Güney Afrika, ANC nereden nereye

BUGÜNÜN GÜNEY AFRİKASI

1980’lerin sonu ve 90’ların başında Güney Afrika, dünya üzerinde olumlu haber alınabilen nadir ülkelerden biriydi. Irkçı apartheid rejimi nihayet halkın onlarca yıllık örgütlü mücadele­siyle sonunun geldiğini kabul etmiş, Afrika Ulu­sal Kongresi’yle (ANC) masaya oturmuştu. 27 yıl cezaevinde tutulan ve halkın gözünde efsanevi bir yere oturan Nelson Mandela, 1990’da serbest bırakılmıştı. Demokratik bir Güney Afrika için Batılı emperyalistlerin de desteklediği görüşme­ler başlamış ve nihayet 1994’te ANC’nin katılabi­leceği ve tüm yurttaşların oy kullanabileceği se­çimlerin yapılması kararlaştırılmıştı. Bu, 46 yıllık apartheid rejiminin resmen lağvedilmesi anlamı­na geliyordu. Nitekim ANC, 1994 seçimlerinden yüzde 62 oy oranıyla çıktı ve Nelson Mandela da yeni Güney Afrika’nın ilk devlet başkanı oldu.

Marksist olmasa bile bir ölçüde Marksizm­den etkilenmiş ve onlarca yıl süren mücadele içerisinde çeşitli sınavlardan geçmiş olan “kim­lik” temelli bir halk hareketinin, Güney Afrika gibi kıtanın en önemli ülkelerinden birinde ik­tidara gelmesi kuşkusuz az buz bir şey değildi. Nelson Mandela’nın liderliği de herkese umut aşılayan bir başka gerekçeydi. Ancak aradan ge­çen 20 yılı aşkın süreye rağmen Güney Afrika Cumhuriyeti, halkın yoksulluk, işsizlik, gelir eşit­sizliği gibi en temel problemlerinin ağırlaşarak devam ettiği bir ülke olmaya devam ediyor.

Rakamlarla somutlarsak, Afrika’nın en zengin kaynaklarına sahip ülkelerinden biri olan Güney Afrika Cumhuriyeti’nde nüfusun yüzde 25’i işsiz. Genç işsizlik oranı yüzde 60’ı buluyor. 52 mil­yonluk ülkede 26 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yalnızca Johan Rupert ve Nicky Oppenheimer gibi kapitalistlerin malvarlığının toplamı bu 26 milyon kişiden daha fazla! Gini endeksine göre, ülke, gelir eşitsizliği sıralama­sında 0.77’yle zirvede! Evsizlik büyük bir sorun. Ülkede her yıl 500 bin tecavüz vakası yaşanı­yor! Liste acı rakamlarla uzatılabilir, gerçeğin ne olduğuysa değişmeyecektir: ANC iktidarı halkın eşitlik özlemine yanıt vermedi, veremiyor.

Dünyanın en gerici devletlerinden birine kar­şı mücadele verirken önemli soru işaretlerini “devrimden sonraya” bırakan ANC, apartheid rejimini ortadan kaldırdıktan sonra bu soruların yanıtlarının ne olduğunu açıkça ortaya koydu. ‘Ulusal demokratik devrim’ süreci boyunca takı­nılan ‘herkesi kapsayıcı’ tavır, iktidarın ele geçi­rilmesiyle beyaz kapitalistlerle ve kendi bağrın­dan çıkardığı küçük siyah kapitalistlerle sonsuz işbirliğine evrildi. Aynı zamanda ‘ulusal demok­ratik devrim süreci’nin devam ettiği ve bunun bazı hassasiyetler içerdiği şeklindeki propagan­da da devam ettirildi ve yoksul, emekçi taban ‘sı­nıfsız imtiyazsız kitle’ masalıyla uyutuldu. Tıpkı Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası genç Cumhuriyet Türkiye’sinde olduğu gibi. Zaferle birlikte, hatta daha zafer elde edilmeden başlayarak, “kimlik” temelli ve burjuva önderlikli bütün ulusal, ırkçı­lık karşıtı vb. hareketlerin başına geldiği gibi…

Bugüne gelindiğinde, ülkede gericiliğin, nüfu­sun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturan göçmenlere karşı ırkçılığa varacak derecede palazlandığını görüyoruz ki, Güney Afrika’yı yeniden gündemi­mize getiren de bu. 2008’de 62 kişinin canına mal olan yabancı düşmanı saldırıların ardından, Nisan 2015’te, ‘Yabancılar işimize ekmeğimize mani oluyor’ temalı kışkırtmalarla başlatılan sal­dırılar yeniden patlak verdi. 8 Afrikalı göçmen yaşamını yitirirken yüzlerce göçmen de yaşadık­ları yeri terk etmek zorunda kaldı. Durban’da başlayan ve Johannesburg’a yayılan saldırılar, Zulu Kralı Goodwill Zwelithini’nin kışkırtmala­rıyla ortaya çıksa da, bu feodal burjuva gerici odağa ses çıkarmayan, üstüne üstlük yönetici tabakasındaki bazı isimler aracılığıyla benzer söylemleri destekleyen, önlem almayan ANC ik­tidarı da saldırılardan sorumlu.

Elbette fiziksel saldırıların ötesinde bir de halkı böylesi bir gerici kışkırtmaya açık hale ge­tiren ekonomik gerçeklik var ki, ANC asıl bunun sorumlusu.

Peki ANC, iktidarında, kapitalist düzeni ay­nen korumuş sol kökenli ve söylemli ulusal ha­reket olmanın ötesinde nasıl bir deneyim yarat­tı? Hangi koşullar altında ortaya çıktı ve gelişti, ulusal hareketler açısından Güney Afrika’nın öz­günlüğü ve tüm bunların dünyanın geri kalanına söyledikleri neler?

GÜNEY AFRİKA’DA KAPİTALİZMİN GELİŞİMİ VE APARTHEID REJİMİNİ YARATAN KOŞULLAR

İngiltere ve Hollanda (Boerler) tarafından sömürgeleştirilen Güney Afrika, sömürgecilerin kendi aralarındaki savaşların ardından, 1910 yı­lında birleşik bir devlet haline geldi ve 1931’de de Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını ilan etti. Bu dö­nem, beyaz azınlığın iki başlıca unsuru İngiliz ve Hollanda kökenlilerin, kapitalizmi güçlendirme ve iktidarı paylaşma süreci olarak, “yerlilere” (Siyah Afrikalılar) yönelik savaşını ortaklaştırma ve savaşı sıcak çatışma harici metotlarla sürdür­me dönemi oldu.

Apartheid rejiminin yürürlüğe girdiği 1948’e kadar nüfusun yüzde 80’ini oluşturan siyah Afri­kalıların mülk edinme vb. hakları son derece kı­sıtlıydı. Beyaz burjuvazinin stratejisi, geç gelişen Güney Afrika kapitalizminin dünya tekelleriyle rekabetini kolaylaştırmak için ‘ucuz emek’ten maksimum artı-değeri elde etmekti. Bunun için de adı köle olmayan kölelere ihtiyaç vardı. Tüm haklarından yoksun bırakılan yerli halk (sö­mürgecilik döneminde getirilen Hint kölelerden kalma yerleşik bir nüfus da bulunmakta), polis devleti şeklinde örgütlenen kapitalizmin ‘zor’ gü­cüyle köleleştirildi. Güney Afrika’nın zengin ma­den yatakları ve tarlalarında kölece çalıştırılan, esasen pek çok temel haktan mahrum olmasıyla köleden pek de farkı olmayan milyonların sırtın­dan elde edilen devasa kârlar, ülke ekonomisi­nin gelişmesini sağladı.

Bu sırada beyazlarla siyahların ortak müca­delesinin engellenmesi için de beyaz emekçile­re belli ekonomik ayrıcalıklar sağlandı. Irkçılık bariyerini atlatabilen beyazların bu ekonomik rüşvetle cezbedilmesi garanti altına alındı. 1910 sonrası kurulan İşçi Partisi, böyle bir partiydi. Aynı partinin sol kanadı, Bolşevik Devrimi son­rası ırkçı ve işçi aristokrasisine bağımlı İşçi Parti­si’nden koparak, 1921’de, Güney Afrika Komünist Partisi’ni kurdu.

1930’lara kadar maden ve tarlalarda yerli ve göçmen Afrikalıların kölece sömürülmesine da­yanan ekonomik yapı, bu tarihten sonra imalat sanayinin gelişmesine tanıklık etti. ’30’ların ikinci yarısı ve 2. Dünya Savaşı’yla birlikte imalat sana­yi patlama yaptı ve beyazların savaş nedeniyle orduya çağrıldığı dönemde siyahlar vasıflı işçiler haline gelerek sanayinin merkezine oturdular.

Savaş döneminde kesintisiz üretime ihtiyaç duyan rejim, bu süreçte gücünün de farkına varmaya başlayan işçi sınıfına karşı ödünler ver­mek zorunda kaldı. Savaş öncesi 14 yılda, çoğun­luğu beyaz emekçilerin gerçekleştirdiği 197 grev kaydedilirken, 1939-1945 arası, çoğunluğu siyah ve göçmen işçilerce yapılan 304 grev yaşandı. Bu dönemde ücretler arttı, sendikalar büyüdü. 1945’te Avrupalı Olmayan Sendikalar Konse­yi’nin 145 bin üyesi vardı.

İşçi sınıfının yükselişi, burjuvazinin gözünü korkuturken, 1933’ten bu yana iktidarı elinde bu­lunduran kapitalist koalisyon Birleşik Parti’yi de çatırdattı. Köle emeğine alışkın patronlar, kârları­nı koruyacak önlemlerin alınmasını istiyordu. Di­ğer yandan sanayi üretimi, daha organize bir işçi sınıfının zorunluluğunu dayatıyordu ve bu, daha yüksek ücretler, sendikal haklar vb. demekti.

Birleşik Parti, siyah işçi sınıfını en makul şekilde susturacak ve sanayi endüstrisinin ge­lişimini de koruyacak önlemler peşinde koşar­ken, işçi sınıfı sayısız grevle gücünü test etmeye başladı. 1946 Ağustos’unda 76 bin maden işçisi greve çıktı. Hükümet greve polis vahşetiyle ya­nıt verdi ve 12 madenci yaşamını yitirdi. Grev, bir hafta içerisinde yenilgiyle sona ererken, hem egemenler hem de ezilenler için yeni bir döne­min başlangıcının habercisi oldu.

Apartheid rejiminin yürürlüğe konulduğu 1948 seçimlerine gidilirken, 1946 katliamına rağmen, işçi sınıfının tam olarak ne seviyede bir şiddetle başının ezileceği konusunda patronlara güven veremeyen Birleşik Parti yerine, hem ka­pitalistlerin hem de ırkçılığın etkisindeki beyaz emekçilerin sözcüsü haline gelen Milliyetçi Parti güçlendi, seçimlerden de zaferle çıktı.

1950’de, dünya ekonomisi hızla büyürken Güney Afrika burjuvazisi rekabetten geri kalma­masını sağlayacak formülü Milliyetçi Parti’nin siyahları, emek güçlerini vahşice sömürmek dışında tamamen dışlayan Apartheid rejiminde bulmuştu.

Güçlü bir işçi hareketinin hükümeti sarsaca­ğını bilen Milliyetçi Parti, Apartheid’ın ötesinde sert önlemler aldı. 1953 ve ’56’daki düzenleme­lerle siyahların greve çıkma, toplu sözleşme yap­ma ve beyazlarla aynı sendikalarda örgütlenme hakları ellerinden alındı.

Güney Afrika ekonomisi 1947-1954 arasında hızla büyürken, 1957’de yapılan bir araştırmaya göre, gerçek ücretlerde 1948’e göre yüzde 20 ila yüzde 40 düşüş yaşanmıştı. Bir başka araştırma­ya göre, 1952’de Johannesburg’daki siyah ailele­rin yüzde 69’u açlık sınırının altında yaşarken, 1957’de bu oran yüzde 87’ye çıkmıştı. Bir başka deyişle, ekonomi büyürken, siyah işçi sınıfı daha da yoksullaştırılmış, örgütlenmesi engellenmiş, hak talepleri ırkçılıkla bastırılmıştı. Burjuvazi is­tediğini elde etmişti. Ve apartheid rejimi (tıpkı Avrupa’da faşizmin yükselişinde olduğu gibi), Milliyetçi Parti’nin ‘aşırılıkçı’, ‘fanatik’, ‘delice’ görüşlerinin yarattığı bir çılgınlığın sonucu değil, sermayenin çıkarları bunu gerektirdiği için hayat bulmuştu.

