Egemen medya ve Onun Politik İşlevi

Son yıllarda, iletişim aygıtlarının yay¬gınlaşması, uydu TV ve radyo kanallarının sayısının tespit edilemeyecek kadar çoğalması yeni tartışmalara yol aç¬mıştır. Sermaye ve onun savunucusu merkezlerce, bu çokluk, yeni bir “demokratikleşme” propagandasının başlatılmasına zemin hazırlarken, emekçiler bu aygıtlara ve onların yayınlarına yoğun tepki göster¬mektedir. Kimi eski solcu dönek aydınlar, yeni yayın aygıtlarını demokrasi ve çokseslilik aracı olarak selamlarken, kimileri ise onun önünde kölece boyun eğmekte ve ezilen sınıfın mücadelesinin ne kadar “zayıf bir konumda olduğunu anlatıp durmaktadırlar.
“Medya” kavramı, son gelişmelerden sonra daha sık bir biçimde yığınlar içerisinde kullanılır oldu. Ancak bu kavram, gündelik dile, olumsuz anlama sahip bir şekilde yerleşti.
Bu yazıda, medyanın sınıfların mücade¬lesi açısından taşıdığı ideolojik, politik, kültürel anlamı irdelemeye çalışacağız.

TARİHTEN GÜNÜMÜZE MEDYA

Medya; basın, televizyon, radyo, reklâm, bilgisayar, video-kaset vs. gibi iletişim araçla¬rının oluşturduğu, geniş yayın ve etkileme ağını ifade eden genel bir kavramdır. Öncele¬ri Türkiye’de sınırlı çevrelerde, kendilerini adlandırmak için kullanılan bu kavram, iletişim aygıtları alanında ortaya çıkan önemli gelişmeler sayesinde, daha geniş yığınlarca da kullanılır hale geldi.
Bugün, telekomünikasyon ve bilgisayar sistemini de içine alan medyanın tarihi, bazı araştırmacılar tarafından, matbaanın icadıyla başlatılır. Ne var ki, bu görüş, “medya” kavramıyla ifade edilen bugünkü toplam etkinlik alanının karakterini, ilerici bir dönemle aynı kökten geliyor gibi göstererek karartmaktadır. Bu, aynı zamanda, “medya”nın tarihin ilk çağlarından beri var olduğu iddiasını ileri sürerek, onu vazgeçilmez ve meşru bir olay olarak sunmaya hizmet etmektedir. Burjuvazi, feodalizme karşı verdiği savaşta, kilise ve feodalitenin egemenliğini ve bilgi tekelini yıkmak için yazılı materyallere ihtiyaç duyuyordu. Mutlak monarşilerin ve din adamları¬nın bilimdışı, karanlık dogmalarına karşı; kitap, gazete ve broşürlerle demokratik-politik düşünce ve fikirler yaygınlaşmaya başladı. O zaman ilerici bir araç rolü oyna¬yan basılı yayınlar, bugünden farklı olarak tarihsel ilerlemenin yanında duruyordu. Bugün burjuva medyası ise, tümüyle karşı-devrimci ve gerici bir işlevle donanmış özel bir burjuva yayıncılık sektörünün adıdır.
Yazılı kitle iletişiminin gelişimi, burjuva siyasal devrimlerin tamamlanmasından sonra doruk noktasına çıktı. Henüz ‘devrimci’ özelliklerini kaybetmeyen burjuvazi; basını ve iletişim aygıtlarını, kendi sistemini sağlamlaştırmanın aracı olarak etkin biçimde kullandı. Burjuvazinin yayılma ve genişleme ihtiyacı¬nın paralelinde yazılı basın, önemli gelişmeler kaydetti. Basının teknik anlamdaki geliş¬mesi “ofset baskı”, “elektrik dalgalarıyla resim nakli” gibi buluşlarla devam etti. Bu gelişmeler; basının, toplumdaki nüfuzunun artmasına ve burjuvazinin kâr güdüsünü kabartan ayrı bir sektör haline gelmesine önemli bir dayanak sağladı. Yüzyılın sonun¬da, bugünkü medyanın temeli olan telekomünikasyon ortaya çıktı.
Günümüz modern medyasının teknik kökleri, 1834’te telgrafın haberleşmede kullanılmasında görülebilir. Daha sonra 1850’li yıllarda telefon, yüzyılın sonunda elektrik dalgalan ve telsiz telgraf, 20. yüzyıl başında radyo, 1950-60’lı yıllarda televizyon ve yeni teknikler ortaya çıktı.
1930’da başlayan radyo yayınları çok etkili sonuçlara yol açıyordu. Burjuvazi bu aracı faşizmin propagandası yolunda yoğun bir şekilde kullandı. Transistor ve uydu teknikleriyle geliştirilen radyo, faşizmin elinde önemli işlev gördü. Medya araçları içinde baş köşeye oturan radyo, bu dönemde, bir ayaklanma ve devrim anında “ele geçirilecek ilk merkez” olarak değerlendirildi.
Aynı dönemde sinema, sessiz (1900-1927) ve sesli (1927’den sonra) olarak ide¬oloji ve siyasetin propaganda araçlarına dahil oldu. Sinema, renkli ve çok metrajlı biçimlerle ilerlemeye devam etti. Televizyon ise, ışık enerjisini elektrik enerjisine dönüştürmeyi sağlayan foto elektrik, görüntünün nokta ve satır analizi ve bunun elektrik sinyallerine aktarılması gibi buluşlardan sonra ortaya çıktı. Televizyon da; renkli, uydulu ve kablolu yayın gibi aşamalardan geçti. Televizyon, bugün, kanal çokluğu, iletişim ağı üstünlüğü, etkisi ve önemi açısından burjuvazinin mülkiyetindeki en önemli propaganda aracıdır.
Kapitalistler eski iletişim araçlarını geliştirmekte ve yeni koşullara göre inşa et¬mektedir. Bilgisayar, telefon ve ekran arka¬sından kurulan bağlantı ve yeni teknik aygıtlar sayesinde yeni iletişim araçları ortaya çıktı.
Bu yeni aygıtların, propaganda ve ya¬nıltma amaçlı kullanımının oluşturduğu sistem, burjuva uzmanlar tarafından 3 katego¬ride ele alınmaktadır. “Özerk medya” yazılı olup üzerine mesaj yazılabilen türlerden oluşmaktadır. Bu gruba video-kaset ve diskler, lazerli kompakt diskler, manyetik kasetler vs. girer. “Teleyayım medyası” gerekli donanımlara sahip kişilere hizmet ve program ulaştıran video iletim ve tele yazım sistemlerini kapsamaktadır. “Telekomünikasyon medyası” ise telefon, telekonferans, fax, fizyon radyotelefon gibi görüntünün depolanmasını sağlayan araçları kapsamaktadır.
Medya araçları bununla sınırlı kalmaya¬caktır. Bilim ve teknolojideki ilerlemeler medya alanındaki yansımasını bulacak ve gelecekte, bugünden öngöremeyeceğimiz yeni iletişim araçları ortaya çıkacaktır.

BURJUVA MEDYANIN TOPLUMSAL AÇIDAN İŞLEVİ

Medyanın burjuva toplumundaki işlevini anlayabilmek için onun burjuvazi ile ilişkilerini ortaya koymak gerekiyor. Onun sermaye ve burjuva devleti karşısındaki konumu nedir?
Bugün medya, gerek üretim teknolojisi, gerekse kullanım alanları bakımından tekelci kapitalistlerin mülkiyetindedir. Hem emperyalist metropollerde hem de ve özellikle emperyalizme bağımlı yarı sömürge ülkelerde durum böyledir. Geri kapitalist ülkelerdeki sürekli ve büyüyen ekonomik kriz olgusu, diğer şeyler gibi medyanın da tekelci karakterinin net ve belirgin olarak görülmesini sağlar.
ABD’de, 9. büyük endüstri dalını medya endüstrisi oluşturmaktadır. Gazetelerin yüzde 59’u 25 büyük sermaye grubunun elindedir. 1971 rakamlarına göre sadece medya harca¬maları, 109 milyar doları bulmaktadır.
Batıda ünlü ekonomi dergilerinin her yıl yaptıkları “Dünyanın en zenginleri” ya da “ABD’nin en zenginleri” sıralamasında liste¬nin ilk sıralarını medya zenginleri almaktadır. Ünlü “Forbes” dergisinin en son düzenlediği “ABD’nin en zengin 10 milyarderi” listesindekilerin 7’sinin serveti ya kitle iletişiminden, ya iletişimden ya da bilgisayarlardan gelmektedir. Demek ki; medya, yalnızca tekelci kapitalistlerin sıradan bir mülkiyeti değildir, aynı zamanda medya teknolojisi alanı da, azami kârın elde edildiği en kârlı sektörlerin başında gelmektedir.
Almanya’da Springer, Baur ve Burda; İngiltere’de Murdoch, Maxwell ve Stevens -pazar günü gazete satışlarının yüzde 82’sini diğer günlerde ise yüzde 73’ünü-, Fransa’da da Hachette, Gallimard, Fillibacchi, Hersant grupları yayın yaşamını ellerinde tutmaktadırlar.
Tekelleşmiş medyada Amerikan hâkimiyeti vardır. 1980’li yıllarda büyük birleşmeler, jeostratejik bir kural haline gelmişti. Evrensel bir iletişim yolundaki acımasız yarış, ABD’de iletişim araçlarının satın alınması için büyük tekeller arasındaki rekabeti alevlendirdi. Ame¬rikan şirketleri; Time ve Warner, Mart 1989’da birleştiler. Yeni Warner devi, medya¬lar ve “eğlence” alanında şimdiye kadar gö¬rülmemiş olan bir boyuta ulaştı. Birleşme son¬rası bu medya tekelinin toplam sermayesi 10 milyar dolan buluyordu. Amerikan tekelleri¬nin ağırlığı, uluslararası çapta da belirgindi. “Medya-eğlence” sektörünün en büyük 25 gru¬bundan 13’ü Amerikandır.
Amerikan Senatör William Fulbrigth 1966’da Senato’da hükümet ve medya üzeri¬ne yapılan oturumlarda şu gözlemde bulun¬maktaydı: “Çok ilginçtir ki; önde gelen gazete¬lerimizin çoğu, hükümetin neredeyse ajanları ya da uzantıları haline gelmişlerdir; hükümet politikasına karşı çıkmamakta, onunla ilgili soru bile sormamaktadırlar.” Amerikan sena¬törünün “hayretle” gördüğü bu durum, med¬yanın tekelci sermayenin mülkiyetinde olma¬sıyla açıklanır.
Medya aygıtları üzerindeki tekelci kapita¬list hâkimiyet, emperyalizme bağımlı sömürge ülkelerinde daha açık bir biçimdedir. Brezil¬ya’da bütün iletişim reklâmcılığı, 8 çok uluslu şirketin ve devlet kuruluşlarının denetimindedir. Brezilya’da televizyon istasyonları, 5 büyük şebekenin elinde bulunmaktadır. Türki¬ye’de ise her basın-yayın organının arkasında banka ve sermaye grupları bulunmaktadır. SHOW’un arkasında İktisat Bankası ve Hürri¬yet Grubu, atv’de Finans Bank, Marmara Ban¬kası ve Sabah Grubu, Inter Star’da İmar Ban¬kası ve Adabank,- Kanal D’nin arkasında Alternatif Bank ve Doğuş Grubu bulunmakta¬dır.
Bugün artık, uluslararası, planda çeşitli kurum ve örgütleri bulunan ve politika üze¬rinde büyük etkide bulunan medyanın; toplu¬mun diğer siyasi, dinsel, hukuki, felsefi yapıla¬rı gibi üstyapıya dâhil olduğunu söyleyebiliriz. Medya, ilişkileri ve etkisi dola¬yısıyla, altyapı üzerinde diğer üstyapı kurumlarından daha fazla etkide bulunmaktadır.
Kapitalist toplumda siyasi üstyapı ve özel mülkiyet, üretici güçlerin gerisinde ve onun gelişmesini engelleyen bir konumdadır. Ege¬men üstyapı, üretici güçlerin gelişmesinin yansıması olarak ortaya çıkan farklı ideolojik ve politik düşünce ve tavırlar ve yeni toplu¬mun öncüleriyle kıyasıya mücadele eder. Bu çatışmada yeni olanı temsil edenlere karşı burjuva medyası, sistem ve sömürücü egemen sınıflar yararına işlev görür. Medya, bu gerici karakterini, yukarıda genel olarak açıkladığı¬mız sermaye ile olan kopmaz bağlantısından almaktadır.
Medya, beyin yıkama ve ideolojik manipülasyon aracıdır. Burjuvazi, işçi ve emekçileri baskı ve terörün yanı sıra ve daha önemli ola¬rak ideolojik propaganda ile kendisine boyun eğmeye zorlar. Sömürü ve zulüm düzenine tepki duyan ezilen sınıflar, propaganda araç¬larının eşgüdümlü saldırılarıyla düzene muha¬lefet etmekten alıkonulmaya çalışılmaktadır.
Medya kendi tanrılarını yaratarak kitlelere sunar: Madonna, Marilyn Monroe, Silvester Stallone, E. Taylor vs. Ya da Rambo, Super¬men, He-Man gibi hayali tipler… Bu tanrılar aracılığıyla kitlelere gerçek yaşamın zorlukları unutturulur, hayat, hayali düşlerle kolaylaştırılır ve kaçış sağlanır.
Günümüzde işlevi “aydınlatma ve bilgilen¬dirme” olarak belirtilen medya, olayları ve ol¬guları burjuvazi yararına çarpıtmakta ve ak¬tarmaktadır. Medya için haber değerini belirleyen şey; toplumsal sorunların ortaya konup çözümler üretilmesine yardım etmek değil, ideolojik propagandaya malzeme olup olmayacağıdır. Burjuva devlet ve orduların kitle katliamları, “pogromları”, cinayetleri medyaya hiç yansımazken, komünist ve dev¬rimcilerin bütünüyle haklı ve meşru devrimci eylem ve faaliyeti “canilik”, “kalleşlik” olarak propaganda edilir. Medya, devrimi ve devrim¬cileri karalamak için hayali teoriler ve bağlan¬tılar, “esrarengiz noktalar” ortaya atar ve tozu dumana katar. Örneğin; “soğuk savaş” olarak bilinen dönemde, SB’ye karşı “gerçek¬dışı bilgi” ile saldırılarak “psikolojik savaş” yürütülmüştür. Marksistlerin yalana dayalı propaganda adını verdiği bu kirli yöntem, bugün de yoğun olarak kullanılıyor.
Medya, devrim ve sosyalizm savaşçılarına ve büyük devrimci atılımlara karşı hep koyu bir kin ve düşmanlıkla saldırmıştır. Medyanın bu alçakça saldırıları çok sözü edilen “meslek ahlakı” gibi kavramların, içi boş kavramlar ol¬duğunu da göstermektedir. Medya, devrim ve sosyalizme karşı genelde şu kirli yöntemlerle saldırmaktadır:
* Devrimin ve devrimci halk yığınlarının başarıları karşısında olguyu görmezden gel¬menin özel bir biçimi olarak susmak, aptalca ve gülünç olsa da bir eleştiri biçimidir. Örne¬ğin; Nisan ’93’te Etiyopya’da ezilen ulusun ezen ulustan referandum sonucu gönüllü ola¬rak ayrılması olgusu, ulusal çatışma ve düş¬manlıklarla karakterize olan dünyamızda, basım-yayın organlarında yer almamıştır. Medya bu önemli olgu karşısında adeta bir “ölüm suskunluğu” içerisine girmiştir.
* Olguyu karalamak ve bazen gerçekleşe¬meyecek “ütopik” olarak damgalamak, med¬yanın bir başka özelliğidir. Medya, Marksizm’in ortaya çıktığı günden bu yana onun amaçlarını bir “ütopya” olarak nitelendirmiş-tir. Böylece Marksistler de halka, “ayakları bu¬lutlarda olan hayal kahramanları” olarak sunulmuştur.
* Olguyu, sözde, ezilenlerin “yanından” eleştirmek de, medyanın ilginç yöntemlerin¬den biridir. Tarihsel bir örnek olarak 1937 Sovyet Anayasası’nın bazı yabancı basın or¬ganlarınca “sağa kaydılar”, “işçi iktidarını tas¬fiye edecekler” şeklinde suçlanması gösterile¬bilir.
Medyanın olgulara karşı gösterdiği bu farklı görünen tavırların ortak noktası; burju¬vazinin ve karşıdevrimin azgınca savunulmasıdır.
Görüşlerimizi daha iyi açıklamak için ulus¬lararası öneme sahip bazı gelişmeleri ve bu gelişmeler karşısında yabancı ve yerli medya¬nın tutumunu ele alalım.
Körfez Savaşı, diğer şeyler bir yana; med¬yanın, tekellerin borazanı olduğunu en açık biçimde gösteren çarpıcı bir örnektir. Medya, daha savaşa başlamadan Saddam’ın “savaş delisi” olduğunu savundu. Savaşlar ile emper¬yalizmin pazar kavgası arasındaki hayati iliş¬kiyi “atlayan” medya, “Saddam’ın dersinin ve¬rilmesi gerektiğini” savunarak, savaş kışkırtıcılığı yaptı. Medya, Saddam’ın bireysel özellikleri, aile yaşamı, çocukluğu ile “ilgilene¬rek” savaşın emperyalistlerin Ortadoğu pet¬rollerine yönelik planlarının ürünü olduğunu gizlemeye çalıştı. Saddam ile Hitler ve hatta Stalin arasında tarihsel paralellikler kurmaya çalışan medya, sosyalizme karşı bir kez daha karalama kampanyası açtı. Medyaya göre sa¬vaşın sebebi “Saddam’ın sapıklığı”, emperyalist orduların “Kuveyt aşkı”nın sebebi ise “bo¬zulan barışı yeniden tesis etmek” idi. Amerikan ve diğer şirketlerin ilk iş olarak on¬larca petrol kuyusu açması, medyaya göre haber değeri taşımıyordu. Emperyalist saldır¬ganlık CNN vasıtasıyla “atari oyunu”na benze¬tildi. Naklen yayınlarla kitleler burjuvazi ve emperyalizm yararına koşullandırıldı. Ameri¬ka’nın ve CIA’nın borazanı olarak çalışan medya, Irak’taki sivil hedeflerin vurulmadığı¬nı propaganda etti. Oysa bu mümkün değildi, çünkü ABD yıllardır kullanmadığı ve isabet yeteneği zayıf, paslı ağır bombalarını kullan¬mıştı. Irak’ta yaşamını yitiren yüz binlerce masum insanı “unutan” medya, kirlenmiş bir denizde yüzen karabatağın resimlerini yayın¬layarak Saddam’ın “canlılar için korkunç bir tehlike” olduğunu propaganda etti. Sonradan anlaşıldı ki, çekilen karabatak görüntüsü bile körfezden değil, bir tanker kazasından çekil¬miş arşiv görüntüsüdür.
Savaştan aylarca sonra, GIA ve Pentagon’un bu savaş sırasında görevli gazeteciler üzerinde büyük bir baskı kurduğu ortaya çıktı. Kendi emri altındaki medyaya dahi gü¬venmeyen tekelci burjuvazinin zayıflığını gösteren bu olay, o dönem bölgede çalışan gaze¬tecilerin itirafları sonucunda ortaya çıktı. Krizin patlak verdiği 1990 yılının ağustos ayından savaşın bitimine kadar Körfez bölge¬sinde kalan 43 Amerikalı gazeteci, kendileriyle yapılan röportajlarda “rasgele seçilmedik¬lerini”, Pentagon’un “örnekleme” yöntemiyle seçildiklerini söylemişlerdir. Ayrıca gazeteci¬ler, Pentagon’un sansürü altında ezildiklerini, “haber ve hikâyelerin dahi sansüre tabi tutul¬duğunu” belirtmişlerdir.
Savaşın bitiminden sonra orduların ve işgal güçlerinin bölgede konumlandırılmasını “bölgedeki istikrarın yeniden tesisine” bağla¬yan medya, Çekiç Güç gibi bir işgal ordusunu “bansın teminatı” olarak lanse etti.
“Demokrasi ve çoğulculuk” sözlerini bık¬madan tekrarlayan medya, örneğin “SB”deki Ağustos ’91 darbesini “komünist darbe”, “anti¬demokratik girişim” olarak değerlendirdi ve karşı propaganda yürüttü. Bu darbeye faşist Türk medyası da karşı çıktı. Bu olayla bir kez daha “çoğulculuk” çığlıkları atan medya; ger¬çekte, darbenin sorumlularının Rusya’daki re¬formlara ağırdan alınmasını savunanlar olması nedeniyle böyle bir tutum almıştı. Bir başka darbede ise tam tersi bir tutum benim¬sendi: 1993 yılında, Yeltsinci burjuvazi ve ordu “demokrasinin vazgeçilmez kurumu olan” parlamentoyu topa tutarak, yüzlerce in¬sanı katletti. Rusya’da sermayenin farklı kesimleri arasındaki çelişki, uzlaşmaz bir hal al¬mıştı ve Yeltsinci klik, eski tekelci devlet kapitalizmini savunan Rutskoy-Hasbulatov kli¬ğinin mevzilendiği parlamento binasını topa tuttu. ’91 Ağustos darbesini lanetleyen medya, bu olayda Yeltsin’i destekledi. Fakat hakkını yemeyelim, bazı basın organları “askerlerin fazla ileriye gittiğini” söyledi! Bu olay bir defa daha gösterdi ki; “demokrasi ve öz¬gürlük” gibi sözler, medyanın dilinde, emekçi¬leri aldatmak için kullanılan içi boş safsatalar¬dır. 12 Mart ve 12 Eylül’ü olduğu gibi, Yeltsin darbesini de destekleyen faşist Türk medyası¬nın ikiyüzlülüğünü anlatmaya gerek bile yok.
Son on yılların en önemli olaylarından biri olan “SB” ve Doğu Avrupa’daki bürokratik burjuva rejimlerin çözülmesi olayı, medyaya antikomünist saldırısında büyük bir propa¬ganda vesilesi oldu. Anti-sosyalist propaganda, medya araçları tarafından akla hayale gelme¬dik yöntemlerle derinleştirildi. “Komünist top¬lumun” alternatifi olarak “demokratik ortam” denilen çürümüş burjuva toplumu gösterildi. Eski sosyalist veya halk demokrasisi ülkelerin¬de yaşanan birkaç yüz kişilik eylemleri abar¬tarak duyuran medya, proletarya ve ezilen halkların kimi ülkelerdeki başarılı mücadele¬lerine kulaklarını tıkadı.
Medya, ezilen hakların haklı mücadelesi¬nin vahşi bir düşmanıdır. Medya, 1960’lardan günümüze uzanan Filistin halkının mücadele¬sini ve FKÖ’yü “Ortadoğu’da terörün başı” olarak suçlamıştır. Aynı medya, 1993 yılında¬ki “Pax-Americana” çözümünden sonra re¬formcu FKÖ’yü alkışlamıştır.
Medya “terörizm ve bölücülük” umacısıyla kurtuluş hareketlerine saldırırken burjuvazi¬nin vahşi katliamlarını onaylamakta ve kışkır¬tıcılık yapmaktadır. “Türkiye’de Kürt yoktur”, “Kürtçe diye bir dil yoktur, o Türkçenin bir koludur”, “PKK Ermeni aletidir” gibi resmi sloganları azgınca savunan basın-yayın organ¬ları, “yeni teoriler” uydurarak Kürt halkının haklı davasını karalamaya ve küçük düşür¬meye çalışmaktadır. Basın-yayın organlarının başköşesine kapağı atan yazarlar, ruhunu ve kalemini sermayeye kiralamakta ve mazlum bir ulusun baskı altında tutulmasını savun¬maktadırlar. Bu yazarlar geleneksel olarak Kürt mücadelesini “emperyalizmin böl-yönet siyasetinin aleti olmakla” suçlamaktadır. Son dönemde ise başını İlhan Selçuk’un çektiği bazı yazarlar, Behçet Cantürk olayına işaret ederek, “Kürtlerin mafya ve silah tüccarlarıyla olan esrarengiz bağlarından” söz etmektedir.
Türk medyası, MİT’in ve Genelkurmay’ın bir kolu olarak çalışmakta ve MGK’nın “bri¬fingleri” doğrultusunda hareket etmektedir. Gazeteciler Cemiyeti, son olarak, “Terör Örgü¬tü PKK’nın Gerçek Yüzü” adlı bir kitap yayım¬ladı. Gazeteciler Cemiyeti tarafından yapılan açıklamada “kitabın yıllardır terörle mücade¬lede uzmanlaşmış birim ve kişilerin görüşleri¬ne dayanılarak kaleme alındığı” belirtildi. Bu¬rada kastedilen “birim ve kişilerin”, MİT başta olmak üzere Kontrgerilla, Özel Tim, Siyasi Polis gibi karşıdevrimci kurumlar ve onların temsilcileri olduğu bilinen bir şeydir.
Medya, işçi sınıfına ve mücadelesine karşı yoğun bir saldın sürdürmektedir. “Özelleştir¬menin işçilerin yararına olduğu” fikrinden “işçi sınıfı yok oluyor” revizyonist tezine kadar tüm gerici görüşler medyada hiç eksik olmaz. Medya, işçi sınıfının kendiliğinden ey¬lemlerine karşı bile büyük bir düşmanlıkla saldırmaktadır. 1936’da Amerika’da Mohawk Vadisi, Johnstown Bethlehe çelik grevi tarih¬sel bir örnektir: Çelik tekelleri “artık pek ge¬çerli olmayan” askeri baskı ve grev kırıcıları yerine, örtük etkili propagandayla medyayı devreye soktu. Medyanın yoğun ideolojik bombardımanı, grevin “halka ve ortak çıkarla¬ra zarar, verdiği” propagandasının üzerinde gerçekleşti. Bu yöntem etkili oldu ve o dö¬nemden bu yana işçi eylemlerine karşı uygu¬landı. “Bilimsel grev kırma yöntemleri” deni¬len bu yöntem, Türkiye burjuvazisi tarafından da grev ve direnişçilere karşı kullanılmakta¬dır. Son olarak ’92 yazında “Çöp Grevi”” ola¬rak bilinen temizlik işçilerinin eylemine, med¬yanın korkunç propagandaları ile saldırılmıştır. Özellikle boyalı basın ve özel TV kanalları işçi ücretlerinin “astronomik” ol¬duğunu savunmuş ve işçiler, memurlarla karşı karşıya getirilmek istenmiştir. Sonuçta sahte bir işçi-halk karşıtlığı yaratılarak işçi sı¬nıfının grevi “haksız ve halkın sağlığına zarar veren” bir eylem olarak damgalanmıştır. Hal¬kın “işçinin hakkı verilsin ve grev öyle son bulsun” şeklindeki talebi, basında ve TV kanallarında yer almamıştır. Türk medyasının hükümet ve sermayenin çıkarlarına bağlı ola¬rak çalıştığı herkes tarafından görülmüştür.
Medya, dış sorunları işleyerek iç politik so¬runları gizlemeye çalışır. Enflasyon, özelleştir¬me, yeni terör ve vergi yasalarını unutturma¬ya çalışan medya, “komşu topraklarda bulunan” hayali PKK kampları kurar, “Çiller’in güzelliği ve Clinton’la uyumu”nu öne çı¬kararak gündem saptırır. Çiller’in Ve Butto’nun Bosna gezisi şovenizmin azdırıldığı kampanyalara çevrilir. Mezarcı’nın Atatürk’e ilişkin görüşleri bahane edilerek, emekçi yığınlar burjuvazi etrafında “birlik ve beraberli¬ğe” çağrılır. Türk bayrakları ve posterler veri¬lerek faşist diktatörlüğün ve onun faşist ideolojisinin savunusu yapılır.
Medya, devlete toz kondurmamakta, çeşitli “münferit” gelişmeleri “kötü yöneticilere” bağlamakta ve kapitalist sömürü sistemini ak¬lamaktadır. Son İSKİ yolsuzluğu ortaya çıktık: tan sonra, medya, ortak bir biçimde Göknel’i ve yakınlarını hedef almıştır. Burjuva basının bir fraksiyonu olan “Aydınlık” gazetesi de aynı burjuva yaklaşıma sahiptir. Genelkurmay Başkanı Güreş’in tehditlerine karşı Aydınlık gazetesi “Güreş istifa” kampanyası açarak, bu yaklaşımın başka bir örneğini vermiştir.
Kapitalist devletler, olay ve olguları çarpıt¬mak ve güçlü propagandalar yapabilmek için “servisler” kurmuşlardır. Kötü ünlü ABD Bilgisizlendirme ve Propaganda Servisi (USIA) bili¬nen bir örnek. Türkiye’de ise medya; adeta, bu tür servislerin doğrudan organı gibi çalı¬şır.

