir bölgede değil, birden fazla kere ve farklı yerlerde olduğunu da iddia ediyorlar.

Birkaç yıl önce, mart 2010’da, araştırmacılar, Orta Asya’da, Altay Dağlarında, Denisova adı verilen bir mağarada yeni bir insan türü fosili buldular. Fosil üzerindeki genetik (MtDNA ve nükleik DNA) analizleri ve karbon testi incelemeleri fosili bulunan insanın günümüzden 41 bin yıl önce yaşamış olduğunu tespit etti. Denisova insanı ya da Denisova Hominin adı verilen yeni insan türünün Neandertalle akraba olduğu ortaya konuldu. Buna karşın, Denisova insanı Asya’da en azından 250 bin yıl ayrı bir popülasyon olarak yaşamıştı. Bu süre de onun ayrı bir tür olarak evrimleşmesine yetiyordu. Denisova insanıyla modern insan DNA’larının karşılaştırılması daha da ilginç bir durumu ortaya çıkardı. Bazı Malenezya yerlileri yüzde 4-6 kadar Denisova insanı genleri taşıyordu. Yani Denisova insanı DNA’sı ile modern insan DNA’sı biraz da olsa karışmıştı. İnsan DNA’sına Neandertal’den sonra Denisova insanı DNA’sı da girmişti.

HOMO TÜRLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI

Tür    Yaşadığı dönem (bin yıl önce)    Yaşadığı yerler    Boy (cm)    Ağırlık(kg)    Beyin hacmi(cm³)
H. habilis     2.300-1600    Afrika    100–150    33–55    660
H. erectus    2000-70    Afrika, Avrasya    180    60    850 (erken)-1100 (geç)
H. ergaster    1900-1400    Afrika    190        700–850
H. rudolfensis    1900-?    Kenya           
H. georgicus    1800-?    Gürcistan            600
H. antecessor    1200-800    İspanya    175    90    1000
H. cepranensis    900-800    İtalya            1000
H. heidelbergensis    800-250    Afrika, Avrupa, Çin    180    60    1100-1400
H. neanderthalensis    400-30    Avrupa, Batı Asya    160    55–70    1400-1700
H. rhodesiensis    300-120    Zambiya            1300
H. sapiens idaltu    160-150    Etiyopya            1450
H. floresiensis    100-12    Endonezya    100    25    400
Denisova insanı    ?- 41-?    Altay dağları           
H. sapiens sapiens    200 – bugün    Bütün dünya    150–190    50–100    1350
Tablo 1: Homo türlerinin kıyaslanması.

VE SAHNEYE MODERN İNSAN ÇIKIYOR
Ve günümüzden 200 bin yıl önce, Doğu Afrika’da, Etiyopya civarlarında, sahneye modern insan, akıllı ya da bilge insan anlamına gelen Homo sapiens (ya da H. sapiens sapiens) çıktı. Genetik çalışmalar bugünkü insanla H. ergaster’ın yakın benzerlikler gösterdiğini ve bu nedenle insanın H. ergaster’den gelmiş olmasının muhtemel olduğunu ortaya koyuyor. Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, H. ergaster günümüzden 1.4 milyon yıl önce ortadan yok oldu. Bu da ortada, günümüz insanıyla ona olası en yakın atası olan H. ergaster arasında 1 milyon 200 bin yıl gibi uzun boşluk olduğunu gösteriyor. Bahsedilen bu uzun dönemde neler olduğu, H. ergaster’den insana gelen yolda ortaya çıkmış olması gereken diğer ara geçiş formları henüz bilinmiyor.

Son yıllarda ortaya bazı yeni bilgiler çıktı. Örneğin Günümüzden 160 bin yıl kadar önce, Etiyopya’nın Afar bölgesinde, Homo sapiens idaltu adı verilen yeni bir Homo sapiens soyu bulundu. 1450 cm3 hacminde beyni olan Homo sapiens idaltu, elde edilen bulgulara göre modern insana çok benziyor. Denisovan insanı dışında, yine aynı yerlerde, Etiyopya Afar’daki Gawis yakınlarda bir başka insan fosili daha bulundu. Gawis kafatası adı verilen bu insan fosili üzerindeki araştırmalar henüz bitmemiş olmasına rağmen, şimdilik bulunan bilgilerden, Gawis insanının günümüzden 500 bin ile 250 yıl arası dönemde yaşadığı ve Homo Erectus (H. ergaster) ile H. sapiens sapiens arası bir tür olduğu ortaya çıktı. Son yıllarda aynı bölgelerde üçüncü bir insan soyu daha bulundu. “Rodezyalı Adam” da denilen H. rhodesiensis adlı soyun, bu kez biraz daha aşağılarda, Zambiya’da, 300 bin ile 125 bin yıl önceki dönemde yaşadığı ve 1300 cm3 beyin hacmi geliştirdiği ortaya konuldu.

Sürekli yeni yeni arkaik insan fosillerinin bulunmasına, bu fosillerden her gün yeni bilgiler gelmesine, çalışmaların hızlarının ve sayılarının giderek artmasına bakılınca, sözü edilen boşluğun çok geçmeden doldurulacağını söylemek kehanet olmaz.

İnsanın göçü
Bugün en çok kabul gören görüşe göre, günümüz modern insanı, yaklaşık 200 bin yıl önce, Doğu Afrika’nın Afrika Boynuzu da denilen bölgesinde, Büyük Afrika Yarığının kuzeyinde, günümüz Etiyopya’sında ortaya çıktı. Büyük olasılıkla mutasyon geçiren tek bir kişiden gelişerek beliren H. sapiens sapiens türünün sayısı zamanla çoğaldı. Sayıları arttıkça gruplara ayrıldılar. Kişi ve grupların sayıları çoğaldıkça yiyecek bulmak zorlaştı. Daha fazla yiyecek bulabileceklerini umdukları bölgelere doğru dağılmaya başladılar. İlk büyük göçün Afrika’nın içlerine olduğu sanılıyor. Güney Afrika’ya dek ulaşıp oradan Afrika’ya dağıldılar. Muhtemelen doğu kıyısını izleyerek Güney Afrika’ya varan koldan bir süre sonra çıkan bir grubun batıdan yukarı kıvrıldığı ve bugünkü Kalahari çölü çevresine yerleştiği öne sürülüyor. Bu tezi destekleyen genetik çalışmalar bulunuyor. Bugün, Afrika’daki kabileler içinde genetik olarak, kökenleri en eskiye giden gruplarından olan San halkı kabilesinin bu gruptan geldiği öne sürülüyor.

Etiyopya’daki ana grup uzun süre aynı yerde kalıp sayıları arttıktan sonra, içlerinden bir grup 60-70 bin yıl kadar önce diğerlerinden ayrılıp Afrika dışına çıktı. Son birkaç yıldır yapılan bazı çalışmalar, bu göçün çok daha öncelerde, günümüzden 130 ile 90 bin yıl öncesinde olduğunu ortaya atıyorlar. Bu araştırmacılar tezlerini, daha çok İsrail’de bulunan 125 bin, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde bulunan 100- 109 bin yıllık insan yapımı aletlere dayandırıyorlar. Ancak bahsedilen aletlerin yanında insan fosili bulunamamış olması, aletlerin H. sapiens sapiens’ten mi, yoksa çok daha önceleri Afrika’dan çıkmış olan öteki Homo türlerinden, örneğin Homo erectus’tan mı kalmış olduğu sorusuna yanıt veremiyor. Bu nedenle 60-70 bin yıl önceki çıkışı savunan ilk görüş genel kabul görmeye devam ediyor.

Pek çok kanıtla desteklenen “Afrika’dan Çıkış” (“Out of Africa”) kuramına göre, insan Afrika’dan, büyük olasılıkla, daha önce anlattığımız 70-74 bin önceki Tobe Volkanı Felaketi’nin olumsuz etkileri Afrika’ya ulaştıktan sonra, yaşadıkları Kuzey Doğu Etiyopya’dan küçük bir kol halinde ayrılıp kuzeye doğru yola çıktılar. Nil nehrini izleyerek Mısır’a, oradan da Sina yarım adası, İsrail – Lübnan vadisi yolunu izleyerek Mezopotamya ve Anadolu’ya kadar gittiler. Mezopotamya ve Anadolu’nun güney ve doğusuna yerleşen grup daha sonraları Kafkaslara, Orta Asya’ya, Güney ve Uzak Asya’ya doğru dağıldılar. Yapılan hesaplamalara göre, bu çıkış sırasında, Etiyopya’da yaşayan toplam insan sayısı 2-3 bin civarındaydı. O gruptan yola çıkanların sayısının ise 150 – 200 kişi kadar olduğu tahmin ediliyor.

Harita 1: Afrika’dan Çıkış kuramına göre insanın Afrika’dan çıkıp bütün dünyaya dağılımı ve göç yolları.

Bir başka görüş ise insanın Afrika’dan tek bir kerede değil, iki ayrı zamanda ve iki ayrı yolu izleyerek çıktığını öne sürüyor. Kuzeyden, Nil, Mısır, Sina yarım adası üzerinden, Lübnan vadisi üzerinden Mezopotamya ve Anadolu’ya varan gruptan çok daha öncelerde bir başka grup Kızıldeniz’den karşıya, Arap Yarımadasına, bugünkü Yemen kıyılarına geçtiler. Etiyopya’daki ana gruptan kopan bu küçük grup muhtemelen doğuya yönelip Bugünkü Eritre –  Cibuti sınırı civarlarına geldiler. Kızıldeniz burada çok darlaşıyordu. Kızıldeniz ile Aden Körfezinin birleştikleri bu dar yerden karşıya Arap Yarımadasına, bugünkü Yemen kıyılarına geçtiler. O zamanlar deniz seviyesi günümüzle kıyaslandığında 70-100 m kadar aşağıdaydı ve bu yüzden de geçtikleri boğaz bugünkünden çok daha dar ve sığdı. Asya’ya geçen grup, deniz/okyanus kıyısını izleye izleye, Yemem, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, yolunu izleyerek bugünkü Birleşik Arap Emirlikleri ve Dubai civarlarından Basra ya da İran körfezini dolanmadan körfezin bu dar yerinden karşıya, İranın güneyine geçtiler. Yüne sürekli deniz kıyısını izleyerek Pakistan, Hindistan yolundan Uzak Doğuya kadar yayıldılar. Gördükleri, yiyeceğin bol, tehlikenin az, yerleşimin ve yaşamanın daha kolay olduğu yerlerde, akarsu, göl, körfez kıyılarında, mağaralarda yerleştiler. Orada kalıp sayıları arttıktan sonra ve orası yeniden hepsine yetmez hale gelince yine içlerinden bir kol çıkıp daha ileriye, bir başka yere doğru yola çıktı. Böylece sürekli kona göçe, ama her konup göçmede de sayıları daha artıp daha çoğalarak, daha yayılarak on binlerce yılı bulan bir uzun yolculuk yaptılar. Bu yolculuk sonunda dağıldıkça dağıldılar. Sonuçta Afrika’dan çıkan ilk grubun torunlarının torunları 50 – 60 bin yıl kadar önce Uzak Doğuya kadar yayıldılar. Uzak Doğuya ulaşan gruplar, bir süre sonra adalara dağıldılar. Filipinler, Polinezya, Melanezya, Endonezya – Yeni Gine’ye dek yerleştiler. Bir kol da 40 bin yıl kadar Avustralya’ya geçti. Bugün, denizle birbirinden ayrılmış binlerce adadan oluşan bu bölge o zamanlar henüz buzul dönemi devam ettiğinden buzullarla kaplıydı ve bu yüzden de Avustralya’ya dek uzanan adalara geçiş yolu tamin edildiği kadar zor olmadı.

Polinezyalı, Yeni Gineli, Malenezyalı yerliler ile Aborijinler dahil bu bölgelerde yaşayan farklı gruplar üzerinde yapılan genetik (MtDNA ve Y kromozomu) çalışmalar, bu bölge insanları ile daha önce bahsedilen Denisova insanı genlerinin az da olsa karışmış olduğunu ortaya koyuyor. Sonuçları geçtiğimiz yıl yayınlanan çalışma, bölge insanlarının özellikle bağışıklık sistemi ile ilgili bazı genlerini Denisova insanından aldıklarını öne sürüyor. Çalışmaya göre, Güney Doğu Asya’ya varıp buradaki sıcak ormanlarda uzun süre yaşayan insanlardan bir kısmı Denisova insanıyla karıştıktan sonra Avustralya dahil güneydeki adalara göçtüler.  

Bu görüşe göre, Afrika’dan çıkan ikinci kol ise, çok daha sonraları yola koyuldu. Genetik analizlerin gösterdiğine göre, yine küçük bir grup olarak yola çıkan ikinci kol doğu yerine kuzeye yöneldi. Nil nehrini izleyerek Mısıra kadar ulaştı. Oradan Sina yarım adası üzerinden İsrail ve Lübnan vadisine, bugünkü Filistin, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye, Sina Yarım adası ve hatta hatay’ı içine alan eski Levant veya Levanten bölgesine geçtiler. İkinci gruptaki insanlar çok daha sonraları yola çıktıklarından daha yetkin, daha gelişmiş aletler geliştirmişlerdi. Deniz kıyısını izlemek zorunda kalmadılar. Lübnan vadisi ya da Levant’ten yukarıya, kuzeye, Mezopotamya ve Anadolu’ya gittiler. Oradan da zaman içinde Avrupa, Asya ve Orta Asya’ya dağıldılar. Yine yerleşe yerleşe göçlerine devam ederek Anadolu’nun doğusundan bir grup Asya’nın içlerine doğru yönelirken bir grup da Kafkaslara gitti. Kafkaslara yerleşen gruptan daha sonraları çıkan bir kol oradan Orta Asya’nın içlerine geçti. Altay ve Tanrı Dağları üzerinden Moğolistan ve Çin – Mançurya’nın kuzeyine, Güney Doğu Sibirya’nın ormanlık alanlarına dek uzandı. Güney Sibirya’ya 40-45 bin yıl önceki zamana denk düşen bir dilim içinde ulaşmışlardı. Uzun süre soğuk Sibirya ormanlarında yaşayan bu grup muhtemelen iklimin yumuşamasıyla doğuya bugünkü Japonya ve Kore’ye, aşağı güneye bugünkü Çin’e, batı ve güneybatıya, Moğolistan, Altay Dağları ve Orta Asya’ya, ve yukarı Kuzey Batıya bugünkü Rusya’ya; kuzeye, Doğu Sibirya’ya olmak üzere tam anlamıyla dört bir yana dağıldılar. Çin, Kore, Japonya, Moğolistan, ve Orta Asya’da yaşayan insanların dillerinin (Çince, Korece, Japonca, Moğolca ve Türkçe) aynı kökene sahip olması bu açıklamayı güçlendiriyor

Kuzey’e gidip, Doğu Sibirya’ya yerleşen kolun bir kısmı, 15 -20 bin yıl kadar önce, Bering Boğazı üzerinden Amerika kıtasına geçti. Asya ile Amerika kıtalarını birbirinden ayıran ve bugün 92 km genişlik ve 30-50 metrelik derinliğe sahip olan Bering Boğazı civarı o zamanlar buzullarla kaplı olduğundan kara yolu açıktı. Doğu Sibirya’dan Amerika’ya geçen kol, bugünkü Alaska’ya vardıktan sonra, yine sürekli deniz kıyısını izleyerek, kollana kollana, yayıla yayıla Güney Amerika’ya dek gitti. Yapılan çalışmalar, Amerikan yerlisi Kızılderililerin Doğu Sibirya’daki gruptan çıkmış kolun insanları olduğunu doğrudan gösteriyor.

Türk ırkçılarının, “Güneş Dil Teorisi”nde dile getirdikleri, Kızılderililerin Türklerden geldiği tezi kaynağını buradan alıyor. Yapılmış çalışmalar, Kızılderililerle Türklerin 40-50 bin yıl önceki atalarının bahsettiğimiz Güney Sibirya ormanlarında yaşayan insan grupları olduğunu gösteriyor. Ama aynı gruplar bugünkü Çinliler, Koreliler, Japonlar ve hatta Slavların da ataları. Bu yüzden Kızılderililerin Türklerden geldiğini öne süren Türk ırkçılarının mantığıyla yola çıkılırsa, onlara Türklerin Çinlilerden ya da Korelilerden geldiği de söylenebilir. Bu tez ne kadar mantıklıysa öteki tez de o kadar mantıklıdır. Kızılderililerle Türklerin (ama aynı zamanda, Çinli, Koreli ve Japonların da) ortak ataları birbirlerinden en azından 20-30 bin yıl önce ayrılmışlardır. Buna kalırsa, yazımızda yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi, bugün dünyadaki istisnasız bütün insanlar 150-200 bin yıl önce Etiyopya’da ortaya çıkmış olan çok küçük bir gruptan, hatta çok daha eskilere gidersek, yine Doğu Afrika’da yaşamış olan küçük bir grup insansı – maymunsu ortak atadan, Australopitesinlerden gelmektedir. Bu anlatım insanların kökenine ne kadar açıklama getiriyorsa, Türk ırkçılarının “Kızılderililer Türktür” tezi de o kadar açıklama getiriyor. Bu mantıkla gidildiğinde, rahatlıkla, Kızılderililer Türkse, Türkler de “Homo erectus”tur denilebilir.

Devam edelim. Afrika’dan çıkıp Ortadoğu, Güney ve Doğu Anadolu üzerinden Kafkaslara giden kolun dışında, Mezopotamya ile Güney ve Doğu Anadolu’ya yerleşmiş gruplardan bir kol da zaman içinde Anadolu’nun içlerine yayılıp İstanbul’a kadar ulaştı. Boğazdan karşıya geçip, 35 – 45 bin yıl önce hızla Avrupa’nın her yanına yayıldı.

Bir diğer görüş de, antropolog, genetikçi, tıp doktoru ve popüler bilim yazarı ünlü Stephen Oppenheimer’in geliştirdiği tezdir. Oppenheimer insanın Afrika’dan çıkışını biraz daha eskiye götürür. Ona göre, Homo sapiens sapiens 200 bin yıl önce Etiyopya Kenya sınırlarında bir yerde ortaya çıktı. 160 – 135 bin yıl  öncesi arasında dört kola ayrıldı. Bunlardan biri aşağıya Güney Afrikaya, diğeri Batıya bugünkü Kongo ve Angolanın okyanus kıyılarına, üçüncü kol yine batıya ama biraz daha yukarıya, bugünkü Gana, Fildişi Kıyıları ve Sierra Leone taraflarına, bir grup da kuzeye, Etiyopya’nın kuzey doğusundaki Afar civarlarına, Etiyopya, Eritre ve Cibuti sınırına bir yerlere yerleşti. 135-115 bin yıl önceki bir zaman aralığında Kuzeydoğu Etiyopya’daki gruptan bir kol kuzeye  doğru yola çıktı. Nili izleyerek o zaman henüz yeşil olan Sahrayı geçti ve Mısıra ulaştı. Sina yarımadası üzerinden Levan bölgesine vardı. Levant bölgesinde uzun süre kalan ilk kol bir süre sonra oradaki zorlu doğa koşullarına (her yer henüz buzlarla kaplıydı) dayanamayarak, yok oldu. Böylece modern insanın Afrika’dan ilk çıkışı yaklaşık 90 bin yıl önce Levant bölgesinde kesintiye uğradı. Levant bölgesinde insanın boşalttığı yerlere Neandertal yerleşti.

Afrika’dan ikinci ama başarılı olan çıkış çok daha sonraları, 90 – 85 bin yıl öncesinde yine Kuzeydoğu Etiyopya’dan ama bu kez Kızıldeniz üzerinden oldu. Kızıldeniz’in yukarıda sözünü ettiğimiz dar yerinden Arap Yarım adasına bugünkü Yemen’e geçen küçük grup, balık avlama yoluyla yiyecek bulma garantisi sağladığından sürekli deniz kıyısını izleyerek ilerledi. Basra körfezinden karşıya İrana geçti. Oradan Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Doğu Asya yoluyla Uzakdoğu’ya, Malezya ve Endonezya’ya dek gitti. Endonezya’dan yeniden yukarı kuzeye kıvrılarak Vietnam ve Güney Çin kıyılarına ulaştı. İnsanın bu yolculuğu en azından 10 bin yıl almıştı. Tam o sıralarda, 74 bin yıl kadar önce bahsettiğimiz Tobe patlaması oldu. Patlama ve sonraki etkileri sonucunda, bugünkü Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Miyanmar (eski Burma) kıyılarına yerleşmiş bütün insanlar öldüler. Uzun bir bekleyişten sonra etkiler kaybolunca iki uçta kalmış insanlar tekrardan yola çıktılar. Malezya’da sıkışmış olanlardan 70-65 bin yıl önce yine değişik kollar çıkıp dört bir yana dağıldı. Bir kol kuzeye, Myanmar ve Bangladeş’e; bir diğeri Vietnam üstünden yukarı Çin ve Kore’ye; bir başkası Papua Yeni Gine’ye dek Filipin adalarına ulaştı. Son Avustralya’ya geçti.
65-52 bin yıl öncesi dönemde, Hindistan üzerinden Pakistan’a ulaşan gruplar Anadolu ve Kafkaslara dek gittiler. 52-45 bin yıl önceki dönemde, Doğu Anadolu ve Kafkaslara yerleşmiş olanlar Anadolu ve Boğazlar üzerinden Avrupa’ya geçerek Fransa’ya dek gittiler. 45-40 bin yıl öncesinde yolculuk ve yayılma hızlandı. Fransa’dakiler İspanya’ya, Kafkaslar ve Doğu Anadolu’dakiler Mezopotamya ve Levant üzerinden yine Afrika’ya dönüp Kuzey Afrika’ya; İran ve Pakistan’daki gruplar ayrı ayrı Asya içlerine, Orta Asya ve Altay bölgesine, Bangladeş ve Çin’dekiler ayrı yollardan Çin içleri ve Moğolistan’a, Güney Çin ve Kore’dekiler kuzeye çıkıp yukarıdan aşağı Japonya’ya geçtiler. 40 – 25 bin yıl öncesine denk düşen dilimde, Orta Asya ve Altaylarda yaşayanlar iki yana dağıldılar. Bir kısmı Hazar denizi ve Karadenizi’in üzerinden Avrupa’ya bir diğer kol da kuzeye, Doğu Sibirya ve Bering Boğazına doğru yayıldılar. Aynı sıralarda Doğu Sibirya ve Bering Boğazına, Çin içleri ve Kore’ye yerleşmiş olanlar da yöneldi. 25-22 bin yıl öncesinde Doğu Sibirya’dakiler Bering Boğazı üstünden Alaska ve Kuzey Amerika’ya geçtiler. Bu sıralarda, 18 bin yıl önce yine buzullar geldi, yollar, geçitler kapandı. Kuzeydeki insanlar birkaç bin yıl boyunca yine mağaralara, ateşin başına hapsoldular, bir yere kımıldayamadılar. 15 bin yıl önce, buzullar eriyip yolla açılınca yine yollara düştüler. Bu kez, 15-10 bin yıl öncesinde Amerika’da, iki ayrı koldan, Pasifik ve Atlantik Okyanusu kıyıları boyunca aşağıya Arjantin’e dek dağıldılar. Son buzul devrinin kapanmasıyla 10-8 bin yıl kadar önce tarım ortaya çıktı ve insan dünyanın kalan diğer yerlerine, Afrika, Kuzey Avrupa ve Amerika’nın içlerine yayıldı. Oppenheimer’in iddiası böyle. Oppenheimer’in tezi, http://www.bradshawfoundation.com/journey/ internet adresinden, interaktif hareketli bir harita üzerinde görülebilir.

İnsan Afrika’dan ne zaman ve hangi yollardan çıkmış olursa olsun, gittikleri yerlerde yer yer daha öncelerden buralara gelip yerleşmiş öteki Homo türleriyle de karşılaştılar. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, H. sapiens sapiens hem geliştirdiği daha mükemmel aletler, hem onlardan gelişkin kültürü, hem de koşullarla daha uyumlu anatomik biyolojik yapısıyla önceki Homo türleri ve bunların alt soylarından çok daha gelişkin olduğundan onların yerlerini aldılar. Öncekileri geriye ite ite onların yerlerine geçtiler. Asya ve Avrupa’da yeni modern insan akın akın geldikçe önceki türler gerilere, yaşanması çok daha zor bölgelere çekilmek zorunda kaldılar. Modern insan, Avrupa, Ortadoğu ve Anadolu ile Orta Asya’nın bir kısmında Neandertal’in; Uzak Asya’da da muhtemelen H. erectus’tan evrilmiş olan H. floresiensis ve Denisova insanı gibi soyların (belki de daha başka tür ve soyların) yerlerini aldı. Öteki türler hem bahsedilen bu insan zorlaması, hem doğanın acımasızlığı, hem de genetik – biyolojik yapılarının sınırlılıkları gibi nedenlerle daha fazla dayanamayıp tür olarak yok oldular; yeni koşullara uyum sağlayamayarak yeryüzünden silindiler. Koca dünyada bir başına kalan Homo sapiens sapiens geliştirdiği kültürü, teknolojisi, bilgisi ve yetenekleriyle bütün dünyaya hakim oldu.

Yukarıda uzun uzun anlattığımız insanın göçünü ya da daha diğer bir anlatımla yakın dönem kökenini açıklayan görüş, genel olarak “Afrika’dan Çıkış” (“Out of Africa”) diye adlandırılan  görüş, tez ya da kuram. Bu tez, bilim dünyasında “Yakın Dönem Tek Köken Hipotezi” (Recent single-origin hypothesis –RSOH-) ya da “Yakın Dönem Afrika Kökeni” (“Recent African Origin” –RAO-) modeli gibi adlarla da anılıyor. Bu görüşün dışında “Çok bölgeli köken hipotezi” (“Multiregional-origin hypothesis”) olarak bilinen bir başka tez daha var: Bu görüşe göre, insan gittiği farklı yerlerde, oralara daha önceden yerleşmiş farklı Homo türleriyle karşılaştı. Karşılaştığı değişik türlerle birleşti. Bu birleşimden ortaya farklı farklı ırklar çıktılar. Örneğin Homo Sapiens Avrupa’da Neandertal’le birleşti ve ortaya beyaz ırk çıktı. Asya’da Homo Erectus’la, Afrika’da Homo Heidelbergensis ve diğer Homo türleriyle birleşti; Pasifik Adaları ve Avustralya’da daha başka türlerle birleşti. Her bir farklı bölgede farklı bir veya birkaç tür olduğundan insanın o farklı türlerle birleşmelerinden farklı farklı ırklar doğdu. Bu yüzden de insanın kökeni bulundukları bölgelere ve oralarda karıştıkları eski türlere göre değişkenlik gösterir. Irklar buradan doğar.

Yukarıda anlatıldığı gibi, bugüne dek, Aşağı Sahra Afrikası dışında yaşayan insanlarda çok az miktarda (yüzde 1-4 arası) Neandertal ile Malenezya ve Polinezyalılarda yine az miktarda (yüzde 4-6) Denisova insanı DNA’sı kalıntılarına rastlandı. Onun dışında bugün dünyada yaşayan bütün insanların Y kromozomu ve Mitokondri DNA’ları incelendiğinde herkesin DNA’sı Doğu Afrika’da, Etiyopya’daki bir erkekle bir kadına gidiyor. Hiçbir yerde, hiç bir kişi ve grubun, hiçbir “ırk”ın kökleri başka yere gitmiyor ya da bir yerde kesintiye uğramıyor. Öte yandan, insan paleolitik dönemden beri yaşadığı mağaralara resimler yaptı. Bulunan hiçbir resimde, insanı başka bir Homo türüyle ilişkide gösteren bir resim bulunmuyor. Son yıllarda devasa miktarlara ulaşan Y DNA’sı ve mtDNA analizlerinin, genetik araştırmaların yanı sıra, bu bulgular da insanın Afrika’dan çıktığını gösteriyor. Bu da ‘Afrika’dan Çıkış” tezini kanıtlıyor.

Son yıllardaki genetik çalışmalar, insanın genetik yapısının heterojen değil, aksine oldukça homojen olduğunu gösteriyor. Her ne kadar fenotip özellikleri / fiziksel görünümleri yer yer farklılıklar gösterse de, genotip (genetik) özellikleri ele alındığında insan grupları arasında oldukça az değişkenlik olduğu görülüyor. Aynı grubun insanları arasındaki genetik farklılık ayrı ayrı gruplar arasındaki farklılıktan çok çok daha fazla. Daha da ötesi, yapılan mitokondriyal DNA analizleri, Afrika dışındaki bütün insan gruplarının kökeninin aynı tek bir kökene, “Mitokondriyal Meryem” adı verilen Afrika’daki tek bir kadına gittiğini gösteriyor.

80’li yıllara kadar “Afrika’dan Çıkış” tezi bilim çevrelerinde yer yer kuşkuyla karşılanıyor, o kadar da fazla kabul görmüyordu. Ancak o günden bu yana giderek artan bilgiler, özellikle de son dönemlerdeki genetik çalışmalar, bu kuşkuları giderdi. Bugün neredeyse bilim dünyasının tümü, insanın yakın dönemindeki kökenine ilişkin tez olarak “Afrika’dan Çıkış” tezini kabul ediyor. Elde edilen yeni bilgiler, “Çok bölgeli köken hipotezi”ni artık adeta savunulamaz hale getirip o tezden yana bilim insanı sayısını yok denecek kadar azalttı.

Biyolojik kavram olarak ırk
Yazımızın başlarında da açıkladığımız gibi, biyolojide ırk kavramı kullanılırken, bir türün, bir alt türü ya da popülasyonunun, aynı türün öteki popülasyonlarından morfoloj ve genetik gibi biyolojik açılardan farklılaşması kast edilir. Önceki sayfalarda birçok örneğini verdiğimiz Homo türleri içinde ve arasında böyle farklılaşmalar vardır. Oysa modern insan H. sapiens sapiens’e gelince işler zorlaşıyor. Böyle gruplaşmalar yapmak kolay olmuyor. Çünkü insan grup ya da popülasyonlarını farklı ırklar halinde birbirlerinden ayırmamızı engelleyen ciddi sorunlar var.

Herşeyden önce, bir insan popülasyonu ya da grubunu farklı bir ırk olarak tanımlamamızı sağlayacak ortak kriterler yok. Hangi fark ya da farklara bakarak bir gruba falan ırk diyeceğiz? Bu konuda bilim dünyasında bir konsensüs bulunmuyor. Deri renklerine göre mi ayıracağız, kan gruplarına göre mi, konuştukları dillere göre mi, kafalarının biçimlerine ya da kaş-göz-burun yapılarına göre mi? Yoksa genetik yapılarına göre mi ayıracağız insan gruplarını? Diyelim, grupları genetik yapılarına göre ayırmaya karar verdik, o zaman kaç genetik değişiklik, yani kaç gendeki veya hangi gen ya da genlerdeki kaç farklılık bir grubu ayrı bir ırk olarak tanımlamamızı sağlayacak? Bugün kimileri ten rengine bakarak ırk tanımı yaparken kimileri kan grubuna, kimileri de yüz şekli, kemik ve kafa yapısına göre ırkları tanımlıyor.

İkinci sorun, bugün ayrı ayrı ırklar olarak ifade edilen gruplardan hiç birinin her hangi bir geninde ya da genlerinde sadece o “ırk”a ait özel genetik farklılıkların olmaması. Örneğin şempanze ile insanı birbirinden ayırırken, DNA’larında belirteç olarak kullanabileceğimiz ve bir bakışta bu insan bu da şempanze DNA’sı diyebileceğimiz kesin ayırımlar var. İnsan’da 23 çift kromozom bulunurken şempanze’de (ve goril ile orangutanda) 24 çift kromozom vardır. Şempanze’de 2a ve 2b olarak adlandırılmış iki ayrı kromozom insanda birleşerek tek bir 2. Kromozomu yapmıştır. İnsan grup ya da popülasyonları arasında böylesine belirgin ve her seferinde, herkeste görülebilecek böyle spesifik ve aleni değişiklikler yoktur.

