1936–39 İspanya iç savaşı üzerine düşünceler

“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor; komünizm hayaleti.” cümlesi, Karl Marx ve Friedrich Engelsin 1847 Manifestosu’nun ilk cümlesidir. Bugün, 150 yıl sonra, bu cümle, anlamını yeniden kazanıyor. Şunu da eklemek lazım ki: bu “hayalet” sadece Avrupa’da değil, ama dünyanın her tarafında, kapitalizmi ve onun en son aşaması olan emperyalizmi sarsarak dolaşıyor.

Son birkaç yıldır, dünya gericiliği, görülmemiş bir antikomünizm kampanyası başlattı. Gericilik bu saldırısını, zavallı bir duruma düşmüş eski komünist partilerine, SSCB’nin (Lenin, Stalin, Kalinin, Makarenko, Mayakovski ve Eisenstein’ların büyük devrim ülkesi) başını çektiği sosyalist kampın dağılmasına ve Arnavutluk’u (Enver Hoca, Mehmet Sheku, Avshim, Voyhi, Teni Kono vb.’lerin ülkesi) Ortaçağ karanlığına götüren bazı yöneticilerin ihanetine dayanıyor. Gerici kampanya her yolu deniyor. Hatta tarihi tersyüz ederek, kapitalizmin şu veya bu modelinin (en son olarak neoliberalizmin) istemi olarak sunuyor. Gericilik; insanları da, kendisini de; komünizmin geleceği olmadığına, başarısız olduğu için bittiğine, bir ütopya olduğuna ve öyle de kalacağına, çözümsüz olduğuna inandırmaya çalışıyor.

Her türden revizyonist, reformist, oportünist akım burjuvazinin rolünü oynamaya soyunuyor. Bunlar arasında, bazılarının oynadıkları rolün farkında olmadıklarını farz edelim. Bunlara, Bertolt Brecht’in su sözlerini hatırlatalım: “Hayvan önce birilerini parçalar, daha sonra komşu mahalledekilerini, komşu sokaktakilerini… Sana doğru gelince, sessiz kaldığın için korumada olduğunu sandığın kendin, kendi durumunu diğerlerine izah edip, harekete geçene kadar çok geç olabilir…”

Emperyalizm, komünizme karşı kampanyasına aralıksız devam ediyor. Neden? Komünizm gerçekten öldüğü için mi? Eğer komünizmin öldüğü doğru ise, o halde, hu anti-komünist furya neden? Demek ki bunlar bir şeylerden korkuyorlar. Bunlar, eski partiler tarafından ihanete uğrayan, ama komünizm ideallerini savunan ve kendilerini bu yönde eğiten yeni partilerden ve içinde yaşadığımız dünyayı reddeden kitlelerden korkuyorlar. Daha çok da kapitalist değerleri sorgulayan, mücadeleye talip olan gençlerden korkuyorlar. Büyük şair Nâzım Hikmet’in şu sözlerini hiç unutmayalım: “En büyük özgürlük, mücadele edebilmektir.” diyor.

Burjuvazi korkuyor. Burjuvazinin, bütün imkânlarını kullanarak “komünizm hayaletine” karşı savaşması, bu nedenden ötürüdür. Ve bu savaşta burjuvaziye hizmet sunanların başında, her türden oportünist ve ihanetçiler geliyor. Böylece, kendilerine “sol” diyen, ama komünist düşüncelere ve mücadelesine saldıranları görüyoruz. Bunlar, Buharin’den Lenin’in sevgili dostu olarak bahsederler ama Lenin’in hu şahıs hakkındaki eleştirilerini anmazlar. Ya da Troçki’den bahsederken yine Lenin’in onun hakkında şunları söylediğini açıklamazlar: “Troçki prensipsiz olduğu için, onunla prensipten bahsetmek mümkün değildir.” ya da “Tasfiyecilerin özel bir yapıları var, bunlar Marksist değil, liberaldirler. Troçki’nin ise hiçbir zaman kendisine has karakteri olmadı. Marksistler ve liberaller arasında salınıp durdu ve tumturaklı laflar söyledi.”

