Son yıllarda, iletişim aygıtlarının yay¬gınlaşması, uydu TV ve radyo kanallarının sayısının tespit edilemeyecek kadar çoğalması yeni tartışmalara yol aç¬mıştır. Sermaye ve onun savunucusu merkezlerce, bu çokluk, yeni bir “demokratikleşme” propagandasının başlatılmasına zemin hazırlarken, emekçiler bu aygıtlara ve onların yayınlarına yoğun tepki göster¬mektedir. Kimi eski solcu dönek aydınlar, yeni yayın aygıtlarını demokrasi ve çokseslilik aracı olarak selamlarken, kimileri ise onun önünde kölece boyun eğmekte ve ezilen sınıfın mücadelesinin ne kadar “zayıf bir konumda olduğunu anlatıp durmaktadırlar.
“Medya” kavramı, son gelişmelerden sonra daha sık bir biçimde yığınlar içerisinde kullanılır oldu. Ancak bu kavram, gündelik dile, olumsuz anlama sahip bir şekilde yerleşti.
Bu yazıda, medyanın sınıfların mücade¬lesi açısından taşıdığı ideolojik, politik, kültürel anlamı irdelemeye çalışacağız.
TARİHTEN GÜNÜMÜZE MEDYA
Medya; basın, televizyon, radyo, reklâm, bilgisayar, video-kaset vs. gibi iletişim araçla¬rının oluşturduğu, geniş yayın ve etkileme ağını ifade eden genel bir kavramdır. Öncele¬ri Türkiye’de sınırlı çevrelerde, kendilerini adlandırmak için kullanılan bu kavram, iletişim aygıtları alanında ortaya çıkan önemli gelişmeler sayesinde, daha geniş yığınlarca da kullanılır hale geldi.
Bugün, telekomünikasyon ve bilgisayar sistemini de içine alan medyanın tarihi, bazı araştırmacılar tarafından, matbaanın icadıyla başlatılır. Ne var ki, bu görüş, “medya” kavramıyla ifade edilen bugünkü toplam etkinlik alanının karakterini, ilerici bir dönemle aynı kökten geliyor gibi göstererek karartmaktadır. Bu, aynı zamanda, “medya”nın tarihin ilk çağlarından beri var olduğu iddiasını ileri sürerek, onu vazgeçilmez ve meşru bir olay olarak sunmaya hizmet etmektedir. Burjuvazi, feodalizme karşı verdiği savaşta, kilise ve feodalitenin egemenliğini ve bilgi tekelini yıkmak için yazılı materyallere ihtiyaç duyuyordu. Mutlak monarşilerin ve din adamları¬nın bilimdışı, karanlık dogmalarına karşı; kitap, gazete ve broşürlerle demokratik-politik düşünce ve fikirler yaygınlaşmaya başladı. O zaman ilerici bir araç rolü oyna¬yan basılı yayınlar, bugünden farklı olarak tarihsel ilerlemenin yanında duruyordu. Bugün burjuva medyası ise, tümüyle karşı-devrimci ve gerici bir işlevle donanmış özel bir burjuva yayıncılık sektörünün adıdır.
Yazılı kitle iletişiminin gelişimi, burjuva siyasal devrimlerin tamamlanmasından sonra doruk noktasına çıktı. Henüz ‘devrimci’ özelliklerini kaybetmeyen burjuvazi; basını ve iletişim aygıtlarını, kendi sistemini sağlamlaştırmanın aracı olarak etkin biçimde kullandı. Burjuvazinin yayılma ve genişleme ihtiyacı¬nın paralelinde yazılı basın, önemli gelişmeler kaydetti. Basının teknik anlamdaki geliş¬mesi “ofset baskı”, “elektrik dalgalarıyla resim nakli” gibi buluşlarla devam etti. Bu gelişmeler; basının, toplumdaki nüfuzunun artmasına ve burjuvazinin kâr güdüsünü kabartan ayrı bir sektör haline gelmesine önemli bir dayanak sağladı. Yüzyılın sonun¬da, bugünkü medyanın temeli olan telekomünikasyon ortaya çıktı.
Günümüz modern medyasının teknik kökleri, 1834’te telgrafın haberleşmede kullanılmasında görülebilir. Daha sonra 1850’li yıllarda telefon, yüzyılın sonunda elektrik dalgalan ve telsiz telgraf, 20. yüzyıl başında radyo, 1950-60’lı yıllarda televizyon ve yeni teknikler ortaya çıktı.
1930’da başlayan radyo yayınları çok etkili sonuçlara yol açıyordu. Burjuvazi bu aracı faşizmin propagandası yolunda yoğun bir şekilde kullandı. Transistor ve uydu teknikleriyle geliştirilen radyo, faşizmin elinde önemli işlev gördü. Medya araçları içinde baş köşeye oturan radyo, bu dönemde, bir ayaklanma ve devrim anında “ele geçirilecek ilk merkez” olarak değerlendirildi.
Aynı dönemde sinema, sessiz (1900-1927) ve sesli (1927’den sonra) olarak ide¬oloji ve siyasetin propaganda araçlarına dahil oldu. Sinema, renkli ve çok metrajlı biçimlerle ilerlemeye devam etti. Televizyon ise, ışık enerjisini elektrik enerjisine dönüştürmeyi sağlayan foto elektrik, görüntünün nokta ve satır analizi ve bunun elektrik sinyallerine aktarılması gibi buluşlardan sonra ortaya çıktı. Televizyon da; renkli, uydulu ve kablolu yayın gibi aşamalardan geçti. Televizyon, bugün, kanal çokluğu, iletişim ağı üstünlüğü, etkisi ve önemi açısından burjuvazinin mülkiyetindeki en önemli propaganda aracıdır.
Kapitalistler eski iletişim araçlarını geliştirmekte ve yeni koşullara göre inşa et¬mektedir. Bilgisayar, telefon ve ekran arka¬sından kurulan bağlantı ve yeni teknik aygıtlar sayesinde yeni iletişim araçları ortaya çıktı.
Bu yeni aygıtların, propaganda ve ya¬nıltma amaçlı kullanımının oluşturduğu sistem, burjuva uzmanlar tarafından 3 katego¬ride ele alınmaktadır. “Özerk medya” yazılı olup üzerine mesaj yazılabilen türlerden oluşmaktadır. Bu gruba video-kaset ve diskler, lazerli kompakt diskler, manyetik kasetler vs. girer. “Teleyayım medyası” gerekli donanımlara sahip kişilere hizmet ve program ulaştıran video iletim ve tele yazım sistemlerini kapsamaktadır. “Telekomünikasyon medyası” ise telefon, telekonferans, fax, fizyon radyotelefon gibi görüntünün depolanmasını sağlayan araçları kapsamaktadır.
Medya araçları bununla sınırlı kalmaya¬caktır. Bilim ve teknolojideki ilerlemeler medya alanındaki yansımasını bulacak ve gelecekte, bugünden öngöremeyeceğimiz yeni iletişim araçları ortaya çıkacaktır.
BURJUVA MEDYANIN TOPLUMSAL AÇIDAN İŞLEVİ
Medyanın burjuva toplumundaki işlevini anlayabilmek için onun burjuvazi ile ilişkilerini ortaya koymak gerekiyor. Onun sermaye ve burjuva devleti karşısındaki konumu nedir?
Bugün medya, gerek üretim teknolojisi, gerekse kullanım alanları bakımından tekelci kapitalistlerin mülkiyetindedir. Hem emperyalist metropollerde hem de ve özellikle emperyalizme bağımlı yarı sömürge ülkelerde durum böyledir. Geri kapitalist ülkelerdeki sürekli ve büyüyen ekonomik kriz olgusu, diğer şeyler gibi medyanın da tekelci karakterinin net ve belirgin olarak görülmesini sağlar.
ABD’de, 9. büyük endüstri dalını medya endüstrisi oluşturmaktadır. Gazetelerin yüzde 59’u 25 büyük sermaye grubunun elindedir. 1971 rakamlarına göre sadece medya harca¬maları, 109 milyar doları bulmaktadır.
Batıda ünlü ekonomi dergilerinin her yıl yaptıkları “Dünyanın en zenginleri” ya da “ABD’nin en zenginleri” sıralamasında liste¬nin ilk sıralarını medya zenginleri almaktadır. Ünlü “Forbes” dergisinin en son düzenlediği “ABD’nin en zengin 10 milyarderi” listesindekilerin 7’sinin serveti ya kitle iletişiminden, ya iletişimden ya da bilgisayarlardan gelmektedir. Demek ki; medya, yalnızca tekelci kapitalistlerin sıradan bir mülkiyeti değildir, aynı zamanda medya teknolojisi alanı da, azami kârın elde edildiği en kârlı sektörlerin başında gelmektedir.
