Tarih boyunca egemen sınıflar sınıf egemenliklerini sürdürmek için baskı ve zulüm uygulamanın yanı sıra uzlaşmacı ve reformcu kanalları da açık tutmuştur. İlk sınıflı toplumlarda dahi mülk sahibi sınıfların bu politikayı uyguladığı dönemler vardır. Bugünkü toplumda ise halkı aldatma ve yöntem konusunda büyük deneyimleri olan burjuvazi, çoğu kere görüldüğü gibi, askeri yöntemlerle bastıramadığı devrimci hareketleri, uzlaşmacı ve reformcu yöntemlerle tasfiye etmeyi ve geçici de olsa, kapitalist sistemi stabilize etmeyi başarmaktadır. Son yılların deneyiminin kanıtladığı olgulardan biri de budur.
Emperyalist burjuvazinin bu reformcu taktiği, 1980’Ii yıllarda daha açık bir biçimde uygulanmaya başlanmıştır. Emperyalistlerin bu taktiği, küçük burjuva devrimci akımlar ve özellikle ulusal kurtuluş hareketleri üzerinde başarı kazanmaktadır.
“Yeni Dünya Düzeni” programı çerçevesinde uzun zamandır söz gelimi FKÖ ile geliştirilen “ilişkiler” emperyalizmin taktiğinin genel bir görünümünü vermektedir. Emperyalizm her kıtada, devrimci, halkçı örgütleri korkunç bir askeri baskı ve operasyonla kuşatma altına alırken, aynı zamanda yoğun bir ideolojik saldırı ile bu hareketleri reformize etmeye çalışmaktadır. Emperyalizmin politikasındaki bu taktik değişim, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu yapısal kriz ve uzun dönemdeki sömürgeci planlarla doğrudan bağlantılıdır. Bu taktik, öte yandan “demokrasi ve insan hakları” temelinde yürütülen burjuva propagandaya güç kazandırmaktan, emperyalizmin niteliğinde “barışçıl” bir değişim yaşandığı iddiasına dayanak rolü oynamaktadır.
Emperyalizmin çelişkilerini ve saldırgan karakterini yok sayan revizyonist tezler bir yana, onun reformist taktikleri kullanmayacağı ve zorlandığı koşullarda çeşitli “çözümler” üretmeyeceği görüşü de doğru değildir. Uzun bir mücadele geleneğine dayanan halkların mücadelesi, emperyalistleri terörü daha yoğun kullanmaya iterken, aynı zamanda karşı devrimci reformlara da zorlamaktadır.
“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NİN ÇÖZÜMÜ: “SİYASİ ÇÖZÜM”
Emperyalizm, geçmiş yıllarda örneği çokça görüldüğü gibi, emperyalist sistemden kopma potansiyeli taşıyan ve proleter devrimini yakınlaştıran hareketlere karşı, başka çaresi kalmadığında, reformcu bir siyaset izlemektedir. Böylece bu halkların sistemden kopuşunu engellemeye ve devrimi tasfiye etmeye çalışmıştır. Proletarya önderliğine ve sosyalist politikaya yabancı devrimci gruplar, bir dönem programlarına aldıkları devrimci hedef ve görevleri tasfiye ederek, “siyasi çözüm”ün “muhatapları” olarak iktidara ve hükümete ortak oldular. Hükümette ve parlamentoda yer almak, “kendi” ordu ve polis teşkilatına sahip olmak hatta Uruguay’da olduğu gibi “radyo, gazete ve yayınevi kurabilmek” “siyasi çözüm”ün temel taşlan olarak görülmüştür. Bu “popüler” çözümde eksik olan şey, işçi ve emekçilerin kendi bağımsız sınıf çıkarlarıyla aydınlanmış olarak devlet iktidarını ele geçirmeleri ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıdır.
Gelişim seyri geriye döndürülmediği sürece, Ortadoğu’da büyük değişiklik ve sarsıntılara neden olacağı açık olan Kürt mücadelesi de bugün bir “siyasi çözüm” handikabı ile karşı karşıyadır. Uluslararası alanda “diplomasi” atağına ağırlık veren PKK, “siyasi çözüm” olarak tanımlanan kimi reformların dahi gerisine savrulma belirtileri göstermektedir. PKK’nın Kürt işçi ve emekçi sınıfların hareketine karşı izlediği politikanın evrimi bugünkü burjuva reformcu politik platformun egemen hale gelmesine yol açmıştır. Kürt hareketi için bugün ve gelecek açısından hayati bir önem taşıyan bu tehlikeli politik platformun gerçek içeriğini tanımak ve devrim ve reform sorununda devrimci tutumu ortaya koymak zorunlu.