Genlerle belirlenen kan gruplarını ele alalım. Aynı kan grubunun bir popülasyon içinde görülme sıklığı bölgeden bölgeye değişkenlik gösterir. Örneğin 0 kan grubunun en fazla görüldüğü popülasyon Kızılderililerdir. Bu oran güneye gidildikçe öylesine artar ki, Brezilya yerlilerinden Pemon ve Makintare gibi kabilelerde yüzde 100’e kadar çıkar. Oysa aynı “ırk” içinde tanımlanan bir diğer Kızılderili grubunda, Kuzey Batı ABD’de, Seattle civarlarında yaşayan Karaayak Kızılderililerinde o sıklık yüzde 50’lere iner. Ama yine Kuzey Amerika’da, bu kez biraz doğuda Minnesota civarlarında yaşayan Chippewa Kızılderililerinde yine artarak yüzde 90’lara çıkar. Aynı 0 grubu Çinlilerde yüzde 55’lerin, Aborijinlerde yüzde 75’lerin üstündedir. Yine, A grubu Avrupa’nın beyazlarında daha sıktır ama bu sıklık 0 grubunda olduğu gibi, batıdan doğuya gidildikçe ciddi değişiklik gösterir. Durum böyleyken, kan gruplarına bakarak insan gruplarını ırk olarak ayırabilir miyiz?

Biyolojik ırk kavramını insan gruplarına uygulamamızı olanaksız kılan bir diğer sorun da aynı grubun farklı kişileri arasındaki genetik varyasyon ya da çeşitliliğin, örneğin iki beyaz arasındaki genetik farklılığın, iki ayrı grup arasındaki, örneğin “beyaz” ile “sarı ırk” arasındaki genetik farklılıklardan çok daha fazla olması.

ABD – Harvard üniversitesinin eski profesörlerinden evrimci biyolog Richard Lewontin 1972’de yaptığı çalışmada ayrı ırk olarak tarif edilen farklı grupları birbirleriyle kıyasladı. Lewontin’in bulduğu sonuçlar inanılmazdı. Ayrı “ırk” olarak tanımlanan farklı gruplar arasındaki genetik fark sadece yüzde 7 çıktı. Asıl büyük yüzde, aynı grubun kişileri arasındaydı. Bu yüzden, James Shreeve, “genetik olarak beni bir Afrikalı siyah ya da Eskimodan ayıran şeylerin çoğu, aynı zamanda beni diğer bir Avrupa Amerikalısı atamdan da ayırır” der.

Bu yüzden biyoloji bilimi, biyolojik ırk kavramını insanı gruplarına uygulamaz ve insanlar arasında biyolojik açıdan ırksal farklılıklar görmez. Ama öte yandan insan grupları arasında, ten ya da saç, göz rengi, vücut, kafa, kemik yapısı gibi fiziksel görünüm açısından ciddi farklılıklar olduğu da aşikar. Biyoloji bu farklılıkları evrimle, evrimin adaptasyon mekanizmasıyla açıklar. Aynı gruptan çıkmış insanlar farklı coğrafi koşulların zorlamasıyla dıştan gözlenebilen farklı fenotip özellikler kazanırlar der.

FİZİKSEL – FENOTİP FARKLILIKLARIN BİYOLOJİK – GENETİK KARŞILIĞI VAR MI?

İnsanlar arasında, ten rengi, kafatası, çene, burun, göz yapısı gibi fenotip özellikler denilen ve dışarıdan görünümleriyle belirginleşen fiziksel farklılıkların olduğu bir gerçek. Bazı insanlar bu özelliklerine bakılarak birbirlerinden ayrılabilir. Ama ten rengi dışında bütün bu görünüm farklılıkları aynı büyük bir grupta toplanabilir mi? Örneğin ülkemizde, Karadeniz bölgesinde yaşayan Lazlar içinden bazı erkeklerin kemerli büyük burunları olduğu gözlenir. Ama buradan yola çıkarak, bütün büyük kemerli burunlular Laz’dır denilebilir mi? Lazlar içinde, büyük kemerli burunlular dışında, en az onlar kadar küçük ve düz burunlular da yok mu? Ya da, Laz olmayan öteki gruplar ve başka bölgelerde yaşayan bambaşka kökenlerden gelmiş insanlar arasında da büyük kemerli buruna sahip kişiler yok mu?

Veya, 1930’lu yıllarda dünya modasına uyularak Afet İnan’ın öncülüğünde yapılan kafatası ölçümlerinde ortaya çıkarıldığı söylenilen “Türklerin fiziksel özellikleri”ni ele alalım. O “fiziksel özellikler” arasında yer alan badem göz bugün ülkemizde kaç Türkte var? Sadece bu gözlere sahip olanları Türk olarak kabul edersek ülkemizde acaba kaç kişiye Türk diyebilir? Veya burunlarına bakarak Türkleri öteki gruplardan nasıl ayırabiliriz? Türkler arasında düz dar burunluların yanı sıra geniş ve/veya iri burunlular da yok mu? Veyahut aynı burun yapıları İranlı, Kürt, Yunanlı, İtalyan, Fransız, Şilili ya da İngilizler arasında da bulunmuyor mu?

Ten rengi farklılıkları evrimsel adaptasyonun ürünü

Bugün ırkları birbirlerinden ayırmakta kullanılan en önemli ayıraç ten rengidir. Çünkü gerçekten de dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan büyük insan grupları arasında ciddi deri rengi farklılıkları bulunur. Bu bağlamda sadece renklerine bakarak insan grupları çok kaba bir biçimde de olsa birbirlerinden ayrılabilir. Ancak ten rengi farklılıkları, değişik renklerden insanların değişik ırksal kökenlerden çıkıp farklı evrimleştikleri ve bu yüzden de aralarında ırksal ayrımlar olduğu anlamına mı gelir? Renk farklılıklarını çevresel faktörler, örneğin on binlerce hatta yüz binlerce yıl boyu, güneş ışığının farklı şiddet ve ölçülerde vurduğu (ya da vurmadığı) bölgelerde yaşamış olmak bu renk farklılıklarını yaratmış olamaz mı?

Derinin kalınlık ya da inceliği, kılcal damarlanmaların taşıdığı kan miktarı, o kanın yapısı, beslenme ve ultraviyole / güneş ışınlarına maruz kalma miktarı gibi birçok etmen deri rengi üzerinde etkide bulunur. Örneğin kan hücrelerinden kırmızı kan hücreleri de denilen eritrositlerin içinde bulunan ve oksijen taşıyan hemoglobin pembemsi kırmızı renklidir. Bu yüzden oksijenlenmiş temiz kan daha fazla hemoglobin taşıdığından pembemsi açık kırmızı; oksijenini bırakıp karbondioksitle yüklenmiş kan, hemoglobini azalmış olduğundan koyu renklidir. Kan dolaşımında bozukluk olduğunda oluşan morartı bu yüzdendir. Atmosferde deniz seviyesinden yukarılara çıkıldıkça oksijen miktarı düşer. Dağların zirveleri gibi yüksek yerlerde bu oran iyice azalır. Bu yüzden alışkın olmayan biri, Ağrı’nın ya da Himalayalar’ın yükseklerinde nefes almakta zorlanır. Ancak bu uzun sürmez, bir süre sonra düşük seviyedeki oksijene vücut alışır. Oksijen azlığı doğrudan kırmızı hemoglobini etkiler. Bu nedenledir ki dağlarda yaşayanların renkleri aşağıda ovada yaşayanlara göre daha koyudur.

Yine, havuç, tatlı patates vb gibi bazı bitkilerde karoten pigmenti bulunur. Bu pigmenti taşıyan sebze ve köklerden fazla yiyenlerin renkleri sarıya çalar. Bu diyetten zengin beslenme alışkanlığı olanların renkleri buna uyum gösterir. Ama deri rengini asıl belirleyen, derinin üst tabakasında bulunan ve Yunanca’ siyah anlamına gelen melas’tan kökünü olan koyu renkli melanin pigmentidir. Albinolar hariç bütün insanlar bu pigmenti taşır. Teni rengi daha koyu olan insanların deri hücrelerinin açık renkli insanların deri hücrelerinden daha fazla melanin pigmenti ürettiği bilinmektedir. Bunun yanı sıra, güneş ışığına maruz kalmanın melanin üretimini artırdığı da gösterilmiştir. Daha fazla güneş daha fazla melanin pigmenti oluşması ve sonuçta rengin koyulaşması anlamına gelir. Bunu kendi pratiğimizden, yazın ışınların daha doğrudan ve şiddetli geldiği öğle saatlerinde birkaç saat kızgın güneşte kalmakla bronzlaşmamızdan anlayabiliriz. 

Öte yandan, melanin pigmentinin deriyi, güneşin ultraviyole radyasyonu hasarından koruduğu ve bunun neticesinde daha fazla melanin pigmenti taşıyan koyu renkli insanların deri kanseri ve güneş yanıklarına daha az yakalandıkları; daha az melanini olan açık renkli insanların ise bu hastalıklara daha yatkın oldukları ortaya konulmuştur.

Güneşin ten rengi üzerindeki dolaysız etkisini görmek için uzun boylu araştırma yapmak gerekmiyor. Dünya haritasını önümüze alıp şöyle bir bakmak yetiyor. İnsanın deri rengi, güneş ışığını daha fazla ve doğrudan dik açıyla alan ekvator bölgelerine yakınlaştıkça koyulaşır; güneş ışınlarının hem şiddeti hem de geliş açısının giderek azaldığı Ekvator’dan uzaklaşıldıkça açılır. Böyle olunca, Ekvatora yakın bölgelerde neden insanların koyu renkli ve siyah; İskandinav ülkeleri ve Rusya gibi güneşe hasret kalan Ekvator’a uzak soğuk bölgelerde yaşayan insanların neden açık renkli ve sarışın olduklarının açıklanması kolaylaşır. Doğal olarak arada kalanlar da ara tonları oluştururlar. Kaldı ki, yakından bakıldığında ten renginin Afrika içinde bile farklılık gösterdiği, Afrika’daki siyahlar arasında Ekvatora daha yakın bölgelerde yaşayan siyahların çok daha siyah olduğu görülür. Bu durum Sudan ve Etiyopya gibi ülkelerde açıktan gözlenir. Bu ülkelerin kuzeyinde yaşayan siyahların rengi biraz daha açık bir siyahken, Ekvatora yakın güney bölgelerinde yaşayanların renkleri çok daha koyu bir siyahtır.

Harita 2. İnsanların deri renklerine günümüzde dünya üzerindeki dağılımları.

Öyle görünüyor ki, evrim, sürekli fazla güneş altında kalan insanları, evrimsel adaptasyona uğratarak, onları güneşin zararlı etkilerinden koruyacak mekanizmalar geliştirmiş ve daha fazla melanin üretecek genleri ortaya çıkarmıştır. Fazla melanin pigmenti üretimi de güneşin bol ve şiddetli olduğu bölgelerde yaşayan insanların renklerini koyulaşmıştır. Bugün deri rengi en koyu olanlar Afrika’nın Ekvator’a en yakın bölgelerinde yüz binlerce yıl yaşamış olanlarıdır. Bunun tek istisnası, Latin Amerika’nın Ekvator’a denk düşen yerlerinde yaşayan yerli halklardır. Ama Amerika’daki en eski insanların oraya Asya’dan 15 bin yıl kadar önce göçtükleri (Latin Amerika’ya çok daha sonraları, 9-10 bin yıl kadar önce ulaştılar) göz önüne alındığında bu istisnanın nedeni kendiliğinden açıklanır. Çünkü, Afrika’dan siyah olarak göçen H. sapiens sapiens’lerin renkleri yerleştikleri Orta Asya ve Sibirya soğuklarında 30-35 bin yıl kalınca açıldı. Renkleri açılmış Asyalılar 10 bin yıl önce Latin Amerika Ekvator’una yerleştikten sonra renklerinin yeniden siyahlaşmasını sağlayacak yeterli evrimsel zamanı henüz bulamadılar. Harita 2 dünyadaki renk dağılımını gösteriyor.

İklim değişikliklerinin vücut yapısı üzerindeki etkilerine bir de soğuktan örnek verelim. Biyolojinin kuramcılarından Bergmann ve Allen kurallarına göre, bir türün soğukta yaşayan üyelerinin vücut yapıları ısı kaybını önlemek için aynı türün sıcak iklimlerde yaşayanlarına göre hem daha kısa ve yuvarlak olur (Bergmannn Kuralı), hem de kol ve bacakları daha kısalır (Allen Kuralı). Bu kural hem yüksek rakımlı yerlerdeki soğuk iklimlerde geçerlidir hem de rakımı yüksek olmayan, kutuplar gibi alçak rakımlı ama soğuk iklimlerde. Eskimolar kısa boylu, toparlak, kısa kol ve bacaklara sahip vücut yapılarına sahiptirler. Yine, on binlerce yılı bulan çok uzun süreli soğuk iklimlerde yaşama, göz kapaklarında yağ birikmesine yol açarak gözleri çekikleştirir. Eskimoların gözlerinin çekikliği ile, Çinliler, Koreliler, Japonlar ile Orta Asyalı Moğol, Kırgız, Özbek ya da Yakutların gözlerinin çekikliği böyle açıklanmaktadır. Hatırlanacağı gibi, önceki sayfalarda, Afrika’dan çıkan ikinci kolun Moğolistan ve Mançurya’nın kuzeyine denk düşen çok soğuk Güney Sibirya ormanlarında on binlerce yıl yaşadıktan sonra, iklimin yumuşamasıyla dört tarafa dağıldıklarını, Çin, Kore, Japonya, Moğolistan – Orta Asya ve Kuzeye Doğu Sibirya’ya (oradan da Amerika’ya) gittiklerini anlatmıştık.

Yine örneğin genetik yapıdan kaynaklanan laktoz intoleransı (tahammülsüzlüğü) durumu da bir evrimsel adaptasyon sonucudur. İnsan ve çok eski ortak atalarının diyetinde milyonlarca yıl boyunca süt yoktu. Bebek doğduğunda kısa bir süre anne sütü içtikten sonra bir daha süt içmezdi. Sütte bulunan ve bu yüzden süt şekeri de denilen laktoz o haliyle bağırsaklardan sindirilemez. Önce laktaz adlı bir enzim tarafından glükoz ve galaktoz adlı doğal şekerlere çevrilmesi gerekir. İnsanlarda, bebeklik çağından sonra, laktaz üretimi genetik/kalıtım sistemi tarafından durdurulur. Laktaz yapılmaz. Laktaz yapılmadı halde süt içilirse, sütteki laktoz bağırsaklardan emilemez, vücutta birikir. Bu da, karın ağrısı, karın krampları, bulantı, kusma, ishal vb . gibi belirtiler ortaya çıkarır. Buna tıpta laktoz intoleransı ya da tahammülsüzlüğü denilir. Bu bir hastalık değil genetik yapımızın sonucudur. Ve bu intolerans yalnızca insan değil büyük insanımsı maymunsuların hepsinde vardır. Bu nedenle Homo türleri milyonlarca yıl süt içmemiştir. Ama insan neolitik dönemde, tarımın başlamasıyla birlikte, Ortadoğunun Mezopotamyasında bazı hayvanları evcilleştirmeye başladı. Önce, 14 bin yıl önce köpeği, uzun bir süre sonra da domuz ve keçiyi evcilleştirdi. Günümüzden 8.300 – 8.500 yıl kadar önce sıra koyun ve ineğe geldi. Bu süreç 5 bin yıl önce atın evcilleştirilmesine dek devam etti. İnsan, koyun ve ineği evcilleştirdikten hemen sonra değilse bile, bir süre sonra bu hayvanların sütlerini de içmeye başladı. Beslenme diyetine süt girince bir süre sonra süt içenlerin bir kısmında genetik mutasyonlar oluşarak laktaz enzimi yapılmaya başlandı. Laktaz enziminin üretilmesiyle, o kişilerdeki laktoz intoleransı ortadan kalktı. O insanlar artık laktozu tolere edebilir hale geldiler. Ama bu bütün insanlarda böyle değildir. Günümüzde, Avrupa, Anadolu, Ortadoğu’nun neredeyse tümünde ve Orta Asya’nın bazı bölgelerinde Laktoz intoleransı ortadan kalkmıştır. Ama Sahra altı Afrika’sının neredeyse tümüyle, Uzak Doğu’nun pek çok yerinde bu tahammülsüzlük yüzünden süt içememe devam etmektedir. Bu örnek, insanın çevre koşullarına uyumu (adaptasyonu)’nun nasıl genetik yapıya taşındığı çok doğrudan bir biçimde açıklamaktadır.

Bazan da genetik yapı değişmediği halde, yani genetik bir bozukluk DNA’da bulunduğu halde, o sorunlu genlere sahip kişiler farklı coğrafi çevrelere gittiklerinde aynı olumsuzluğu yaşamazlar. Örneğin ülkemizin Akdeniz bölgeleriyle, öteki Doğu Akdeniz ülkelerinde sık görülen Ailevi Akdeniz Ateşi (Familial Mediterranean Fever – FMF) hastalığı böyle bir hastalıktır. Bu hastalığa sahip bazı kişiler Almanya gibi Avrupa ülkelerinde yaşamaya başladıklarında, genlerindeki sorun devam ettiği halde hastalık oralarda görülmez hale gelmiştir.

A                      B                    C

Resim 2: İnsandaki parmak izleri genlerle belirlenir ve bu yüzden her bir insanın parmak izi farklıdır. Hiçbir insanın parmak izi bir ötekine benzememesine karşın, yine de parmak izleri belli gruplara ayrılabilirler. Böyle üç grup bulunur. İçiçe geçmiş çizgilerin ortasında ya ilmik şekli bulunur, ya kemer ya da halka şekli. Beyaz, siyah, sarı gibi söylenen “ırk”lar gerçek olmuş olsaydı, bu her bir “ırk”a mensup insan gruplarının üyelerinin parmak izlerinin de aynı gruptan olması gerekirdi. Resimde de görülen parmak izi grupları ırk ayrımı yapmıyor. Resimdeki A şeklinde görülen ortasında ilmik şekli bulunan parmak izleri çoğu Avrupalı (beyaz) gruplar, Aşağı Sahra Afrikasında yaşayan siyahlarda ve Doğu Asyalılarda görülüyor. Ortadaki (B) resminde görülen ve ortasında kemer biçimi olan parmak izleri sadece Güney Afrika’nın savanlarında yaşayan yerlilerde gözleniyor. Sonuncu olan ve C harfiyle gösterilen ortasında yuvarlak halka olan parmak izleri ise hem Aborijinler hem de Mongol denilen Orta Asyalı, Çinli, Koreli ve Japonlarda “sarı ırkta”.görülüyor.  

Bütün bunlardan yola çıkarak, bugün insanları ırklara ayıranların, başta ten rengi olmak üzere, ırksal ayıraçların ırksal – köken farklılığından yani biyolojik yapı farklılıklarından değil, çevresel – coğrafi farklılıklardan kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir. Böyle olunca, insanları sadece fiziki, fenotip özelliklerine yani dış görünümlerine bakarak ırksal gruplara ayırmak ne kadar doğru diye bir soru rahatça sorulabilir.

Kaldı ki, bu fenotip, fiziki görünüm özelliklerinin doğrudan genetik bir karşılıkları da yoktur. Bu yüzden siyah, beyaz, sarı ya da kırmızı ırktan insanların DNA’ları alınıp, hangi DNA’nın kime ait olduğu söylenmeden DNA’ların ırklara göre ayrılması istenirse bu kolay kolay başarılamaz. Çünkü dışarıdan gözlenen böylesine aleni farklılıkların karşılıkları DNA’da o kadar belirgin değil. 

GENETİK VARYASYON ÇALIŞMALARI

İnsanlar ve insan grupları arasındaki temel ve kalıcı farklılıkları anlamanın, bu anlamda da olduğu iddia edilen “ırk”ları birbirlerinden ayırmanın en etkili yolu onlar arasındaki biyolojik – genetik çeşitlilikleri, varyasyonları incelemektir. Genetik varyasyonlar değişik yollarla belirlenirler. Bunların arasında en çok kullanılanlar, İnsanlarda Y kromozomu (Y DNA) ve mitokondri DNA’sı (mtDNA) çalışmalarından çıkan haplotip gruplandırmaları (haplogruplar), DNA üzerinde ortaya çıkan tek “harf” değişikliklerini yani DNA dizilim varyasyonlarını irdeleyen SNP analizleri; DNA’nın tekrarlanan bölge sayılarının karşılaştırıldığı CNV çalışmaları; genlerin sadece protein kodlayan bölgelerinin incelenerek kalıtsal hastalıkların kökenlerinin araştırıldığı exom analizleriyle öteki popülasyon genetiği ve genetik varyasyon yöntemleridir. Bunların içinde de özellikle son yıllarda Y DNA ve mtDNA’sı çalışmaları iyice hızlanarak oldukça popülerleşmiştir. Bu ikisi kullanılarak insanın ataları, soy ağacı, nereden, kimlerden geldiği, hangi yollardan geçtiği, artık on binlerce yıl öncesine dek izlenebilmektedir. Hem erkek (baba) tarafından insanın soy ağacını araştıran Y kromozou ya da DNA’sı analizleri hem de kadın (anne) tarafından geçmişini izleyen mtDNA’sı çalışmaları insanın atalarını Doğu Afrika’da, Etiyopya civarında bir erkekle, yine aynı bölgelerde yaşamış bir kadına kadar götürmektedir. Çalışmalar “Afrika’dan Çıkış” (Out of Afrika) tezini kesinlikle kanıtlamaktadır.

Biraz moleküler biyoloji
Bu iki tekniği biraz açıklayalım. Bilindiği üzere, bakteriler ve virüsler gibi tek hücreliler dışındaki bütün canlılar farklılaşmış çok sayıda hücreden oluşurlar. İnsanda böyle 100 trilyon kadar hücre vardır. Bazı istisnalar dışında bütün hücrelerin içinde çekirdek ve onların da içinde de kromozomlar halinde paketlenmiş DNA bulunur. DNA, kısaca A (Adenin), T (Timin), G (Guanin) ve C (Sitozin) harfleriyle gösterilen 4 ayrı nükleotid ya da baz denilen kimyasal yapıların, karşılarına kendi eşini aldıktan sonra özel bağlarla birbirlerine ucuca bağlanmasıyla oluşur. İnsanda böyle 3.2 milyar baz çifti vardır. Böylesine uzun bir DNA zinciri hücre içine sığması için birbirinin üzerine sarılıp katlanarak kromozomlar halinde paketlenir. Bu paketlenme olmayıp da DNA iplikçiği uzun kalmış olsaydı tek bir hücredeki DNA zincirinin uzunluğu 2 metre olurdu. İnsanda, belirtildiği gibi, 100 trilyon civarında hücre vardır ve bu hücrelerin bazı istisnalar dışında hepsinde birbirinin tamamen aynısı DNA bulunur. İnsanın bütün hücrelerindeki DNA’lar birbirine eklenebilseydi, o uzun iplik dünyadan güneşe en az bin kere gidip gelirdi.

İnsanda DNA, 23 çift (46 tek) kromozom halinde paketlenmiştir.  Kromozom çiftlerinden birisi babadan diğeri de anneden gelir. Diğer 22 çiftte, çiftler birbirlerine benzerlerken, 23. çift farklılık gösterir. Öncekiler 11, 22, 33 diye giderken, 23. çift X ve/veya Y kromozomlarından oluşur ve XX veya XY biçiminde kombinasyon gösterirler. X ve Y kromozomları çocuğun cinsiyetini belirlerler. X dişiliği, Y erkekliği gösterir. 23. çift, XX olduğunda doğan çocuk kız, XY olduğunda erkek olur. Mayoz bölünme sırasında kromozomlar çiftli (diploid) halden tekli (haploid) hale geçerler. Döllenme sırasında kromozomların birleşip yeniden çiftli yapı oluşturmaları için bu zorunluluktur. Aksi halde bir sonraki dölde kromozom sayısı ikili (çift) halden 4’lü hale geçerler ve bu her kuşakta katlanarak gider. Bu yüzden, erkek spermleri ile dişi yumurtasında kromozomlar çiftli değil teklidir. Döllenme öncesinde anne yumurtasında her zaman sadece X kromozomu varken babanın spermleri ya X ya da Y olurlar. Döllenme sırasında X spermi yumurta içine girerse, yumurtada her zaman bir X kromozomu hazır bulunduğundan çocuk XX yani kız, Y spermi girerse XY yani erkek olur. Buradan, erkeklik cinsini belirleyenin Y kromozomu olduğu anlaşılacaktır. Görüldüğü gibi, Y kromozomu hep babadan gelmektedir ve bu nedenle, diğer kromozomlarla karışmayan Y kromozomu incelenerek baba tarafı rahatlıkla takip edilebilir.

Y kromozomu değişmeden babadan olduğu gibi erkek çocuğa geçerken diğer kromozomlarda böyle olmaz. Geri kalan 22 çift kromozom yukarıda dediğimiz gibi, mayoz bölünme sırasında sperm ve yumurta’da tekli (haploid) hale geçerler. Döllenen yumurtada, biri anneden biri de babadan gelmek üzere yeniden çift olarak 22 çift ve kızda XX, erkekte XY halinde 23 çift olurlar. Ancak anne ve babadan gelen 22 tek kromozom olduğu gibi karşı karşıya gelmezler. Karşı karşıya geldikten sonra, iç içe geçip üst üste binerek birbirilerine karışırlar. Babandan gelen, diyelim 5. kromozomun bazı bölgeleri anneden gelen 5. kromozomunun içine girer, anneden gelen de babadan gelenin içine. Bunun sonucunda çocuğun DNAsı karmakarışık olur. Ve bu yüzden doğan çocuğun DNA asla annesiyle babasının DNA’larının toplamı olmaz. Yeni DNA, her ne kadar onlara benzese de anne ve babasından farklı apayrı üçüncü bir DNA olarak ortaya çıkar. Bu yüzden genetik yapı sürekli değişip çeşitlenir. Anne ve baba eğer birbirlerinden farklılaşmış uzak bölgelerden iseler farklılık ve çeşitlenme daha büyük olur.

DNA zinciri hücre çoğalması sırasında kendisini kodlayarak bir kopyasını daha yapar ve birbirinin aynı olan bu 2 DNA oluşan 2 yeni hücre oluşur. Bu kopyalanma sırasında hatalı kodlanma olabilir. A’nın karşısına her zaman T, G’nin karşısına da her zaman C gelecekken yanlışlıkla A’nın karşısına G,C veya A gelebilir veya bir şey gelmeyebilir. Bu değişim her zaman hatalı kodlama sonucu oluşmaz. Güneş ve ultraviyole ışınlarından kimyasal maddelere dek farklı çevre koşulları tarafından da yapılır. Tek harfte oluşan bu değişime kısaca SNP (Single Nucleotid Polymorfism)  yani tekli nükleotid çeşitliliği ya da kısaca tek harf değişikliği denilir. Tek harf değişikliği doğal olarak DNA dizisinin değişmesini de getirir. DNA’da her zaman sadece böyle tek harf değişiklikleri olmaz. Çok daha büyük bir kısmın, DNA’nın uzun ya da kısa bir bölgesinin toptan değişmesine, uzunca bir harf dizisinin kaybolması veya eklenmesine yol açan değişiklikler de olabilir. DNA’daki bütün bu değişikliklere mutasyon denilir. Mutasyonların çoğu vücudun kendi mekanizmaları tarafından onarılırlar veya hatalı kodlanan DNA’nın bulunduğu hücre yok edilir. Mutasyonlar eğer onarılamazsa ya da o hücre yok edilemezse, az ya da çok, dizi değiştiği için DNA farklı protein ya da proteinler kodlar veya o değişikliğe denk gelen protein ya da proteinler kodlanamaz. Farklı proteinler, göz renginin değişmesi, daha kalın deri, oksijen kapasitesinin artışı veya azalışı, kafatası veya diş yapısının değişimi, bazı hastalıklara dayanıklı veya duyarlı hale gelişi, veyahut da kimi hastalıkların ortaya çıkması gibi pek çok farklı özelliklerin ortaya çıkmasına neden olabilir. DNA’daki bu mutasyonlar eğer cinsiyet hücrelerinde, X ve/veya Y kromozomlarında oluşmuşsa döllenme sırasında sonraki döllere de geçebilir. Böyle devam ederse, oluşan değişiklik DNA üzerine yerleşerek kalıcı hale gelip sonraki kuşaklara aktarılabilir. Vücuda yeni nitelikler kazandıran mutasyonlar, yeni doğa koşulları karşısında o canlıya avantaj sağlarsa korunur; eğer sağlamazsa, daha doğmadan veya doğduktan kısa bir süre sonra yeni döl veremeden canlı yok edileceğinden veyahut da hemen olmasa bile bir süre sonra yeni koşullara dayanamayacağından yok edilir. Bunun sonucunda o mutasyon da ortadan kaybolur. Her ciddi çevre koşulu değişikliğinde çoğu kere o koşulların zorlamasıyla böyle değişiklikler olur. Uzun yıllar geçtikçe oluşan mutasyonlar DNA’yı sürekli değiştirirler. Genetik yapıdaki değişiklikler o canlıda ve döllerinde, o döllerden oluşan popülasyonlarda sürekli farklı özellikler ortaya çıkarır. Farklı özellikler belirginleştikçe o canlı popülasyonu içinde yer aldığı önceki popülasyondan ayrılır. Farklılık belli bir düzeyde olunca yeni türler ortaya çıkar. Canlıların evrimleşmesi böyle olur.

Y DNA ve mtDNA analizi tekniği
Kısaca Y DNA analizi denilen Y kromozomundaki tek harf değişiklikleri (SNP)’nin izlenmesi yöntemi bu bilgilerden ortaya çıkmıştır. Uzun yıllar içinde, Y kromozomundaki DNA (Y DNA) üzerinde birbiri üzerine eklenen bir sürü SNP mutasyonu olmuştur. Önce eğer bir A mutasyonu olup kalıcı hale gelmişse o A mutasyonunu taşıyan gruplara örneğin A haplogrubu denilir. Bir süre sonra A’nın üzerine bir de B mutasyonu eklenir. Sonra, C, D, E vb vb mutasyonları eklenir. Böylece Y DNA’sındaki oluşmuş mutasyonlara bakılarak insan grupları A, B, C, D, E vb gibi haplogruplara ve A1, A2, A3, A4, C1, C2, vb haplo alt gruplarına ayrılır. Bu mutasyonların ortaya çıkıp kalıcı hale gelmeleri, tahmin edilebileceği gibi hemen 1-2 kuşakta gerçekleşmez; belli bir süre alır. Bu süreden ve ortaya çıkmış mutasyonlara yola çıkarak mutasyonların ne zaman ortaya çıkmış olabilecekleri tahmin edilir. Günümüzde değişik bölgelerde yaşayan farklı gruplardan insanların Y DNA’ları incelenerek baba tarafının izi takip edilir. Örneğin Afrikadaki, Hindistandaki, Çindeki, Sibirya’daki, Avrupadaki, Türkiyedeki insanların DNA’larına ayrı ayrı bakılır. Eğer Afrika’da bir A değişikliği olmuşsa ve daha sonraları onu zerine bir B değişikliği, sonra onun da üzerine C ve D, E değişiklikleri eklenmişse DNA’larda bu mutasyonlar aranır. Eğer Etiyopyalı birinde A, Lübnanlı birinde A+B, Hindistanlı birinde A+B+C; Çin’deki birinde A+B+C+D mutasyonları, Sibiryalı bir Yakutta A+B+C+D+E, Doğu Avrupalı bir slavda A+B+C+D+E+F, bir Finlandiyalıda A+B+C+D++E+G, ve bir Türkiyelide A+B+C+D+E+F+H mutasyonları oluşmuşsa Türkiyedeki o kişinin atalarının en eskiden en yeniye doğru olmak üzere Etiyopya, Lübnan, Hindistan; Çin, Yakut, ve Doğu Avrupalı slavla ortak genler taşıdığı ve bu yüzden o yolları izlediği belirlenir. Y kromozomunda ne kadar fazla haplogrup barındırırsa o haplogrupları taşıyan kadar fazla gruptan insanla karışmıştır denilir. Y DNA haplogrupları ortaya çıkış zamanlarına göre A’dan başlayarak B, C, D … gibi devam ederek isimlendirilirler.