MEDYA, “DEMOKRASİ” ve BURJUVA PROPAGANDA

Bugünkü egemen medya, kapitalist devle¬te ve tekelci kapitalistlere organik olarak bağ¬lıdır. Her olay, her gelişme tekellerin prizma¬sından yansıyarak halka ulaşır. Medya alanında komünist ve devrimcilerin faaliyet sürdürmeleri, egemen medyanın emperyalist-gerici karakterini ortadan kaldırmaz. Ayrıca bu olgu, hiçbir biçimde “basın-yayın özgürlü¬ğünün varlığına kanıt olamaz. Çünkü bir hak, pratikte kullanılamıyorsa ortadan kalkar. Örneğin bazı sınırlamalara uymak kaydıyla herkesin TV kanalı, radyo kurma, dergi ve ga¬zete çıkarma hakkı vardır. Fakat bunları yap¬mak milyarlarca lirayı gerektirdiğinden söz konusu “hak” boş bir içeriğe sahiptir. İlerici yayınlardan yararlanmak isteyen kitleler için de durum farklı değildir. Türkiye’de asgari net ücretin bir-bir buçuk milyon civarında ol¬duğu bilinmektedir. Bir gazete ve derginin fiyatı ise 10-25 bin liradır. Bir emekçi sadece günlük gazete okusa, bu, ücretinin yüzde 20’sini tutmaktadır. “Basın-yayın özgürlüğü” sözleri, paranın egemen olduğu burjuva toplu¬munda bir aldatmacadan başka bir şey değil¬dir.
Baştan ilerici basın-yayın araçlarını ekono¬mik ablukayla yok etmeye çalışan burjuvazi, var olduğu kadarıyla muhalif basına taham¬mül edemez. Birçok yöntemle devrimci basın susturulmaya ve dikensiz bir medya alanı ya¬ratılmaya çalışılır. Bu yöntemlerden başta ge¬leni, devrimci basının çalışanlarına suikastlar düzenlemek, işkenceden geçirmek ve tehdit¬lerle yıldırmaya çalışmaktır. “Sınır Tanımayan Muhabirler Örgütü” RSP’ye göre; 1989’da 71 gazeteci mesleklerini icra ederken, görüşlerin¬den dolayı öldürülmüşlerdir. Yine 1989’da RSP’nin sayımına göre, 241 gazeteci gözaltına alınmış ya da tutuklanmış, 97’si sınır dışı edil¬miş ve uluslararası basına karşı, burjuva devletler tarafından en az 157 müdahalede bulu¬nulmuştur. Bu resmi rakamlar gerçeğin çok altındadır. Türkiye ve özellikle Kürt illerinde öldürülen ilerici gazetecilerin sayısı rekor dü¬zeydedir. Kürt halkının çektiği zulmü dile ge¬tiren gazeteciler tutuklanmakta, “faili meçhul” cinayetlerle devlet tarafından katledilmekte¬dirler. Gazete ve dergilerin büroları bomba¬lanmakta ya da kundaklanmaktadır. Bölgede çalışan burjuva “Mehmetçik” gazeteciler bile bazen faşist teröre kurban gitmektedir.
Burjuvazi, muhalif medyayı çıplak zor ile ezmenin yanı sıra yeni yasal düzenlemelerle de “hizaya getirmeye” çalışmaktadır. Açılan para ve hapis davaları, kâğıt zammı hep bu amaca yöneliktir. Büyük medya organlarının birleşmeleri de, küçük devrimci organlar üze¬rinde baskı kurulmasına yol açmaktadır.
Ekonomik baskının bir biçimi de, muhalif yayın organlarına ilan ve reklâm vermeme¬dir. Örneğin; İngiltere’de Daily Herald, The Times’den beş kat fazla okuyucu kitlesine sa¬hipti. Aynı gazetenin okur kitlesi The Times, Financial Times, Guardian’ın toplam okurları¬nın neredeyse iki katına ulaşıyordu. Tekelci sermayenin reklâm ve ilan ambargosu, gaze¬teyi çıkamaz hale getirmiştir.
Burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde medyanın durumu farklılık arz etmiyor. Kapi¬talizme eleştiri yönelttiği anda “basın özgürlü¬ğü” rafa kaldırılmaktadır. Fransa “kamu düze¬nini bozduğu” gerekçesiyle bir Bask kitabının satışını, yayınını ve dağıtımını yasaklıyor, Ce¬zayir’le “diplomatik ilişkilere zarar verebilir” gerekçesiyle Cezayir muhaliflerini destekle¬yen El-Badil Démocratique gazetesinin yayın¬lanmasını engelliyor, mahkemeler Bask gaze¬tesi “Abil”in editörünü terörizme gerekçe olabilecek yayınlar yaptığı için 20 yıl hapse mahkûm ediyor, İspanyol mahkemesi propa¬gandasında krala hakaret ettiği için bir Bask radyosunu para cezasına çarptırıyor. Avru¬pa’da basın özgürlüğü, terör yasalarının izin verdiği ölçüde yaşam hakkı bulmaktadır. 1991 Eylülü’nde Yunanistan’da 7 büyük gaze¬tenin genel yayın yönetmenleri tutuklanırken, Britanya’da BBC ilk defa susuyordu.
Ülkemizde de 1991 yılında “Terörle Müca¬dele Kanunu” çıktıktan sonra ilerici ve dev¬rimci basın organları kapatılmış, yöneticileri tutuklanmıştır. 1994’teki yeni düzenleme ile diğer baskılar bir yana, basın-yayın üzerinde-ki baskı da ağırlaştırılmıştır. Görüldüğü gibi “en demokratik” cumhuriyetlerde bile “basın-yayın özgürlüğü” terör yasası ya da farklı dü¬zenlemelerle ortadan kaldırılmaktadır.
Şöyle bir soru akla gelebilir: Tüm bu baskı¬lara rağmen tekeller merkezkaç eğilimleri -eğer varsa- nasıl kontrol altına alacaklar? Tüm baskılar yetmediği zaman katı faşist baskılarla bastırmanın sağlandığını belirtmemizde fayda var. Ayrıca gelişmiş kapitalist ülkelerde “flak sistemi” bu noktada devreye sokulmaktadır. “Flak” bir medya programı ya da haberine karşı olumsuz tepkiyi ifade etmektedir. Mek¬tup biçiminde, faksla, telefonla, telgrafla, di¬lekçeyle, tehdit ederek beğenilmeyen prog¬ram ve haber ile ilgili “flak” bombardımanı başlatılıyor. Amerika’da “flak” şirketlerinin hepsi tekellerle ve CIA ile işbirliği halinde ça¬lışmaktadır. “Flak” resmi görüş ve politikanın dışındaki eğilimleri zayıflatmaya ya da orta¬dan kaldırmaya hizmet etmektedir. Milliyet gazetesinin “temiz toplum, temiz eller” kam¬panyası, BM Genel Sekreteri B. Gali’ye Bosna ile ilgili mektup ve telgraf çekme kampanyala¬rı, bunun örnekleridir.
Burjuvazi, iletişim aygıtlarındaki teknik ge¬lişmeleri, “demokrasi” propagandasında mal¬zeme olarak kullanmaktadır. Televizyonu “devrim” olarak sunan burjuvazi, kablolu TV’leri ise “sansür ve denetimden özgür” ola¬rak reklâm etmekte, yığınları aldatmaya çalış¬maktadır. Kablolu veya Uydu TV sisteminde izleyicinin bazı “kamuoyu yoklamalarına” ka¬tılması, alışveriş imkânının bulunması burju¬vazinin ideologlarınca “demokratik yaşamın gelişmesi” olarak sunulmaktadır. Oysa kablo¬lu TV’lerin denetlenemez olduğu iddiası bir aldatmacadır. Sadece iki olayı örnek vermek istiyoruz: Birincisi; 1989 yılında Alman TV’si Tele 5, Yılmaz Güney’in “Yol” filmini göster¬mişti. O yıllarda filmi Türkiye’de, Çankaya’da izlemek mümkün olduğu halde PTT’nin müdahalesiyle izlenememiştir. İkinci sansür olayı ise BBC’nin hazırladığı “Türkiye Belgeseli” adlı yapımın gösterimi sırasında meydana geldi. Belgeselin akışı içinde sıra Türkiye’nin ’80 faşist darbe yıllarına gelince, ekran karar¬tılarak denetim ve sansür mekanizması devre¬ye girmiştir.
Bu olgular, uydu yayınlarının “sınır ve sansür tanımayan” özelliğinin ne anlama gel¬diğini yeterince açık olarak ortaya koymuştur.
Anket ve reklâm şirketlerinin faaliyetleri de, özde aynı işlevi yerine getirmektedir. Bu anket şirketlerinin hepsi banka gruplarına ve burjuva kapitalist partilere bağlı çalışmakta¬dır. Bu anket şirketleri sözüm ona “halkın iradesini öğrenmek” için çalışırken işçi ve emek¬çileri burjuvazi yararına yönlendirmeye çalışmaktadır. Anketlerde halkın çıkarlarına zıt sorular sorulmakta ve burjuva ideolojik propaganda yapılmaktadır. Örneğin; Kürt so¬runu konusunda yapılan anketlerde “DEP’lilerin dokunulmazlığı kaldırılsın mı?” şeklindeki soru ile Kürt halkının iradesi hiçe sayılırken “kamuoyunda” Kürtlere ve DEP’e karşı şovenist bir tepki geliştirilmeye çalışılır.
Medyayı “demokrasinin güvencesi” olarak sunan burjuvazi ve gericilik, ilerici basın-yayın organlarına karşı acımasızca saldırır¬ken; halk düşmanı, faşist medya aygıtlarını her yönden desteklemektedir. Conaressional Quarterly’nin (CQ) 25 Haziran 1988 tarihli sa¬yısına göre, ABD’nin 1989’daki “dış yardım” bütçesinde Nikaragua’daki kontra saldırılarıy¬la özdeş olan medyaya ve muhalif politik gruplara 2 milyon dolarlık pay ayrılmıştı. CQ’nun “Nikaragua’daki demokratik gruplar” dediği bu grupların hiçbiri halkın yüzde 3’ten fazlasının desteğine sahip değildi ve hepsinin birlikte Sandinistlerin sahip olduğu desteğin üçte birinden daha az olmak üzere yüzde 9’luk bir desteği vardı. (Bu rakamlar Orta Amerika Araştırma grubu ve Managuajesuit Üniversitesi’nin ‘UCA’ yaptığı kamuoyu araş¬tırmasının sonuçlarıdır.)
Türkiye’de de yabancı ve yerli sermaye grupları, şirketler, holdingler faşist-gerici medya organlarını her yönden desteklemekte¬dir. Burjuvazi reklâm, ilan gibi yayınlarını kendi medyasında gerçekleştirmekte, parasal yardım sunmaktadır. Birkaç yıl önce çıkama¬yacak kadar ekonomik darboğaza giren Cum¬huriyet gazetesine sermayenin yaptığı “yar¬dım” hâlâ hatırlardadır. Ayrıca işbirlikçi tekelci burjuvazi, özellikle 12 Eylül’den sonra İslamcı hareketi geliştirmiş, bu hareket bugün, TV, radyo, gazete, dergi vs. organlarla dev bir medya aygıtına sahip olmuştur. İslamcı medya özellikle, S. Arabistan merkezli Faisal Finans, Al Baraka Türk gibi sermaye grupla¬rınca desteklenmektedir.
Kısaca özetlemek gerekirse; bugünkü medya, toplumu demokratik yönde değil, tersi bir yönde yönlendirmektedir. Medya; de¬mokratik bir işleyişe sahip olmadığı gibi, ser¬maye ve gericilik; bu, sisteme aykırı eğilimleri bastırmakta ve üzerinde denetim kurabilmek¬tedir. İlerici basın-yayın organları dünyanın her yerinde burjuva devletlerin ekonomik ve politik baskısı altındadır ve yalnızca bu olgu dahi, burjuvazinin medya sorununda yaptığı demokrasi propagandasının temelsizliğini ve haksızlığını kanıtlamaya yetmektedir.