ANC’NİN GÜÇLENMESİ VE ÇİZGİSİNİ BELİRLEMESİ

1950’lerle birlikte işçi sınıfına yönelik saldırılar yoğunlaştı. Milliyetçi Parti’yle re­kabet halinde olan Birleşik Parti, 1950’de “Komünizmin Bastırılması Yasası” kapsa­mında komünistler için idam cezasını dahi gündeme getirirken, Güney Afrika Komünist Partisi yeraltına çekildi.

Her türden işçi eylemi, sert polis saldı­rılarıyla bastırılıyordu. 1950 1 Mayıs’ında ücretlere zam, oy hakkı ve siyasi baskıların sona ermesi için yürüyen emekçilere yöne­lik saldırıda en az 20 işçi katledildi. Katlia­ma tepki olarak örgütlenen 26 Haziran gre­vi de yoğun katılımla gerçekleşti. 1950’ler, hem baskıların hem de mücadelenin zirveye çıktığı yıllar olarak kaydedildi.

Güney Afrika Komünist Partisi bu dö­nemde saldırılara karşı koyma becerisini yeterince gösteremezken, 1912’de kurulmuş, sömürgecilere karşı yerli halkların birliğini amaçlayan bir örgüt olan ANC bir anda hızla büyümeye başladı.

Apartheid rejimi ve işçi sınıfına yönelik baskılar genç kuşağı radikalleştirirken, gün­delik mücadeleyi genel siyasi mücadeleye bağlayan başarılı eylemleriyle ANC, kendisi­ne bir önderlik arayan dinamik gençliğin ve işçi sınıfının hareketi oldu.

ANC, kısa sürede, birkaç binden yüz bin üyesi olan bir harekete dönüştü ve 3 bin delegeyle toplanan 1955 Kongresi, ülke ge­nelinde işçi sınıfının en büyük kürsülerin­den biri haline geldi. İşçi sınıfı ANC’nin en hareketli tabanını oluştursa da, liderlikte burjuvazinin, ağırlıklı olarak alk kesimleri­nin, küçük burjuvazinin hakimiyeti devam ediyordu ve hareket, 1955’teki meşhur ‘Öz­gürlük Bildirgesi’ne delegelerin yoğun ısra­rına karşın ‘sosyalizm’ taleplerini almadı. Buna karşılık, ücretlere zam, işsizlik yar­dımları, örgütlenme hakkının genişletilmesi, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım haklarının geliştirilmesi gibi dönemin önemli, ancak sosyal demokrat olmayı aşmayan talepleri bildirgeye girdi ki, bu açıdan, bugün çeşitli demokrat, sosyal demokrat partilerin seçim bildirgelerine bakarak, Türkiye ile de bir karşılaştırma yapılabilir.

ANC’nin Güney Afrika’nın ekonomik yapı­sında devrimci bir dönüşümün taraftarı ol­madığını 1962’de tutuklanan Nelson Mande­la da Rivonia duruşmalarında açıklayacaktı: “Özgürlük Bildirgesi’nin gerçekleştirilmesi orta sınıf dahil tüm sınıflardan, müreffeh bir Afrikalı nüfus için gerekli olan taze alanları açacaktır. ANC tarihinin hiçbir döneminde ülkenin ekonomik yapısında devrimci bir değişimin taraftarı olmamış, kapitalist top­lumu mahkum etmemiştir.

Bu dönemden günümüze ANC’yle bir­likte hareket eden Güney Afrika Komünist Partisi, hareketin bu tutumunu “orta sınıf siyahları korkutmamak” olarak gerekçelen­dirdi. ANC, bu tarihten itibaren, mücadele­sini Apartheid ve ırkçılık karşıtı bir cephe oluşturmak üzere ördü. Dönemin ANC Genel Sekreteri Walter Sisulu, bu cephe karşısın­da, liberalleri işaret ederek, “Birleşik Parti bile bir seçim yapmak zorunda kalacak. Ya Milliyetçi Parti’ye ve ırkçılara katılacaklar ya da Apartheid’a karşı demokratik güçlerin büyük ailesine” diyordu.

ANC VE GÜNEY AFRİKA KOŞULLARINA DAİR BİR VURGU

Kısacası hareketin tasavvurunda Apartheid’a karşı olan herkesin ANC bayrağı altında hareket ettiği, öncelikleri emekçi sınıfın çıkarlarıyla be­lirlenmeyen, bir başka deyişle “liberal” beyaz patronla siyah işçinin aynı amaç için yan yana olabileceği bir mücadele vardı. Bu tasavvurun Apartheid koşullarına özgü olmadığı 1994 son­rasında kanıtlandı. Tarih, “hassasiyetler” ve “hareketin birliğinin gözetilmesi” ileri sürülerek “geleceğe ötelenen” işçi ve emekçilerin hak ta­lepleriyle birlikte hatta (sınıfların bittiği ve sınıf yaklaşımı ve mücadelesinin gereksizleştiği ya da aşıldığı yönünde görüş ve tezlerle) varlığı ve mü­cadelesinin nerede üstü örtülmüş ve mücadele burjuva perspektifle ele alınıp yürütülmüşse, sö­mürülen yığınların başına her yerde aynı şeyin geldiğine tanıklık etmiştir.

Ancak Güney Afrika ve ANC örneği bakımın­dan durum daha da çarpıcıdır ve söylenecek çok şey vardır. Çünkü; başlıca özgünlük olarak, ANC, bir azınlığın kurtuluş hareketi değildi, ter­sine nüfusun yüzde 80’ini oluşturan çoğunluğun temsilcisiydi. Ve tabii ki nüfusun yüzde 80’ini oluşturan siyah Afrikalıların ezici çoğunluğu, her halk bakımından da geçerli olduğu gibi –işçi ol­masa bile– emekçiydi. Siyahları her türlü haktan mahrum bırakan rejim, bırakalım siyah burjuva­zinin, siyah orta sınıfın dahi gelişmesini engel­lemişti. Başka ülkelerde ulusal hareketler genel­likle “azınlık” hareketleri durumundayken, ANC böyle bir sınıfsal gerçeklik içerisinde yükseldi; ancak dikkate almadığı ve burjuva yaklaşımla almaktan kaytardığı ve örtmeye yöneldiği de bu gerçeklik oldu.

ANC liderliğinin burjuva, küçük burjuva ulu­sal karakteri, 1950’lerde emekçilerin hem ülke hem örgüt içerisinde yaptığı atılımla değiştirile­bilseydi, bugün bambaşka bir deneyimden bah­sediyor olabilirdik.

Elbette böylesi bir ANC, ’80 sonu ve ’90 başlarında burjuvazi ve ABD ile masada anlaşa­rak Apartheid’i yıkması omlağanüstü zor olur; benzeri bir gelişme teorik bakımdan sıfır ihti­mal olmasa bile, rejimi yıkabilmek bir devrimi gerektirirdi. ANC ise, taktiklerini ’60 başlarında Küba ve Çin’in etkisiyle gerilla mücadelesine (kit­le mücadelesinin yanında) vardırdığı dönemde dahi bunu hedeflemedi.

GÜNEY AFRİKA KOMÜNİST PARTİSİ DENEYİMİ, HALK CEPHELERİ İÇİN BİR DERS

İşin aslı, ANC, kendi siyasal-sınıfsal konumla­nışı bakımından en başından itibaren tutarlı bir çizgi izlemiştir. Peki, ’50’lerden bu yana ayrı bir siyasi parti olarak varlığını sürdürse de, ANC’yle hemen hemen hiç ters düşmeyen Güney Afri­ka Komünist Partisi için ne söylenebilir? Bugün dahi Güney Afrika’da “Üçlü İttifak” denilen ANC-GAKP-COSATU (Güney Afrika Sendikalar Kongre­si) varlığını sürdürmektedir ve GAKP, seçimlere ANC çatısı altında girmektedir. GAKP, ayrı bir parti olarak varlığını, “Bağımsız Marksist-Leni­nist partinin olması, işçilerin gücüyle sosyalist Güney Afrika’yı kazanmak ve ulusal kurtuluş ile demokrasi için güncel mücadelenin zaferini sağlamak için gereklidir” şeklinde açıklıyordu. Bugün gelinen aşamadaysa, ‘Halk Cephesi’ de­neyiminin kötü bir örneğiyle karşı karşıya ol­duğumuzu görüyoruz. GAKP, ANC içerisindeki konumlanışında sağ oportünizmin esiri olmuş, cephe içerisinde düştüğü etkisiz pozisyon, onu burjuvazinin yedeğine düşürmüştür. Bugün halen bu durum devam etmektedir ve parti, ANC’nin tüm günahlarına ortak olarak varlığı­nı sürdürmektedir. Kuşkusuz bu, halk cephesi stratejisi bakımından sınanmış Marksist-Leninist ilkelerden tamamen sapılmış olduğunu ve bu ilkelerden sapınca neler olabileceğine dair öngö­rülenlerin harfiyen doğrulandığını ortaya koyan önemli bir örnektir.

ANC’DEN KALAN ACI DERS

ANC, en saygıdeğer halk hareketinin dahi, sınıfsal perspektife sahip olmaması ya da bu perspektifi kaybetmesi, burjuvaziyle işbirliğine yönelmesi ve buradan giderek emperyalizmin güdümüne girmesiyle kısa sürede halk düş­manlığına sürükleneceğinin yaşayan bir kanıtı­dır. Elbette, Apartheid gibi bir gericiliği yıkmak, burjuva demokratik hakların kazanılması ulusal hareketler için azımsanacak başarılar değildir; ancak sınırlarını buraya kadar çizen ve nihai hedefini kapitalizm çerçevesinde kalmak ve bur­juva devlet iktidarını devirmemek olarak belirle­miş hiçbir hareket, kendisini kapitalizmin çürü­müşlüğünden, kapitalizmin yarattığı kaçınılmaz barbarlıktan koruyamaz. Eninde sonunda sürük­lenilecek yer, mücadele edilen ve çerçevesi için­de kalınarak belirli siyasal başarılar elde edilen sistemi aynı karakterle ikame etmektir. Böylesi bir düzende Apartheid rejiminin anılarının can­lanması kaçınılmazdır ve 20 yılı aşkın süredir Güney Afrika’da gördüklerimiz de bunlardır.

Bu sebepten son yıllara damgasını vuran şu 3 örneğin, Apartheid günlerinden hiçbir farkının olmaması şaşırtıcı değildir:

Güney Afrikalı emekçiler haklarını aramaya kalktıklarında, “ulusal birliği bozmak” suç­lamasıyla, gerektiğinde, Marikana’da olduğu gibi katledilirler (2012’de maden işçilerinin grevine saldırıda toplam 47 kişi yaşamını yi­tirdi).

Güney Afrikalı emekçiler, sözde ülkenin ima­jını güçlendirecek 2010 Dünya Kupası gibi organizasyonlara kendi ceplerinden milyar dolarlar ödenirken, “dış dünya yoksulluğu görmesin” diye kentin çeperlerinde oluşturu­lan teneke kentlere sürgüne zorlanırlar (Tene­ke kentlere zorla sürgün, Güney Afrika’da bir Apartheid pratiğidir. Ve 2010’da yaşananlar, bu kez, insanların siyah olduğu için değil, yoksul olduğu için dışlandığı yeni dönemin kusursuz bir fotoğrafıdır).

Güney Afrika’da yaşayan göçmen emekçiler, yerlilerin yoksulluğunun gerekçesi olarak gös­terilerek şeytanlaştırılır ve saldırılara maruz kalırlar. (Onlarca yıl ırkçılıkla mücadele eden insanları, ırkçı tepkiler vermeye ancak kapita­lizmin yarattığı barbarlık itebilir.)

