2014 Brezilya Dünya Kupası’nın en dikkat çekici yanlarından biri geçtiğimiz yaz başlayan ve turnuva boyunca da devam eden protestolar. Özellikle son yıllarda Dünya Kupası ve Olimpiyat Oyunları gibi “mega organizasyon”lara yönelik protesto eylemleri düzenlenmesine alışığız. Ancak hiç Brezilya’daki kadar kitlesel, yaygın ve uzun süreli eylemlere tanıklık etmemiştik. Bugüne kadar eylemler hep mega organizasyonlar etrafında yaratılan büyülü atmosfer içerisinde polis şiddetinin ve medya manipülasyonunun da desteğiyle marjinalize edilir ve eylemcilerin aslında son derece gerçekçi ve haklı olan itirazları bastırılırdı. Brezilya’da ise bu başarılamadı. İktidardaki İşçi Partisi lideri Dilma Rousseff’in kesin talimatıyla şiddetlenen polis saldırıları ve burjuva medyanın penguenlikte çığır açmasına karşın, Brezilya halkı beklendiği kadar diz çöktürülemedi. Bunca saldırı ve dezenformasyon sonrası kimse eylemlerin Dünya Kupası öncesi olduğu kadar kitlesel ve yaygın geçtiğini iddia edemez, ancak iktidarın umduğu “bir avuç marjinal” imajının yaratılamadığı da açık. Bu başarının elbette pek çok sebebi var.
Brezilya halkının kendisine düşman olarak, alet edilen sporun ya da organizasyonun adını değil arkasındaki özneleri belirlemiş olması bunlardan önemli bir tanesi. Brezilyalılar suçlunun futbol ya da Dünya Kupası fikrinden ziyade FIFA, IOC (2016’da da Rio de Janeiro Yaz Olimpiyatları var) ve hükümetleri olduğunun farkında. Eylemlerinde bunu hiç gözden kaçırmadılar ve belki birçoğu İşçi Partisi seçmeni olsa da işin siyasi boyutunu, gerçekliğini hiç göz ardı etmediler.
Ancak bu başarıda rol oynayan en kilit unsur, halkın propagandasının temeline tüm emekçileri, ezilenleri kapsayan sınıfsal bir talep ve onun sloganlarını koymasıydı: “Stadyum değil okul, hastane istiyoruz.”
2013 yazından beri sıkça duyduğumuz bu slogan, Brezilya’nın en önemli sorunlarından biri olan kamu hizmetlerinin yetersizliğine işaret ediyor. Ülkenin neredeyse kuruluşundan bu yana her kademede yaşanan ve bir türlü önüne geçilmeyen yolsuzluk, keyfi yönetim, denetimsizlik gibi sorunların da bir sonucu olan bu durumun barındırdığı çelişki, Dünya Kupası’na harcanan para ve inşa edilen gereksiz lüks ve büyüklükteki stadyumlarla (beyaz filler) iyice görünür oldu.
Dünya Kupası’nı düzenlemeye hak kazanıldığı dönemde halkın cebinden hiç para çıkmayacağını iddia eden İşçi Partisi, bugün gelinen aşamada, tamamı kamu parasıyla olmak üzere –resmi olarak– 15 milyar doların üzerinde para harcadı. “FIFA kalitesindeki” 12 stadyum için de 4 milyar doları aşkın para harcandı. Dünya Kupası’nın başlamasına kısa bir süre kala hükümet, “Statlara harcanan parayla eğitim ve sağlığa harcanan para bir tutulamaz. Statlara harcanan para bunun yanında çok küçük bir para” minvalinde bir propaganda çalışması başlattı. Ancak basit bir hatırlatma tüm bu kötü niyetli propaganda atağını boşa düşürdü. Şöyle ki, elbette nicelik olarak bunlar karşılaştırılabilir şeyler değildir. Ancak eğitim ve sağlık için yapılacak kamu harcamaları, 200 milyon Brezilya nüfusunun (ve onların çocuklarının, torunlarının) yararlanacağı çalışmalardır. Buna karşılık stadyumlar çok daha küçük bir azınlığın, hiçbir hayati önemi bulunmayan zevklerini tatmin eder.