Mitokondri DNA’sı (mtDNA) çalışmaları da buna benzer. Tek farkı Y DNA’sı yerine hücre sitoplazmasında bulunup hücrede enerji metabolizmasını düzenleyen mitokondri adlı organellerin DNA’sındaki mutasyonların incelenmesidir. Mitokondrilerin, milyarlarca yıl önce, çok hücreliler oluştuktan bir süre sonra, bir bakterinin o canlı türünün hücreleri içine girip ortak (simbiyotik) bir yaşam sürdürmeye başlaması ve bu durumun daha sonra iki canlıya da avantaj sağlaması üzerine kalıcılaşması sonucu ortaya çıktıkları sanılmaktadır. Bu yüzden mitokondrilerin, genomik DNA da denilen çekirdek DNA’sından farklı DNA’ları vardır. Döllenme sırasında anne yumurtasının içine sadece spermin DNA’sı girer. Bu yüzden döllenen yumurtadaki mitokondrilerin hepsi anne yumurtasının mitokondrileridir. Babadan mitokondri gelmez. Böyle olunca mitokondri DNA’sına baba genleri karışmaz, sadece anne mtDNA’sını bulundurur. Bu yüzden mitokondri DNA’sı analiz edilerek, bu DNA’nın mutasyon geçirmiş bölgelerine bakıp, o bölgeler diğer kadınlarla kıyaslanarak anne ata izlenebilir. İnsanın kadın tarafından yolculuğu ve karışımı, ataları ortaya konabilir. Mitokondri DNA’sı analizlerinde yine, Y DNA’sı analizlerinde yapıldığı gibi oluşmuş mutasyonlara bakılarak insanlar haplogruplara ve alt haplogruplara ayrılır. mtDNA haplogrupları ortaya çıkış zamanlarına göre L’den başlayıp (L0, L1, L3 …L6), M, N, R … diye giderek isimlendirilirler.

Bu iki yöntemle yapılan çalışmalar son yıllarda çok hızlandı. Daha şimdiden değişik grupların kökenleri 70 bin yıl öncesine kadar ortaya çıkarılmaya başlandı. Öyle görünüyor ki, çok geçmeden, 3-5, bilemediniz 5-10 yıl içinde kimin ne olduğu, nereden geldiği, köklerinin nerelere dayandığı çok açık bir biçimde ortaya konulacak. Şu ana kadarki çalışmalara bakılırsa, çok yakında herkes çok büyük şoklar yaşayacak. Kökeniyle, rengiyle, buyu posuyla övünüp böbürlenenler, “biz beyazlar”, “biz Avrupalılar”, “biz falanca ırktan olanlar”, “biz filanca yerden gelenler”, ya da “Atam Oğuz Kağan, dedem Dede Korkut dedi ki” diye söze başlayanlar, başka uluslara nefretle bakıp onları yok sayanlar, kafatasçı ırkçılar, şöven milliyetçiler, 9 Işıkçılar, “Kızıl Elma”cılar çok geçmeden karalar bağlayacaklar; başlarını utançla önlerine eğecekler. Çünkü bilim onlara çok güçlü bir tokat atmaya hazırlanıyor.

İnsan popülasyonlarının kendi içlerindeki ve aralarındaki genetik farklılıklara insan genetik varyasyonları denilir. Yukarıda belirtildiği gibi, bu varyasyonların oranları, SNP, SNV, YDNA ve mtDNA analizleri, exom çalışmaları gibi değişik tekniklerle test edilirler. Tek harf değişikliklerini inceleyen SNP çalışmalarında, insan DNA’sında 3 milyon kadar SNP’nin var olduğu ortaya konulmuştur. İnsan DNA’sında 3 milyar civarında (3.2 milyar) baz bulunduğuna göre her 1000 baz’dan biri değişik demektir. Bu da, insanlar arasında binde bir (yüzde 0.1) oranında bir farklılık olduğu anlamına gelir. Diğer bir deyimle, bundan iki insanın genetik yapısı yüzde 99.9 oranında aynı olduğu anlamı çıkar. Ortaya konulan bir diğer şaşırtıcı sonuçsa, popülasyonların kendi içlerindeki yani aynı popülasyonun iki üyesi arasındaki farklılığın, iki farklı popülasyonun üyeleri arasındaki farklılıktan daha büyük olduğudur. Biyolojik olarak ırklar var olmuş olsalardı, iki ayrı popülasyon anlamında iki ayrı ırktan insanların aralarındaki genetik fark, aynı ırkın iki ayrı üyesi arasındaki farktan daha büyük olmalıydı. Oysa aynı ırk diye gösterilen popülasyonun üyeleri arasına coğrafi farklar girdiğinde kısa sürede büyük farklılıklar ortaya çıkıyor. Bu farklılıklar çok kısa zamanda genetik yapıya geçip kalıcılaşmasa da etkileri farklı oluyor yani fenotip yapıları değişiyor. Ailevi Akdeniz Ateşi (Familial Mediterranean Fever – FMF) hastalığı örneğini önceki sayfalarda vermiştik. Böyle çok örnek vardır.

Kopya sayısı varyasyonlarının incelendiği SNV çalışmalarından da benzer sonuçlar çıkmıştır. SNV çalışmalarından, iki insan arasındaki genetik varyasyon binde 4 çıkmıştır. SNV analizlerine göre iki insan birbirilerine yüzde 99.6 kadar benzer veya yüzde 0.4 farklıdır.

ABD’den, Washington, Michigan ve Harvard Üniversiteleri ile Texas’daki Baylor Tıp Fakültesinden araştırmacıların yaptıkları ve 10 ocak 2013 tarihinde Nature dergisinde yayınlanan çalışmaya göre, insan genetik yapısının böylesine çeşitlenmesi esas olarak son dönemlerde, tarımın bulunmasından sonra ortaya çıktı. Çalışmaya göre tespit edilen protein kodlayan SNV’lerin yüzde 73’ü, tüm SNV’lerin ise yüzde 86’sı geçtiğimiz 5-10 bin yıl içinde oluşmuş. Bu dönemler de daha çok tarımın ortaya çıkıp yaygınlaştığı, bütün dünyaya yayıldığı zamanlara denk geliyor. İnsan yaşamında çok köklü bir değişikliğe işaret eden tarım belli ki insanın genetiğinde de önemli değişikliklerin oluşmasına neden olmuş. 

Yukarıda birçok kez anlatıldığı gibi, Y DNA’sı ve mtDNA insanın köklerini 70 bin yıl öncesine Doğu Afrika’ya kadar götürüp, 3 bin kuşak önce yaşamış Afrikalı bir erkekle bir kadına bağlamaktadır. Bu sonuç hem de bir veya birkaç çalışmanın değil farklı yer, zaman ve ülkelerde yapılan çok sayıda çalışmanın vardığı ortak sonuç. Yani günümüzdeki 7 milyar insanın istisnasız hepsinin, 70-80 bin yıl veya 3 bin kuşak önceki ataları aynıydı. Tek bir insan’dan, aynı atadan ortaya çıkıp bütün dünyaya yayılan ve bunca çeşitlenip farklılaşan 7 milyar insan aynı kökenden, aynı anne ve babadan geliyor. Bugün farklı yerlerde yaşayıp dıştan görünümleri belli ölçülerde farklılaşmış olan insanların genetik yapılarında aynı oranda bir farklılaşma görülmüyor. Böyle bir sonucun ortaya çıkmış olması hiç de sürpriz değil. Çünkü Y DNA ve mtDNA haplogrup çalışmaları insanların farklı kökenlerden değil aynı kökenden geldiklerini ortaya koyuyor. Bundan da kendiliğinden, biyoloji – genetiğin gözünden bakıldığında ırk diye bir şeyin olmadığı; beyaz, siyah, sarı gibi renklerle isimlendirilen ve ırksal farklılıklar olarak adlandırılan farklılıkların biyoloji – genetiğin değil, çevresel faktörlerin zorlamasıyla oluşmuş evrimsel adaptasyonun sonucu olduğu ortaya çıkıyor. Biyoloji insanlar arasında ırk diye bir ayırım tanımıyor. İddia edilen o ırk kavramı ve ayrımının sadece sosyal ve kültürel bir ayrım olduğunu söylüyor.

Buradan akla hemen bir soru gelebilir. İnsan Adem ve Havva’dan mı geliyor? Biyolojik kanıtlar, son genetik çalışmalar kutsal kitaplarda anlatılanları mı doğruluyor? Elbette ki hayır. Bahsedilen çalışmaları ilk yapanlar, Y DNA ve mtDNA haplogrup çalışmalarını popülerleştirip daha ilgi çekici kılmak için metafor kullanarak insan Y DNA’sı analizlerinden ulaştıkları Afrika’daki erkeğe Adem (Adam); mtDNA analizlerinden vardıkları ilk kadına da Mitokondiriyal Havva (Mitochondrial Eve) adını verdiler. Bu kimseyi yanıltmamalı. Kutsal kitaplarda anlatılan Ademle Havva yoktan var olmuş, tanrı tarafından bir anda ve bir kerede yaratılmıştır. Öncesi yoktur. Bir sürecin sonucu değildir, bir kerede ve bugünkü haliyle ortaya çıkmıştır. Oysa günümüzdeki insan (Homo sapiens sapiens) bir sürecin ürünüdür. Öncesi ve sonrası vardır. Başka biçimlerden değişe değişe, evrim geçire geçire bugünlere gelmiştir. Kaldı ki, yazımız boyunca defalarca gösterdiğimiz gibi, başka Homo türlerinden evrilip Homo sapiens sapiens haline geldikten sonra da değişmesine devam etmiştir ve hala da etmektedir. İnsan bir anda ortaya çıkmadığı, “ilk” haliyle kalmadığı gibi, onun değişimi ve çeşitlenmesi de durmamıştır, durmayacaktır. İnsan, doğaüstü bir gücün yaratısı değil, doğanın ve onun doğal ve toplumsal koşullarının ürünüdür zira.  

“TÜRK DİYE BİR IRK” VAR MI?
Hatırlanacağı gibi, yazımızın yazılmasına neden olan şey AKP’li akademisyen Yasin Aktay’ın Bayburt Üniversitesi’nde dediği “Türk dediğin bir sentezdir”. “Türk diye bir ırk yok.” sözleriydi.  Aktay’ın bu sözleri üzerinde bir süre “Türk diye bir ırk”ın olup olmadığı tartışılmıştı. Biz de bu yüzden, insanın evrimsel gelişimi ve ırk konusunu ele aldıktan sonra biraz da, “Türk diye bir ırk”ın olup olmadığına da şöyle bir bakalım.

Türklerin tarihi hakkında bilgiler yok denecek kadar az. Günümüzden yaklaşık 1280 yıl öncesi,  M.S. 732 ve 735 gibi yakın sayılabilecek bir dönemde dikilmiş ve Göktürk hükümdarı Bilge Kağan ile kardeşi Kül Tigin’in kahramanlıklarının anlatıldığı Orhon Yazıtları bir yana bırakılırsa bizzat Türklerin kendilerinin kendi tarihlerini anlattıkları yazılı eserleri bulunmuyor. Bu yüzden Türklerin eski tarihlerini ancak eski Çin belgelerindeki kısmı bilgilerden ve daha çok o bilgilerin didiklenmesiyle yazılmış Batılı kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Çinliler belgelerinde Türkleri uzun boylu anlatmak yerine, esas olarak, uzaklardan, Batı’dan, atlar üzerinde gelip bir anda kendilerine saldıran; ne bulurlarsa hemen alıp geldikleri gibi yine yıldırım hızıyla giden; çok iyi at ve ok kullanan dağlılardan bahsediyorlar. Uzaklarda, Altay dağlarının karlı vadileri ve platolarında yaşayan bu insanlara Çinliler, kafalarına taktıkları Altay dağlarının görünümüne benzeyen miğferleri yüzünden, Çin dilinde savaş başlığı ya da miğfer anlamına gelen “Tujue” derlermiş. “Tujue”lerin yerleşik bir düzenleri olmadığından, Çinliler peşlerinden gittiklerinde, onlar daha oralara varamadan o dağlılar yurt dedikleri çadırlarını toplayıp atlarına binerek o vadiden, Altaylar’ın bir başka dağının bir başka vadisine çoktan gitmiş olurlarmış. Sürekli konup göçerlermiş. Bazı istisnai yerler dışında tarım yapmaz, hayvan yetiştiriciliği (esas olarak at ve koyun, daha az olmak üzere deve ve sığır ve yer yer de ren geyiği) ve maden işlemeciliği yaparak geçinirlermiş. İçlerinden bazı boylar, Çin soyluları arasında süren, bir türlü bitmek bilmez iktidar savaşlarında paralı asker olarak da çalışırmış. Anlatılanlar çoğunlukla bu temelde. Belgeler arasında, Çinlilerle, bahsedilen o dağlı “Tujue”ler arasında yapılmış bir kaç yazılı ateşkes anlaşması da bulunuyor. Bunlar içinde en çok bilineni M.Ö. 318 yılında, Çinlilerle, Çin kayıtlarında ilk “Tujue” devleti olarak geçen “Hiung-nu”lar (Hun) arasında yapılmış olan yazılı anlaşmadır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Çin belgeleri dışında Türklerin tarihiyle ile bilgiler Batılı kaynaklardan gelir. Çoğu Batılı Türkolog Türklerin tarihini 6. yüzyılın ortalarında kurulan Göktürklerle başlatır. Bu Türkologlar, Hunlar dahil, Göktürklerden önceki, Türkçe’ye benzer dil konuşan bütün Türk boyları ve devletlerini Ön Türk adı altında toplarlar. Bunların içinde en çok öne çıkıp, tezleri en fazla kabul görenlerin başında Fransız Türkolog Jean-Paul Roux gelir. Jean-Paul Roux “Türklerin Tarihi” adlı kitabında, en eski Orta Asya coğrafyası olarak M.Ö. 450 yıllarını alır ve o zamanda, Doğuda, bugünkü Mançurya’da yaşayanları Ön Tonguzlar, Doğu Moğolistan ile Mançurya arasında yaşayanları Ön Moğollar ve batıda, Doğu Moğolistan ile Altay dağları civarında Balkaş gölü arasında kalan bölgede yaşayanları ise Ön Türkler olarak tanımlar. Jean – Paul Roux kitabında, Türklerin geniş kitleler halinde buralara yerleşmelerinin tarihi olarak M.Ö. 300 yıllarını verdikten sonra, “Dolayısıyla Türklerin o güne kadar hep kuzeyde kalan atalarının miladın başlarında, önceleri yavaş yavaş, daha sonralarıysa birden kopup gelerek Balkaş Bozkırları ile Tien-Şan Dağlarının kuzey bölgelerine kadar eriştiklerini söyleyebiliriz” der.

Önceki sayfalarda, onbinlerce yıl Güney Sibirya ormanlarında avcılık yaparak yaşayan insan gruplarının, son buzul çağının 10 bin yıl kadar önce sona erip, dev buzulların erimeye başlamasıyla, iklimin yumuşaması ve yolların açılmasıyla zaman içinde bu soğuk bölgeyi terk ettiklerini, dört bir yana dağıldıklarını anlatmıştık. Batıya giden grupların bir kısmının da Orta Asya’ya, özellikle de Altay dağları civarlarına yerleştiklerini belirtmiştik. Orta Asya’ya giden popülasyonlar zaman için farklı gruplar, boylar ve kavimler halinde çoğalıp birbirlerinden ayrıldılar. Aynı bölgelerde ama ayrı ayrı yaşayan bu gruplar, bulundukları yerlerde, M.Ö. 1000 yıllarına kadarki birkaç bin yıllık dönemde, Afanasiyevo ve Andronovo Kültürü gibi göçebe kültürleri geliştirdiler. Örneğin Altay dağlarında bakır ve demiri işlediler; geniş Orta Asya bozkırlarında koyun, sığır, deve ve en son olarak da at yetiştirdiler; ati binek hayvanı olarak kullandılar. Ön Türkler olarak anılan ve pek çok yazar tarafından Türklerin ataları olarak kabul edilen kavimler o zamana dek hala kuzeyde yaşıyorlardı. M.Ö. 1700 ve 300 yılları arasındaki dönemde kuzeyde yaşayanlar önce azar azar ama sonra zamanla giderek artan bir biçimde büyük gruplar halinde aşağılara inmeye başladılar. Ama asıl kitlesel gelişler M.Ö. 300’den sonra oldu. Çin’in kuzeyinden, bütün Moğolistan ve Altay dağlarının güneyine kadar Orta Asya’nın önemli bir bölümüne yayıldılar. Gelenler, geldikleri yerlerdeki kavim ve grupların bir kısmını daha da batıya ve güneye sürdüler ancak önemli kısmını aralarına alıp onlarla karıştılar. Çinlilerin Hiung-nu dediği Büyük Hun İmparatorluğunun kurulduğu dönemlere denk düşen bu dönemde (M.Ö. 200’lü yılların başları), at ve oku çok iyi kullanan bu savaşçı boylar, başta Çin olmak üzere civarda yaşayan yerleşik kavimlere akınlar düzenlediler. Hiung-nu ya da Büyük Hun İmparatorluğu, Mete Han zamanında en geniş sınırlarına erişti. Büyük Çin Seddi bu dönemde inşa edildi.

Bazı Hun imparatorları Çin prensesleriyle evlendiler, Çin içlerine yaptıkları akınlarda Hun atlıları Çin kızlarını kaçırdılar; yer yer Çine yerleşip yerel halkla karıştılar. Üstelik bu durum, yalnızca Çinlilerle de yaşanmadı; yukarıda bahsettiğimiz gibi geldiklerinde orada yaşayan diğer bütün kavimlerle karıştılar, iç içe girdiler. Ön Tunguz, Ön Moğol ve Ön Türklerin torunları, Büyük Hun İmparatorluğu adı altında yüzlerce yıl birlikte iç içe yaşadılar. Hun orduları içinde pek çok kavimden on binlerce atlı vardı. Geliştirdikleri at biniciliği ve içinde yaşadıkları geniş bozkırlar onlara ve aynı bölgelerdeki ata binen öteki konar göçer bütün gruplara büyük hareket serbestisi sağlıyordu. Hunların ikiye bölünüp Doğu Hun İmparatorluğunun Çin egemenliği altına girmesiyle Çinlilerle yakın ilişkiler daha da arttı. Batı Hunları ve ardından gelenler ise sürekli Batıya doğru hareket içinde oldular. Hazar denizi ve Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’nın içlerine doğru, Baltıklardan Balkanlar ve İstanbul’a, İtalya’dan bugünkü Almanya’ya dek at sürüp durdular. Bu hızlı hareketlilik doğal olarak sürekli yeni kavimlerle karşılaşmalarını, karışmalarını getirdi.

Hunlardan sonrasını biliyoruz zaten. Göktürkler, Batı Hunları, Avrupa Hunları, Hazarlar, Avarlar, Bulgarlar, Kavimler Göçü, Memlükler, Ak Koyunlular, Selçuklular, Osmanlılar… vb vb. Bütün bunlar Orta Asyalı Türkçe dil grubundan insanların, yüz yıllar boyunca başka insan popülasyonlarıyla karışımının öyküsüdür aslında. Avrupa’da Ren nehri kıyıları ve Roma kapılarına dek dayanan Attila’nın ordusunun yüz binlerce atlıdan oluştuğu söylenir. Attila 453 yılında Doğu Avrupa’da öldüğünde ordusunu oluşturan yüz binlere ne oldu? Ne Attila’yla birlikte öldüler, ne de geri Orta Asya’ya döndüler.  Attila’nın askerleri, aşikar ki, Doğu Avrupa’da kalıp yerel halkla karıştılar. Yine Bulgarların, bir sürü başka başka ulusların kökenlerinin o Orta Asya kavimlerine gittiği biliniyor. Ama bugün bunlara ne kadar Türk diyoruz. Ak Koyunlular, Selçuklular, Osmanlılar Anadolu’ya geldiklerinde, bu topraklarda, kendilerinden kat kat fazla sayıda Türk olmayan başka gruplardan insanlar yaşıyordu. İran, Kafkaslar, Anadolu, Ortadoğu, Mezopotamya insan doluydu. Gelenler hiçbir zaman izole bir topluluk halinde, bir getto içinde yaşamadılar. Hemen yerleşik halkla birleştiler, karıştılar. Bu durum yönetim erki içinde de böyleydi; gelen Türk gruplarının bireyleri içinde de.

Osmanlı Padişah, vezir ve paşaları ne kadar Türk?
Örneğin etnik köklerini Oğuz Türklerinin Kayı boyuna dayandıran Osmanlı’nın padişahlarının tümü, 1.’den 36.’ya, yani ilk padişah Osman Gazi’den, son padişah Vahdettin’e dek istisnasız bütün padişahlarının çocukları, Türk olmayan kadınlardan/annelerden doğmuştur. Ve bu yüzden, Orhan Gazi’den başlayarak bütün padişahların genlerinin yarısı, kökeni Türk olmayan annelerinin genlerinden gelmektedir. Ve doğal olarak bunun sonucunda, her karışımda, “Türk kanı”nın iddia edilen o “saflığı” biyolojik – genetik olarak biraz daha bozulmuştur. Dahası da var: Padişahlar dışındaki, sadrazam ve vezirlerin üçte ikisi; paşaların büyük kısmı ve Osmanlı ordusunun belkemiğini oluşturan Yeniçerilerin çok önemli bir çoğunluğu devşirmeydi. Bilindiği gibi devşirmeler, küçük yaşta kaçırıldıktan sonra Osmanlı sarayında özel eğitimle yetiştirilen Türk olmayan popülasyonların çocuklarıdır. Bu yüzden, sadece biyolojinin gözüyle bakıldığında, genleri incelendiğinde, Osmanlı yönetiminde, padişahından vezirine, paşasından yeniçerisine, neredeyse, biyolojik köken olarak hala Orta Asyalı Türk olan, “saf” Türk kalmış birkaç kişi bulmak bile zordur. Halk zaten, Anadolu’da yaşayan çeşitli etnik grupların toplamı ve karışımıydı. Bu durum günümüze dek sürdü, hala da sürüyor.

Günümüzde, diğer ülke insanlarının olduğu gibi, Türkiye’den de (Türkiye’de doğmuş ya da en fazla 1-2 kuşak öncesinde Türkiye’den gitmiş) milyonlarca insan Avrupa başta olmak üzere Amerika’dan Avustralya’ya dünyanın dört bir yanında yaşıyor. Ve hepsi değilse bile bir kısmı yaşadığı ülkelerde farklı kökenlerden insanlarla karışıyor. Bu durum bir kenara bırakılıp sadece Türkiye’de yaşayan insanlar incelendiğinde bile çok büyük bir mozaik ortaya çıkıyor. Yapılan genetik çalışmalar, özellikle de yapılmış ve hala yapılmakta olan çok sayıda Y DNA ve mtDNA haplogrup çalışması bunu çok açık bir biçimde gösteriyor. Türkiye halkları biyolojik açıdan tam bir halklar, kültürler karışımıdır.

Farklı popülasyonların Y kromozomu ve mtDNA’larındaki SNP dağılımlarını irdeleyen çok sayıda haplogrup çalışması bulunuyor. Üstelik bu çalışmalar giderek daha da hızlanıyor. Hem çalışmaların sayıları hem de bu çalışmalarda DNA’ları analiz edilen insan miktarı arttıkça artıyor. Daha şimdiden Türkiye için de böyle pek çok çalışma yayınlanmış durumda. Biyolojik, tıbbi ve biyomedikal alanlarda akademik / bilimsel yayınların tarandığı PubMed arama motoruna, http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed adresine Y DNA ve/veya mt DNA yazıldığında önünüze bu konularda yapılmış yüzlerce çalışma çıkıyor. Değil hepsini veya çoğunu, bu yayınların bir kısmını bile burada sıralamak ne derginin formatı ne de sayfa sınırlılığıyla örtüşüyor. Bu nedenle biz burada bu yayınlardan derlenmiş iki tablodan Türkiye’yle ilgili verileri aşağıdaki tablolarda vermekle yetineceğiz. Tabloları aldığımız ve Türkiye dışında Avrupa’da 40’dan fazla ülkeden popülasyonların gen dağılımlarını gösteren tabloların asılları http://www.eupedia.com/europe/european_y-dna_haplogroups.shtml ve
http://www.eupedia.com/europe/european_mtdna_haplogroups_frequency.shtml adreslerinden görülebilir, Türkiye’nin verileri öteki ülke ve popülasyonlarla kıyaslanabilir.

Tablolardan görüldüğü gibi Türkiye’de yaşayanların genlerine neredeyse, Afrika’dan Sibirya’ya, Hindistan’tan Çin’e, Baltıklardan Doğu Avrupa’ya adeta yeryüzünün bütün halklarının genleri karışmış. Ama yine de en fazla karışım, yarısından fazlası, bu toprakların insanlarından yani Anadolu, Mezopotamya, Ortadoğu, İran, Kafkasya ve Sami halklarından olmuş. Türkiye’de ortalamasının hem Y DNA hem hem de mt DNA haplogrup analizlerine göre, Türkiye’de yaşayanların kökenleri büyük çoğunlukla yine bu topraklara dayanıyor. Türkiyelilerin yarıdan fazlasının kökeni. yüzde 20-25 kadarı Avrupa, yüzde 4 kadarı da Orta Asyanın Ural – Altay bölgesi. Oysa aynı haplogrup Kuzey ülke halklarında çok yüksek. Örneğin aynı N grubu Finlandiyalılarda yüzde 60’dan fazla. Norveç ve İsveç’te yüzde 40-50 arası. Oysa Orta Asya, Altay kökenli olduğu iddia edilen Türkiye insanında bu oran sadece yüzde 4. Farklı çalışmalarda ortalamalar üç aşağı beş yukarı aynı düzeylerde. İstanbul Üniversitesinde hala sürdürülmekte olan başka bir çalışma’da da benzer sonuçlar alınıyor. Çalışmada şu ana dek 600 civarında Türkiyelinin mtDNAsı analiz edildi. Çıkan verilerden Orta Asya, Altay Dağları kökenli insan sayısı birkaç taneden fazla değil. Büyük çoğunluk bu topraklardan; Anadolu, Kafkaslar, Mezopotamya ve Ortadoğu’dan, Güney Asya ve Avrupa’dan. Kökeni Afrika’ya dayanan da var, Uzakdoğu’ya dayanan da.

Türkiye ortalamasının Y DNA dağılımı
Haplogrup    Köken yeri    Görülme sıklığı (%)
E1b1b    Kuzey ve Doğu Afrika, Ortadoğu, Akdeniz, Balkanlar    11
G2a    Avrasya (Kafkaslar, İran ve Anadolu), Güney Avrupa (Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi Akdeniz kıyıları)    11
I1    Kuzey Avrupa, Ön-Cermen (İskandinav)    1
I2a    İtalya (Sardunya) İspanya (İberya), Adriyatik, Tuna boyları, Balkanlar    4
I2b    Ön-Keltler, Ön Cermen    0.5
J1    Daha çok Levant bölgesi (Samiler İsrail ve Araplar), Kuzey Afrika    9
J2    Daha çok Mezopotamya, İran, Doğu ve Güneydoğu Anadolu    24
L    Güney ve Orta Asya, Akdeniz    4
N    Kuzey Avrasya (Hazar Denizi ve Karadenizin kuzeyi), Ural-Altay bölgesi, Sibirya, Yakutlar    4
Q    Doğu Asya, Amerika    2
R1a    Daha çok Orta ve Doğu Avrupa.,     7.5
R1b    Büyük çoğunluğu Batı Avrupa, İtalyan-Kelt, Cermen    16
T    Ortadoğu, Doğu Afrika ve Kuzey Afrika, Akdeniz     2
A    Afrika, Etiyopya, Kalahari çölü, Namibya, San halkı    4
C    Okyanusya, Asya, Kuzey Amerika   
H    Hindistan, Sri Lanka, Nepal, Pakistan, Iran   
O    Uzak Doğu, Pasifik Adaları   
R2    Güney Asya, Kafkaslar, Orta Asya    

Tablo 2: Türkiye ortalamasının Y DNA dağılımı. (Kaynak: http://www.eupedia.com/europe/european_y-dna_haplogroups.shtml)

Türkiye ortalamasının mtDNA dağılımı
Haplogrup    Ortaya çıkışı(bin yıl once)    Köken yeri    Görülme sıklığı (%)
R    70    Güney Asya, Hindistan    2.5
U    55    Kuzey ve Doğu Afrika, Güney Batı Asya (Levant, Mezopotamya)    6
U2    50    Güney Asya, Yakın Doğu, Batı ve Orta Asya    1.6
U3    40-50    Kafkaslar, Gürcistan, Romanlar    3.7
U4    30-40    Finlandiya ve Rusya    2
U5    30-50    Batı Asya    2.7
M    50    Afrika    4
J    45    Yakın Doğu, Kafkaslar    9
HV    40    Yakın Doğu    5.5
H    25-30    Batı Asya    30
X    30    Kuzey Doğu Avrupa, Kuzey Avrasya    4
N1    30    Afrika, Orta Asya (Altaylar)     4
N2    30    Batı Avrupa    1.5
I    30    Kafkaslar, Kuzey Doğu Avrupa, Kuzey Avrasya    1.5
W    25    Kuzey Avrasya, Baltıklar, Batı Asya (Pakistan, Afganistan, İran)     2
T    17    Mezopotamya, Baltıklar    8
K    16    Mezopotamya    6
H1 + H3    10-15    Güney Batı Avrupa, İspanya,    4.5
H5    10-12    Batı Asya (Anadolu, İran), Kafkaslar     2.4

Tablo 2: Türkiye ortalamasının mtDNA dağılımı. (Kaynak: http://www.eupedia.com/europe/european_mtdna_haplogroups_frequency.shtml)

Bütün bu ve benzer yöntemlerle yapılan çalışmaların ortaya tek şey koyuyorlar: İnsan ve insan grupları arasında ciddi ve büyük farklılıklar bulunmuyor. Bu çalışmalara göre, iki insan arasında ortalama genetik varyasyon / farklılık oranı binde 1 civarında. Yani DNA’ları incelendiğinde iki kişi arasında yalnızca ortalama binde bir civarında bir genetik değişkenlik gözleniyor. Bu oran, kişi ya da grupların birbirlerine olan coğrafi yakınlıklarıyla değişkenlik gösteriyor. İki kişi ya da grup coğrafi olarak birbirlerine ne kadar yakınsalar aradaki fark o kadar azalıyor, ne kadar uzaksalar o kadar artıyor. Bu durum sadece tek tek kişiler değil farklı gruplar için de böyle. Yahudiler gibi bir kısmı kendilerini gettolara kapatan ve genellikle dışarıdan kız alıp vermeyen en eski ve en kapalı topluluklarda bile bu gözleniyor. Yapılan çalışmalarda İsrailli Yahudilerin genetik olarak en yakın oldukları grubun Araplar olduğunu ortaya koyuyor. Popülasyon genetiği çalışmalarına göre bir Türk ve bir Araba kıyasla, binlerce yıldır aynı bölgede yaşadıkları için bir Arapla bir İsrailli çok daha yakınlar birbirlerine. Çünkü aynı grup içinden kişiler birbirlerinden coğrafi olarak uzaklaştıklarında aynı zamanda genetik olarak da uzaklaşıyorlar, coğrafi olarak yakın olduklarıyla genetik açıdan daha fazla şey paylaşıyorlar.

Sonuç olarak, yazımızın yazılmasına neden olan “Türk ırkı diye bir ırk var mı” sorusu yanıtını bulmuş oluyor. Türk diye bir ırk yoktur. Kürt, Ermeni, Arap, İngiliz, Çinli veya İspanyol gibi bir ırk olmadığı gibi “Türk diye bir ırk” da bulunmuyor. Türklük Kürtlük biyolojik değil sosyolojik, kültürel bir kavramdır. Zaten buradaki “ırk” kavramı biyolojiye dayandırılan ırk tanımına da uymuyor. Her köken farklılığı antropologların iddia ettikleri ırk kavramı içine girmiyor. Türk, Kürt, Arap ya da İtalyan olma durumu ırk değil, tam da ulus kavramına denk düşer. Ulus konusunda en kapsamlı çalışmaları yapmış olanlar arasında sayılan Stalin’in ulus kavramı Türk, Kürt, Arap ya da İtalyan olma durumunu daha iyi açıklıyor çünkü. Stalin 1913 tarihli “Marksizm ve Ulusal Sorun” adlı çalışmasında ulusu, “tarihsel olarak ortak dil, toprak, iktisadi yaşam ve ortak kültür biçiminde şekillenen psikolojik bir yapı üzerinde kurulmuş insan topluluğu” olarak açıklar. Ve bilinir ki, uluslar da kapitalizmin ürünüdür. Bu bağlamda Türk, Kürt, Ermeni, Yunan, Arap vb ırklarından değil uluslarından söz etmek gerekiyor.