Sermayenin Truva atı: Mega organizasyonlar

2014 Brezilya Dünya Kupası’nın en dikkat çekici yanlarından biri geçtiğimiz yaz başlayan ve turnuva boyunca da devam eden protestolar. Özellikle son yıllarda Dünya Kupası ve Olimpiyat Oyunları gibi “mega organizasyon”lara  yönelik protesto eylemleri düzenlenmesine alışığız. Ancak hiç Brezilya’daki kadar kitlesel, yaygın ve uzun süreli eylemlere tanıklık etmemiştik. Bugüne kadar eylemler hep mega organizasyonlar etrafında yaratılan büyülü atmosfer içerisinde polis şiddetinin ve medya manipülasyonunun da desteğiyle marjinalize edilir ve eylemcilerin aslında son derece gerçekçi ve haklı olan itirazları bastırılırdı. Brezilya’da ise bu başarılamadı. İktidardaki İşçi Partisi lideri Dilma Rousseff’in kesin talimatıyla şiddetlenen polis saldırıları ve burjuva medyanın penguenlikte çığır açmasına karşın, Brezilya halkı beklendiği kadar diz çöktürülemedi. Bunca saldırı ve dezenformasyon sonrası kimse eylemlerin Dünya Kupası öncesi olduğu kadar kitlesel ve yaygın geçtiğini iddia edemez, ancak iktidarın umduğu “bir avuç marjinal” imajının yaratılamadığı da açık. Bu başarının elbette pek çok sebebi var.

Brezilya halkının kendisine düşman olarak, alet edilen sporun ya da organizasyonun adını değil arkasındaki özneleri belirlemiş olması bunlardan önemli bir tanesi. Brezilyalılar suçlunun futbol ya da Dünya Kupası fikrinden ziyade FIFA, IOC (2016’da da Rio de Janeiro Yaz Olimpiyatları var) ve hükümetleri olduğunun farkında. Eylemlerinde bunu hiç gözden kaçırmadılar ve belki birçoğu İşçi Partisi seçmeni olsa da işin siyasi boyutunu, gerçekliğini hiç göz ardı etmediler.

Ancak bu başarıda rol oynayan en kilit unsur, halkın propagandasının temeline tüm emekçileri, ezilenleri kapsayan sınıfsal bir talep ve onun sloganlarını koymasıydı: “Stadyum değil okul, hastane istiyoruz.”

2013 yazından beri sıkça duyduğumuz bu slogan, Brezilya’nın en önemli sorunlarından biri olan kamu hizmetlerinin yetersizliğine işaret ediyor. Ülkenin neredeyse kuruluşundan bu yana her kademede yaşanan ve bir türlü önüne geçilmeyen yolsuzluk, keyfi yönetim, denetimsizlik gibi sorunların da bir sonucu olan bu durumun barındırdığı çelişki, Dünya Kupası’na harcanan para ve inşa edilen gereksiz lüks ve büyüklükteki stadyumlarla (beyaz filler) iyice görünür oldu.

Dünya Kupası’nı düzenlemeye hak kazanıldığı dönemde halkın cebinden hiç para çıkmayacağını iddia eden İşçi Partisi, bugün gelinen aşamada, tamamı kamu parasıyla olmak üzere –resmi olarak– 15 milyar doların üzerinde para harcadı. “FIFA kalitesindeki” 12 stadyum için de 4 milyar doları aşkın para harcandı. Dünya Kupası’nın başlamasına kısa bir süre kala hükümet, “Statlara harcanan parayla eğitim ve sağlığa harcanan para bir tutulamaz. Statlara harcanan para bunun yanında çok küçük bir para” minvalinde bir propaganda çalışması başlattı. Ancak basit bir hatırlatma tüm bu kötü niyetli propaganda atağını boşa düşürdü. Şöyle ki, elbette nicelik olarak bunlar karşılaştırılabilir şeyler değildir. Ancak eğitim ve sağlık için yapılacak kamu harcamaları, 200 milyon Brezilya nüfusunun (ve onların çocuklarının, torunlarının) yararlanacağı çalışmalardır. Buna karşılık stadyumlar çok daha küçük bir azınlığın, hiçbir hayati önemi bulunmayan zevklerini tatmin eder.

‘MASRAFLAR HALKA KÂR ŞİRKETLERE’

Daha da önemlisi, bu stadyumlar inşa edilmiş ve kullanım hakları halka bırakılmış değildir. Kamu-Özel Ortaklığı adlı hinlik sayesinde, Brezilya hükümeti, 9 statta halk adına halka sormadan milyarlarca doları harcamış ve bu statlardan yedisini özel şirketlere devretmiştir. Diğer iki stadyumun (Cuiaba ve Manaus) henüz devredilmemiş olmasının nedeni alıcısının çıkmamasıdır.  Bu da son derece anlaşılır, çünkü mevzubahis “beyaz filler” kesinlikle kâr edebilecek pozisyonda değil; dolayısıyla özel sektörün ilgisini çekmiyor. Bu da halkın, –eğer bir şekilde bu statların kullanım amacı değiştirilmezse– bakım-onarım masraflarını kendi cebinden ödemeye devam edecek olması anlamına geliyor. En baştan halk için tasarlanmayan bu projelerin bugün geldiği nokta basit olarak Kamu-Özel Ortaklığı sisteminin neoliberal düzendeki sözlük anlamıyla açıklanabilir: “Masraflar halka, kâr şirketlere…”

Dünya Kupası ve Olimpiyatlar, bir başka deyişle dünyanın en ayrıcalıklı NGO’ları (kâr amacı gütmeyen organizasyonları) FIFA ve IOC’nin mega organizasyonları, on yıllar içerisinde büründüğü karakter itibariyle, kapitalizmin sermaye birikim araçlarından biri haline geldi. Bu birikim, asıl olarak kamuya ait ya da kamunun yararlandığı kaynakların özelleştirilmesi, zorla el değiştirmesi ya da kamu adına hükümetlerin imzaladığı Kamu-Özel Ortaklığı anlaşmaları aracılığıyla, kamu varlıklarının fiilen sermayeye peşkeş çekilmesiyle gerçekleşiyor.

Olimpiyatlar özelinde, ilk modern yaz olimpiyatı 1896 Atina’dan itibaren Oyunlar’ın hakimiyeti “Hayırsever iş adamları”, “Şirketler” ya da halk adına halkın parasını harcama yetkisini alabilen hükümetlerde olmuştur. Kuşkusuz süreç en başından beri böyle işlese de her zaman için bu kadar pervasızca yürütülmüyordu. Denebilir ki, dünya çapında neoliberal sürecin başlatıldığı 1980’lerde yılların Franco’cusu Juan Antonio Samaranch’ın başkanlığa gelmesiyle birlikte –kuşkusuz onun başkanlığa gelmesinden ziyade, uluslararası sermayenin Samaranch’a telkinleri daha önemlidir– bu yönelim müthiş bir hız kazanmıştır. Olimpiyatların, kentlerin neoliberal dönüşümü çerçevesinde devasa kentsel dönüşüm projelerinin kolaylaştırıcısı, meşrulaştırıcısı olması, bu birbiriyle bağlantılı kapitalist projenin bir örneğidir (1988 Seul’den bu yana 3 milyonu aşkın kent yoksulu evlerinden zorla tahliye edildi ).

1932 LOS ANGELES ÖRNEĞİ

Ancak örneğin Büyük Buhran’ın korkunç ekonomik sonuçlarıyla şekillenen 1932 Los Angeles Olimpiyatları’nın sonuç raporunda “Oyunların hiçbir şekilde ticarileştirilmediği”, “Şirket sponsorluklarıyla  ticarileşmenin aracı yapılmadığı” gururla öne sürülür.  Dönemin ABD Olimpiyat Komitesi Başkanı Avery Brundage, iflah olmaz bir ırkçı olmasının yanı sıra, IOC Başkanı olduğu 1952-1972 arası dönemde de gösterdiği üzere şirketlerin IOC üzerindeki hakimiyetine de karşı çıkmaya çalışan biriydi. Brundage, bunu, bir anti-kapitalist olarak yapmıyordu elbette. 1936 Berlin sonrası “Hitler Almanyası’ndan öğreneceğimiz çok şey var” diyerek, öğrenilecekler listesine “komünizmin temizlenmesi”ni ekleyen Brundage’ın ajandasında zamanın ruhuna uygun olarak Pierre de Coubertin’in ilkeleri vardı.  Modern olimpiyatların babası Pierre de Coubertin, 19. yüzyıldaki ani alt üst oluşların (bunun adı kapitalist gelişmeydi, ancak Coubertin farkında değildi) toplum üzerinde yaratacağı tahribatın farkına varmış, ancak çözümü düzen içerisinde aramıştı. Coubertin, ‘Kaslı Hıristiyanlar’ felsefesinin kurucuları Canon Kingsley ve Thomas Arnold’un düşüncelerinin ve Antik Yunan ideallerinin yeniden canlandırılmasını öne sürüyordu. Coubertin’in hayaline göre Avrupalılar, spor yoluyla, toplumda giderek yayılan alt üst oluşun yarattığı ahlaki çöküntüden kurtulacak ve sağlam karakterli bireyler olarak şekillenecekti.  Coubertin gibi, Brundage da, Olimpiyatları ve IOC’yi böylesi bir ülkünün taşıyıcısı olarak görüyordu. Maalesef IOC başkanlığı için 1 numaralı adayı olan Juan Antonio Samaranch’ın 1980’den itibaren gerçekleştirdiği önemli dönüşümleri göremeden yaşamını yitirdi. Hoş, hayatta olsaydı, o da, IOC ve Olimpiyatların neoliberal dönüşümüne ikna olmakta pek zorluk çekmezdi.

Dönelim yeniden 1932 Los Angeles’a. Ekonomik krizin gölgesi altında gerçekleşen Olimpiyatlar için krizin patlak vermesinden 1 yıl önce belirlenen 1 milyon dolarlık rakam California eyalet bütçesinden, yani kamunun cebinden harcandı. California eyaleti, 1 milyon doları bulabilmek için California 10. Olimpiyatlar Bono Kanunu’nu çıkardı. Ekonomik buhran sonrası olimpiyatlar için harcanan para büyük bir eleştiri konusu oldu. Hatta eyaletin başkenti Sacramento’da ekmek kuyruklarına girmek zorunda olan insanlar “Oyun değil gıda istiyoruz. Rezil Olimpiyatlar” slogan ve dövizleriyle sokaklara çıktı.  1932 Los Angeles’ta Oyunlara karşı gösterilen tepki ve sloganların bugünle olan benzerliği şaşırtıcı. Ancak Oyunların henüz sinsi bir kapitalist proje olarak açığa çıktığını ve bugünkü kadar yıkıcı etkilere sahip olduğunu iddia etmek olanaksız.

1984 LOS ANGELES; DEĞİŞİMİN BAŞLANGICI

Nitekim 1932 Los Angeles, “Ticarileştirilmeye asla izin verilmedi” vurgusuyla savunulurken, 1984 Los Angeles Yaz Olimpiyatları’na gelindiğinde dünya artık bambaşka bir yere evrilmişti. ‘Reagan Olimpiyatları’ olarak anılan ve ABD’nin boykot ettiği 1980 Moskova’ya (ve SSCB’ye) karşı görkemli bir yanıt olarak tasarlanan 1984 Los Angeles, sponsorlar ve özel sermaye tarafından finanse edilen ilk Oyunlar oldu.  Bu, –her şey o kadar da bilinçli bir şekilde gerçekleşmese de– sadece sporda değil tüm dünyada yeni bir çağın ilan edilmesi anlamına geliyordu.