MEDYA VE “YENİ TEORİ” VE KAVRAMLAR

Burjuva propaganda, Marksizm’e karşı sal¬dırısında, ağırlıklı olarak ve özellikle bilim ve teknoloji alanındaki gelişme ve değişmelere dayanmaktadır. Her yenilik ve her ilerleme; “devrim”, “yeni bir çağ” bağırtılarını ortaya çı¬karmıştır. Her vesileyle Marksizm’e ve prole¬taryaya ait olan bu kavramların kullanılması bile Marksizm’in ideolojik hegemonyasını gös¬termektedir.
Toplumda modern medya aygıtlarının her yere ulaşması ve bununla eşzamanlı olarak bazı ahlaki ve kültürel değişimlerin ortaya çıkması, bazı “yeni” teori ve kavramların üre¬tilmesine neden olmuştur. Emperyalizmin ekonomik ve siyasi etkinliğinin artması sonu¬cu olarak uluslararası ilişkilerin binlerce bağla çoğalması ve bunda medya araçlarının önemli rol oynaması “iletişim toplumu”, “ileti¬şim çağı”, “iletişim ideolojisi” vb. kavramların burjuva merkezler tarafından daha fazla kul¬lanılmasına yol açmaktadır. Eğer söz konusu olan; bu kavramların yeni ilişki ve bağların önemini açıklamak için kullanılması olsaydı, buna karşı söyleyeceğimiz fazla bir şey olmaz¬dı. Çünkü bu, kavram sahiplerinin sorunudur. Fakat bu kavramlar bugün iki temel sınıf ve iki ideoloji gerçeğinin alternatifi ve deformasyonu olarak kullanılmaktadır. Toplumsal gelişmenin odağında kitle iletişiminin ve de medyanın bulunduğu söylenmektedir.
“Elektronik Toplum”, “İletişim Toplumu” gibi kavramlarla “yeni” toplumsal sistemler yaratan burjuvazi, üretim araçlarının küçük bir azınlığın elinde bulunduğu kapitalist top¬lumu aklamak çabasındadır. İletişimin insan-ları birbirine yaklaştırdığı ve “dünyayı küçült¬tüğü” bir gerçektir. Toplumsal ilişkilerin toplamı olan insanın da bu gelişmelerden et¬kilendiği ve sosyo-psikolojik değişmeler geçir¬diği açıktır. Fakat bundan neden toplumun ni-teliğinin değiştiği sonucunu çıkaralım? Bir toplumda niteliksel değişime yol açan şey; bi¬limsel, teknik, iletişimsel gelişme ve buluşlar değil, devrimdir. En büyük bilimsel buluşlar bile üretici güçlerin gelişmesi önündeki engel olan üretim ilişkileri tasfiye edilmediği sürece toplumun niteliğinde bir değişmeye yol açmaz. Burjuvazinin “yeni” toplumunda üre¬tim ve dağıtım araçları ve devlet iktidarı küçük bir azınlığın mülkiyetindedir. Yeni ileti¬şimsel buluşlar ne kadar göz kamaştırıcı olur¬sa olsun, iktidar ve mülkiyet, burjuvazinin elinde oldukça geniş yığınların yararına bir işlev görmeyecek, onun sonuçlarından burju¬vazi yararlanacaktır.
Nitekim geçmişte de her teknik ve iletişimsel ilerleme (örneğin; matbaa) “devrim!” bağırtılarıyla piyasaya sürülmüş, fakat söz konu¬su buluşlar toplumsal yaşamda devrimci bir değişikliğe yol açmamıştı.
Bilgi iletişim sistemlerini, kapitalizmin “son ebedi sistem” olduğuna kanıt gösteren benzer teoriler hızla yaygınlaştırılıyor. Burju¬vazi, proletarya ve insanlığın kapitalizmden başka bir geleceğinin olmadığını inanılır kılmak için “bilimsel” açıklamalar yapmaktadır. Son yıllarda Alvin ve Heidi Toffler de “gele¬cek bilim” ya da fütürizm uzmanları olarak “ün” kazanmışlardır! “Üçüncü Dalga” adlı kita¬bı Türkiye’de de okuyucu bulan Alvin Toffler, kabaca özetlersek bugünkü toplumları 3’e ayırmaktadır; Birinci dalga toplumları, tarım; ikinci dalga, sanayi; üçüncü dalga, bilgi veya bilişim toplumları. Toffler’e göre; robot tekno¬lojisi uygulayan, bilgisayar programlarıyla üretim düzenlerini bir ölçüde kol emeğinden bağımsızlaştıran, “sanayi toplumu” evresini aşmaya yönelen toplumlar; üçüncü dalgayı oluşturuyorlar. Toffler “teorisini” bazı siyasal sorunlara uyguluyor: “Sovyetlerde, Baltık ül¬keleri 3. dalgayı yakaladığı zaman, Orta Asya’daki Müslüman toplumlar 1. dalgada yaşıyorlardı; bu çatlak, bölünmeye ve dağılmaya yol açtı.” (!) Toffler, “teorisini” Hindistan ve Brezilya gibi geri kapitalist ülkelere uygular¬ken şunları söylüyor: “Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler, aynı tehlikelerin eşiğindedir; 3. dalgayı kuyruğundan yakalamış seçkin giri¬şimciler diyebilirler ki; “İhtiyaçlarımızı yurtdı¬şından alıp mallarımızı dışarı satabiliriz. İleri¬de üçüncü dalga ilerledikçe, fabrikalarımız ve bürolarımız daha az sayıda ve nitelikli işçilere gerek duyabilecekken, biz niye kötü beslen¬miş cahiller ordusunu sırtımızda taşıyalım?” ve yazarımız son vurguyu yapıyor “Zenginler ayaklanacak!”
Kolayca görülebileceği gibi Toffler, toplumlara ilişkin bir adlandırma yapmamakta, tümüyle kapitalist sistemin çıkarlarına uygun “bütünsel” bir teori ortaya atmaktadır.
Marksizm’in emperyalizm ve bağımlı ülke¬ler olarak ayırdığı kapitalist sistemi, üç “dal¬gaya” ayıran Toffler, revizyonizmin tezlerini “bilimsel” olarak inceltiyor ve sosyalizme saldırıyor. Revizyonizm patentli yerli ve yabancı burjuva milliyetçilerinin savunduğu “SB’de küçük uluslar Ruslarla eşitsiz koşullarda yaşı¬yordu ve bu yüzden ulusal boğazlaşmalar or¬taya çıktı.” biçimindeki tezin aynısını tekrarlayan Toffler, Hindistan ve Brezilya örneğini işçi sınıfını ve mücadelesini “tükenmiş” ola¬rak damgalamak için veriyor. Revizyonizmin Marksizm’e karşı bilinen tezlerini savunan Toffler, “Zenginler ayaklanacak” derken bur¬juva tarihçilerin dahi kabul ettiği sınıf müca¬delesi olgusunu tersine çeviriyor.
Bu tür burjuva teorileri, medyanın yeni bir toplumun ve yeni bir tarihsel dönemin ha¬bercisi ve kurucusu olduğunu iddia etmekte¬dirler. Bu tür teoriler, medya üzerindeki te¬kelci sermaye egemenliğini gizlemekte ve onun “sınıflar-üstü” olduğunu savunmaktadır¬lar. Bu ve buna benzer tüm teorilerin -diğer tüm teoriler bu teorilerden özde farksız!- fel¬sefi temeli metafizik-idealizm (teknolojik de¬terminizmedir. Burjuva toplumunun evrimci yolla değişebileceğini ve devrimin “gereksiz” olduğunu savunanlar, reformist burjuva ideo¬loglarıdır.
Medyanın toplumsal yaşama kaba müda¬halesi bazı (küçük burjuva) aydınların “medya, toplumu yok oluşa sürüklüyor” biçi¬minde düşünceler ileri sürmesine yol açıyor. Avrupa merkezli bu görüş, yukarıdaki “modern” teorilere zıt gibi görünmektedir. Bu teori, medyanın gücünü abartmakta ve ona karşı bir tepkiselliği ifade etmektedir. Medya¬nın toplumsal, ekonomik, politik yaşam üzerinde ağır etkide bulunması, ayrı bir sömürü alanı durumuna gelmesi ve toplum üzerinde, büyük bir hegemonya kurması bu tür “karam¬sar” teorilere temel teşkil etmektedir. Bu teori de, diğer teoriler gibi toplumsal gelişme¬de her şeyi iktisadi tekniklere indirgemektedir. Toplumun “batacağı ve yok olacağı” keha¬netlerinde bulunan ve umutsuzluk aşılayan bu görüş, burjuva medyaya karşı tutarlı bir mücadele verilmesini engellemektedir. Bugün¬kü toplumun yozlaşması ve çürümesinin te¬melinde medya değil, kapitalist özel mülkiyet yatmaktadır. Medya bu çürüme ve yozlaşmayı yalnızca yansıtır. Kapitalizmin gelişmesi ve özellikle emperyalizm aşamasında toplumun en küçük parçalarında dahi çürüme, tıkanma, yozlaşma had safhadadır. Büyük Ekim Sosya¬list Devrimi kapitalist toplumsal bunalımın ürünü ve tasfiyesi anlamına geldi. Devrim ön¬cesi ve sonrasında bugünkü modern medya aygıtları yoktu ve doğal olarak hegemonyası da yoktu. Fakat çürüme, bunalım, tıkanma bugün kapitalist dünya sisteminin yaşadığı bu¬nalımdan daha zayıf değildi. Ve o dönemde toplum batmadığı ve yok olmadığı gibi, prole¬ter devrimiyle kurtuluş ve özgürlüğün kapıla¬rını açtı. Sosyalist mücadelenin geçici bir ye¬nilgi aldığı emperyalist-kapitalist sistemin, dünya çapında egemenliğini (şüphesiz ki geçi¬ci olarak) tesis ettiği günümüz koşullarında bile toplum, yok olmayacaktır. Çünkü halkın kurtuluşu için kapitalizmin yeni bir devrim için yarattığı imkânlar bugün de mevcuttur.
Söylediklerimizden medyanın ve yeni iletişimsel tekniklerin insan ve toplum yaşamı üzerinde hiçbir etkide bulunmadığı sonucu çı¬karılmamalıdır, ideolojik, toplumsal alanda yeni düşünce ve davranışlar yaygınlaşmakta, dünyadaki her değişim, bize kısa zamanda ulaşabilmektedir. Eski yaşam ve düşünce bi¬çimleri değişmekte ve ulusal kültürler üzerin¬de emperyalist kültür egemen hale gelmekte¬dir. Fakat tüm bu değişme ve gelişme olgusu, burjuvazi ve emperyalizm açısından kabul edilebilirdir ve zaten bu gelişmeler burjuvazi¬nin hâkimiyeti dışında gerçekleşmez.
Bu tür teorilerin yanı sıra bazı yeni kav¬ramlar ortaya atılmakta ve anti-sosyalist sal¬dırganlık güçlendirilmektedir. Medya araçları¬nın uluslararasılaşması olgusu bazı kültür öğelerinin yayılmasına yol açmıştır. Burjuva medyası elbette bu öğelerin en yoz ve gerici olanlarını öne çıkarmakta ve yaymaya çalışmaktadır.
Burjuvazi, ilerici olduğu dönemde ideolojik-politik egemenliği için saflarından birçok bilim adamı, sanatçı yetiştirmişti. Proletarya, bağımsız bir sınıf olarak tarih ve toplum sah¬nesine çıktığı zaman; burjuva sanat ve bilim gericileşti. Tekelci kapitalizm, burjuvazinin çü¬rümüşlüğünde yeni bir aşama oldu ve sonuç¬ta sanat, kültür ve edebiyatta koyu bir gerici¬lik egemen oldu. “Kitle kültürü” son yıllarda ortaya atılan ve en fazla bilinen bir kavram. “Kitle kültürü” medya araçlarının gelişmesiyle ortaya çıksa da onun içeriği yeni değildi. O, yozlaşmış burjuva kültürünün ta kendisidir.
“Kitle kültürü” halkın devrimci-demokratik kültürü ya da sosyalist kültür içinde hiçbir bi¬çimde yer tutmamaktadır. Bugün “kitle kültürü” olarak insanlığa sunulan; içeriği yoz, bi¬çimsel bakımdan değersiz ürünlerdir. Sinema, radyo, basın-yayın organlarında topluma su¬nulan şeyler ortadadır; Sex furyası film ve yayınlar, pembe diziler, kâr ve reklâm amacına bağlı spor olayları, her şeyi tekellerin çıkarla¬rına uygun olarak yansıtan haberler, devrimci ve komünistlere karşı kampanyalar, ırkçı-şoven program ve reklâm afişleri, 900’lü tele¬fon hatları vs. emperyalizmin ideologları ve kapitalizmin her türden savunucusunun eski sömürücü kültüre, “kitle” gibi, emekçilere hoş görünen bir kavram da ekleyerek gürültülü ve tantanalı bir biçimde ortaya attıkları kül¬tür, işte budur.
“Kitle kültürünün” kahramanları; sex yıl¬dızları, medyumlar, para-psikologlar, halkı aptal yerine koyan politikacılar gibi olumsuz kahramanlardır. Bu kahramanlar hayal âleminde yaşamakta ve emekçileri hayallerle avutmaya çalışmaktadır. Bunların topluma da¬yattığı “yükselen değerler”; bencillik, barbar¬lık, sapıklık, ahlaki sömürü, duyarsızlık vs. ile yüklüdür. Bu kahramanlar emekçileri ekono¬mik, ideolojik, politik, psikolojik yönden sö¬mürmektedir. Mesela 900’lü telefon hatları Avrupa’da ve Türkiye’de bir sermaye sektörü durumuna gelmiştir. Bu sektör, önemli bir ekonomik sömürü gerçekleştirirken; kadın cinselliğini de sömürmektedir. Böylece toplumda ahlaki yozlaşma gelişmekte ve çöküntü ortaya çıkmaktadır.
Medya ile ilişkili olarak “medya sloganı”, “medya insanı” gibi kavramlar türetilmekte, sosyalist teorinin argümanlarına karşı savaş açılmaktadır. Sosyalizmin yeni insan tipi ile alay edilmekte, burjuva bireyden başka bir şey olmayan “medya bireyi” olumlu bir insan tipi olarak sunulmaktadır. Burjuvazi, insanlı¬ğa kapitalizm dışında bir geleceğin olmayaca¬ğını ve kendi politik ve sosyal formasyonları dışında da hiçbir formasyonun olmayacağını duyurmaktadır. Medya ise “gücü” dolayısıyla burjuva ideolojik saldırılarda farklı görünüm¬lerde yer almaktadır.

MEDYANIN KÜÇÜK BURJUVA ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE

“Demokrasi”, “çokseslilik” gibi sloganların şampiyonluğunu yapan medya, iddialarının ve propagandalarının aksine, kelimenin ger¬çek anlamıyla teksesli bir konumdadır. Med¬yanın emperyalist yayın çizgisi, insanların yaşam ve psikolojileri üzerinde ağır tahribat¬lar yaratmaktadır. Medyanın anti-demokratik tekelci karakteri, ulusal ve uluslararası çapta büyük tepkilerin oluşmasına yol açmıştır. Medyayı eleştirme ve alternatif olma iddiasın¬daki kimi gruplar tüm ülkelere yayılmakta ve yeni örgütler kurmaktadır. Ülkemizde ise kimi “sosyalist”, “demokratik” odak ya da bi¬reyler medyaya yönelik değişik eleştiriler ge¬tirmekte ve “kampanyalar” açmaktadır.
“İmmediast”, uluslararası çapta faaliyet sürdüren akımların başında gelmektedir. İmmediast’lar çeşitli ülkelerde örgütlenmekte ve kitleler tarafından ilgiyle karşılanmaktadırlar. İmmediast hareketi, medyanın “devlet ve şir¬ketler elinden alınarak halk denetimine geçi¬rilmesini” savunmaktadırlar. Bu grubun tanın¬mış temsilcilerinden Amerikalı yazar Noam Chomsky, medyayı değiştirmek için “sağduyu ve içtenlik” gibi kavramları tekrarlamanın “yetersiz” olduğunu söylemektedir. Bu “grup” çeşitli ülkelerdeki şubeleriyle yaygın bir teşhir kampanyası yürütmekte, egemen medyanın gerçek yüzünün tanınmasına yar¬dımcı olmaktadır.
“İmmediast” hareket, medyanın “halk de¬netimine geçmesi” gibi güzel ve doğru sözleri sarf ederken, bunun nasıl bir yol izlenerek ya¬pılacağı sorununda suskun kalmaktadır. Son zamanlarda yayınlanan “İmmediast bildirisi” tekelci burjuva hâkimiyetine karşı mücadele etmeden medyaya karşı savaş ilan etmekte¬dir. Küçük burjuva, burjuva aydınlarından oluşan bu grup, gerçekte “yel değirmenine karşı savaş” ilan etmiştir. Bu akım, egemen medyanın tekelci kapitalistlerle kopmaz bağla¬rını ortaya koyan pek çok kitap, dergi, bro¬şür, bildiri yayınlamıştır. O halde bu akım, medyanın bugünkü durumunun kaynağı olan emperyalizme karşı çıkmadığı için “Yeşiller hareketi” gibi reformist olmaktan öteye gidememektedir.
Türkiye’de özellikle son yıllarda yolsuzluk ve rüşvet olaylarının ayyuka çıkması ve burju¬va partileri arasında “Dosya savaşlarının” açıl¬masından sonra çeşitli “kampanyalar” yürü¬tüldü. Özellikle büyük basın organları burjuva sistemi aklamak amacıyla “Temiz Toplum” kampanyası açtı. Basının pisliğini temizleme “onuru” da Aydınlık gazetesine düştü. Aydın¬lık gazetesi “Temiz Basın” kampanyası açarak devrimci ve sosyalist basın organları da dâhil “herkese” “mal varlığı açıklansın” çağrıları yaptı. Aydınlık, “basının sermaye ve devletten ayrı hareket etmesi gerektiğini” buyurarak burjuva medya kurumlarını “meslek ahlakına uymaya” çağırdı. “Temiz Basın” kampanyası, “Temiz Toplum” kampanyasının medya ala¬nındaki yansımasından başka bir şey değildi. Egemen medyanın niyetlerle ya da “meslek ahlakına uymakla” demokratik bir dönüşüm yaşayabileceğini söylemek, düpedüz reformcu¬luktur.
Dünyada ve Türkiye’de kabul gören bir başka görüş ise kabaca şöyle ifade edilebilir: “Medya, kamuoyunu aydınlatma değil yönlen¬dirme aracı haline gelmiştir. Bugünkü medya bundan dolayı kötüdür.”! Bu görüş, burjuvazi ve kapitalist ideolojinin, medya gibi önemli bir aracı kendi amaçları doğrultusunda kullanmasının eşyanın tabiatına uygun olduğunu yadsımaktadır. Toplumdaki hiçbir şeyin sınıf¬lar mücadelesinden kopuk olmayacağını inkâr eden yabancı ve yerli “eleştiricilerimiz”, “maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfın entelektüel üretim araçlarını da elinde bulundurduğu” gerçeğinden habersizdir. Egemen medya; sermayeye ve burjuvaziye bağlı olduğundan dolayı, bir “yönlendirme aracı” haline gelmektedir. Bu görüş, nedenlerin yeri¬ne sonuçları koymaktadır. Çünkü bugünkü medyanın “yönlendirme aracı” olması, medya¬nın burjuvaziye bağlılığının sonuçlarından bi¬ridir. Ayrıca “aydınlatma” yanlısı bu görüş sahiplerine, yalnız başına aydınlatmanın aynı zamanda yönlendirme olduğunu da hatırlat¬mak gerekir.
Son yıllarda ülkemizde “herkes” medyaya karşı çıkar oldu! Özellikle muhalefet partileri TV’nin resmi kanallarında yeterince yer alma¬dıklarını söyleyerek adeta medyaya düşman kesildiler. Daha önce iktidardayken medyaya toz kondurmayanlar bile “muhalefette” medya karşıtı propagandalar yapmaktadır. Kimi 900’lü telefon zenginleri, şarkıcılar, medyumlar, sanatçılar ise “medyayı özel yaşa¬ma karışıyor” diye eleştirmektedirler. Hatta bu yüzden medyaya karşı propaganda kam¬panyaları bile açmaktadırlar! Bugün artık ba¬ğımsız medyasına sahip olan İslamcı hareket¬ler ise, medyanın diğer kısmını “ahlaki çöküntüye yol açması” yüzünden eleştirmek¬tedirler. Bu tür eleştiriler sahip olduğu kesi¬min gerici sınıfsal-toplumsal çıkarlarını ifade etmekte ve bugünkü medyaya asıl karakterini veren emperyalist sisteme hiç dokunmamak¬tadırlar.
Medyanın egemenliğine karşı çıkan bazı “demokrat” çevreler, emperyalist ülkelerdeki anti-tekel yasalarının ülkemize uygulanması gerektiğinden söz ederler. Söz konusu çevre¬ler, Amerika’da yasalara göre bir kentte bir kişinin birden fazla gazete çıkarmaması ya da hem gazete hem TV istasyonu olamamasını model olarak sunmaktadırlar.
Bazı ülkelerde ticarette, sanayide, basın-yayın alanında anti-tekel yasalarının bulundu¬ğu bilinmektedir. Bu yasalar yaşamın her ala¬nındaki tekelleşmeye karşı ortaya çıkan tepki¬leri yumuşatmak için oluşturulmuşlardı. Gerçekte ise işlevleri ona atfedildiği gibi “anti-tekelcilik” olmadı. Sadece göstermelik olarak muhalefet çevrelerinin tepkilerini yumuşatma amacı söz konusuydu. Örneğin; bir kentte bir¬den fazla medya organı çıkarmayan fakat böl¬gedeki iletişim olgusuna damgasını vuran yüz¬lerce tekel vardır. Bu tekelci medya organları, kendi dışındaki organları da ekonomik baskı altına alıp, kendine dâhil olmalarını kolayca sağlamaktadır. “Medya Tröstleşmesi” dediği¬miz olay, tam da budur. Bu görüşün savunu¬cuları anti-tekel yasalarının bulunduğu Ameri¬ka’da en büyük medya tekellerinin ve bunların kıtalararası devsel gücünü nasıl açık¬lıyorlar? Söz konusu yasaların göstermelik ol¬duğu tartışma götürmez.
Türkiye’de medyanın tröstleşmesi olgusu bu tür muhalif görüşlerin seslerini daha fazla yükseltmelerine neden olmaktadır. Her tele¬vizyon şirketinin ve yayın kuruluşunun arka¬sında bankalar ve sermaye çevreleri bulun¬maktadır. Bu banka ve şirketlerin kendilerine bağlı basın ve TV aracılığıyla ekonomi ve siya¬set üzerinde etkin olduğu açıktır. Son aylarda gerçekleşen devalüasyondan sonra medya ve sermaye arasındaki canlı bağ, açık biçimde ye¬niden gözler önüne serilmiştir. Devalüasyon kararından habersiz olan ve ucuz dolar alma¬yan bir banka ve medya grubunun açıklama¬larıyla, hükümetin bazı yabancı ve yerli ban¬kaların sermayesini artırdığı ortaya çıktı. Tekelci sermayenin sözcüsü Çiller’in “Bu ola¬yın nedenini banka üst kademesi ile medyada aramak gerekir” sözleri, bu durumun itirafı¬dır.
Medyanın ideolojik-politik saldırıları ve toplum üzerindeki ağır etkisi, bazı devrimci gruplar üzerinde ideolojik-pratik tahribatlara neden olmaktadır. “Sansasyonel eylemcilik” olarak bilinen eylem tarzının arka planında diğer şeyler bir yana, medyanın “gücü” karşı¬sında eğilme ve “onu yıkmak” adına örgütlü, planlı ve sabırlı bir çalışmadan kaçınma tutu¬mu yatmaktadır. Dünyanın her yerinde ve özellikle Latin Amerikalı gerillacı devrimci örgütlerin literatürleri incelendiğinde görü¬lüyor ki “ses getirmek”, “kendini ispatlamak” gibi kavramlarla ifade edilen medya araçlarında yer alma isteği yoğundur. Prole¬ter devrimci program ve politik çizgi izleme¬yen bu gruplar, burjuva medya araçlarında yer almayı bir propaganda biçimi saymakta¬dırlar. Bu düşünce ve eylem tarzları, burjuva medyanın propaganda yöntemi olan “reklâmcılıktan” bir farklılık taşımamaktadır. Küçük burjuvazinin aceleci ve “çelişkili” ruh halini yansıtan bu gruplar, devrimci propa¬gandanın gerçeklikten kaynaklanan gücüne inanmamakta “kurtuluşu” reklâmcı propa¬ganda tarzında görmektedirler. Medyayı eleştirmenin bir biçimi olan onda yer alma çaba¬sı, devrimci bir çaba olarak kabul edilemez.
Biz kısaca özetlediğimiz küçük burjuva sızlanmaları ve “keskinliğini” bir kenara itip, yazımızı Sovyet hükümetinin 1917 Kasımı’nda çıkarttığı basın-yayınla ilgili yasanın bir bölümünü aktararak bitirmek istiyoruz.
“Burjuva gazetelerin kapatılmasının ne¬deni yalnızca karşıdevrimci girişimin kırılma¬sı için gerekli geçici bir savaş önlemi olması değildi; aynı zamanda basın alanında yeni bir rejimin kurulması için gerekli geçici bir önlem olarak düşünülmüştü. Bu yeni rejim¬de matbaaların ve gazete kâğıdının kapitalist sahipleri, kamuoyunun zihnilerini keyiflerince çelemeyecekler… Sözüm ona basın özgür¬lüğünün yeniden kurulması, yani matbaa ve gazete kâğıdının kapitalistlere -halk vicdanı¬nın mahkûmlarına- geri verilmesi, sermaye¬nin iradesine affedilmez bir biçimde teslim olmak anlamına gelecek; bir başka deyişle, karşıdevrimci bir adım olacaktır.” (James Bunyan, H.H.Fisher The Bolşevik Revolution 1917-1918. S.221)