Almanya’da Springer, Baur ve Burda; İngiltere’de Murdoch, Maxwell ve Stevens -pazar günü gazete satışlarının yüzde 82’sini diğer günlerde ise yüzde 73’ünü-, Fransa’da da Hachette, Gallimard, Fillibacchi, Hersant grupları yayın yaşamını ellerinde tutmaktadırlar.
Tekelleşmiş medyada Amerikan hâkimiyeti vardır. 1980’li yıllarda büyük birleşmeler, jeostratejik bir kural haline gelmişti. Evrensel bir iletişim yolundaki acımasız yarış, ABD’de iletişim araçlarının satın alınması için büyük tekeller arasındaki rekabeti alevlendirdi. Ame¬rikan şirketleri; Time ve Warner, Mart 1989’da birleştiler. Yeni Warner devi, medya¬lar ve “eğlence” alanında şimdiye kadar gö¬rülmemiş olan bir boyuta ulaştı. Birleşme son¬rası bu medya tekelinin toplam sermayesi 10 milyar dolan buluyordu. Amerikan tekelleri¬nin ağırlığı, uluslararası çapta da belirgindi. “Medya-eğlence” sektörünün en büyük 25 gru¬bundan 13’ü Amerikandır.
Amerikan Senatör William Fulbrigth 1966’da Senato’da hükümet ve medya üzeri¬ne yapılan oturumlarda şu gözlemde bulun¬maktaydı: “Çok ilginçtir ki; önde gelen gazete¬lerimizin çoğu, hükümetin neredeyse ajanları ya da uzantıları haline gelmişlerdir; hükümet politikasına karşı çıkmamakta, onunla ilgili soru bile sormamaktadırlar.” Amerikan sena¬törünün “hayretle” gördüğü bu durum, med¬yanın tekelci sermayenin mülkiyetinde olma¬sıyla açıklanır.
Medya aygıtları üzerindeki tekelci kapita¬list hâkimiyet, emperyalizme bağımlı sömürge ülkelerinde daha açık bir biçimdedir. Brezil¬ya’da bütün iletişim reklâmcılığı, 8 çok uluslu şirketin ve devlet kuruluşlarının denetimindedir. Brezilya’da televizyon istasyonları, 5 büyük şebekenin elinde bulunmaktadır. Türki¬ye’de ise her basın-yayın organının arkasında banka ve sermaye grupları bulunmaktadır. SHOW’un arkasında İktisat Bankası ve Hürri¬yet Grubu, atv’de Finans Bank, Marmara Ban¬kası ve Sabah Grubu, Inter Star’da İmar Ban¬kası ve Adabank,- Kanal D’nin arkasında Alternatif Bank ve Doğuş Grubu bulunmakta¬dır.
Bugün artık, uluslararası, planda çeşitli kurum ve örgütleri bulunan ve politika üze¬rinde büyük etkide bulunan medyanın; toplu¬mun diğer siyasi, dinsel, hukuki, felsefi yapıla¬rı gibi üstyapıya dâhil olduğunu söyleyebiliriz. Medya, ilişkileri ve etkisi dola¬yısıyla, altyapı üzerinde diğer üstyapı kurumlarından daha fazla etkide bulunmaktadır.
Kapitalist toplumda siyasi üstyapı ve özel mülkiyet, üretici güçlerin gerisinde ve onun gelişmesini engelleyen bir konumdadır. Ege¬men üstyapı, üretici güçlerin gelişmesinin yansıması olarak ortaya çıkan farklı ideolojik ve politik düşünce ve tavırlar ve yeni toplu¬mun öncüleriyle kıyasıya mücadele eder. Bu çatışmada yeni olanı temsil edenlere karşı burjuva medyası, sistem ve sömürücü egemen sınıflar yararına işlev görür. Medya, bu gerici karakterini, yukarıda genel olarak açıkladığı¬mız sermaye ile olan kopmaz bağlantısından almaktadır.
Medya, beyin yıkama ve ideolojik manipülasyon aracıdır. Burjuvazi, işçi ve emekçileri baskı ve terörün yanı sıra ve daha önemli ola¬rak ideolojik propaganda ile kendisine boyun eğmeye zorlar. Sömürü ve zulüm düzenine tepki duyan ezilen sınıflar, propaganda araç¬larının eşgüdümlü saldırılarıyla düzene muha¬lefet etmekten alıkonulmaya çalışılmaktadır.
Medya kendi tanrılarını yaratarak kitlelere sunar: Madonna, Marilyn Monroe, Silvester Stallone, E. Taylor vs. Ya da Rambo, Super¬men, He-Man gibi hayali tipler… Bu tanrılar aracılığıyla kitlelere gerçek yaşamın zorlukları unutturulur, hayat, hayali düşlerle kolaylaştırılır ve kaçış sağlanır.
Günümüzde işlevi “aydınlatma ve bilgilen¬dirme” olarak belirtilen medya, olayları ve ol¬guları burjuvazi yararına çarpıtmakta ve ak¬tarmaktadır. Medya için haber değerini belirleyen şey; toplumsal sorunların ortaya konup çözümler üretilmesine yardım etmek değil, ideolojik propagandaya malzeme olup olmayacağıdır. Burjuva devlet ve orduların kitle katliamları, “pogromları”, cinayetleri medyaya hiç yansımazken, komünist ve dev¬rimcilerin bütünüyle haklı ve meşru devrimci eylem ve faaliyeti “canilik”, “kalleşlik” olarak propaganda edilir. Medya, devrimi ve devrim¬cileri karalamak için hayali teoriler ve bağlan¬tılar, “esrarengiz noktalar” ortaya atar ve tozu dumana katar. Örneğin; “soğuk savaş” olarak bilinen dönemde, SB’ye karşı “gerçek¬dışı bilgi” ile saldırılarak “psikolojik savaş” yürütülmüştür. Marksistlerin yalana dayalı propaganda adını verdiği bu kirli yöntem, bugün de yoğun olarak kullanılıyor.
Medya, devrim ve sosyalizm savaşçılarına ve büyük devrimci atılımlara karşı hep koyu bir kin ve düşmanlıkla saldırmıştır. Medyanın bu alçakça saldırıları çok sözü edilen “meslek ahlakı” gibi kavramların, içi boş kavramlar ol¬duğunu da göstermektedir. Medya, devrim ve sosyalizme karşı genelde şu kirli yöntemlerle saldırmaktadır:
* Devrimin ve devrimci halk yığınlarının başarıları karşısında olguyu görmezden gel¬menin özel bir biçimi olarak susmak, aptalca ve gülünç olsa da bir eleştiri biçimidir. Örne¬ğin; Nisan ’93’te Etiyopya’da ezilen ulusun ezen ulustan referandum sonucu gönüllü ola¬rak ayrılması olgusu, ulusal çatışma ve düş¬manlıklarla karakterize olan dünyamızda, basım-yayın organlarında yer almamıştır. Medya bu önemli olgu karşısında adeta bir “ölüm suskunluğu” içerisine girmiştir.
* Olguyu karalamak ve bazen gerçekleşe¬meyecek “ütopik” olarak damgalamak, med¬yanın bir başka özelliğidir. Medya, Marksizm’in ortaya çıktığı günden bu yana onun amaçlarını bir “ütopya” olarak nitelendirmiş-tir. Böylece Marksistler de halka, “ayakları bu¬lutlarda olan hayal kahramanları” olarak sunulmuştur.
* Olguyu, sözde, ezilenlerin “yanından” eleştirmek de, medyanın ilginç yöntemlerin¬den biridir. Tarihsel bir örnek olarak 1937 Sovyet Anayasası’nın bazı yabancı basın or¬ganlarınca “sağa kaydılar”, “işçi iktidarını tas¬fiye edecekler” şeklinde suçlanması gösterile¬bilir.
Medyanın olgulara karşı gösterdiği bu farklı görünen tavırların ortak noktası; burju¬vazinin ve karşıdevrimin azgınca savunulmasıdır.
Görüşlerimizi daha iyi açıklamak için ulus¬lararası öneme sahip bazı gelişmeleri ve bu gelişmeler karşısında yabancı ve yerli medya¬nın tutumunu ele alalım.