1984’e gelinen süreçte “Münih katliamı” ile anılan 1972 Münih, 1,4 milyar dolarlık masrafı ve 1 milyar dolara yakın zarar etmesiyle anılan 1976 Montreal (borç ancak 2006’da tamamen ödenebildi) ve ABD boykotuyla gölgelenen 1980 Moskova sonrası, IOC, önemli bir popülarite kaybına uğramış, aday kent bulmakta da zorlanmaya başlamıştı. Kent, 1978’de olimpiyatları düzenlemeye hak kazandığında dönemin belediye başkanı Tom Bradley, kent halkına eyalet kasasından hiçbir harcama yapılmayacağı sözünü vermişti. 1976 Montreal felaketi sonrası kimse böyle bir yükü taşımaya gönüllü değildi. Los Angeles Kent Konseyi de, kentin Oyunlara ancak hiçbir mali masraftan sorumlu tutulmazlarsa ev sahipliği yapacağını kesin bir şekilde dile getirdi. Uzun süren tartışmalar sonrası, ABD Olimpiyat Komitesi (USOC) Oyunları finanse edecek sponsor arayışına girdi. Bu, tarihte bir ilkti ve Los Angeles’tan başka aday bulamayan IOC de fazla itiraz edemedi. Oyunların “başarısının” mimarı olarak görülen Los Angeles Olimpiyat Komitesi Başkanı Peter Ueberroth biyografisinde yaşananları şöyle aktarıyor: “En başından bu yana herkes şirketlerin böylesi bir riskin altına girmeyeceğini söylüyordu. Bense aksini savundum Olimpiyatlar kamu ve özel sektörlerin iş birliği yapması için kusursuz bir araçtı. Özel şirketler itibarlarını arttırabilir ve insanoğlu için neyin doğru olduğunu gösterebilirdi.”  Ueberroth, Oyunların halk tarafından finanse edilmemesi gerektiğini, hükümetin Oyunları finanse etmenin ötesinde yapması gereken daha önemli hizmetler olduğunu söylüyordu. Oyunların bugünkü işlevine bakıldığında kulağa hoş gelen bu sözler, aslında kısa sürede “Kamu-Özel ortaklığı”na evrilecek, yeni ekonomik modelin ve bu modelin hiçbir engele takılmadan işlemesini mümkün kılan “devlet denetiminden azadeliği” beraberinde getirecekti.

1984 Los Angeles, kendisini neoliberal trendle birlikte yeniden inşa eden IOC ve Olimpiyatlar’ın, Oyunların ticarileşmesini normalleştirmesi açısından kritik bir işlev gördü. General Motors, Coca Cola, Mc Donald’s, Motorola, Panasonic, Adidas’ın da aralarında bulunduğu 64 resmi sponsor, IOC ile sarsılmaz bir birliktelik kurdu. Ueberroth, Oyunlara ilgiyi artırmak amacıyla, televizyon hakları ihalesine katılmak isteyenlere 500 bin dolar depozito şartı getirdi. Olimpiyatların mali başarısızlıkla anıldığı onca yılın ardından böylesi radikal değişiklikler, özellikle İrlandalı Lord Killalin’in döneminde kuşkuyla karşılansa da, 1980’de göreve gelen Juan Antonio Samaranch, Ueberroth’un bir numaralı destekçisi oldu. Los Angeles Olimpiyatları, kentte halihazırda var olan tesisleri kullandı, bu alanda anormal bir harcamaya sebebiyet vermedi ve yalnızca 413 milyon dolar harcanarak düzenlendi. 1976 Montreal’de 1.4, 1980 Moskova’da 1.35 milyar dolar olan bu rakamın bu kadar aşağıya çekilmesi, üstüne üstlük 250 milyon dolar kâr elde etmesi, büyük bir coşkuyla karşılandı. Kısa sürede 1984’ün simgelediği “ticarileşme” IOC, FIFA, NBA gibi organizasyonların bir numaralı rotası haline geldi. Medya alanındaki ilerleme, küreselleşme ve hakim hale gelen neoliberalizm bu eğilimlerle spor endüstrisinin kusursuz birlikteliğini perçinledi.

‘84’ÜN MİTİ

1984 Los Angeles’ın yarattığı bu hava aldatıcıydı. John Horne ve Garry Whannel bu konuda şunları yazıyor: “Los Angeles Olimpiyatların zarar etmeyeceği, hatta ufak da olsa kâr edebileceğine dair bir mit yarattı. İşin aslı Los Angeles’ta ulaşım alt yapısı ve güvenlik gibi rakamlara eklenmeyen kamu hizmetleri vardı. 1984’ten bu yana hiçbir Oyun, tüm giderler hesaba katıldığında birbirine denk bir mali tablo ortaya çıkaramamıştır. Olimpiyat Oyunları’nın sunumu sistematik olarak Oyunları düzenlemenin masrafıyla, Oyunlara hazırlanılan süreçteki altyapı masraflarını gizlemektedir. Hesaplar göstermektedir ki, Organizasyon Komitesi tarafından elde edilen televizyon hakları, sponsor gelirleri, bilet satışları ve diğer ticari kalemler masrafları karşılarken stadyum ve tesislerin inşaatı gibi altyapı harcamaları buna dahil edilmemektedir.”  Söz konusu harcamalar, tahmin edilebileceği üzere vergi mükellefleri tarafından karşılanıyordu. Ne olursa olsun, 1984 Los Angeles, “ticarileşme” ile IOC arasındaki buzları tamamen eritti ve yeni bir döneme girildi.

Sürücü koltuğunda, sponsorlarıyla birlikte her şeye muktedir ancak tüm vergilerden muaf, Jules Boykoff’un deyimiyle, aynı anda “hem para-state (bir nevi paralel devlet) hem de para-site (parazit)”, FIFA ve IOC’nin bulunduğu bu yeni dönemde, dünyanın bu iki gizemli ve dışa kapalı krallığı, Dünya Kupası ve Olimpiyatlar etrafında yaratılan olumlu imajla işlerini kolayca hallediyorlar.  FIFA ve IOC, ellerindeki yüksek prestijli organizasyonları kullanarak, birer Truva atı gibi girdikleri ülkelerde, maksimum 1 aylık “karnaval”ları için, kendileriyle işbirliği yapan yerel hükümetlere her türlü kararı aldırabiliyor. Örneğin Brezilya’da olduğu gibi, futbol takımı her hafta 2 bin kişiye oynayan Cuiaba’ya yüz milyonlarca dolar harcatarak “FIFA kalitesinde” 45 bin kişilik bir stat yaptırabiliyor. Ne de olsa, turnuva bittikten sonra sinek avlayacak olan bu stadyumun kaderi, bakım-onarım maliyetleri vb. onu zerre bağlamıyor. Peki, kimi bağlıyor ve bu kadar dezavantajlı anlaşmalara nasıl imza atılabiliyor? Elbette kamuyu.

OLAĞANÜSTÜ HAL YARATABİLME GÜCÜ

Öncelikle, Jules Boykoff’un “Celebration Capitalism” kitabında vurguladığı gibi, günümüzde Oyunların, IOC, FIFA ve sermaye lehine aldırabildiği tüm halk düşmanı kararların arkasında, onun bir “Olağanüstü hal” yaratabilme gücü yatıyor.  Burjuva partilerinden medyasına cümle sermaye işbirlikçisinin “tüm ulus için bir karnaval” olduğu konusunda söz birliği ettiği bu “olağanüstü hal” sayesinde Meclis’ten her türlü kanun geçirilebiliyor, FIFA ve IOC’ye tüm kapılar açılabiliyor, güvenlik kuvvetlerine istedikleri her türlü oyuncak satın alınabiliyor.

İkincisi, arkasında felaket bir mali tablo bırakan 2000 Sidney’den bu yana, Kamu-Özel Ortaklığı anlaşmaları aracılığıyla sözde halkla sermayenin işbirliği içerisinde bir maliyet paylaşımından söz ediyor. Ancak pratikte olan şeyse, halk adına devletin her türlü harcamayı yapması ve kaymağı da şirketlere yedirmesi. California Üniversitesi’nden Profesör Faranak Miraftab’ın dediği gibi, “Kamu-Özel ortaklıkları bir Truva atı gibi hediye müjdesiyle gelir ancak yoksulu daha da yoksul hale getirir.”

Üçüncüsü, yukarıda da bahsettiğimiz üzere, mega organizasyonlar, bugün finans başkenti olarak tasarlanan, dönüşüm geçiren büyük kentlerde sermaye için önemli arazi rantları getiren kentsel projelerin meşrulaştırıcıları olagelmişlerdir. 1988 Seul’den bu yana zorla evinden edilen 3.5 milyon insan, bu anlamda hiçbir şekilde tesadüf değildir.

Sonuç olarak, günümüzde “Dünyanın en uzun süreli reklam kuşağı” olarak tanımlanan mega organizasyonlar, müthiş antidemokratik kurumların öncülüğünde (IOC, FIFA, yerel hükümetler), antidemokratik süreçlerin (mega organizasyon olağanüstü hali) yardımıyla, sermayenin hin bir aracına dönüştürülmüştür. 1932’nin “Oyun değil ekmek istiyoruz” sloganı ile 2014’ün “Stadyum değil okul-hastane istiyoruz” sloganları mega organizasyonların hizmet ettiği sınıfın haklı sloganlarıdır ve bu sloganları gerçeğe dönüştürmede Brezilya 2014 ve 2016 süreçlerinden edinilen deneyimlerin önemli bir payı olacaktır.

 

Ukrayna’da olan biten ve halkın seçeneği

21 Kasım akşamında Ukrayna’nın başkenti Kiev’de “Euromaidan” adıyla başlayan kitlesel gösteriler, uzun süredir Rusya ve Çin’in liderliğinde şekillenen siyasi kampın ABD-AB  bloğu karşısında aldığı ilk kötü haberdi.  Bağımsızlık Meydanı’nda ilk günlerde 200 bine yaklaşan kalabalık, Viktor Yanukoviç iktidarının gösterileri şiddet ve küçümsemeyle bastırma girişimleri karşısında büyüyerek devam etti. Kasım ayı sonunda “Berkut” denilen özel polis gücünü sahaya süren iktidar, 79 kişinin yaralandığı, 9 kişinin gözaltına alındığı sert müdahalesini başlattı. Saldırı, Ukrayna’daki eylemleri daha uzunca bir süre düşmemek üzere Batı medyasının manşetlerine taşırken, saldırılara karşın geri adım atmayan göstericilerin coşkusu bu çevrelerde yeni bir “Turuncu Devrim” heyecanı yarattı. Örgütlülüğü ve militanlığıyla sokak gösterilerinde başrolü eline alan ırkçı Svoboda (Özgürlük) partisinin bir rahip eşliğinde Bağımsızlık Meydanı’ndaki Lenin heykelini yerle bir etmesi de Batı medyasındaki (keza Türkiye medyasındaki) neşeyi artırdı. Gösteriler, bu yazının yazıldığı Ocak ayının sonlarına değin devam ederken, son gösterilerde 5 kişinin ölümü ve muhalefetin hükümete ültümatom vermesi durumu iyice gerginleştirdi. Bu arada, AB ve ABD’den önemli politik figürler sık sık ülkeye gelerek gösterilere destek vermekten çekinmediler. Muhalefet liderleri de, ABD’den ülkeye yaptırım uygulamasını isteyecek kadar gözü pekleşti Amerikancılıkta.
Rusya ise, Batı’yı, Ukrayna’daki gerçekliği ters yüz etmekle ve gösterileri kışkırtmakla suçladı. Yanukoviç Hükümeti de, aslında iktidarının ilk gününden bu yana olduğu gibi, AB’ye karşı soğuk olmakla birlikte kapıları kapatmayan, ancak Rusya’yı da her zaman evine buyur eden tutumunu sürdürdü. Rusya ile 15 milyar dolarlık kredi ve doğal gaz fiyatında indirimi içeren bir anlaşma üzerine sağladığı mutabakat bu durumu perçinledi. Bunda kuşkusuz Rusya’nın pozisyonu ve gücü belirleyici oldu. Ukrayna Hükümeti son olarak da eylemcilere karşı sert cezaları öngören bir kanunu Meclis’ten geçirdi. Bu kanun, ülke içi muhalefetin ve AB’nin büyük tepkisini çekti.
Gösterilerin başladığı Kasım ayına dönersek, Rusya’nın AB kalesine attığı 2 kritik golü hatırlayacağız. Ukrayna Hükümeti, önce “Turuncu Devrim”in liderlerinden, hali hazırda karıştığı yolsuzluklar sebebiyle cezaevinde bulunan Yuliya Timoşenko’nun özel bir izinle Almanya’da tedavi edilmesine izin vermeyerek, AB’nin uzunca bir süredir devam ettirdiği kampanyayı boşa düşürdü. Daha sonra da, Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta AB ile imzalaması arzu edilen ortaklık anlaşmasını durdurdu.
Bu 2 karar, Suriye’de işleri kendi dayattığı şekilde çözemeyen ve Rusya’nın yürüttüğü başarılı diplomasiye mahkum olan Batı’nın süregelen hayal kırıklıklarına eklenen son halka oldu.
Avrupa’nın Almanya ile Rusya arasında kalan coğrafyadaki en büyük ülkesi olan Ukrayna’nın, AB dolayısıyla Batı kampına mı, yoksa Rusya kampına mı dahil olacağı, SSCB’nin yıkılışı ve 1991’de Ukrayna’nın “bağımsız” bir ülke haline gelmesinden bu yana süregelen bir çatışma ve tartışma mevzusu. Hal böyleyken, Ukrayna cephesinden gelen bu 2 karar Moskova’yı sevindirdi; akabinde başlayan gösteriler ise Brüksel ve Washington D.C’yi.
Peki, Ukrayna’nın geleceği nerede? Batı kampında mı, Rusya’da mı? Yoksa Doğu Avrupa’nın bu en büyük ülkesinin bağımsız bir yol izleme şansı bulunuyor mu? Meseleyi tarihsel arka planından güncel gelişmelere kadar özetlerken  “Meydanları dolduran yüz binler neden AB’den medet umuyor”, “AB, Ukrayna halkının sorunlarını neden çözemez” ve “Çözüm nerede” sorularına yanıt arayacağız.

