Son 20-25 yılda, doğa bilimlerinin özellikle biyolojik bilimler alanında önemli gelişmeler ortaya çıkıp bilinenlere sürekli yeni şeyler eklenince, bir anda büyük bir kitap furyası başladı. Moleküler biyoloji, genetik ve sinir bilim gibi yeni dallar hızla popülerleşip moda haline geldiler. Bunun sonucunda, bu alandaki kitaplar daha da çoğalıp çok daha fazla ilgi çeker oldular. İki durum birbirini etkiledi ve yeni kitap sayısı daha da arttı.
Burada, sadece, üniversitelerde konuyla ilgili kişiler için yazılmış akademik başvuru ya da ders kitaplarından söz etmiyoruz. Onların yanı sıra, belirttiğimiz bu kitap furyası içinde, popüler bilim kitapları da denilen, okuyucu kitlesinin bu alanların yabancısı olduğu, az çok kolay anlaşılır bir dille yazılmış pek çok kitap da yayınlandı, yayınlanıyor. Ama aynı durum, ne yazık ki, ülkemiz için geçerli değil. Bizde popüler bilim kitapları bir yana, akademik başvuru ve ders kitaplarının sayısı da çok az.
Ülkemizde, bu türden, sokaktaki insanın hedeflendiği; az çok herkesin anlayacağı bir dille yazılmış popüler bilim kitapları esas olarak iki kesim tarafından yayınlıyor. Bunlardan birinci grubu, daha çok Vural Yayıncılığın Harun Yahya imzasıyla yayınladığı kitapları oluşturuyor. Yaratılışçıların, hepsi de kuşe kağıtlara basılmış, rengarenk çok sayıda şekil ve fotoğrafla süslenmiş ve çoğu kere bedava dağıtılan; “DNA’daki Yaratılış Mucizesi”, “İnsanın Yaratılış Mucizesi”, “Hücredeki Mucize”, “Molekül Mucizesi”, “Protein Mucizesi”, “Hormon Mucizesi”, Savunma Sistemi Mucizesi”, “Atom Mucizesi”, “Evrenin Yaratılışı”, “Evrim Aldatmacası” gibi onlarca, hatta diğerleriyle birlikte sayılırsa, yüzlerce kitabı var. Bu grup konumuzu oluşturmuyor.
İkinci grupta ise, TUBİTAK’ın (Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu) “Popüler Bilim Kitapları Dizisi” adı altında yayınladığı kitaplar yer alıyor. TUBİTAK, bugüne dek bu dizi içinde 177 kitap çıkardı. Çoğu cebe sığacak boyutlardaki kitapların fiyatları da oldukça düşük. Kitaplar, hem kolay anlaşılır, hem ucuz, hem de cepte taşınabildiklerinden, bilime biraz olsun ilgi duyanlar arasında kısa zamanda aranır duruma geldiler.
TUBİTAK’ın bu çabasını, yani kolay anlaşılır kitapları Türkçeye çevirip ucuz fiyatlarla satarak bilimi sokaktaki insana sevdirme uğraşını her şeyden önce takdirle karşılamak gerekiyor. Tek başına bu çaba övgüye değer bir çaba. Ancak aynı övgüyü seçtiği kitaplar için yapamıyoruz. TUBİTAK’ın kitapları içinde iyileri olmakla birlikte, oldukça şaibeli, yanlış ve kafa karıştırıcı olanları da bulunuyor. Dizide, böyle, her şeyin ters yüz edilip insanı yalnızca “gen makinesi”nden ibaret gösterip sadece DNA’ya indirgeyen; insanın toplumsal, davranışsal ve hatta entelektüel bütün etkinliklerini biyolojinin dar kalıplarına sokup onun kavramlarıyla açıklamaya çalışan, Richard Dawkins ve ötekiler gibi bir çok genetik determinist ve sosyobiyolog – evrimci psikolog yazarın kitabı da yer alıyor. Sözünü ettiğimiz kitaplardan biri de, dizinin birinci kitabı olan Mahlon B. Hoagland’ın “Hayatın Kökleri” adlı kitabı.
Popüler bilim kitapları alanında, yaratılışçıların bilimsel olguları ters yüz eden çok sayıda kitabının karşısında neredeyse hiç kitabın bulunmadığı Türkiye’de, zamanında konusunun uzmanı sayılabilecek biri tarafından yazılmış böylesine bir kitap doğal olarak kısa zamanda ilgi topladı; baskı üzerine baskı yaptı. Öyle ki, 1993’te yayınlanan kitap –kötü çevirisine rağmen– 2000 yılında 16. baskısını yapmıştı. Kitap, hücre, DNA, RNA, aminoasitler, protein yapımı, enerjinin kullanımı, virüs ve bakteriler, ilk canlının ortaya çıkışı ve gelişimi, evrim, döllenmeden başlayarak çocuğun oluşumu, kanser … gibi hep merak edilen, ama çoğunlukla da bilinmeyen biyoloji ve genetiğin pek çok konusu anlaşılır bir dille anlatıldığı için, kısa zamanda, materyalist felsefeyi savunduğunu söyleyen bir çok kişi dahil hemen herkesin başvuru kitabı haline geldi. Bununla da kalınmadı, ilgi öylesine abartıldı ki, bilimsel araştırmaların daha fazla yapıldığı ve bilim kitaplarına olan ilginin daha yoğun olduğu ABD ve İngiltere gibi ülkelerde adı dahi bilinmez, kitapçıların raflarından yıllar öncesinden kalkmışken; yüzlerce benzeri bulunan sıradan bir kitaptan öteye gitmeyen “Hayatın Kökleri”, Türkiye’de bazı üniversitelerin moleküler biyoloji ve genetik bölümlerinde öğrencilere önerilen kitaplar listesine bile konuldu. Hiç de hak etmediği halde, bu kadar ilgi uyandırıp herkesin başucu kitabı haline gelince de, zorunlu olarak burada ele alınma durumu doğdu.
BAYAT BİLGİLER – GEÇERSİZ TEZLER
Kitabın yazarı Amerikalı Mahlon B. Hoagland, zamanında konusunun yabancısı biri değildi, bir zamanlar konusu biyokimya olan bir araştırmacıydı. 10 yıl kadar laboratuvarda araştırma yapıp, aminoasit aktivasyonu ve RNA üzerinde çalıştıktan sonra araştırmayı bırakıp babasının kurduğu biyoloji şirketinin başına geçti. Neredeyse 50 yıl önce araştırmadan uzaklaşan Hoagland, bugün de biyolojik bilimlerle ilgili pek ilgi görmeyen kitaplar yazmaya devam ediyor.