Haziran 1994

Devrim ve Ulusal kurtuluş hareketi

Tarih boyunca egemen sınıflar sınıf egemenliklerini sürdürmek için baskı ve zulüm uygulamanın yanı sıra uzlaşmacı ve reformcu kanalları da açık tutmuştur. İlk sınıflı toplumlarda dahi mülk sahibi sınıfların bu politikayı uyguladığı dönemler vardır. Bugünkü toplumda ise halkı aldatma ve yöntem konusunda büyük deneyimleri olan burjuvazi, çoğu kere görüldüğü gibi, askeri yöntemlerle bastıramadığı devrimci hareketleri, uzlaşmacı ve reformcu yöntemlerle tasfiye etmeyi ve geçici de olsa, kapitalist sistemi stabilize etmeyi başarmaktadır. Son yılların deneyiminin kanıtladığı olgulardan biri de budur.
Emperyalist burjuvazinin bu reformcu taktiği, 1980’Ii yıllarda daha açık bir biçimde uygulanmaya başlanmıştır. Emperyalistlerin bu taktiği, küçük burjuva devrimci akımlar ve özellikle ulusal kurtuluş hareketleri üzerinde başarı kazanmaktadır.
“Yeni Dünya Düzeni” programı çerçevesinde uzun zamandır söz gelimi FKÖ ile geliştirilen “ilişkiler” emperyalizmin taktiğinin genel bir görünümünü vermektedir. Emperyalizm her kıtada, devrimci, halkçı örgütleri korkunç bir askeri baskı ve operasyonla kuşatma altına alırken, aynı zamanda yoğun bir ideolojik saldırı ile bu hareketleri reformize etmeye çalışmaktadır. Emperyalizmin politikasındaki bu taktik değişim, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu yapısal kriz ve uzun dönemdeki sömürgeci planlarla doğrudan bağlantılıdır. Bu taktik, öte yandan “demokrasi ve insan hakları” temelinde yürütülen burjuva propagandaya güç kazandırmaktan, emperyalizmin niteliğinde “barışçıl” bir değişim yaşandığı iddiasına dayanak rolü oynamaktadır.
Emperyalizmin çelişkilerini ve saldırgan karakterini yok sayan revizyonist tezler bir yana, onun reformist taktikleri kullanmayacağı ve zorlandığı koşullarda çeşitli “çözümler” üretmeyeceği görüşü de doğru değildir. Uzun bir mücadele geleneğine dayanan halkların mücadelesi, emperyalistleri terörü daha yoğun kullanmaya iterken, aynı zamanda karşı devrimci reformlara da zorlamaktadır.

“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NİN ÇÖZÜMÜ: “SİYASİ ÇÖZÜM”
Emperyalizm, geçmiş yıllarda örneği çokça görüldüğü gibi, emperyalist sistemden kopma potansiyeli taşıyan ve proleter devrimini yakınlaştıran hareketlere karşı, başka çaresi kalmadığında, reformcu bir siyaset izlemektedir. Böylece bu halkların sistemden kopuşunu engellemeye ve devrimi tasfiye etmeye çalışmıştır. Proletarya önderliğine ve sosyalist politikaya yabancı devrimci gruplar, bir dönem programlarına aldıkları devrimci hedef ve görevleri tasfiye ederek, “siyasi çözüm”ün “muhatapları” olarak iktidara ve hükümete ortak oldular. Hükümette ve parlamentoda yer almak, “kendi” ordu ve polis teşkilatına sahip olmak hatta Uruguay’da olduğu gibi “radyo, gazete ve yayınevi kurabilmek” “siyasi çözüm”ün temel taşlan olarak görülmüştür. Bu “popüler” çözümde eksik olan şey, işçi ve emekçilerin kendi bağımsız sınıf çıkarlarıyla aydınlanmış olarak devlet iktidarını ele geçirmeleri ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıdır.
Gelişim seyri geriye döndürülmediği sürece, Ortadoğu’da büyük değişiklik ve sarsıntılara neden olacağı açık olan Kürt mücadelesi de bugün bir “siyasi çözüm” handikabı ile karşı karşıyadır. Uluslararası alanda “diplomasi” atağına ağırlık veren PKK, “siyasi çözüm” olarak tanımlanan kimi reformların dahi gerisine savrulma belirtileri göstermektedir. PKK’nın Kürt işçi ve emekçi sınıfların hareketine karşı izlediği politikanın evrimi bugünkü burjuva reformcu politik platformun egemen hale gelmesine yol açmıştır. Kürt hareketi için bugün ve gelecek açısından hayati bir önem taşıyan bu tehlikeli politik platformun gerçek içeriğini tanımak ve devrim ve reform sorununda devrimci tutumu ortaya koymak zorunlu.
“Siyasi çözüm” adı altında benzer “çözümler” aslında on yıllardır Latin Amerika’nın bazı yerlerinde uygulanıyor ve sonuçları da görülüyor. 70’li yılların güçlü örgütlerinden Tupamaro’lar, 1985’te Uruguay’da yasal bir örgüt haline geldi ve devrim tasfiye edildi. Tupamaro önderleri kendileriyle yapılan kimi röportajlarda sorulan “silahlı savaşımdan yasal mücadeleye nasıl geçtiniz?” sorularına “bugün kendimize ait bir radyomuz, gazetelerimiz ve yayınevlerimiz var” biçiminde yanıt vermişlerdir. İşçi ve emekçi sınıfların ve devrimin taleplerinin inkâr edilmesi ve halktan kopuşu işte budur. Devrimin taleplerinin böylesine sınırlandırılması ve temel sorunlardan uzaklaşma sadece Tupamaro’lara özgü bir durum da değil, Latin Amerika’daki diğer küçük burjuva karakterli örgütler için de adeta kaçınılmaz bir son görünümündedir.
Nikaragua’da coşkun ve derin bir inisiyatife dayanarak kurulan halk iktidarı, 1989’da sandık başında emperyalizme devredildi, iktidar ele geçirilmesine rağmen küçük burjuva devrimciliğinin emperyalizm karşısındaki sınırlı ilericiliği parlamenter demokrasiyle sınırlıydı. Demek ki; kapitalist düzenin bizzat kendisine karşı değil ama biçimlerine karşı olunduğu zaman iktidar devrimle kazanılmış dahi olsa sermayenin ve burjuvazinin egemenliği yeniden kurulmaktadır.
Salvador’da verilen devrimci mücadele de tasfiye olmaktan ve parlamentonun eklentisi olmaktan kurtulamadı. FMLN halkın taleplerini karşılayamadığı için parlamento seçimlerinden de ağır bir darbe aldı. Büyük burjuvazi seçimleri kazanırken halk üzerindeki baskı ve sömürü de katmerlendi. Aradan geçen kısa zamana rağmen Salvador burjuvazisinin baskı ve sömürüsü yüzünden özellikle kırlık bölgelerde “yeniden silahlı mücadele!” düşüncesi büyümektedir.
Bir dönemin devrimci odağı ve devrimci hareketlerin esin kaynağı FKÖ de aynı yolu izlemiştir. FKÖ lideri Arafat “resmi” başkan olmuş, Filistin halkının topraklarında “özerk” bir bölge, halkın “kendi” polisi ve idarecileri oluşturulmuştur. ABD’de “Beyaz Saray”da yapılan anlaşmada halkın gerçek talep ve ihtiyaçlarından söz edilmemiş, ABD eski bakanlarından J. Baker’a göre “İsrail -ya da emperyalizm- bu anlaşmayla FKÖ’nün Filistin halkının temsilcisi olduğunu kabul etmek dışında hiçbir tavizde bulunmamıştır.” FKÖ onurlu geçmişini ayaklar altına alırken, halkın tepki ve hoşnutsuzluğunu dinci-gerici akımlar istismar etmiştir.
Benzer bir gelişme de Güney Afrika’da yaşandı. Silahlı mücadeleye son veren ANC, seçimleri kazandı. Nelson Mandela ise G. Afrika devlet başkanı oldu. Böylece ANC devrimci-demokratik bir hareket olarak başladığı mücadeleyi parlamento batağına soktu. Oysa ANC mücadeleye başladığı dönemde programında şunlar yazılıydı: “Ulusal zenginlik halka devredilecek, sanayi, tarım, ticaret alanındaki tekeller devletleştirilecek, tüm topraklar köylülere dağıtılacaktır.” Bugün bu görevleri unutan ANC kendisine “ülkenin toplumsal, politik, kültürel sorunlarına çözüm üretme” görevini belirlemiştir. Devrimin ve emekçi halkın talep ve ihtiyaçlarının unutulduğu görülüyor.
ANC örneği, değişik çevrelerde bu çevrelerin politik çıkarları tarafından belirlenen yorumlara yol açmıştır. Ö. Halk dergisinde ANC ile ilgili yapılan değerlendirmenin sonuç bölümünde şunlar yazılı:
“ANC bir yol ayrımına gebe: Ya mevcut koşulları iyi değerlendirip bir halk iktidarına yönelir ya da bir işbirlikçi kliği bağrından çıkararak sömürgeci-sömürge ilişkisinde bir gömlek değişikliğine gider.” (Haziran ’94)
Bu sözler ANC’nin bugünkü durumunu “mazur” göstermekten öte olumlu bulan bir içerik taşımaktadır. “Yol ayrımı” kavramını tartışmak gerekli değil. Ö. Halk, ANC’nin emperyalizmin ve burjuvazinin bir öğesi haline geldiğini kabul etmemekte, ANC’nin başında bulunduğu parlamentodan “halk iktidarı” çıkabileceğini iddia etmektedir. Gerçi, bu derginin burjuva parlamentolarını ve meclislerini “halkların iradesinin ürünü” kurumlar olarak değerlendirdiği bilindiği için “şaşırtıcı” olmamalıdır.
ANC, seçimleri kazanmadan önceki dönemde emperyalizmin “güvenini” kazanmıştı. 1993 Aralık ayında Johannesburg’da yayınlanan haftalık “Mail And Guardian” gazetesinde, ülkenin en önde gelen 100 işadamının içinde yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, işadamlarının % 68’i Mandela’nın başkanlığını desteklemişti. Mandela bu “desteği” kazanmak uğruna Avrupa ve Amerika’ya geziler düzenlemiş, “kamulaştırmalara karşı olduklarını” özellikle belirtmiş, Türk işadamları da dâhil olmak üzere Avrupalı işadamlarına “G. Afrika’ya yatırım yapın” mesajını vermiştir.
ANC bugün bulunduğu aşamada “taktik bir tutum” izlemediğini kendisi belirtmesine rağmen Ö. Halk dergisi, tersini iddia ediyor. Ulusal özgürlük sorununun emperyalizmden kurtuluş sorunu olarak ele alınmadığı görülüyor. Yılların çürümüş burjuva-revizyonist devletlerini “sosyalist” niteleyenlerin, reformizme “yeni” kaymış bulunan eski devrimci güçleri böyle değerlendirmesi, küçük burjuva devrimciliğinin sınırlı ve güdük ilericiliğini ve her an reformizme evrim geçirebileceğini tanıtlar.
Devrimci proletarya hareketinin gerilediği bir dönemde, devrimci küçük burjuva partiler, burjuvazinin askeri ve ideolojik saldırılarından etkilenerek, yılgınlığa ve umutsuzluğa sürüklenmiştir. Bundan dolayı başlangıçta devrimci bir program ve strateji oluşturarak mücadeleye atılan bu hareketler toplumsal-politik süreç içerisinde reformizme çark etmiş, zaten sınırlı olan halkçı programlarından dahi vazgeçmişlerdir. Bunun sonucu olarak, bu partiler geniş emekçi yığınlardan koparak kendi toplumsal tabanını tahrip etme yoluna girmiştir. Kitleler ise burjuvazi yararına aldatılmış ve düzene karşı var olan tepkiler parlamentonun kanallarında eritilmiştir. Fakat kaçınılmaz olarak, yeni toplumsal yapının denediği her yerde yığınların, ekonomik, politik, kültürel ihtiyaçlarına yanıt verilememiş ve “yeniden silaha sarılan” çevrelerce de görüldüğü için bu güçler eklektik nitelik taşıyan bazı “eleştiriler” yapmaktadır. Bu tür “eleştiriler” esas olarak, emekçi yığınlarda bu “çözüme” karşı gelişen umutsuzluğu ve kuşkuyu bastırmak için yapılmaktadır. Ve bu durum devrimci hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Emperyalizmin, devrimci hareketleri reformize ederek boğma politikası “kimliğin tanınması”, “insan hakları”, “özerklik-federasyon” gibi sloganlar etrafında yürütülmektedir. Emperyalizm, ezilen ulusların ulusal dilinin, kültürünün gelişeceği koşulların oluşmasına ve hatta özerk-federatif rejimlerin kurulmasına tahammül edebilmektedir. Burjuvazinin ve emperyalizmin devlet iktidarına ve mülkiyetine karşı olmayan hareketler bu “çözüme” razı olmakta ve emperyalizme karşı mücadeleyi tasfiye etmektedir. Sözgelimi anti-emperyalizmin bir dönem simgesi olan Filistin topraklarında çözüm “özerk bölge”ye kadar gerilemiştir. Emperyalizmin ekonomik-politik hâkimiyeti yeni bir biçim altında devam etmektedir.
PKK, emperyalizmin devrimci hareketlere dayattığı platformu aşamamakta, bazı idari-yasal düzenlemelerle ulusal özgürlük sorununun çözüme kavuşacağını savunmaktadır. PKK’nın bu “ulusun birliği”, “federatif çözüm” sloganlarıyla yenilenen ideolojik-politik çizgisinin reformist özü, sistemici bir çözümün temel alındığını gösteren birçok olgu tarafından doğrulanmaktadır. Son olarak 12-13 Mart ’94’te Belçika’nın Brüksel kentinde gerçekleştirilen “Uluslararası Kuzey Kurdistan Konferansına Öcalan’ın sunduğu çözüm önerisi, PKK’nın ulusal sorunu genel devrim sorunundan ayırdığını, böylece ulusal sorunu bir anayasa sorununa indirgediğini göstermektedir. Bu öneri, olağanüstü halin, koruculuk sisteminin, kontrgerillanın dağıtılması, anayasada Kürtlerin varlığının kabul edilmesi, af ilan edilmesi, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün güvence altına alınması, Kürt politik partilerine yasal siyaset yürütme hakkının tanınması, ekonomi ve ticaretin canlandırılması vs. gibi sömürücü sistem sınırlarını aşamayan talepleri içermektedir. Söz konusu taleplerin “demokratik anayasa” dâhilinde gerçekleşeceği ve devrimci bir değişikliği ifade etmediği herkes tarafından görülebilecek bir durumdur. Bu “önerinin” taktik bir siyasetin ürünü olmadığı ve “stratejik bir program” olarak öngörüldüğü bizzat Öcalan tarafından özellikle vurgulanmıştır.
Oysa ulusal sorunun özü dün olduğu gibi bugün de, bağımlı milliyetlerin ya da sömürgelerin halk yığınlarının emperyalist sömürüye karşı savaşımıdır, sömürge ve ezilen halkların egemen ulus baskı ve sömürüsüne karşı mücadelesidir. Kürt ulusal sorunu da aynı öze, Kürt işçi ve yoksul köylülüğünün emperyalizme, Türk ve Kürt burjuvazisine karşı mücadelesi anlamını taşımaktadır. Öcalan’ın önerdiği türden “çözümlerin emperyalizminin egemenliği altında belirlendiği ve onunla zıtlık teşkil etmediği açıktır. Kürt halkının çıkarlarına uygun bir çözüm tutarlı bir antiemperyalist niteliğe sahip olmalıdır. Çünkü “emperyalizmin egemenliği altında, demokrasinin bütün talepleri, bir dizi devrim olmadan, bunları siyasi olarak gerçekleştirmek zordur veya tamamen imkânsızdır.” (Stalin)
PKK’nın “siyasi çözüm” kavramı altında netleştirdiği politik çizgisi burjuva sömürü sisteminde özde bir değişikliği içermeyen, asıl olarak Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisi ve emperyalizmle yeni bir ittifakına yol açacak bir niteliğe sahiptir.

KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN ÇIKMAZI VE SINIF MÜCADELESİ ÇİZGİSİ İZLEMENİN ZORUNLULUĞU
Ortadoğu, sınıf mücadelesi, çatışan ve çakışan çıkarlar açısından karmaşık olay ve ilişkilerin yaşandığı bir bölgedir. Bölgedeki petrol rezervleri her zaman emperyalistlerin iştahlarını kabartmış, özellikle “SB”nin yıkılmasından sonra bir belirsizlik ve istikrarsızlık ortamına girilmiş ve emperyalist pazar kavgası şiddetlenmiştir. Bölgedeki emperyalist plan ve çıkarlar açısından temel bileşenlerden biri olma özelliği taşıyan Kürt ulusal hareketi açısından ise durum daha karmaşıktır.
Kürt sorunu, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi içine alan ve Ortadoğu çapında geniş bir etkiye sahip olan bir nitelik taşımaktadır. Emperyalizm ve karşıdevrim cephesi bu durumu bilmekte ve özellikle Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi Kürt hareketlerini düzen sınırlan içinde tutmakta ve onu kullanmakta büyük deneyimlere sahiptir.
Kürdistan’ın çeşitli parçalarında ortaya çıkan hareketler özgün farklılıklar ve gelişme özellikleri taşımalarına rağmen, özünde burjuva-milliyetçi bir politik platforma sahipti. Kimilerinin küçümsenmeyecek başarılı devrimci bir geçmişi vardır. Irak KDP’si bu milliyetçi çizginin ve reformculuğun trajedisini ve çıkmazını en net biçimde ortaya koyan örgüttür. KDP ve sonradan kurulan YNK, neredeyse yarım yüzyıldır Irak gericiliğine karşı “silahlı mücadele” sürdürmüştür. KDP, “silahlı mücadele” konusunda PKK’dan daha uzun ve hatta kısmi “basanlarda” rol oynayan bir geçmişe sahiptir. KDP çizgisi ve geleneği, Kürdistan’da reformizmin ve işbirlikçiliğin en “saf” ifadesidir ve bunu incelemekte büyük bir yarar vardır.
Güney Kürdistan’da halkın mücadelesi köklü bir geçmişe sahiptir. Kürt halkı 1. Dünya Savaşıyla birlikte Osmanlı egemenliğine ve İngiliz işgaline karşı ulusal isyanlara girişti. Bu isyanlar başarısızlık ve yenilgiyle sonuçlandı.
1943 yılında Melle Mustafa Barzani, Barzan bölgesine gelerek aşiret peşmergeleriyle birlikte Irak rejimine karşı silahlı eylemlere başladı. Arap rejiminin katliamları halkta büyük bir mücadele isteği doğurmuştu.
Bu dönemde Güney’de pazar ilişkileri zayıftır ya da neredeyse yoktur, halkın isyanlarına aşiretler ve büyük topraklara sahip aileler önderlik etmektedir. Mücadele veren irili-ufaklı örgütler, Irak rejiminin saldırılarına karşı daha derli toplu olmak isteğiyle (Mahabat deneyiminin) bu isteği pekiştirmesiyle de birleşerek KDP’yi kurdu.
1947’de Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılmasıyla birlikte M. Mustafa Barzani yüzlerce peşmergesiyle birlikte Irak’tan kaçıp sosyalist SB’ye sığındı. Burada bir yılı aşkın bir süre kalan Barzani, 1958 Abdulkerim Kasım darbesinden sonra Irak’a döndü. Bu dönemde Irak’ta görece bir “özgürlük” ortamı oluşmuştu ve “Kürtlerin Irak devlet bütünlüğü içinde hakları tanınmıştır” şeklinde resmi açıklamalar yapılmıştı. Bu durumu olumlu niteleyen KDP, 9 Ocak 1960’da resmen kuruluş için Bağdat makamlarına başvurdu.
Irak rejimi kanlı saldırılarına 1961’de yeniden başladı. Böylece Irak rejiminin önceki tutumunun “taktik” bir tutum olduğu görüldü. KDP de rejime karşı silahlı eylemlerini yeniden başlattı.
Mart 1961’deki parti kongresinde “iç savaşa hemen başlanması gerektiğini” savunan C. Talabani ve çevresi, ayrı bir kanat oluşturdu. 1964’te Irak rejimi ile KDP arasında gerçekleşen antlaşma, Talabani ve KDP ilişkilerinin gerginleşmesine ve silahlı çatışmaların ortaya çıkmasına neden oldu.
11 Mart 1970’te KDP ile Irak rejimi arasında “Özerklik Anlaşması” imzalandı. “Toprak reformu”, “Kürtçenin resmi dil olarak kabulü”, “Kürdistan’daki devlet güçlerinin Kürtlerden seçilmesi” gibi reformların lafının edildiği anlaşmada, 1974’te Irak rejimi tarafından tek yanlı olarak bozuldu.
Irak gerici rejiminin saldırılarıyla eş zamanlı olarak ABD, KDP ile ilişkilerini zayıflattı. Bu olay KDP’nin neredeyse tasfiye olmasına yol açtı. KDP “teslimiyet” kararı aldı, Barzani ve ailesi bir kez daha ülke dışına İran’a kaçtı, binlerce KDP’li peşmerge Irak rejimine teslim oldu. Emperyalizmin yardımları ve desteği ile “mücadele” yürüten KDP emperyalizmin saldırısıyla yok olmuştu. Bu olay emperyalistlerle geliştirilen ilişkilerin mücadele açısından ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyordu.
Talabani, Kasım 1977’de Irak rejimine çağrı yaparak, “Özerklik Anlaşmasını uygularsa silahlı mücadelenin sona erdirileceği” çağrısını yaptı.
1979’da İran Devrimi’nden sonra İran, Bağdat’a karşı KDP’yi desteklemiştir. Bu bölge gerici devletlerin gerici çıkarları uğruna her zaman uyguladığı bir manevra idi. Burjuva gericiliği ve emperyalizmle bağlarını hiçbir zaman koparmayan Barzani tekrar ülkedeki direnişe katıldı.
1983’te KDP önderliğinde Kürt örgütlerinden PASOK, PKI, PSKI’nın yer aldığı CUD cephesi kuruldu. Aynı yıl, Güneyli Kürt örgütlerin hepsi birbiriyle çatışmalara girdi. Yine aynı yıl KDP ve PKK arasında ilk protokol imzalandı. Bir süre sonra KDP, Türk güvenlik güçlerinin sınır ötesi operasyonlarını gerekçe göstererek anlaşmayı tek taraflı olarak bozdu.
1988 yılında İran-Irak savaşı sona erdi ve Irak gericiliği Kürdistan’a saldırıya geçti. Yüz-binlerce Kürt emekçisi katledildi, 4500 köy yakıldı. Halepçe Katliamı, kimyasal silahlarla, tüm dünyanın gözleri önünde yapıldı.
Körfez Savaşı sonrasında ABD’nin planlanlarına bağlı olarak, Kürdistani Cephe öncülüğünde “Federe Devlet” kuruldu. “Federe devlet”in ilk görevi PKK şahsında Kürt halkının mücadelesine saldırmak oldu. Kürdistani Cephe ve PKK arasındaki çatışmalar bir süre sonra durdu ve “protokol” imzalandı.
KDP-YNK ve bugün de “Federe Devlet”in temsil ettiği işbirlikçi-reformcu siyasi çizgi, pazar ilişkilerinin zayıf olduğu, feodal-yarı feodal ilişkilerin ekonomiye ve kültüre damgasını vurduğu ve bu yüzden de burjuva-feodal önderliğin politik etkisinin geniş olduğu nesnel-toplumsal koşulların ürünüdür. Ekonomi ve üretim halkın ihtiyaçlarına yanıt verememekte, bölgedeki petrol kaynakları emperyalizmin tekelleri tarafından kullanılmaktadır. Ekonomik ve kültürel gerilik, KDP’nin bütünüyle emperyalizme ve bölge gericiliklerine muhtaç kalmasını sağlamaktadır. Kimi zaman PKK’nin uyguladığı “ambargo” açlık ve ölümlere yol açabilmektedir.
Kürdistan’ın her parçasındaki örgütler ve PKK, geçmişten bugüne Kürt işçi sınıfının ve emekçilerinin bağımsız sınıf örgütlenmesi isteği ve ihtiyacının üzerini, “ulusun birliği'” propagandasıyla örtmeye çalışmıştır. Aynı ve bir milliyetçi dünya görüşünün sonucu olan bü durum pratikte çeşitli bölgelerde farklı biçimlerde gerçekleşmektedir. Örneğin; KDP’nin Türkiye kolunun önderleri bağımsız devrimci bir sınıf çizgisi izlemedikleri halde ve ‘”sol” kanat önderleri denilen Hemze Abdullah ve Nejat Eziz, bizzat Barzani’nin kararıyla imha edilmişlerdir. Türkiye’de ise PKK, komünistlerin, işçi sınıfı ve yoksul köylülüğü devrimci temelde eğitme ve örgütleme çalışmasına engel olmaktadır.
“Ulusun Birliği”, “Yurtsever İşadamları Birliği” sloganları ile ortaya konulan PKK çizgisi sınıf çelişkilerinin üzerini örtmekte ve sınıf mücadelesini reddetmektedir. Kürdistan’da kapitalist ilişkilerin geliştiği, toplumun işçi sınıfı ve yoksul köylülük bir yanda, burjuvazi ve toprak ağaları bir yanda düşman kamplara ayrıldığı ve bir diğer yanda da ulusun patronları ve işçilerinin “birbirini anlamadığı” koşullarda, ulusun birliğinden söz etmek, sadece ulusun egemen sınıflarına hizmet edildiğini göstermektedir.
Emperyalistlerle geliştirilen ilişkilerin bir niteliği ve bedeli vardır. KDP’nin birkaç on yıl önce, emperyalizmle geliştirdiği ilişkiler “bugün” onun emperyalizme dayanak ve araç rolü olmasında ortaya koymaktadır. Kürt halkının haklı davasının böylesine ilerlediği bir dönemde emperyalist devletler, kurumlar nezdinde “ciddiye alınma” birincil bir kaygı olamaz.
Ulusal kurtuluş sorununu, emperyalizme karşı işçi ve emekçi yığınların “birliği” ve mücadelesi temelinde ele almamak, mücadeleyi eninde sonunda teslimiyet ve yenilgiye götürmektedir. Mücadele sürecinde ne kadar kan dökülürse dökülsün ve ne kadar insan savaştırılırsa savaştırılsın, bu durum değişmez.
PKK çizgisinin bir devamı olan son dönemdeki “diplomasi”, çeşitli ülkelerde yaşanan kötü diplomasiyi hatırlatmaktadır. Bu çalışma “Kürt sorununu uluslararası platforma taşıma” amacıyla başlatıldı ve bu açıdan başarı da kazandı. Fakat bu “başarı” halkın ve devrimin yararına değil, sistem içi reformcu çözümün gerçekleşmesi için “batılı demokratik güçlerin” sorunun tarafı olarak, Türk devletine baskıda bulunmalarına hizmet etmiştir.
Şu anda askeri operasyonlarla Kürt halkına karşı imha seferi düzenleyen diktatörlük, halkı aldatmak ve beklenti yaratmak için her malzemeyi kullanmaktadır. Demirel’in “Anayasal vatandaşlık”, Çiller’in “Kürtçe TV ve radyo” açıklamaları bunun göstergesidir. Türk üniversiteleri resmi-şoven politikayı “bilimsel tez” ile desteklemektedir. Profesör Doğu Ergil’in hazırladığı “alt kimlik-üst kimlik-etnik kimlik” teorisi bunlardan birisidir. Sermayenin bazı klikleri, sözgelimi TÜSİAD, savaşın yarattığı ekonomik çöküntünün ortadan kaldırılması için “siyasi çözüm”ü savunmaktadır. PKK ise tüm bu manevraları aslında olumlu bulmakta, fakat şu andaki “siyasi çözüm”lerin PKK’yı dıştalamasından dolayı biraz mesafeli durmaya çalışmaktadır. PKK, emperyalizmin ve Türkiye gericiliğinin “siyasi çözümü” karşısında kendi pratik hedeflerini de daraltmakta ve “kabul edilebilir” bir “siyasi çözüme” gerilemektedir.
KDP ve YNK ile aynı ideoloji ve politikayı paylaşan PKK’nin, zaman zaman bu örgütlere yaptığı sözde eleştiriler, her zaman güncel ve pragmatik çıkarlar üzerinden belirlenmiştir. Kimi dönem “hain-caşh”, kimi dönem ise “Kürt halkına büyük emeği geçmiştir” sözleriyle yapılan değerlendirmeler, bu tavrın ideolojik-sınıfsal bir tutuma dayanmadığını göstermektedir. PKK ile Kürdistani Cephe arasındaki silahlı çatışmalar da, bu durumu değiştirmemektedir. Bu çatışmalar ilk dönem “bağımsızlıkçı çizgiyle işbirlikçiliğin savaşımı” olarak değerlendirildiyse de sonradan ve esas olarak “bıra-kuji-kardeş kavgası” olarak nitelenmiştir. KDP’yi “kardeş” olarak gören bir politikanın kendisini ondan ayırmadığı ve aynı ve bir hareket olarak gördüğü kesindir. PKK-PSK protokolünü Talabani’yi yanına alarak açıklayan Öcalan, Oral Çahşlar’la yaptığı röportajda şunları söylemiştir;
“Biz gizli durumu resmileştirmeye çalıştık. Dikkat edilirse birçok görüşün arasında fazla fark yok. Ulusal sorun, Kürdistan statüsü, hedefleri hatta mücadelesi üzerine. Bu var olan birlikteliği protokolle meşrulaştırdık. Diğer birçok örgüte de aynı şeyi söyledim. Sizin görüşlerinizin önemli bir kısmına ben katılıyorum ve belgeye dökün ben imzalarım dedim… Yani yapay bir ayrılığı giderdik.”
PSK gibi, Türk egemen sınıflarıyla işbirliğini temel alan; KDP gibi, ABD’nin Kürt ulusal hareketi içindeki uzantısı ve ajanı olan bir ideoloji ve politikayla “ulusal sorun, Kürdistan statüsü, hedefleri, hatta mücadelesi üzerine” bir ve aynı görüşte olduklarını, ifade etmektedir.
Bu noktada, PKK’nın silahı bırakmamış olması ve çeşitli alanlarda “devrimci eylemler” gerçekleştirmesi yanıltıcı olmamalıdır. Zaman zaman yapılan “Gerilla barışın teminatıdır” gibi açıklamalar da önem taşımamaktadır. G. Kürdistan’da ve Filistin’de de ordu ve polis teşkilatında Kürtler ve Filistinliler yer almaktadır. Bu durum “barışı” güvence altına almadığı gibi “halk iktidarının” varlığına gerekçe olamaz. Bu durum sadece bu ülkelerde eski düzenin ve egemen sınıfların farklı biçimler altında halkı ezdiğini ve sömürdüğünü göstermektedir. Ayrıca salt “devrimci eylemler” ve “silahlı mücadele” ile devrimci olunamaz. Stalin bu konuda şunları söyler:
“Şu ya da bu partinin devrimci ya da reformcu karakterinin belirlenmesinde tayin edici olan tek başına devrimci eylemler değil ama parti tarafından girişilen ve yararlanılan bu eylemin siyasal hedefleri ve görevleridir. Birinci Duma’nın dağıtılmasından sonra Rus Menşevikler bilindiği gibi 1906 yılında genel grev hatta “silahlı ayaklanma” örgütlemeyi öneriyorlardı. Ama bu onların Menşevik kalmalarına hiç de engel olmadı. Çünkü bütün bunları o zaman niçin öneriyorlardı? Elbette çarlığı paramparça etmek ve devrimin tam zaferini örgütlemek için değil. Ama reformlar koparmak, anayasayı genişletmek, “iyileştirilmiş” bir Duma toplamak amacıyla Çarlık hükümeti üzerinde bir baskıda bulunmak için. İktidar egemen sınıfın elinde kalırken, eski düzenin reformdan geçirilmesi için ‘devrimci eylemler’; bu anayasal yoldur. Eski düzeni yıkmak için, egemen sınıfı devirmek için ‘devrimci eylemler’- bu başka bir şeydir- devrimci yoldur… Burada temel bir fark vardır.”
Bugün PKK’nın gerçekleştirdiği silahlı saldırı, kitle gösterileri parlamenter-diplomatik vs. mücadele biçimleri, ulusal özgürlük ve devrim hedefine bağlanmamıştır. Bu tür mücadele biçimleri, diktatörlüğe darbe vurmakta ve objektif olarak bir rol oynamaktadır. Fakat bütün ülkelerin ulusal ve sosyal mücadelelerinin tarihi de göstermektedir ki, burjuva iktidarının varlığı koşullarında devrimi hedeflemeyen taktik plan ve politikalar kaçınılmaz olarak, bu iktidarın sağlamlaşmasının aracına dönüşür.
Ulusal hareketleri devrimci ve reformcu olarak ayıran Marksistler şu tutumu benimser:
“Sömürge ülkelerin burjuva kurtuluş hareketlerini, ancak bu hareketler gerçekten devrimci oldukları takdirde, bu hareketlerin temsilcileri, o ülkelerdeki köylülüğü ve geniş sömürülen yığınları devrimci bir ruhla eğitmemize ve örgütlememize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz.” (LENİN)

Eylül 1994

Sivil faşist hareketin yükselişi üzerine

Faşist hareketin gelişip güçlenmesi son yılların en önemli olgularından biri olma özelliği taşımaktadır. Burjuvazinin basın-yayın organlarına, siyasi parti ve temsilcilerine inanacak olursak, bu gelişme “çok sesli ve çok renkli demokrasinin” ne kadar iyi bir şey olduğunu gösteriyor. “Siyasi yelpaze” daha farklı partilerle genişliyor ve zenginleşiyor! Bazı liberal burjuva çevreler ise, özellikle Batı Avrupa ülkelerini işaret ederek “faşizmin hortlayan ruhundan ve tarihin tekerrür edebileceğinden” söz etmektedirler. Yine bu çevreler “faşist çetelere karşı yeterli önlemlerin alınmadığından” yakınarak devleti ve sivil toplum örgütlerini göreve çağırmaktadırlar.

Önceleri zaman zaman ortaya çıkan sivil faşist saldırılar, son dönemde giderek yaygınlaşmaya ve örgütlü ve birleşik bir karakter kazanmaya başladı. Toplumsal yaşamı terörize eden bu saldırıların yanı sıra, burjuva siyasetinin “resmi” göstergeleri de faşizmin yükselişine kanıt oluşturmaktaydı. Faşist partiler, yerel ve genel seçimlerde oylarını belirgin bir biçimde arttırıyor ve parlamentoda da somut bir güç haline geliyorlar. Avrupa ülkelerinde güçlenen faşizm, giderek büyüyor ve bütün ülkelerde bir olgu haline geliyor. “Faşizmin beşiği” sayılan Almanya’da, çetelerin “yabancı işçilere ve mültecilere” saldırıları görünümünde gelişiyor. Fransa’da Front Nottona ve şefi Le Pen yabancı düşmanlığını temel alan ırkçı-şoven bir politik çizgi izliyor. Le Pen parlamentoda da etkili bir güç olarak yer alıyor. Faşist MSI-DN İtalya’da yasal faaliyet yürütüyor ve güçlü faşist yerel müttefiklere sahip. Ayrıca bu ülkedeki faşist hareket, kontrgerilla örgütü GLADIO’nun ve mafyanın büyük desteğini alıyor. İngiltere’de bir dizi tarihsel ve siyasi nedenle dar bir tabana sahip olan faşist British National Party, gelecekte kullanılma olasılığı gözetilerek el altında hazır bekletiliyor. Diğer ülkelerde, İspanya, Belçika, Portekiz, Yunanistan, Hollanda gibi ülkelerde genelde yabancı düşmanlığı, ırkçılık-şovenizm propagandası temelinde faşist hareket ilerlemeye devam ediyor. Rusya ve diğer eski sosyalist ülkelerde, revizyonizmin çöküşünün hemen ertesinde faşist grup ve partilerin yaptıkları çıkış, Avrupa’daki faşist hareketlere güç, cesaret ve moral kazandırmıştır.

Gerek tarihsel deneyim gerekse Avrupa’nın bugünkü durumu, faşizmin kapitalizmin krizi ile kopmaz bir bağlantı içinde olduğunu kanıtlamaktadır. Faşizm kapitalizmin krizinin ürünüdür. Ama kapitalizmin her krizi faşizmi doğurmaz, doğurmamıştır.

Faşizmin ortaya çıkışı, her şeyden önce, devresel krizler içine girse ve yeniden canlanıp ilerleyişe geçmesi üretici güçlerin önemli bir bölümünün tahribatı pahasına olsa da, henüz mülk edinmenin özel biçiminin üretici güçlerin gelişmesinin önünde belirgin ve kökten bir engel oluşturmadığı, kapitalizmin hala ilerletici bir potansiyele sahip olduğu tekel öncesi dönem ve o dönemde ortaya çıkan krizlerine (ilki 1825’de görülen devresel krizler) özgü değildir. Faşizm, kapitalizmin tekelci dönemiyle, tekelci kapitalizme has siyasal toplumsal ilişkilerle ilintilidir.

Serbest rekabetten doğan tekeller, ekonomide rekabetin yerini dikte ediciliğin alması anlamına gelmiş; tekelci dönemde rekabet bütünüyle ortadan kalkmamış, ama artık tekeller arasında rekabet olarak, ekonominin ve oradan giderek yaşamın bütün alanlarına yayılan kıyasıya bir çatışma halini almıştır. Tekel, bir yandan, neyin ne kadar üretileceğinin, fiyatların, pazarların vb. belirlenip, birkaç tekel arasında anlaşmalı -tröst- ya da anlaşmasız ama bu kez güçlü olanın dayattığınca topluma dikte ettirilmesi demektir; öte yandan da, pazarların, hammadde kaynaklarının, hatta yalnızca siyasal-stratejik üstünlük sağlama amacına bağlı olarak toprakların -bölgeler, ülkeler vb.- yine dikte yoluyla ve güçler oranında paylaşılması demektir. Tekelci kapitalizmde, dünya önce ekonomik sonra da toprak olarak birkaç büyük devlet arasında paylaşılmıştır.

Kaynakların, toprak ve fabrikalar içinde olmak üzere üretici güçlerin gittikçe daha az sayıda elde birikmesi ve sanayi sermayesi ile banka sermayesinin iç içe geçerek (mali sermaye) bütün ekonomik yaşamı denetimi altına alması demek olan tekelci kapitalizmde, burjuvazinin de görece dar bir kesimi (tekelci burjuvazi) tekelci bir konum edinir. Amacı artı değer sağlamanın, sıradan bir birikimin ötesinde azami kârı elde etmek olur. Bunun kesin aracı, kapitalist toplumun tekelci ilişkiler etrafında örgütlenişi ve ekonomide dikte ediciliğin koşullarının oluşmasıdır.

Ekonomide dikte ediciliğin doğal uzantısı siyasette de dikte ediciliktir. Ekonomide tekel, siyasette şart dayatıcılık, güce bağlı olarak boyun eğdiricilik, pazarlar, hammadde kaynakları ve toprak peşinde koşma, işgaller ve savaşlar olarak yansır. Tekeller, siyasette gericiliğin yoğunlaşması anlamına gelir ki, Lenin’in belirttiği gibi, tekellerin eğilimi, siyasal gericiliktir. Tekelci döneminde kapitalizm, artık üretici güçlerin gelişmesinin Önünde kesin bir engel haline geldiği gibi, siyasal gericilik üretmeye başlar: Burjuvazinin ne demokrasi ile ne de yurtseverlikle bağlantısı kalır. Artık her şey daha çok egemen olmak ve daha çok ele geçirmek içindir. İşçi sınıfı üzerindeki sömürünün yoğunlaşması, geri ülkelerin talanı ve halkların emek ürünlerinin, yerüstü ve yeraltı kaynaklarının yağmalanması, el koyma, ilhak, saldırı savaşları giderek dünyanın paylaşımı için savaş, kapitalizmin, gerici, asalak, çürüyen kapitalizm olarak göstergeleri haline gelir. Tekellerin siyasal gericilik eğiliminin yoğunlaşması ise, faşizmden başka bir şey değildir.

Ancak faşizm, tekelin sıradan bir ürünü ya da yansısı da değildir. Kapitalizmin kriziyle ilişkili bu tekelci ürün, yani faşizm, tekelci kapitalizmin belirli bir dönemine özgüdür: Birinci dünya savaşı içinde oluşmaya başlayan ve Ekim Devrimi ile dünyanın oldukça büyük bir parçasının kapitalist pazardan kopmasıyla olgunlaşan kapitalizmin genel bunalım dönemine.