KİEV DEVLETİ’NDEN 1. DÜNYA SAVAŞI’NA; BATI-DOĞU ETKİSİ
Aslında Ukrayna için bu soru uzun yüzyıllardır gündemde. 9. yüzyılda Kiev merkezli kurulan fetihçi Slav devleti (Rurikoviç İmparatorluğu) 10. ve 11. yüzyıllarda Avrupa’nın en güçlü devleti haline gelerek güneyindeki Bizans İmparatorluğu’nu tehdit etmeye başladı. Batı Roma’nın engin diplomasi becerisini miras alan ve geliştiren Bizans, zenginliğine göz diken bu kuzeyli gücü etkisizleştirmek için Peçenek ve Kıpçak gibi savaşçı kabileleri kışkırtırken, aynı zamanda Hıristiyanlığı da bu bölgelere ihraç ederek tarihi bir başarıya imza attı. Hıristiyanlığı kabulüyle birlikte Kiev, Batı ile de ilişkilerini geliştirdi. 11.yüzyıldan itibaren geçmişin fetihleri üzerinde yükselen Kiev devleti farklı soydan prenslerin iktidar mücadelesi içerisinde parçalı bir yapıya büründü. 13. yüzyıldaki Moğol istilası ise sonları oldu. Bu tarihten itibaren Kiev hiçbir zaman bağımsız bir odak haline gelemeyerek, sırasıyla Litvanya, Polonya, Kırım,  Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Rus Çarlığı’nın yönetimine mahkum oldu.
19.Yüzyılda milliyetçi ve sosyalist hareketlerin ortaya çıkışına karşın, bugünü andıran bir “Batı-Doğu” saflaşması 1. Dünya Savaşı’na girilirken net bir şekilde yaşandı. Yaklaşık 250 bin Ukraynalı savaşa Avusturya-Macaristan saflarında girerken, 3.5 milyon Ukraynalı da Çarlık adına savaştı. 1917’de Sovyet Devrimi pek çok dengeyi yerle bir etti. Devrim, Doğu Ukrayna’da kendisine önemli bir taraftar kitlesi buldu ve Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Batı ve Doğu Ukrayna’da farklı devletlerin ortaya çıktığı bu dönemde, ülkenin geçmişte Avusturya-Macaristan hakimiyetinde olan bölgesinde kurulan Batı Ukrayna Halk Cumhuriyeti ile Sovyet devleti ve diğer yeni devletler arasında çatışmalar yaşandı. Bu sırada Polonyalılar Ukrayna’yı işgal ederek Batı Ukrayna’yı yendi, ancak Sovyetlere karşı aynı başarıyı gösteremedi. Riga Anlaşması sonrası, Batı Ukrayna Polonya’ya bağlanırken, Polonya da Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni tanıdı. Ukrayna’da milliyetçi hareketler silahlı yapılanmalar kurarak yeraltı faaliyetlerini sürdürürken, Ukrayna Sovyeti, 1922 yılında  Sovyetler Birliği’nin kurucu cumhuriyetlerinden biri oldu.

SOVYETLER, ATILIM VE ‘BAĞIMSIZLIK’

1920’lerin başındaki iç savaşa, kıtlığa ve göçlere karşın, Sovyet iktidarı Ukrayna’da müthiş bir ulusal ve sosyal özgürleşme sağladı. Herkese iş, eğitim ve ücretsiz sağlık hakkı, kadın haklarında gerçekleşen muazzam atılım ve Ukrayna kültüründeki sıçrama güçlü sanayileşme politikalarıyla birleşti. 1930’lara gelindiğinde Ukrayna’nın sanayi üretimi dörde katlanmıştı ve dünya pazarındaki krize, 30’ların başındaki kıtlığa ve İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerine rağmen Ukrayna, Sovyetlerin en büyük 2. endüstri merkezi haline geldi.
Ukrayna, 2. Dünya Savaşı sırasında Kızıl Ordu’nun büyük bedeller karşılığı büyük bir zafer kazanan ve Nazi saldırganlığını durduran direnişine öncülük etti. 7 milyona yakın Ukraynalı Kızıl Ordu saflarında savaştı. 2 milyona yakını savaş sırasında yaşamını yitirdi. Nazi işgali sırasında özellikle Batı Ukrayna’da, kimi milliyetçiler Nazilerle işbirliği yapmaktan çekinmedi. Bu dönemde Batı Ukrayna’da yarım milyon Yahudi, Naziler ve işbirlikçilerinin kurbanı oldu. Ancak nihayetinde faşizme karşı kazanılan zaferde Ukrayna cephesinin kahramanlıkları büyük rol oynadı. Savaşta, ülkenin 1921 ila 1939 arasındaki iç savaşsız yıllarında kurulan büyük endüstrisi, kent ve kır altyapısı önemli zararlar gördü. Ancak Sovyetler 1946-1950 arasındaki beş yıllık kalkınma planında bütçenin yüzde 20’sini Ukrayna’ya ayırdı ve bölge kısa sürede kendini toparlayarak savaş öncesi dönemin dahi önüne geçen bir sistem kurdu. Ukrayna, Sovyet döneminde Avrupa’nın en önemli sanayi merkezi haline geldi. Ülkenin tarım ürünleri ihtiyacının da dörtte birinden fazlası Ukrayna aracılığıyla karşılanıyordu. Ukrayna’da sosyalist sistem, sonrasındaki tüm geri adımlara rağmen, SSCB’nin en önemli tarım, sanayi, bilim, sanat ve spor merkezlerinden biri olarak öne çıktı.

1991 VE SONRASI; EKONOMİK-SOSYAL ÇÖKÜŞ
SSCB’nin yıkılması sonrası Ukrayna için de yeni bir dönem başladı. Ukrayna kağıt üzerinde bağımsızlığını kazandı, ancak bu sözde bağımsızlık, Sovyet döneminde işçi sınıfı iktidarının kültürden sanayiye yarattığı somut değerlerle kurduğu gerçek bağımsızlığın etkisini uyandırmaktan bir hayli uzaktı. Ukrayna, işe, IMF, ABD ve AB tarafından desteklenen özelleştirmelerle başladı. Tüm eski Sovyet ülkelerinde olduğu gibi, merkezi yönetimin himayesindeki isimler, dev sanayi kuruluşlarını yok pahasına satın aldı ve bunların üzerinden devasa kârlar elde etti. Yerli oligarklar kısa sürede ülkeyi avucuna aldı.
1990’lar boyunca Ukrayna’da kapitalizm yeniden canlandırılırken, ülke, 10 yıl sonunda, nükleer savaştan çıkmış gibiydi. Gayrı safi milli hasıla yüzde 60 oranında düştü, enflasyon rekor seviyelere çıktı. İşsizlik ve sefalet koşulları baş gösterdi. Yaşam standardı büyük oranda gerilerken, ortalama yaşam süresi 10 yıl içinde 4 yıl azaldı. Pek çok Ukraynalı çözümü Avrupa ülkelerine, ABD’ye ya da Rusya’ya göç etmekte buldu, ancak oralarda da kendilerini kapitalizmin “nimet”leri bekliyordu: Güvencesiz, düşük ücretle çalışma,  ayrımcılık ve sosyal haklardan muafiyet…

KUÇMA DÖNEMİ; KAPİTALİZMİN VAHŞİ RESTORASYONU

1993’teki hiperenflasyon tecrübesi sonrası, 1994’teki seçimlerle görev başına gelen Leonid Kuçma’nın başkanlığı dönemi, ülkede bugünkü saflaşmanın da ete kemiğe büründüğü dönem oldu. Batılı çevrelerin kapitalizmin dayanaklarının sağlamlaştırılması ve Batı’yla ilişkilerin geliştirilmesi görevini verdiği Kuçma, aynı zamanda Rusya’yla olan ilişkileri de geliştirdi. Oligarkların semirtilmesi döneminde, yolsuzluk, rüşvet, hile-hurda ayyuka çıktı. Özelleştirmeler sırasında yaşanan yolsuzlukları belgeleyen bir gazeteci (Georgii Gongadze), Kuçma’nın gizli emriyle öldürüldü. Kuçma, doğu Ukrayna’nın sanayi havzalarında Rusya’yla önemli ilişkileri olan oligarklarla (bunlardan biri, damadı Viktor Pinçuk’tu) bir kazan-kazan sistemi kurdu. “Turuncu Devrim” sürecinden bu yana öne çıkan Yuliya Timoşenko ve Viktor Yuşçenko gibi isimler de, servet ve güçlerini bu dönemdeki yolsuzluklarla sağladı.
Kuçma, ülkede büyük sermayeyi elinde tutan çevrelerin yaratılmasında ve korunup kollanılmasında başrolü oynarken, AB, ABD ve IMF üçlüsü, 90’ların ikinci yarısından itibaren onu Batı ekseninden uzaklaşmakla, özelleştirmeleri ve ekonomideki liberalizasyonu yavaşlatmakla suçladı. Batı, bu dönemde, tıpkı Sırbistan, Kırgızistan ve Gürcistan gibi ülkelerde yaptığı gibi, açıktan kurdurduğu ve desteklediği “sivil toplum” aygıtlarıyla ülkede yönetici sınıfa karşı gelişen hoşnutsuzluğu maniple ederek, sözcülüğü üstlenecek kurumlar yarattı. Buna karşılık, Kuçma da, Sırbistan’da Miloşeviç, Gürcistan’da Şevardnadze’nin yaptığı gibi, Batı ile kurduğu köprülerdeki trafiği artırdı ve yavaş yavaş güçlenen Rusya kampıyla ilişkilerini sağlamlaştırdı. Kuçma, 1999 seçimleriyle 2. dönemine hazırlanırken, “Turuncu Devrim”in liderlerinden Viktor Yuşçenko, 1998’de onun başbakanlığına getirildi. Yuşçenko, Batı’yla iyi ilişkiler kurdu ve özelleştirmeleri hızlandırdı. Dibe vurmuş olan Ukrayna ekonomisi bu dönemde kaçınılmaz bir gelişme gösterdi; ancak göz boyayıcı rakamlara rağmen –2002 sonrası Türkiye’de olduğu gibi– yüzde 8’i aşan işsizlik, kamu hizmetlerindeki düşüş, devamlı azalan nüfus ve göçler olduğu yerde durmaya devam etti. 2000’ler sonrası Ukrayna ekonomisi çıkışa geçmiş gibi görünse de, bir dönem Sovyetlerin ağır sanayisinin hammadde ve tarım ürünleri ihtiyacını karşılayan ülke, artık enerjide (özellikle doğalgaz) tamamen dışa bağımlı bir coğrafya haline gelmişti. Bu da, ülkenin bağımsız adımlar atabilme ihtimalini sıfırladı.