“Siyasi çözüm” adı altında benzer “çözümler” aslında on yıllardır Latin Amerika’nın bazı yerlerinde uygulanıyor ve sonuçları da görülüyor. 70’li yılların güçlü örgütlerinden Tupamaro’lar, 1985’te Uruguay’da yasal bir örgüt haline geldi ve devrim tasfiye edildi. Tupamaro önderleri kendileriyle yapılan kimi röportajlarda sorulan “silahlı savaşımdan yasal mücadeleye nasıl geçtiniz?” sorularına “bugün kendimize ait bir radyomuz, gazetelerimiz ve yayınevlerimiz var” biçiminde yanıt vermişlerdir. İşçi ve emekçi sınıfların ve devrimin taleplerinin inkâr edilmesi ve halktan kopuşu işte budur. Devrimin taleplerinin böylesine sınırlandırılması ve temel sorunlardan uzaklaşma sadece Tupamaro’lara özgü bir durum da değil, Latin Amerika’daki diğer küçük burjuva karakterli örgütler için de adeta kaçınılmaz bir son görünümündedir.
Nikaragua’da coşkun ve derin bir inisiyatife dayanarak kurulan halk iktidarı, 1989’da sandık başında emperyalizme devredildi, iktidar ele geçirilmesine rağmen küçük burjuva devrimciliğinin emperyalizm karşısındaki sınırlı ilericiliği parlamenter demokrasiyle sınırlıydı. Demek ki; kapitalist düzenin bizzat kendisine karşı değil ama biçimlerine karşı olunduğu zaman iktidar devrimle kazanılmış dahi olsa sermayenin ve burjuvazinin egemenliği yeniden kurulmaktadır.
Salvador’da verilen devrimci mücadele de tasfiye olmaktan ve parlamentonun eklentisi olmaktan kurtulamadı. FMLN halkın taleplerini karşılayamadığı için parlamento seçimlerinden de ağır bir darbe aldı. Büyük burjuvazi seçimleri kazanırken halk üzerindeki baskı ve sömürü de katmerlendi. Aradan geçen kısa zamana rağmen Salvador burjuvazisinin baskı ve sömürüsü yüzünden özellikle kırlık bölgelerde “yeniden silahlı mücadele!” düşüncesi büyümektedir.
Bir dönemin devrimci odağı ve devrimci hareketlerin esin kaynağı FKÖ de aynı yolu izlemiştir. FKÖ lideri Arafat “resmi” başkan olmuş, Filistin halkının topraklarında “özerk” bir bölge, halkın “kendi” polisi ve idarecileri oluşturulmuştur. ABD’de “Beyaz Saray”da yapılan anlaşmada halkın gerçek talep ve ihtiyaçlarından söz edilmemiş, ABD eski bakanlarından J. Baker’a göre “İsrail -ya da emperyalizm- bu anlaşmayla FKÖ’nün Filistin halkının temsilcisi olduğunu kabul etmek dışında hiçbir tavizde bulunmamıştır.” FKÖ onurlu geçmişini ayaklar altına alırken, halkın tepki ve hoşnutsuzluğunu dinci-gerici akımlar istismar etmiştir.
Benzer bir gelişme de Güney Afrika’da yaşandı. Silahlı mücadeleye son veren ANC, seçimleri kazandı. Nelson Mandela ise G. Afrika devlet başkanı oldu. Böylece ANC devrimci-demokratik bir hareket olarak başladığı mücadeleyi parlamento batağına soktu. Oysa ANC mücadeleye başladığı dönemde programında şunlar yazılıydı: “Ulusal zenginlik halka devredilecek, sanayi, tarım, ticaret alanındaki tekeller devletleştirilecek, tüm topraklar köylülere dağıtılacaktır.” Bugün bu görevleri unutan ANC kendisine “ülkenin toplumsal, politik, kültürel sorunlarına çözüm üretme” görevini belirlemiştir. Devrimin ve emekçi halkın talep ve ihtiyaçlarının unutulduğu görülüyor.