Hakkını vermek lazım. Hoagland kitabında, özellikle, tRNA’nın aminoasitleri bir araya getirerek proteinleri yapış süreci ve enerji kullanımı mekanizması gibi kendi konusuyla ilgili bölümlerini iyi anlatmış. Hücredeki temel mekanizmaların açıklandığı bu bölümler için karşı çıktığımız fazla yan yok. Bilinen genel konular. Kim yazsa aynı şeyleri anlatacaktı. Böyle olmasına rağmen, yine de hemen belirtmek gerekiyor: “Hayatın Kökleri” eski bir kitap. Türkçede her ne kadar 1993’te yayınlanmışsa da, ABD’deki ilk basımı 25 yıl önce, 1979’da yapılmış. Yani 1970’lerdeki bilgileri içeriyor. Oysa moleküler biyoloji ve genetikteki bilgiler esas olarak son yıllarda elde edildi. 70’li yıllarda bilinenler henüz çok sınırlıydı. Bu yüzden, genel mekanizmalar az çok aynı kalmasına rağmen, “Hayatın Kökleri”nde yer alan bilgilerin bir kısmı eskidi, geçerliliklerini yitirdi. Örneğin, kitapta, insanda 1 milyon gen olduğu (bazı yerlerde de 200 bin olarak açıklanıyor) iddia ediliyor. Oysa insanın gen sayısının sadece 35 bin civarında olduğu ortaya çıktı.
Kitaptaki bilgilerin eskiliğine rağmen, asıl karşı çıktığımız yan başka: Kitabın tümüne sinen genel bakış açısı. Bu kitapta da her şey DNA olarak görülüyor, her şey DNA’yla açıklanıyor. Bütün biyolojik ve genetik deterministlerde gördüğümüz şey burada da karşımıza çıkıyor. Herşeyin DNA olduğu ve bugün hiçbir geçerliliği kalmayıp yanlışlığı tümüyle kanıtlanan, 70 yıl öncesinin, “klasik”, “bir gen bir protein” ve buna bağlı olarak “bir gen bir fonksiyon” tezi. Hoagland’a gore her şey protein, proteinleri belirleyen her şey de DNA’daki genler.
Aynen şöyle diyor Hoagland: “Kısacası bizi oluşturan ve yaptığımız her şey proteinlere dayanır. Örneğin, kedimi gözlüyorum: bütün kütlesi proteindir: Ne görüyorsam … proteindir. İçindeki her şey de proteindir. Ayrıca kedime çok özel bir kişilik veren her şey de özel proteinlerle belirlenmiştir. DNA’nın yönlendirmesiyle yapılan proteinler birey olmanın, tek olmanın, bütün türlerin … temelidir”.
Hoagland kötü ünlü “bir gen bir protein” tezini başka bir yerde daha açıktan dillendiriyor: “Bir gen, bir protein. … DNA, bir hücrede bulunan değişik proteinler kadar gen içerir (bakteride 2000; insanda 200.000.” Hoagland insandaki gen sayısını burada 200 bin olarak belirtirken, başka bir yerde 1 milyon diyor. “Bir bakteri, canlı yaratıkların en basitlerindendir, 2000 civarında geni vardır. …İnsanın, bakteriden 500 kat fazla geni vardır”. Bilineceği gibi, 2 binin 500 katı 1 milyon eder.
“Bir gen bir protein” ve buna bağlı olarak “bir gen bir fonksiyon” tezi 1930’larda ortaya atıldı; yakın zamana kadar da varlığını sürdürdü. Bu teze göre, her bir proteine karşılık gelen bir tek gen vardı ve bu protein tarafından ortaya çıkarılan fonksiyon da, yine bu aynı gen tarafından belirleniyordu. Böyle olunca da protein sayısı kadar gen olması gerekiyordu. Zaten iddialar da bu yöndeydi. Yukarıda gördüğümüz gibi Hoagland da aynı şeyi söylüyor. “DNA, bir hücrede bulunan değişik proteinler kadar gen içerir (bakteride 2 000; insanda 200.000)”.
30-40 yıl önce insandaki protein sayısının 200 bin civarında olduğu öne sürüldü. O gün bu gün sayı değişmedi. Bugüne dek gerçek protein sayısını belirleyecek kapsamlı bir çalışma yapılmadığından, sayı, günümüzde de 200 bin olarak kabul ediliyor. “Bir gen bir protein” tezi ve belirtilen protein sayısından çıkılarak insandaki gen sayısı önce, Hoagland’ın da kitabında öne sürdüğü gibi, 200 bin olarak tahmin edildi. Sayı sonra giderek indirildi; önce 120 bin, daha sonra da 100 bin yapıldı. Yakın zamana kadar da böyle devam etti. Ancak yakın zamanda elde edilen bulgular 70 yıllık tezi bir günde yerle bir ettiler.
15 yıldır devam eden insan genomunu (insan DNA’sının topyekun sıralanmasını) çıkarma çalışması önceki yıl tamamlandı. İki ayrı araştırma grubu, İnsan Genomu Konsersiyomu ve ABD’deki özel Celera Genomik Şirketi, buldukları sonuçları aynı gün açıkladılar. Nature ve Science dergilerinde yayınlanan uzun makalelere göre, insan genlerinin toplam sayısı 30-36 bin arası. Celera Genomik Şirketi sayıyı birkaç bin daha fazla gösterirken, İnsan Genomu Projesi ekibi sadece 31 bin olarak belirledi.
Herkes şaşırdı tabi. En aşağı 100 bin bekleniyorken, insanın gen sayısı 31 bin ya da daha genel söylersek 35 bin civarında çıktı. Üstelik insanla kıyaslandığında oldukça basit kalan öteki organizma türlerinin kromozom sayıları ve DNA’larının uzunlukları birbirlerinden ve insandan çok çok farklıyken, genlerinin toplam sayıları birbirlerine çok yakın. Özellikle de fareyle insanın gen sayısı neredeyse aynı. İnsanın 31 (ya da 35) bin genine karşılık, farenin gen sayısı 30 bin. Bildiğimiz sineğin 14 bin, solucanın 20 bin, tere otununsa 25 bin. Organizmalar çok farklı olmasına rağmen, gen sayıları arasında büyük farklar yok. Öyleyse –çok açık bir biçimde görüldüğü gibi– her şeyi belirleyen genler değil.