‘MASRAFLAR HALKA KÂR ŞİRKETLERE’
Daha da önemlisi, bu stadyumlar inşa edilmiş ve kullanım hakları halka bırakılmış değildir. Kamu-Özel Ortaklığı adlı hinlik sayesinde, Brezilya hükümeti, 9 statta halk adına halka sormadan milyarlarca doları harcamış ve bu statlardan yedisini özel şirketlere devretmiştir. Diğer iki stadyumun (Cuiaba ve Manaus) henüz devredilmemiş olmasının nedeni alıcısının çıkmamasıdır. Bu da son derece anlaşılır, çünkü mevzubahis “beyaz filler” kesinlikle kâr edebilecek pozisyonda değil; dolayısıyla özel sektörün ilgisini çekmiyor. Bu da halkın, –eğer bir şekilde bu statların kullanım amacı değiştirilmezse– bakım-onarım masraflarını kendi cebinden ödemeye devam edecek olması anlamına geliyor. En baştan halk için tasarlanmayan bu projelerin bugün geldiği nokta basit olarak Kamu-Özel Ortaklığı sisteminin neoliberal düzendeki sözlük anlamıyla açıklanabilir: “Masraflar halka, kâr şirketlere…”
Dünya Kupası ve Olimpiyatlar, bir başka deyişle dünyanın en ayrıcalıklı NGO’ları (kâr amacı gütmeyen organizasyonları) FIFA ve IOC’nin mega organizasyonları, on yıllar içerisinde büründüğü karakter itibariyle, kapitalizmin sermaye birikim araçlarından biri haline geldi. Bu birikim, asıl olarak kamuya ait ya da kamunun yararlandığı kaynakların özelleştirilmesi, zorla el değiştirmesi ya da kamu adına hükümetlerin imzaladığı Kamu-Özel Ortaklığı anlaşmaları aracılığıyla, kamu varlıklarının fiilen sermayeye peşkeş çekilmesiyle gerçekleşiyor.
Olimpiyatlar özelinde, ilk modern yaz olimpiyatı 1896 Atina’dan itibaren Oyunlar’ın hakimiyeti “Hayırsever iş adamları”, “Şirketler” ya da halk adına halkın parasını harcama yetkisini alabilen hükümetlerde olmuştur. Kuşkusuz süreç en başından beri böyle işlese de her zaman için bu kadar pervasızca yürütülmüyordu. Denebilir ki, dünya çapında neoliberal sürecin başlatıldığı 1980’lerde yılların Franco’cusu Juan Antonio Samaranch’ın başkanlığa gelmesiyle birlikte –kuşkusuz onun başkanlığa gelmesinden ziyade, uluslararası sermayenin Samaranch’a telkinleri daha önemlidir– bu yönelim müthiş bir hız kazanmıştır. Olimpiyatların, kentlerin neoliberal dönüşümü çerçevesinde devasa kentsel dönüşüm projelerinin kolaylaştırıcısı, meşrulaştırıcısı olması, bu birbiriyle bağlantılı kapitalist projenin bir örneğidir (1988 Seul’den bu yana 3 milyonu aşkın kent yoksulu evlerinden zorla tahliye edildi ).
1932 LOS ANGELES ÖRNEĞİ
Ancak örneğin Büyük Buhran’ın korkunç ekonomik sonuçlarıyla şekillenen 1932 Los Angeles Olimpiyatları’nın sonuç raporunda “Oyunların hiçbir şekilde ticarileştirilmediği”, “Şirket sponsorluklarıyla ticarileşmenin aracı yapılmadığı” gururla öne sürülür. Dönemin ABD Olimpiyat Komitesi Başkanı Avery Brundage, iflah olmaz bir ırkçı olmasının yanı sıra, IOC Başkanı olduğu 1952-1972 arası dönemde de gösterdiği üzere şirketlerin IOC üzerindeki hakimiyetine de karşı çıkmaya çalışan biriydi. Brundage, bunu, bir anti-kapitalist olarak yapmıyordu elbette. 1936 Berlin sonrası “Hitler Almanyası’ndan öğreneceğimiz çok şey var” diyerek, öğrenilecekler listesine “komünizmin temizlenmesi”ni ekleyen Brundage’ın ajandasında zamanın ruhuna uygun olarak Pierre de Coubertin’in ilkeleri vardı. Modern olimpiyatların babası Pierre de Coubertin, 19. yüzyıldaki ani alt üst oluşların (bunun adı kapitalist gelişmeydi, ancak Coubertin farkında değildi) toplum üzerinde yaratacağı tahribatın farkına varmış, ancak çözümü düzen içerisinde aramıştı. Coubertin, ‘Kaslı Hıristiyanlar’ felsefesinin kurucuları Canon Kingsley ve Thomas Arnold’un düşüncelerinin ve Antik Yunan ideallerinin yeniden canlandırılmasını öne sürüyordu. Coubertin’in hayaline göre Avrupalılar, spor yoluyla, toplumda giderek yayılan alt üst oluşun yarattığı ahlaki çöküntüden kurtulacak ve sağlam karakterli bireyler olarak şekillenecekti. Coubertin gibi, Brundage da, Olimpiyatları ve IOC’yi böylesi bir ülkünün taşıyıcısı olarak görüyordu. Maalesef IOC başkanlığı için 1 numaralı adayı olan Juan Antonio Samaranch’ın 1980’den itibaren gerçekleştirdiği önemli dönüşümleri göremeden yaşamını yitirdi. Hoş, hayatta olsaydı, o da, IOC ve Olimpiyatların neoliberal dönüşümüne ikna olmakta pek zorluk çekmezdi.