YUŞÇENKO-TİMOŞENKO DÖNEMİ; ‘TURUNCU DEVRİM’ FİYASKOSU
“Turuncu devrim”in hemen öncesinde, 2003 yılında nüfusun yüzde 30’u açlık sınırında yaşıyordu. Zenginle yoksul arasındaki fark büyük oranda artmıştı. En yoksul yüzde 10’luk kesim ulusal gelirin yüzde 3.7’sine, en zengin yüzde 10 ise yüzde 23.2’sine sahipti. Yine de, 2001’den bu yana ülke ekonomisinin ilk kez büyüme rakamları vermesi ve bunun mimarı olarak Yuşçenko’nun görülmesi, Batı’ya önemli bir fırsat sundu. Yuşçenko, Kuçma’yla yaşadığı görüş ayrılıkları sonrası 2001’de görevden azledildi. Batılı sermaye çevreleriyle ilişkilerini geliştiren Yuşçenko, içeride de Kuçma ve Donetsk ekibiyle sorunlar yaşayan ve mecburen Batı’ya yönelen Yuliya Timoşenko gibi isimlerle ittifak kurdu.
Servetini, 1990’larda Rus doğalgazını Ukrayna’nın çok sayıdaki dev sanayi kuruluşlarına, kendisi için hayli kârlı fiyatlar karşılığı satarak elde eden Timoşenko, ticari kervanına Kuçma tarafından çomak sokulduktan sonra, politikaya atıldı. Rusya ve Rusya yanlısı Donetsk ekibinin hakimiyetinin kendisine içeride “ekmek” bırakmadığını gören Timoşenko’nun tek şansı, Batı’nın desteğini alarak iktidarı ele geçirmek ve böylece ülkenin sanayi kuruluşları üzerinde yeniden söz sahibi olabilmekti.
2004’te Viktor Yanukoviç’in, Viktor Yuşçenko karşısında seçimi kazanması sonrası başlatılan “Turuncu Devrim” senaryosunda Batı’nın biricik prensesi olarak pazarlanan Timoşenko, Yuşçenko ile birlikte iktidarı ele geçirdikten sonra, kısa sürede, bu emellerini hayata geçirmek için adımlar atmaya başladı. Timoşenko, başta Rinat Ahmetov (WikiLeaks’teki belgelere göre, ekibin ‘Baba’sı) olmak üzere, Donetsk ekibinin elindeki kuruluşlara göz dikerken, hedefi, büyük şirketleri yeniden kamulaştırarak, kendi ilişkide olduğu Batı destekli ya da Batılı firmalara satmaktı. Ülkenin çelik sanayisinin kalesi konumundaki Krivorozhstal’ın Rinat Ahmetov’dan alınarak, 2005 yılında, Hint milyarder Lakşmi Mittal’in Mittal Çelik firmasına satılması, bunun en belirgin örneklerinden biriydi. Dünyanın çelik üretimindeki önde gelen kuruluşlarından biri olan Krivorozhstal’ın üretim rakamları o tarihten bu yana hızla düşerken, Mittal, 55 bin olan çalışan sayısını da 35 bine kadar azalttı (15 bine kadar azaltılacağını duyurdu). Tek başına 40 bin kişilik bir işsizler ordusu ve üretimde azalma yaratan bu örnek, Yuşçenko-Timoşenko döneminin neden kısa sürede ömrünü doldurduğuna yalnızca bir örnek teşkil ediyor.
2004 seçimlerinde 48 milyonluk Ukrayna’da 5 milyon kişiyi iş sahibi yapacağı vaadini öne süren Yuşçenko-Timoşenko kampının bol keseden verdiği vaatler, kısa sürede kocaman bir yalana dönüştü. Yuşçenko ve Timoşenko birbirine düştü ve ‘Turuncu Devrim’ Batı açısından hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Yuşçenko tamamen gözden düşerken, Timoşenko 2007’deki seçimlerle başbakan oldu. Bu dönemde Rusya’yla yaşanan anlaşmazlıkların doğurduğu doğal gaz krizleri, sadece Ukrayna’yı değil, tüm Avrupa’yı vurdu. 2010 yılı geldiğinde, artık Rusya 2004’te olduğundan çok daha güçlü bir pozisyondaydı ve doğalgaz krizi, hem Avrupa hem de Ukrayna için fazla zararlı hale gelmişti. Timoşenko yönetiminden duyulan hayal kırıklığı, 2010 seçimlerinde Yanukoviç’i yeniden iktidara taşıdı. Batı’nın PR kraliçesi Timoşenko ise, yaptığı yolsuzluklar sebebiyle cezaevine konuldu.

2010 SONRASI YANUKOVİÇ DÖNEMİ; AYNI BURJUVANIN LACİVERDİ
Doğu’nun sanayi havzasına hükmeden Donetsk ekibinin, Rusça konuşan ve ülke nüfusunda yüzde 20’ye yakın bir yekun tutan Rus azınlığın, ayrıca güney ve doğudaki işçiler içerisinde az çok nüfuzu olsa da, bağımsız bir çizgi izleyemeyen, Rusya yanlısı Ukrayna Komünist Partisi’nin defacto desteğine sahip olan Bölgeler Partisi, kapitalist azgınlıkta da siyasi rakibini aratmadı. Elindeki Rus azınlık desteğini, ülke üzerindeki AB-Rusya etkisinin yarattığı ayrımları, ülkedeki etnik farklılıkların doğurduğu kimi suni gerginlikleri ve işçilerin bağımsız bir sınıf partisinin yokluğunu kullanarak işçi hareketini etkisizleştiren Yanukoviç iktidarı, 2010 sonrası ekonomideki gidişatı değiştiremedi. Üstüne üstlük, işçi hareketindeki zayıflıktan güç alarak, oligarkların emriyle, çalışma yaşamına yönelik büyük bir saldırı harekatı başlattı. Haftalık maksimum çalışma saatini 40’tan 48’e, günlük maksimum çalışma saatini 8’den 10’a çıkarmak; esnek ve güvencesiz koşulları yürürlüğe koymak; sendikalaşmaya iş kolu barajı getirmek isteyen hükümetin bu çabaları, işçilerin, iktidar için “sürpriz” kitlesel eylemleriyle geri püskürtüldü. Ancak hükümetin ajandasında bunların ve hatta neoliberal dönüşümü tamamlayacak kamu hizmetlerindeki özelleştirmelerin olduğu biliniyor (Özel kuruluşların açılmasına izin verilse de, eğitim ve sağlığın parasız olması gibi Sovyetlerden kalma kazanımlar halen hayatta). Ayrıca eklemek gerek ki, –gerçekçi ya da değil– AB üyeliği, Bölgeler Partisi’nin de seçim vaatlerinden biriydi.

HALK NEDEN AB’DEN MEDET UMUYOR?

Bu şartlar altında AB, giderek çekiciliği azalsa da, hala halk için bir değişim umudunu simgeliyor. Batı yanlısı ve en çok “Avrupa” sakızı çiğneyen Timeşenko’nun yolsuzluklarıyla atbaşı giden halkın yoksullaşması ve işsizlik rakamlarındaki artış, sadece Timeşenko’yu değil, onunla birlikte AB’nin halk üzerindeki etkisinin kırılmasına götürse bile, “Avrupa” ideali hala özellikle ülkenin batısında bir ölçüde geçerliğini koruyor. 1991’den bu yana yaşanan çöküşün altında AB’nin de temsilcilerinden biri olduğu emperyalist-kapitalist sistemin damgası olsa, Ukrayna halkı bunu sezgileriyle fark etse de, hedef almaya yol verecek net bir kavrayış ve bilinçlilik durumu ve bunu sağlayacak siyasi önderlikten yoksun. Bu şartlar ve ülkedeki AB ve Rus yanlısı odakların yarattığı kutuplaşma, değişim için sokaklara çıkan öfkeli insanların milliyetçi sembolleri ve AB bayraklarını dalgalandırmasına sebep oluyor.
Oysa kendisi de çıkmaz bir ekonomik sokağın içerisinde debelenen AB, Ukrayna halkının sorunlarını çözme noktasında hiçbir somut projenin adresi olamayacak durumda. Ülkede AB yanlıları, AB üyeliğinin yeni iş sahaları açacağını, yolsuzluklara son vereceğini, mali destek sağlayacağını ve AB ülkelerinde serbestçe seyahat hakkı sağlayacağını propaganda ediyor. Ukraynalılar, AB’nin vaatlerinde Batı Avrupa’nın en güçlü ülkelerindeki ya da İskandinavya’daki “refah”ı görse de, gerçek çok daha farklı. Portekiz, İspanya, İtalya ve Yunanistan’daki ekonomik darboğaz bir yana, bugün İngiltere’den Fransa’ya, hatta AB’nin en güçlü ülkesi Almanya’da dahi kemer sıkma politikaları, emekçiler için çalışma ve yaşam koşullarını bir hayli kötüleştirmiş durumda.
Doğu Avrupa’nın AB’ye yakın dönemde katılan ülkeleri de, AB politikaları uyarınca belirlenen benzer mali reçetelerle boğuşuyor. Kemer sıkma ve özelleştirme politikaları hızlı bir şekilde uygulanırken, olası bir üyelikte Ukrayna halkını bekleyen de, bundan daha farklı bir şey olmayacak.

AB’NİN YARARI YOK, ZARARI VAR
James Petras, bu denklemi şu sözlerle ifade ediyor: “Ukrayna’nın AB’ye girmesi demek, şu anda Güney Avrupa’nın düştüğü tuzağa düşerek küçük ve orta ölçekli endüstrisi dahil birçok şeyini kaybetmesi demektir. Yani, özellikle de imalat sektöründe Almanya ya da Fransa ile rekabet edecek güçte olmadığı için Portekiz, Yunanistan ve aynı durumlardan etkilenen diğer ülkelerin yaşadıklarını yaşayacaktır. Öbür tarafta, Ukrayna ürünlerinin rekabet gücünün olduğu Rus pazarına girme olanağını kaybedecektir.”*
James Petras’ın çizdiği bu gelecek projeksiyonu meseleyi kısaca özetlerken, AB’nin de, Ukraynalıların sorunlarını çözmek bir yana daha da derinleştireceğini gösteriyor. Üstelik enerji ve ticari anlamda en önemli ortaklığı Rusya ile olan Ukrayna’nın şu aşamada Moskova ile köprüleri atmasının faturası ilk olarak halka kesileceği için, ekonomik sorunlara yenilerini ekleyecektir. Rusya’nın, Yanukoviç Hükümeti biraz naz yaptığında dahi doğal gaz bağımlılığı kozunu kullanarak dengeleri hemen lehine çevirebildiğini de hatırlamak lazım.
Kısacası denebilir ki, Ukrayna’nın AB üyeliği (ya da Rusya’yla köprüleri atması), ülkedeki aşırı sağcı, ırkçı, liberal güçlerin Rus düşmanlığı üzerinden yükselen milliyetçi duygularını okşamak dışında kimsenin bir işine yaramayacaktır.

ÇAĞIN SORUNU: ‘BOŞLUĞU KİM DOLDURACAK?’
Ukrayna’da halkın geniş kesimlerinin düzene karşı öfkeli olduğu açık bir şekilde görülüyor. Bu öfke de başta ekonomik sebeplere dayanıyor ve taleplerini de bu temelle oluşturuyor. Yüz binler halinde sokaklara çıkarak devlet şiddetine meydan okumayı göze alan bu öfkenin sorunu, aslında son yıllarda dünyanın pek çok farklı noktasında patlak veren kitlesel gösterilerle aynı. Dünya kaynıyor. Halklar Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, mevcut düzene karşı meydanları zapt etmekten çekinmiyor. Ancak kitlesel öfke, taleplerini çözüm alıcı bir sistem karşıtı program etrafında toparlayamıyor. Bu konjonktürde, Ortadoğu’da İhvan, Ukrayna’da ırkçı, liberal partiler örneğinde görüldüğü üzere, boşluğu gerici burjuva güçler dolduruyor. Halklar çoğu zaman devrimci, “üçüncü” bir seçeneği dahi karşısında bulamıyor ve iki gerici kampa yedekleniyor.
Son dönemde moda “sol” akımlar, dünya çapındaki kitlesel eylemleri örnek göstererek, örgütsüzlük güzellemeleri yapıyor. Eylemler, Herbert Marcuse’tan bu yana devam eden “işçi sınıfının önderliğinin önemini yitirdiği” teorilerinin doğrulanması olarak yorumlanıyor. Oysa tam da bu iki eksiklik, hareketlerin en büyük handikabı ve sonuç alamayışın temel sebebi olarak öne çıkıyor. Dünya çapındaki kitlesel eylemler, farklı coğrafyalarda farklı şekillerde sokağa yansırken, halkların kendi bağrından çıkarttığı örgütlerle bu sorunun çözümü yönünde seçenekler yaratması da kaçınılmaz görünüyor.