“Bir gen bir protein” ve “bir gen bir fonksiyon” tezi doğru olmuş olsaydı, hem toplam gen, hem de toplam protein sayısı tıpa tıp aynı çıkardı. Oysa ikisinin sayıları birbirlerinden çok farklı. 35 bin gene karşılık –şimdilik bilindiği kadarıyla– en azından 200 binin üzerinde protein bulunuyor. Böyle olunca, sonuçta bir gene karşılık ortalama olarak 6 protein düşüyor. Öyleyse “bir gen bir protein” ve buna bağlı olarak “bir gen bir fonksiyon” tezi doğru değil. Bu olgu, bir genin, farklı durumlarda, farklı proteinler yapmakta olduğu tezini kendiliğinden gündeme getiriyor. Böyle olduğu da günümüzde yapılan çalışmalarla gösteriliyor. Sadece bu tez, insandaki böylesine karmaşıklık, kompleksite, değişkenlik ve değişikliğin; insanla ona göre çok daha basit öteki organizmalar arasındaki –gen sayılarının yakınlığına rağmen– aşikar biçimde görülen bunca farklılığın nereden geldiğini açıklayabiliyor.
FARKLI KOŞULLARDA FARKLILAŞAN GENLER, FARKLILAŞAN SONUÇLAR
İnsan DNA’sı, her biri kısaca A, G, C ve T harflerinden biriyle gösterilen ve ucuca eklenerek giden boydan boya 3.2 milyar nükleotid ya da bazdan oluşan çok uzun ikili bir zincirdir. DNA’daki bu 3.2 milyar harften oluşan diziliminin belli bölümlerindeki belli dizilimlerine gen adı verilir. DNA’daki harf dizilimin hepsi organizmalarda fonksiyonların yapılmasında rol oynayan değişik proteinlerin yapılması sürecine katılmazlar. Bu sürece şimdilik bildiğimiz kadarıyla, sadece, DNA’nın belli bölümleri olan genler katılıyorlar. Genlerin uzunlukları aynı değil; birkaç yüzden bir kaç milyon nükleotid ya da kısaca harfe kadar değişebiliyor.
Canlı organizmalardaki en önemli yapılardan biri de proteinler. Fonksiyonlar çoğu kere proteinler aracılığıyla düzenlenir. Bir protein yapılacağı zaman, DNA’daki ilgili genin ya da o genin bir kısmının benzer bir kalıbı çıkarılır. Bu kalıba taşıyıcı RNA (tRNA) denilir. tRNA, kalıbı hücre çekirdiği dışına, ribozomlara taşır. Orada, o gen ya da genin bir kısmından kopyaladığı şifreye göre, 20 aminoasitten ilgili olanlarını ucuca ekleyerek, peptid zincirlerini yapar. Bu zincirler de, giderek söz konusu proteini oluşturur.
Nasıl proteinlerin yapılma sürecine boydan boya DNA diziliminin tümü katılmaz, belli bölgelerdeki belli dizilimler olan genler katılırsa, aynı biçimde, DNA’daki bir genin RNA kalıbı yapılırken, o genin harf diziliminin tümü baştan sona sırasıyla okunmaz. Burada da, gen diziliminin bazı bölgeleri sürece katılıp kalıbı çıkarılır, bazı bölgeleri katılmadığı için çıkarılmaz. Atlana atlana gidilir. Kalıbı çıkarılan bölgelere “exon”, çıkarılmadan atlanan bölgelere ise “intron” denilir. Bir kısım dizilim, yani bir exon okunup kalıbı çıkarıldıktan sonra, aradaki bölüm atlanarak, çok daha ilerideki bir başka bölüme, yani bir sonraki bir exona geçilip oradan devam edilir; aradaki bölüm, yani intronlar yine okunmaz, kalıbı çıkarılmaz. Bu böylece devam eder, sadece exonlar okunur, intronlar atlanır. Açıklamaya çalıştığımız gen diziliminin exondan exona atlanarak okunmasına splincing, (sıçrama ya da atlama) denilir. İnsandaki genlerin hemen tümünün böyle exon ve intronları vardır. Küçük genlerin az, büyük genlerinse çok exonu bulunur. Örneğin IGF-I geninin 6 exonu varken BRCA1 geninin 24, Titin genininse 178 exonu vardır.
Exon ve intronların bulunmasından sonra, genlerin bir başka özelliği daha ortaya konuldu. Genler, farklı durumlarda, farklı biçimlerde okunuyorlardı. Farklı koşullarda, yalnızca intronlar değil, exonların da bir kısmı okunmuyor atlanıyordu. Yani RNA ve oradan da protein yapılacağı zaman gen okunurken, bazı durumlarda bir genin bütün exonları sırasıyla okunup kalıbı çıkarılmıyordu. Exon’un bir kısmı okunduktan sonra, kalan kısmı okunmadan, bir başka yerine atlanıyor; oradan da, bir başka exonun bir başka yerine geçiliyordu. Böyle olunca da, ortaya, gendeki asıl sıralamadan tamamen farklı, bambaşka bir sıralama ve kalıp çıkıyor; sonuçta da, bambaşka bir protein yapılıp bambaşka bir fonksiyona yol açıyordu. Nihayetinde, bir tek genin farklı farklı varyasyonları olmuş oluyordu. Buna Alternatif Atlama (alternative splicing) denildi. 1978’de bulunan bu özelliğin, o zamanlar, genlerde çok nadir görüldüğü sanıldı. 1994’te, ABD Arizona Üniversitesi’nden Nobel ödüllü Philip Sharp, insan genlerinin yaklaşık yüzde 5’inin böyle alternatif atlamalar yaptıklarını iddia etti. Araştırmalar arttıkça oran da arttı. Avustralya Queensland Üniversitesi’nden Croft ve arkadaşları, 2000 yılında, insan genlerinin en azından yüzde 22’sinin alternatif atlamaları, farklı koşullarda ortaya çıkan farklı varyasyonları olduğunu belirtti. Yeni araştırmalar yapıldıkça, sayı hızla yükselmeye başladı. Sırasıyla, Almanya Max Delbruck Merkezi’nden Brett ve arkadaşları en az yüzde 38, ABD California Los Angeles Üniversitesi’nden (UCLA) Modrek ve arkadaşları yüzde 42, ABD Washington Üniversitesi’nden Kan ve arkadaşları önce yüzde 49 sonra yüzde 55, İnsan Genomu Konsorsiyomu da genlerin en azından yüzde 59’unun böyle farklı varyasyonlar yaptıklarını gösterdiler. Almanya’daki Avrupa Moleküler Biyoloji Laboratuvarı’nın (EMBL) Berlin’deki Max Delbruck Merkezi’nden grup başkanı Juan Valcarcel, bugün, bu oranın yüzde 70’den de fazla olduğunu söylüyor. Görülüyor ki, yıllar geçip araştırmalar çoğaldıkça, genlerin farklı varyasyonlar yapma oranı da çoğalıyor. Buradan yola çıkarak, genlerin tümünün ya da yüzde yüzüne yakınının, farklı koşullarda farklı davranan, farklı varyasyonlar (izoformlar) yaptığını söylemek rahatlıkla mümkün.