Dönelim yeniden 1932 Los Angeles’a. Ekonomik krizin gölgesi altında gerçekleşen Olimpiyatlar için krizin patlak vermesinden 1 yıl önce belirlenen 1 milyon dolarlık rakam California eyalet bütçesinden, yani kamunun cebinden harcandı. California eyaleti, 1 milyon doları bulabilmek için California 10. Olimpiyatlar Bono Kanunu’nu çıkardı. Ekonomik buhran sonrası olimpiyatlar için harcanan para büyük bir eleştiri konusu oldu. Hatta eyaletin başkenti Sacramento’da ekmek kuyruklarına girmek zorunda olan insanlar “Oyun değil gıda istiyoruz. Rezil Olimpiyatlar” slogan ve dövizleriyle sokaklara çıktı. 1932 Los Angeles’ta Oyunlara karşı gösterilen tepki ve sloganların bugünle olan benzerliği şaşırtıcı. Ancak Oyunların henüz sinsi bir kapitalist proje olarak açığa çıktığını ve bugünkü kadar yıkıcı etkilere sahip olduğunu iddia etmek olanaksız.
1984 LOS ANGELES; DEĞİŞİMİN BAŞLANGICI
Nitekim 1932 Los Angeles, “Ticarileştirilmeye asla izin verilmedi” vurgusuyla savunulurken, 1984 Los Angeles Yaz Olimpiyatları’na gelindiğinde dünya artık bambaşka bir yere evrilmişti. ‘Reagan Olimpiyatları’ olarak anılan ve ABD’nin boykot ettiği 1980 Moskova’ya (ve SSCB’ye) karşı görkemli bir yanıt olarak tasarlanan 1984 Los Angeles, sponsorlar ve özel sermaye tarafından finanse edilen ilk Oyunlar oldu. Bu, –her şey o kadar da bilinçli bir şekilde gerçekleşmese de– sadece sporda değil tüm dünyada yeni bir çağın ilan edilmesi anlamına geliyordu.