Olimpiyatlar: Kimin oyunları?

Savaşları saymazsak modern dönemin en büyük medya ve pazarlama organizasyonu olan Olimpiyatlar, “Reagan Olimpiyatları” olarak da anılan 1984 Los Angeles’tan (mutlaka daha öncesi de var, ancak 84’ten itibaren muhalefet sistematikleşti) bu yana uğradığı her kentte kendi mağdurlarını ve muhaliflerini yaratmayı başardı. 2010 Vancouver Kış Olimpiyatları ve henüz geride bıraktığımız 2012 Londra Yaz Olimpiyatları da bundan azade değiller. Küresel ekonomik krizin gölgesinde emekçilerini kemer sıkma politikalarıyla terbiye eden İngiltere’nin, oyunları düzenlemek için halkın rızasını aldığında bütçe, 2.4 milyar Sterlindi. 2007 yılında bu rakam 9.3 milyar Sterline yükseldi. 2012 Mart’ında, Avam Kamarası, bütçenin 11 milyar sterlin olarak revize edildiğini açıkladı. Bunların resmi rakam olduğunu ve Sky Sports, Daily Mail gibi medya organlarında oyunların 24 milyar sterlini geçkin bir maliyetinin öne sürüldüğünü hatırlatırsak, 2 haftalık Olimpiyat sirkinin, emekçilerine kemer sıkma politikalarını reva gören bir ülke için hayli lüks kaçtığını daha güçlü bir şekilde iddia edebiliriz.

Tasarruf politikalarının üstüne binen Olimpiyat vergileri, Doğu Londra’da vahşi bir kentsel dönüşüm, Oyunlar süresince emekçilere dayatılan fazla mesailer (bazı işkollarında mücadeleyle mesai ücretleri kazanıldı), Oyunların güvenliğini sağlama adı altında Londra’nın militarizasyonu ve pek çok farklı kesimin sponsorlara yönelik memnuniyetsizliği, “gittiği her yerde karşıtını yaratan” Olimpiyatların Londra macerasına yöneltilmiş başlıca itiraz noktalarıydı. Aralarında sendika, siyasi parti ve derneklerin bulunduğu onlarca örgütün muhalefeti, “kimin oyunları, kimin şehri?” sloganı etrafında cisimleşti. Senelerdir bu kesimlerin pek çok eleştirisi gündeme taşındı, ancak Oyunları belki de en güçlü şekilde teşhir eden, meşhur graffiti sanatçısı, Banksy oldu. Gerilla sanatını Londra sokaklarında konuşturan Banksy’nin, cirit yerine füze atan atleti, Büyük Britanya bayrağını dokuyan çocuk işçisi ve sırıkla demir tellerden atlayan sporcusu, Olimpiyatları ve o çok tantanası yapılan “Olimpiyat Ruhu”nu en iyi şekilde özetledi.

Evet, Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) diktası altındaki Olimpiyatlar, Banksy’nin resmettiği gibi, sporcuların yarıştıkları ülkeler adına ulusal gurur ürettikleri, Olimpiyatlarla mağdur ve terbiye edilen emekçilerin bu ulusal gururla köreltildikleri, sermayenin kendisi adına pek kârlı çıktığı 2 haftalık bir sirkten çok da fazlası değil. Olimpiyatlar, her zaman için, düzenlendikleri dönemin egemen politikasını yansıtırlar ve 1984 Los Angeles’tan bu yana bunun adı neoliberalizmdir. Oyunlara bu gücü veren belli bir sınıfın kontrolünde olmasıdır ve bunu açıklayabilmek için 19.yüzyıla kadar dönmek gerekir.

 

COUBERTİN’İN YANILGISI

Modern Olimpiyatların babası sayılan Pierre de Coubertin, 1863-1937 yılları arasında yaşamış Fransız bir pedagog. Coubertin, içinde bulunduğu dönem yaşanan alt üst oluşların (o farkında değildi, ama bunun adı sınıf savaşı ve eşitsiz kapitalist gelişme idi) toplum üzerinde korkunç bir tahribat yaratacağını tespit etmişti. Coubertin, bu çöküşe karşı, ‘Kaslı Hıristiyanlar’ felsefesinin kurucuları Canon Kingsley ve Thomas Arnold’un düşüncelerinin ve Antik Yunan ideallerinin yeniden canlandırılmasını öne sürüyordu. Coubertin’in hayaline göre, Avrupalılar, spor yoluyla, toplumda giderek yayılan alt üst oluşun yarattığı ahlaki çöküntüden kurtulacak ve sağlam karakterli bireyler olarak şekillenecekti. Fransız pedagog, toplumda yaşanan alt üst oluşun sınıfsal temelinden habersiz olduğu için, projesinin onun arzuladığı sonuçları vermesi imkansızdı. Nitekim, Coubertin’in Olimpiyat Projesi, onun endişe ettiği yıkımın bizzat yürütücüsü olan Avrupa burjuvazisinin elinde şekillendi. İlk modern Olimpiyat olarak kayıt altına alınan 1896 Atina, George Averoff’un himayesinde gerçekleştirildi. 1900 Paris, 1904 St.Louis ve 1908 Londra Olimpiyatlarının Dünya Fuarı organizasyonlarıyla aynı dönem ve kentlerde gerçekleştirilmesi bir tesadüf değildi. Oyunlar, 1928’den itibaren de Coca Cola gibi küresel kapitalizmin en büyük markalarının sponsorluğunda düzenlenmeye başlandı. Coubertin’in kapitalizmin tahribatına karşı öne sürdüğü proje bir ölü doğumdu ve daha ilk anından itibaren kapitalizmin kuvvetli bir aracı olarak işlev gördü. Kesin bir sınıfsal karakteri temsil ediyordu: burjuvaydı.

 

İŞÇİ OLİMPİYATLARI VE SOĞUK SAVAŞ’TA OLİMPİYATLAR

İşçi sınıfının politik olarak bugünkünden çok daha kuvvetli olduğu bir dönemde burjuvazinin himayesindeki olimpiyatların rekabetle karşılaşmaması düşünülemezdi. Henüz 20. yüzyılın başında, işçi sınıfı ve onun politik örgütleri spor organizasyonlarının sınıfsal karakterinin farkındaydı ve onlara karşı kendi kitlesel organizasyonlarını örgütleyebilecek güçteydi.

Sovyet Devrimi ve 1. Dünya Savaşı’ndan sonra 8 saat çalışma hakkının Avrupa’nın birçok ülkesinde yaygınlaşmasıyla işçi sınıfının spor yapma oranı büyük bir artış gösterdi. Bu dönemde, Sovyetlerde RSI (Kızıl Spor Enternasyonali), Avrupa’da ise SWSI (Sosyalist İşçilerin Spor Enternasyonali) kuruldu.

1930’lara gelindiğinde, SWSI’nın 1.5 milyon, RSI’nın 3.5 milyonun üzerinde üyesi vardı.

İki savaş arasındaki dönemde, işçi olimpiyatları düzenli olarak organize edilmeye başlandı. 1925’te Frankfurt, 1931’de Viyana, 1937’de Antwerp’te ve “gayrı resmi” olarak da 1921, 1927 ve 1934’te Prag’da Çekoslovakya’nın ev sahipliğinde on binlerce amatör işçi sporcunun katılımıyla Oyunlar düzenlendi. İşçi olimpiyatlarına katılım muazzam düzeydeydi. Örneğin 1931 Viyana Olimpiyatları’na 26 ülkeden 1000 işçi atlet katıldı, açılış seremonisini Sosyalist Viyana Konseyi’nin inşa ettiği stadyumda 100 bin kişi, futbol finalini ise 65 bin kişi izledi. Bu rakamlar, 1932’de Los Angeles’da düzenlenen Yaz Olimpiyatları ile hemen hemen aynıdır.

1936’da İspanya’daki genel seçimlerden zaferle çıkan antifaşist seçim koalisyonu Halk Cephesi (Frente Popular), Nazi Almanya’sında düzenlenen olimpiyatlara katılmayı reddetti ve Barcelona’da Halk Olimpiyatları (Olimpiada Popular) adıyla alternatif bir olimpiyat düzenlemeyi kararlaştırdı. Çoğunlukla sendikaların, SWSI’nın sporcu işçi örgütlerinin ve sosyalist, komünist partilerin olanaklarıyla 22 ülkeden 6000 işçi atlet, 5. İşçi Olimpiyatları olarak da anılan Barcelona’daki Halk Olimpiyatlarına katılacaktı. Fakat turnuvanın başlamasına sayılı günler kala İspanya’da iç savaş başladı ve Oyunlar hiç düzenlenemedi.

1936 Berlin Olimpiyatlarıysa, Adolf Hitler’in ve faşizmin içe ve dışa yönelik muazzam bir propaganda aracı olarak yürütüldü. Ve bu tarihten itibaren, işçi sınıfı, Olimpiyatların sınıfsal karakterini tehdit edemez hale geldi. Zaten 1940 ve 1944 Olimpiyatları savaş sebebiyle düzenlenmedi. Savaşta büyük fedakarlıklar gösteren Sovyetler Birliği de, 1952 Helsinki itibariyle, IOC’nin olimpiyatlarına katılmaya başladı. “İşçi Olimpiyatları” fikri ve pratiği sona erdi. Olimpiyatlar, Soğuk Savaş’ın taraflarının güçlerini tarttığı bir ideolojik yarış alanına döndü. “Savaş”ın sosyalist tarafı bu yarışa dahil olsa da, IOC, her zaman için kapitalist dünyanın egemenliğinde oldu. Sözün özü, 1948 ila 1984 arası dönemde, Olimpiyatlar, yine dönemin egemen politikasını yansıtarak, Soğuk Savaş’ın taraflarının (sporcularından çok ideolojilerinin) yarıştığı bir platform olarak işlev gördü. Revizyonizmin çöküşü yaklaşır ve tüm dünyada neoliberal politikalar yükselişe geçerken, buna uygun olarak, 1984 Los Angeles Olimpiyatları, yalnızca sponsorlar ve özel sermaye tarafından finanse edilen ilk Oyunlar oldu. Bu, genelde sporun, özelde Olimpiyatların tamamen ve müthiş bir hızla ticarileşmesini simgeleyen ilk hamleydi. Kapitalizmin bu yeni ve daha vahşi evresinde, ona uygun politikaları spor alanında hayata geçirmek üzere, Juan Antonio Samaranch, 1980-2001 arası süren başkanlığında, Oyunlara bugünkü şeklini verdi.

AMATÖRİZM VE OLİMPİYATLAR

Olimpiyatlar bugün milyarder “süperstar” atletlerle, üniversite öğrencisi amatör atletlerin bir arada yarışabildiği bir arena. Ancak günümüzde olimpik bir spor dalı yaygınlaştığı ve ticarileştiği ölçüde amatörlüğün izlerine rastlamak da imkansız hale geliyor. Pek çokları için, Olimpiyatlarda amatör ruh, neoliberal evre diye tanımladığımız ’80 sonrası dönemden itibaren kayboldu. Peki, gerçekten böyle mi? Bu sorunun cevabını vermeden önce, Olimpiyatların romantize ederek kendisiyle özdeşleştirdiği, ancak bir yandan da imkansız kıldığı amatörizmin, sporun bir endüstri haline dönüştüğü kapitalist dünyada ne anlama geldiğini sorgulayalım.

Her şeyden önce “amatörlük”, karşılığında ücret almadan harcanacak boş vakti zorunlu kılar. Bu özelliğiyle, anında sınıfsal bir niteliğe bürünür ve emekçi sınıflar için erişilmesi zor hale gelir. Üst sınıflar, sporu keyiflerince değerlendirecekleri bir boş zaman aktivitesi olarak kurgular ve bunun karşılığında para kazanılmasını küçümserler. Emekçi sınıflarınsa, sponsorlar, burslar vb. tarafından desteklenmedikçe, böyle bir şansı yoktur ve zaten burjuvazi kitleselleşen sporları birer endüstri haline dönüştürdükçe, bu imkansızlaşır. Dolayısıyla kapitalist dünyada sistem içinde kalmayı savunarak, amatörizmin yüceltilmesi, sporu ancak ayrıcalıklı sınıfa has bir aktiviteye indirgemek anlamına gelir. Bunu bir kenara not ederek, devam edelim. Olimpiyatlar, hiçbir zaman, kendi iddia ettiği şekilde “amatör” olmamıştır.