Körfez Savaşı, diğer şeyler bir yana; med¬yanın, tekellerin borazanı olduğunu en açık biçimde gösteren çarpıcı bir örnektir. Medya, daha savaşa başlamadan Saddam’ın “savaş delisi” olduğunu savundu. Savaşlar ile emper¬yalizmin pazar kavgası arasındaki hayati iliş¬kiyi “atlayan” medya, “Saddam’ın dersinin ve¬rilmesi gerektiğini” savunarak, savaş kışkırtıcılığı yaptı. Medya, Saddam’ın bireysel özellikleri, aile yaşamı, çocukluğu ile “ilgilene¬rek” savaşın emperyalistlerin Ortadoğu pet¬rollerine yönelik planlarının ürünü olduğunu gizlemeye çalıştı. Saddam ile Hitler ve hatta Stalin arasında tarihsel paralellikler kurmaya çalışan medya, sosyalizme karşı bir kez daha karalama kampanyası açtı. Medyaya göre sa¬vaşın sebebi “Saddam’ın sapıklığı”, emperyalist orduların “Kuveyt aşkı”nın sebebi ise “bo¬zulan barışı yeniden tesis etmek” idi. Amerikan ve diğer şirketlerin ilk iş olarak on¬larca petrol kuyusu açması, medyaya göre haber değeri taşımıyordu. Emperyalist saldır¬ganlık CNN vasıtasıyla “atari oyunu”na benze¬tildi. Naklen yayınlarla kitleler burjuvazi ve emperyalizm yararına koşullandırıldı. Ameri¬ka’nın ve CIA’nın borazanı olarak çalışan medya, Irak’taki sivil hedeflerin vurulmadığı¬nı propaganda etti. Oysa bu mümkün değildi, çünkü ABD yıllardır kullanmadığı ve isabet yeteneği zayıf, paslı ağır bombalarını kullan¬mıştı. Irak’ta yaşamını yitiren yüz binlerce masum insanı “unutan” medya, kirlenmiş bir denizde yüzen karabatağın resimlerini yayın¬layarak Saddam’ın “canlılar için korkunç bir tehlike” olduğunu propaganda etti. Sonradan anlaşıldı ki, çekilen karabatak görüntüsü bile körfezden değil, bir tanker kazasından çekil¬miş arşiv görüntüsüdür.
Savaştan aylarca sonra, GIA ve Pentagon’un bu savaş sırasında görevli gazeteciler üzerinde büyük bir baskı kurduğu ortaya çıktı. Kendi emri altındaki medyaya dahi gü¬venmeyen tekelci burjuvazinin zayıflığını gösteren bu olay, o dönem bölgede çalışan gaze¬tecilerin itirafları sonucunda ortaya çıktı. Krizin patlak verdiği 1990 yılının ağustos ayından savaşın bitimine kadar Körfez bölge¬sinde kalan 43 Amerikalı gazeteci, kendileriyle yapılan röportajlarda “rasgele seçilmedik¬lerini”, Pentagon’un “örnekleme” yöntemiyle seçildiklerini söylemişlerdir. Ayrıca gazeteci¬ler, Pentagon’un sansürü altında ezildiklerini, “haber ve hikâyelerin dahi sansüre tabi tutul¬duğunu” belirtmişlerdir.
Savaşın bitiminden sonra orduların ve işgal güçlerinin bölgede konumlandırılmasını “bölgedeki istikrarın yeniden tesisine” bağla¬yan medya, Çekiç Güç gibi bir işgal ordusunu “bansın teminatı” olarak lanse etti.
“Demokrasi ve çoğulculuk” sözlerini bık¬madan tekrarlayan medya, örneğin “SB”deki Ağustos ’91 darbesini “komünist darbe”, “anti¬demokratik girişim” olarak değerlendirdi ve karşı propaganda yürüttü. Bu darbeye faşist Türk medyası da karşı çıktı. Bu olayla bir kez daha “çoğulculuk” çığlıkları atan medya; ger¬çekte, darbenin sorumlularının Rusya’daki re¬formlara ağırdan alınmasını savunanlar olması nedeniyle böyle bir tutum almıştı. Bir başka darbede ise tam tersi bir tutum benim¬sendi: 1993 yılında, Yeltsinci burjuvazi ve ordu “demokrasinin vazgeçilmez kurumu olan” parlamentoyu topa tutarak, yüzlerce in¬sanı katletti. Rusya’da sermayenin farklı kesimleri arasındaki çelişki, uzlaşmaz bir hal al¬mıştı ve Yeltsinci klik, eski tekelci devlet kapitalizmini savunan Rutskoy-Hasbulatov kli¬ğinin mevzilendiği parlamento binasını topa tuttu. ’91 Ağustos darbesini lanetleyen medya, bu olayda Yeltsin’i destekledi. Fakat hakkını yemeyelim, bazı basın organları “askerlerin fazla ileriye gittiğini” söyledi! Bu olay bir defa daha gösterdi ki; “demokrasi ve öz¬gürlük” gibi sözler, medyanın dilinde, emekçi¬leri aldatmak için kullanılan içi boş safsatalar¬dır. 12 Mart ve 12 Eylül’ü olduğu gibi, Yeltsin darbesini de destekleyen faşist Türk medyası¬nın ikiyüzlülüğünü anlatmaya gerek bile yok.
Son on yılların en önemli olaylarından biri olan “SB” ve Doğu Avrupa’daki bürokratik burjuva rejimlerin çözülmesi olayı, medyaya antikomünist saldırısında büyük bir propa¬ganda vesilesi oldu. Anti-sosyalist propaganda, medya araçları tarafından akla hayale gelme¬dik yöntemlerle derinleştirildi. “Komünist top¬lumun” alternatifi olarak “demokratik ortam” denilen çürümüş burjuva toplumu gösterildi. Eski sosyalist veya halk demokrasisi ülkelerin¬de yaşanan birkaç yüz kişilik eylemleri abar¬tarak duyuran medya, proletarya ve ezilen halkların kimi ülkelerdeki başarılı mücadele¬lerine kulaklarını tıkadı.
Medya, ezilen hakların haklı mücadelesi¬nin vahşi bir düşmanıdır. Medya, 1960’lardan günümüze uzanan Filistin halkının mücadele¬sini ve FKÖ’yü “Ortadoğu’da terörün başı” olarak suçlamıştır. Aynı medya, 1993 yılında¬ki “Pax-Americana” çözümünden sonra re¬formcu FKÖ’yü alkışlamıştır.
Medya “terörizm ve bölücülük” umacısıyla kurtuluş hareketlerine saldırırken burjuvazi¬nin vahşi katliamlarını onaylamakta ve kışkır¬tıcılık yapmaktadır. “Türkiye’de Kürt yoktur”, “Kürtçe diye bir dil yoktur, o Türkçenin bir koludur”, “PKK Ermeni aletidir” gibi resmi sloganları azgınca savunan basın-yayın organ¬ları, “yeni teoriler” uydurarak Kürt halkının haklı davasını karalamaya ve küçük düşür¬meye çalışmaktadır. Basın-yayın organlarının başköşesine kapağı atan yazarlar, ruhunu ve kalemini sermayeye kiralamakta ve mazlum bir ulusun baskı altında tutulmasını savun¬maktadırlar. Bu yazarlar geleneksel olarak Kürt mücadelesini “emperyalizmin böl-yönet siyasetinin aleti olmakla” suçlamaktadır. Son dönemde ise başını İlhan Selçuk’un çektiği bazı yazarlar, Behçet Cantürk olayına işaret ederek, “Kürtlerin mafya ve silah tüccarlarıyla olan esrarengiz bağlarından” söz etmektedir.
Türk medyası, MİT’in ve Genelkurmay’ın bir kolu olarak çalışmakta ve MGK’nın “bri¬fingleri” doğrultusunda hareket etmektedir. Gazeteciler Cemiyeti, son olarak, “Terör Örgü¬tü PKK’nın Gerçek Yüzü” adlı bir kitap yayım¬ladı. Gazeteciler Cemiyeti tarafından yapılan açıklamada “kitabın yıllardır terörle mücade¬lede uzmanlaşmış birim ve kişilerin görüşleri¬ne dayanılarak kaleme alındığı” belirtildi. Bu¬rada kastedilen “birim ve kişilerin”, MİT başta olmak üzere Kontrgerilla, Özel Tim, Siyasi Polis gibi karşıdevrimci kurumlar ve onların temsilcileri olduğu bilinen bir şeydir.