Bu farklı koşullar, açıkça çevre koşulları; çoğunlukla da dışsal etkenlerden kaynaklanan koşullar. Örneğin büyüme ve gelişmeyle ilgili genlerden IGF-I geni, bir yaralanma durumunda, yani dokularda bir hasar olduğunda farklı; elektrik akımı verildiğinde farklı; spor yapılıp kaslar çekilip uzatıldığında farklı; soğukta ya da sıcakta çok daha farklı varyasyon ya da izoformlar yapıyor. Yine aynı gen, farklı hücre ve doku tiplerinde farklı atlamalar ve varyasyonlar gerçekleştiriyor.
Bir genin farklı durumlarda ortaya çıkan farklı varyasyonlarının, yani farklı fonksiyonlara yol açan farklı izoformlarının sayısı öyle bir ya da ikiyle sınırlı değil. Bu sayılar birkaç taneden yüzlerce ya da binlerceye, hatta –şimdilik bilindiği kadarıyla– bazı genlerde on binlerceye kadar çıkabiliyor.
Dünyada alternatif sıçramalar üzerine araştırma yapan ekip sayısı fazla olmamasına rağmen, yine de, hızla yeni şeyler bulunuyor. İki yıl önce yapılan bir çalışmada, sineğin (Drosophila) DNA’sındaki sadece bir tek genin, sineğin sinir sisteminde axon denilen hücrelerin düzenlenmesini yapan Dscam geninin böyle 38 bin varyasyon yapıp, farklı durumlarda 38 bin ayrı form ortaya çıkardığı tesbit edildi.
O basit sineğin bir tek geninin bile farklı koşullarda ortaya çıkan 38 bin ayrı çeşiti varsa, sinekten kat kat gelişkin, çok daha karmaşık olan insanın genlerinin ne devesa sayıda biçimlere gireceğinin tahminini okuyucuya bırakıyoruz. Özellikle sinir sistemi ve beyin fonksiyonlarında rol alan genlerde bu sayı, neredeyse tahmin edilemez boyutlara ulaşıyor. Zaten şimdi vereceğimiz örnekte görüleceği gibi, insan hücreleri üzerinde yapılan çalışmalar, bunun, aynen böyle olduğunu gösteriyor.
Memelilerde, beyin ve sinir sisteminde önemli görevler üstlenen neurexin adlı bir protein ailesi vardır. Bu protein NRXN1, NRXN2 ve NRXN3 genleri tarafından kodlanır; yani bu genlere göre kalıbı çıkarılan RNA’lar tarafından yapılırlar. İki yıl önce, ABD Connecticut Üniversitesi’nde, insan NRXN genleri üzerinde yapılan çalışmalarda, NRXN genlerinden sadece birinin 40 bin ayrı formunun olduğu tespit edildi.
Şimdi burada açıkça görülüyor. Sadece bir tek genin, –iç ya da dış– farklı koşullarda 40 bin ayrı biçimde davrandığı, 40 bin ayrı fonksiyona yol açan 40 bin ayrı protein ya da proteinlerin alt birimleri olan polipeptid zincirlerini ürettiği durumda, falan davranış, falan duygu, insanın falan etkinliği. genlere, genetiğe bağlıdır; her şeyi belirleyen DNA ve genlerdir; “ne kadar değişik protein varsa o kadar gen vardır” lafları sadece safsatadır. Bir tek genin 40 bin ayrı izoform ve buna bağlı olarak da 40 bin ayrı protein ya da peptid zinciri yaptığı göz önüne alındığında. yine görülüyor ki, insandaki toplam protein sayısı. öyle bugün söylendiği gibi 200 bin falan da değil. Bu sayının yakın zamanda değiştirilip milyonlarla ifade edileceğini söylemek bir kehanet olmaz. Gayet açık ki, her farklı koşul. genlerle oynayıp onlardan elde edilen kalıpları değiştirerek; o koşula uygun fonksiyonları yerine getirecek proteinleri yapması için bir anlamda kendi genini kendisi “yaratıp”, biçimlendiriyor. Koşullar değiştikçe. genlerin farklı davranmaları da değişiyor.
Rahatlıkla söylenebilir: Mahlon B. Hoagland’ın bütün kitabı boyunca dayandığı, her şeyini onların üzerine kurduğu ana tezlerinin hiç birinin bugün için geçerlilikleri kalmamıştır.
YİNE AYNI McCARTHYCİLİK
Mahlon B. Hoagland, kitabında yalnızca bunları söylemekle kalmıyor. Boyunu aşan, bilmediği gibi, doğrusunu öğrenme zahmetine de katlanmadığı, tarihsel gerçeklerin ters yüz edildiği şeyler de söylüyor. Başkalarından duyup okuduğu yıllar öncesinin McCarthyci yalanlarını kitabında bir kez daha tekrarlıyor. Üstelik bunları doğru bir biçimde, ayrı bir bölüm açarak da söylemiyor. Başka şeyleri anlatırken satır ve paragraflarda birden araya girip birkaç cümle ya da paragraf söyleyip bırakıyor.