Antik olimpiyatlarda dahi sporcuların ne kadar amatör olduğu tartışmalıdır. Antik dönemin atletleri de, tıpkı bugün olduğu gibi, başarıları karşısında cömertçe mükafatlandırılıyor, vergilerden muaf tutuluyor ve şöhret elde ediyordu. Üstelik bir şehrin temsilcisi olarak görülüyor ve bu sebepten başarılı olabilmesi için tüm gününü idmana harcaması gerekiyordu. Tıpkı, bugünün profesyonel sporcuları gibi.

Sporda metalaşma, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde hızlanmış, 1980 sonrası neoliberal dönemde de tavan yapmıştır. Ancak Olimpiyatlarda amatörizmin, özellikle 1950’ler itibariyle, zaten anakronik bir terim olduğunu vurgulamakta fayda var. 70’lere doğru, televizyon gibi kitlesel medya araçlarının yaygınlaşması ve organize sporların endüstriyelleşmesi, sporların küresel çapta hızla metalaşmasını getirdi. Ünlü markalar, organizasyonları ve sporcuları domine etmeye başladı. 1972 Olimpiyatlarında Nike, ABD’li atlet Steve Prefontaine’e sponsorluğuyla, yeni koşu ayakkabılarını tanıttı. Bu ve bunun gibi hamleler, amatörizmin kalıntılarını iyiden iyiye temizledi. Zaten dünyada neoliberalizmin hakim ideolojik güç haline gelmesiyle de, Olimpiyatların, Soğuk Savaş’ın taraflarının bilek güreşi olma özelliği sonlandı. Artık çift kutupluluğun sona erdiği, daha vahşi bir kapitalizm formunun küresel çapta örgütlendiği yeni bir dönemde, olimpik arenada da yeni bir devre adım atılıyordu.

NEOLİBERALİZM DÖNEMİNDE OYUNLAR

Bu devirde oyun tamamen neoliberalizmin kurallarına göre oynanıyor. Sadece Olimpiyatlar değil, bütün mega spor organizasyonları (Dünya Kupası, Kış Olimpiyatları vb.) kapitalizme eşsiz bir yol arkadaşlığı yapıyor. Oyunlar, her şeyden önce, kapitalizmin bir örgütlenme aracı olmuş durumda. Özenle endüstrileştirilmiş sporlar, muazzam kitleselliklerini kullanarak, dünyanın en ücra köşelerine nüfuz ediyor ve kapitalizme içkin değerlerin propagandasını yapıyor. Bir diğer deyişle, kapitalizmi ve onun uygulamalarını meşrulaştırıyor.

Örneğin 1980’lerden bu yana küresel çapta bir kentsel dönüşüm furyasına tanıklık ediyoruz. Geçmişin büyük sanayi kentleri, endüstri alanlarını emeğin daha ucuz olduğu bölgelere transfer ediyor ve kendilerini hizmet yoğun, finans kentlerine dönüştürüyor. Bu dönüşüm sırasında, kaçınılmaz olarak, geçmişte kentin merkezinde kalan emekçi mahallelerine el koyma, alt sınıfları buralardan sürerek, değerli arazileri egemen sınıfa sunma süreci yaşanıyor. Çoğu zaman şiddetin devreye girdiği bu zorla yerinden etme ve el koyma sürecini meşru kılacak, bu sürecin katalizörü olacak dış faktörlere, propaganda malzemelerine ihtiyaç vardır. İşte Olimpiyatların ve diğer mega spor organizasyonlarının, 1984’ten bu yana uğradıkları neredeyse her kentte, bu sürecin önemli bir aktörü haline gelmesi tesadüf değildir. COHRE’nin (Barınma Hakkı ve Zorunlu Tahliyeler Merkezi) raporlarına göre, 1988 Seul Olimpiyatları’ndan beri, olimpiyat, dünya kupası gibi mega spor organizasyonlarına ev sahipliği yapan kentlerde, yaklaşık 3.5 milyon kent yoksulu evsiz bırakıldı ya da yerinden edildi. Seul, Pekin, Vancouver, Güney Afrika’da Johannesburg, Cape Town ve Durban, Londra bu süreçler hayli şiddetli ve sancılı geçti ve şimdi de 2016 Olimpiyatlarını düzenleyecek olan Rio de Janeiro benzer bir gelişmenin adayı. Güney Afrika örneğinde olduğu gibi, kent yoksullarının üzerinde, “Bütün dünyanın gözü üzerimizde olacak. Sizin kentin ortasındaki perişan ve yoksul haliniz yüzünden dünyaya rezil olamayız” söylemi üzerinden baskılar oluşturuldu. Cape Town, apartheid döneminden beter görüntülere sahne oldu. Yaşadıkları mahallelerden zorla sürgün edilen binlerce insan, demir tellerle çevrili “toplama kampları”nda yaşamaya zorlandı. Kuşkusuz halkın üzerinde “Dünya Kupası düzenleyeceğiz. Dünyanın geri kalanına rezil olmamalıyız” baskısı oluşturulmasa, böylesi insanlık dışı bir muameleyi Güney Afrika’nın geri kalan kesimine kabul ettirmek mümkün olamazdı.

Bu, Olimpiyatların başını çektiği mega spor organizasyonlarının kapitalizmle olan ittifakının çarpıcı bir örneği. Ve üst üste dünya kupası ve olimpiyatlara ev sahipliği yapacak olan Rio de Janeiro da, bu süreci acılı bir şekilde yaşamaya şimdiden başlayarak, “ittifak”a yeni örnekler sunuyor.

Elbette Olimpiyatların ve diğer mega spor organizasyonlarının kapitalizmin bir güçlendiricisi, yayıcısı ve meşruiyet sağlayıcısı olma özelliği bunlarla sınırlı değil. Spor, bugün, egemen sınıfın çıkarlarının ve değerlerinin yeniden üretilmesi ve yaygınlaştırılmasında önemli bir araç olarak kullanılıyor. Bu değerlerin arasında, piyasacılık, milliyetçilik ve cinsiyetçilik başı çekiyor. Bunda, endüstriyel sporların en tepesindeki lokomotif kurum olarak IOC ve Olimpiyatlar da kendi üzerine düşen rolü gerçekleştiriyor.

MİLİTARİZASYON ARACI

1972 Münih Olimpiyatlarında Kara Eylül üyesi Filistinli militanların İsrailli atletleri kaçırması ve 11 kişinin ölmesi olaylarının ardından, “güvenlik”, Olimpiyatlar için her zaman önemli bir endişe olmuştur. Ancak 11 Eylül sonrasının gözetim toplumunda, bu tip endişelerin, her türlü muhalefete baskı uygulamanın ve gündelik hayatı zapturapt altına almanın bir bahanesi haline geldiğini de biliyoruz. Bu “trend”, dünya çapında güvenlik sektörünün tavan yapmasına sebebiyet verdi. Olimpiyatlar, bugün bu sektörün de en iyi oyuncaklarını görücüye çıkardığı bir nevi fuar işlevi görüyor. 20 bine yakın silahlı güvenlik personelinin görev yaptığı 2012 Londra, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Londra kentinin gördüğü en büyük askeri hareketliliğe neden oldu. Oyunlar süresince, bir uçak gemisi, Thames nehrinde aportta bekledi. Karadan havaya füze sistemleri gökyüzünü kontrol etti. İnsansız hava araçları stadyum semalarında gezdi, silahlı FBI ajanları kentte fink attı.

Ancak bunlardan daha önemli “güvenlik” hamlelerini, Stephen Graham, Guardian’da şöyle anlatıyor: “Londra Olimpiyat Oyunları’nda 2006 yasası devreye sokuldu. Bu yasaya göre özel güvenlik güçlerinin ‘İşgal et’ tipi eylemlere müdahalesi yasallaştı.

Bunların yanı sıra, Londra, gözetim toplumunun en yeni araç gereçleriyle donatıldı. Zaten mahalleleri soylulaştırma tehdidi altında olan Doğu Londralı emekçiler, evlerinin tepesinden sarkan füze sistemlerinden şikayet ediyor ve “Asıl sorun, bunlar bir kez buralara yerleştirildi mi bir daha gitmez” diyordu. Ne kadar haklı! Atina 2004 sırasında kente yerleştirilen 300 milyon dolarlık süper-panoptikon kapalı devre televizyon ve bilgi sistemleri, Olimpiyatların bıraktığı mali enkazın da pay sahibi olduğu ekonomik kriz sırasında, pek çok kez ayaklanan Yunan halkına karşı, güvenlik güçlerinin en güvenilir silahlarından biri oldu. Yine Rio de Janeiro’da, bugünlerde, vahşi kentsel dönüşüm ve yerinden etme süreçlerini arka arkaya yaşayan Brezilyalı emekçilere karşı da, polise bağlı “Pasifizasyon ekipleri” oluşturuldu. Bu ekipler, Dünya Kupası ve Olimpiyatlar sebebiyle kentsel dönüşüme tabi tutulacak favela mahallelerini “pasifize etmek”le görevli. Bu birliklerin, daha uzun süre, Brezilya burjuvazisine hizmet edeceğine emin olabiliriz!

IOC DİKTASI

Graham’in Olimpiyatlar için güzel bir tanımı var: “Kuruluş ideallerinin çok uzağında olan günümüz olimpiyatları, hızla büyüyen eşitsizlik, tekellerin genişleyen gücü, güvenlik sistemi komplekslerinin yükselişi ve çok daha otoriter bir yönetme tarzına doğru geçişi bünyesinde somutlaştırıyor.

Kuşkusuz Olimpiyatların ve diğer mega spor organizasyonlarının hakim sınıfın çıkarlarını, küresel çapta trendlerini yansıtma konusunda bu denli başarılı olmasının bir açıklaması var. Bu da, son derece anti demokratik ve güçlü bir kurum olan IOC’nin mutlak hakimiyeti, denetlenemez oluşu ve diğer tüm kurumlardan bağımsızlığı. Sistem içerisinde (Türkiye’de TOKİ’ye benzer şekilde) sorgulanamaz bir egemenliği olan IOC, dış müdahaleyle, ülkelerin yasalarını değiştirebilecek güçte. Örneğin yukarıda bahsettiğimiz “Londra Olimpiyat Oyunları 2006 Yasası”, bizzat IOC’nin, “Yoksa olimpiyat düzenleyemezsiniz” tehdidiyle Britanya parlamentosuna çıkarttığı; Olimpiyata dair her şeyi (marka, ürünler, arsa kullanımı, ulaşım, kamusal alan) IOC’nin çıkarlarına göre koruma altına alan bir hukuki dayatmadır. Bu dayatmalardan biri de, meşhur 51. maddedir ki, buna göre, “Olimpiyat alanının bütün bölümlerinde gösteri ya da politik, dini, etnik propaganda yasaktır.” IOC’nin bunları yapacak gücü vardır. Hükümetlerse, yalnızca IOC ve Olimpiyat sponsorlarının kâr ettiği bu sirki (Olimpiyatlardan kâr etmiş bir ülke yok. Olimpiyatlar döneminde turizm gelirleri bile düşmektedir), hem “Olimpiyat” markasını kullanarak prestijini arttırma, hem de zaten o mevzubahis Olimpiyat sponsorlarının kontrolünde oldukları için kabullenmektedir.

Kısacası, bugün Olimpiyatlar, kadim sponsorları olan McDonald’s, Coca-Cola, BP, Rio Tinto, Dow Chemical vb.’nin kuklası konumunda olan, ancak diğer güçlerce kesinlikle sorgulanamayan bir IOC’nin, yani 3-5 kişinin elinde, bu kesimlerin Olimpiyat markasını kullanarak, kendi çıkarlarını tüm dünyaya dayatmalarının kârlı ve prestijli bir aracından başka bir şey değildir. Olimpiyatlar, en başından bu yana burjuvazinin hakimiyetindeki oyunlardır, ancak son 30 yılda neoliberalizmin yükselişine paralel olarak, daha dayatmacı, anti-demokratik ve piyasacı hale gelmiştir. Toplumda radikal değişimler olmadıkça, Olimpiyatları eriştiği bu halk düşmanı karakterden kurtarmak da mümkün olamaz.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