Medya, işçi sınıfına ve mücadelesine karşı yoğun bir saldın sürdürmektedir. “Özelleştir¬menin işçilerin yararına olduğu” fikrinden “işçi sınıfı yok oluyor” revizyonist tezine kadar tüm gerici görüşler medyada hiç eksik olmaz. Medya, işçi sınıfının kendiliğinden ey¬lemlerine karşı bile büyük bir düşmanlıkla saldırmaktadır. 1936’da Amerika’da Mohawk Vadisi, Johnstown Bethlehe çelik grevi tarih¬sel bir örnektir: Çelik tekelleri “artık pek ge¬çerli olmayan” askeri baskı ve grev kırıcıları yerine, örtük etkili propagandayla medyayı devreye soktu. Medyanın yoğun ideolojik bombardımanı, grevin “halka ve ortak çıkarla¬ra zarar, verdiği” propagandasının üzerinde gerçekleşti. Bu yöntem etkili oldu ve o dö¬nemden bu yana işçi eylemlerine karşı uygu¬landı. “Bilimsel grev kırma yöntemleri” deni¬len bu yöntem, Türkiye burjuvazisi tarafından da grev ve direnişçilere karşı kullanılmakta¬dır. Son olarak ’92 yazında “Çöp Grevi”” ola¬rak bilinen temizlik işçilerinin eylemine, med¬yanın korkunç propagandaları ile saldırılmıştır. Özellikle boyalı basın ve özel TV kanalları işçi ücretlerinin “astronomik” ol¬duğunu savunmuş ve işçiler, memurlarla karşı karşıya getirilmek istenmiştir. Sonuçta sahte bir işçi-halk karşıtlığı yaratılarak işçi sı¬nıfının grevi “haksız ve halkın sağlığına zarar veren” bir eylem olarak damgalanmıştır. Hal¬kın “işçinin hakkı verilsin ve grev öyle son bulsun” şeklindeki talebi, basında ve TV kanallarında yer almamıştır. Türk medyasının hükümet ve sermayenin çıkarlarına bağlı ola¬rak çalıştığı herkes tarafından görülmüştür.
Medya, dış sorunları işleyerek iç politik so¬runları gizlemeye çalışır. Enflasyon, özelleştir¬me, yeni terör ve vergi yasalarını unutturma¬ya çalışan medya, “komşu topraklarda bulunan” hayali PKK kampları kurar, “Çiller’in güzelliği ve Clinton’la uyumu”nu öne çı¬kararak gündem saptırır. Çiller’in Ve Butto’nun Bosna gezisi şovenizmin azdırıldığı kampanyalara çevrilir. Mezarcı’nın Atatürk’e ilişkin görüşleri bahane edilerek, emekçi yığınlar burjuvazi etrafında “birlik ve beraberli¬ğe” çağrılır. Türk bayrakları ve posterler veri¬lerek faşist diktatörlüğün ve onun faşist ideolojisinin savunusu yapılır.
Medya, devlete toz kondurmamakta, çeşitli “münferit” gelişmeleri “kötü yöneticilere” bağlamakta ve kapitalist sömürü sistemini ak¬lamaktadır. Son İSKİ yolsuzluğu ortaya çıktık: tan sonra, medya, ortak bir biçimde Göknel’i ve yakınlarını hedef almıştır. Burjuva basının bir fraksiyonu olan “Aydınlık” gazetesi de aynı burjuva yaklaşıma sahiptir. Genelkurmay Başkanı Güreş’in tehditlerine karşı Aydınlık gazetesi “Güreş istifa” kampanyası açarak, bu yaklaşımın başka bir örneğini vermiştir.
Kapitalist devletler, olay ve olguları çarpıt¬mak ve güçlü propagandalar yapabilmek için “servisler” kurmuşlardır. Kötü ünlü ABD Bilgisizlendirme ve Propaganda Servisi (USIA) bili¬nen bir örnek. Türkiye’de ise medya; adeta, bu tür servislerin doğrudan organı gibi çalı¬şır.
MEDYA, “DEMOKRASİ” ve BURJUVA PROPAGANDA
Bugünkü egemen medya, kapitalist devle¬te ve tekelci kapitalistlere organik olarak bağ¬lıdır. Her olay, her gelişme tekellerin prizma¬sından yansıyarak halka ulaşır. Medya alanında komünist ve devrimcilerin faaliyet sürdürmeleri, egemen medyanın emperyalist-gerici karakterini ortadan kaldırmaz. Ayrıca bu olgu, hiçbir biçimde “basın-yayın özgürlü¬ğünün varlığına kanıt olamaz. Çünkü bir hak, pratikte kullanılamıyorsa ortadan kalkar. Örneğin bazı sınırlamalara uymak kaydıyla herkesin TV kanalı, radyo kurma, dergi ve ga¬zete çıkarma hakkı vardır. Fakat bunları yap¬mak milyarlarca lirayı gerektirdiğinden söz konusu “hak” boş bir içeriğe sahiptir. İlerici yayınlardan yararlanmak isteyen kitleler için de durum farklı değildir. Türkiye’de asgari net ücretin bir-bir buçuk milyon civarında ol¬duğu bilinmektedir. Bir gazete ve derginin fiyatı ise 10-25 bin liradır. Bir emekçi sadece günlük gazete okusa, bu, ücretinin yüzde 20’sini tutmaktadır. “Basın-yayın özgürlüğü” sözleri, paranın egemen olduğu burjuva toplu¬munda bir aldatmacadan başka bir şey değil¬dir.
Baştan ilerici basın-yayın araçlarını ekono¬mik ablukayla yok etmeye çalışan burjuvazi, var olduğu kadarıyla muhalif basına taham¬mül edemez. Birçok yöntemle devrimci basın susturulmaya ve dikensiz bir medya alanı ya¬ratılmaya çalışılır. Bu yöntemlerden başta ge¬leni, devrimci basının çalışanlarına suikastlar düzenlemek, işkenceden geçirmek ve tehdit¬lerle yıldırmaya çalışmaktır. “Sınır Tanımayan Muhabirler Örgütü” RSP’ye göre; 1989’da 71 gazeteci mesleklerini icra ederken, görüşlerin¬den dolayı öldürülmüşlerdir. Yine 1989’da RSP’nin sayımına göre, 241 gazeteci gözaltına alınmış ya da tutuklanmış, 97’si sınır dışı edil¬miş ve uluslararası basına karşı, burjuva devletler tarafından en az 157 müdahalede bulu¬nulmuştur. Bu resmi rakamlar gerçeğin çok altındadır. Türkiye ve özellikle Kürt illerinde öldürülen ilerici gazetecilerin sayısı rekor dü¬zeydedir. Kürt halkının çektiği zulmü dile ge¬tiren gazeteciler tutuklanmakta, “faili meçhul” cinayetlerle devlet tarafından katledilmekte¬dirler. Gazete ve dergilerin büroları bomba¬lanmakta ya da kundaklanmaktadır. Bölgede çalışan burjuva “Mehmetçik” gazeteciler bile bazen faşist teröre kurban gitmektedir.
Burjuvazi, muhalif medyayı çıplak zor ile ezmenin yanı sıra yeni yasal düzenlemelerle de “hizaya getirmeye” çalışmaktadır. Açılan para ve hapis davaları, kâğıt zammı hep bu amaca yöneliktir. Büyük medya organlarının birleşmeleri de, küçük devrimci organlar üze¬rinde baskı kurulmasına yol açmaktadır.
Ekonomik baskının bir biçimi de, muhalif yayın organlarına ilan ve reklâm vermeme¬dir. Örneğin; İngiltere’de Daily Herald, The Times’den beş kat fazla okuyucu kitlesine sa¬hipti. Aynı gazetenin okur kitlesi The Times, Financial Times, Guardian’ın toplam okurları¬nın neredeyse iki katına ulaşıyordu. Tekelci sermayenin reklâm ve ilan ambargosu, gaze¬teyi çıkamaz hale getirmiştir.
Burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde medyanın durumu farklılık arz etmiyor. Kapi¬talizme eleştiri yönelttiği anda “basın özgürlü¬ğü” rafa kaldırılmaktadır. Fransa “kamu düze¬nini bozduğu” gerekçesiyle bir Bask kitabının satışını, yayınını ve dağıtımını yasaklıyor, Ce¬zayir’le “diplomatik ilişkilere zarar verebilir” gerekçesiyle Cezayir muhaliflerini destekle¬yen El-Badil Démocratique gazetesinin yayın¬lanmasını engelliyor, mahkemeler Bask gaze¬tesi “Abil”in editörünü terörizme gerekçe olabilecek yayınlar yaptığı için 20 yıl hapse mahkûm ediyor, İspanyol mahkemesi propa¬gandasında krala hakaret ettiği için bir Bask radyosunu para cezasına çarptırıyor. Avru¬pa’da basın özgürlüğü, terör yasalarının izin verdiği ölçüde yaşam hakkı bulmaktadır. 1991 Eylülü’nde Yunanistan’da 7 büyük gaze¬tenin genel yayın yönetmenleri tutuklanırken, Britanya’da BBC ilk defa susuyordu.