Hoagland’ın dedikleri, 50-60 yıldır söylene söylene bitirilemeyen şeylerden öte şeyler değil. Yeni bir şey yok. Kitabının bir yerinde şöyle diyor: “…Sovyetler Birliği’nde genetik ve evrim araştırma ve uygulaması bir şarlatan tarafından denetleniyordu, işe yaramaz bir bilim adamı ama ateşli bir polemikçi olan T. D. Lysenko, önce Stalin’i sonra Kruşçev’i canlılarda kazanılan karakteristiklerin kalıtımla sonraki kuşaklara geçirilebileceğine inandırdı. Bunun aksini savunan bilim adamları, 1930’ların ortalarından 1960’ların ortalarına kadar susturuldular. Bu dönem boyunca hükümet, Lysenko’nun teorilerini izleyerek tropik bitkileri Arktik bölgelere uydurmaya, kış buğdayını bahar buğdayı bölgelerine zorlamaya çalıştı, bu da Rusya’nın tarım verimini altüst etti. Lysenko’nun kavramları, daha başından DNA’nın kalıtımın temel maddesi olma rolünü tümüyle reddediyordu”. Başka bir yerde yine başka şeyleri anlatırken devreye giriyor ve “T. D. Lysenko, Stalin ve Kruşçev, bütün Sovyetler Birliği’ni neredeyse otuz yıl süren bir komik operaya sürüklediler.” diyor.
Uzun yıllardır neredeyse değişmez bir “kural” vardır: Sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne saldıracak olan, saldırısına önce Stalin’e; Sovyet bilimi ve bu bilimin temsil ettiği bilimdeki yeni sosyalist yaklaşıma saldıracak olan da, Lisenko’ya saldırmakla işe başlar. Hangi kitap açılırsa açılsın, sosyalizme ve sosyalist Sovyetler Birliğine bir saldırı varsa ve bu saldırı bilim alanında da sürdürülüyorsa, orada mutlaka, Lisenko’ya da saldırıldığı görülür. 55-60 yıldan bu yana, bu, hep böyledir. O zaman kimdir bu Lisenko, ne yapmıştır, neden bu kadar saldırılmaktadır?
Trofım Deniseviç Lisenko,1948’den 1962’ye dek Sovyetler Birliği’ndeki Tüm Birlikler Lenin Tarım Bilimleri Akademisi başkanlığını yürüten bitki yetiştiricisi, botanikçi ve tarım bilimcisi biridir. Bir dönem genetik araştırmaların sorumluğunu da üstlenmiştir.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa edilmeye başlanmasıyla bilimdeki yaklaşım da değişmeye başladı. Araştırma konuları, toplumun ihtiyaçlarına göre belirlenir oldu. Sosyalist Sovyetler Birliği, biyolojide bilime yeni bir yaklaşım getiriyordu ve bu alandaki yaklaşım, gıderek bilimin öteki alanlarını da etkileyip, o alanlarda da uygulanmaya başlanmıştı. Biyoloji, genetik ve tarım biyolojisindeki genç, sosyalist bilim adamı kuşağı, sosyalizmin yeni bilimci kuşağını temsil ediyordu ve bilim ve araştırmada yeni sosyalist yaklaşımın simgesiydi.
Bilimdeki bu yeni yaklaşım, yalnız Sovyetler Birliği’nde değil, özellikle Batı’da olmak üzere, dünya çapında bilim çevrelerinde hızla etkili olmaya ve sempati yaratmaya başlamıştı. İşte o büyük kapışma da, aslında buradan çıktı. Bilimin ve özelde biyolojinin görevi ne olacaktı? Sadece görmek ve açıklamak mı; yoksa değiştirmek, doğaya egemen olmak, doğayı insanın hizmetine sunmak mı? Araştırma konuları nasıl belirlenecekti; bilim, bilim yapmış olmak için mi yoksa bir sorunu çözmek, bir ihtiyacı gidermek için mi yapılacaktı? Lisenko ve arkadaşlarının temsil ettikleri yeni sosyalist genetik ve tarım bilimcisi kuşağı, bu sorunun cevabını, araştırma konularının insanın ihtiyacına göre belirlenmesi olarak verdiler. Bunu da sözle değil, pratik uygulamaları ile gösterdiler. Bilimin bilim yapmış olmak, araştırmacının araştırmasını sadece kendini tatmin etmek, merakını gidermek ya da kafasına takılan ve kendisine sorun gelen sorunları çözmek için –veyahut da günümüzde olduğu gibi tekellerin isteklerine yanıt vermek için– değil insanın bir gereksinimin giderilmesi, ortaya çıkmış pratik bir sorunun çözülmesi için yapılması gerektiğinde ısrar ettiler. Saflaşma bu anlamda da sürdü. Bilim ve akademi kurumlarının yetkili organlarında mevzilenmiş eski düşünce ve yaklaşımın temsilcileri, yeni yaklaşıma uygun araştırmaları engelleyince ve bu engellemede de ısrar edince, zorunlu olarak, sosyalist yönetim tarafından değiştirildiler. Araştırmanın yönü yeni anlayışa uygun olarak değiştirilmekte olduğundan, buna uygun düşen yeni kadrolaşma de gerekiyordu ve öyle de yapıldı. O kadar yaygarası koparılan ve Hoagland’ın da kitabında sözünü ettiği, “Bunun aksini savunan bilim adamları, 1930’ların ortalarından 1960’ların ortalarına kadar susturuldular” iddiası, işte bilimdeki bu yeni yaklaşıma uygun yeni kadrolaşmanın başlatılması yüzündendir. Bilimde farklı ve yeni bir anlayışı simgeleyen Sovyetlerin yeni ve genç bilimci kuşağının bilim kurumlarının yetkili organlarının yönetimlerine getirilmesi, yıllardır bu kurumlarda mevzilenmiş eski düşüncenin temsilcilerini ve yandaşlarını rahatsız etti ve bu yüzden konu alabildiğine abartıldı, çarpıtıldı ve dünya çapında akıl almaz bir saldırıya dönüştürüldü. Hoagland da kitabında bunu yapıyor; 55-60 yıl önce başlatılan saldırıyı günümüzde de sürdürüyor. Hepsi bu.