Devresel krizleriyle çıkmaza giren kapitalizmin içine yuvarlandığı bütün çelişmelerini keskinleştiren ve krizlerini olağanüstü yıkıcı kılan genel bunalım döneminde, eğilimi zaten siyasal gericilik olan tekelci burjuvazinin, toplumsal siyasal boyutuyla devrimle karşı devrim arasında çatışma olarak beliren keskinleşmiş çelişmelerinin üstesinden gelmek (doğru deyimle bu çelişmelerin yıkıcı sonuçlarından kaçınmak ve onları ertelemek) ve kendi çıkarlarını dikte etmek üzere, gericilik eğilimin yoğunlaşması… Faşizm, yıkıcı sonuçları Ekim Devrimi ile görülmüş içinden çıkılmaz çelişmelerinin “çözüm” yöntemi olarak tekelci burjuvazinin siyasal eğilimi haline gelmiştir. O, Rusya’da kapitalistlerin alaşağı edilişiyle burjuvazi için yakıcı ve en çok korkulan gerçek haline gelen, kapitalist sistemi tehdit eden sosyal devrim tehlikesine karşı, son sömürü sisteminin öz savunma mekanizmasının harekete geçişi olarak anlam kazanmıştır. Faşizm, proleter devrimleri çağına özgüdür ve bu çağda devrimle karşı-devrim arasındaki çatışmanın ürünüdür.

Tekelci burjuvazi, faşizme başvurarak, derinleşen krizinin hoşnutsuzluğunu ve öfkesini kabartma yönünde etkileyerek bağımsız tarihsel eylemiyle tarih sahnesine itme eğilimi gösterdiği ezilen ve sömürülen yığınları, örgütlerini dağıtıp mücadelelerini ezerek “kılıç ve kanla” siyasetin dışına atmaya yönelir. Ya da kapitalist sistem yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Ya proletarya ve ezilenlerin mücadelesi, bu mücadeleyi bastırıp ezmek üzere tırmanışa geçen ve burjuva demokrasisini de çiğneyip devleti giderek gericileştirerek açık ve dizginsiz terörün aygıtına dönüştürme eğilimi gösteren tekellerin egemenliğindeki sistemi devirecek (veya en azından, faşizmi tamamen tehlike olmaktan çıkaramasa da saldırısını püskürterek geriletecek ve geçici bir ferahlama ortamı -burjuva demokrasisi-sağlayacak) ya da sermaye ve faşizmin saldırısı, işçi ve emekçileri ve mücadelelerini kana boğarak, açık terörü, burjuva egemenliğin biçimi olarak örgütleyecektir. Tarih, iki yöndeki gelişmenin de tanıklığını etmiştir.

Günümüzde de Avrupa kapitalizmi toplumsal siyasal alanda belirtileri görülen derin bir bunalım içinde debelenmektedir. Merkez sağ ve merkez “sol” partiler erimekte, sandıktan istikrarlı olan sonuçlar çıkmamakta, işbaşına gelen hükümetler kısa zamanda toplumsal desteklerini yitirmekte, sık sık vurgulanan “erken seçim” istekleri çözüm olamamakta, özellikle yolsuzluk, rüşvet vb. skandallar yığınlarda umutsuzluk yaratmakta, burjuva politikası ve politikacılık “yalancılık” olarak tanınmaktadır. Bütün bunlar kapitalizmin krizinin politik ürünleridir. Üretici güçler ve üretimin bizzat kendisinin toplumsal niteliği durmaksızın artmasına rağmen, zenginlikler ve mülkiyet giderek daha az sayıda ellerde daha da büyüyerek toplanırken, nüfusun geniş yığınlarının yoksullaşması ve işsizliğin tehdit edici boyutlar kazanarak büyümesi, burjuvazi ve kapitalizmi yok oluşa sürükleyen çelişki olarak şiddetlenmektedir. Krize alternatif olarak öne sürülen özelleştirme bu krizi çözmek yerine şiddetlendirdi. Krize karşı burjuva partileri ve bilim adamlarının öne sürdüğü devlet harcamalarının sosyal yardımların kısılması, sosyalizm tehlikesi karşısında yatıştırma unsuru olarak gündeme alınmış “sosyal devletin ve işsizlik sigortasının kaldırılması” vb. türünden artık “klasik” sayılan çözüm önerileri de aynı sonuçları vermiştir. Üstelik bu önlemler, yıllardır sosyal yardımlardan yararlanmış emekçilerin düzene karşı hoşnutsuzluk ve öfkelerini körüklemektedir. Bu çıkmaz, kaçınılmaz olarak düzen partilerinin ve eski politikaların geçersizleşmesini, “radikal” ve “uç” politik kümelenmelerin güçlenmesi sonucunu doğuruyor.

Kapitalizmin krizi ve burjuvazinin politik olarak güçsüzleşmesi, komünist ve devrimci hareketin zayıf olduğu koşullarda yaşanmaktadır. Eski komünist partilerin tipik burjuva muhalefet partileri haline gelmesi, işçi sınıfının devrimci partisini kurmakta gösterdiği zayıflık ve uluslararası komünist hareketi temsil eden bazı ülke partilerinin genç ve deneyimsiz olması gibi özellikler, yaşanan krizin politik krizi de kapsayarak ve ezilen yığınları kendi çıkarları zemininde politika sahnesine çekerek devrimin ve sosyalizmin ilerletildiği bir olanağa dönüşmesini engelleyici rol oynamaktadır, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi politikalarıyla politik arenaya yeterince çıkamayışı ama düzen karşıtı hoşnutsuzluk ve tepkilerini şöyle ya da böyle ortaya koymaları, bu tepkileri sahte ve demagojik radikal söylemiyle çarpıtarak kapitalizmi sağlamlaştırma doğrultusunda kanalize etmeye yönelen ve burjuvazinin geniş çapta maddi ve manevi desteğine dayanan faşist hareketin gelişmesine yol açıyor. Böylece Avrupa burjuvazisi bütünüyle kapitalist sistemden doğan hoşnutsuzluk ve tepkileri kendi egemenliğinin sağlamlaştırmasına yarayan bir olanağa dönüştürmeye çalışıyor.

Faşist hareketin gelişmesinde, uluslararası düzeyde yaşanan sosyalizm aleyhtarı gelişmelerin de etkisi vardır. En çok revizyonizmin suçları ve çöküşünün kendisine fatura edilmesinin ezilen yığınlara belirli ölçüde kabul ettirilmesiyle sosyalizmin aldığı politik yenilgiler, sosyalist özlemler ve ideolojinin, geniş bir aydın tabaka tarafından yadsınmasına yol açmıştır. Bu ortamda, dinsel, ırkçı-milliyetçi ideolojilerin yeniden piyasaya çıkıp prim yapmasının “şaşırtıcı” görünen nedeni budur. Dünya ve özellikle Avrupa halklarının acı deneylerle tanıdığı faşizm, ancak örgütlülüğünün sürekliliğinde somutlanabilecek deney birikimi ve öncüsü tarafından yürütülecek sürekli bir aydınlatma faaliyeti ve kendi mücadelesinin deneyleriyle pişmeyle elde edilebilecek bilinçlilik halinin uzağında bulunan işçi ve emekçileri yeniden aldatmak üzere, medyanın “belleksizleştirme” operasyonunu da arkasına alarak bu ortamdan yararlanmaktadır.

1990 yılından bu yana, Türkiye’de de, faşist hareket ciddi bir gelişme ve toparlanma ortaya koymuştur. Türkiye’de doğrudan diktatörlüğün ve uzantısı sivil faşistlerin katliam ve saldırıları büyük artış göstermiştir. Diktatörlük bir yana, ona kopmaz bağlarla bağlı sivil faşist hareket, önemli farklılık ve özgünlülükler taşımakla birlikte, Avrupa’daki faşist hareketle aynı temele dayanmaktadır. Faşist diktatörlük, sivil görünümlü MHP’yi, kendi varlık nedenini de oluşturan işçi sınıfının, emekçilerin, Kürt halkının ve gençliğin mücadelesini ezmek amacıyla aktif bir biçimde kullanıyor. Faşist partilerin en azgını olan MHP, “kimlik değişimi” propagandasından Alevilerle ve sosyal demokratlarla ittifak kurmaya kadar bazı “yeni” taktikler izlemektedir. MHP, basın-yayın organlarının da şişirmesiyle toparlanıyor ve kitle tabanını genişletiyor. ANAP, DYP, SHP gibi karşı-devrim kampının diğer partileri zayıflarken MHP’nin oylarını arttırması karakteristiktir. Fakat MHP’nin yükselişinin asıl nedeni, kabartılan şovenizm ortamı ve yanı sıra doğrudan devlet tarafından örgütleniyor oluşudur.

Avrupa’da faşizmin güçlenmesi üzerine yazımızın ilk bölümünde kısa bir açıklama yapmaya çalıştık. Avrupa faşizminin ayrıntılı ve kapsamlı incelenmesini başka bir yazıya bırakarak, Türkiye’de faşizmin incelenmesini, işçi sınıfının, halkın ve Kürt halkının devrimci mücadelesinin ilerletilmesi açısından daha yararlı görüyoruz. Devrim ve sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfı, faşizmin tarihsel köklerini; oluştuğu iktisadi-siyasi koşulları; temsil ettiği ve dayandığı sınıf ve toplumsal katmanları; ideolojisi, siyaseti ve örgütlenme biçimlerini; kullandığı yöntem ve taktikleri kavramak zorundadır.

 

TÜRKİYE’DE FAŞİZMİN ORTAYA ÇIKMASI VE GELİŞİMİ

Türk ulusal ticaret burjuvazisinin önderliğinde gelişen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, Türkiye’de burjuva cumhuriyetinin kurulmasıyla sonuçlandı. Kemalist diktatörlük, başından itibaren, cılız anti-emperyalizmine karşın kitlelerin baskı altına alınması, Kürt halkının şiddetle sindirilmesine dayanan bir özellik gösterdi. Bu devlet, ticaret burjuvazisinin politik çıkarlarını savunan ve halk üzerinde korkunç bir terör estiren despotik bir burjuva diktatörlüğü oldu. Türk devletinin kurucusu olan sınıf daha savaş içindeyken “bir toprak devrimi ihtimaline ve işçilere ve köylülere karşı” tavır alıyor ve kazanan taraflar olan İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle iyi ilişkiler kurmaya çalışıyordu.

O dönemde Türkiye’de kapitalizm oldukça az gelişmişti; sanayi başlıca küçük ölçekli işletme ve atölyelerden ibaretti. Üretim daha çok toprağa bağlıydı ve kapalı ekonomi koşullarında üretim oldukça yaygındı. Meta üretimi, feodalizmin en kapalı biçimlerini çözmeye başlamış olsa da feodalizmin ağırlığı reddedilemezdi. Meta üretimi tarımsal nitelikliydi ve ticaret, liman kentlerinde yapılmış pek fazla olmayan yabancı ve “yabancı-ortaklı” yatırım aracılığıyla emperyalizme bağlansa da, yine de ağırlıklı olarak toprak ve tarım bağlantılıydı. Toprak üzerinde ipotekler vb. aracılığıyla kesin bir tefeci karaktere sahipti. Ulusal burjuvaziyi neredeyse bütünüyle oluşturan ticaret burjuvazisi, tefeci-tüccar niteliğiyle, feodalizmin bağrında palazlanmaya başladığı haliyle kapitalizmin ilk gelişme döneminin bütün özelliklerini üzerinde taşıyordu. Kendisi de feodal bir karakter göstermekten büyük ölçüde kurtulamamış, toprakla ve feodaliteyle çok yakın ve sıkı bağlara sahip kapitalizmle yeni tanışmakta olan bir sınıf. Bu durumu, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında toprak beyleri ve eşrafla yakın ittifakını açıklayan temeli oluşturur.

Ama bu durumu, aynı zamanda savaş sırasında ve sonrasında, onun demokrasi ve demokratik tutumlarla ilişkisizliğinin de açıklamasıdır. Kurtuluş savaşı ve onu yöneten sınıf, aldatma yoluyla kendi emrine koşmak dışında başlıca köylülüğe ve az sayıdaki işçiye hiçbir zaman yakınlık duymamış; “köylü milletin efendisidir” lafları, pratiğin tam tersinin işareti olarak kalmıştır. Feodalizmle yakın bağlan ve üzerinde taşıdığı önemli izleri nedeniyle tefeci ticaret burjuvazisi, niteliği gereği, demokrasiye en küçük bir eğilim duymamış, demokrasi mücadelesini ve demokratizmi dayatıcı başka önemsenecek örgütlü güçlerin olmadığı koşullarda, savaş, karakteri ve yapısı itibarıyla yine en küçük bir demokratizm izine rastlanamayacak Osmanlı ordusunun kalıntılarına dayanılarak sürdürülmüştür. Savaşın ve önderliğinin bu niteliği, onun gelişmesi içinde “işçilere, köylülere ve bir toprak devrimi ihtimaline karşı” yönelmiş “cılız bir antiemperyalist devrim” olarak despotik bir diktatörlükle “taçlanması”nın temel nedeni olmuştur. Tefeci ticaret burjuvazisinin yine emperyalizmle bağlantılı bir “ticari şebeke”nin temsilcisi olması, hem “cılız anti-emperyalizmi”nin ve daha savaş içinde emperyalistlerle kurmaya yöneldiği iyi ilişkilerin hem de buradan da gidilerek elde edilebilecek demokrasi ile ilişkisizliğinin bir başka nedenini sunmuştur.

1929 yılında patlak veren emperyalist-kapitalist sistemin genel krizi ortamında Türkiye egemen sınıfları emperyalizmle geliştirilen ilişkilerin bir sonucu olarak devleti yeniden ve faşist bir biçimde örgütlediler. Devlet, belirli bir süreç içinde, despotik burjuva diktatörlüğünden faşist diktatörlüğe evrilerek dönüştü. Türk devleti birdenbire faşist bir diktatörlük olmadı. Tefeci ticaret burjuvazi ve toprak beyleri içinden emperyalizmle girdiği ilişkilerden ve devletin dayanaklık edişinden de güç alarak palazlanan ve gelişen kapitalizm içinde tekelci konumlar kazanan burjuvazinin evrimine denk düşerek devletin şekillenmesinde bir dönüşüm yaşandı. Tekelci burjuvazinin oluşmasına paralel ve onun ihtiyaçlarına bağlı olarak devlet de süreç içerisinde ve adım adım faşistleştirildi. Kürt isyanları dışında ezilen ve sömürülen yığınların eylemli bir kalkışmaları henüz yoktu. Devletin faşistleştirilmesi ve faşist diktatörlüğe geçiş, sosyal devrim tehlikesi yaratan bir mayalanmanın ezilmesiyle değil, burnunun dibinde sosyal devrimin kalesi bulunan bir ülkede böyle bir potansiyel tehlikenin yolunu kesmek üzere gerçekleştirildi. Ekonomide yaşanan kriz, ticari şirketlerin iflasına yol açmış, tarıma konan vergiler köylüleri topraklarını terke zorluyordu. Sanayi büyürken, reel ücretler 1934–1938 arasında yüzde 25’e düşmüştü. Kriz ve alınan önlemler hoşnutsuzluk biriktirmeye başlamış, güçlü tepkilerin oluşması için toprak sürülmüş bulunuyordu. Feodalizm çözüldükçe, onun tarafından ekonomi dişi zora dayanılarak siyaset dışı tutulmaktan kurtulup özgürleşme yoluna girecek ve kriz ve alınan önlemlerin de “kışkırtmasıyla” gittikçe daha fazla demokratik tutumların öznesi olacak yığınların (köylüler) ve mücadeleleri, kriz tarafından da kolaylaştırılarak, bu köylülükle bağlantı içinde gelişme eğilimi gösterecek işçilerin, bu kez kapitalizm kaynaklı siyasal zorbalıkla siyaset dışı kalmalarını sağlamak üzere, faşist diktatörlük sermaye egemenliğinin biçimi olarak gerçekleşti. Demokrasiyle ilişkisiz burjuvazi demokrasi “getirecek” değildi. Kapitalizmin gelişmesi süreci içinde demokrasi mücadelesi yürüten güçler de olgunlaşıp sahneye çıkamadı. Bu durumda olması doğal olan oldu: Ulusal burjuvazinin egemenliğinden emperyalizmle işbirliği halindeki oligarşinin egemenliğine geçildi. Despotizmden faşizme…

Demokrasiye, örneğin birden fazla partinin örgütlenmesine zaten önceden yasak getirilmişti. Zaman zaman ikinci partiye izin verilse de, kısa süre sonra, beklenen an gelip çatıyor ve parti kapatılıyordu. 1925’de çıkarılan Takriri Sükûn yasasıyla neredeyse konuşmak bile yasak kılınmıştı En son “majestelerinin muhalefeti” olarak tasarlanan ama kısa zamanda kuruluş amacını aştığı görülen Fethi Bey’in partisi kapatıldıktan sonra tek parti diktatörlüğü yasallaştırıldı. İtalya ve Almanya’nın faşistleşmesi, yalnız ideolojik değil, siyasal ve örgütsel etkilerini de göstermeye başlamıştı.

1930’da Türk Tarih Tezi ve sonra Güneş-Dil Teorisi geliştirildi ve ırkçı-faşist yönelimin teorik ve tarihsel temelleri yaratılmaya çalışıldı. Irkçılık ve faşizm ideolojik akımlar olarak da benimsenmeye başlandı, gelişmelerinin yolu tümden açıldı. 1930 tarihli faşist İtalyan Ceza Hukuku Türkçeye çevrilerek temel alındı. Kürtlere karşı uygulanan katliam ve baskılar “Zorunlu İskân Kanunu” çıkarılarak yasallaştırıldı. Gençlik içinde faşist bir taban oluşturmak için Milli Türk Talebe Birliği kuruldu. Söz, basın-yayın, örgütlenme özgürlükleri hukuksal olarak da zaten yasaklanmıştı. Ve zaten işçi sınıfı ve sendikalar üzerinde bir terör sistemi kurulmuş bulunuyordu. İç politikada gerici-milliyetçi bir politik söylem hâkim olurken dış politikada şoven bir siyaset izlenmeye başlandı.

Türkiye’de faşist diktatörlük kuruluş döneminde ciddi bir kitle tabanına dayanmadı. Belirtildiği gibi, demokratik olmayan bir burjuva diktatörlüğünden faşist diktatörlüğe geçiş, yukarıdan, egemenler ve devlet eliyle gerçekleştirildi. Alman Nazi Partisi iktidara geldiğinde 11 milyon civarında bir seçmen desteğine sahipti. Türk egemen sınıfları böyle bir desteğe sahip değillerdi ve faşist diktatörlüğü “yukarıdan aşağıya” inşa ettiler. Ve bu süreç içinde, işbirlikçi tekelci burjuvazinin açık terörist diktatörlüğü olarak faşist diktatörlük kendisine kitleler içinde de taban bulabilmek için faaliyetlere girişti. Faşizmin kitle desteğini sağlamak amacıyla sivil uzantı ve beslemelerinin örgütlenmesine çalışıldı.

Faşist diktatörlük, gençliği kazanmanın geleceği kazanmak olduğu bilindiğinden, gençlik içinde MTTB’yi kurdu. Dar bir genç kadroya sahip olan MTTB, gençlik içinde ırkçılık ve şovenizmin propagandasını yaparak faşizme taban yaratmaya çalıştı, fakat başarılı olamadı.

1930’ların sonundan itibaren Hitler’cilik ülkede ve başlıca egemen sınıflar içinde, devlet katlarında etkisini göstermeye başladı. Almanya’nın Rusya içinde ilerleyişi bu etkisinin yayılmasına neden oldu. Bu sırada, diktatörlük hala göreli bir “tarafsızlık” siyaseti doğrultusunda davranırken, ülkede “Almancı”ların ağırlığı arttı ve hükümet Alman yanlıları tarafından oluşturuldu. Toplumda, başlıca burjuva ve küçük burjuva katlar içinde, en çok da ordu içinde, subaylar arasında NAZİ hayranlığı gelişti. Askeri okullarda ve bazı aydın çevrelerde yayılmaya çalışan faşist örgütlenme bütünüyle devlet olanaklarını kullandı. Bu dönemde hükümet tarafından da görece diplomatik bir incelikle izlenen Alman faşizmi yanlısı ve Hitler’in Kafkasya’ya varıncaya kadar Türkî toprakları ele geçirmesinden güç alan, onlarla işbirliği içinde gerçekleştirilmesi kurgulanan ırkçı-Turancı siyaset, sivil faşist çevreler tarafından, diplomatik kaygılar taşınmaksızın, daha açıktan savunuldu. Faşist diktatörlük 1944 yılında kendi beslemeleri olan sivil faşistleri dağıtmak ve faaliyetlerini kısa bir süre için engellemek zorunda kaldı. Nedeni, Alman faşizminin Sovyetler Birliği ve Kızılordu karşısında gerilemesi ve sosyalizmin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesiydi. Ayrıca, Alman emperyalizminin gerileyiş sürecine girmesiyle birlikte, ülke içinde de Anglo-Amerikan yanlılarının ağırlığı artmış ve dünya çapında olduğu kadar ülkede de “rüzgâr” “faşizmin ezilmesi” ve “demokrasi” yönünde esmeye başlamıştı. “1944 Tevkifatı” olarak adlandırılan tutuklama ve davalar, uluslararası gelişmelere uygun olarak devletin kendisine çeki-düzen verme manevrasıdır. Faşist harekete yönelen bu göstermelik davalarda bugünün faşist “Başbuğ”u A. Türkeş de yargılanmıştır.