Ülkemizde de 1991 yılında “Terörle Müca¬dele Kanunu” çıktıktan sonra ilerici ve dev¬rimci basın organları kapatılmış, yöneticileri tutuklanmıştır. 1994’teki yeni düzenleme ile diğer baskılar bir yana, basın-yayın üzerinde-ki baskı da ağırlaştırılmıştır. Görüldüğü gibi “en demokratik” cumhuriyetlerde bile “basın-yayın özgürlüğü” terör yasası ya da farklı dü¬zenlemelerle ortadan kaldırılmaktadır.
Şöyle bir soru akla gelebilir: Tüm bu baskı¬lara rağmen tekeller merkezkaç eğilimleri -eğer varsa- nasıl kontrol altına alacaklar? Tüm baskılar yetmediği zaman katı faşist baskılarla bastırmanın sağlandığını belirtmemizde fayda var. Ayrıca gelişmiş kapitalist ülkelerde “flak sistemi” bu noktada devreye sokulmaktadır. “Flak” bir medya programı ya da haberine karşı olumsuz tepkiyi ifade etmektedir. Mek¬tup biçiminde, faksla, telefonla, telgrafla, di¬lekçeyle, tehdit ederek beğenilmeyen prog¬ram ve haber ile ilgili “flak” bombardımanı başlatılıyor. Amerika’da “flak” şirketlerinin hepsi tekellerle ve CIA ile işbirliği halinde ça¬lışmaktadır. “Flak” resmi görüş ve politikanın dışındaki eğilimleri zayıflatmaya ya da orta¬dan kaldırmaya hizmet etmektedir. Milliyet gazetesinin “temiz toplum, temiz eller” kam¬panyası, BM Genel Sekreteri B. Gali’ye Bosna ile ilgili mektup ve telgraf çekme kampanyala¬rı, bunun örnekleridir.
Burjuvazi, iletişim aygıtlarındaki teknik ge¬lişmeleri, “demokrasi” propagandasında mal¬zeme olarak kullanmaktadır. Televizyonu “devrim” olarak sunan burjuvazi, kablolu TV’leri ise “sansür ve denetimden özgür” ola¬rak reklâm etmekte, yığınları aldatmaya çalış¬maktadır. Kablolu veya Uydu TV sisteminde izleyicinin bazı “kamuoyu yoklamalarına” ka¬tılması, alışveriş imkânının bulunması burju¬vazinin ideologlarınca “demokratik yaşamın gelişmesi” olarak sunulmaktadır. Oysa kablo¬lu TV’lerin denetlenemez olduğu iddiası bir aldatmacadır. Sadece iki olayı örnek vermek istiyoruz: Birincisi; 1989 yılında Alman TV’si Tele 5, Yılmaz Güney’in “Yol” filmini göster¬mişti. O yıllarda filmi Türkiye’de, Çankaya’da izlemek mümkün olduğu halde PTT’nin müdahalesiyle izlenememiştir. İkinci sansür olayı ise BBC’nin hazırladığı “Türkiye Belgeseli” adlı yapımın gösterimi sırasında meydana geldi. Belgeselin akışı içinde sıra Türkiye’nin ’80 faşist darbe yıllarına gelince, ekran karar¬tılarak denetim ve sansür mekanizması devre¬ye girmiştir.
Bu olgular, uydu yayınlarının “sınır ve sansür tanımayan” özelliğinin ne anlama gel¬diğini yeterince açık olarak ortaya koymuştur.
Anket ve reklâm şirketlerinin faaliyetleri de, özde aynı işlevi yerine getirmektedir. Bu anket şirketlerinin hepsi banka gruplarına ve burjuva kapitalist partilere bağlı çalışmakta¬dır. Bu anket şirketleri sözüm ona “halkın iradesini öğrenmek” için çalışırken işçi ve emek¬çileri burjuvazi yararına yönlendirmeye çalışmaktadır. Anketlerde halkın çıkarlarına zıt sorular sorulmakta ve burjuva ideolojik propaganda yapılmaktadır. Örneğin; Kürt so¬runu konusunda yapılan anketlerde “DEP’lilerin dokunulmazlığı kaldırılsın mı?” şeklindeki soru ile Kürt halkının iradesi hiçe sayılırken “kamuoyunda” Kürtlere ve DEP’e karşı şovenist bir tepki geliştirilmeye çalışılır.
Medyayı “demokrasinin güvencesi” olarak sunan burjuvazi ve gericilik, ilerici basın-yayın organlarına karşı acımasızca saldırır¬ken; halk düşmanı, faşist medya aygıtlarını her yönden desteklemektedir. Conaressional Quarterly’nin (CQ) 25 Haziran 1988 tarihli sa¬yısına göre, ABD’nin 1989’daki “dış yardım” bütçesinde Nikaragua’daki kontra saldırılarıy¬la özdeş olan medyaya ve muhalif politik gruplara 2 milyon dolarlık pay ayrılmıştı. CQ’nun “Nikaragua’daki demokratik gruplar” dediği bu grupların hiçbiri halkın yüzde 3’ten fazlasının desteğine sahip değildi ve hepsinin birlikte Sandinistlerin sahip olduğu desteğin üçte birinden daha az olmak üzere yüzde 9’luk bir desteği vardı. (Bu rakamlar Orta Amerika Araştırma grubu ve Managuajesuit Üniversitesi’nin ‘UCA’ yaptığı kamuoyu araş¬tırmasının sonuçlarıdır.)
Türkiye’de de yabancı ve yerli sermaye grupları, şirketler, holdingler faşist-gerici medya organlarını her yönden desteklemekte¬dir. Burjuvazi reklâm, ilan gibi yayınlarını kendi medyasında gerçekleştirmekte, parasal yardım sunmaktadır. Birkaç yıl önce çıkama¬yacak kadar ekonomik darboğaza giren Cum¬huriyet gazetesine sermayenin yaptığı “yar¬dım” hâlâ hatırlardadır. Ayrıca işbirlikçi tekelci burjuvazi, özellikle 12 Eylül’den sonra İslamcı hareketi geliştirmiş, bu hareket bugün, TV, radyo, gazete, dergi vs. organlarla dev bir medya aygıtına sahip olmuştur. İslamcı medya özellikle, S. Arabistan merkezli Faisal Finans, Al Baraka Türk gibi sermaye grupla¬rınca desteklenmektedir.
Kısaca özetlemek gerekirse; bugünkü medya, toplumu demokratik yönde değil, tersi bir yönde yönlendirmektedir. Medya; de¬mokratik bir işleyişe sahip olmadığı gibi, ser¬maye ve gericilik; bu, sisteme aykırı eğilimleri bastırmakta ve üzerinde denetim kurabilmek¬tedir. İlerici basın-yayın organları dünyanın her yerinde burjuva devletlerin ekonomik ve politik baskısı altındadır ve yalnızca bu olgu dahi, burjuvazinin medya sorununda yaptığı demokrasi propagandasının temelsizliğini ve haksızlığını kanıtlamaya yetmektedir.
MEDYA VE “YENİ TEORİ” VE KAVRAMLAR
Burjuva propaganda, Marksizm’e karşı sal¬dırısında, ağırlıklı olarak ve özellikle bilim ve teknoloji alanındaki gelişme ve değişmelere dayanmaktadır. Her yenilik ve her ilerleme; “devrim”, “yeni bir çağ” bağırtılarını ortaya çı¬karmıştır. Her vesileyle Marksizm’e ve prole¬taryaya ait olan bu kavramların kullanılması bile Marksizm’in ideolojik hegemonyasını gös¬termektedir.