Öte yandan, sözünü ettiğimiz dönemde, ortada kıran kırana bir mücadele vardı. Dünya iki kampa bölünmüştü. Bu bölünme ve mücadele, sanıldığının aksine, Doğu ve Batı olarak şekillenmemişti. Başka alanların yanı sıra, bilimde de mücadele, hem Batı’da ama hem de Doğu’da ilericilerle gericiler; iki düşüncenin temsilcileri, ileri düşüncenin temsilcileri ile geri düşüncenin temsilcileri arasında sürüyordu. Daha açık söylersek, Sosyalist Sovyetler’in kendi içinde de iki sınıf ve bu iki sınıfın dünya görüşleri arasında kıyasıya bir mücadele vardı. Bilimdeki işte bu mücadelenin –ki bu da, değişik sahalarda süren mücadelenin alanlarından sadece birisidir– gidişi emperyalist kapitalizmi kaygılandırdığı, mevzi ve prestij kaybettiği için, bizzat Batılı emperyalistler tarafından McCarthycilik ve soğuk savaş gündeme getirildi. Yalan ve demagoji makineleri bu yüzden işletilmeye başlandı; bu yüzden emperyalist kapitalizm tarafından araya demir perde çekildi. İddiaların aksine, bilim adamlarının birbirleri ile yakınlaşmasını, karşılıklı bilgi aktarımı ve işbirliğini engelleyen; bilim adamları arasına demir perde çeken, sosyalist Sovyetler Birliği değil, Batılı emperyalizm oldu.
O dönemdeki tartışmanın özü neydi; Hoagland’ın “işe yaramaz bir bilim adamı” ve “şarlatan” dediği Lisenko ve arkadaşları neyi savunuyorlardı; klasik genetikçiler bunun karşısında ne diyorlardı? Tartışmanın özü aslında oldukça açık ve anlaşılması kolay.
Tartışılan şey, genetiğin –bir anlamda da biyolojinin– temel konusu ve en eski tartışması olan kalıtım ve evrimin oluşma yoluydu. Doğadaki değişikliğin, zengin çeşitlilik ve farklılığın nasıl ortaya çıkıp şekillendiği; canlı organizmanın kalıtsal yapısına dışarıdan müdahale edilip edilemeyeceği, doğanın değiştirilip değiştirilemeyeceğiydi.
Lisenko ve yandaşları, kalıtsal, genetik yapıyı değiştirebilir, evrime müdahale edebiliriz derken; klasik genetikçiler, kalıtsal, genetik yapı sabittir, değiştirilemez tezinde ısrar ediyorlardı. Lisenko ve Sovyetler’in genç yeni genetikçi ve tarım bilimcisi kuşağı içinde yer alan arkadaşları, doğanın sınırlılıklarına boyun eğmeyip, onu değiştirmeye koyulurken; klasik genetikçiler kromozom ve genlere mistik, tanrısal bir rol atfedip, doğaya teslim olmayı öneriyorlardı.
Klasik genetikçiler, organizmayı içinde bulunduğu ortamdan, çevresinden kopuk, tek tek bireyler olarak ele alıp incelerken; Miçurin okulunun izleyicileri olan Lisenko ve arkadaşları, organizmayı çevresiyle birlikte bir bütün olarak ele aldılar. Onlara göre, organizmayı çevresinden, yetiştiği ortamdan ayrı ele almak mümkün değildi. Çünkü, organizma sürekli olarak hem çevresi tarafından etkilenip değiştirilmekte, hem de bizzat çevresini etkileyip değişime uğratmaktaydı. Burada hemen araya girelim. Yukarıda gördüğümüz gibi, bunun böyle olduğu açık; genlerdeki farklı koşulların yarattığı alternatif sıçrama ya da atlamalar ve bunun sonucunda ortaya çıkan farklı izoformlar bu tezi doğruluyor. Böyle olunca, organizmanın kalıtımı ve evrimi, yalnızca kromozomlar ve genlerde olabilecek tesadüfi, rasgele mutasyonlarla değil, –ki Hoagland’ın kitabında savunulan tam da budur; “Hayatın Kökleri”nde organizmalardaki bütün değişiklikler sadece tesadüfi ve rasgele mutasyonlara bağlanıyor– içsel ve dışsal çok sayıda etkenin toplamı tarafından belirlenmektedir. Ek olarak, evrimi, organizmayı etkileyip değiştirebildiği gibi, organizma da, kendi evrimini etkileyip yönlendirebilmektedir. Böyle olunca, organizmanın evrimi ve genetik yapısına dışarıdan müdahale edip değiştirmek mümkündür. Farklı yöntemler kullanılarak, canlı organizmaların kalıtsal, genetik yapıları değiştirilebilir, farklı koşullara uygun yeni yeni türler geliştirilebilir. Lisenko ve arkadaşları, bu görüşe uygun olarak, bitki yetiştiricisi Miçurin’in “Lütufları için doğayı bekleyemeyiz. Onları doğadan çekip almak zorundayız.” sözünden yola çıkarak, doğayı ve yasalarını değiştirmeye; rekombinant DNA teknolojisi, gen tedavisi ve gen mühendisliğinin bugün yaptıklarını, o günden, –bugünkü tekniklerle kıyaslandığında oldukça geri ve ilkel görünen yöntemlerle de olsa– gerçekleştirmeye çalıştılar. Burada önemli olan, zaten teknik değildir. Teknik, kısa zamanda geliştirilip mükemmelleştirilebilir. Önemli olan, yapılmaya çalışılan şeydir.
Hoagland’ın kitabında sözünü ettiği “Lysenko’nun, kavramları, daha başından DNA’nın kalıtımın temel maddesi olma rolünü tümüyle reddediyordu” iddiası, genetik yapının değiştirilip değiştirilemeyeceği tartışması sonucunda Lisenko’ya atfedilen bir yakıştırma. Lisenko’nun kendi söyledikleri değil. Lisenko’nun hiçbir kitabı ve konuşmasında DNA’yı ve DNA’nın kalıtımdaki rolünü reddeden bir satır ya da cümle yer almıyor. Bugüne dek hep aksi söylenmesine rağmen, iddiaları kanıtlayacak tek bir alıntı gösterilemedi. Hoagland da gösteremiyor. Kaldı ki, o dönemlerde DNA hakkında bilinenler henüz çok sınırlıydı. Klasik genetikçiler, “bütün kalıtım maddesi hücre çekirdeği içindedir”, bugünkü anlamıyla söylersek, “hücre çekirdeğindeki DNA’dadır, çekirdeğe müdahale edilemez, bu yüzden de değiştirilemez, kalıtım maddesi sabittir, ancak mutasyonlarla değişebilir” derken, Lisenko ve arkadaşları, kalıtım maddesinin (yani DNA’nın) tümü yalnızca çekirdeğin içinde değildir; bu maddeden hücrenin başka yerlerinde de vardır; kalıtımdan hücre stoplazmasının tümü sorumludur, diyorlardı. Moleküler biyoloji ve genetikte bugün bilinenler, klasik genetikçileri değil, Lisenkoyu doğruluyor. Çünkü çekirdeğin dışında da, hücre stoplazması içindeki mitokondrilerde bir miktar DNA bulunuyor. Bu bir sır değil. Günümüzde mitokondri DNA’ları üzerinde yapılmış çok sayıda araştırma ve yayın var.