ANC örneği, değişik çevrelerde bu çevrelerin politik çıkarları tarafından belirlenen yorumlara yol açmıştır. Ö. Halk dergisinde ANC ile ilgili yapılan değerlendirmenin sonuç bölümünde şunlar yazılı:
“ANC bir yol ayrımına gebe: Ya mevcut koşulları iyi değerlendirip bir halk iktidarına yönelir ya da bir işbirlikçi kliği bağrından çıkararak sömürgeci-sömürge ilişkisinde bir gömlek değişikliğine gider.” (Haziran ’94)
Bu sözler ANC’nin bugünkü durumunu “mazur” göstermekten öte olumlu bulan bir içerik taşımaktadır. “Yol ayrımı” kavramını tartışmak gerekli değil. Ö. Halk, ANC’nin emperyalizmin ve burjuvazinin bir öğesi haline geldiğini kabul etmemekte, ANC’nin başında bulunduğu parlamentodan “halk iktidarı” çıkabileceğini iddia etmektedir. Gerçi, bu derginin burjuva parlamentolarını ve meclislerini “halkların iradesinin ürünü” kurumlar olarak değerlendirdiği bilindiği için “şaşırtıcı” olmamalıdır.
ANC, seçimleri kazanmadan önceki dönemde emperyalizmin “güvenini” kazanmıştı. 1993 Aralık ayında Johannesburg’da yayınlanan haftalık “Mail And Guardian” gazetesinde, ülkenin en önde gelen 100 işadamının içinde yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, işadamlarının % 68’i Mandela’nın başkanlığını desteklemişti. Mandela bu “desteği” kazanmak uğruna Avrupa ve Amerika’ya geziler düzenlemiş, “kamulaştırmalara karşı olduklarını” özellikle belirtmiş, Türk işadamları da dâhil olmak üzere Avrupalı işadamlarına “G. Afrika’ya yatırım yapın” mesajını vermiştir.
ANC bugün bulunduğu aşamada “taktik bir tutum” izlemediğini kendisi belirtmesine rağmen Ö. Halk dergisi, tersini iddia ediyor. Ulusal özgürlük sorununun emperyalizmden kurtuluş sorunu olarak ele alınmadığı görülüyor. Yılların çürümüş burjuva-revizyonist devletlerini “sosyalist” niteleyenlerin, reformizme “yeni” kaymış bulunan eski devrimci güçleri böyle değerlendirmesi, küçük burjuva devrimciliğinin sınırlı ve güdük ilericiliğini ve her an reformizme evrim geçirebileceğini tanıtlar.
Devrimci proletarya hareketinin gerilediği bir dönemde, devrimci küçük burjuva partiler, burjuvazinin askeri ve ideolojik saldırılarından etkilenerek, yılgınlığa ve umutsuzluğa sürüklenmiştir. Bundan dolayı başlangıçta devrimci bir program ve strateji oluşturarak mücadeleye atılan bu hareketler toplumsal-politik süreç içerisinde reformizme çark etmiş, zaten sınırlı olan halkçı programlarından dahi vazgeçmişlerdir. Bunun sonucu olarak, bu partiler geniş emekçi yığınlardan koparak kendi toplumsal tabanını tahrip etme yoluna girmiştir. Kitleler ise burjuvazi yararına aldatılmış ve düzene karşı var olan tepkiler parlamentonun kanallarında eritilmiştir. Fakat kaçınılmaz olarak, yeni toplumsal yapının denediği her yerde yığınların, ekonomik, politik, kültürel ihtiyaçlarına yanıt verilememiş ve “yeniden silaha sarılan” çevrelerce de görüldüğü için bu güçler eklektik nitelik taşıyan bazı “eleştiriler” yapmaktadır. Bu tür “eleştiriler” esas olarak, emekçi yığınlarda bu “çözüme” karşı gelişen umutsuzluğu ve kuşkuyu bastırmak için yapılmaktadır. Ve bu durum devrimci hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Emperyalizmin, devrimci hareketleri reformize ederek boğma politikası “kimliğin tanınması”, “insan hakları”, “özerklik-federasyon” gibi sloganlar etrafında yürütülmektedir. Emperyalizm, ezilen ulusların ulusal dilinin, kültürünün gelişeceği koşulların oluşmasına ve hatta özerk-federatif rejimlerin kurulmasına tahammül edebilmektedir. Burjuvazinin ve emperyalizmin devlet iktidarına ve mülkiyetine karşı olmayan hareketler bu “çözüme” razı olmakta ve emperyalizme karşı mücadeleyi tasfiye etmektedir. Sözgelimi anti-emperyalizmin bir dönem simgesi olan Filistin topraklarında çözüm “özerk bölge”ye kadar gerilemiştir. Emperyalizmin ekonomik-politik hâkimiyeti yeni bir biçim altında devam etmektedir.