Toplumda modern medya aygıtlarının her yere ulaşması ve bununla eşzamanlı olarak bazı ahlaki ve kültürel değişimlerin ortaya çıkması, bazı “yeni” teori ve kavramların üre¬tilmesine neden olmuştur. Emperyalizmin ekonomik ve siyasi etkinliğinin artması sonu¬cu olarak uluslararası ilişkilerin binlerce bağla çoğalması ve bunda medya araçlarının önemli rol oynaması “iletişim toplumu”, “ileti¬şim çağı”, “iletişim ideolojisi” vb. kavramların burjuva merkezler tarafından daha fazla kul¬lanılmasına yol açmaktadır. Eğer söz konusu olan; bu kavramların yeni ilişki ve bağların önemini açıklamak için kullanılması olsaydı, buna karşı söyleyeceğimiz fazla bir şey olmaz¬dı. Çünkü bu, kavram sahiplerinin sorunudur. Fakat bu kavramlar bugün iki temel sınıf ve iki ideoloji gerçeğinin alternatifi ve deformasyonu olarak kullanılmaktadır. Toplumsal gelişmenin odağında kitle iletişiminin ve de medyanın bulunduğu söylenmektedir.
“Elektronik Toplum”, “İletişim Toplumu” gibi kavramlarla “yeni” toplumsal sistemler yaratan burjuvazi, üretim araçlarının küçük bir azınlığın elinde bulunduğu kapitalist top¬lumu aklamak çabasındadır. İletişimin insan-ları birbirine yaklaştırdığı ve “dünyayı küçült¬tüğü” bir gerçektir. Toplumsal ilişkilerin toplamı olan insanın da bu gelişmelerden et¬kilendiği ve sosyo-psikolojik değişmeler geçir¬diği açıktır. Fakat bundan neden toplumun ni-teliğinin değiştiği sonucunu çıkaralım? Bir toplumda niteliksel değişime yol açan şey; bi¬limsel, teknik, iletişimsel gelişme ve buluşlar değil, devrimdir. En büyük bilimsel buluşlar bile üretici güçlerin gelişmesi önündeki engel olan üretim ilişkileri tasfiye edilmediği sürece toplumun niteliğinde bir değişmeye yol açmaz. Burjuvazinin “yeni” toplumunda üre¬tim ve dağıtım araçları ve devlet iktidarı küçük bir azınlığın mülkiyetindedir. Yeni ileti¬şimsel buluşlar ne kadar göz kamaştırıcı olur¬sa olsun, iktidar ve mülkiyet, burjuvazinin elinde oldukça geniş yığınların yararına bir işlev görmeyecek, onun sonuçlarından burju¬vazi yararlanacaktır.
Nitekim geçmişte de her teknik ve iletişimsel ilerleme (örneğin; matbaa) “devrim!” bağırtılarıyla piyasaya sürülmüş, fakat söz konu¬su buluşlar toplumsal yaşamda devrimci bir değişikliğe yol açmamıştı.
Bilgi iletişim sistemlerini, kapitalizmin “son ebedi sistem” olduğuna kanıt gösteren benzer teoriler hızla yaygınlaştırılıyor. Burju¬vazi, proletarya ve insanlığın kapitalizmden başka bir geleceğinin olmadığını inanılır kılmak için “bilimsel” açıklamalar yapmaktadır. Son yıllarda Alvin ve Heidi Toffler de “gele¬cek bilim” ya da fütürizm uzmanları olarak “ün” kazanmışlardır! “Üçüncü Dalga” adlı kita¬bı Türkiye’de de okuyucu bulan Alvin Toffler, kabaca özetlersek bugünkü toplumları 3’e ayırmaktadır; Birinci dalga toplumları, tarım; ikinci dalga, sanayi; üçüncü dalga, bilgi veya bilişim toplumları. Toffler’e göre; robot tekno¬lojisi uygulayan, bilgisayar programlarıyla üretim düzenlerini bir ölçüde kol emeğinden bağımsızlaştıran, “sanayi toplumu” evresini aşmaya yönelen toplumlar; üçüncü dalgayı oluşturuyorlar. Toffler “teorisini” bazı siyasal sorunlara uyguluyor: “Sovyetlerde, Baltık ül¬keleri 3. dalgayı yakaladığı zaman, Orta Asya’daki Müslüman toplumlar 1. dalgada yaşıyorlardı; bu çatlak, bölünmeye ve dağılmaya yol açtı.” (!) Toffler, “teorisini” Hindistan ve Brezilya gibi geri kapitalist ülkelere uygular¬ken şunları söylüyor: “Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler, aynı tehlikelerin eşiğindedir; 3. dalgayı kuyruğundan yakalamış seçkin giri¬şimciler diyebilirler ki; “İhtiyaçlarımızı yurtdı¬şından alıp mallarımızı dışarı satabiliriz. İleri¬de üçüncü dalga ilerledikçe, fabrikalarımız ve bürolarımız daha az sayıda ve nitelikli işçilere gerek duyabilecekken, biz niye kötü beslen¬miş cahiller ordusunu sırtımızda taşıyalım?” ve yazarımız son vurguyu yapıyor “Zenginler ayaklanacak!”
Kolayca görülebileceği gibi Toffler, toplumlara ilişkin bir adlandırma yapmamakta, tümüyle kapitalist sistemin çıkarlarına uygun “bütünsel” bir teori ortaya atmaktadır.
Marksizm’in emperyalizm ve bağımlı ülke¬ler olarak ayırdığı kapitalist sistemi, üç “dal¬gaya” ayıran Toffler, revizyonizmin tezlerini “bilimsel” olarak inceltiyor ve sosyalizme saldırıyor. Revizyonizm patentli yerli ve yabancı burjuva milliyetçilerinin savunduğu “SB’de küçük uluslar Ruslarla eşitsiz koşullarda yaşı¬yordu ve bu yüzden ulusal boğazlaşmalar or¬taya çıktı.” biçimindeki tezin aynısını tekrarlayan Toffler, Hindistan ve Brezilya örneğini işçi sınıfını ve mücadelesini “tükenmiş” ola¬rak damgalamak için veriyor. Revizyonizmin Marksizm’e karşı bilinen tezlerini savunan Toffler, “Zenginler ayaklanacak” derken bur¬juva tarihçilerin dahi kabul ettiği sınıf müca¬delesi olgusunu tersine çeviriyor.
Bu tür burjuva teorileri, medyanın yeni bir toplumun ve yeni bir tarihsel dönemin ha¬bercisi ve kurucusu olduğunu iddia etmekte¬dirler. Bu tür teoriler, medya üzerindeki te¬kelci sermaye egemenliğini gizlemekte ve onun “sınıflar-üstü” olduğunu savunmaktadır¬lar. Bu ve buna benzer tüm teorilerin -diğer tüm teoriler bu teorilerden özde farksız!- fel¬sefi temeli metafizik-idealizm (teknolojik de¬terminizmedir. Burjuva toplumunun evrimci yolla değişebileceğini ve devrimin “gereksiz” olduğunu savunanlar, reformist burjuva ideo¬loglarıdır.
Medyanın toplumsal yaşama kaba müda¬halesi bazı (küçük burjuva) aydınların “medya, toplumu yok oluşa sürüklüyor” biçi¬minde düşünceler ileri sürmesine yol açıyor. Avrupa merkezli bu görüş, yukarıdaki “modern” teorilere zıt gibi görünmektedir. Bu teori, medyanın gücünü abartmakta ve ona karşı bir tepkiselliği ifade etmektedir. Medya¬nın toplumsal, ekonomik, politik yaşam üzerinde ağır etkide bulunması, ayrı bir sömürü alanı durumuna gelmesi ve toplum üzerinde, büyük bir hegemonya kurması bu tür “karam¬sar” teorilere temel teşkil etmektedir. Bu teori de, diğer teoriler gibi toplumsal gelişme¬de her şeyi iktisadi tekniklere indirgemektedir. Toplumun “batacağı ve yok olacağı” keha¬netlerinde bulunan ve umutsuzluk aşılayan bu görüş, burjuva medyaya karşı tutarlı bir mücadele verilmesini engellemektedir. Bugün¬kü toplumun yozlaşması ve çürümesinin te¬melinde medya değil, kapitalist özel mülkiyet yatmaktadır. Medya bu çürüme ve yozlaşmayı yalnızca yansıtır. Kapitalizmin gelişmesi ve özellikle emperyalizm aşamasında toplumun en küçük parçalarında dahi çürüme, tıkanma, yozlaşma had safhadadır. Büyük Ekim Sosya¬list Devrimi kapitalist toplumsal bunalımın ürünü ve tasfiyesi anlamına geldi. Devrim ön¬cesi ve sonrasında bugünkü modern medya aygıtları yoktu ve doğal olarak hegemonyası da yoktu. Fakat çürüme, bunalım, tıkanma bugün kapitalist dünya sisteminin yaşadığı bu¬nalımdan daha zayıf değildi. Ve o dönemde toplum batmadığı ve yok olmadığı gibi, prole¬ter devrimiyle kurtuluş ve özgürlüğün kapıla¬rını açtı. Sosyalist mücadelenin geçici bir ye¬nilgi aldığı emperyalist-kapitalist sistemin, dünya çapında egemenliğini (şüphesiz ki geçi¬ci olarak) tesis ettiği günümüz koşullarında bile toplum, yok olmayacaktır. Çünkü halkın kurtuluşu için kapitalizmin yeni bir devrim için yarattığı imkânlar bugün de mevcuttur.