İNSANLAR ARASINDA IRKSAL AYRILIKLAR VAR MI?
Biyolojinin gözünden bakıldığında, insan genetik yapıları incelendiğinde ırksal ayırımlar var mıdır? İnsanlar arasında ırk diye bir ayrım, onları birbirlerinden ayıracak moleküler bir ayıraç bulunuyor mu? DNA ve genlerine bakarak, bu adam ya da şu kadın veya o çocuk Türk, Kürt, Alman ya da Ermenidir; hatta daha da ileri gidelim, bu kişi beyazdır, siyahtır veya sarı ırktandır diyebilir miyiz? Biyolojiye göre, bütün bunların cevabı tek kelimedir: HAYIR. Çünkü biyolojinin bugüne dek elde ettiği bilgiler insan dünyasında ırkların olmadığını, insanlar arasında kalıcı ırksal ayrımlar bulunmadığını, var olan o farklılıkların da insanın sonradan çevre koşullarına uyum sağlamak için geliştirdiği yeni nitelikler, özellikler sonucu olduğunu gösteriyor. Genlerin dünyasında, değil Türk, Kürt, Ermeni, Alman ya da Slav ırkı, siyah, beyaz, sarı, kızıl gibi ırklar da bulunmuyor. Çünkü insan grupları arasında onları birbirlerinden ayıracak kadar genetik varyasyon bulunmuyor; bu yüzden ki, genlerine bakarak insanları sınıflara ayıramıyoruz; şu şu ırktan, bu da bu ırktan diyemiyoruz. En fazla, anne ya da baba tarafına bakarak, 500, 1000, 5 bin ya da 25 bin yıl önce, bu kişinin anne atası veya baba atası, annesinin annesinin annesinin annesinin …. Annesi, veyahut babasının babasının babasının babasının … babası şuralardaymış, şuralarda yaşamış; şu kavim ya da şu topluluklarla şuradan gelip şuraya gitmiş; şuradan geçip şuraya yerleşmiş diyebiliyoruz.

Kısacası, Türkiye’deki bir Türkle bir Ermeni ya da Kürt, Çerkez veya Arap arasında sanıldığı gibi büyük genetik farklılıklar yoktur. Ve daha da ilginci, bir Ermeni, Kürt veya Arabın bir Türkle olan genetik yakınlığı, Türkiye’de yaşayan bir Türkle Özbekistan’da yaşayan bir Özbekli Türk’ün veya bir Uygur Türkünün yakınlığından daha fazladır. Yani, biyolojinin moleküler ölçülerine göre, Türkiye’deki bir Türk, hemen yanı başındaki bir Ermeni, Arap ya da Kürde, bir Uygur Türkünden çok daha yakındır. Yukarıdaki tablolar da bunu gösteriyor zaten.

İnsanlar arasında belli farklar olmasına karşın biyolojiye göre insanlar arasında ırk diye bir sınıflandırma yapılamıyorsa, böyle ırksal sınıflandırmaları yapabilecek ayıraçlar bulunmuyorsa var olan bu ırk kavramı, bu insan gruplandırılmaları nedir öyleyse? Ya da, insan popülasyonları arasındaki farklılıklar ırksal değilse nasıl bir sınıflandırma? Yanıt açık, insan grupları arasında bulunan ayırımların tümü ırksal değil sosyal ve kültürel. Başka da bir şey değil.

Pratikte gözümüzle, günlük yaşantımızla her gün gördüğümüz şeyi tablolarda gösterilen veriler de ortaya koyuyor. Dünyanın bir başka yerinin bir başka köşesinde olduğu gibi Türkiye ve Türkiye’deki insanlar da tam bir halklar karışımı, bir halklar kardeşliği. İnsanın yüz bin yıllık yolculuğunun aynası. Önceki sayfalarda uzun uzun gösterdik. Afrika’dan çıkan insan dünyaya bu topraklardan dağıldı. Gidenler dönüp dolaşıp geri geldiler; bir süre kalıp başka yerlere göçtüler. Kimi kaldı kimi gitti, kimi de gittiği yerden çok daha başka bir yere gidip sonra tekrar geri geldi. Her gelen, her geçip giden bu topraklarda, bizlerin biyolojik – genetik yapılarımızda, kültürel birikimlerimizde izler, önemli zenginlikler bıraktı. Bu nedenle bugün bu toprakların sahip olduğu her şeyi tek bir insan grubuna mal etmek, her şeyi o grupla başlatıp bitirmek, onunla açıklamaya çalışmak her şeyden önce insan tarihine, insan birikimine, bu toprakların hayran olunası muhteşem bin bir renk zenginliğine saygısızlıktır, ona haksızlıktır. Bütün dünyayla birlikte bu topraklara da yakışan düşmanlık değil kardeşliktir, halkların kardeşliği.

KAYNAKLAR

http://www.eupedia.com/europe/european_y-dna_haplogroups.shtml
http://www.eupedia.com/europe/european_mtdna_haplogroups_frequency.shtml

* Yard. Doç. Dr. / Moleküler ve hücre biyolojisi, genetik

Bir kitap: “hayatin kökleri”

Son 20-25 yılda, doğa bilimlerinin özellikle biyolojik bilimler alanında önemli gelişmeler ortaya çıkıp bilinenlere sürekli yeni şeyler eklenince, bir anda büyük bir kitap furyası başladı. Moleküler biyoloji, genetik ve sinir bilim gibi yeni dallar hızla popülerleşip moda haline geldiler. Bunun sonucunda, bu alandaki kitaplar daha da çoğalıp çok daha fazla ilgi çeker oldular. İki durum birbirini etkiledi ve yeni kitap sayısı daha da arttı.
Burada, sadece, üniversitelerde konuyla ilgili kişiler için yazılmış akademik başvuru ya da ders kitaplarından söz etmiyoruz. Onların yanı sıra, belirttiğimiz bu kitap furyası içinde, popüler bilim kitapları da denilen, okuyucu kitlesinin bu alanların yabancısı olduğu, az çok kolay anlaşılır bir dille yazılmış pek çok kitap da yayınlandı, yayınlanıyor. Ama aynı durum, ne yazık ki, ülkemiz için geçerli değil. Bizde popüler bilim kitapları bir yana, akademik başvuru ve ders kitaplarının sayısı da çok az.
Ülkemizde, bu türden, sokaktaki insanın hedeflendiği; az çok herkesin anlayacağı bir dille yazılmış popüler bilim kitapları esas olarak iki kesim tarafından yayınlıyor. Bunlardan birinci grubu, daha çok Vural Yayıncılığın Harun Yahya imzasıyla yayınladığı kitapları oluşturuyor. Yaratılışçıların, hepsi de kuşe kağıtlara basılmış, rengarenk çok sayıda şekil ve fotoğrafla süslenmiş ve çoğu kere bedava dağıtılan; “DNA’daki Yaratılış Mucizesi”,  “İnsanın Yaratılış Mucizesi”, “Hücredeki Mucize”, “Molekül Mucizesi”, “Protein Mucizesi”, “Hormon Mucizesi”, Savunma Sistemi Mucizesi”, “Atom Mucizesi”, “Evrenin Yaratılışı”, “Evrim Aldatmacası” gibi onlarca, hatta diğerleriyle birlikte sayılırsa, yüzlerce kitabı var. Bu grup konumuzu oluşturmuyor.
İkinci grupta ise, TUBİTAK’ın (Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu) “Popüler Bilim Kitapları Dizisi” adı altında yayınladığı kitaplar yer alıyor. TUBİTAK, bugüne dek bu dizi içinde 177 kitap çıkardı. Çoğu cebe sığacak boyutlardaki kitapların fiyatları da oldukça düşük. Kitaplar, hem kolay anlaşılır, hem ucuz, hem de cepte taşınabildiklerinden, bilime biraz olsun ilgi duyanlar arasında kısa zamanda aranır duruma geldiler.
TUBİTAK’ın bu çabasını, yani kolay anlaşılır kitapları Türkçeye çevirip ucuz fiyatlarla satarak bilimi sokaktaki insana sevdirme uğraşını her şeyden önce takdirle karşılamak gerekiyor. Tek başına bu çaba övgüye değer bir çaba. Ancak aynı övgüyü seçtiği kitaplar için yapamıyoruz. TUBİTAK’ın kitapları içinde iyileri olmakla birlikte, oldukça şaibeli, yanlış ve kafa karıştırıcı olanları da bulunuyor. Dizide, böyle, her şeyin ters yüz edilip insanı yalnızca “gen makinesi”nden ibaret gösterip sadece DNA’ya indirgeyen; insanın toplumsal, davranışsal ve hatta entelektüel bütün etkinliklerini biyolojinin dar kalıplarına sokup onun kavramlarıyla açıklamaya çalışan, Richard Dawkins ve ötekiler gibi bir çok genetik determinist ve sosyobiyolog – evrimci psikolog yazarın kitabı da yer alıyor. Sözünü ettiğimiz kitaplardan biri de, dizinin birinci kitabı olan Mahlon B. Hoagland’ın “Hayatın Kökleri” adlı kitabı.
Popüler bilim kitapları alanında, yaratılışçıların bilimsel olguları ters yüz eden çok sayıda kitabının karşısında neredeyse hiç kitabın bulunmadığı Türkiye’de, zamanında konusunun uzmanı sayılabilecek biri tarafından yazılmış böylesine bir kitap doğal olarak kısa zamanda ilgi topladı; baskı üzerine baskı yaptı. Öyle ki, 1993’te yayınlanan kitap –kötü çevirisine rağmen– 2000 yılında 16. baskısını yapmıştı. Kitap, hücre, DNA, RNA, aminoasitler, protein yapımı, enerjinin kullanımı, virüs ve bakteriler, ilk canlının ortaya çıkışı ve gelişimi, evrim, döllenmeden başlayarak çocuğun oluşumu, kanser … gibi hep merak edilen, ama çoğunlukla da bilinmeyen biyoloji ve genetiğin pek çok konusu anlaşılır bir dille anlatıldığı için, kısa zamanda, materyalist felsefeyi savunduğunu söyleyen bir çok kişi dahil hemen herkesin başvuru kitabı haline geldi. Bununla da kalınmadı, ilgi öylesine abartıldı ki, bilimsel araştırmaların daha fazla yapıldığı ve bilim kitaplarına olan ilginin daha yoğun olduğu ABD ve İngiltere gibi ülkelerde adı dahi bilinmez, kitapçıların raflarından yıllar öncesinden kalkmışken; yüzlerce benzeri bulunan sıradan bir kitaptan öteye gitmeyen “Hayatın Kökleri”, Türkiye’de bazı üniversitelerin moleküler biyoloji ve genetik bölümlerinde öğrencilere önerilen kitaplar listesine bile konuldu. Hiç de hak etmediği halde, bu kadar ilgi uyandırıp herkesin başucu kitabı haline gelince de, zorunlu olarak burada ele alınma durumu doğdu.

BAYAT BİLGİLER – GEÇERSİZ TEZLER
Kitabın yazarı Amerikalı Mahlon B. Hoagland, zamanında konusunun yabancısı biri değildi, bir zamanlar konusu biyokimya olan bir araştırmacıydı. 10 yıl kadar laboratuvarda araştırma yapıp, aminoasit aktivasyonu ve RNA üzerinde çalıştıktan sonra araştırmayı bırakıp babasının kurduğu biyoloji şirketinin başına geçti. Neredeyse 50 yıl önce araştırmadan uzaklaşan Hoagland, bugün de biyolojik bilimlerle ilgili pek ilgi görmeyen kitaplar yazmaya devam ediyor.
Hakkını vermek lazım. Hoagland kitabında, özellikle, tRNA’nın aminoasitleri bir araya getirerek proteinleri yapış süreci ve enerji kullanımı mekanizması gibi kendi konusuyla ilgili bölümlerini iyi anlatmış. Hücredeki temel mekanizmaların açıklandığı bu bölümler için karşı çıktığımız fazla yan yok. Bilinen genel konular. Kim yazsa aynı şeyleri anlatacaktı. Böyle olmasına rağmen, yine de hemen belirtmek gerekiyor: “Hayatın Kökleri” eski bir kitap. Türkçede her ne kadar 1993’te yayınlanmışsa da, ABD’deki ilk basımı 25 yıl önce, 1979’da yapılmış. Yani 1970’lerdeki bilgileri içeriyor. Oysa moleküler biyoloji ve genetikteki bilgiler esas olarak son yıllarda elde edildi. 70’li yıllarda bilinenler henüz çok sınırlıydı. Bu yüzden, genel mekanizmalar az çok aynı kalmasına rağmen, “Hayatın Kökleri”nde yer alan bilgilerin bir kısmı eskidi, geçerliliklerini yitirdi. Örneğin, kitapta, insanda 1 milyon gen olduğu (bazı yerlerde de 200 bin olarak açıklanıyor) iddia ediliyor. Oysa insanın gen sayısının sadece 35 bin civarında olduğu ortaya çıktı.
Kitaptaki bilgilerin eskiliğine rağmen, asıl karşı çıktığımız yan başka: Kitabın tümüne sinen genel bakış açısı. Bu kitapta da her şey DNA olarak görülüyor, her şey DNA’yla açıklanıyor. Bütün biyolojik ve genetik deterministlerde gördüğümüz şey burada da karşımıza çıkıyor. Herşeyin DNA olduğu ve bugün hiçbir geçerliliği kalmayıp yanlışlığı tümüyle kanıtlanan, 70 yıl öncesinin, “klasik”, “bir gen bir protein” ve buna bağlı olarak “bir gen bir fonksiyon” tezi. Hoagland’a gore her şey protein, proteinleri belirleyen her şey de DNA’daki genler.
Aynen şöyle diyor Hoagland: “Kısacası bizi oluşturan ve yaptığımız her şey proteinlere dayanır. Örneğin, kedimi gözlüyorum: bütün kütlesi proteindir: Ne görüyorsam … proteindir. İçindeki her şey de proteindir. Ayrıca kedime çok özel bir kişilik veren her şey de özel proteinlerle belirlenmiştir. DNA’nın yönlendirmesiyle yapılan proteinler birey olmanın, tek olmanın, bütün türlerin … temelidir”.
Hoagland kötü ünlü “bir gen bir protein” tezini başka bir yerde daha açıktan dillendiriyor: “Bir gen, bir protein. … DNA, bir hücrede bulunan değişik proteinler kadar gen içerir (bakteride 2000; insanda 200.000.” Hoagland insandaki gen sayısını burada 200 bin olarak belirtirken, başka bir yerde 1 milyon diyor. “Bir bakteri, canlı yaratıkların en basitlerindendir, 2000 civarında geni vardır. …İnsanın, bakteriden 500 kat fazla geni vardır”. Bilineceği gibi, 2 binin 500 katı 1 milyon eder.
“Bir gen bir protein” ve buna bağlı olarak “bir gen bir fonksiyon” tezi 1930’larda ortaya atıldı; yakın zamana kadar da varlığını sürdürdü. Bu teze göre, her bir proteine karşılık gelen bir tek gen vardı ve bu protein tarafından ortaya çıkarılan fonksiyon da, yine bu aynı gen tarafından belirleniyordu. Böyle olunca da protein sayısı kadar gen olması gerekiyordu. Zaten iddialar da bu yöndeydi. Yukarıda gördüğümüz gibi Hoagland da aynı şeyi söylüyor. “DNA, bir hücrede bulunan değişik proteinler kadar gen içerir (bakteride 2 000; insanda 200.000)”.
30-40 yıl önce insandaki protein sayısının 200 bin civarında olduğu öne sürüldü. O gün bu gün sayı değişmedi. Bugüne dek gerçek protein sayısını belirleyecek kapsamlı bir çalışma yapılmadığından, sayı, günümüzde de 200 bin olarak kabul ediliyor. “Bir gen bir protein” tezi ve belirtilen protein sayısından çıkılarak insandaki gen sayısı önce, Hoagland’ın da kitabında öne sürdüğü gibi, 200 bin olarak tahmin edildi. Sayı sonra giderek indirildi; önce 120 bin, daha sonra da 100 bin yapıldı. Yakın zamana kadar da böyle devam etti. Ancak yakın zamanda elde edilen bulgular 70 yıllık tezi bir günde yerle bir ettiler.
15 yıldır devam eden insan genomunu (insan DNA’sının topyekun sıralanmasını) çıkarma çalışması önceki yıl tamamlandı. İki ayrı araştırma grubu, İnsan Genomu Konsersiyomu ve ABD’deki özel Celera Genomik Şirketi, buldukları sonuçları aynı gün açıkladılar. Nature ve Science dergilerinde yayınlanan uzun makalelere göre, insan genlerinin toplam sayısı 30-36 bin arası. Celera Genomik Şirketi sayıyı birkaç bin daha fazla gösterirken, İnsan Genomu Projesi ekibi sadece 31 bin olarak belirledi.
Herkes şaşırdı tabi. En aşağı 100 bin bekleniyorken, insanın gen sayısı 31 bin ya da daha genel söylersek 35 bin civarında çıktı. Üstelik insanla kıyaslandığında oldukça basit kalan öteki organizma türlerinin kromozom sayıları ve DNA’larının uzunlukları birbirlerinden ve insandan çok çok farklıyken, genlerinin toplam sayıları birbirlerine çok yakın. Özellikle de fareyle insanın gen sayısı neredeyse aynı. İnsanın 31 (ya da 35) bin genine karşılık, farenin gen sayısı 30 bin. Bildiğimiz sineğin 14 bin, solucanın 20 bin, tere otununsa 25 bin. Organizmalar çok farklı olmasına rağmen, gen sayıları arasında büyük farklar yok. Öyleyse –çok açık bir biçimde görüldüğü gibi– her şeyi belirleyen genler değil.
“Bir gen bir protein” ve “bir gen bir fonksiyon” tezi doğru olmuş olsaydı, hem toplam gen, hem de toplam protein sayısı tıpa tıp aynı çıkardı. Oysa ikisinin sayıları birbirlerinden çok farklı. 35 bin gene karşılık –şimdilik bilindiği kadarıyla– en azından 200 binin üzerinde protein bulunuyor. Böyle olunca, sonuçta bir gene karşılık ortalama olarak 6 protein düşüyor. Öyleyse “bir gen bir protein” ve buna bağlı olarak “bir gen bir fonksiyon” tezi doğru değil. Bu olgu, bir genin, farklı durumlarda, farklı proteinler yapmakta olduğu tezini kendiliğinden gündeme getiriyor. Böyle olduğu da günümüzde yapılan çalışmalarla gösteriliyor. Sadece bu tez, insandaki böylesine karmaşıklık, kompleksite, değişkenlik ve değişikliğin; insanla ona göre çok daha basit öteki organizmalar arasındaki –gen sayılarının yakınlığına rağmen– aşikar biçimde görülen bunca farklılığın nereden geldiğini açıklayabiliyor.

FARKLI KOŞULLARDA FARKLILAŞAN GENLER, FARKLILAŞAN SONUÇLAR
İnsan DNA’sı, her biri kısaca A, G, C ve T harflerinden biriyle gösterilen ve ucuca eklenerek giden boydan boya 3.2 milyar nükleotid ya da bazdan oluşan çok uzun ikili bir zincirdir. DNA’daki bu 3.2 milyar harften oluşan diziliminin belli bölümlerindeki belli dizilimlerine gen adı verilir. DNA’daki harf dizilimin hepsi organizmalarda fonksiyonların yapılmasında rol oynayan değişik proteinlerin yapılması sürecine katılmazlar. Bu sürece şimdilik bildiğimiz kadarıyla, sadece, DNA’nın belli bölümleri olan genler katılıyorlar. Genlerin uzunlukları aynı değil; birkaç yüzden bir kaç milyon nükleotid ya da kısaca harfe kadar değişebiliyor.
Canlı organizmalardaki en önemli yapılardan biri de proteinler. Fonksiyonlar çoğu kere proteinler aracılığıyla düzenlenir. Bir protein yapılacağı zaman, DNA’daki ilgili genin ya da o genin bir kısmının benzer bir kalıbı çıkarılır. Bu kalıba taşıyıcı RNA (tRNA) denilir. tRNA, kalıbı hücre çekirdiği dışına, ribozomlara taşır. Orada, o gen ya da genin bir kısmından kopyaladığı şifreye göre, 20 aminoasitten ilgili olanlarını ucuca ekleyerek, peptid zincirlerini yapar. Bu zincirler de, giderek söz konusu proteini oluşturur.
Nasıl proteinlerin yapılma sürecine boydan boya DNA diziliminin tümü katılmaz, belli bölgelerdeki belli dizilimler olan genler katılırsa, aynı biçimde, DNA’daki bir genin RNA kalıbı yapılırken, o genin harf diziliminin tümü baştan sona sırasıyla okunmaz. Burada da, gen diziliminin bazı bölgeleri sürece katılıp kalıbı çıkarılır, bazı bölgeleri katılmadığı için çıkarılmaz. Atlana atlana gidilir. Kalıbı çıkarılan bölgelere “exon”, çıkarılmadan atlanan bölgelere ise “intron” denilir. Bir kısım dizilim, yani bir exon okunup kalıbı çıkarıldıktan sonra, aradaki bölüm atlanarak, çok daha ilerideki bir başka bölüme, yani bir sonraki bir exona geçilip oradan devam edilir; aradaki bölüm, yani intronlar yine okunmaz, kalıbı çıkarılmaz. Bu böylece devam eder, sadece exonlar okunur, intronlar atlanır. Açıklamaya çalıştığımız gen diziliminin exondan exona atlanarak okunmasına splincing, (sıçrama ya da atlama) denilir.  İnsandaki genlerin hemen tümünün böyle exon ve intronları vardır. Küçük genlerin az, büyük genlerinse çok exonu bulunur. Örneğin IGF-I geninin 6 exonu varken BRCA1 geninin 24, Titin genininse 178 exonu vardır.
Exon ve intronların bulunmasından sonra, genlerin bir başka özelliği daha ortaya konuldu. Genler, farklı durumlarda, farklı biçimlerde okunuyorlardı. Farklı koşullarda, yalnızca intronlar değil, exonların da bir kısmı okunmuyor atlanıyordu. Yani RNA ve oradan da protein yapılacağı zaman gen okunurken, bazı durumlarda bir genin bütün exonları sırasıyla okunup kalıbı çıkarılmıyordu. Exon’un bir kısmı okunduktan sonra, kalan kısmı okunmadan, bir başka yerine atlanıyor; oradan da, bir başka exonun bir başka yerine geçiliyordu. Böyle olunca da, ortaya, gendeki asıl sıralamadan tamamen farklı, bambaşka bir sıralama ve kalıp çıkıyor; sonuçta da, bambaşka bir protein yapılıp bambaşka bir fonksiyona yol açıyordu. Nihayetinde, bir tek genin farklı farklı varyasyonları olmuş oluyordu. Buna Alternatif Atlama (alternative splicing) denildi. 1978’de bulunan bu özelliğin, o zamanlar, genlerde çok nadir görüldüğü sanıldı. 1994’te, ABD Arizona Üniversitesi’nden Nobel ödüllü Philip Sharp, insan genlerinin yaklaşık yüzde 5’inin böyle alternatif atlamalar yaptıklarını iddia etti. Araştırmalar arttıkça oran da arttı. Avustralya Queensland Üniversitesi’nden Croft ve arkadaşları, 2000 yılında, insan genlerinin en azından yüzde 22’sinin alternatif atlamaları, farklı koşullarda ortaya çıkan farklı varyasyonları olduğunu belirtti. Yeni araştırmalar yapıldıkça, sayı hızla yükselmeye başladı. Sırasıyla, Almanya Max Delbruck Merkezi’nden Brett ve arkadaşları en az yüzde 38, ABD California Los Angeles Üniversitesi’nden (UCLA) Modrek ve arkadaşları yüzde 42, ABD Washington Üniversitesi’nden Kan ve arkadaşları önce yüzde 49 sonra yüzde 55, İnsan Genomu Konsorsiyomu da genlerin en azından yüzde 59’unun böyle farklı varyasyonlar yaptıklarını gösterdiler. Almanya’daki Avrupa Moleküler Biyoloji Laboratuvarı’nın (EMBL) Berlin’deki Max Delbruck Merkezi’nden grup başkanı Juan Valcarcel, bugün, bu oranın yüzde 70’den de fazla olduğunu söylüyor. Görülüyor ki, yıllar geçip araştırmalar çoğaldıkça, genlerin farklı varyasyonlar yapma oranı da çoğalıyor. Buradan yola çıkarak, genlerin tümünün ya da yüzde yüzüne yakınının, farklı koşullarda farklı davranan, farklı varyasyonlar (izoformlar) yaptığını söylemek rahatlıkla mümkün.
Bu farklı koşullar, açıkça çevre koşulları; çoğunlukla da dışsal etkenlerden kaynaklanan koşullar. Örneğin büyüme ve gelişmeyle ilgili genlerden IGF-I geni, bir yaralanma durumunda, yani dokularda bir hasar olduğunda farklı; elektrik akımı verildiğinde farklı; spor yapılıp kaslar çekilip uzatıldığında farklı; soğukta ya da sıcakta çok daha farklı varyasyon ya da izoformlar yapıyor. Yine aynı gen, farklı hücre ve doku tiplerinde farklı atlamalar ve varyasyonlar gerçekleştiriyor.
Bir genin farklı durumlarda ortaya çıkan farklı varyasyonlarının, yani farklı fonksiyonlara yol açan farklı izoformlarının sayısı öyle bir ya da ikiyle sınırlı değil. Bu sayılar birkaç taneden yüzlerce ya da binlerceye, hatta –şimdilik bilindiği kadarıyla– bazı genlerde on binlerceye kadar çıkabiliyor.
Dünyada alternatif sıçramalar üzerine araştırma yapan ekip sayısı fazla olmamasına rağmen, yine de, hızla yeni şeyler bulunuyor. İki yıl önce yapılan bir çalışmada, sineğin (Drosophila) DNA’sındaki sadece bir tek genin, sineğin sinir sisteminde axon denilen hücrelerin düzenlenmesini yapan Dscam geninin böyle 38 bin varyasyon yapıp, farklı durumlarda 38 bin ayrı form ortaya çıkardığı tesbit edildi.
O basit sineğin bir tek geninin bile farklı koşullarda ortaya çıkan 38 bin ayrı çeşiti varsa, sinekten kat kat gelişkin, çok daha karmaşık olan insanın genlerinin ne devesa sayıda biçimlere gireceğinin tahminini okuyucuya bırakıyoruz. Özellikle sinir sistemi ve beyin fonksiyonlarında rol alan genlerde bu sayı, neredeyse tahmin edilemez boyutlara ulaşıyor. Zaten şimdi vereceğimiz örnekte görüleceği gibi, insan hücreleri üzerinde yapılan çalışmalar, bunun, aynen böyle olduğunu gösteriyor.
Memelilerde, beyin ve sinir sisteminde önemli görevler üstlenen neurexin adlı bir protein ailesi vardır. Bu protein NRXN1, NRXN2 ve NRXN3 genleri tarafından kodlanır; yani bu genlere göre kalıbı çıkarılan RNA’lar tarafından yapılırlar. İki yıl önce, ABD Connecticut Üniversitesi’nde, insan NRXN genleri üzerinde yapılan çalışmalarda, NRXN genlerinden sadece birinin 40 bin ayrı formunun olduğu tespit edildi.
Şimdi burada açıkça görülüyor. Sadece bir tek genin, –iç ya da dış– farklı koşullarda 40 bin ayrı biçimde davrandığı, 40 bin ayrı fonksiyona yol açan 40 bin ayrı protein ya da proteinlerin alt birimleri olan polipeptid zincirlerini ürettiği durumda, falan davranış, falan duygu, insanın falan etkinliği. genlere, genetiğe bağlıdır; her şeyi belirleyen DNA ve genlerdir; “ne kadar değişik protein varsa o kadar gen vardır” lafları sadece safsatadır. Bir tek genin 40 bin ayrı izoform ve buna bağlı olarak da 40 bin ayrı protein ya da peptid zinciri yaptığı göz önüne alındığında. yine görülüyor ki, insandaki toplam protein sayısı. öyle bugün söylendiği gibi 200 bin falan da değil. Bu sayının yakın zamanda değiştirilip milyonlarla ifade edileceğini söylemek bir kehanet olmaz. Gayet açık ki, her farklı koşul. genlerle oynayıp onlardan elde edilen kalıpları değiştirerek; o koşula uygun fonksiyonları yerine getirecek proteinleri yapması için bir anlamda kendi genini kendisi “yaratıp”, biçimlendiriyor. Koşullar değiştikçe. genlerin farklı davranmaları da değişiyor.
Rahatlıkla söylenebilir: Mahlon B. Hoagland’ın bütün kitabı boyunca dayandığı, her şeyini onların üzerine kurduğu ana tezlerinin hiç birinin bugün için geçerlilikleri kalmamıştır.