Görülüyor ki, ortada bir “şarlatanlık” yok; aksine bilimin temel işlevlerinden birisi olması gereken doğaya, doğanın yasalarına üstün gelme istek ve çabası; bilimin, yaşamını kolaylaştırması için insanın hizmetine sokulması; geleceğe ilişkin derin bir öngörü, rekombinant DNA teknolojisinin günümüzde uyguladıklarının daha o günden öngörülerek gerçekleştirilme çabası ve çalışması var.
SOVYET TARIMI GERÇEKTEN ALTÜST MÜ OLDU?
Gelelim Lisenko ve arkadaşlarının kullandığı yöntemlerin Sovyet tarımının mahfına neden olduğu iddiasına. Bu iddia da çok uzun yıllardır söylenegeliyor. Hoagland, yukarıda da aktardığımız gibi, bu konuda şunları söylüyor: “T.D. Lysenko, önce Stalin’i sonra Kruşçev’i canlılarda kazanılan karakteristiklerin kalıtımla sonraki kuşaklara geçirilebileceğine inandırdı. …Bu dönem boyunca hükümet, Lysenko’nun teorilerini izleyerek tropik bitkileri Arktik bölgelere uydurmaya, kış buğdayını bahar buğdayı bölgelerine zorlamaya çalıştı, bu da Rusya’nın tarım verimini altüst etti.” Şimdi bunu yanıtlayalım. Ama önce Sovyetler Birliği’nin o günkü koşullarına kısaca göz atalım.
Sovyetler Birliği’nin iklimi ve topraklarının geniş bir kesiminin koşulları verimli tarım yapılamaya elverişli değildi. Birçok yerde tarım yapılabilecek gün sayısının sınırlılığı bir yana, Sibirya’nın uçsuz bucaksız toprakları hep kar altındaydı ve bu devasa alanlar boş duruyor, ekim yapılamıyordu. Bir yandan iklim koşulları, bir yandan da toplumsal ve politik koşullar, Sovyet tarımına darbeler vurdu. Devrim öncesi Çarlık politikaları ve Birinci Dünya Savaşı, Rus tarımını yıkıma uğratmıştı. Devrimden hemen sonra, 1920-21 yıllarında hem büyük kuraklık yaşandı hem de iç savaş sürüyordu. Kuraklık ve iç savaş, ve bunların sonucunda ortaya çıkan kıtlık, tarımı ve tarımla geçinen geniş köylü yığınlarını çökertti. 2-3 yıl geçmişti ki, 1924 senesinde çok sert bir yıl oldu. Tahıl üretiminin yüzde 20’si bu sert kışta kayboldu. Yine, 1927-1928 ve 1928-1929 yıllarında üst üste çok ama çok sert iki kış görüldü. Lisenko ve arkadaşlarının uyguladıkları vernalizasyon yöntemine göre ekilmiş 32 milyon akrelik kış buğdayı, bu iki yıllık olağanüstü soğuklarda yok oldu.
Derken 1930’larda, tarımdaki kolektifleştirme kapsamında zengin ve yoksul köylüler arasındaki mücadeleye bağlı olarak oluşan ortamda çok geniş tarım alanları tahrip edildi. Sorunun çözülüp yaraların sarılması zaman aldı. Genç Sovyetler Birliği tam belini doğrultmaya başlamışken, bu kez de devreye Hitler Faşizmi, yani savaş girdi. Alman orduları Sovyetler Birliği’nin en verimli topraklarının bulunduğu bölgelerinde taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadı. Bütün sanayi tesisleri, tarım alanları, büyük çiftlikler yakıldı, yıkıldı. Sağlam bir şey kalmadı. Tahıl üretimi, savaş öncesi seviyenin kat kat altına indi. Bu seviyeye yeniden ancak savaştan 5-6 yıl sonra, 1950-51 yıllarında ulaşılabildi. Yıkım böylesine büyük olmuştu.
İşte bütün bu koşullar altında genç Sovyetler Birliği’nin gıda gereksiniminin acilen giderilmesi, tarımsal üretimin hızla artırılması gerekmekteydi. Oysa yukarıda gördüğümüz gibi ne iklim ne de politik koşullar buna uygun değildi. Doğanın koyduğu sınırlılıkları aşmak, onu yenmek, doğanın yasalarına üstün gelip egemen olmak; olumsuz koşullarda; iç savaş ya da savaşın olmadığı bölgelerde, Sibirya’da, soğukta, kar altında yetişebilecek yeni tahıl türleri geliştirilmek zorundaydı. Başka yol kalmamıştı, tek yol buydu. Bilim, bu ihtiyacı gidermek, sorunu çözmek göreviyle karşı karşıya kaldı. Ülke ihtiyacı bilimden bunu bekliyordu.
Kendilerine diyalektik materyalizmi rehber edinmiş genç Sovyetler’in yeni sosyalist bilim adamı ve tarım uygulamacısı kuşağı “göreve hazırız” dedi; laboratuvarların dört duvarı arasına kapanmak yerine, o güne dek hiç yapılmamış bir yola başvurdu; gereksinimi görüp, pratik ve ihtiyaçtan yola çıkarak kolları sıvadı. Genç akademisyen, araştırmacı ve tarım uygulamacıları, zorlu görevin üstesinden gelmek için, doğrudan canlı pratiğin içine doğru yola koyuldular. Önce, doğayı, Rus köylüsünün yüzlerce yıldır yaptıklarını ve başta Miçurin olmak üzere önde gelen tarım bilimcisi ve ziraat uygulamacısının çalışmalarını izlediler. Sahaya, tarlalara, kolhoz ve üretme çiftliklerine yayılıp deneylere başladılar. Sorunu yerinde gidermeyi yeğlediler. Bu nedenle, Sovyet köylüsü, yanı başında gördüğü yeni, sosyalist genetik ve tarım bilimcisi kuşağına “insan sevenler” adını takarken, laboratuvara kapanmış meyve sineği üzerinde uzun araştırmalar yapan eski klasik genetikçilere “sinek sevenler” dedi.