ABD 2. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist sistemin istikrarını bozan ve egemenliğini tehdit eden komünist harekete karşı “gayrı nizami harp” doktrini çerçevesinde kontrgerilla faaliyetlerini örgütledi. 1947’de tekrar faaliyetlerine başlayan sivil faşistler, ABD’nin planlarına bağlı ve uygun biçimde “anti-komünizm” propagandasına sarıldı ama çok fazla etkili olamadı. Bu arada demokrasi rüzgârları, Türkiye’de iktidar kliğinin değişmesine yol açtı. Emekçi kitlelerin yoksulluk ve sefaletinin doğurduğu tepkileriyle demokrasi özlemlerini kullanan Bayar-Menderes çetesi, ’50 seçimlerini kazanarak diktatörlüğün hâkim mevkilerini tuttu. Çok partili hayata geçilmiş, parlamenter “asma yaprağını” daha bir “asaletle” örtünen faşist diktatörlük kendisini sağlamlaştırmıştı. Böylelikle sermaye ve diktatörlük, sivil faşistleri öne sürmenin ve ABD planlarına uygun davranmanın yanı sıra ulusal ve uluslararası gelişmelere de uygun olarak daha gösterişli bir “elbise” giymiş oldu.

CIA Türkiye’de kontrgerilla faaliyetleri çerçevesinde faşist harekete büyük para “yardımı” yapmıştır. ABD, 1954-1965 arasında sivil faşist harekete 150 milyon dolarlık bir yardımda bulundu. Kontrgerilla Türkiye’de Amerikan Yardım Heyeti “JUSSMAT”la bağlantılı olarak, Genelkurmaya bağlı özel Harp Dairesi içinde örgütlenmişti. Bu durum aynı zamanda kontrgerilla-ordu bağlantısını, kontrgerillanın orduya dayanan, emperyalizmin patronajında çekirdek bir faşist yuvalanma olduğunu da ortaya koyuyordu. Karşı-devrimci faşist devlet aygıtı içinde kontrgerilla ve ülkenin siyasal yaşamın gerçek yönlendiricisi faşist elebaşların nerede bittiği ve ordu ve siyasi polisin nerede başladığı adeta bir “sır” gibidir.

’60 Hükümet Darbesi, reformcu görünümüne rağmen, bu kez Bayar-Menderes çetesine karşı yükselen tepkilerin zayıflattığı, çeperinde gedikler açılmasına neden olduğu faşist diktatörlüğün sağlamlaştırılmasına yönelikti, bu sonuca vardı.

1963 yılında Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruldu. ABD bu örgütün de parasal finansmanını sağladı. Sivil faşist faaliyetlerin legal bir kuruluşu olan dernek, işadamı, tüccar, esnaf, gazeteci-yazar, avukat ağırlıklı bir kadroyla oluşturuldu. Derneğin ideolog ve sözcüleri geçmiş hareketten ayakta kalmış faşist elebaşlarıydı.

1964 yılında MBK içinde yeni bir darbe gerçekleştirilmiş ve 14 subay tutuklanarak komiteden ihraç edilmişti. Bu subaylardan 10’u A. Türkeş’in öncülüğünde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine üye oldu.

Faşizm kendi propagandasında dönemsel koşullara bağlı olarak dinci bir motifi eksik etmez. 1960’ların başında faşist milliyetçilik İslamiyet faktörünü kullanarak “dinci” bir biçime bürünmüştür. Dincilik, sonraki tarihlerde de geniş ya da dar biçimde faşist propagandada yer tutmuştur.

1968 yılından sonra MHP’nin öncel örgütü olan CKMP, “Komando Kampları” ile yeni bir dönemin başladığını ilan etti. Sivil faşistler yarı-askeri örgütlenmeye yönelmişlerdi. ABD’li subaylarla ordudan emekli bazı subayların eğittiği faşist komandolar Kızılay’ın sağladığı çadırlardan yararlandı. (Son G. Kürdistan işgali sırasında da “Kızılay”ın istihbarat hizmetlerinden yararlanıldı!)

Egemen sınıflar, gelişen gençlik hareketine karşı polis ve asker gücünü seferber etmenin yanı sıra, faşist ve şeriatçı terörü de harekete geçirdi. CKMP’li faşistler kamplarda öğrendikleri adam öldürme ve dövüş tekniklerini üniversiteler ve öğrenci yurtlarında devrimci gençlere saldırarak uyguladılar. 1969 yılı sonuna kadar faşistlerin eğitilmesini sağlayan kampların sayısı, tespit edildiği kadarıyla 49’u bulmuştu. CKMP bu kamplarda ağırlıklı olarak, demagojik kalkınmacı-milliyetçi programıyla, taşradan gelen gençleri eğitiyordu.

8 Şubat 1969 CKMP Adana Kongresi’nde, önceki saf ırkçı söylem bir ölçüde zayıflatılarak, ABD’nin Ortadoğu politikasına uygun biçimde “Türk-İslam Sentezi” benimsendi. Partinin adı MHP olarak değiştirildi ve Türkeş yönetime geldi. Böylece “sivil” faşist hareket, halk hareketinin ezilmesine katılmak ve toplumsal çapta faşist bir akım olmak için tarihinde en büyük ve örgütlü çalışmayı başlattı.

 

70’Lİ YILLARDAN GÜNÜMÜZE MHP: KONTRGERİLLANIN SİVİL BİÇİMİ

1968 devrimci hareketi bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumu temellerinden sarstı. Başta gençlik olmak üzere işçi sınıfı ve köylülük de mücadele ve direniş alanlarına çıktı. Üniversite boykotları, grevler, fabrika ve toprak işgalleri, üretici mitingleri, gösteriler ezilenler cephesindeki derin mayalanmayı ortaya koyuyordu. Yaşanan uyanış, siyasal planda da devrimci akımların doğmasına, reformizmin ve düzen içi “sosyalizm” anlayışlarının pratik olarak aşılmasına neden oldu.

Egemen sınıflar ve faşist diktatörlük, yaşanan devrimci hareketlenmenin karşısına polis, asker, jandarma vs. faşist kolluk kuvvetlerini çıkarırken aynı zamanda faşist ve şeriatçı “sivil” kuvvetlerini de harekete geçirdi. Sivil faşistler ve şeriatçılar ilk önce gençlere saldırdılar ve bu saldırılar bir süre sonra işçi sınıfına, emekçilere yöneldi. Devrimci mücadeleyi engelleyemeyen egemen sınıflar 12 Mart 1971 askeri faşist darbesiyle, devrimci hareketin kadrolarını fiziken imha etti ve halk üzerinde büyük bir terör estirdi. Faşist diktatörlük, yarı-askeri bir biçim kazandı

12 Mart darbesinden sonra MHP resmi olarak büyük bir örgütlenmeye girişti. 1974’den sonra “Ülkücü Maliyeciler”, “Ülkücü iktisatçılar”, “Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği”, “Ülkücü Köylüler Derneği,” “Ülkücü Gaziler Cemiyeti”, “Ülkücü Hukukçular Derneği”, “Ülkücü Polis Birliği” vb. adlar altında faşist örgütler kuruldu. Bu örgütlerin hemen hepsini devletin resmi “görevlileri” ve “faşist siviller” kuruyordu. Devletin maddi olanaklarını da kullanıp beslenen MHP, bu tür örgütlerde halk düşmanı faşist militanları planlarına uygun olarak harekete geçirdi.

MHP 1970’lerin başından itibaren Avrupa’daki işçi ve göçmen Türkler arasında da örgütlenmeye başladı. Türk kontrgerillasının ve diplomatlarının da yardımıyla çalışmalarını başlatan MHP, 5 Haziran 1974’te Almanya’da “Avrupa Teşkilatları Büyük Kongresi”ni yaptı. MHP bu çalışmalar sırasında Avrupa’daki faşist ve gerici partilerle ve istihbarat örgütleriyle de ilişkiler geliştirdi. 1978 yılına gelindiğinde Avrupa’da toplam 103 Derneğe dayanan “Avrupa Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu” kurulmuştu. Bütün bu yurtdışı çalışması, faşist diktatörlüğe yurtdışında kitle tabanı sağlamak, ilerici ve devrimci faaliyetleri suikastlar, sabotajlar vb. yoluyla yok etmek, yabancı istihbarat örgütlerinin yardımıyla Türkiye aleyhtarı çalışmaları ortaya çıkarmak, mali dayanaklar edinmek vb. amaçlarla yapılıyordu. Bu çalışmaların anti-komünist niteliği öylesine belirgindi ki; “bağış kampanyaları”, “her mark komünistlerin kafasına sıkılacak bir kurşundur” sloganı altında düzenleniyordu. Bu çalışmaların ortaya koyduğu önemli bir gerçek de; MHP-devlet iç içeliği ve işbirliğinin çok açık olmasıydı.

Bir yandan devletin yardımıyla yukarıdan aşağıya örgütlenen ve devlet içinde kurumlaşan MHP, öte yandan legal kuruluşlarla terör eylemlerini artırmaya ve kitle tabanını genişletmeye başladı. Eski konumlarını ekonomik kriz yüzünden kaybeden orta sınıflar, günden güne yoksullaşan ve köyünü ve toprağını terk etmek zorunda kalan Orta Anadolu’nun, Karadeniz Bölgesi’nin tutucu-milliyetçi kesimleri MHP’nin faşist çalışmasının başlıca merkezini oluşturuyordu. Bu kesimlerdeki tepki ve hoşnutsuzlukları, iyi değerlendiren MHP, dinci -milliyetçi propagandasıyla belli bir taban oluşturdu. Örgütlediği unsurları kontrgerilla kamplarında eğiterek halk hareketinin üzerine sürdü. Okullarda, gecekondu semtlerinde, işyerlerinde katliamlar, sabotajlar, bombalamalar gibi yöntemlerle devrimci mücadele boğulmaya çalışıldı. Devrimciler, sendikacılar, öğretim görevlileri, öğrenciler faşist terörün özel hedefi oldu.

Faşist MHP dinsel propagandayı yoğunlaştırarak özellikle Orta Anadolu’nun geleneksel dindar küçük mülk sahiplerine mesajlar vermeye çalıştı. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ız” sloganı dönemin sloganıydı. Faşist önderler ve cellâtları hacca gönderen MHP “Allahsız Komünistler” propagandasını yaymaya çalıştı. Böylece MHP, bütün dünyadaki faşist akımlar gibi, “halkın duygularına ve inançlarına el atarak” faşist amaçlarına ulaşmaya çalıştı. Ulusal duyguların ve kültürün istismar edilmesinin yanında dinin ve inançların istismar edilmesi, faşist propaganda ve söylemin diğer bir özelliğidir.

Faşist MHP’nin katliamları, kentlerde, profesyonel faşist komandolar eliyle gerçekleştirilirken, taşrada ise zayıf da olsa bir kitle desteği söz konusuydu. Yozgat,

Erzurum, Elazığ, Kahramanmaraş gibi yerlerde faşist hareket kısmen de olsa kitlesel bir görünüm kazanmıştı. İlişkilerinin zayıf olduğu yerlerde ise faşist hareket, kontrgerillanın çabalarıyla gelişmeye çalışıyordu. Ecevit Başbakan olduğu dönemde bir demecinde şunları söylemişti: “Kars Valisine Kontrgerilla faaliyetini sorduğumda bana bölgedeki kontrgerilla faaliyetinin başının MHP Kars II Başkanı olduğunu söyledi”.

MHP 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti döneminde devlet aygıtı içindeki örgütlülüğünü artırdı. Hükümette etkili olmanın olanaklarını iyi değerlendiren MHP, polis, MİT vb. kuruluşlar içinde kadrolaşmasını genişletti. Aynı dönemde toplumsal muhalefete karşı yönelen saldırılarda da büyük artış yaşandı.

1970’lerin ikinci yarısı devrim ve karşı devrim arasındaki çatışmanın şiddetlendiği bir dönem oldu. Yükselen devrimci hareketi ezmeye çalışan MHP, yeni bir taktik planı uygulamaya soktu. Bu plan, düzen açısından en geniş karşı devrimci cepheyi kurma ve bir iç savaş stratejisine dayanarak terörü yoğunlaştırmayı hedefliyordu. Bu planın parçası olarak “ünlü ve yüksek mevkideki” kişilerin yanı sıra “sıradan insanı” da hedef alan bir faşist saldırı dalgası başladı. Komünist ve devrimcilerin yanı sıra savcı, öğretim görevlisi, bürokrat gibi mesleklerden kişiler saldırının hedefi oldu. 16 Mart tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilere bomba ve makineli tüfeklerle saldırıldı. Trenler, kahvehaneler, duraklar bombalandı.

MHP halka yönelik saldırısında Alevi-Sünni, Türk-Kürt vb. ayrılıklarını da kışkırtarak halk hareketini bölmeye ve zayıflatmaya çalıştı. Bu politika çerçevesinde Malatya, Maraş vb. Alevi ve Sünni mezhepten halkın bir arada yaşadığı yerlerde bu mezheplerin önde gelen kişilerine “bombalı paketler” gönderildi. Malatya’da patlayan bomba Belediye Başkanı gerici Hamit Fendoğlu’nu öldürdü. Cinayeti “Alevilere ve teröristlere” yıkan MHP’li faşist sürüleri, Alevilere karşı Sünni emekçileri peşine takmaya çalışarak demokrasi güçleri ve emekçi halk üzerinde büyük bir faşist terör estirmeye girişti, ancak saldırı püskürtüldü. Ama emekçilerin bölünmesi ve anti-faşist “cephenin” parçalanması doğrultusunda bir adım da atılmış oldu. Faşist terör ağırlıklı olarak Alevi-Sünni ayrılığının kışkırtılmasına yönelirken, Kars’ta olduğu gibi, Azeri-Türk şovenizmini de körükledi. Faşist terörün aldığı bu yeni biçimler Maraş Katliamı’nda doruk noktasına ulaştı.

Aralık 1978’de Maraş Katliamı gerçekleştirildi. Yüzlerce emekçi öldürüldü, yüzlerce insan işkencelerden geçirilerek tutuklandı. Katliam bölgesinde demokratlar ve Alevilere ait evler, işyerleri yıkıldı ve canını kurtarabilenler göç ettirildi. Bu olay, MHP’nin uzun bir süredir savunduğu “sıkıyönetim”in uygulanması için bir neden oldu. Sıkıyönetime rağmen antifaşist mücadele zayıflamadı, tersine ivme kazandı. MHP de “terörün durdurulması” için orduyu göreve çağırıyordu.

Maraş Katliamı sonrasında MHP’ye ve faşizme karşı mücadele gelişmeye ve ilerlemeye devam etti. Faşist sürüleri bazı bölgelerde toplumsal desteklerini yitirirlerken ülke çapında manevra olanakları daraldı. Karşıdevrim cephesinde çelişkiler sertleşti ve devleti aklamak için MHP hakkında bazı yerlerde davalar açıldı. MHP’nin yan kuruluşları olan “ÜGD” ve diğer ülkücü örgütlerin otoriteleri sarsılırken bundan sonra katliamlar “yeni” isimlerle üstlenilecekti. “Esir Türkleri Koruma Ordusu (ETKO)”, “Türk Ülkücü Şeriatçı Komando Ordusu (TÜŞKO)”, “Türk İslam Birliği Komandoları (TİBKO)”, “Türk İntikam-Mukavemet ve Katliam Ordusu (TİMKO),” “Şeriatçı İntikam Tugayı (ŞİT)”, “Türk İntikam Tugayı (TİT) bunlardan birkaç tanesidir.

Faşist terörün boyutları ve yaygınlığı öylesine büyüktü ki, kimi dönemler hareketin önderleri bile bu durumdan rahatsızlık duymaktaydı. 12 Eylül’den sonra MHP Genel Merkezi’nde bulunan bir parti genelgesinde bu durum görülüyordu. “Canı sıkıldığı için eyleme çıkanlara gelince, bunlar partinin canını sıkmaktadır” diyen faşist elebaşların “rahatsızlığı” nedensiz değildi. MHP’nin iğrenç saldırıları ve soykırım niteliği kazanan katliamları halkta büyük bir nefret dalgası yaratmıştı.

Diktatörlüğün, eteğinin altında MHP ile birlikte yürüttüğü terör kampanyasının etkili olmasında, devrimci hareketin kimi yanlış kavrayış ve pratik tutumlarının da payı vardı. Devrimci Komünistler dışındaki devrimci grupların önemli bölümüne hâkim olan “faşizmi MHP’den ibaret” sanan görüş, devrimci ve sürekli bir anti-faşist cephenin kurulamaması, faşizme karşı mücadelenin işçi sınıfı önderliğinden yoksun ele alınışı ve emekçileri seyirci durumuna iten “düellolar”a indirgenmesi vb. hatalar, faşizme karşı mücadeleyi zayıflattı ve faşist hareket ve diktatörlük bazı avantajlar kazandı. Özellikle devlet tarafından yapılan “sağ-sol çatışması” propagandası ve devletin tarafsız ve sınıflar-üstü olduğu yalanları toplumsal çapta belli bir meşruiyet sağladı. Devrimci akımların büyük bölümü, faşist devlet egemenliğini ve iktidar hedefini unuttular. Büyük bir anti-faşist kitle ise, ideolojik bunalım ve karmaşa içine itildi. Devrimci hareketin faşizm karşısındaki yanılgılarının ağır ve acı sonuçları en iyi biçimde 12 Eylül döneminde görülecekti.

’70’li yıllarda (ve günümüzde) faşizm, yasal ve parlamenter zeminde MHP’den ibaret değildir. O yıllarda AP, MSP, Güven Partisi gibi partiler de şu veya bu ölçüde faşist nitelik taşıyordu. Bu partilerin hepsi de aşırı milliyetçi ve anti-komünist olmalarının yanı sıra, biçimsel farklılıkların dışında bütünüyle tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunuyorlardı. Bu partiler, yürüttükleri siyasi faaliyetleriyle, faşist MHP’nin strateji ve politikasının taban bulmasına ve meşruiyet kazanmasına yardım ve hizmet ediyorlardı. Örneğin, AP de, MSP de, “komünizm tehlikesi” imajına sarılıyor, Demirel “Kars Kalesi’ne orak çekiçli kızıl bayrak dikildiği” söylentisiyle “bayrak mitingleri” düzenlenmesine öncülük ediyordu.

Genel olarak söyleyecek olursak; faşist partilerin sınıfsal niteliği ile sosyal yapısı, faşizmin dayandığı sosyal sınıf ve katmanlar, faşist politikanın militan tabanı birbirinden farklıdır. Faşist partilerin hepsi de tekelci sermayenin açık terörist diktatörlüğünü kurmaya ve ayakta tutmaya çalışırlar. Fakat bu partilerin militanları, kadroları ve tabanı genellikle küçük mülk sahipleri ve işsizlerden oluşur. Bugünün Avrupa’sında bu olgu çok nettir. Faşist çeteler; işsizlerden, gençlerden, sınıf-dışı kesimlerden ve lümpen proleterlerden oluşmaktadır. Bu partiler tekelci burjuvazinin terörist diktatörlüğünü kurmaya çalışıyorlar ve burjuvazinin büyük desteğine dayanıyorlar.

Tekelci sermayenin faşist diktatörlüğü koşullarında, baskı ve sömürü altında umutsuzluğa mahkûm olan siyasi mücadeleden uzak küçük üreticiler ve işsizler genel olarak faşist propagandadan ve gerici ideolojilerden etkilenmeye açık hale gelir. Devrim tarafından, öznel olarak kendi dinamikleri arasına katılmaya güç yetirilemediğinde, bu toplumsal katmanlar, sahte demagojik söylemiyle hareketlendirilebilmek üzere, faşizm için bir olanağa dönüşür. MHP’nin militan tabanı, işsizlerden ve köylü ya da köyden kente gelen milliyetçi etkilenmelere açık küçük burjuva kesimlerden oluşmaktadır. MHP’nin bu dönemdeki kadrolarının bir diğer özelliği ise hemşeri ve akrabalık bağlarıyla birbirine bağlı unsurların ağırlığıdır. “Malatyalılar Grubu” “Erzurumlular Grubu” vb. türü gruplaşmalar, geri ilişki ve feodal ağırlıklı propagandanın bir sonucudur. Faşist hareketin iç ilişkileri doğal olarak onun sınıfsal dayanağının izlerini taşır, taşıyor. Çek-senet tahsili, eroin ticareti, mafya ile ilişkiler vb. kirli işler, MHP’lilerin “yan işleri” durumundadır.

MHP bu dönemde ideolojik olarak milliyetçiliği savunurken demagojik bir kapitalizm karşıtlığını da elden bırakmamaktadır. 1970’li yıllar, revizyonist karşı-devrime rağmen sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselmeye devam ettiği, Türkiye’de ise ciddi bir sosyalist ve devrimci mücadelenin geliştiği bir dönemdi. Faşist propaganda bu durumu dikkate alarak “Ne kapitalizm ne komünizm” sloganını kullandı. Böylece faşist MHP, işçi, halk ve sosyalizm düşmanlığını gizlemeye çalıştı.

MHP komünizme düşmanlığını ve faşist milliyetçi çizgisini, “yabancı ideolojilerin Türk milletinin tabiatına aykırı olduğu” iddiası altında sistemleştirdi. Partinin programına kaynaklık eden “Dokuz Işık Teorisi” faşist teori ve planın değişik bir biçimidir. Bu teorinin temel ilkeleri: “Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, ilimcilik, Toplumculuk, Köycülük, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, Gelişmecilik, Endüstri ve Teknikçilik”tir. MHP programı “kalkınmacı” ve milliyetçi bir program olarak eklektik ve tutarsızdır. Tekelci burjuvazinin ve ABD’nin en kararlı savunucusu olan MHP, programında “gelişmecilik” “özgürlük”, “toplumculuk”, “bilimsellik” gibi emperyalizmin ortadan kaldırdığı kavramları kullanarak emekçi kitleleri aldatmayı amaçlamaktadır. Dünyadaki bütün faşist partilerin programlarının “toplumculuk, ahlakçılık, yurtseverlik, bilimsellik” vb. sözlerle dolu olmasına karşın demagoji ve yalanın faşizmin temel araçlarından olduğuna tarih tanıklık etmektedir.