YİNE AYNI McCARTHYCİLİK
Mahlon B. Hoagland, kitabında yalnızca bunları söylemekle kalmıyor. Boyunu aşan, bilmediği gibi, doğrusunu öğrenme zahmetine de katlanmadığı, tarihsel gerçeklerin ters yüz edildiği şeyler de söylüyor. Başkalarından duyup okuduğu yıllar öncesinin McCarthyci yalanlarını kitabında bir kez daha tekrarlıyor. Üstelik bunları doğru bir biçimde, ayrı bir bölüm açarak da söylemiyor. Başka şeyleri anlatırken satır ve paragraflarda birden araya girip birkaç cümle ya da paragraf söyleyip bırakıyor.  
Hoagland’ın dedikleri, 50-60 yıldır söylene söylene bitirilemeyen şeylerden öte şeyler değil. Yeni bir şey yok. Kitabının bir yerinde şöyle diyor: “…Sovyetler Birliği’nde genetik ve evrim araştırma ve uygulaması bir şarlatan tarafından denetleniyordu, işe yaramaz bir bilim adamı ama ateşli bir polemikçi olan T. D. Lysenko, önce Stalin’i sonra Kruşçev’i canlılarda kazanılan karakteristiklerin kalıtımla sonraki kuşaklara geçirilebileceğine inandırdı. Bunun aksini savunan bilim adamları, 1930’ların ortalarından 1960’ların ortalarına kadar susturuldular. Bu dönem boyunca hükümet, Lysenko’nun teorilerini izleyerek tropik bitkileri Arktik bölgelere uydurmaya, kış buğdayını bahar buğdayı bölgelerine zorlamaya çalıştı, bu da Rusya’nın tarım verimini altüst etti. Lysenko’nun kavramları, daha başından DNA’nın kalıtımın temel maddesi olma rolünü tümüyle reddediyordu”. Başka bir yerde yine başka şeyleri anlatırken devreye giriyor ve “T. D. Lysenko, Stalin ve Kruşçev, bütün Sovyetler Birliği’ni neredeyse otuz yıl süren bir komik operaya sürüklediler.” diyor.
Uzun yıllardır neredeyse değişmez bir “kural” vardır: Sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne saldıracak olan, saldırısına önce Stalin’e; Sovyet bilimi ve bu bilimin temsil ettiği bilimdeki yeni sosyalist yaklaşıma saldıracak olan da, Lisenko’ya saldırmakla işe başlar. Hangi kitap açılırsa açılsın, sosyalizme ve sosyalist Sovyetler Birliğine bir saldırı varsa ve bu saldırı bilim alanında da sürdürülüyorsa, orada mutlaka, Lisenko’ya da saldırıldığı görülür. 55-60 yıldan bu yana, bu, hep böyledir. O zaman kimdir bu Lisenko, ne yapmıştır, neden bu kadar saldırılmaktadır?
Trofım Deniseviç Lisenko,1948’den 1962’ye dek Sovyetler Birliği’ndeki Tüm Birlikler Lenin Tarım Bilimleri Akademisi başkanlığını yürüten bitki yetiştiricisi, botanikçi ve tarım bilimcisi biridir. Bir dönem genetik araştırmaların sorumluğunu da üstlenmiştir.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa edilmeye başlanmasıyla bilimdeki yaklaşım da değişmeye başladı. Araştırma konuları, toplumun ihtiyaçlarına göre belirlenir oldu. Sosyalist Sovyetler Birliği, biyolojide bilime yeni bir yaklaşım getiriyordu ve bu alandaki yaklaşım, gıderek bilimin öteki alanlarını da etkileyip, o alanlarda da uygulanmaya başlanmıştı. Biyoloji, genetik ve tarım biyolojisindeki genç, sosyalist bilim adamı kuşağı, sosyalizmin yeni bilimci kuşağını temsil ediyordu ve bilim ve araştırmada yeni sosyalist yaklaşımın simgesiydi.
Bilimdeki bu yeni yaklaşım, yalnız Sovyetler Birliği’nde değil, özellikle Batı’da olmak üzere, dünya çapında bilim çevrelerinde hızla etkili olmaya ve sempati yaratmaya başlamıştı. İşte o büyük kapışma da, aslında buradan çıktı. Bilimin ve özelde biyolojinin görevi ne olacaktı? Sadece görmek ve açıklamak mı; yoksa değiştirmek, doğaya egemen olmak, doğayı insanın hizmetine sunmak mı? Araştırma konuları nasıl belirlenecekti; bilim, bilim yapmış olmak için mi yoksa bir sorunu çözmek, bir ihtiyacı gidermek için mi yapılacaktı? Lisenko ve arkadaşlarının temsil ettikleri yeni sosyalist genetik ve tarım bilimcisi kuşağı, bu sorunun cevabını, araştırma konularının insanın ihtiyacına göre belirlenmesi olarak verdiler. Bunu da sözle değil, pratik uygulamaları ile gösterdiler. Bilimin bilim yapmış olmak, araştırmacının araştırmasını sadece kendini tatmin etmek, merakını gidermek ya da kafasına takılan ve kendisine sorun gelen sorunları çözmek için –veyahut da günümüzde olduğu gibi tekellerin isteklerine yanıt vermek için– değil insanın bir gereksinimin giderilmesi, ortaya çıkmış pratik bir sorunun çözülmesi için yapılması gerektiğinde ısrar ettiler. Saflaşma bu anlamda da sürdü. Bilim ve akademi kurumlarının yetkili organlarında mevzilenmiş eski düşünce ve yaklaşımın temsilcileri, yeni yaklaşıma uygun araştırmaları engelleyince ve bu engellemede de ısrar edince, zorunlu olarak, sosyalist yönetim tarafından değiştirildiler. Araştırmanın yönü yeni anlayışa uygun olarak değiştirilmekte olduğundan, buna uygun düşen yeni kadrolaşma de gerekiyordu ve öyle de yapıldı. O kadar yaygarası koparılan ve Hoagland’ın da kitabında sözünü ettiği, “Bunun aksini savunan bilim adamları, 1930’ların ortalarından 1960’ların ortalarına kadar susturuldular” iddiası, işte bilimdeki bu yeni yaklaşıma uygun yeni kadrolaşmanın başlatılması yüzündendir. Bilimde farklı ve yeni bir anlayışı simgeleyen Sovyetlerin yeni ve genç bilimci kuşağının bilim kurumlarının yetkili organlarının yönetimlerine getirilmesi, yıllardır bu kurumlarda mevzilenmiş eski düşüncenin temsilcilerini ve yandaşlarını rahatsız etti ve bu yüzden konu alabildiğine abartıldı, çarpıtıldı ve dünya çapında akıl almaz bir saldırıya dönüştürüldü. Hoagland da kitabında bunu yapıyor; 55-60 yıl önce başlatılan saldırıyı günümüzde de sürdürüyor. Hepsi bu.
Öte yandan, sözünü ettiğimiz dönemde, ortada kıran kırana bir mücadele vardı. Dünya iki kampa bölünmüştü. Bu bölünme ve mücadele, sanıldığının aksine, Doğu ve Batı olarak şekillenmemişti. Başka alanların yanı sıra, bilimde de mücadele, hem Batı’da ama hem de Doğu’da ilericilerle gericiler; iki düşüncenin temsilcileri, ileri düşüncenin temsilcileri ile geri düşüncenin temsilcileri arasında sürüyordu. Daha açık söylersek, Sosyalist Sovyetler’in kendi içinde de iki sınıf ve bu iki sınıfın dünya görüşleri arasında kıyasıya bir mücadele vardı. Bilimdeki işte bu mücadelenin –ki bu da, değişik sahalarda süren mücadelenin alanlarından sadece birisidir– gidişi emperyalist kapitalizmi kaygılandırdığı, mevzi ve prestij kaybettiği için, bizzat Batılı emperyalistler tarafından McCarthycilik ve soğuk savaş gündeme getirildi. Yalan ve demagoji makineleri bu yüzden işletilmeye başlandı; bu yüzden emperyalist kapitalizm tarafından araya demir perde çekildi. İddiaların aksine, bilim adamlarının birbirleri ile yakınlaşmasını, karşılıklı bilgi aktarımı ve işbirliğini engelleyen; bilim adamları arasına demir perde çeken, sosyalist Sovyetler Birliği değil, Batılı emperyalizm oldu.
O dönemdeki tartışmanın özü neydi; Hoagland’ın “işe yaramaz bir bilim adamı” ve “şarlatan” dediği Lisenko ve arkadaşları neyi savunuyorlardı; klasik genetikçiler bunun karşısında ne diyorlardı? Tartışmanın özü aslında oldukça açık ve anlaşılması kolay.
Tartışılan şey, genetiğin –bir anlamda da biyolojinin– temel konusu ve en eski tartışması olan kalıtım ve evrimin oluşma yoluydu. Doğadaki değişikliğin, zengin çeşitlilik ve farklılığın nasıl ortaya çıkıp şekillendiği; canlı organizmanın kalıtsal yapısına dışarıdan müdahale edilip edilemeyeceği, doğanın değiştirilip değiştirilemeyeceğiydi.
Lisenko ve yandaşları, kalıtsal, genetik yapıyı değiştirebilir, evrime müdahale edebiliriz derken; klasik genetikçiler, kalıtsal, genetik yapı sabittir, değiştirilemez tezinde ısrar ediyorlardı. Lisenko ve Sovyetler’in genç yeni genetikçi ve tarım bilimcisi kuşağı içinde yer alan arkadaşları, doğanın sınırlılıklarına boyun eğmeyip, onu değiştirmeye koyulurken; klasik genetikçiler kromozom ve genlere mistik, tanrısal bir rol atfedip, doğaya teslim olmayı öneriyorlardı.
Klasik genetikçiler, organizmayı içinde bulunduğu ortamdan, çevresinden kopuk, tek tek bireyler olarak ele alıp incelerken; Miçurin okulunun izleyicileri olan Lisenko ve arkadaşları, organizmayı çevresiyle birlikte bir bütün olarak ele aldılar. Onlara göre, organizmayı çevresinden, yetiştiği ortamdan ayrı ele almak mümkün değildi. Çünkü, organizma sürekli olarak hem çevresi tarafından etkilenip değiştirilmekte, hem de bizzat çevresini etkileyip değişime uğratmaktaydı. Burada hemen araya girelim. Yukarıda gördüğümüz gibi, bunun böyle olduğu açık; genlerdeki farklı koşulların yarattığı alternatif sıçrama ya da atlamalar ve bunun sonucunda ortaya çıkan farklı izoformlar bu tezi doğruluyor. Böyle olunca, organizmanın kalıtımı ve evrimi, yalnızca kromozomlar ve genlerde olabilecek tesadüfi, rasgele mutasyonlarla değil, –ki Hoagland’ın kitabında savunulan tam da budur; “Hayatın Kökleri”nde organizmalardaki bütün değişiklikler sadece tesadüfi ve rasgele mutasyonlara bağlanıyor– içsel ve dışsal çok sayıda etkenin toplamı tarafından belirlenmektedir. Ek olarak, evrimi, organizmayı etkileyip değiştirebildiği gibi, organizma da, kendi evrimini etkileyip yönlendirebilmektedir. Böyle olunca, organizmanın evrimi ve genetik yapısına dışarıdan müdahale edip değiştirmek mümkündür. Farklı yöntemler kullanılarak, canlı organizmaların kalıtsal, genetik yapıları değiştirilebilir, farklı koşullara uygun yeni yeni türler geliştirilebilir. Lisenko ve arkadaşları, bu görüşe uygun olarak, bitki yetiştiricisi Miçurin’in “Lütufları için doğayı bekleyemeyiz. Onları doğadan çekip almak zorundayız.” sözünden yola çıkarak, doğayı ve yasalarını değiştirmeye; rekombinant DNA teknolojisi, gen tedavisi ve gen mühendisliğinin bugün yaptıklarını, o günden, –bugünkü tekniklerle kıyaslandığında oldukça geri ve ilkel görünen yöntemlerle de olsa– gerçekleştirmeye çalıştılar. Burada önemli olan, zaten teknik değildir. Teknik, kısa zamanda geliştirilip mükemmelleştirilebilir. Önemli olan, yapılmaya çalışılan şeydir.
Hoagland’ın kitabında sözünü ettiği “Lysenko’nun, kavramları, daha başından DNA’nın kalıtımın temel maddesi olma rolünü tümüyle reddediyordu” iddiası, genetik yapının değiştirilip değiştirilemeyeceği tartışması sonucunda Lisenko’ya atfedilen bir yakıştırma. Lisenko’nun kendi söyledikleri değil. Lisenko’nun hiçbir kitabı ve konuşmasında DNA’yı ve DNA’nın kalıtımdaki rolünü reddeden bir satır ya da cümle yer almıyor. Bugüne dek hep aksi söylenmesine rağmen, iddiaları kanıtlayacak tek bir alıntı gösterilemedi. Hoagland da gösteremiyor. Kaldı ki, o dönemlerde DNA hakkında bilinenler henüz çok sınırlıydı. Klasik genetikçiler, “bütün kalıtım maddesi hücre çekirdeği içindedir”, bugünkü anlamıyla söylersek, “hücre çekirdeğindeki DNA’dadır, çekirdeğe müdahale edilemez, bu yüzden de değiştirilemez, kalıtım maddesi sabittir, ancak mutasyonlarla değişebilir” derken, Lisenko ve arkadaşları, kalıtım maddesinin (yani DNA’nın) tümü yalnızca çekirdeğin içinde değildir; bu maddeden hücrenin başka yerlerinde de vardır; kalıtımdan hücre stoplazmasının tümü sorumludur, diyorlardı. Moleküler biyoloji ve genetikte bugün bilinenler, klasik genetikçileri değil, Lisenkoyu doğruluyor. Çünkü çekirdeğin dışında da, hücre stoplazması içindeki mitokondrilerde bir miktar DNA bulunuyor. Bu bir sır değil. Günümüzde mitokondri DNA’ları üzerinde yapılmış çok sayıda araştırma ve yayın var.
Görülüyor ki, ortada bir “şarlatanlık” yok; aksine bilimin temel işlevlerinden birisi olması gereken doğaya, doğanın yasalarına üstün gelme istek ve çabası; bilimin, yaşamını kolaylaştırması için insanın hizmetine sokulması; geleceğe ilişkin derin bir öngörü, rekombinant DNA teknolojisinin günümüzde uyguladıklarının daha o günden öngörülerek gerçekleştirilme çabası ve çalışması var.

SOVYET TARIMI GERÇEKTEN ALTÜST MÜ OLDU?
Gelelim Lisenko ve arkadaşlarının kullandığı yöntemlerin Sovyet tarımının mahfına neden olduğu iddiasına. Bu iddia da çok uzun yıllardır söylenegeliyor. Hoagland, yukarıda da aktardığımız gibi, bu konuda şunları söylüyor: “T.D. Lysenko, önce Stalin’i sonra Kruşçev’i canlılarda kazanılan karakteristiklerin kalıtımla sonraki kuşaklara geçirilebileceğine inandırdı. …Bu dönem boyunca hükümet, Lysenko’nun teorilerini izleyerek tropik bitkileri Arktik bölgelere uydurmaya, kış buğdayını bahar buğdayı bölgelerine zorlamaya çalıştı, bu da Rusya’nın tarım verimini altüst etti.” Şimdi bunu yanıtlayalım. Ama önce Sovyetler Birliği’nin o günkü koşullarına kısaca göz atalım.
Sovyetler Birliği’nin iklimi ve topraklarının geniş bir kesiminin koşulları verimli tarım yapılamaya elverişli değildi. Birçok yerde tarım yapılabilecek gün sayısının sınırlılığı bir yana, Sibirya’nın uçsuz bucaksız toprakları hep kar altındaydı ve bu devasa alanlar boş duruyor, ekim yapılamıyordu. Bir yandan iklim koşulları, bir yandan da toplumsal ve politik koşullar, Sovyet tarımına darbeler vurdu. Devrim öncesi Çarlık politikaları ve Birinci Dünya Savaşı, Rus tarımını yıkıma uğratmıştı. Devrimden hemen sonra, 1920-21 yıllarında hem büyük kuraklık yaşandı hem de iç savaş sürüyordu. Kuraklık ve iç savaş, ve bunların sonucunda ortaya çıkan kıtlık, tarımı ve tarımla geçinen geniş köylü yığınlarını çökertti. 2-3 yıl geçmişti ki, 1924 senesinde çok sert bir yıl oldu. Tahıl üretiminin yüzde 20’si bu sert kışta kayboldu. Yine, 1927-1928 ve 1928-1929 yıllarında üst üste çok ama çok sert iki kış görüldü. Lisenko ve arkadaşlarının uyguladıkları vernalizasyon yöntemine göre ekilmiş 32 milyon akrelik kış buğdayı, bu iki yıllık olağanüstü soğuklarda yok oldu.
Derken 1930’larda, tarımdaki kolektifleştirme kapsamında zengin ve yoksul köylüler arasındaki mücadeleye bağlı olarak oluşan ortamda çok geniş tarım alanları tahrip edildi. Sorunun çözülüp yaraların sarılması zaman aldı. Genç Sovyetler Birliği tam belini doğrultmaya başlamışken, bu kez de devreye Hitler Faşizmi, yani savaş girdi. Alman orduları Sovyetler Birliği’nin en verimli topraklarının bulunduğu bölgelerinde taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadı. Bütün sanayi tesisleri, tarım alanları, büyük çiftlikler yakıldı, yıkıldı. Sağlam bir şey kalmadı. Tahıl üretimi, savaş öncesi seviyenin kat kat altına indi. Bu seviyeye yeniden ancak savaştan 5-6 yıl sonra, 1950-51 yıllarında ulaşılabildi. Yıkım böylesine büyük olmuştu.
İşte bütün bu koşullar altında genç Sovyetler Birliği’nin gıda gereksiniminin acilen giderilmesi, tarımsal üretimin hızla artırılması gerekmekteydi. Oysa yukarıda gördüğümüz gibi ne iklim ne de politik koşullar buna uygun değildi. Doğanın koyduğu sınırlılıkları aşmak, onu yenmek, doğanın yasalarına üstün gelip egemen olmak; olumsuz koşullarda; iç savaş ya da savaşın olmadığı bölgelerde, Sibirya’da, soğukta, kar altında yetişebilecek yeni tahıl türleri geliştirilmek zorundaydı. Başka yol kalmamıştı, tek yol buydu. Bilim, bu ihtiyacı gidermek, sorunu çözmek göreviyle karşı karşıya kaldı. Ülke ihtiyacı bilimden bunu bekliyordu.
Kendilerine diyalektik materyalizmi rehber edinmiş genç Sovyetler’in yeni sosyalist bilim adamı ve tarım uygulamacısı kuşağı “göreve hazırız” dedi; laboratuvarların dört duvarı arasına kapanmak yerine, o güne dek hiç yapılmamış bir yola başvurdu; gereksinimi görüp, pratik ve ihtiyaçtan yola çıkarak kolları sıvadı. Genç akademisyen, araştırmacı ve tarım uygulamacıları, zorlu görevin üstesinden gelmek için, doğrudan canlı pratiğin içine doğru yola koyuldular. Önce, doğayı, Rus köylüsünün yüzlerce yıldır yaptıklarını ve başta Miçurin olmak üzere önde gelen tarım bilimcisi ve ziraat uygulamacısının çalışmalarını izlediler. Sahaya, tarlalara, kolhoz ve üretme çiftliklerine yayılıp deneylere başladılar. Sorunu yerinde gidermeyi yeğlediler. Bu nedenle, Sovyet köylüsü, yanı başında gördüğü yeni, sosyalist genetik ve tarım bilimcisi kuşağına “insan sevenler” adını takarken, laboratuvara kapanmış meyve sineği üzerinde uzun araştırmalar yapan eski klasik genetikçilere “sinek sevenler” dedi.
Yoksa sanıldığı gibi, tahıl bitkilerinin genetik yapısıyla oynayarak sıcak bölgelerde yetişen buğday türlerinin soğuk bölgelerde yetiştirilmesinin o günkü yöntemi olan varnalizasyon yöntemi, Lisenko’nun kafasından çıkmadı. Bunu, Sovyetler Birliği’nin acil ihtiyaçları dayattı. Kaldı ki, bu yöntem, Rus köylüsü tarafından 300 yıldır uygulanıyordu. Lisenko, sadece bunun daha da geliştirilip yaygınlaşmasına önayak oldu.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Hoagland ve ötekiler, bu yöntemin Sovyet tarımını altüst ettiğini söylüyorlar. Onlar gibi sadece iddia etmek yerine, biz burada, rakamlara başvuralım. Aşağıdaki tabloda 1926-28 yıllarındaki tahıl üretimi verimi 100 kabul edilerek o tarihten 1970’e kadar ABD ve Sovyetler Birliği’nin üç yıllık periyotlar içindeki tahıl verimi kıyaslanıyor. Rakamlar ne Sovyetler Birliğinin, ne de her hangi bir sosyalist kurumun rakamları. Vereceğimiz rakamlar, doğrudan ABD’nin resmi rakamları. ABD İstatistik Enstitüsü (U.S. Bureau of Census) tarafından, 1975 yılında, Tarihi İstatistikler (Historical Statistics) adı altında yayınlanmış veriler. İstenirse, ABD İstatistik Enstitüsü’ndeki kayıtlarından, büyük kütüphanelerin arşivlerinden ve internetten bulunabilir. Rakamlar, belirttiğimiz gibi, 1975 yılının rakamları. Bilindiği gibi, 1975 yılı, soğuk savaşın doruklarında olduğu; ABD’nin, resmi-özel, gizli-açık bütün kurumlarıyla Sovyetler Birliği’ni karalamaya ve kötü göstermeye çalıştığı bir dönemdi. Biz bunu göze alarak, yine de, bu rakamları sıralayacağız.

1926-1928 Yılları Temel Alınarak Hazırlanmış Tahıl Üretimi Verimi Tablosu:

Yıllar:                ABD:                Sovyetler Birliği:

1926-1929            100 (14.83 bushel/acre)    100 (6.69 bushel/acre)
1929-1931              98                104
1932-1934              82                  93
1935-1937              87                  97
1938-1940              97                113
1941-1944            118                    –
1945-1947            118                  72
1948-1950            116                106
1951-1953            116                135
1954-1956            128                130
1957-1959            159                172
1960-1963            169                184
1963-1965            175                162
1966-1968            181                213
1969-1970            207                236

Kaynak: ABD İstatistik Bürosu Rakamları, 1975; Tarihi İstatistikler. (Historical Statistics – U.S. Bureau of the Census, 1975)

Tablodan görüldüğü gibi, Sovyetler Birliği’nin tahıl üretimi 1926’dan sonra artmaya başlıyor, ama 6 yıl sonra 1932’lerde yeniden düşüyor. Bu düşüş, yukarıda sözünü ettiğimiz toprakların kolektifleştirilmesi dönemine denk geliyor. 1938’lerde yeniden yükselişe geçerek, savaşın başlamasından hemen önce 113’e çıkıyor. ABD’de ise, tarımdaki düşüş 1929’da başlıyor. ABD’de tam da bu sırada büyük bunalım yılları başladı. ABD tarımı, eski seviyesine, ancak 1940’ların başında erişebiliyor. O yıllarda, Sovyetler Birliği’nde ise savaş başlamıştı. Oysa, aynı dönemde ABD topraklarında savaş yoktu. Bütün bu 45 yıllık süre içinde, ABD tarımını etkileyecek tek olay, 1929-33 bunalımı oldu. Oysa yukarıda anlatıldı, Sovyet tarımı elinde olmayan nedenlerden sürekli kesintiye uğrayıp, yıkıma gitti.
Sovyetler Birliği’nin Savaş sırasındaki tarım üretiminin kayıtları yok. Zaten o yıllarda çok aşağılara inmişti. Ancak savaştan sonra yeniden ayakları üzerine doğrulmaya başladı. Tablodan görüldüğüne göre, 1947 yılında 72’ye erişmiş. Bu sıralar, Lisenko’nun pozisyonunu güçlendirdiği yıllar olmuştu. 1948 yılında bütün genetik araştırmaları ve tarım uygulamalarının başına geçti. Bu yüzden, Lisenko’nun Sovyet tarımını tahrip edip etmediği, bu tarihten görevinden alındığı 1962 yılına kadarki süre içinde değerlendirilmeli. Tablodan görüldüğü gibi, Sovyetlerin tarım üretimi verimi 1947’de 72 iken, 1962’de 184’e çıkmış. Artış yüzde 155 olmuş. Aynı dönemde, ABD’nin tarım ürünlerindeki verimi ise, 118’den 169’a yükselmiş. Buradaki artışsa, yüzde 43.
Rakamlar ortada. Belirttiğimiz gibi, bu rakamlar, üstelik ABD’nin resmi rakamları. Lisenko’nun uygulamalarının tarımı alt üst ettiği söylenen Sovyetler Birliği’nde bu dönemdeki verim artışı yüzde 155 iken, verimliğinin göklere çıkarıldığı ABD’de, aynı dönemdeki artış, sadece yüzde 43. Verimliliği alt üst edildiği söylenen Sovyetler’in tahıl verimi, verimliği övülen ABD’nin veriminin 4 katı. Verimliliği alt üst olan sakın ABD olmasın? Acaba Hoagland, ABD diyecek yerde yanlışlıkla Rusya mı dedi?
Her şey ortada. Hoagland’ın kitabında söyledikleri de, günümüzün gerçekleri de. Görülüyor ki, herkesin kaynak gösterdiği, baskı üzerine baskı yapan “Hayatın Kökleri” kitabı, kendisine verilen bu değeri hiç de hak etmiyor. Kitap, hem dayandığı bilgiler geçerliliklerini yitirdikleri için eski; hem savunulanların tam tersi kanıtlandığı için yanlış, hem de bizzat kendi ülkesinin kayıtları söylediklerinin aksini söylediği için kasıtlı, art niyetli ve yalan dolu bir kitaptır. Bilim; bilginin, gerçeğin peşinde koşmaktır. Hogland gerçeği söylemiyor. Bu kitaptan, bilime yönelen genç kuşakların öğrenecekleri bir şey yoktur.

Dünü ve Bugünüyle Evrim Kuramı

Geçtiğimiz Aralık ayının 20’sinde ABD’nin Pennsylvania eyaletindeki Dover kasabasında görülen bir davada, okulların biyoloji derslerinde evrim kuramının yanı sıra yaratılışçılığın yeni biçimi olan “Akıllı Tasarım” (Intelligent Design – ID) tezlerinin de okutulması reddedildi. Yargıç John E. Jones, 139 sayfalık gerekçeli kararında, doğa yasaları sonucu kendi başına oluşamayacak denli kompleks ve karmaşık olan dünyanın bu yüzden mutlaka bir güç tarafından tasarlanmış olması gerektiğini iddia eden ve “Akıllı Tasarım” denilen tezlerin bilim değil, dini bir teori olan yaratılışçılığın bir versiyonu olduğuna hükmettiğini açıkladı. Yargıç Jones kararında, bu yüzden, Akıllı Tasarımcı tezlerin ve bu tezleri yansıtan “Of Pandas and People” adlı kitabın, devlet okullarının bilim – fen bilgisi derslerinde, evrim kuramının yanı sıra okutulmasının anayasaya aykırı olduğuna karar verdiğini belirtti. Bu karar, pek çok ülkede olduğu gibi, bizdeki medya kuruluşlarının bazılarınca da, “Evrim Kuramının Zaferi” olarak yansıtıldı. Oysa bu karar, ne evrim kuramının zaferi, ne de yaratılışçı kuramın yenilgisiydi. Çünkü sonuçta “zafer” olarak duyurulan şey, çocuklarının kafalarının bilimdışı akıllı tasarımcı tezlerle karıştırılmasını istemeyen 11 ebeveynin açtığı bir davanın kazanılması; mahkemenin, daha önce alınmış bir anayasa mahkemesi kararına dayanarak, anne babaları haklı bulmasıydı. Karar, her yönüyle, bilimsel değil, hukuki bir karardı. Zira daha önce böyle karar olmamış ve anne babaların avukatları iyi savunma yapamayıp, söz konusu kitabın daha önceki yaratılışçı kitapların sadece birkaç yeri değiştirilmiş kopyası olduğunun belgelerini gösterememiş olsaydı, gayet doğal ki, konunun uzmanı olmayan ortalama insanlardan oluşmuş jüri, birçok şeyden etkilenerek aksi yönde bir karar verip, akıllı tasarımın bilim olduğuna da hükmedebilirdi. Bu durumda, elbette ki, evrim kuramı yenilmiş, yanlışlığı kanıtlanmış olmayacaktı. Nitekim, ABD’de, son 80 yıl içinde böyle pek çok dava görüldü ve bu davaların büyük kısmında, evrim kuramını savunan taraflar kaybettiler. Davalar kaybedilmesine rağmen, evrim kuramı gücünden bir şey yitirmedi. Çünkü, evrim kuramını yasaklayan kararlar açıklandığı anda da, evrimin yasaları işlemeye, yaşam biraz daha değişip çeşitlenmeye devam ediyordu. Kuşkusuz davanın kazanılmasıyla, evrim kuramını savunanlar ve bu anlamda da evrim kuramı politik olarak güçlendi, hukuki-politik bir mevzi kazandı. Ancak, evrim kuramını bilimsel olarak güçlendiren şey, birkaç ay sonra geldi. Ünlü Nature dergisinde yayınlanan bir bilimsel makale, kuramı biraz daha pekiştirdi.

Bilim dünyasının en prestijli akademik bilim dergilerinden Nature’ın 6 Nisan 2006 tarihli sayısında yayınlanan bir makalede, canlı türlerin daha az gelişkin biçimlerden çok daha kompleks biçimlere evrilerek geçtiklerini gösteren ve bu yüzden de, evrim kuramını bir kez daha doğrulayan bir fosil bulunduğu, bilim dünyasına duyuruldu. Makalede, canlıların sudan karaya geçtiklerini gösteren “Tiktaalik roseae adlı fosilin bulguları açıklanıyordu. Kanada’nın kuzey bölgelerinde buzullar arasında bulunan ve makalede ayrıntıları açıklanan Tiktaalik roseae fosili, bundan yaklaşık 375 milyon yıl önce yaşamış, balıkla dört ayaklı ilk kara sürüngenleri arasında yer alan, balık-sürüngen karışımı bir geçiş türünün günümüze ulaşmayı başarmış bir kalıntısıydı. Sürekli, evrim kuramını doğrulayacak “geçiş fosilleri, ara formlar nerede” diye, evrim kuramı ve savunucularını köşeye sıkıştırdıklarını sanan yaratılışçılar ve onların, yeni kılığa girerek söylemlerine bilim çeşnisi katmış müritleri olan akıllı tasarımcılar, böylece bir yara daha aldılar.

Tiktaalik roseae”, ara geçiş fosillerinin ilk örneği değil. Daha önce de, buna benzer, hiç de az olmayan sayıda ara fosil bulunmuştu. Ancak, “Tiktaalik roseae”, bu fosillerin en yeni ve en güçlülerinden biri.

Yaratılışçılar, yüzyıllardır sürdürdükleri tipik davranışlarını, bu kez de yinelediler. En katıksız idealist metafizikçilerden olan yaratılışçılar, uzun yıllar boyunca, kendilerini yanlışlayan her yeni bilimsel gelişme ve bulguyu, önce inkar edip reddettiler. Ancak, bilimdeki söz konusu gelişme ve bulgular artık inkar edilemez denli aşikar hale gelince, –o gelişmenin içini boşaltmayı ihmal etmeden– sessiz bir dönüş yapıp, kabul ettiler ya da etmiş göründüler. O konudaki itirazlarını bir süreliğine geri çekip, başka bir noktaya yöneldiler. Aradan, konu unutulacak kadar zaman geçince, aynı noktaya yeni bir söylemle bir kez daha geri döndüler. Yine böyle oldu. Yaratılışçı ve akıllı tasarımcılar, “Tiktaalik roseae” fosilini de şimdilik reddediyorlar.

Yeni yaratılışçı akıllı tasarımcılar, günümüzde dağlar kadar birikmiş bilimsel kanıt ve yeni bulguları görmezden gelerek, takılmış plak gibi, aynı sözleri bezginlik verecek biçimde sürekli tekrarlayıp duruyorlar: “Bilim evrim kuramını reddetti”; “bilim adamları artık yanlışlığı kanıtlanan evrim kuramını kabul etmiyor”; “evrim kuramı çöktü” vb vb.  Oysa gerçek bunun tam tersi. Özellikle son yıllarda, moleküler biyoloji’den antropoloji’ye, paleontoloji’den jeoloji’ye, doğa bilimlerinin değişik alanlarında elde edilen yeni bulgular, evrim kuramını çökmek bir yana daha da güçlendirdi, daha yıkılmaz hale getirdi. Öte yandan, akıllı tasarımcıların iddialarının aksine, değişik sahalardan, aktif araştırma yapan bilim insanlarının neredeyse tamamına yakını denilebilecek ölçüde ezici çoğunluğu, evrimi kabul edip araştırmalarını buna göre yapıyor. Bir avuç akıllı tasarımcıyı ciddiye bile almıyorlar. Bunun verdiği çaresizlikle, akıllı tasarımcı ve klasik yaratılışçılar, daha da saldırganlaşıp daha fazla demagoji ve yalana başvuruyorlar; daha usta, daha ince, daha Göbelsvari yöntemler kullanıyor; “evrim kuramı çöktü” diye daha bir yüksek perdeden bağırıyorlar.

Son yıllarda şiddetlenmesine rağmen, evrim-yaratılış tartışması yeni değil, çok uzun yıllardır sürüyor. Neredeyse 150 yıldır, iki kuramı savunanlar arasında kıyasıya bir mücadele ve tartışma var. Özüne baktığımızda, bu tartışma, aslında 150 yıldan da eski. Yüzlerce, hatta binlerce yıldır, insan ve doğanın açıklanması sürecinde, idealizmle diyalektik materyalizm arasında süre gelen bir tartışma.

Sözünü ettiğimiz bu tartışma, bugün, birkaç istisna dışında, esas olarak bilimin içinde ya da bilim insanları arasında süren bir tartışma değil. Çünkü, bugünkü biçimiyle, 150 yıldan beri süren tartışmanın evrim tarafında hemen sadece bilim insanları bulunurken, karşı tarafında, neredeyse sadece din adamları, idealist felsefeciler ve politik iktidarlara ideologluk yapan politikacı ve stratejistler; ve ek olarak, günümüzde, ABD’deki neo-muhafazakar iktidar ve tekel yöneticilerince büyük paralar eşliğinde desteklenen düşünce kuruluşları (think tank) ve bu kuruluşlarca para yağdırılan birkaç idealist akademisyen yer alıyor.

Kökleri çok eskilere dayanan bu büyük tartışmanın, bugün için, bilimin kendisi ve bilimin içindeki tartışmalar açısından fazla bir önemi yok. Yukarıda belirtildiği gibi, bizzat araştırma içindeki bilim insanlarının çok büyük çoğunluğu, tartışmayı ciddiye almadan kenardan gülümseyerek izlemesine rağmen, konu, bilimsel değilse de, ideolojik olarak oldukça önemli. Bu yüzden, burada birçok yönüyle ele alınmayı hak ediyor. Bu önemi nedeniyle, bu yazıda, evrim kuramını doğrulayan bilimdeki yeni bazı bulguları ele almaya çalışacağız. Ancak, doğadaki değişiklik ve çeşitliliği açıklayan evrimi doğrulayan yeni bilimsel bulgulara geçmeden ve klasikleşmiş yaratılışçı belli başlı birkaç iddiayı yanıtlamaya girişmeden önce, geriye gidip, kuramın ve sözünü ettiğimiz tartışmanın ortaya çıkışını, bunları yaratan koşulları ve tartışmanın son 150 yıllık tarihsel gelişim sürecini mümkün olduğunca kısa biçimde ele alalım.