Söylediklerimizden medyanın ve yeni iletişimsel tekniklerin insan ve toplum yaşamı üzerinde hiçbir etkide bulunmadığı sonucu çı¬karılmamalıdır, ideolojik, toplumsal alanda yeni düşünce ve davranışlar yaygınlaşmakta, dünyadaki her değişim, bize kısa zamanda ulaşabilmektedir. Eski yaşam ve düşünce bi¬çimleri değişmekte ve ulusal kültürler üzerin¬de emperyalist kültür egemen hale gelmekte¬dir. Fakat tüm bu değişme ve gelişme olgusu, burjuvazi ve emperyalizm açısından kabul edilebilirdir ve zaten bu gelişmeler burjuvazi¬nin hâkimiyeti dışında gerçekleşmez.
Bu tür teorilerin yanı sıra bazı yeni kav¬ramlar ortaya atılmakta ve anti-sosyalist sal¬dırganlık güçlendirilmektedir. Medya araçları¬nın uluslararasılaşması olgusu bazı kültür öğelerinin yayılmasına yol açmıştır. Burjuva medyası elbette bu öğelerin en yoz ve gerici olanlarını öne çıkarmakta ve yaymaya çalışmaktadır.
Burjuvazi, ilerici olduğu dönemde ideolojik-politik egemenliği için saflarından birçok bilim adamı, sanatçı yetiştirmişti. Proletarya, bağımsız bir sınıf olarak tarih ve toplum sah¬nesine çıktığı zaman; burjuva sanat ve bilim gericileşti. Tekelci kapitalizm, burjuvazinin çü¬rümüşlüğünde yeni bir aşama oldu ve sonuç¬ta sanat, kültür ve edebiyatta koyu bir gerici¬lik egemen oldu. “Kitle kültürü” son yıllarda ortaya atılan ve en fazla bilinen bir kavram. “Kitle kültürü” medya araçlarının gelişmesiyle ortaya çıksa da onun içeriği yeni değildi. O, yozlaşmış burjuva kültürünün ta kendisidir.
“Kitle kültürü” halkın devrimci-demokratik kültürü ya da sosyalist kültür içinde hiçbir bi¬çimde yer tutmamaktadır. Bugün “kitle kültürü” olarak insanlığa sunulan; içeriği yoz, bi¬çimsel bakımdan değersiz ürünlerdir. Sinema, radyo, basın-yayın organlarında topluma su¬nulan şeyler ortadadır; Sex furyası film ve yayınlar, pembe diziler, kâr ve reklâm amacına bağlı spor olayları, her şeyi tekellerin çıkarla¬rına uygun olarak yansıtan haberler, devrimci ve komünistlere karşı kampanyalar, ırkçı-şoven program ve reklâm afişleri, 900’lü tele¬fon hatları vs. emperyalizmin ideologları ve kapitalizmin her türden savunucusunun eski sömürücü kültüre, “kitle” gibi, emekçilere hoş görünen bir kavram da ekleyerek gürültülü ve tantanalı bir biçimde ortaya attıkları kül¬tür, işte budur.
“Kitle kültürünün” kahramanları; sex yıl¬dızları, medyumlar, para-psikologlar, halkı aptal yerine koyan politikacılar gibi olumsuz kahramanlardır. Bu kahramanlar hayal âleminde yaşamakta ve emekçileri hayallerle avutmaya çalışmaktadır. Bunların topluma da¬yattığı “yükselen değerler”; bencillik, barbar¬lık, sapıklık, ahlaki sömürü, duyarsızlık vs. ile yüklüdür. Bu kahramanlar emekçileri ekono¬mik, ideolojik, politik, psikolojik yönden sö¬mürmektedir. Mesela 900’lü telefon hatları Avrupa’da ve Türkiye’de bir sermaye sektörü durumuna gelmiştir. Bu sektör, önemli bir ekonomik sömürü gerçekleştirirken; kadın cinselliğini de sömürmektedir. Böylece toplumda ahlaki yozlaşma gelişmekte ve çöküntü ortaya çıkmaktadır.
Medya ile ilişkili olarak “medya sloganı”, “medya insanı” gibi kavramlar türetilmekte, sosyalist teorinin argümanlarına karşı savaş açılmaktadır. Sosyalizmin yeni insan tipi ile alay edilmekte, burjuva bireyden başka bir şey olmayan “medya bireyi” olumlu bir insan tipi olarak sunulmaktadır. Burjuvazi, insanlı¬ğa kapitalizm dışında bir geleceğin olmayaca¬ğını ve kendi politik ve sosyal formasyonları dışında da hiçbir formasyonun olmayacağını duyurmaktadır. Medya ise “gücü” dolayısıyla burjuva ideolojik saldırılarda farklı görünüm¬lerde yer almaktadır.
MEDYANIN KÜÇÜK BURJUVA ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE
“Demokrasi”, “çokseslilik” gibi sloganların şampiyonluğunu yapan medya, iddialarının ve propagandalarının aksine, kelimenin ger¬çek anlamıyla teksesli bir konumdadır. Med¬yanın emperyalist yayın çizgisi, insanların yaşam ve psikolojileri üzerinde ağır tahribat¬lar yaratmaktadır. Medyanın anti-demokratik tekelci karakteri, ulusal ve uluslararası çapta büyük tepkilerin oluşmasına yol açmıştır. Medyayı eleştirme ve alternatif olma iddiasın¬daki kimi gruplar tüm ülkelere yayılmakta ve yeni örgütler kurmaktadır. Ülkemizde ise kimi “sosyalist”, “demokratik” odak ya da bi¬reyler medyaya yönelik değişik eleştiriler ge¬tirmekte ve “kampanyalar” açmaktadır.
“İmmediast”, uluslararası çapta faaliyet sürdüren akımların başında gelmektedir. İmmediast’lar çeşitli ülkelerde örgütlenmekte ve kitleler tarafından ilgiyle karşılanmaktadırlar. İmmediast hareketi, medyanın “devlet ve şir¬ketler elinden alınarak halk denetimine geçi¬rilmesini” savunmaktadırlar. Bu grubun tanın¬mış temsilcilerinden Amerikalı yazar Noam Chomsky, medyayı değiştirmek için “sağduyu ve içtenlik” gibi kavramları tekrarlamanın “yetersiz” olduğunu söylemektedir. Bu “grup” çeşitli ülkelerdeki şubeleriyle yaygın bir teşhir kampanyası yürütmekte, egemen medyanın gerçek yüzünün tanınmasına yar¬dımcı olmaktadır.
“İmmediast” hareket, medyanın “halk de¬netimine geçmesi” gibi güzel ve doğru sözleri sarf ederken, bunun nasıl bir yol izlenerek ya¬pılacağı sorununda suskun kalmaktadır. Son zamanlarda yayınlanan “İmmediast bildirisi” tekelci burjuva hâkimiyetine karşı mücadele etmeden medyaya karşı savaş ilan etmekte¬dir. Küçük burjuva, burjuva aydınlarından oluşan bu grup, gerçekte “yel değirmenine karşı savaş” ilan etmiştir. Bu akım, egemen medyanın tekelci kapitalistlerle kopmaz bağla¬rını ortaya koyan pek çok kitap, dergi, bro¬şür, bildiri yayınlamıştır. O halde bu akım, medyanın bugünkü durumunun kaynağı olan emperyalizme karşı çıkmadığı için “Yeşiller hareketi” gibi reformist olmaktan öteye gidememektedir.