PKK, emperyalizmin devrimci hareketlere dayattığı platformu aşamamakta, bazı idari-yasal düzenlemelerle ulusal özgürlük sorununun çözüme kavuşacağını savunmaktadır. PKK’nın bu “ulusun birliği”, “federatif çözüm” sloganlarıyla yenilenen ideolojik-politik çizgisinin reformist özü, sistemici bir çözümün temel alındığını gösteren birçok olgu tarafından doğrulanmaktadır. Son olarak 12-13 Mart ’94’te Belçika’nın Brüksel kentinde gerçekleştirilen “Uluslararası Kuzey Kurdistan Konferansına Öcalan’ın sunduğu çözüm önerisi, PKK’nın ulusal sorunu genel devrim sorunundan ayırdığını, böylece ulusal sorunu bir anayasa sorununa indirgediğini göstermektedir. Bu öneri, olağanüstü halin, koruculuk sisteminin, kontrgerillanın dağıtılması, anayasada Kürtlerin varlığının kabul edilmesi, af ilan edilmesi, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün güvence altına alınması, Kürt politik partilerine yasal siyaset yürütme hakkının tanınması, ekonomi ve ticaretin canlandırılması vs. gibi sömürücü sistem sınırlarını aşamayan talepleri içermektedir. Söz konusu taleplerin “demokratik anayasa” dâhilinde gerçekleşeceği ve devrimci bir değişikliği ifade etmediği herkes tarafından görülebilecek bir durumdur. Bu “önerinin” taktik bir siyasetin ürünü olmadığı ve “stratejik bir program” olarak öngörüldüğü bizzat Öcalan tarafından özellikle vurgulanmıştır.
Oysa ulusal sorunun özü dün olduğu gibi bugün de, bağımlı milliyetlerin ya da sömürgelerin halk yığınlarının emperyalist sömürüye karşı savaşımıdır, sömürge ve ezilen halkların egemen ulus baskı ve sömürüsüne karşı mücadelesidir. Kürt ulusal sorunu da aynı öze, Kürt işçi ve yoksul köylülüğünün emperyalizme, Türk ve Kürt burjuvazisine karşı mücadelesi anlamını taşımaktadır. Öcalan’ın önerdiği türden “çözümlerin emperyalizminin egemenliği altında belirlendiği ve onunla zıtlık teşkil etmediği açıktır. Kürt halkının çıkarlarına uygun bir çözüm tutarlı bir antiemperyalist niteliğe sahip olmalıdır. Çünkü “emperyalizmin egemenliği altında, demokrasinin bütün talepleri, bir dizi devrim olmadan, bunları siyasi olarak gerçekleştirmek zordur veya tamamen imkânsızdır.” (Stalin)
PKK’nın “siyasi çözüm” kavramı altında netleştirdiği politik çizgisi burjuva sömürü sisteminde özde bir değişikliği içermeyen, asıl olarak Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisi ve emperyalizmle yeni bir ittifakına yol açacak bir niteliğe sahiptir.
KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN ÇIKMAZI VE SINIF MÜCADELESİ ÇİZGİSİ İZLEMENİN ZORUNLULUĞU
Ortadoğu, sınıf mücadelesi, çatışan ve çakışan çıkarlar açısından karmaşık olay ve ilişkilerin yaşandığı bir bölgedir. Bölgedeki petrol rezervleri her zaman emperyalistlerin iştahlarını kabartmış, özellikle “SB”nin yıkılmasından sonra bir belirsizlik ve istikrarsızlık ortamına girilmiş ve emperyalist pazar kavgası şiddetlenmiştir. Bölgedeki emperyalist plan ve çıkarlar açısından temel bileşenlerden biri olma özelliği taşıyan Kürt ulusal hareketi açısından ise durum daha karmaşıktır.