DARWİN ÖNCESİ EVRİM KURAMI

Evrim düşüncesi, kuşkusuz Darwin’le ortaya çıkmadı. Bugünkü anlamında modern evrim düşüncesi, günümüzden 150-200 yıl kadar önce, Erasmus Darwin, Jean-Baptiste Lamarck, William Charles Wells, Alfred Russel Wallace ve Charles Darwin gibi bilgin ve yazarlar tarafından geliştirildiyse de, genel olarak evrim fikrinin ilk adımları, Darwin’den binlerce yıl öncesinde, Antik Yunan’ın felsefecileri, atomcular, Demokritos ve Epikuros, hatta onlardan çok daha önce yaşamış olan ilk felsefecilerden Anaksimandros tarafından atılmıştı. Özellikle atomcular, doğanın, güneş, dünya, yaşam, insan, uygarlık ve toplumun, herhangi bir doğaüstü güç ya da kutsal müdahale olmaksızın, çok uzun bir zaman dilimi içinde, yavaş yavaş ortaya çıktığını söylüyorlardı. Hatta, Epiküroscu okulun izleyicilerinden, atomcu Lukretios, yazdığı “Nesnelerin Doğası Üzerine” adlı şiirinde, bitki ve insan dahil hayvanların, dünya üzerinde nasıl ortaya çıktıklarını anlatıyordu. Evrim fikri, Hintli, Çinli ve çok daha sonraları Arap felsefeciler tarafından da ele alındı. Örneğin, Arap doğa bilginlerinden, optiğin babası da sayılan El-Basri, yazdığı kitaplarında, ışık ve optik kurallarının yanı sıra canlıların nasıl evrimleştiklerini de açıklamaya çalıştı. El-Basri’den sonra İbni Haldun da, yaratılışla iç içe anlatsa da, yine de, canlıların evrimini açıklamaya çalışıp, insanın, bir çeşit maymun türünden evrildiğini yazdı.

Ortaçağın uzun karanlık yıllarında, birçok düşünce gibi, evrim fikri de unutturuldu. Rönesans’la başlayan süreç içinde, kilisenin etkisi kırılmaya, özgür düşüncenin ilk filizleri yeşermeye, başta antik Yunan ve Arap klasikleri olmak üzere, yüzyıllardır kilit altında tutulmuş kitaplar, batı dillerine çevrilmeye başladı. Rönesans ve reform dönemlerinin entelektüel heyecanı, olaylara ve doğaya, kutsal kitapların yazdıklarından farklı bakılabileceği fikrini geliştirdi. Teolojik–semavi açıklamaların yerini, giderek akılcı, dünyevi açıklamalar aldı. Evrim terimini, ilk kez, İngiliz Sir Matthew Hale, 1677’de, Demokritos ve Epiküros’un materyalist atomcu düşüncelerini eleştirirken kullandı. Evrim düşüncesi, bundan sonra, adım adım geliştirildi. İsveçli doğa bilimcisi Carolus Linnaeus, insanları, maymunların da aralarında bulunduğu primatlar sınıfı arasına koydu. Linnaeus’la aynı dönemde, ama Fransa’da yaşamış olan Georges-Louis Leclerc (Kont Buffon), 18. yüzyılın son çeyreğinde, 1778’de yayınladığı kitabında, güneş sisteminin oluşumunu inceliyor ve kilise tarafından 6 bin yıl (M.Ö. 23 Ekim 4004) olarak belirtilen dünyanın yaşını, 75 bin yıl olarak hesaplıyordu. Buffon, Nuh tufanını reddediyor, hayvanların bir anda yaratılmak yerine, zaman içinde evrildiklerini, bazı hayvanların kullanılmayan organlarının köreldiğini ve organların artık sadece izlerinin kaldığını söylüyordu. Buffon, aynı zamanda, insanla kuyruksuz maymunlar (ape) arasındaki benzerliklere de dikkat çekiyor ve bu ikisinin, muhtemelen ortak ataya sahip olduklarını öne sürüyordu. Buffon’un bu görüşleri, kendinden sonrakileri, özellikle de Lamarck ve Darwin’i derinden etkiledi.

Döneminin tanınmış şair, hekim ve doğa bilimcilerinden Darwin’in dedesi Erasmus Darwin, 1796’da yazdığı kitabında, bütün sıcak kanlı hayvanların yeni parçalar geliştirme gücünü edinerek, tek bir kökenden geliştikleri tezini ortaya attı. Erasmus Darwin’den hemen sonra gelen Fransız Jean-Baptiste Lamarck, 1809’da, evrimin, çevrenin etkisiyle kazanılmış karakterlerin sonraki kuşaklara aktarılması yoluyla ortaya çıktığı tezini geliştirdi. Lamarck’tan hemen önce, İngiliz James Burnett de, benzer tezler ileri sürmüştü. Daha da ilginci, Amerikali tıp doktoru ve gazeteci William Charles Wells, 1813 yılında, İngiltere Bilimler Akademisi olarak kabul edilen Kraliyet Topluluğu (Royal Society)’nda, evrimle ilgili bir makalesini okudu. Wells, makalesinde, neredeyse Darwin’le aynı tezleri savunuyordu. Wells, makalesinde, insanların evrimini ve Doğal Seçilim ilkelerini anlatıyordu. Ancak, 1818’de yayınladığı makalesini yaygın biçimde dağıtamadı ve bu yüzden, büyük olasılıkla, Darwin’in bu görüşlerden haberi olmadı. Darwin’in son noktayı koyması için koşullar iyice olgunlaşmıştı.

DARWİN’İN EVRİM KURAMINA ETKİ EDEN SOSYAL KOŞULLAR

Darwin’in kuramına etkide bulunan koşullar, elbette ki, sadece bunlar değildi, ya da esas olarak bunlar değildi. Darwin’in düşüncelerinde, o dönemin sosyal atmosferinin, içinde bulunulan ruh hali ve düşünce sisteminin, dünyayı ve olayları açıklama biçiminin, kısacası, Hegel’in deyimiyle, “çağın ruhu”nun çok büyük rolü oldu.

İnsanın binlerce yıldır sorduğu, “kimiz, neyiz, nereden gelip nereye gidiyoruz?” gibi, insanın özüne ilişkin soruların yanıtları ve doğanın ve olayların açıklanması, bin yıldan fazla süredir, dinle,  teolojik–semavi sistemlerle yapılıyordu. Bu teolojik yaklaşım ve açıklama sistemi, güneş sisteminden canlıların oluşumuna, tarihten sosyolojik olaylara her alanı kapsıyor, bütün düşünce dünyasını yönlendiriyordu.

Rönesans’la başlayıp, Aydınlanmayla hızlanan süreç, bu düşünce sistemini sarstı. Doğaya, dünyaya ve olaylara bakış ve onları yorumlama biçimi değişti. Daha önce teolojinin kapsam alanı içinde bulunan disiplinler, yavaş yavaş ondan ayrılarak, bağımsızlıklarını kazandılar. Özellikle doğa bilimlerinde çok önemli gelişmeler oldu. 1800’lerin ilk yarısında, özellikle de Darwin’in ortaya çıktığı 1859’un hemen öncesinde, doğa bilimlerinde yeni bilgiler bulunup, yepyeni teoriler ortaya atıldı; tek tek bilim dalları ve disiplinler belirmeye başladı. Jeolojide önemli bulgular elde edildi, hücre keşfedildi, enerjinin korunumu ve dönüşümü yasası bulundu, kimyanın yasa ve elementleri belirdi. Sonuçta, daha önce teolojik–semavi yollarla açıklanan olgular, artık dünyevi, rasyonel-akılcı yollarla açıklanır oldular ya da .yeni olgular yeni açıklama tarzını dayattılar.

18. ve 19. yüzyılın görkemli devrimleri, Fransız devrimi, sanayi devrimi, 1848 devrimleri, yalnızca düşünce sistemlerini ve olaylara yaklaşım biçimlerini değil, hayatın istisnasız her alanını değiştirdi, her şeyi alt üst etti. Yaşam biçimleri değişti, eski statüler bozuldu. İlerleme ve gelişme fikri; sıçramalar, patlamalar, evrim, devrim kavramları öne çıktı. Egemen paradigmalar yıkıldı. Hiçbir şey artık eskisi gibi açıklanamaz oldu. Özellikle 1789 Fransız devrimin ardından gündeme gelen laisizm, sadece din ve devlet işlerinin ayrılması gibi bir sonuç doğurmadı, aynı zamanda, daha önceleri her şeyin nedeni olarak tanrıyı gören anlayışın yerine, neden–sonuç ilişkilerini, doğanın kendi içindeki ilişkilerden çıkarma anlayışını da geliştirdi. Her şeyi deney ve gözlemle açıklama; olgulara dayanmayan ve deneyle kanıtlanmayan hiçbir iddiaya inanmama eğilimi, çağın insanının genel ruh hali oldu. Doğa, böylece, düşüncenin referansı haline geldi.

Değişim, sadece düşünce sistemlerinde olmadı. Çok büyük sosyal patlamalar da ortaya çıktı. Sanayi devrimi, kapitalist gelişmeyi hızlandırmıştı. Ancak gelişen kapitalizm ve burjuvazi, beraberinde işçi sınıfını da hızla geliştirmişti. Özellikle sanayi devrimi sırasındaki çok yoğun sömürü altında yaşayabilmek için çırpınan işçi sınıfı, artık dayanamayacak hale gelmişti. Sonunda hareketlendi ve bunun sonucunda hızla sınıf mücadelesi ve savaşları gelişmeye başladı. İngiltere’de önce Ludistler ve daha sonra da Çartist Hareket, Fransa’da Lyon ayaklanması ve ardından bütün Kıta Avrupası’nda patlak veren 1848 devrimleri, yepyeni fikirlerin yayılmasını getirdi. Sınıf mücadelesi, yalnızca siyasi arenada değil, ideolojik–düşünsel alanlarda da sürüyordu. Bu devrimlerin içinden Marksizm doğdu. Darwin, ünlü Türlerin Kökeni kitabını yazarken, Karl Marx ve Friedrich Engels Komünist Manifesto’yu çoktan yayınlamış; Marx, en önemli tezlerinin büyük bir kısmını geliştirmiş; ünlü Kapital’ini yazma işinde önemli yol kat etmişti. Kısacası, doğa bilimleri hızla gelişir, ayrı dal ve disiplinler olarak belirirken, buna bağlı olarak, gücünü esas olarak sınıf mücadelelerinden, doğadan ve doğa bilimlerinden, doğadaki değişme ve çelişkilerden alan diyalektik materyalist felsefe de ortaya çıktı.

Darwin’in kuramını oluşturması için artık bütün koşullar hazırdı. Böylesine düşünce gelişimi, böyle bir sosyal ve politik atmosfer, canlı türlerinin varoluşunu, gelişim ve değişim kavramları ekseninde açıklama girişiminde bulunan Darwin’in düşüncesini de doğurdu. Daha da ötesi, Darwin’in kuramının kolaylıkla benimsenmesinin zeminini yarattı. Artık Darwin’e, sadece, yıllarca süren gezisinden edindiği gözlem ve bulgularını derli toplu bir teoriye dönüştürmek kalmıştı.

DARWIN VE EVRİM KURAMI

1809-1882 yılları arasında yaşamış olan Charles Robert Darwin, İngiltere’de, tıp ve bilimle iç içe, üst-orta sınıf bir ailede doğdu. Dedesi Erasmus Darwin, zamanının oldukça tanınan hekim ve doğa bilginlerinden biriydi. Babası da, yine öyle, tanınmış bir doktordu. Babasının ısrarı üzerine, önce Edinburgh üniversitesinde tıp, daha sonra da, Cambridge Üniversitesinde teoloji okudu. Ancak ikisini de bitirmedi, çünkü gönlü hep doğa bilimlerinde; evrim, zooloji ve jeolojideydi. Dışarıdan bunlarla ilgili dersler aldı; Buffon, Lamarck ve dedesi Erasmus Darwin’in kitaplarını derinlemesine inceledi.

1931’de, 22 yaşındayken, üniversiteyi bırakıp, iki yıllık bir Güney Amerika gezisine çıkacak olan Beagle adlı araştırma gemisine doğa bilimcisi olarak katıldı. Darwin, iki yıl planlanmasına rağmen beş yıl süren gezisi sırasında karış karış dolaştığı Güney Amerika’nın yanı sıra, Pasifik adalarından Galapagos’ta, Yeni Zelanda ve Avustralya’da, çoğu bilim dünyası için yepyeni olan büyük sayıda fosil, canlı organizma ve numune topladı; jeolojik oluşumları yerinde inceledi; karşılaştığı yerli kabileleri yakından gözledi. 1936’da İngiltere’ye döner dönmez, çalışmalarına başladı. Gözlemlerini, dönemin önde gelen bilim insanlarıyla, özellikle de jeoloji ve biyolojinin en önemli temsilcileriyle tartıştı. 1938’e gelindiğinde, kuramı artık kafasında oluşmuştu, ama, kitabını yayınlaması yine de 20 yılını aldı.

Daha İngiltere’ye dönmeden, babası ve arkadaşlarının çabaları ve maceralı gezisi nedeniyle bilim çevrelerinde tanınır olmuştu. Getirdikleri ve döndükten sonraki çalışmaları, bu tanınmışlığını daha da pekiştirdi. Gezi boyunca topladığı değişik fosil, organizma ve numuneleri, üniversite, müze ve değişik bilim topluluklarıyla cömertçe paylaştı. Bilim dünyası için paha biçilmez önemdeki yepyeni fosil ve numuneler, beş yıllık olağanüstü gözlemleri sonucu yazdıkları, yayınladığı bilimsel dergi ve makaleler, dedesinin prestiji ve elbette ki, kendi, babası ve arkadaşlarının ilişkileri, onu, kısa zamanda bilim dünyasında oldukça önemli bir yere oturttu. Başka bilim topluluklarının yanı sıra 1939 Ocağında, İngiltere Bilimler Akademisi – Kraliyet Topluluğu’na üye seçildi.

Her ne kadar dinin ve kilisenin etkisi kırılmış; teolojik düşünce sistemi büyük darbe almışsa da, yine de, dönemindeki bilim adamlarının büyük çoğunluğu, hala kutsal kitaplarda bahsedilen yaratılış olayını bir biçimde kabul ediyordu. Gözlemleri ve geliştirdiği tezlerini tartıştığı pek çok kişi, öne sürdüğü tezleri hayranlıkla dinledikten sonra, “yine de burada ilahi bir şeyler eksik” diyordu. Dini eğitim almıştı. Yaratılış olayına uzun süre inanmıştı, ama gezi sırasında gördükleri ve gözlemleri, inandıklarına kuşku düşürmüştü. Dinle ve az çok dinin etkisindeki bilim insanlarıyla çatışmaya girmekten korkuyordu. Ayrıca, öteki evrimcilerin, özellikle de Lamarck’ın başına gelenlerin kendi başına gelmesinden de çekiniyordu. Canlıların evriminde çevre etkisine büyük önem veren Lamarck, İngiliz bilim çevrelerinden gereken ilgi ve kabulü görmemiş, politik radikal kategori içine sokularak, adeta dışlanmıştı. Bu yüzden, tezlerini yayınlayıp yayınlamama konusunda uzun yıllar tereddüt geçirdi. Bu tereddüt yüzünden, kuramını oluşturma yerine, gezisini, tek tek gözlemlerini anlatan kitap ve makaleler yayınlamayı yeğledi.

1958 yılı yaz başında, İngiliz doğa bilimcisi Alfred Russel Wallace’dan bir mektup aldı. Wallace, yayınlanması için hazırladığı makalesini gözden geçirmesini istiyordu. Darwin makaleyi okuduğunda, şaşkınlığa düştü. Wallace, canlıların nasıl evrildiklerini anlatıyor, evrim mekanizmalarını gösteriyordu. Kendi vardığı sonuçlara, o da varmıştı. Alelacele bir makale yazdı. Wallace’ın vardığı sonuçlara kendisinin çok uzun yıllar öncesinden ulaştığını kanıtlayan değişik kişilerle yaptığı eski yazışmalarını, Wallace’ın makalesiyle birlikte, bilim camiasına sundu. Wallace ve Darwin’in makalesi birlikte okundu. Ama Darwin’in daha fazla oyalanacak zamanı kalmamıştı. Oturup, hızla kitabını yazdı ve ertesi yıl, 1959’da yayınladı.

TÜRLERİN KÖKENİ

Darwin, kısaca “Türlerin Kökeni” olarak bilinen, “Doğal Seçilim ve Yaşam Mücadelesi İçinde Lehte Özelliklerin Korunması Anlamında Türlerin Kökeni Üzerine” adındaki kitabında, çok sayıda örnek göstererek, öz olarak, doğadaki ve canlılar dünyasındaki değişim ve çeşitliliğin nedenlerini ve bunların oluş mekanizmalarını açıklıyordu. Darwin’e göre, doğadaki canlıların tümü, ortak bir atadan evrimleşerek gelmişlerdi ve bu değişim ve çeşitlilikte, en fazla uyum sağlayanın hayatta kalması ilkesinin ifadesi olan doğal seçilim yasası ve hayatta kalma, yani varolma mücadelesi rol oynamıştı.

Kitap çok büyük ilgi gördü. İki hafta içinde ikinci baskısını yaptı. Darwin’in korktukları olmadı. Yazımızın daha önceki bölümlerinde, Darwin ve kuramını ortaya çıkaran koşulları anlatırken sözünü ettiğimiz atmosfer ve düşünce tarzı, Darwin’in kuramının esas olarak kolay benimsenmesinde büyük rol oynadı. Ancak tek etken bu değildi.

İngiliz kapitalizmi sanayi devrimini henüz yapmış, büyük işçi hareketi Çartist hareketten önemli bir yara almadan kurtulmuş, güçlü dönemini yaşıyordu. Serbest rekabetçi kapitalizm, dört bir yanda sömürgelerini artırmaya, egemenlik sahalarını genişletmeye çalışıyordu. Egemen burjuvazi, henüz az çok devrimci dönemlerini yaşıyordu. Bu yüzden de, kilise ile o kadar da içli dışlı değildi. Politik uygulamalarına ideolojik dayanaklar da bulması gerekiyordu. Serbest rekabetçi kapitalizm, pratikte, alabildiğinde rekabet, bu rekabet içinde en güçlü olanın ayakta kalıp diğerlerini yok olması, yani “altta kalanın canının çıkması” vb. demekti. Benzer ilkeler, Darwin’in bitki ve hayvanlar dünyasında da vardı. Bu yüzden, Darwin’in tezlerini değiştirerek, kendi yararına kullanabileceğini gördü. Bu nedenle, kurama karşı çıkmak bir yana sahip çıktı.

Herbert Spencer, bu doğrultuda, Darwin’in, daha çok bitki ve hayvanlar dünyası için ortaya attığı tezleri, insan toplulukları ve toplumsal sorunlarına uyarlamaya; insana ait bütün sosyal kategorileri, Darwin’in tezleriyle açıklamaya çalıştı. Bu çabası içinde Spencer, kötü ünlü, bilinen “Sosyal Darwinizm” akımını geliştirdi. Benzer tezler, 20. yüzyıl başlarında “biyolojicilik”, 1970’lerde “sosyobiyoloji” ve günümüzde de “evrimci psikoloji” gibi değişik ad ve biçimler alarak sürdürüldü, hala da sürdürülüyor.

Darwin’in kuramına tepki, esas olarak kiliseden geldi. Ama saydığımız nedenlerle, bu tepki o kadar da güçlü olmadı. Kilise temsilcileriyle Thomas Huxley gibi Darwin yanlısı bilim insanları, üniversitelerde, bilim topluluklarında, halk toplantılarında, gazetelerde karşılıklı tartışmalara girdiler. Bu tartışmalardan, özellikle Huxley ile Oxford piskoposu arasında uzun süre devam eden tartışma, oldukça ün kazandı. O günlerde başlayan evrim mi-yaratılış mı tartışması bugün de sürüyor.

Darwin, yukarıda sözünü ettiğimiz kaygıları ve Lamarck gibi dışlanma korkusundan, Türlerin Kökeni’nde, insanın evrimi konusunu özellikle dışarıda tutmuştu. Geliştirdiği kuramını, bu yüzden, sadece bitki ve hayvan dünyasıyla sınırladı. İnsanın evrimi konusunu, çok daha sonraları, başka bir kitapta ele aldı.

Türlerin kökenine ilgi gösterenler, yalnızca egemen burjuva sınıfı ve kilise değildi. Marksizm de, Darwin’in evrim kuramına büyük ilgi ve yakınlık gösterdi. Hem Marx, hem de Engels, Darwin’in kitabı çıkarmaz okudular ve okur okumaz da, kuramın, Marksizm ve diyalektik materyalizm açısından önemini hemen fark ettiler. Marx, Engels’e yazdığı mektubunda, Darwin’in kuramının bazı yönlerini eleştirdikten sonra, “benim tarihte yaptığımı Darwin doğa tarihinde yapmış” derken, Engels de, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nda, “Ama doğal süreçlerin art arda zincirlenişine değin bilgimizi dev adımlarla ileri götürmüş olan, özellikle üç büyük buluştur” dedikten sonra, bu üç büyük buluşu, “hücrenin bulunuşu, hücrenin dönüşümü ve Darwin’in evrim kuramı” olarak sıraladı. Marx evrim kuramından öylesine etkilendi ki, neredeyse ömrünü verdiği ünlü kitabı Kapital’i Darwin’e adamak istedi.

BÜYÜK TARTIŞMA: EVRİM–YARATILIŞ TARTIŞMASI

Evrim ve yaratılış yanlıları arasında Darwin’in kitabının yayınlanmasıyla başlayan tartışma, yer yer alevlenip sönerek, varlığını, 1800’lü yılların sonlarına dek İngiltere’de sürdürdü,. Sonra ABD’ye geçti ve o günden beri de, esas olarak hep orada kaldı.

20 yüzyılla birlikte kapitalizm serbestçi rekabetçi döneminden tekelci–emperyalist dönemine geçti ve devrimci yanlarını kaybetti. Gerici eğilimleri öne çıkmaya başladı. Buna ek olarak, ABD özelinde, 20 yüzyılın başları, hızlı bir toplumsal ve teknolojik değişime sahne oluyordu. Özellikle 19 yüzyılın ikinci yarısında aldığı hızlı göçlerle, ABD nüfusu oldukça değişmişti. Yeni göçmenleri Amerikan fikirleri ve değerlerine adapte etmek gerekiyordu. Amerikalılık ve Amerikan değerleri yüceltiliyor, bu yönde radyo ve sinemada, medyada sürekli propaganda yapılarak, Amerikan geleneğine vurgu yapılıyordu. Amerikan geleneğinin temel önemdeki parçası Protestan diniydi ve Amerikalılık ve Amerikan değerlerini yüceltmek adına dini duygular güçlendiriliyordu. Bu bağlamda, 1920’lerde, yirmi eyalette birden, evrim kuramının devlet okullarda okutulmasını yasaklayan 36 yasa kabul edildi. Evrim kuramı, Amerikalılık ve Amerikan değerlerini yüceltme adına yasaklanmıştı. Yasaklar, yalnızca kağıt üzerinde kalmadılar. Giderek etkinleştirilip, tüm ülke çapında yaygınlaştırıldılar. 1925 yılında, evrim kuramını öğrettiği gerektiği gerekçesiyle, John Scopes adındaki öğretmen, yargılandı. “Scopes Maymun Davası” da denilen, ABD tarihinin bu ünlü davası, bir hukuk mahkemesinden çok, evrim yanlılarıyla yaratılış yanlılarının günler süren tartışmasına sahne oldu. Mahkeme ve dolayısıyla tartışma, radyo aracılığıyla tüm ülkeye naklen yayınlandı. Sonunda, John Scopes ve evrim tarafı davayı kaybetti, ama tartışma da daha da şiddetlenip, tüm ülkeye yayıldı. Ondan sonra, evrim ve yaratılışçıları karşı karşıya getirecek mahkemeler, deyim yerindeyse, bir gelenek haline geldi ve 1925 Scopes davasına benzer daha birçok mahkeme görüldü. Son mahkeme, yazımıza başlarken anlattığımız, geçen Aralık ayında Pennsylvania eyaletinin Dover kasabasında sonlanan davaydı.

1960 yıllarda, ABD’de kısmi bir muhalif hareket gelişmeye başladı. Bireysel özgürlük ve daha fazla hak talepleri, savaş karşıtı eylemler giderek artıyor, hareket radikalleşme eğilimi gösteriyordu. Bu muhalif hareketin yönünü başka yönlere kanalize etmek için, uzun süredir sessiz kalmış olan yaratılışçı hareket, yeni bir giysi giydirilip makyaj yapılarak, yeniden piyasaya sürüldü. Radikalleşme eğilimi göstererek gelişen hareket karşında, eski klasik yaratılışçı biçimler etkili olamazdı. Bu yüzden, o güne dek hep bilimi karşılarına almış olan yaratılışçılar, bundan sonra argümanlarında bilimin kavramlarını kullanacaklardı. Bu amaçla, Henry M. Morris adında bir mühendis görevlendirildi. Morris’in, bir incil uzmanıyla birlikte 1961’de yazdığı “Yaratılış Tufanı” adlı kitap öne çıkarıldı. Morris, 1963 yılında “Yaratılış Araştırma Topluluğu”nu, 1970’te de “Yaratılış Araştırma Enstitüsü” (ICR) adlı enstitüyü kurdu. Enstitüye pek çok yerden para yağmaya, güçlü kampanyalar sonucu büyük paralar toplanmaya başladı. Evrim kuramını bilimsel yollardan çürütecek, tanrının varlığını bilimin kavramlarıyla kanıtlayacak yazarlara büyük paralar verileceği duyuruldu. Paralar gelince, kitaplar, makaleler de geldi. Sonunda, kendisini, “yaratılış bilimi” diye adlandıran hareket doğdu.

Tek ilgi alanları ve uğraşları Darwin ve evrim kuramı oldu. Darwin’in evrim kuramı aleyhine ders kitapları yazıyor, popüler kitaplar yayınlıyor, TV programları ve video kasetleri hazırlıyor, yeni yeni araştırma enstitü ve kurumları kurup işletiyor, evrimi savunan bilim adamlarıyla bıkkınlık veren sert tartışmalara giriyor, evrim yanlılarını soru yağmuruna tutuyorlardı.

ABD’deki muhafazakar hareket tarafından yakından desteklenip, üstelik de büyük paralar aktarılınca, çok sayıda kitap, makale, propaganda materyali hazırladılar. Kendilerine “yaratılış bilimi” deyip bilimi kendilerinden ibaret ve ayrıca evrim kuramını kendilerince mahkum ettiklerini sanınca, bunu, “bilim evrim kuramını reddetti” olarak lanse ettiler. Aslında, burada söz ettikleri, kendi “yaratılış bilim”leriydi. Ama bu propaganda yönteminin iyi bir Göbels yöntemi olduğunu fark edip, sürdürmeye karar verdiler. O günden beri de, sürekli “bilim evrim kuramını reddetti”, “evrim kuramı çöktü” deyip duruyorlar.

AKILLI TASARIM

Yaratılışçılar her ne kadar bilimin kavramlarını kullanıyorlardıysa da, yine de, doğrudan kutsal kitaplarda anlatılan yaratılış olayını savunuyor, dünya ve canlıların tanrı tarafından yaratıldığını söylüyorlardı. Sonuçta, ne kadar saklamaya çalışırlarsa çalışsınlar, dini görüntülerini gizleyemiyorlardı.

Bunun üzerine, 1988’den itibaren, yaratılış terimini akıllı tasarımla değiştirdiler. 1990 yılında, Washington eyaletinin Seattle kentinde, Discovery Institute (Keşif Enstitüsü) adlı bir düşünce kuruluşu (think tank) kurdular. O günden bu yana, bu düşünce kuruluşu, daha önceleri “yaratılış bilimi” adı altında yapılan her şeyi, bu kez bilinçli, akıllı ya da zeki tasarım anlamına gelen Intelligent Design adı altında gerçekleştirmeye başladı. Tanrı ve yaratılış kavramlarını kullanmamaya özellikle dikkat ediyorlar. Bu terimlerin yerine, zeki ya da akıllı bir tasarımcı ve akıllı tasarım terimlerini kullanıyorlar.

Akıllı tasarım hareketinin ana tezine göre, doğadaki her şey çok mükemmeldir, çok düzenli, olağanüstü bir yapıdadır. Böylesine mükemmellikte olan bir yapı, evrim gibi, doğal seçilim gibi ya da tesadüfi mutasyonlar gibi yöntemlerle oluşturulmuş olamaz. Bu mükemmel yapı, ancak üstün bir zeka, olağanüstü bir akıl tarafından tasarımlanmış olmalıdır!

Akıllı tasarımcılar sürekli soru soruyorlar. Ama bu soruların yöneldiği tek yer, evrim kuramı ve Darwin’dir. Bunun dışında, bilimin hiçbir alanındaki sorularla ilgilenmiyorlar. Aslında evrim konusunda da gerçeği araştırmak, insan doğasının bilgisine erişmek diye de bir amaçları yoktur. Çünkü bütün çabaları, evrim kuramı ve savunucularını mat etmek, kuramı çökertmiş gibi görünmek üzerinedir. Bu nedenle, akıllı tasarımcıların tez ve sorularının bilimle ilgileri yoktur, bugünkü tartışma, bu yüzden, bilimsel bir tartışma değildir. Akıllı tasarımcı hareket, tümüyle politik bir hareket, tartışma da ideolojik bir tartışmadır. Çünkü akıllı tasarım hareketinin arkasında, ABD’nin neo-muhafazakar, Evangelist Hıristiyan güçleri vardır.

HIRİSTİYAN MÜSLÜMAN YARATILIŞÇILAR KOLKOLA: HARUN YAHYA

ABD’deki yaratılışçı hareketi izleyerek 1990 yılında Türkiye’de de Bilim Araştırma Vakfı (BAV) adında bir vakıf kuruldu. ABD’de, daha önce Yaratılış Araştırma Enstitüsü – ICR bünyesi altında “yaratılış bilimi” adıyla, son 16 yıldır da, Keşif Enstitüsü bünyesinde Akıllı Tasarım adı altında yapılan çalışmalar Türkiye’de de BAV bunyesınde ve Harun Yahya imzası altında yürütüldü. 1970’den bu yana ABD’de uygulanan yöntemlerin neredeyse aynısı Türkiye’de uygulanıyor. Amerikan Hırıstiyan misyonerleri ve neo-muhafazakar ideologların yazdıkları herşey anında Türkçeye çevrilip Harun Yahya imzası atılarak yayınlanıyor. Bedava kitaplar basılıp dağıtılıyor, sergiler açılıyor, video kasetleri yapılıyor.

ODTU profesörlerinden Aykut Kence’nin mart 2002’de Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan makalesinde belirtildiğine göre, ABD ve Türkiye’deki yaratılışçı hareket 1985’lerde o zamanki milli eğitim bakanı Vehbi Dinçerler’in doğrudan devreye girmesi, ve ICR’den resmen yardım istemesiyle kuruldu. ICR’deki hiristiyan misyonerler bu çağrıyı kabul edip Türkiye’de BAV ve yaratılışçı harekete yardım ettiler. ABD tarafının kendilerinin itiraf ettiklerine göre bu doğrudan destek 1998’den bu yana sürüyor.

Yüzlerce kitabına rağmen, bugün öyle görünüyor ki, Harun Yahya hareketi, kendi başına bağımsız bir hareket değildir. Harun Yahya hareketi, ABD’nin neo-muhafazakarlarınca desteklenip yönlendirilen akıllı tasarım hareketinin Türkiye acentası, taşeronudur.