1984’e gelinen süreçte “Münih katliamı” ile anılan 1972 Münih, 1,4 milyar dolarlık masrafı ve 1 milyar dolara yakın zarar etmesiyle anılan 1976 Montreal (borç ancak 2006’da tamamen ödenebildi) ve ABD boykotuyla gölgelenen 1980 Moskova sonrası, IOC, önemli bir popülarite kaybına uğramış, aday kent bulmakta da zorlanmaya başlamıştı. Kent, 1978’de olimpiyatları düzenlemeye hak kazandığında dönemin belediye başkanı Tom Bradley, kent halkına eyalet kasasından hiçbir harcama yapılmayacağı sözünü vermişti. 1976 Montreal felaketi sonrası kimse böyle bir yükü taşımaya gönüllü değildi. Los Angeles Kent Konseyi de, kentin Oyunlara ancak hiçbir mali masraftan sorumlu tutulmazlarsa ev sahipliği yapacağını kesin bir şekilde dile getirdi. Uzun süren tartışmalar sonrası, ABD Olimpiyat Komitesi (USOC) Oyunları finanse edecek sponsor arayışına girdi. Bu, tarihte bir ilkti ve Los Angeles’tan başka aday bulamayan IOC de fazla itiraz edemedi. Oyunların “başarısının” mimarı olarak görülen Los Angeles Olimpiyat Komitesi Başkanı Peter Ueberroth biyografisinde yaşananları şöyle aktarıyor: “En başından bu yana herkes şirketlerin böylesi bir riskin altına girmeyeceğini söylüyordu. Bense aksini savundum Olimpiyatlar kamu ve özel sektörlerin iş birliği yapması için kusursuz bir araçtı. Özel şirketler itibarlarını arttırabilir ve insanoğlu için neyin doğru olduğunu gösterebilirdi.” Ueberroth, Oyunların halk tarafından finanse edilmemesi gerektiğini, hükümetin Oyunları finanse etmenin ötesinde yapması gereken daha önemli hizmetler olduğunu söylüyordu. Oyunların bugünkü işlevine bakıldığında kulağa hoş gelen bu sözler, aslında kısa sürede “Kamu-Özel ortaklığı”na evrilecek, yeni ekonomik modelin ve bu modelin hiçbir engele takılmadan işlemesini mümkün kılan “devlet denetiminden azadeliği” beraberinde getirecekti.
1984 Los Angeles, kendisini neoliberal trendle birlikte yeniden inşa eden IOC ve Olimpiyatlar’ın, Oyunların ticarileşmesini normalleştirmesi açısından kritik bir işlev gördü. General Motors, Coca Cola, Mc Donald’s, Motorola, Panasonic, Adidas’ın da aralarında bulunduğu 64 resmi sponsor, IOC ile sarsılmaz bir birliktelik kurdu. Ueberroth, Oyunlara ilgiyi artırmak amacıyla, televizyon hakları ihalesine katılmak isteyenlere 500 bin dolar depozito şartı getirdi. Olimpiyatların mali başarısızlıkla anıldığı onca yılın ardından böylesi radikal değişiklikler, özellikle İrlandalı Lord Killalin’in döneminde kuşkuyla karşılansa da, 1980’de göreve gelen Juan Antonio Samaranch, Ueberroth’un bir numaralı destekçisi oldu. Los Angeles Olimpiyatları, kentte halihazırda var olan tesisleri kullandı, bu alanda anormal bir harcamaya sebebiyet vermedi ve yalnızca 413 milyon dolar harcanarak düzenlendi. 1976 Montreal’de 1.4, 1980 Moskova’da 1.35 milyar dolar olan bu rakamın bu kadar aşağıya çekilmesi, üstüne üstlük 250 milyon dolar kâr elde etmesi, büyük bir coşkuyla karşılandı. Kısa sürede 1984’ün simgelediği “ticarileşme” IOC, FIFA, NBA gibi organizasyonların bir numaralı rotası haline geldi. Medya alanındaki ilerleme, küreselleşme ve hakim hale gelen neoliberalizm bu eğilimlerle spor endüstrisinin kusursuz birlikteliğini perçinledi.
‘84’ÜN MİTİ
1984 Los Angeles’ın yarattığı bu hava aldatıcıydı. John Horne ve Garry Whannel bu konuda şunları yazıyor: “Los Angeles Olimpiyatların zarar etmeyeceği, hatta ufak da olsa kâr edebileceğine dair bir mit yarattı. İşin aslı Los Angeles’ta ulaşım alt yapısı ve güvenlik gibi rakamlara eklenmeyen kamu hizmetleri vardı. 1984’ten bu yana hiçbir Oyun, tüm giderler hesaba katıldığında birbirine denk bir mali tablo ortaya çıkaramamıştır. Olimpiyat Oyunları’nın sunumu sistematik olarak Oyunları düzenlemenin masrafıyla, Oyunlara hazırlanılan süreçteki altyapı masraflarını gizlemektedir. Hesaplar göstermektedir ki, Organizasyon Komitesi tarafından elde edilen televizyon hakları, sponsor gelirleri, bilet satışları ve diğer ticari kalemler masrafları karşılarken stadyum ve tesislerin inşaatı gibi altyapı harcamaları buna dahil edilmemektedir.” Söz konusu harcamalar, tahmin edilebileceği üzere vergi mükellefleri tarafından karşılanıyordu. Ne olursa olsun, 1984 Los Angeles, “ticarileşme” ile IOC arasındaki buzları tamamen eritti ve yeni bir döneme girildi.