Kürt sorunu, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi içine alan ve Ortadoğu çapında geniş bir etkiye sahip olan bir nitelik taşımaktadır. Emperyalizm ve karşıdevrim cephesi bu durumu bilmekte ve özellikle Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi Kürt hareketlerini düzen sınırlan içinde tutmakta ve onu kullanmakta büyük deneyimlere sahiptir.
Kürdistan’ın çeşitli parçalarında ortaya çıkan hareketler özgün farklılıklar ve gelişme özellikleri taşımalarına rağmen, özünde burjuva-milliyetçi bir politik platforma sahipti. Kimilerinin küçümsenmeyecek başarılı devrimci bir geçmişi vardır. Irak KDP’si bu milliyetçi çizginin ve reformculuğun trajedisini ve çıkmazını en net biçimde ortaya koyan örgüttür. KDP ve sonradan kurulan YNK, neredeyse yarım yüzyıldır Irak gericiliğine karşı “silahlı mücadele” sürdürmüştür. KDP, “silahlı mücadele” konusunda PKK’dan daha uzun ve hatta kısmi “basanlarda” rol oynayan bir geçmişe sahiptir. KDP çizgisi ve geleneği, Kürdistan’da reformizmin ve işbirlikçiliğin en “saf” ifadesidir ve bunu incelemekte büyük bir yarar vardır.
Güney Kürdistan’da halkın mücadelesi köklü bir geçmişe sahiptir. Kürt halkı 1. Dünya Savaşıyla birlikte Osmanlı egemenliğine ve İngiliz işgaline karşı ulusal isyanlara girişti. Bu isyanlar başarısızlık ve yenilgiyle sonuçlandı.
1943 yılında Melle Mustafa Barzani, Barzan bölgesine gelerek aşiret peşmergeleriyle birlikte Irak rejimine karşı silahlı eylemlere başladı. Arap rejiminin katliamları halkta büyük bir mücadele isteği doğurmuştu.
Bu dönemde Güney’de pazar ilişkileri zayıftır ya da neredeyse yoktur, halkın isyanlarına aşiretler ve büyük topraklara sahip aileler önderlik etmektedir. Mücadele veren irili-ufaklı örgütler, Irak rejiminin saldırılarına karşı daha derli toplu olmak isteğiyle (Mahabat deneyiminin) bu isteği pekiştirmesiyle de birleşerek KDP’yi kurdu.
1947’de Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılmasıyla birlikte M. Mustafa Barzani yüzlerce peşmergesiyle birlikte Irak’tan kaçıp sosyalist SB’ye sığındı. Burada bir yılı aşkın bir süre kalan Barzani, 1958 Abdulkerim Kasım darbesinden sonra Irak’a döndü. Bu dönemde Irak’ta görece bir “özgürlük” ortamı oluşmuştu ve “Kürtlerin Irak devlet bütünlüğü içinde hakları tanınmıştır” şeklinde resmi açıklamalar yapılmıştı. Bu durumu olumlu niteleyen KDP, 9 Ocak 1960’da resmen kuruluş için Bağdat makamlarına başvurdu.
Irak rejimi kanlı saldırılarına 1961’de yeniden başladı. Böylece Irak rejiminin önceki tutumunun “taktik” bir tutum olduğu görüldü. KDP de rejime karşı silahlı eylemlerini yeniden başlattı.
Mart 1961’deki parti kongresinde “iç savaşa hemen başlanması gerektiğini” savunan C. Talabani ve çevresi, ayrı bir kanat oluşturdu. 1964’te Irak rejimi ile KDP arasında gerçekleşen antlaşma, Talabani ve KDP ilişkilerinin gerginleşmesine ve silahlı çatışmaların ortaya çıkmasına neden oldu.
11 Mart 1970’te KDP ile Irak rejimi arasında “Özerklik Anlaşması” imzalandı. “Toprak reformu”, “Kürtçenin resmi dil olarak kabulü”, “Kürdistan’daki devlet güçlerinin Kürtlerden seçilmesi” gibi reformların lafının edildiği anlaşmada, 1974’te Irak rejimi tarafından tek yanlı olarak bozuldu.