GÖBELS YÖNTEMLERİ

Yaratılışçı ve onların günümüzdeki modern versiyonları olan akıllı tasarımcılar Göbels vari bir çok taktik ve yöntem uyguluyorlar. Bu yöntemlerinin başta gelenlerinden biri, Göbels tipi yalan propaganda, kuşku yaratma ve olmayan bir şeyi defalarca tekrarlayarak inandırma tekniği. Yaratılışçı ve akıllı tasarımcıların istisnasız bütün kitap ve yazılarının neredeyse her sayfasında işlenen, bıktırırcasına tekrar tekrar yinelenen bir iddia var: “Evrim kuramı çöktü”, “bilim evrim kuramını reddetti”, “Bilim adamları artık Darwin’in evrim kuramını savunmuyor” … Bu iddia o kadar tekrar ediliyor ki, konudan haberdar olmayan, bilimdeki gelişmeleri izlemeyen işçi ve emekçi, sokaktaki insan bu yalana bir biçimde de olsa inanmaya ya da en azından “acaba mı” demeye başlar oldu. Oysa bu iddia tümüyle yalan. Evrim kuramının bilim çevrelerinde taraftar yitirdiğine ilişkin tek bir kanıt yoktur. “Evrim kuramının çökmesi”, ya da “bilimin evrimi reddetmesi” veya “yanlışlığını ortaya koyması” bir yana, özellikle son 40-50 yıldır jeoloji ve paleontolojiden zooloji ve antropolojiye, moleküler biyolojiden genetiğe bilimin değişik alanlarında ortaya çıkan yeni bulgu ve bilgiler, kuramı artık hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde doğruladı. Bugün evrim kuramına gönderme yapmayan tek bir biyoloji kitabı ya da dergisi yoktur. Bir biçimde evrimi işleyen onbinlerce akademik bilim makalesi varken, yaratılış ya da akıllı tasarımı konu alan hemen hiç bilimsel makale bulamazsınız. Biyoloji ve tıp alanında bilimsel makalelerin yayınladığı PubMed’de, kısa bir araştırma yapıldığında, evrimle ilgili 177 bin 871 makale çıkıyor. Oysa evrimi karalayan makale hemen hiç yok. ABD Washington Üniversitesinden George W. Gilchrist 2002 yılında binlerce makaleyi tarayarak akıllı tasarım ya da yaratılış kuramına gönderme yapan makaleleri saptamaya çalıştı. Ancak, tek bir makale bile bulamadı. Kısacası, evrim kuramı bugün değil çökmek, tam tersine çok daha güçlenmiştir. Bu güçlenmeyi de kuramı reddettiği iddia edilen bilim sağlamıştır.

Bilim insanlarının Darwini ve evrim kuramını reddetmesi konusuna gelince: İddiaların tam aksine, bilim insanları bugün tarihte hiç olmadığı ölçüde evrim kuramından yana tavır koyuyorlar. Bunu bir kaç rakamla somutlayalım. ABD’de yayınlanan Newsweek dergisi, bundan yirmi yıl önce, 29 Haziran 1987 tarihli sayısında, ABD’de, yer bilimleri ve yaşam – biyolojik bilimleri alanında çalışan bilim insanları içinden 480 bini evrim kuramını savunurken, yaratılışçı teoriyi savunanların sayısı sadece 700 olarak belirtiyordu. Oran yaklaşık 700 kişiye 1 idi. Bugün rakamlar milyonlarla ifade ediliyor.

Geçtiğimiz ekim ayında Avustralya’da sürdürülen bir imza kampanyasının sonuçları açıklandı. Evrim kuramının yanısıra akıllı tasarımcı tezlerin de okullarda okutulma çabalarına karşı açılan kampanyada, akıllı tasarımın bilim olmadığı ve bu yüzden de okullarda bilim derslerinde okutulamayacağını ifade eden imza metnini 70 bin bilim insanı ve bilim, biyoloji, fen bilgisi öğretmeni imzaladı.

ABD’de durum bundan geri değil. Geçtiğimiz eylül ayında, nöbel ödülü sahibi 38 bilim insanı evrim kuramından yana olduklarını açıklayan bir deklerasyon yayınladılar. Tek tek çok sayıda üniversitenin yanısıra, 2006 şubat ayında, bünyesinde 10 milyondan fazla, bilim, teknoloji ve eğitim alanında çalışan bilim insanı, akademisyen, öğretim üyesi, öğretmen, mühendis, doktor, araştırmacı ve teknisyeni barından 70’den fazla kurum, sendika, birlik, bilim topluluğu, oda vb. evrim kuramını savunan bildiri yayınladılar. Burada bunların isimlerini tek tek veremiyoruz. İsteyen bu listeye internetten erişebilir.

Buna karşılık, akıllı tasarımcıların merkezi durumunda olan ABD Seattle’daki “Discovery Enstitüsü”nün, 2001’de dünya çapında imzaya açtığı ve kampanyası hala devam eden “Darwin’e Muhalefet” başlık ve konulu metne, aradan 5 yıl geçmesine rağmen bugüne dek -kendi açıklamalarına göre- sadece 500 akademisyen imza verdi. Buna rağmen, yaratılışçılar hala “bilim evrimi reddetti” demeyi sürdürüyorlar.

SORULAR SORULAR SORULAR

Yaratılışçı ve akıllı tasarımcıların bir diğer yöntemi de soru sormak. Yaratılışçı ve akıllı tasarımcılar akıllarınca evrim kuramı ve savunucularını köşeye sıkıştırmak, ya da sıkıştırmış gibi görünmek için sürekli Sokrates vari sorular soruyorlar. Kitaplarının bazılarının isimleri bile soru üzerine: “50 Soruda Evrim Teorisinin Çöküşü”, “20 Soruda Evrim Teorisinin Çöküşü”, ya da şu kadar soru şu kadar cevap; falan kişiye sorular, filan kişiye cevaplar.

Böyle yapmalarının kuşkusuz bir nedeni var. Bir kere, sorularla, sokaktaki ortalama insanın gözünde, sorgulayıcı oldukları için üstünlüğü ele geçirmiş taraf, gündemi elinde tutan taraf olarak görünüyorlar. Diğer yandan da, bu sorularla gerçekten de gündemi kendileri belirlemiş ve daha da ötesi, kendilerine soru sorulmasını önlemiş oluyorlar. Bu yüzden sorularının ardı arkası gelmiyor. Sormaktaki amaçları yanıt almak, ya da gerçeği aramak ve bulmak değil, soru soran taraf olmuş olmak, kayıkçı dövüşüne dönüştürdükleri münazarada karşı tarafı mat etmek, ya da etmiş görünmektir. Kısacası üzüm yemek değil bağcıyı dövmeye çalışıyorlar.

Kimileri binlerce yıl önce sorulmuş olan bugünkü soruların yanıtlarını bilim bugüne dek defalarca verdi; doğrudan kanıtı olanların kanıt ve bulgularını gösterdi; henüz doğrudan kanıtı olmayanlarıysa ya açıkladı ya da o gün bilindiği kadarıyla açıklamaya çalıştı. Eksik kalan yanıtları da bilimin elde ettiği bulgular kendiliğinden yanıtlamış oldular. Bu yüzden aynı yanıtları bug]n bir kez daha vermenin bilim ve tartışmanın yararı açısından bir anlam ve önemi yoktur. Ancak, yaratılışçı ve akıllı tasarımcılar bilim dünyasında hiç bir güç ve etkiye sahip değillerken, konudan ve bilimdeki gelişmelerden habersiz emekçi yığınlar arasında belli bir etki ve inandırıcılığa sahipler. Bu yüzden, bu evrim karşıtlarının amaç ve taktikleri böylesine belirgin ve sorularının yanıtlanması bilim açısından anlamsız olmasına karşın, biz burada yine de, onların sığ sularına girme pahasına, en azından, bilimde bu konudaki yeni gelişmelerden okuru haberdar etmek ve emekçi yığınların içine düşürülmeye çalışıldıkları yanılsamadan kurtarılmalarına yardım etmek için en ısrarlı sorulardan bir kaçını yanıtlayacağız.

YENİ TÜRLER

Yaratılışçı ve akıllı tasarımcıların en ısrarlı sorularından birisi günümüzde yeni türlerin olup olmadığı sorusudur. Hiç kimsenin yeni oluşan bir tür göremediğini söylerler. Evrim karşıtları, eğer kuram doğruysa evrim hala sürüyor ve bu yüzden de, günümüzde de yeni türler ortaya çıkıyor olmalı dedikten sonra, öyleyse bu yeni türler nerede diye sorarlar. Soru dışarıdan bakıldığında oldukça masum ve mantıklı bir soru gibi görünüyor. Oysa öyle değil. Çünkü evrim kuramı, ve bu kuramı savunanlar hiç bir zaman evrimin çok kısa zaman aralıklarında ortaya çıktığını söylemediler. Kurama göre, bir türün başka türlere evrilmesi, yeni türlerin ortaya çıkması için çok uzun yıllar geçmesi, çok fazla sayıda kuşak yetişmesi gerekir. Yeni türler, bir anda ya da üç beş veya onlarca, yüzlerce yılda değil, binlerce ve hatta bazı türlerde yüzbinlerce yıllık bir süreçte; çoğu türde binlerce, yüzbinlerce kuşaktan sonra  ortaya çıkarlar. Böylesine uzun zaman dilimleri söz konusu olduğundan yeni tür oluşumunu biyolojik evrim açısından çok kısa bir an sayılabilecek günümüzde gözlerimizle görmemiz neredeyse olanaksızdır. Çünkü yaşam süremiz uzun bir zaman dilimi gerektiren canlıların evrimini ayrıntılı göremeyecek kadar kısadır. Buna rağmen evrimleşme hızları yine de türden türe değişkenlik gösterir.

Canlı türlerinin yaşam süreleri biribirlerinden çok farklıdır. Bu süreye bağlı olarak çoğalma hızları, yani bir kuşaktan yeni bir kuşağın oluşması için geçmesi gereken zaman dilimi de değişkenlik gösterir. Örneğin farenin ömrü yaklaşık 2 yıl kadarken kedinin 14-15 yıl, maymunun 40, insanın 70-80, kaplumbağanın 150, bazı balina türlerininse 200 yıl kadardır. Bu değişik yaşam süreleri onlardan yeni kuşaklar oluşma sürelerini de etkiler. Yine örneğin yeni doğan bir farenin erişkin hale gelip yavru doğurması için 4-5 aylık bir süre yeterken, yani fareler her 4-5 ayda bir çoğalabilirken, bu süre meyve sineğinde bir kaç hafta, insanda ortalama 20 yıl, bakterideyse sadece yirmi dakikadır. Bu nedenle, değişik canlılarda yeni türlerin ortaya çıkma hızları da değişir. Memelilerle kıyaslandığında oldukça basit yaşam formları sayılabilecek bakteri ve virüs gibi türlerde aynı süre içinde çok daha fazla sayıda yeni kuşak oluştuğundan evrim geçirme hızı da fazla olur. Buradan yola çıkarak, yeni türlerin oluşumu, günümüzde, gelişkin canlılarda olmasa da, böyle basit organizmalarda gözlenebilir. Nitekim gözlendi de.

Son 15-20 yılda, AIDS hastalığına yol açan HIV virüsü üzerinde çok sayıda araştırma yapıldı. Moleküler biyoloji’deki gelişmeler ve son yıllarda geliştirilen yeni teknikler bu virüsün adeta herşeyini öğrenmemizi sağladı. Bugün, virüsün ilk doğuşundan şu andaki durumuna, akrabalarından geçtiği yol ve yaptığı bütün yolculuklara dek hemen her şeyi biliniyor. Bu çalışmalar artık çok aleni ve bir o kadar da şaşırtıcı biçimde gösterdi ki, HIV virüsü son 60-70 yıllık dönem içinde evrim geçirdi ve bir türden iki ayrı tür oluştu. Önce bir tane olan HIV virüsünün bugün artık iki ayrı tür haline geldiği kanıtlanmış durumda.

HIV virüsü ilk olarak 1981 yılında, bir zatürre çeşidinde görülen artışla dikkat çekti. Virüs ve yol açtığı hastalık kısa zamanda tesbit edilip, virusa karşı değişik ilaçlar geliştirildi. Her yeni ilaç ve yaşam biçimi değişikliğinde virüs biraz daha değişti ve sonunda bugün iki farklı tür olup çıktı. HIV virüs çeşitlerinden bugün toplanan örnekler 10 ve 20 yıl önceki örneklerle karşılaştırılınca çok büyük farklılıklar bulundu. Genlerinin incelenmesi sonucunda bugün HIV-1 ve HIV-2 diye iki farklı çeşit olduğu görülüyor. Bu her iki çeşidin farklı alt grupları bulunuyor. Batıda görülen ve ilk yıllarda eşcinseller arasında hızlı artışla dikkat çeken çeşit HIV-1 iken, Afrika’da bugün milyonlarca kişiyi etkilemiş durumda olanı HIV-2. HIV-1 iki ana gruba ayrılır. Birinci grup artık hemen her yerde görülür, oysa ikinci grup sadece Kamerun, Gabon ve Ekvador Ginesi’nde etkinlik gösterir. İlk grubun da (HIV-1) 10 alt grubu vardır ve HIV-1A, HIV-1B … diye adlandırılır. HIV-2’nin de böyle alt grupları vardır. Yapılan epidemiyolojik çalışmalar HIV-1’in yayılmaya başlamasının 1940’lara gittiğini gösteriyor. HIV-2’nin yayılması da aynı dönemlere denk geliyor.

Biyoloji türleri biribirlerinden ayırmak için oldukça etkili bir kıstas kullanır. İki canlı eğer birleşip döllenebiliyor ve bu birleşmeden yeni yavru ya da canlılar üreyebiliyorsa o iki canlı ne kadar farklı görünürlerse görünsünler aynı türdürler. Biribirleriyle birleşip üreyemeyenlerse, ne kadar benzerlik taşırlarsa taşısınlan ayrı türlerdir. Çünkü döllenme sırasında anneyle babanın genetik yapıları birleşir ve karışıp harmanlanır. Farklı türlerde bu harmanlanma olmaz.

Konu teknik olduğundan ayrıntıya girmeyeceğiz. Bugün HIV-1 ve HIV-2 kendi alt gruplarıyla birleşebilirlerken, biribirleriyle birleşemiyorlar. Ayrıca her iki HIV çeşidi ve bunların tek tek alt grupları üzerinde yapılan genetik çalışmalar, HIV-1 ve HIV-2’nin genetik yapılarının biribirlerinden çok farklı olduğunu gösteriyor. Bu iki türün alt gruplarıyla aralarındaki genetik farklılık ise az.

Sonuç olarak, yapılan çalışmalar, HIV-1 ve HIV-2’nin son elli 60-70 yılda aynı ortak atadan ortaya çıktıkarak evrimleştiklerini ve bugün artık 2 ayrı tür haline geldiklerini kesin biçimde kanıtlıyor. Virüs veya fare, balina ya da insan, sonuçta biyoloji açısından hepsi de canlıdır. Ne kadar küçük ve farklı olursa olsun HIV virüsu de canlıdır. Eğer virüs evrim geçirebiliyor ve bir türden iki ayrı tür ortaya çıkıyorsa, gayet açık ki, öteki canlılar da evrim geçirebilirler. Üstelik tek örnek virüsler de değil. Yüz yıl önce ilk kez Amerika kıtasına götürülüp ABD topraklarında doğaya salıverilen serçelerin yeni doğa koşullarında, sadece yüz yıl içinde nasıl değiştikleri görülmeye değerdir. Kuzeydeki soğuk bölgelere yerleşen serçeler kısa bacaklı hantal tipler olurken, güneyin sıcak bölgelerindekiler daha uzun bacaklı, zarif çeşitler olup çıktılar. Yine, hepimizin gözleri önünde değişip duran evcil hayvanlar, Kaniş’inden Kangal’ına adeta binlerce çeşidi bulunan apayrı köpekler, çok farklı renk ve biçimde güvercinler yapay da olsa canlıların farklı koşullar altında nasıl da hızla geliştiklerini gösteriyor. Küçücük süs köpeği kanişin atalarının o vahşi kurt olduğunu bugün kim söyleyebilir. Ama genetik kanıtlar bunun böyle olduğunu söylüyor.

ARA YAŞAM FORMLARI – GEÇİŞ FOSİLLERİ

Hem klasik yaratılışçıların hem de daha farklı söylemler kullanan akıllı yaratılışçıların bir diğer ısrarlı sorularından birisi de ara geçiş formlarıdır. Eğer bir tür başka bir türe evrildiyse, bu iki tür arasında bir geçiş olmalı dedikten sonra ısrarla bu geçiş formlarının kanıtlarının gösterilmesini istiyorlar. Ara geçiş formları nerede diye ısrarla soruyorlar.

Yüzbinler ya da milyonlarca yıl önce yaşadıktan sonra soyları tükenip yaşamdan çekilmiş canlıların  kanıtlarını bugün bulup göstermek zordur. Çünkü canlılar öldükten kısa zaman sonra doğa tarafından “yok edilirler”. Bu yüzden böyle canlıların yaşadıkları ancak fosil denilen günümüze dek ulaşabilmiş kemik kalıntılarıyla belirlenebilir. Vücudun diğer parçalarına göre biraz geç de olsa, yine de, diğer parçalar gibi bu kemik kalıntıları da kısa zamanda yok olurlar. Ancak çok uygun koşullar olursa söz konusu kalıntılar günümüze ulaşabilir.

Erişkin bir insan vücudu, uygun koşullarda, sıcak ve nemli bir ortamda üç hafta içinde tümüyle çürüyüp sadece kemiklerinden ibaret kalır. Kemiklerin çürüyüp yitmesi biraz daha zaman alır. Koşullar uygunsa, birkaç yıl sonra, geride kemiklerden de fazla şey kalmaz. Bu durum insan ya da başka herhangi bir canlı türü, bütün organik varlıklar için geçerlidir. Kuşkusuz, bu “yok oluş” sürecinin ayrıntıları ve süresi iklim koşullarına ve cesedin nerede saklanmış olduğuna göre değişir. Bu nedenle, milyonlarca yıl öncesinde yaşamış canlıların kalıntılarının günümüze dek ulaşması çok zordur. Ancak yine de, yer yer, buzullar, kayalar, derin tabakalar arasında sıkışıp kalmış ve bu yüzden de bozulup çürümeye uğramadan günümüze dek korunabilmış, ya da kısmen korunabilmiş bazı fosiller bulunabiliyor.

Ayrıca, geçiş aşamaları her zaman kısa sürerler. Bu durum toplumda da böyledir doğada da. Bir durumdan başka bir duruma geçiş kısa süre içinde gerçekleşir, sonra yine denge sağlanır. Dengenin yeniden bozulmasını gerektiren yeni bir durum ortaya çıkana kadar bu kararlı denge durumu fazla bozulmadan varlığını uzun süre sürdürür. Türlerin evriminde de aynı durum söz konusudur. Zaten az bulunan fosiller içinde ara yaşam ya da geçiş formlarının fosil kayıtlarını bulmak bu yüzden daha da zordur.

Buna rağmen, sözü edilen bu geçiş formlarının fosil kalıntıları hiç az olmayan sayıda bulunabilmiştir. Evrim karşıtları her ne kadar yok deseler de böyle pek çok fosil kanıtı var. En son ve en etkili olanı, geçtiğimiz nisan ayında Kanada’nın kuzeyindeki buzullar arasında bulundu. Canlıların sudan karaya geçtiklerini gösteren, balıkla dört ayaklı sürüngenler arasında yer alan, balık – sürüngen karışımı bir tür olan Tiktaalik roseae yapılan ölçümlere göre günümüzden 375 milyon yıl önce yaşamış. Fosilin ayrıntıları 6 nisan 2006 tarihli Nature dergisinde uzun uzun anlatılıyor.

Ama, Tiktaalik roseae ara geçiş fosillerinin ilk örneği değil. Buna benzer daha hiç de az olmayan sayıda ara fosil elde edildi. Bu ara geçiş formlarının bazılarını sıralayalım. Balıktan hem su hem karada yaşayan amfibyenlere geçişi gösteren ara formlar, Tiktaalik roseae, Osteolepis, Eusthenopteron, Panderichthys, Elginerpeton, Obruchevichthys, Hynerpeton, Tulerpeton, Acanthostega, Ichthyostega, Pederpes finneyae ve Eryops; amfibyenlerden ilk sürüngenlere geçiş aşamasını gösteren Proterogyrinus, Limnoscelis, Tseajaia, Solenodonsaurus, Hylonomus ve Paleothyris; dört ayaklı sürüngenlerden memelilere geçişi gösteren, Protoclepsydrops, Clepsydrops, Dimetrodon ve Procynosuchus; iki ayaklı sürüngenlerden kuşlara geçildiğini gösteren Compsognathus, Protoavis, Pedopenna, Archeopteryx, Changchengornis, Confuciusornis ve Ichthyornis …  “Yürüyen balina” da denilen Ambulocetusu, ilk at türlerini, insan-maymun ortak atadan insana geçişi gösteren çok sayıda ara geçiş türlerinin fosillerini, Ardipithecus, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus’u ve daha diğer pek çok ara form fosillerini saymayı gereksiz görüyoruz.

Evrim karşıtları, kendilerine ne kadar ara form gösterilirse gösterilsin kabul etmiyorlar. Tüysüz kuşlar, tüylü, gagalı sürüngenler, dört ayaklı balıklar, insan maymun karışımı canlıların kalıntıları onlara göre kanıt değildir. “Onlar ara geçiş formu değil, öylece yaratılmış, farklı türlerdir” deyip çıkıyorlar. Aynı tavrı bugün Tiktaalik roseae için de gösteriyorlar, onu da ara form olarak kabul etmiyorlar.

KAMBRİYEN PATLAMASI

Bir diğer konu da kambriyen patlaması. Bütün fosil kayıtları, canlı türlerinin, çok uzun bir sessizlik döneminden sonra, kambriyen dönemi denilen ve jeolojik zaman açısından fazla uzun sayılmayan 542-488 milyon yıl öncesi arası dönemi kapsayan 60 milyon yıllık bir zaman diliminin, özellikle de günümüzden 542 ile 530 milyon yıl öncesine denk gelen dönemde, ani bir sıçrama ya da patlama yaparak çeşitlendiklerini; daha önceleri çok uzun süre boyunca dünyada tek hücreliler hakimken tam da bu sırada birden çok sayıda çok hücreli farklı türün ortaya çıktığını gösteriyor. Buradan yola çıkarak, evrim karşıtı yaratılışıçı ve akıllı tasarımcılar, eğer evrim doğruysa değişik canlı türleri Kambriyen döneminden önce de olmalıydı diyerek, kambriyen döneminin evrimi kuramını değil, canlıların tümünün bir kerede yaratıldıklarını anlatan yaratılışı doğruladığını dile getiriyorlar. Buradan da canlıların kambriyen dönemi denilen dönemde yaratılmış olduğunu ima ediyorlar. Ama kendi hazırladıkları tuzağa kendileri düşüyorlar. Evrimi yanlışlamak için kullandıkları kambriyen patlaması evrim kuramını değil asıl onların tezlerini çürütüyor. Çünkü yaşam, ima ettikleri gibi, kambriyen döneminde başlamış olsaydı o dönemden önce hiç bir canlının olmaması gerekirdi. Oysa kambriyen döneminin 3 milyar yıl öncesinde bile yaşamış, çok basit de olsa bazı canlı türlerinin fosil kanıtları bulunuyor. Yaşam daha oncesinde başlamış -ki kanıtlar bunu gösteriyor- ve onların iddia ettikleri gibi bütün canlılar bugünkü halleriyle ayrı ayrı ve bir anda yaratılmışlarsa kambriyen dönemi gibi bir dönemin olmaması gerekir. Dahası, canlıların ani patlama yaparak kısa süre içinde büyük çeşitlilik gösterdikleri böyle bir değil, üç ayrı dönem bulunuyor.

Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından bir yıl sonra, 1960’da İngiliz jeolog John Phillips, bulduğu fosil kayıtlarını inceleyerek, her biri ani yok oluş ve aşamalı tırmanışlarla izlenen üç doruk noktası belirlemişti. Phillips’in kendi isimlendirmesine göre bunlar, paleozoik (eski yaşam ya da balık çağı), mezozoik (orta yaşam ya da sürüngenler çağı) ve kaneokoik dönem (yeni yaşam ya da memeliler çağı) idi. Bugünkü modern jeoloji bilimi de, buna benzer üç önemli dönem tesbit ediyor. Bunlar, yaklaşık 500 milyon yıl öncesine denk gelen kambriyen dönemi, 400 ile 200 milyon yıl önce arası orta ve geç paleozik dönem ve türlerin daha önce hiç olmadığı ölçüde zengin bir çeşitlilik gösterdikleri yakın dönemdir.

Canlıların uzun süre bir bekleme ya da evrimsel değişiklikleri biriktirme evresinden sonra belli dönemlerde ani sıçramalar göstererek nasıl olup da adeta bir anda çeşitlendikleri sorusunun yanıtını evrim kuramını savunanlar değil, tam tersine buna karşı çıkanlar vermelidir. Eğer canlıları ilahi bir kudret yarattı ya da onların deyimiyle üstün bir zeka tasarladı ise, nasıl oldu da belli dönemlerde böyle sapmalara izin verdi ?

Sorunun yanıtı aslında açıktır. Doğanın her durumunda böyle ani sıçramalar olur. Değişiklikler düz bir çizgi izlemek yerine uzun bekleyiş ya da denge sonrası birden beliren ani sıçramalarla gerçekleşirler. Bu diyalektik yasa, fizikten kimyaya, biyoloji’den tarihe, insan toplumlarından epidemiyolojik salgınlara dek doğadaki her durumda kendini gösterir. Başta biyolojik yaşam olmak üzere doğadaki bütün gelişme ve değişmeler bu diyalektik yasalar doğrultusunda işlerler. Kambriyen patlaması, diyalektiğin bu yasasının canlıların evrimini de yönlendirdiğini gösteriyor.

Bu durum üstelik yeni bir şey değil. Canlıların evrimi açıklayan yalnızca Darwin’in evrim kuramı değildir. Darwin’in kuramının açıklamakta zorlandığı bazı yanları açıklamaya çalışan başka kuramlar da vardır. Bunlardan biri de, aslında tam da burada anlattığımız diyalektik yasayı ifade eden maya çalışan ABD’li bilim insanları Harvard’lı ünlü evrim savunucusu Prof. Stephen Jay Gould ile Niles Eldredgein 1972’de ortaya attıkları “Punctuated Equilibrium” (Kesintili Denge) kuramıdır. Bu kurama göre, canlıların evrimi düz lineer bir çizgi izlemez. Evrimsel değişikliklerin hiç ya da çok az olduğu uzun denge dönemleri vardır. Evrimdeki değişiklikler, bu uzun denge dönemlerini kesen ani sıçramalarla gerçekleşir, ve yine yeni bir denge durumu oluşur. Bu denge, yeni bir kesinti ya da sıçramaya dek sürer. Yukarıda örneklerini verdiğimiz gibi, jeoloji ve paleontolojideki kanıtlar, biyolojik evrimde gerçekten de böyle uzun denge dönemleri ve bu dönemleri kesintiye uğratan ani sıçrayışlar olduğunu gösteriyor.

Dünyanın jeolojik evrimi ve fosil kayıtlarına bakıldığında canlıların kambriyen döneminde patlama yapmasının hiç de tesadüfi olmadığı gözlüyoruz.

Yapılan ölçümlere göre dünya günümüzden yaklaşık 4.6 milyar yıl (4 milyar 570 milyon yıl) önce oluştu. Süreç içinde soğuyarak zaman içinde yavaş yavaş bugünkü halini aldı. Başlarda uzun süre yaşam olmadı. İlk canlılar günümüzden 3.5 – 3.9 milyar yıl önceki bir dönemde ortaya çıktılar. İlk canlı türleri, tek hücreli çekirdeksiz prokaryotlar, muhtemelen de bakterilerdi. Bulunan en eski prokaryot fosili, bu anlamda da en yaşlı canlı 3.5 milyar yaşındadır. Tek hücreli canlı türleri hızla çeşitlense de yine de kambriyen dönemine dek dünyaya egemen olan bu tek hücrelilerdi.

Öte yandan jeolojik araştırmaların gösterdiğine göre, dünyadaki kara parçaları ile deniz ve okyanuslar bugünkü durumunda değillerdi. Yeryüzü tarihinde karalar uzun dönem bir arada, tek bir dev kıta olarak bulundular. Bu dev kıta bir kaç kere parçalandı ve kopan parçalar biribirinden uzaklaştı. Parçalar daha sonra başka biçimlerde yeniden birleşti ve daha başka kıtalar, ve dev bir tek kıta meydana geldi. Yer yüzünün bugünkü halini alması, yakın zamanlarda oluştu. Bu kıtaların kutuplara yakın bölgelerde bir araya geldiği dönemlerde çok uzun yıllar süren buzul çağları oluştu. Öyle ki, bu buzul dönemlerinden birinde buzullar ekvadorun 5 derece yakınına kadar yaklaştılar. Kısacası bütün yeryüzü çok uzun süre buzullarla kaplıydı. Dünya tarihinde böyle belli başlı dört ana buzul dönemi bulunuyor. Bu dönemlerden en uzunu olan kambriyen döneminin öncesine rastladı ve yaklaşık 1 milyar yıl sürdü. Kambriyen döneminin hemen öncesinde tek bir kıta halinde birleşmiş ve buzullarla kaplanmış olan karalar biribirlerinden ayrılıp değişik yanlara dağıldılar. Yeni kıta ve okyanuslar oluştu. Buzullar eridi. Bu dönemde çok büyük bir değişiklik daha oldu. Dünyada oksijen miktarı ve yoğunluğu arttı. Büyük olasılıkla, oksijen miktarı ve yoğunluğundaki artış ve uzun buzul dönemiminin sona erişi uzun zamandır birikmiş ve patlamak için fırsat kollayan evrimsel değişiklikleri tetikledi. Çok sayıda canlı türü, jeolojik açıdan bir an sayılabilecek 10-15 milyon gibi kısa bir zaman diliminde ortaya çıkıp hızla çeşitlendi. Benzer patlamalar daha sonra da oldu. O dönemlerin öncesinde de benzer koşullar vardı.

MÜKEMMELLİK

Yaratılışçı ve bugünkü akıllı tasarımcıların bugün aslında tek bir tezleri var. Bütün söylemleri bu temel teze dayanıyor. Bu tezlerine göre, canlılar, özellikle de insan akıl almaz bir mükemmellik ve olağanüstü bir karmaşık-kompleks yapı sergiler. Hücreden DNA’ya, savunma sisteminden beyne, atomun yapısından gözlere, doğadaki her yapıda, her yerde böyle olağanüstü bir ahenk, mükemmel bir işleyiş ve hiç bir biçimde, evrim dahil başka hiç bir güç tarafından oluşturulamayacak ölçüde karmaşık ama gelişkin bir düzen vardır. Böylesine karmaşık ama gelişkin bir yapı mutasyonlarla, evrimsel değişiklerle oluşturulamaz. Bu kadar mükemmel bir yapı ancak doğa üstü ilahi bir güç tarafından yaratılmış; şimdiki akıllı tasarımcılara göre de üstün bir zeka tarafından tasarımlanmış olmalıdır. Başka türlüsü mümkün değildir.

Bu temel noktayı somutlayan ana tezleri de akıllı tasarımcı teorisyenlerinden ABD’li biyokimyacı Michael Behe tarafından ortaya atılan ve adına “indirgenemez mükemmellik” ya da “indirgenemez karmaşıklık” denilen tezdir. Aslında bu tez Michael Behe tarafından değil, 250 yıl önce, 1750 yılında, Barbados’taki St. Lucy papazı Griffith Hughes tarafından, Barbados’un Doğal Tarihi adlı kitabında ortaya atıldı. Behe’nin yaptığı, bu eski tezi alıp yeni isim vererek piyasaya sürmek oldu. Bu teze göre, canlılardaki mükemmel düzen tam da olması gereken biçim ve ölçüdedir; ne bir fazla, ne bir eksiktir. Bu yapının bir parçası dahi eksik ya da bozuk olsa sözkonusu mükemmel yapı çalışamaz. Tezlerini kanıtlamak için en fazla verdiğikleri örnek gözler ve kamçılı bakteriler olduğu için biz de burada bu iki örnekten yola çıkalım.

Canlı doğası, özellikle de insan biyolojik yapısı ve süreçleri elbetteki gelişkin ve yetkindir. Bu yapı ve süreçlerde doğadaki sayısız etken ve koşul içiçe geçip biribirini etkilediğinden aynı zamanda, bir yerde olağanüstü denilebilecek ölçüde karmaşık ve komplekstir. Ama mükemmel midir? Hayır, değildir. Sadece olması gerektiği biçimdedir, o kadar. Gelişkin de olsa bir yapı ve sürecin işleyebilmesi için hiç de mükemmel olması gerekmez. Uzağa değil insana baktığımızda bunu rahatça görürüz.

Olağan üstü denilen gözler o kadar da mükemmel değillerdir. Mükemmel olmadıkları için bunca insan gözlükle dolaşıyor; bunca insan ölüyor; bunca insan ve yakını kanserden bir sürü kalıtsal hastalığa acı çekiyor. Bu yüzden, mükemmel denilen DNA’da hergün binlerce arıza, kodlama hatası oluşuyor.