Sürücü koltuğunda, sponsorlarıyla birlikte her şeye muktedir ancak tüm vergilerden muaf, Jules Boykoff’un deyimiyle, aynı anda “hem para-state (bir nevi paralel devlet) hem de para-site (parazit)”, FIFA ve IOC’nin bulunduğu bu yeni dönemde, dünyanın bu iki gizemli ve dışa kapalı krallığı, Dünya Kupası ve Olimpiyatlar etrafında yaratılan olumlu imajla işlerini kolayca hallediyorlar. FIFA ve IOC, ellerindeki yüksek prestijli organizasyonları kullanarak, birer Truva atı gibi girdikleri ülkelerde, maksimum 1 aylık “karnaval”ları için, kendileriyle işbirliği yapan yerel hükümetlere her türlü kararı aldırabiliyor. Örneğin Brezilya’da olduğu gibi, futbol takımı her hafta 2 bin kişiye oynayan Cuiaba’ya yüz milyonlarca dolar harcatarak “FIFA kalitesinde” 45 bin kişilik bir stat yaptırabiliyor. Ne de olsa, turnuva bittikten sonra sinek avlayacak olan bu stadyumun kaderi, bakım-onarım maliyetleri vb. onu zerre bağlamıyor. Peki, kimi bağlıyor ve bu kadar dezavantajlı anlaşmalara nasıl imza atılabiliyor? Elbette kamuyu.
OLAĞANÜSTÜ HAL YARATABİLME GÜCÜ
Öncelikle, Jules Boykoff’un “Celebration Capitalism” kitabında vurguladığı gibi, günümüzde Oyunların, IOC, FIFA ve sermaye lehine aldırabildiği tüm halk düşmanı kararların arkasında, onun bir “Olağanüstü hal” yaratabilme gücü yatıyor. Burjuva partilerinden medyasına cümle sermaye işbirlikçisinin “tüm ulus için bir karnaval” olduğu konusunda söz birliği ettiği bu “olağanüstü hal” sayesinde Meclis’ten her türlü kanun geçirilebiliyor, FIFA ve IOC’ye tüm kapılar açılabiliyor, güvenlik kuvvetlerine istedikleri her türlü oyuncak satın alınabiliyor.
İkincisi, arkasında felaket bir mali tablo bırakan 2000 Sidney’den bu yana, Kamu-Özel Ortaklığı anlaşmaları aracılığıyla sözde halkla sermayenin işbirliği içerisinde bir maliyet paylaşımından söz ediyor. Ancak pratikte olan şeyse, halk adına devletin her türlü harcamayı yapması ve kaymağı da şirketlere yedirmesi. California Üniversitesi’nden Profesör Faranak Miraftab’ın dediği gibi, “Kamu-Özel ortaklıkları bir Truva atı gibi hediye müjdesiyle gelir ancak yoksulu daha da yoksul hale getirir.”
Üçüncüsü, yukarıda da bahsettiğimiz üzere, mega organizasyonlar, bugün finans başkenti olarak tasarlanan, dönüşüm geçiren büyük kentlerde sermaye için önemli arazi rantları getiren kentsel projelerin meşrulaştırıcıları olagelmişlerdir. 1988 Seul’den bu yana zorla evinden edilen 3.5 milyon insan, bu anlamda hiçbir şekilde tesadüf değildir.
Sonuç olarak, günümüzde “Dünyanın en uzun süreli reklam kuşağı” olarak tanımlanan mega organizasyonlar, müthiş antidemokratik kurumların öncülüğünde (IOC, FIFA, yerel hükümetler), antidemokratik süreçlerin (mega organizasyon olağanüstü hali) yardımıyla, sermayenin hin bir aracına dönüştürülmüştür. 1932’nin “Oyun değil ekmek istiyoruz” sloganı ile 2014’ün “Stadyum değil okul-hastane istiyoruz” sloganları mega organizasyonların hizmet ettiği sınıfın haklı sloganlarıdır ve bu sloganları gerçeğe dönüştürmede Brezilya 2014 ve 2016 süreçlerinden edinilen deneyimlerin önemli bir payı olacaktır.