Irak gerici rejiminin saldırılarıyla eş zamanlı olarak ABD, KDP ile ilişkilerini zayıflattı. Bu olay KDP’nin neredeyse tasfiye olmasına yol açtı. KDP “teslimiyet” kararı aldı, Barzani ve ailesi bir kez daha ülke dışına İran’a kaçtı, binlerce KDP’li peşmerge Irak rejimine teslim oldu. Emperyalizmin yardımları ve desteği ile “mücadele” yürüten KDP emperyalizmin saldırısıyla yok olmuştu. Bu olay emperyalistlerle geliştirilen ilişkilerin mücadele açısından ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyordu.
Talabani, Kasım 1977’de Irak rejimine çağrı yaparak, “Özerklik Anlaşmasını uygularsa silahlı mücadelenin sona erdirileceği” çağrısını yaptı.
1979’da İran Devrimi’nden sonra İran, Bağdat’a karşı KDP’yi desteklemiştir. Bu bölge gerici devletlerin gerici çıkarları uğruna her zaman uyguladığı bir manevra idi. Burjuva gericiliği ve emperyalizmle bağlarını hiçbir zaman koparmayan Barzani tekrar ülkedeki direnişe katıldı.
1983’te KDP önderliğinde Kürt örgütlerinden PASOK, PKI, PSKI’nın yer aldığı CUD cephesi kuruldu. Aynı yıl, Güneyli Kürt örgütlerin hepsi birbiriyle çatışmalara girdi. Yine aynı yıl KDP ve PKK arasında ilk protokol imzalandı. Bir süre sonra KDP, Türk güvenlik güçlerinin sınır ötesi operasyonlarını gerekçe göstererek anlaşmayı tek taraflı olarak bozdu.
1988 yılında İran-Irak savaşı sona erdi ve Irak gericiliği Kürdistan’a saldırıya geçti. Yüz-binlerce Kürt emekçisi katledildi, 4500 köy yakıldı. Halepçe Katliamı, kimyasal silahlarla, tüm dünyanın gözleri önünde yapıldı.
Körfez Savaşı sonrasında ABD’nin planlanlarına bağlı olarak, Kürdistani Cephe öncülüğünde “Federe Devlet” kuruldu. “Federe devlet”in ilk görevi PKK şahsında Kürt halkının mücadelesine saldırmak oldu. Kürdistani Cephe ve PKK arasındaki çatışmalar bir süre sonra durdu ve “protokol” imzalandı.
KDP-YNK ve bugün de “Federe Devlet”in temsil ettiği işbirlikçi-reformcu siyasi çizgi, pazar ilişkilerinin zayıf olduğu, feodal-yarı feodal ilişkilerin ekonomiye ve kültüre damgasını vurduğu ve bu yüzden de burjuva-feodal önderliğin politik etkisinin geniş olduğu nesnel-toplumsal koşulların ürünüdür. Ekonomi ve üretim halkın ihtiyaçlarına yanıt verememekte, bölgedeki petrol kaynakları emperyalizmin tekelleri tarafından kullanılmaktadır. Ekonomik ve kültürel gerilik, KDP’nin bütünüyle emperyalizme ve bölge gericiliklerine muhtaç kalmasını sağlamaktadır. Kimi zaman PKK’nin uyguladığı “ambargo” açlık ve ölümlere yol açabilmektedir.
Kürdistan’ın her parçasındaki örgütler ve PKK, geçmişten bugüne Kürt işçi sınıfının ve emekçilerinin bağımsız sınıf örgütlenmesi isteği ve ihtiyacının üzerini, “ulusun birliği'” propagandasıyla örtmeye çalışmıştır. Aynı ve bir milliyetçi dünya görüşünün sonucu olan bü durum pratikte çeşitli bölgelerde farklı biçimlerde gerçekleşmektedir. Örneğin; KDP’nin Türkiye kolunun önderleri bağımsız devrimci bir sınıf çizgisi izlemedikleri halde ve ‘”sol” kanat önderleri denilen Hemze Abdullah ve Nejat Eziz, bizzat Barzani’nin kararıyla imha edilmişlerdir. Türkiye’de ise PKK, komünistlerin, işçi sınıfı ve yoksul köylülüğü devrimci temelde eğitme ve örgütleme çalışmasına engel olmaktadır.