Türkiye’de özellikle son yıllarda yolsuzluk ve rüşvet olaylarının ayyuka çıkması ve burju¬va partileri arasında “Dosya savaşlarının” açıl¬masından sonra çeşitli “kampanyalar” yürü¬tüldü. Özellikle büyük basın organları burjuva sistemi aklamak amacıyla “Temiz Toplum” kampanyası açtı. Basının pisliğini temizleme “onuru” da Aydınlık gazetesine düştü. Aydın¬lık gazetesi “Temiz Basın” kampanyası açarak devrimci ve sosyalist basın organları da dâhil “herkese” “mal varlığı açıklansın” çağrıları yaptı. Aydınlık, “basının sermaye ve devletten ayrı hareket etmesi gerektiğini” buyurarak burjuva medya kurumlarını “meslek ahlakına uymaya” çağırdı. “Temiz Basın” kampanyası, “Temiz Toplum” kampanyasının medya ala¬nındaki yansımasından başka bir şey değildi. Egemen medyanın niyetlerle ya da “meslek ahlakına uymakla” demokratik bir dönüşüm yaşayabileceğini söylemek, düpedüz reformcu¬luktur.
Dünyada ve Türkiye’de kabul gören bir başka görüş ise kabaca şöyle ifade edilebilir: “Medya, kamuoyunu aydınlatma değil yönlen¬dirme aracı haline gelmiştir. Bugünkü medya bundan dolayı kötüdür.”! Bu görüş, burjuvazi ve kapitalist ideolojinin, medya gibi önemli bir aracı kendi amaçları doğrultusunda kullanmasının eşyanın tabiatına uygun olduğunu yadsımaktadır. Toplumdaki hiçbir şeyin sınıf¬lar mücadelesinden kopuk olmayacağını inkâr eden yabancı ve yerli “eleştiricilerimiz”, “maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfın entelektüel üretim araçlarını da elinde bulundurduğu” gerçeğinden habersizdir. Egemen medya; sermayeye ve burjuvaziye bağlı olduğundan dolayı, bir “yönlendirme aracı” haline gelmektedir. Bu görüş, nedenlerin yeri¬ne sonuçları koymaktadır. Çünkü bugünkü medyanın “yönlendirme aracı” olması, medya¬nın burjuvaziye bağlılığının sonuçlarından bi¬ridir. Ayrıca “aydınlatma” yanlısı bu görüş sahiplerine, yalnız başına aydınlatmanın aynı zamanda yönlendirme olduğunu da hatırlat¬mak gerekir.
Son yıllarda ülkemizde “herkes” medyaya karşı çıkar oldu! Özellikle muhalefet partileri TV’nin resmi kanallarında yeterince yer alma¬dıklarını söyleyerek adeta medyaya düşman kesildiler. Daha önce iktidardayken medyaya toz kondurmayanlar bile “muhalefette” medya karşıtı propagandalar yapmaktadır. Kimi 900’lü telefon zenginleri, şarkıcılar, medyumlar, sanatçılar ise “medyayı özel yaşa¬ma karışıyor” diye eleştirmektedirler. Hatta bu yüzden medyaya karşı propaganda kam¬panyaları bile açmaktadırlar! Bugün artık ba¬ğımsız medyasına sahip olan İslamcı hareket¬ler ise, medyanın diğer kısmını “ahlaki çöküntüye yol açması” yüzünden eleştirmek¬tedirler. Bu tür eleştiriler sahip olduğu kesi¬min gerici sınıfsal-toplumsal çıkarlarını ifade etmekte ve bugünkü medyaya asıl karakterini veren emperyalist sisteme hiç dokunmamak¬tadırlar.
Medyanın egemenliğine karşı çıkan bazı “demokrat” çevreler, emperyalist ülkelerdeki anti-tekel yasalarının ülkemize uygulanması gerektiğinden söz ederler. Söz konusu çevre¬ler, Amerika’da yasalara göre bir kentte bir kişinin birden fazla gazete çıkarmaması ya da hem gazete hem TV istasyonu olamamasını model olarak sunmaktadırlar.
Bazı ülkelerde ticarette, sanayide, basın-yayın alanında anti-tekel yasalarının bulundu¬ğu bilinmektedir. Bu yasalar yaşamın her ala¬nındaki tekelleşmeye karşı ortaya çıkan tepki¬leri yumuşatmak için oluşturulmuşlardı. Gerçekte ise işlevleri ona atfedildiği gibi “anti-tekelcilik” olmadı. Sadece göstermelik olarak muhalefet çevrelerinin tepkilerini yumuşatma amacı söz konusuydu. Örneğin; bir kentte bir¬den fazla medya organı çıkarmayan fakat böl¬gedeki iletişim olgusuna damgasını vuran yüz¬lerce tekel vardır. Bu tekelci medya organları, kendi dışındaki organları da ekonomik baskı altına alıp, kendine dâhil olmalarını kolayca sağlamaktadır. “Medya Tröstleşmesi” dediği¬miz olay, tam da budur. Bu görüşün savunu¬cuları anti-tekel yasalarının bulunduğu Ameri¬ka’da en büyük medya tekellerinin ve bunların kıtalararası devsel gücünü nasıl açık¬lıyorlar? Söz konusu yasaların göstermelik ol¬duğu tartışma götürmez.
Türkiye’de medyanın tröstleşmesi olgusu bu tür muhalif görüşlerin seslerini daha fazla yükseltmelerine neden olmaktadır. Her tele¬vizyon şirketinin ve yayın kuruluşunun arka¬sında bankalar ve sermaye çevreleri bulun¬maktadır. Bu banka ve şirketlerin kendilerine bağlı basın ve TV aracılığıyla ekonomi ve siya¬set üzerinde etkin olduğu açıktır. Son aylarda gerçekleşen devalüasyondan sonra medya ve sermaye arasındaki canlı bağ, açık biçimde ye¬niden gözler önüne serilmiştir. Devalüasyon kararından habersiz olan ve ucuz dolar alma¬yan bir banka ve medya grubunun açıklama¬larıyla, hükümetin bazı yabancı ve yerli ban¬kaların sermayesini artırdığı ortaya çıktı. Tekelci sermayenin sözcüsü Çiller’in “Bu ola¬yın nedenini banka üst kademesi ile medyada aramak gerekir” sözleri, bu durumun itirafı¬dır.
Medyanın ideolojik-politik saldırıları ve toplum üzerindeki ağır etkisi, bazı devrimci gruplar üzerinde ideolojik-pratik tahribatlara neden olmaktadır. “Sansasyonel eylemcilik” olarak bilinen eylem tarzının arka planında diğer şeyler bir yana, medyanın “gücü” karşı¬sında eğilme ve “onu yıkmak” adına örgütlü, planlı ve sabırlı bir çalışmadan kaçınma tutu¬mu yatmaktadır. Dünyanın her yerinde ve özellikle Latin Amerikalı gerillacı devrimci örgütlerin literatürleri incelendiğinde görü¬lüyor ki “ses getirmek”, “kendini ispatlamak” gibi kavramlarla ifade edilen medya araçlarında yer alma isteği yoğundur. Prole¬ter devrimci program ve politik çizgi izleme¬yen bu gruplar, burjuva medya araçlarında yer almayı bir propaganda biçimi saymakta¬dırlar. Bu düşünce ve eylem tarzları, burjuva medyanın propaganda yöntemi olan “reklâmcılıktan” bir farklılık taşımamaktadır. Küçük burjuvazinin aceleci ve “çelişkili” ruh halini yansıtan bu gruplar, devrimci propa¬gandanın gerçeklikten kaynaklanan gücüne inanmamakta “kurtuluşu” reklâmcı propa¬ganda tarzında görmektedirler. Medyayı eleştirmenin bir biçimi olan onda yer alma çaba¬sı, devrimci bir çaba olarak kabul edilemez.
Biz kısaca özetlediğimiz küçük burjuva sızlanmaları ve “keskinliğini” bir kenara itip, yazımızı Sovyet hükümetinin 1917 Kasımı’nda çıkarttığı basın-yayınla ilgili yasanın bir bölümünü aktararak bitirmek istiyoruz.
“Burjuva gazetelerin kapatılmasının ne¬deni yalnızca karşıdevrimci girişimin kırılma¬sı için gerekli geçici bir savaş önlemi olması değildi; aynı zamanda basın alanında yeni bir rejimin kurulması için gerekli geçici bir önlem olarak düşünülmüştü. Bu yeni rejim¬de matbaaların ve gazete kâğıdının kapitalist sahipleri, kamuoyunun zihnilerini keyiflerince çelemeyecekler… Sözüm ona basın özgür¬lüğünün yeniden kurulması, yani matbaa ve gazete kâğıdının kapitalistlere -halk vicdanı¬nın mahkûmlarına- geri verilmesi, sermaye¬nin iradesine affedilmez bir biçimde teslim olmak anlamına gelecek; bir başka deyişle, karşıdevrimci bir adım olacaktır.” (James Bunyan, H.H.Fisher The Bolşevik Revolution 1917-1918. S.221)
Haziran 1994