Mükemmel denilen gözlerimizle, çiçekte biz yalnızca tek bir çeşit beyaz görürüz. Oysa örneğin arılar, ultraviyole ışınlarını da gördüklerinden bizden daha başka beyazlar da görürler. Bizim gördüklerimizi köpek ve kediler görebilmiş olsalardı muhtemelen, “dünya ne kadar da renkliymiş, ne güzellikler kaçırmışız” diye hayıflanırlardı. O kadar mükemmel olmasa bile, küçük boyuttaki bir göz de işini gayet iyi yapabilir. Farelerin gözleri, bedenlerinin boyutu göz önünde alındığında insanlarınkinden büyüktür. Örümceğin gözüyse fareyle kıyaslandığında hem çok basit, hem de çok küçük kalır. Ama, örümceğin gözü, düşmanının uzaklığını farenin gözünden otuz kat daha iyi tanımlar. Fare kadar ayrıntılı göremez ama uzaklığı ondan daha iyi tanımlar. Çünkü onun esas olarak bu uzaklığı hesap tanımlamasına ihtiyacı vardır. Karanlık mağara ve yer altındaki dehlizlerde yaşayan bir çok hayvanın gözleri görmez. Körelmiştir ama yine de gerektiği kadarıyla işini yapar. Bütün canlılar ışığa yönelirler. Tek hücrelilerde göz yapısı yoktur ama onları ışığa yönlendirecek, düşmanlarının saldırısını haber verecek sistemler geliştirilmiştir. Renk körü olan pek çok insan, görme işlevini çok rahat yerine getiriyor: Ehliyet alamama gibi bir durumu saymazsak, gözlerindeki bozukluk bir çok renk körünün hayatını etkilemez bile.

Kulaklarımızın durumu da böyledir. Bir çok hayvanın duyduğu sesleri bizler duyamayız. Ama bizden çok daha mükemmel kulak yapılarına sahip olan hayvanlar da yaşarlar bizler de yaşarız. O kadar da mükemmel göz ve kulaklara sahip olmadığımızın farkında bile değilizdir. Çok daha başka renkleri göremesek de, dünya ne kadar da renli ve güzel diye mutlu oluruz. Kısacası, akıllı tasarımcıların “indirgenemez karmaşıklık” tezinin aksine bizde ve birçok hayvandaki organlar o kadar mükemmel olmasalar da yine de bir sorun çıkarmadan, ya da önemli bir sorun çıkarmadan işlevlerini yerine getirirler. Evrim, en mükemmelini değil, elindeki malzemeye göre ancak yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışmıştır, daha fazlasını değil. Bu da o canlının yaşamını sürdürmesine yetmiştir. Yetmediği yerde, zorunlu olarak evrim devreye girip ya daha gelişkin bir yapı ortaya çıkarmış, ya da o türü yok etmiştir.

Michael Behe’nin iddiasına göre, bakterinin kamçısı o kadar mükemmeldir ki, bu yapının tek bir noktası dahi eksik ya da bozuk olsa çalışamaz. Oysa durum hiç de öyle değildir. Bakterinin kamçısı çok sayıda farklı proteinden oluşan moleküler bir motordur. Kamçı, denizaltı pervanesi gibi, bakterinin hareketini sağlayan bir pervane görevi görür. Bakterilerde, kamçı proteinlerini kodlayan genler üzerinde yapılan oynamalar, bu yapıda bozukluk olduğunda bile, kamçının çalıştığını ama dönüşlerini iyi ayarlayamadığını gösteriyor. Yani yapıda bozukluk ya da eksiklik olduğunda, o yapı sorunlu da olsa yine de işliyor. Üstelik daha başka canlı türlerinde daha farklı kamçılar bulunur. O kamçılar hiç de bakterinin kamçısına benzemezler. Ama onlar da işlevlerini düzgün biçimde yerine getiriler, ve onlarda da bir bozukluk olduğunda yapı yarım da olsa yine de çalışır. Görülüyor ki, canlılarda “indirgenemez” bir “mükemmel yapı” değil, aksine indirgenebilir ve o kadar da mükemmel olmayan bir düzen ve işleyiş vardır. Akıllı tasarımcıların kendi örnekleri kendilerini vuruyor.

SONUÇ

Bugün bilimdeki bütün bulgular canlı türlerin evrilerek geliştiklerini, doğada sürekli bir değişim ve dönüşüm olduğunu, evrim olgusunu kanıtlıyor. Biyolojik bilimlerde ortaya çıkan gelişmeler, evrimin moleküler boyutlarını da gösterdiler. Yeni moleküler moleküler bulgular evrimi daha bir doğruladı, gücünü daha bir pekiştirdi. Bugün evrimin doğruluğunu gösteren binlerce örnek, somut bulgu vardır. Biz burada sadece sınırlı bir örnek vermekle yetindik. Evrensel Basım Yayın tarafından bir kaç ay sonra yayınlanacak olan, genetik profesörü Steve Jones’un “Neredeyse Balina Gibi” adlı kitabı, evrim kuramını doğrulayan yüzlerce örnek barındırıyor. Yakında çıkacak olan bu kitaptan evrim, işleyişi ve günümüzde kuramı doğrulayan bilimsel gelişmeler ayrıntılı incelenebilir.

Bugün eldeki mevcut bilgilere, bilimin elde ettiği devasa bilgi ve bulgu birikimine bakıldığında, esas olarak 100 – 150 yıl önce başlamış olan tartışmaların aslında çoktan kapanmış olması gerekirdi. Oysa durum hiç de öyle değil. Tartışma bugün daha şiddetlenmiş durumda. Bunun nedeni kesinlikle bilimdeki yeni kanıtlar değil. Tek nedeni var: Bugün içinde bulunduğumuz toplumsal, politik ve ideolojik koşullar. ABD ve onun neo-muhafazakar iktidarının başını çektiği ve gözlerimizin önünde cereyan eden her alandaki pervasız gericilik ve saldırı.  Başka da nedeni yok.

“Tanrı parçacığı”ndan “büyük patlama”ya fizikte metafizik

İsviçre’deki dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarı CERN’de yapılan deneylerin ilk sonuçları iki ay önce açıklandı. Açıklamayı yapan bilim insanları, yeni bir atom altı parçacık bulduklarının ilk işaretlerini aldıklarını söylediler. Sözü edilen parçacık, uzun süredir aranan ve kendisiyle etkileştiğinde maddeye kütle kazandıran Higgs bozonu. Ancak parçacık henüz kesin olarak bulunmuş değil. Her şey yolunda gider de deneyler beklenen sonuçları verir ve açıklanan ilk gözlemler doğrulanırsa maddenin kütle sorunu adı verilen fiziğin önemli bir sorunu daha çözülmüş olacak.

Medya’da “Tanrı Parçacığı” denilen Higgs Bozonu’nun ilk belirtileri ortaya çıktı çıkmasına ama, deney sonuçlarının açıklanmasının çok öncesinde, CERN’de yapılmakta olan deneyler hakkında bir yığın demagoji ve yanlış bilgi ortalıkta dolanıyordu. Deneyler sırasında koca bir kara delik oluşup hızla her şeyi yutup yok edeceğini, böylece dünyanın sonunun yani kıyametin geleceğini iddia edenler de vardı; bu deneylerin büyük patlama teorisini kanıtlayacağını öne sürenler de; çalışmaların tanrının işaretlerini gösterip, evrenin “başlangıcı”nı yani yaratılışı açığa koyacağını söyleyenler de;. Uzun süredir konuyla ilgili etrafta öylesine yoğun bir toz duman var ki, neyin bulunduğu ya da bulunmakta olduğunu konunun dışındakilerin anlaması neredeyse olanaksız. Konunun uzmanları da açıklamalarını teknik kavram ve matematiksel terimlere boğunca konunun anlaşılması daha bir zor hale geliyor. Öyle bir yanılsama yaratılmış durumda ki, “tanrı parçacığı” diye lanse edilen Higgs Bozonu sanki “maddeyi yoktan var eden” tanrının sihirli değneği. “Ol” deyince her şeyi yaratan bir şey.

Oysa olay hiç de karmaşık değil, aksine çok açık. Higgs bozunu iddia edilenlerden hiç biri değil çünkü. CERN’de bulunmakta olan olan parçacık, kuantumun atom altı dünyasında, maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüşürken etkileşimde bulunarak kütle kazandığı ya da kaybettiği çok küçük bir parçacık. Kısacası, metafiziği ve mistisizmi fiziğe daha fazla sokuşturmak için ısrarla ve bilinçli bir biçimde “tanrı parçacığı” denilen Higgs Bozonu ne sihir, ne de keramet; doğanın işleyiş mekanizmalarından birinin daha açıklanması. Hepsi bu, fazlası değil.

Higgs bozonu’nu açıklarken büyük fizikçi Einstein’dan söz etmeden geçmek doğru olmaz. Einstein genç yaşlarında iki önemli Kurama imza attı: Özel Görelilik Kuramı ve Genel Görelilik Kuramı. Bunlardan Özel Görelilik Kuramı çok yüksek hızlar ve enerji ve maddenin birbirlerine dönüşmeleriyle; Genel Görelilik Kuramı ise kütle çekimiyle ilgilidir.

Özel Görelilik Kuramında Einstein, madde ve enerjinin eşitliğini ve birbirlerine dönüşebildiklerini gösterdi. Maddenin içinde sıkışmış muazzam boyutlarda bir enerji bulunur. Örneğin, 1 gram maddenin içinde 2 bin ton petrol yakıldığında ortaya çıkan enerjiye eşit enerji bulunur. Enstein’in ünlü E=mc2 denklemiyle madde içine sıkışmış enerji miktarı hesaplanabilir; maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüştükleri kanıtlanabilir. Nitekim Eisntein’dan sonra bunun böyle yapılan deneylerle gösterildi. Büyük bilgin bu kuramıyla, çok büyük hızlarda (ışık hızında) hareket eden bir cismin kütlesinin giderek arttığını ortaya koydu. O zamana dek hızı ne olursa olsun maddenin kütlesinin hiç değişmeyeceği sanılıyordu. Einstein tersini gösterdi. Çok büyük hızlara erişildiğinde enerji maddeye dönüşüyor, hızla hareket eden maddenin kütlesi sürekli artıyordu. Aynı biçimde yine yüksek hızlarda madde de dönüşüyordu. Yani yok olduğu söylenen madde aslında yok olmuyor, biçim değiştirerek maddenin bir başka biçimi olan enerjiye dönüşüyordu. Daha sonra yapılan deneylerle, gamma ışınlarının ışık enerjisini maddeye dönüştürerek proton ve pozitron adlı iki ayrı atom parçacığını ortaya çıkardıkları gösterildi. Yine, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları Einstein’ın, maddenin içine sıkışmış dev boyutlardaki enerji öngörüsünden yola çıkılarak yapıldı

Einstein’ın Özel Görelelik Kuramında, enerjinin maddeye dönüşürken, örneğin gamma ışınından proton ve pozitron oluştuğunda, proton ve pozitronun nasıl kütle kazandığı (aynı biçimde 1 adet protonla 1 adet pozitron’dan da 2 adet gamma ışını oluştuğunda kütlenin nasıl “kaybolduğu”) açıklanamıyordu. Fizikteki bu açığı gören felsefi idealistler ve dini çevreler buraya hemen tanrının elini sokuşturuyorlardı.

Kütle sahibi maddelerin, yine maddenin bir başka biçimi olan enerjiden dönüşürken nasıl kütle kazandığı sorusu uzun yıllardır fizikte önemli soruların başında geliyordu. Bunu açıklamak için çeşitli tezler ortaya atıldı. Bu tezlerden birisi de İngiliz teorik fizikçisi Peter Higgs’e aitti. İngiliz fizikçi, 1964 yılında ortaya attığı tezinde, bilinen evrendeki büyük boşluklarda “Higgs Alanı” adını verdiği enerji alanları ve bunların içinde de “Higgs Bozonu” adını verdiği atom altı parçacıklarının bulunduğunu; maddenin bu alandaki Higgs Bozonuyla etkileşime girerek kütle kazandığını öne sürmüştü.* Sürmesine sürmüştü ama bugüne dek Higgs’in bu hipotezi deneysel verilerle gösterilememişti. CERN deneylerinin hedeflerinden biri de Higgs Bozonunu deneysel olarak göstermekti, ki, bugün bu yapıldı, yapılıyor. CERN’de gösterilmekte olan, Peter Higgs’in neredeyse 50 yıl önce ortaya attığı tezlerin deneysel olarak ortaya konulmasıdır.

CERN deneyleri bu mekanizmayı ortaya çıkarmaya başladı; yani Einstein’ın modeliında açıklanamayan enerjinin maddeye dönüşürken nasıl kütle kazandığının yanıtı verilmeye başlandı. Açıklanmaya başlanan mekanizmaya göre, kütle kazanımı ya da yitiminin Higgs Bozonu yoluyla oluyor. Bulunmakta olan budur, daha başka bir şey değil.

Bugün CERN deneyleri bir kez daha gösteriyor ki, maddenin oluşumunu sağlayan doğaüstü bir güç değil, doğanın bir gücü! Üstelik çok çok küçük bir parça. Enerjiye kütle kazandırarak bildiğimiz maddeyi oluşturan bir başka madde. Kısacası CERN deneyleri, doğada hiçbir şeyin varken yok olmadığı ya da yoktan var edilmediğini bir kez daha göstermiştir. Bu da, söylenenlerin aksine metafiziğin ve dinin değil diyalektik materyalizmin, bilimin zaferidir.

CERN’in son açıklama ve bulguları “Büyük Patlama” iddialarını çürütüyor olmasına karşın belirtilen çevreler son bulguların Büyük Patlama modeline işaret ettiğini ifade etmeye devam ediyorlar. Modeli çürüten bunca bulguya olmasına, buna karşılık model lehine neredeyse hiçbir bulgu ve gözlem olmamasına rağmen, yalnızca halk arasında ve medyada değil fizik bilim çevrelerinin önemli kısmında da evrenin açıklaması hala “yamalı bir bohça” olan “Büyük Patlama” modeliyle yapılıyor. Öyle ki, Özgürlük Dünyasının bir önceki sayısında yer alan “Higgs Bozonu ve Yeni Fizik: Genel Bir Bakış” adlı yazısında Dicle Üniversitesi fizik profesörlerinden İrfan Açıkgöz de Büyük Patlama modelini evrenin tek açıklaması gibi gösteriyor. Profesör Açıkgöz, yazısında, “Bilim insanları, evrenimizin 14.9 milyar yıl önce büyük bir patlama (Big Bang) sonucunda oluşmaya başladığı konusunda hemen hemen hem fikirdir. Bugüne değin yapılan çalışmalar (teorik ve deneysel), başlangıca doğru evrenin oluşumunu anlamaya yöneliktir. Astrofizikçilerin diliyle söylersek, bu yönde atılan her ileri adım bizi evrenin başlangıcına bir adım daha yaklaştırmaktadır.” diyor. Bütün bunlar, ister istemez, “Büyük Patlama” denilen modelin kısaca da olsa ele alınmasını gerektiriyor.

BÜYÜK PATLAMA MODELİ NEYİN MODELİ?

Büyük patlama kuramcılarına göre, evren yaklaşık 15 milyar (14.9 milyar) yıl önce büyük bir patlamayla meydana geldi. Bundan önce hiçbir şey yoktu. Herşey bir anda ve yoktan oluştu. İddialara göre patlama anında bugün evrende bulunan herşey tek bir noktada, toplu iğne başından çok daha küçük bir noktada yoğunlaşmıştı. Bir gün geldi öyle güçlü bir patlama oldu ki, o noktadaki her şey bir anda yayılıp evreni doldurdu. Bu patlamayla ortaya çıkan genişleme hala sürüyor. Bu yayılma sırasında galaksi ve yıldız kümeleri, gezegenler, güneş ve dünyamız meydana geldi. Büyük patlamacılara göre bir gün gelecek herşey yine o noktaya toplanıp büyük bir çatırtıyla yok olacak. Ne evren kalacak, ne madde, ne uzay, ne de zaman. Yoktan var olan madde, yine yokluğa karışacak.(!)

Büyük patlama ve büyük çatırtı teorileri aslında, bütün büyük dinlerin sözünü ettiği yaradılış ve kıyamet efsanelerinin daha inandırıcı bir başka söylemle tekrarlanmalarından öte bir şey değil. Tarih boyunca evrenin ne zaman yaratılmış olduğu hep merak edildi. Bütün dinler bu soruya bir yaradılış efsanesiyle cevap verdiler. Hep aynı şey söyleniyordu: O; ol demişti ve her şey olmuştu. Ama bir tarih veremiyorlardı. Tarih vermek, sonraları başladı. Ortaçağın Yahudi alimleri yaratılış tarihini M.Ö. 3760 olarak belirlediler. Bu yüzden Yahudi takvimi bu tarihte başlar. Daha sonra 1658’de, Usser adlı piskopos evrenin M.Ö. 4004 yılında yaratıldığını söyledi.

Ancak milyonlarca yıl öncesinde yaşamış canlılar, milyarlık yaşlarda oluşumlar bulununca, bu iddialar bütün inanırlılıklarını yitirdiler. Bilimsel bulgularla örtüşen yeni bir yaradılış efsanesi gerekiyordu. Tam da burada “Büyük Patlama” modeli imdata yetişti.

1929’da Edwin Hubble yeni bir güçlü teleskop kullanarak, evrenin daha önce sanıldığından çok daha büyük olduğunu gösterdi. Üstelik, daha önce gözlemlenmemiş bir olguyu da fark etti: Evrendeki cisimler ışık spektrumunda ışığın frekansını kırmızıya doğru kayıyorlardı yani bizden uzaklaşıyorlardı. Işık, hareket eden bir kaynaktan gözümüze geldiğinde frekansında bir değişim olur. Bu durum, spektrum renkleriyle ifade edilebilir. Bir kaynak bize doğru yaklaşırken, bu kaynaktan çıkan ışığın frekansının, spektrumun yüksek frekans tarafına yani mor renge doğru kaydığını görürüz. Kaynak bizden uzaklaştığındaysa, spektrumun düşük frekans tarafına yani kırmızı renge doğru bir kayma görürüz. İlk defa Avusturyalı Christian Doppler tarafından geliştirilen ve daha sonra “Doppler Etkisi” olarak adlandırılan bu teorinin astronomiye büyük katkıları vardı. Yıldızlar, gözlemcilere karanlık bir zemin üzerindeki bir ışık deseni olarak görünür. Birçok yıldızın spektrumunun kırmızıya doğru bir kayma gösterdiğini fark eden Hubble’ın gözlemleri, galaksilerin, uzaklıklarıyla doğru orantılı bir hızla bizden uzaklaşmakta olduğu fikrini doğurdu. Hubble evrenin genişlediğini düşünmemiş olsa da, bu yasa Hubble Yasası olarak tanındı.

“Genişleyen evren” hipotezi işte sadece bu yıldızların bizden uzaklaşması gözlemi üzerinde inşa edilmişti. Buradan, eğer evren şimdi genişliyorsa, geçmişte daha küçük olmalıydı fikri doğdu. Buradan da, evrenin tek bir yoğunlaşmış madde çekirdeği olarak başlamış olması gerektiği hipotezi ortaya çıktı. Bütün Büyük Patlama modeli bu kadarcık bir gözlem ve akıl yürütme üzerine inşa edildi, hala da öyle. Böylesine “büyük” bir model, işte böylesine, neredeyse yok denecek ölçülerde küçük bilimsel dayanak ve gözlemlere “dayanıyor. Aslında yukarıda belirtildiği gibi Büyük patlama düşüncesi Hubble’ın fikri de değildi. Bu fikir daha önce Rus matematikçisi Alexander Friedmann tarafından 1922’de ortaya atılmıştı. Daha sonra Belçikalı rahip ve Katolik üniversitesinde fizik profesörü olan Georges Lemaitre ilk defa 1927’de “kozmik yumurta” fikrini ortaya attı.

Aslında Büyük Patlama, bir kuram değil yamalı bir bohçadır. Çünkü tek bir Büyük Patlama modeli yoktur, böyle en az beş ayrı model vardır. Ancak hepsinde de ortak yan, her şeyin bir anda yoktan var edilmesi ve mutlaka bir yaradılış anı bulunmasıdır.

Belirttiğimiz gibi, Hubble önce ilk teoriler 1922’de Friedmann ve 1927’de de Lemaitre tarafından öne sürüldü ama ikisi de hemen çürütüldüler. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra teori başka bir biçim altında ortaya atıldı ama yine çürütüldü. İtibarını kaybeden teori, İkinci Dünya Savaşından sonra yeni bir biçim altında George Gamow ve diğerleri tarafından yeniden canlandırıldı. Yine çürütüldü ama bu kez terk edilmedi. Gamov’un teorisi çürütülünce başka biri çıkıp teoriye yeni yamalar yaptı. Robert Dick “salınan evren” modelini ekledi. Fred Hoyle, Arnas Penzias ve Robert Wilson, yine Robert Dick ve P. Peebles, Alan Guth, Stephen Hawking ve Roger Penrose… Yanlışları gösterilince sürekli birileri ortaya çıkıp teoriyi yeni bir biçime sokup yeni bir yama yamadı. Günümüze dek bu hep böyle geldi.

Bugün savunulan teorinin de bir sürü sorunu var. Örneğin bu teoriye göre, evrende şu kadar madde olması; her uzay metreküpünde on atomluk bir yoğunluk bulunması gerekir. Oysa gözlenebilen evrende söylenen miktarın ancak yüzde biri kadar madde, yani bir metreküpte on değil, on metreküpte bir atomluk yoğunluk bulunuyor. Geri kalan maddenin nerede olduğu açıklanamıyor.

Teorinin ikinci, ama çok daha büyük bir baş ağrısı daha var: 15 milyar yıl önce gerçekleştiği söylenen büyük patlama anından önce evrende hiç bir şey olmaması, 15 milyardan daha yaşlı bir şey bulunmaması gerekir. Oysa 1986’da Havai Üniversitesi’nden Brent Tully devasa bir galaksi kümesi keşfetti. Bu kümenin oluşabilmesi için en az 80 ile 100 milyar yıl geçmesi gerektiği hesaplandı. Teori herşeyin 15 milyar yıl önce oluştuğunu söylüyor ama neredeyse 100 milyar yaşında oluşumlar var. Bir tek bu kanıt bile teoriyi yerle bir ediyor.

Modelin üzerinde yükseldiği “genişleyen evren” modeli yukarıda belirtildiği gibi gök cisimlerinin, yıldız ve galaksilerin bizden uzaklaşıyor olduğu gözlemine dayanıyor. Bu uzaklaşmayı açıklamak için gök cisimlerinin birbirilerini ittiği gibi bilimde yeri olmayan bir görüş ortaya atıyorlar. Oysa gök cisimlerinin itim gücü yoktur, çekim gücü vardır. Kaldı ki, yıldız ve galaksilerin birbirlerinden ve bizden uzaklaşıyor olmaları mutlaka bir genişleme olduğu anlamına mı gelir? Sonsuz, ucu sonu olmayan bir boşlukta dolaşan bu cisimler birbirlerinden açılarak evrenin henüz bilmediğimiz, gözleyemediğimiz bir başka bölgesine doğru yol alıyor olamazlar mı?

Modelin bütün dayanağı kapalı evren modelidir. Onlara göre, evren sınırları, başı ve sonu belli olan bir genişliktir. Bunu da Einstein’ın Genel Görelelik kuramına dayandırıyorlar. Genel görelilik kuramında Einstein, atom altı dünyasının küçüklüğü yerine çok büyük uzaklıklar ve büyüklüklerle ilgilendi, yıldızlar ve gezegenlerin hareketini inceledi. Uzay sanıldığı gibi boş değildir; değişik boyut ve biçimlerde maddeyle doludur. Maddesiz bir alan söz konusu değildir. Çok büyük cisimlerin yine çok büyük kütle çekim güçleri vardır ve bu devasa kütle çekimi, kendisi de bir madde olan ışığı hareket halindeyken kırıp eğer.

Einstein’ın bu kuramından yola çıkılarak, sınırları olan kapalı evren modeli kanıtlanmaya çalışılıyor. Einstein’a göre kütle çekim gücü çevresindekileri çekerek eğip büker. Bu eğme ve bükme evreni birbirinin üzerine kıvırarak küre, yumurta, bükülmüş oluklu levha, vb vb haline getirir diyorlar. Çok büyük cisimlerin güçlü çekim güçleriyle öteki cisimleri çekip eğdikleri doğrudur. Ancak bunun için evrendeki cisimlerin dağılımlarının her yerde aynı olması gerekir. Oysa bugüne dek yapılan bütün gözlemler evrendeki dağılımın düzensiz olduğunu gösteriyor. Böyle olunca da evrenin denildiği gibi eğilip üzerine kapanması mümkün değildir.

Ayrıca, sınırları olan, başı sonu belli olan bir şey mutlaka bir başka şeyin içinde olmak zorundadır. Evren eğer kapalı, sınırları olan bir oluşumsa, bu kapalı evren neyin içindedir? İddia edilen kapalı evrenin içinde olduğu öteki oluşum nedir?

Büyük Patlama Modelinın evreni açıklayan tek evren modeli olduğu iddia ediliyor. Hem bu doğru değildir, hem de, iddia edildiği gibi, model, bilim dünyasının topyekün üzerinde hem fikir olduğu bir modeldir. Büyük patlamanın dışında evreni daha iyi açıklayan modeller de vardı. Örneğin, “Büyük Patlama Hiç Olmadı” adlı kitabı yazarı ve Nobel ödülü sahibi fizikçilerden Hannes Alfven’in “Plazma Modeliı” bunlardan biridir.

Bilim dünyasında, Büyük Patlama Modeli’ne karşı çıkan birkaç “aykırı ses” örneği verelim: .

Hannes Alfven (Nobel ödülü sahibi fizik profesörü): “ Büyük patlama, bir söylencedir, haksızlık etmeyelim, belki de iyi bir söylence. Çünkü bünyesinde bir Hint söylencesi olan çevrimsel evreni, Çin söylencesi olan kozmik yumurtayı, evrenin altı günde yaratıldığını ileri süren İncil söylencesini, Batlamyus’un sonlu evren söylencesini ve daha bir çoğunu barındırma becerisini göstermekte ve bu nedenle bir şeref madalyasını hak etmektedir” ( Problems of Physics and Evolution of the Universe, Academy of Sciences of Armenian SSR, Yerevan, 1978).

Lev Landau (Rus fizikçi): “Büyük patlama’nın kuramsal evrenbilimcileri çok sık yanlış yapıyorlar; ancak yanılabileceklerinden hiç kuşkulanmıyorlar”. (The Lesson of Quantum Theory, Niels Bohr Centenary Symposium, Oct. 3 – 7, 1985, J. de Boer, E. Dal, O. Ulfbeck (eds.), North – Holland, Copenhagen ).

William B. Bonnor (İngiliz Fizik profesörü): “Fiziksel bir süreci betimlemeye çalışan matematiksel bir modelde ortaya çıkan tekillik genellikle kuramın çöktüğüne işaret eder. Böylesi bir durumda bir fizikçinin olağan tepkisi daha iyi bir model aramak olur.”

“Ancak Büyük Patlama yanlıları genellikle böyle bir davranış sergileyemiyorlar. Bazı bilim adamları evrenin genişlemesini tanımlayan anda ortaya çıkan matematiksel tekilliği Tanrı sandılar ve Tanrı’nın evreni o noktada yarattığını düşündüler. Bilimsel sorunlarımıza çözüm ararken işin içine Tanrı’yı sokmamızı hiç uygun bulmuyorum. Bilimde bu tür mucizevi el atmalara yer olmadığı gibi, varlığı, Tanrı’ya inananlar için tehlike yaratır: diferansiyel eşitliklerinizdeki matematiksel tekillikleri daha iyi bir modelle ortadan kaldırdığınızda Tanrı’nız da tekillikle birlikte ortadan kalkar”. (Rival Theories of Cosmology, Oxford Univ. Press, London, 1960).

J. Peebles (ABD ve Kanadalı fizik profesörü): “Büyük Patlama yaradılışın çağımızdaki versiyonudur” (P.J.E. Peebles, Principles of Physical Cosmology, Princeton, USA, 1993).

Görüldüğü gibi, Büyük Patlama, bilim dünyasında yaygın olarak kabul gören değil yaygın olarak propagandası ve yaygarası yapılan bir senaryodur. Bir kuram değil senaryodur, çünkü bileşenleri bilimsel gözlemlerden değil tamamen metafizik öğelerden oluşmaktadır.

Kısacası, Büyük Patlama gibi her şeyi bir anda yoktan var eden bir olay mümkün değildir. Zira zaman gibi evren de sonsuzdur. Ne başlangıcı ne de sonu vardır; sınırı yoktur. Gözleyebildiğimiz evren, asıl evrenin sadece bir bölümüdür. Evren sınırları olmayan sonsuz bir şey olduğundan, iddia edildiği gibi, her şeyi sıfırdan başlatıp giderek oluşturan bir ilk patlama olanaksızdır. Bununla birlikte, evrende süper nova gibi patlamalar, örneğin yıldız patlamaları ve ölümleri bilinen şeylerdir. Evrenin değişik yerlerinde değişik zamanlarda değişik patlamalar olmuş veya oluyor olabilir. Bir yanda bir patlama olmuş, ya da bir oluşum başlamışken diğer bir yanda bir çöküş, ya da bir ölüm oluyor olabilir. Ölen bölgeler biçim değiştirip başka biçimlere dönüşebilirler. Evrende böyle patlamalar da mümkündür, kara delikler de. Ancak söylendiği gibi herşeyi yoktan var eden; öncesinde ne maddenin ne de zamanın olmadığı bir ilk patlama ya da yine dibinde zamanın ve maddenin yok olduğu bir kara delik, veyahut herşeyi yok edecek olan büyük bir çatırtı mümkün değildir, olamaz.

Bu kadar karşı kanıta rağmen, Büyük Patlama hala kesin bir gerçekmiş gibi sunulmaya devam ediliyor. Bilimde, Büyük Patlama’da olduğu gibi, hakkında onu çürütüp yanlışlıyan bunca gözlem ve karşı bulguya karşın hala varlığını koruyan başka bir kuram yoktur. Normal koşullarda bunca gözlem ve olgu karşısında Büyük Patlama modeli çoktan terk edilmeliydi. Bilimin öteki kuram ve modellere uyguladığı yöntem budur; ancak evren tablosunu çok daha iyi açıklayan öteki kuramlar, örneğin plazma kuramı yerine Büyük Patlama modelinde ısrar edilmesi anlamlı ve kasıtlıdır. Çünkü, büyük patlama yaratılışın bilim kılığında sunulduğu metafizik bir modeldir. Çünkü, Büyük patlama bir kez reddedilince yaradılış efsanesi reddedilecektir; bu reddedilince 2500 yıldır bütün gerici sınıfların temel felsefesi olan idealizm büyük yara alacaktır; idealizm yara alınca burjuva sınıfı değişik politikalarına dayanak bulmakta daha zorlanacaktır.

Fizik bilimlerinde bilimin geldiği nokta, CERN’in son açıklama ve bulguları “büyük patlama” iddialarının metafizik – idealist yorumuna olanak tanımıyor, onu çöpe atıyor. Bugün artık insanlık, hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını; maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüşmesinin gizemini açıklayabilir durumdadır. Kalan bazı boşluklar da yeni bulgularla doldurulacaktır. Bu döngü, evreni anlama konusundaki tüm idealist yorumları çürütüyor. Bu da dinin standart modeli “ol”u bütünüyle geçersiz kılıyor. Bilim kendi yoluna devam edip yeni bulgular ortaya koydukça, bilimin, fiziğin alanı büyüyüp genişledikçe, mümkünü yok, metafiziğin ve idealizmin alanı giderek daralacaktır.

 

 


* Leon Lederman 1993’te yayınlanan ve Higgs Bozonu’nu anlattığı popüler bilim kitabının adını hem daha fazla satış yapması hem de fiziğe tanrıyı sokmak için Higgs Bozonu yerine “Tanrı Parçacığı: Yanıt Eğer Evrense, Soru Nedir?” koymuştu. İdealist ve dini çevrelerle egemen medya “Tanrı Parçacığı” adını aldıktan sonra hızla popülerleştirilerek “Tanrı parçacığı” adıyla anılır oldu.Parçacığı” adını çok sevdi. O güne dek tanınmayan Higgs Bozonu kavramı “Tanrı Parçacığı” adını aldıktan sonra hızla popülerleştirilerek “Tanrı parçacığı” adıyla anılır oldu.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