“Ulusun Birliği”, “Yurtsever İşadamları Birliği” sloganları ile ortaya konulan PKK çizgisi sınıf çelişkilerinin üzerini örtmekte ve sınıf mücadelesini reddetmektedir. Kürdistan’da kapitalist ilişkilerin geliştiği, toplumun işçi sınıfı ve yoksul köylülük bir yanda, burjuvazi ve toprak ağaları bir yanda düşman kamplara ayrıldığı ve bir diğer yanda da ulusun patronları ve işçilerinin “birbirini anlamadığı” koşullarda, ulusun birliğinden söz etmek, sadece ulusun egemen sınıflarına hizmet edildiğini göstermektedir.
Emperyalistlerle geliştirilen ilişkilerin bir niteliği ve bedeli vardır. KDP’nin birkaç on yıl önce, emperyalizmle geliştirdiği ilişkiler “bugün” onun emperyalizme dayanak ve araç rolü olmasında ortaya koymaktadır. Kürt halkının haklı davasının böylesine ilerlediği bir dönemde emperyalist devletler, kurumlar nezdinde “ciddiye alınma” birincil bir kaygı olamaz.
Ulusal kurtuluş sorununu, emperyalizme karşı işçi ve emekçi yığınların “birliği” ve mücadelesi temelinde ele almamak, mücadeleyi eninde sonunda teslimiyet ve yenilgiye götürmektedir. Mücadele sürecinde ne kadar kan dökülürse dökülsün ve ne kadar insan savaştırılırsa savaştırılsın, bu durum değişmez.
PKK çizgisinin bir devamı olan son dönemdeki “diplomasi”, çeşitli ülkelerde yaşanan kötü diplomasiyi hatırlatmaktadır. Bu çalışma “Kürt sorununu uluslararası platforma taşıma” amacıyla başlatıldı ve bu açıdan başarı da kazandı. Fakat bu “başarı” halkın ve devrimin yararına değil, sistem içi reformcu çözümün gerçekleşmesi için “batılı demokratik güçlerin” sorunun tarafı olarak, Türk devletine baskıda bulunmalarına hizmet etmiştir.
Şu anda askeri operasyonlarla Kürt halkına karşı imha seferi düzenleyen diktatörlük, halkı aldatmak ve beklenti yaratmak için her malzemeyi kullanmaktadır. Demirel’in “Anayasal vatandaşlık”, Çiller’in “Kürtçe TV ve radyo” açıklamaları bunun göstergesidir. Türk üniversiteleri resmi-şoven politikayı “bilimsel tez” ile desteklemektedir. Profesör Doğu Ergil’in hazırladığı “alt kimlik-üst kimlik-etnik kimlik” teorisi bunlardan birisidir. Sermayenin bazı klikleri, sözgelimi TÜSİAD, savaşın yarattığı ekonomik çöküntünün ortadan kaldırılması için “siyasi çözüm”ü savunmaktadır. PKK ise tüm bu manevraları aslında olumlu bulmakta, fakat şu andaki “siyasi çözüm”lerin PKK’yı dıştalamasından dolayı biraz mesafeli durmaya çalışmaktadır. PKK, emperyalizmin ve Türkiye gericiliğinin “siyasi çözümü” karşısında kendi pratik hedeflerini de daraltmakta ve “kabul edilebilir” bir “siyasi çözüme” gerilemektedir.
KDP ve YNK ile aynı ideoloji ve politikayı paylaşan PKK’nin, zaman zaman bu örgütlere yaptığı sözde eleştiriler, her zaman güncel ve pragmatik çıkarlar üzerinden belirlenmiştir. Kimi dönem “hain-caşh”, kimi dönem ise “Kürt halkına büyük emeği geçmiştir” sözleriyle yapılan değerlendirmeler, bu tavrın ideolojik-sınıfsal bir tutuma dayanmadığını göstermektedir. PKK ile Kürdistani Cephe arasındaki silahlı çatışmalar da, bu durumu değiştirmemektedir. Bu çatışmalar ilk dönem “bağımsızlıkçı çizgiyle işbirlikçiliğin savaşımı” olarak değerlendirildiyse de sonradan ve esas olarak “bıra-kuji-kardeş kavgası” olarak nitelenmiştir. KDP’yi “kardeş” olarak gören bir politikanın kendisini ondan ayırmadığı ve aynı ve bir hareket olarak gördüğü kesindir. PKK-PSK protokolünü Talabani’yi yanına alarak açıklayan Öcalan, Oral Çahşlar’la yaptığı röportajda şunları söylemiştir;
“Biz gizli durumu resmileştirmeye çalıştık. Dikkat edilirse birçok görüşün arasında fazla fark yok. Ulusal sorun, Kürdistan statüsü, hedefleri hatta mücadelesi üzerine. Bu var olan birlikteliği protokolle meşrulaştırdık. Diğer birçok örgüte de aynı şeyi söyledim. Sizin görüşlerinizin önemli bir kısmına ben katılıyorum ve belgeye dökün ben imzalarım dedim… Yani yapay bir ayrılığı giderdik.”