 

MHP’NİN VARLIK NEDENİ DÜZENİ SAVUNMAKTIR

12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesiyle işçi ve halk hareketi ezildi ve devrimci hareket kanlı bir biçimde bastırıldı. Askeri faşist diktatörlük “hem sağa hem sola karşıyız” yalanını bir parça olsun inandırıcı kılmak uğruna diğer burjuva partileri gibi MHP’yi de kapattı, yöneticileri hakkında göstermelik davalar açtı. Halbuki bu davalar iç ve dış kamuoyunu aldatmak, faşist MHP’yi kapatarak, devleti temize çıkarmak için açılmıştı. Nitekim, 1970’lerin ortalarından itibaren “orduyu göreve çağı nyoruz” nakaratını tekrarlayan faşist Türkeş, cuntacılara yazdığı mektuplarda “biz içerdeyiz ama düşüncemiz iktidarda” demişti.

1983’de “demokratik parlamenter rejim” yeniden kurulduğunda MHP’nin kadrolarının önemli bölümü “dört eğilimi birleştiren” ANAP içinde yer aldı. Kısa bir süre sonra MHP’liler Türkeş’in çağrısı üzerine faşist ANAP’tan ayrılıp yuvalarına döndüler. 1980’li yılların sonuna kadar egemen sınıflar ANAP Hükümeti’ni kullanarak iktidarını sürdürdü. 1980’li yılların başlıca yönetici ve yönlendiricisi olan ordu ve MGK’nın devlet yönetimindeki ağırlığı hemen hiç eksilmemişti ve halk hareketinin gelişimi burjuva siyasetini tüketmeye başlamıştı. Gelişen işçi hareketi ve Kürt ulusal mücadelesi, ’80’den sonra ihtiyaç olmadığı için bir süre köşede bekletilen MHP’nin yeniden eski “görevini” yapmak üzere harekete geçirilmesine yol açtı.

12 Eylül sonrasında işçi ve emekçi hareketinin bastırıldığı ve devrimci hareketin ezildiği ortamda emekçi kitlelerde diğer şeylerin yanı sıra küçümsenemeyecek bir hafıza kaybı ortaya çıkmışta. Bu gelişmede uluslararası planda, revizyonizmin yarattığı havanın da etkisi vardı. Komünist Partisi ve devrimci güçler işçi sınıfı ve halka karşı görevlerini yerine getiremedikleri için yığınlar emperyalist-burjuva propagandadan önemli ölçüde etkileniyordu.

Burjuvazinin ve gericiliğin ekonomik-siyasi saldırıları yığınlarda karşı koyma ve mücadele eğilimini artırdı. Bir yandan ekonomik kriz diğer yandan krizin de körüklediği işçi hareketi ve 1988’lerden itibaren kitleselleşen ulusal mücadele, düzeni büyük bir bunalıma soktu. Egemen sınıflar Kürt halkının mücadelesini “bölücü terör” olarak damgalayıp şovenist propaganda yaptılar ve Türk-Kürt çatışması yaratmaya çalıştılar. Şovenizmin yaygınlaştırılması için parlamento, TV, basın-yayın organları, sanatçılar, milli bayramlar, spor, asker cenazeleri vb. etkili biçimde kullanıldı. Bu dönemde MHP şovenizmin kışkırtılmasıyla güç toplarken aynı zamanda, şovenizmden başka bir propaganda yapmıyordu. Tekelci kapitalizm derin bir iktisadi çıkmaza girmişti ve işçi ve emekçi hareketiyle Kürt hareketini ezerek krizi atlatmak için MHP ve kontrgerilla terörü yeniden kullanılmak durumundaydı.

Burjuva ekonomi ve siyasetinin derin bir çıkmaza saplandığı dönemde ilk önce Türkeş’in anıları büyük bir gürültüyle gazetelerde yayınlandı. Türkeş, açıklamalarında partisinin bir “kimlik değişimi” safhasında bulunduğunu ileri sürüyordu. “Ülkücülerin oyuna gelmeyeceklerini ve terörle mücadelenin devletin görevi olduğunu” söylüyordu. “Cumhuriyete ve laikliğe sahip çıkıyoruz” buyuran “başbuğ” “fundamentalizme, şiddetle karşıyız” diyordu. Bir süre sonra Türkeş son MHP Kongresinde “komünist şair” Nazım’dan şiir bile okudu! Özellikle bu son olay o kadar tantanalı bir “değişim” propagandasına dayanak oldu ki; “sol”dan da destek geliverdi: MHP’nin faşist olmadığını Sadun Aren de tekrarladı!

MHP’nin değiştiği yalanı.”kamuoyu araştırmaları” ve seçim sonuçları örnek gösterilerek yaygınlaştırıldı. MHP’nin seçimlerde oylarını arttırması “değişimcin bir ürünü sayıldı. Burjuva seçim uzmanları ve gazeteciler, toplumun faşistleştirilmesinin genişleyen boyutlarını “çok sesli demokrasinin normal gelişmesi” olarak tanımlıyorlardı.

MHP komünizm düşmanlığı propagandasını bir ölçüde zayıflatarak “bölücülük” korkuluğuna sarıldı. Bu kez, komünizm “yakın” bir tehdit olmadığı için yükselen Kürt mücadelesi hedefe kondu. Bu arada MHP, devlet desteğinde semtlerde, okullarda ve Kürt şehirlerinde örgütlenmeye başladı. Kürdistan’da aşiretleri ve korucu takımını örgütlemeye girişti, bölgede ağalara ve korucu takımına dayanarak faaliyetini yaygınlaştırmaya çalıştı. Kullandığı temel motif “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” oldu.

Bu dönemde Türk burjuvazisinin Kafkasya’da ortaya çıkan siyasi gelişmelere müdahale etmesi ve içteki DYP-SHP “terör hükümetinin” baskı ve katliamlarını dışta şovenizmle birleştirmek üzere; “Adriyatik’ten Çin Şeddine Büyük Türk Dünyası” propagandası yeniden gündeme getirildi. Türkî Cumhuriyetlere yapılan yatırım ve “dostluk” amaçlı gezilere, hükümette olmadığı halde A. Türkeş özellikle götürüldü. Dışardan belki de daha çok içe yönelik Türkî Cumhuriyetler cereyanı içte gericiliği ve şovenizmi körükledi. Krizden olumsuz etkilenen bazı küçük burjuva tabakalar, çarpıtma ve demagojinin etkisiyle çıkış yolu olarak gösterilen milliyetçiliğin peşine takıldı.

İşbirlikçi egemen sınıflar, 1991 seçimleri sonrasında krizin yükünü halkın sırtına yıkmak ve iktidarlarını sürdürebilmek için, Cumhuriyet tarihinin en büyük “demokratikleşme” propagandasını başlatırken, sistemin olanaklarını tüketme pahasına kontrgerilla ve MHP terörünü göstere göstere devreye soktu. Kürt gericiliğinin “gelenekçi” kesimlerini (toprak beyleri ve aşiret reislerinin güçleri olarak korucular) kontrgerilla ile ittifak halinde silahlı terör yoluyla halkın üzerine sürerken, reformcu ve “yenilikçi” kesimlerini ise “siyasi çözüm” yoluyla hareketi engellemeye yöneltti. Faşist MHP’nin Türkiye ve Kürdistan’da yükselen terörist saldırıları, gözaltında kaybetmeler, infazlar, köy yakmalar, “özel ordu” operasyonları faşist diktatörlüğün saldırganlık biçimleri olarak gündeme geldi.

Bugünün somut siyasi durumu faşist diktatörlük ve burjuvazinin başlıca açmazının gelişen Kürt hareketi olduğunu kanıtlamaktadır. MHP, bundan dolayı, ırk-çı-şoven bir söylem tutturmuştur. Güç topladıkça, tam hâkimiyet sağlamak için saldırganlaşmaktadır da. İşçi ve emekçilerin giderilemeyen hoşnutsuzluk ve öfke birikimlerinin ve karşı koyma eğilimlerinin varlığı da, sermayenin bir aleti olarak MHP’yi saldırganlaştıran bir başka temel faktördür. Nitekim üniversitelere, gecekondu semtlerine, TÜMTİS, Gebze ve Keçiören’de olduğu gibi işçi sınıfına ve sendikal faaliyetlere yönelen silahlı saldırılar bunu kanıtlamaktadır.

MHP, eriyen “merkez sağ” ve “merkez sol” partilere sırt çeviren özellikle küçük burjuva kitlelerin bir bölümünü katı ve milliyetçi söylemiyle kazanmayı başarmıştır. Özellikle Türk gençleri ekonomik krizin ve işsizliğin ağır yükünden dolayı büyük bir umutsuzluk içinde olduğundan, faşist hareket demagojik propagandasıyla bunlar içinde etkisini yayabilmekte ve belirli kesimlerini kazanabilmektedir.

Kürt milliyetçi hareketinin reformcu-Amerikancı çözümü sağlamak uğruna bir pazarlık unsuruna indirgenmiş haliyle sürdürdüğü, hedefi iyiden iyiye muğlâklaşmış kör terör kampanyası, Türk milliyetinden küçük burjuva tabakalar, işsizler arasında milliyetçi ve ırkçı propagandasıyla faşizmin güç kazanmasına neden oldu. Küçük burjuva grupların bireysel terör eylemleri ise, faşizme demagoji ve katliamlarını gizleme olanağı sunduğu gibi, antifaşist devrimci mücadelede kesinlikle kazanılması gereken küçük burjuvaziyi ve ara tabakaları burjuvazi ve faşizme doğru itici rol oynamıştır.

MHP gerçekte gelişen halk hareketi önünde karşı-devrim barikatı olma rolünü gizlemek amacıyla bazı vitrin değişiklikleri yapmaktadır. Yıpranan ve teşhir olan kadrolar -siz katiller diye okuyun- geri çekilip, taze ve “yeni” yüzler öne sürülüyor. Böylece hem “kimlik değişimi” reklâmı yapılıyor, hem de faşist Türkeş’e bağlı kadrolaşma güçlendiriliyor. Bu politika geçmişte de uygulanırdı. Geçmişte kitle katliamlarında teşhir olan bazı militanlar “komünist” olarak damgalanıp “harcanmıştı”. Yakın bir zamanda ise faşist hareketin önde gelen “önderlerinden”, “Avrupa Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu” başkanı Serdar Çelebi, “Papa olayında ve başka bazı olaylarda ülkücü harekete ve MHP’ye gölge düşürdüğü” için görevinden alınmıştı. MHP içinde bu tür vitrin değişikliği ve tasfiye hareketleri bazen silahlı çatışmalarla sonuçlanmaktadır. MHP Kilis Belediye Başkanı Burhan Kerküklü’nün imha edilerek tasfiye edilmesi bunun en son ölmeğidir.

Bugün “değiştiği” söylenen MHP, özünde eski faşist rejim savunucusu ve terörist kimliğini korumaktadır. Hatta faşist karakteri daha da koyulaşmakta ve söylemde bile faşist motif derinleşmektedir. Bugünün faşist MHP’si örgütlenmesi, söylemi, taktikleri vb. bakımından döneme bağlı bazı “değişiklikler” içerisindedir. Bu “değişiklikleri” genel bir biçimde açıklamaya çalışalım.

* Bugünkü MHP düzene demagojik bir saldırı söylemi içinde dahi değildir. MHP önderi Türkeş, her zaman IMF ve Dünya Bankası kararlarının harfiyen uygulanması ve buna muhalefet eden “teröristlerin” ezilmesi gerektiğini söylemektedir. Bugün için MHP’nin sözde “iktidar partisi” olma diye bir hedefi de yoktur. Tersine DYP-SHP “terör hükümeti”nin bütün kararlarını desteklemektedir. Bu yolla kadrolarını devletin hemen tüm kademelerine, bakanlıklara, ordu ve polise yaygın bir şekilde yerleştirmiştir. Kürt sorunu konusunda “teröristle halkı ayırma”, “Kürt gerçeğini tanıma” gibi “klasik” politikaları bile “bölücülüğe destek” olarak niteleyen MHP, katliam ve soykırım dışında hiçbir “çözüm” önermemektedir. MHP ’80 öncesi dönemde kullandığı sahte kapitalizm karşıtı sloganları da terk etmiştir. Söylemdeki bu “değişim”, sermayenin bugünkü ekonomik kriz ve politik güçsüzlük koşullarının manevra olanaklarını daraltmasından ötürüdür.

* Hükümette yer almasa da devlet aygıtı içerisinde en örgütlü güç MHP’dir. İçişleri Bakanlığı, Emniyet müdürlükleri, Özel Tim, Özel Ordu vs. terör kuruluşları içerisinde MHP kadroları ağırlıktadır. Bu olgu “yeni” değildir ve sivil faşist hareket ortaya çıktığı günden bu yana devlet desteğine sahip olduğu gibi, devlet aygıtı içerisinde örgütlüdür. Bugün yaşanan, MHP’nin devlet aygıtının organik bir parçasına dönüşmüş olması ve aygıt içindeki ve yönlendirilmesindeki ağırlığının artmasıdır. Devletin kimi militarist kuruluşları (özel ordu ve özel tim) hemen tamamen MHP’lileştirilmiştir. Bu polis açısından da hemen hemen böyledir. MHP, sivil bir örgüt olmanın ötesinde, devlet aygıtıyla iç içe durumdadır ve bir bakıma “yarı resmi” bir konumdadır. Gazi katliamında teşhir olan polisi toz kondurmadan yalnızca MHP’nin savunmasının bir nedeni de budur.

* MHP ’80 öncesinde terörist saldırılarında kimi sivil kuruluşları da paravan olarak kullanırdı. Bu dönemde ise “Ülkü Ocakları” dışında sivil kuruluşlara sön verilmiştir ve polis, özel tim ve kontrgerilla ile saldırılmaktadır. Kimi zaman işbirliği halinde birlikte, ama daha da çok, polis, özel tim ve kontrgerilla olarak.

* MHP dünden daha fazla bugün Türkiye egemen sınıflarının “Kontrgerilla Diplomasisi” çerçevesinde yurtdışında faaliyet sürdürmektedir. Bosna ve Azerbaycan, Kontrgerilla ve MHP’nin “pilot bölgeleri” olmuştur. Buralarda da, sivil, askeri ve ya-n-askeri tüm biçimlerde örgütlü ve faaliyet halindedir.

28 Mart 1995 tarihli Hürriyet gazetesinde, Haydar Aliyev, Azerbaycan’daki darbe girişiminin arkasında bulunanları açıklarken Kenan Gürel adlı birinden söz etmektedir. Bilindiği gibi, bu darbe girişiminde MİT ve MHP’nin de rolü vardı. Kenan Gürel bu ülkedeki MHP ve Kontrgerilla faaliyetlerinin elebaşlarından biridir. Azerbaycan’ın MHP’nin Turancı amaçları açısından özel bir konumu olduğunu bilmeyen yoktur. MHP’nin kontrgerilla faaliyetleri Avrupa’da; Almanya’da Türklere ait işyerlerinin kundaklanması, Yunanistan’da turistik yerlerin bombalanması, Hollanda’da “SKP’ya Hayır!” mitingi vb. olaylarda açığa çıkmıştır.

* MHP bazı “yeni taktikler” kullanarak kitle tabanını genişletmeye çalışıyor. “İslam Fundamentalizmine karşıyız”, “Laik’iz” vb. sözler, Alevileri kandırmak için yapılan açıklamalar ve bazı Alevilerin üye alınması gibi adımlar dönemsel bir taktik değişikliğini ortaya koymaktadır. Ayrıca MHP sosyal demokrasinin iflasından sonra bu akımdan kopan kitleyi kazanmak için de bazı yeni adımlar atmaktadır.

* MHP’nin rolü yalnızca Kürt direnişine ve işçi, emekçi direnişlerine saldırmak değildir. Toplumsal yaşamı terörize etmek ve toplumun faşistleştirilmesini geliştirmek, onun en önemli işlevlerinden biridir. Bu uğurda TV’de açıkoturumlar düzenlenmekte, aydınların ve sanatçıların katıldığı “MHP Geceleri” yapılmaktadır.

Bugün MHP dışındaki burjuva partileri, daha fazla faşizmin bir parçası haline gelmektedir. Kriz dönemlerinde bütün burjuva partileri şu veya bu ölçüde faşist bir nitelik kazanırlar. Bugün CHP, DYP, ANAP, DSP vb. arasında sadece Kürt sorununda değil, özelleştirme, işten atmalar, sendikasızlaştırma, gözaltında kaybetme gibi konularda da bir fikir ve politika birliği vardır. MHP bu partilerden en gerici çalışmasıyla ayrılmaktadır. Unutulmamalıdır ki; faşizm de sosyal demokrasi de tekelci sermaye egemenliği ve burjuva diktatörlüğünü savunan politikanın iki farklı görünümüdür.

Buraya kadar söylediklerimizi kısaca özetleyecek olursak; Türkiye devletin faşist biçimde örgütlenmesiyle yönetilen bir ülkedir. Sınıf mücadelesinin boyutları, devrimci kitle mücadelesinin seyri, uluslararası siyasal koşullardaki değişiklikler vb. nedenlerle devlet örgütü bazı biçimsel değişiklikler gösterebilir, siyasi özgürlüklerin kullanılma olanakları darlaşabilir ya da genişleyebilir; fakat devrimle devrilmedikçe devletin örgütlenmesinin faşist biçimi değişmeyecektir. Parlamento ve seçim sisteminin varlığı da bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Parlamento, seçim sistemi, politik partiler vb. tekelci burjuvazinin diktatörlüğünü gizleyen birer asma yaprağıdır. Günümüzde gerçek siyasi iktidar MGK’nın elindedir. Cumhuriyet rejiminin 36 yılı sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal yönetimi ve 3 askeri darbe altında geçmiştir. Türk devleti işbirlikçi tekelci burjuvazinin açık terörist diktatörlüğüdür. Burjuvazinin ekonomik ve politik egemenliğine son vermedikçe faşizm yıkılmayacağı gibi faşizm tehlikesi de ortadan kalkmaz. Türkiye’de faşist diktatörlük hüküm sürmesi, burjuvazinin iktidarını sürdürme aletlerinin yalnızca resmi devlet güçlerinden ibaret olduğu anlamına gelmez. Uluslararası bir sınıf olan ve nüfusun onda dokuzu üzerinde sömürü ve zulüm uygulayan burjuvazi, iktidarını sürdürmek için sivil faşistlere de ihtiyaç duyar. Burjuva devlet “tarafsız ve sınıflar-üstü” konumunu halka benimsetmek için kendi kanatları altında beslediği sivil faşistleri ortaya sürer. Sivil faşistlerin yetersiz kaldığı durumda diktatörlüğün resmi güçleri devreye girer ki, bugün bunların çoğunluğu da neredeyse MHP örgütlenmesi, MHP’yse bir devlet örgütlenmesi durumundadır.

Bugün MHP’nin yükselen terör eylemleri, burjuvazinin parlamenter ve legal yöntemlerle iktidarını sürdürmekte zorluk çektiği, politik zayıflık ve tükeniş içerisinde olduğu ve olanaklarının sınırında bulunduğunu da göstermektedir.

MHP son aylarda gecekondu mahallerine, üniversitelere, işçi ve memurlara yönelttiği saldırılar ile yükselişinin durulma sürecine adımını atmış durumdadır. Bizzat kendi eylemleriyle kayba uğrayan toplumsal hafızayı tazelemekte, emekçiler nasıl bir bela ile karşı karşıya olduklarını yeniden hatırlamaktadırlar. MHP’nin medya desteğiyle ısrarla vurguladığı “değişim” propagandasının bir aldatmaca olduğu daha geniş yığınlar tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. Şimdiden, Gazi’de ve Nurtepe’de olduğu gibi MHP ve saldırıları karşısında duyarlı hale gelişleri ve karşı koyma haline geçişlerine tanık olunmaktadır. Ve bu kez, faşizmin MHP’den ibaret görülmesi eğilimi de görünmemektedir. Bu devletle MHP iç içeliği nedeniyle zaten pek olanaklı da değildir.

Anti-faşist mücadelenin sermaye saldırılarına karşı mücadeleyle birleştirilerek faşizmin kaynağına da yönelmesi ve bu kaynağı tasfiyeyi hedeflemesi iki temel ihtiyacın giderilme yoluna girmesiyle olanaklı olacaktır. İşçi ve emekçi hareketinin dağınıklıktan kurtulmak üzere politik bir örgütlülüğe kavuşması ve antifaşist mücadelenin yığınların örgütlü mücadelesi olarak gelişmesi ve ikincisi bu mücadelenin toplumun en dinamik kesimini oluşturan işçi hareketini odak edinerek ilerlemesi… Anti-faşist mücadele, işçi ve emekçi yığınların örgütlü politik eylemi olarak yürüdüğünde başarıyla gelişme şansına sahip olabilir. Ne örgütsüz ve dağınık ne de kitlesel olarak sınıf temeline dayanmayan sınıf dışı ve hedefi her zaman şaşabilecek eylemlerin sermaye ve faşizmin saldırılarını püskürtme ve onu yok etme şansı olabilir!

 

Haziran-Temmuz 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