Yoksa sanıldığı gibi, tahıl bitkilerinin genetik yapısıyla oynayarak sıcak bölgelerde yetişen buğday türlerinin soğuk bölgelerde yetiştirilmesinin o günkü yöntemi olan varnalizasyon yöntemi, Lisenko’nun kafasından çıkmadı. Bunu, Sovyetler Birliği’nin acil ihtiyaçları dayattı. Kaldı ki, bu yöntem, Rus köylüsü tarafından 300 yıldır uygulanıyordu. Lisenko, sadece bunun daha da geliştirilip yaygınlaşmasına önayak oldu.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Hoagland ve ötekiler, bu yöntemin Sovyet tarımını altüst ettiğini söylüyorlar. Onlar gibi sadece iddia etmek yerine, biz burada, rakamlara başvuralım. Aşağıdaki tabloda 1926-28 yıllarındaki tahıl üretimi verimi 100 kabul edilerek o tarihten 1970’e kadar ABD ve Sovyetler Birliği’nin üç yıllık periyotlar içindeki tahıl verimi kıyaslanıyor. Rakamlar ne Sovyetler Birliğinin, ne de her hangi bir sosyalist kurumun rakamları. Vereceğimiz rakamlar, doğrudan ABD’nin resmi rakamları. ABD İstatistik Enstitüsü (U.S. Bureau of Census) tarafından, 1975 yılında, Tarihi İstatistikler (Historical Statistics) adı altında yayınlanmış veriler. İstenirse, ABD İstatistik Enstitüsü’ndeki kayıtlarından, büyük kütüphanelerin arşivlerinden ve internetten bulunabilir. Rakamlar, belirttiğimiz gibi, 1975 yılının rakamları. Bilindiği gibi, 1975 yılı, soğuk savaşın doruklarında olduğu; ABD’nin, resmi-özel, gizli-açık bütün kurumlarıyla Sovyetler Birliği’ni karalamaya ve kötü göstermeye çalıştığı bir dönemdi. Biz bunu göze alarak, yine de, bu rakamları sıralayacağız.
1926-1928 Yılları Temel Alınarak Hazırlanmış Tahıl Üretimi Verimi Tablosu:
Yıllar: ABD: Sovyetler Birliği:
1926-1929 100 (14.83 bushel/acre) 100 (6.69 bushel/acre)
1929-1931 98 104
1932-1934 82 93
1935-1937 87 97
1938-1940 97 113
1941-1944 118 –
1945-1947 118 72
1948-1950 116 106
1951-1953 116 135
1954-1956 128 130
1957-1959 159 172
1960-1963 169 184
1963-1965 175 162
1966-1968 181 213
1969-1970 207 236
Kaynak: ABD İstatistik Bürosu Rakamları, 1975; Tarihi İstatistikler. (Historical Statistics – U.S. Bureau of the Census, 1975)
Tablodan görüldüğü gibi, Sovyetler Birliği’nin tahıl üretimi 1926’dan sonra artmaya başlıyor, ama 6 yıl sonra 1932’lerde yeniden düşüyor. Bu düşüş, yukarıda sözünü ettiğimiz toprakların kolektifleştirilmesi dönemine denk geliyor. 1938’lerde yeniden yükselişe geçerek, savaşın başlamasından hemen önce 113’e çıkıyor. ABD’de ise, tarımdaki düşüş 1929’da başlıyor. ABD’de tam da bu sırada büyük bunalım yılları başladı. ABD tarımı, eski seviyesine, ancak 1940’ların başında erişebiliyor. O yıllarda, Sovyetler Birliği’nde ise savaş başlamıştı. Oysa, aynı dönemde ABD topraklarında savaş yoktu. Bütün bu 45 yıllık süre içinde, ABD tarımını etkileyecek tek olay, 1929-33 bunalımı oldu. Oysa yukarıda anlatıldı, Sovyet tarımı elinde olmayan nedenlerden sürekli kesintiye uğrayıp, yıkıma gitti.
Sovyetler Birliği’nin Savaş sırasındaki tarım üretiminin kayıtları yok. Zaten o yıllarda çok aşağılara inmişti. Ancak savaştan sonra yeniden ayakları üzerine doğrulmaya başladı. Tablodan görüldüğüne göre, 1947 yılında 72’ye erişmiş. Bu sıralar, Lisenko’nun pozisyonunu güçlendirdiği yıllar olmuştu. 1948 yılında bütün genetik araştırmaları ve tarım uygulamalarının başına geçti. Bu yüzden, Lisenko’nun Sovyet tarımını tahrip edip etmediği, bu tarihten görevinden alındığı 1962 yılına kadarki süre içinde değerlendirilmeli. Tablodan görüldüğü gibi, Sovyetlerin tarım üretimi verimi 1947’de 72 iken, 1962’de 184’e çıkmış. Artış yüzde 155 olmuş. Aynı dönemde, ABD’nin tarım ürünlerindeki verimi ise, 118’den 169’a yükselmiş. Buradaki artışsa, yüzde 43.
Rakamlar ortada. Belirttiğimiz gibi, bu rakamlar, üstelik ABD’nin resmi rakamları. Lisenko’nun uygulamalarının tarımı alt üst ettiği söylenen Sovyetler Birliği’nde bu dönemdeki verim artışı yüzde 155 iken, verimliğinin göklere çıkarıldığı ABD’de, aynı dönemdeki artış, sadece yüzde 43. Verimliliği alt üst edildiği söylenen Sovyetler’in tahıl verimi, verimliği övülen ABD’nin veriminin 4 katı. Verimliliği alt üst olan sakın ABD olmasın? Acaba Hoagland, ABD diyecek yerde yanlışlıkla Rusya mı dedi?
Her şey ortada. Hoagland’ın kitabında söyledikleri de, günümüzün gerçekleri de. Görülüyor ki, herkesin kaynak gösterdiği, baskı üzerine baskı yapan “Hayatın Kökleri” kitabı, kendisine verilen bu değeri hiç de hak etmiyor. Kitap, hem dayandığı bilgiler geçerliliklerini yitirdikleri için eski; hem savunulanların tam tersi kanıtlandığı için yanlış, hem de bizzat kendi ülkesinin kayıtları söylediklerinin aksini söylediği için kasıtlı, art niyetli ve yalan dolu bir kitaptır. Bilim; bilginin, gerçeğin peşinde koşmaktır. Hogland gerçeği söylemiyor. Bu kitaptan, bilime yönelen genç kuşakların öğrenecekleri bir şey yoktur.