PSK gibi, Türk egemen sınıflarıyla işbirliğini temel alan; KDP gibi, ABD’nin Kürt ulusal hareketi içindeki uzantısı ve ajanı olan bir ideoloji ve politikayla “ulusal sorun, Kürdistan statüsü, hedefleri, hatta mücadelesi üzerine” bir ve aynı görüşte olduklarını, ifade etmektedir.
Bu noktada, PKK’nın silahı bırakmamış olması ve çeşitli alanlarda “devrimci eylemler” gerçekleştirmesi yanıltıcı olmamalıdır. Zaman zaman yapılan “Gerilla barışın teminatıdır” gibi açıklamalar da önem taşımamaktadır. G. Kürdistan’da ve Filistin’de de ordu ve polis teşkilatında Kürtler ve Filistinliler yer almaktadır. Bu durum “barışı” güvence altına almadığı gibi “halk iktidarının” varlığına gerekçe olamaz. Bu durum sadece bu ülkelerde eski düzenin ve egemen sınıfların farklı biçimler altında halkı ezdiğini ve sömürdüğünü göstermektedir. Ayrıca salt “devrimci eylemler” ve “silahlı mücadele” ile devrimci olunamaz. Stalin bu konuda şunları söyler:
“Şu ya da bu partinin devrimci ya da reformcu karakterinin belirlenmesinde tayin edici olan tek başına devrimci eylemler değil ama parti tarafından girişilen ve yararlanılan bu eylemin siyasal hedefleri ve görevleridir. Birinci Duma’nın dağıtılmasından sonra Rus Menşevikler bilindiği gibi 1906 yılında genel grev hatta “silahlı ayaklanma” örgütlemeyi öneriyorlardı. Ama bu onların Menşevik kalmalarına hiç de engel olmadı. Çünkü bütün bunları o zaman niçin öneriyorlardı? Elbette çarlığı paramparça etmek ve devrimin tam zaferini örgütlemek için değil. Ama reformlar koparmak, anayasayı genişletmek, “iyileştirilmiş” bir Duma toplamak amacıyla Çarlık hükümeti üzerinde bir baskıda bulunmak için. İktidar egemen sınıfın elinde kalırken, eski düzenin reformdan geçirilmesi için ‘devrimci eylemler’; bu anayasal yoldur. Eski düzeni yıkmak için, egemen sınıfı devirmek için ‘devrimci eylemler’- bu başka bir şeydir- devrimci yoldur… Burada temel bir fark vardır.”
Bugün PKK’nın gerçekleştirdiği silahlı saldırı, kitle gösterileri parlamenter-diplomatik vs. mücadele biçimleri, ulusal özgürlük ve devrim hedefine bağlanmamıştır. Bu tür mücadele biçimleri, diktatörlüğe darbe vurmakta ve objektif olarak bir rol oynamaktadır. Fakat bütün ülkelerin ulusal ve sosyal mücadelelerinin tarihi de göstermektedir ki, burjuva iktidarının varlığı koşullarında devrimi hedeflemeyen taktik plan ve politikalar kaçınılmaz olarak, bu iktidarın sağlamlaşmasının aracına dönüşür.
Ulusal hareketleri devrimci ve reformcu olarak ayıran Marksistler şu tutumu benimser:
“Sömürge ülkelerin burjuva kurtuluş hareketlerini, ancak bu hareketler gerçekten devrimci oldukları takdirde, bu hareketlerin temsilcileri, o ülkelerdeki köylülüğü ve geniş sömürülen yığınları devrimci bir ruhla eğitmemize ve örgütlememize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz.” (LENİN)
Eylül 1994