Bu saldırı kervanına son olarak da, iyi bir sinemacı olan Ken Loach, 1936–39 İspanya savaşı üzerine çektiği bir filmle katıldı. Bu sanatçı, “Toprak ve Özgürlük” (Bu film Türkiye’de Ülke ve Özgürlük adıyla gösterilmiştir.) filminde tüm anti-komünist maharetlerini sergilemiş. Kendisi Andres Nin’in rolünü oynuyor. Filmin konusu gerçek, ama içeriği boşaltılmış. Bu filmle Ken Loach, kendisinin sadece iyi bir yönetmen olmadığını ortaya koymakla kalmıyor, büyük bir tahrifatçı olduğunu da ispatlıyor. Tıpkı, anti-Stalinizmi meslek edinmiş aydınlar gibi. Bunlar, komünist kahramana karsı yürüttükleri saldırıları kanıtlamak için her şeye başvuruyorlar. Evet, bunlar; gerici ve anti-komünist gerekçeleri ile haklıdırlar.

Biz İspanya’da, zehirin ağızla öldüğünü söyleriz. Ken Loach, konuyu izah ederken, kendi tabiatını sergiliyor. Haziran ’95’te, İspanyol gazetesi “Iniciatine Socialista”da yaptığı açıklamaları, Troçkist İsviçre gazetesi “Solidarite”de yayınladı. Yaptığı açıklamada şunları söylüyor: “Ben filmi daha çok çatışmaların önemli aylarına sıkıştırdım. Yani sadece faşizmi yenmek değil, ama hareketi önemli bir sıçrama sağlamaya denk düşen döneme sıkıştırdım. Hareketin neden başarısızlıkla sonuçlandığını anlamak gerekirdi. Seçim yapmak gerekiyordu… David’in Komünist Partisi üyesi olarak ‘siyasi bir yolculuk yapıp’ ve sonra, Stalinizmi keşfetmesi gerekirdi… Bunu yapmak için de bilimsel bir yöntemden kaçmak gerekirdi. David, karmaşık bir kişiliğe sahiptir…”

İşte Loach’ın fikirleri. Her şeyin mümkün olduğu dönem derken; anarko-Troçkistlerin Barselona darbesi, ya da ileri bir sıçramadan bahsederken ya o dönemin İspanyası’ndan bihaberdi ya da kendisi hayâsız bir anti-komünist. Bu tür insanlar, bir şeyleri analiz etme yerine, daha çok; gerçekleri kafalarındakine uydurmaya çalışıyorlar. Bu yöntem oportünistlerin tipik yöntemidir.

İspanya savaşı üzerine tonlarca kitap yazıldı, dokümanlar oluşturuldu ve tanıklar var. İspanyol olduğu kadar yabancı “Marksistler” de halka karşı, İtalyanların ve Almanların (Salazar’ın Franco’ya yardım amacıyla gönderdiği insanlardan daha az bahsediliyor) güçlü müdahalesini, faşizmin korkunç katliamlarını teşhir eden, şahsiyetler ve halk üzerine, küçük öykülerin yüzlercesini yazdı. Bu yazılanlar ise bilimsel ve diyalektik analizden uzak ve yüzeyseldirler. Ben, İspanya savaşı üzerine gerçek bir Marksist analizin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Burada, Fransız tarihçisi Pierre Vilar’ın (“İspanya Savaşı”, 1986, Paris), sorunu diyalektik bir yaklaşımla ele alan çalışmasını hatırlatmak gerekir.

İspanya savaşı üzerine yazanlar’ arasında Troçkistler de var. Bunlar, Pierre Broue, Emile Temine, Joaquin Maurin… Hepsi de anti-Stalinist. Olayları saptıran ve Troçkist parti olan POUM’un karşı-devrime tutumunu perdeliyorlar. Bu konuda yazan “nötr”, “somut” araştırmacı üçüncü bir grup ise Hugh Thomas gibilerinden oluşuyor. Bunlar çokça bilgi veriyorlar, ama görüşleri burjuva ya da küçük burjuvadır. Materyalist ve diyalektik analizden de uzaktırlar.

Tabii ki bunların yanında, faşist yazarlar da var. Fakat faşistlerin, tarihi nasıl yazdıkları bilinen bir şey.

Bunların yanı sıra, Komünist Partisi’nin yaşlı kadroları tarafından yapılan “analizler” de var. Bunlar, kendi yazılarını kendileri revize ettiler ve görüşlerini değiştirdiler. Mesela Stalin konusunda oynadıkları oyun, sonuçta gericiliğe hizmet ediyor.

Herkes, İspanya savaşını, kendi ideolojik ve siyasi kalıbına uyduruyor. Anti-komünistlere göre, İspanya savaşı, Stalin’e oyun yapan, “toplumsal devrimi” frenlemek için politikasını dayatan Komünist Partisi yüzünden kaybedilmiş. Söz konusu revizyonistler için (Carrillo, Claudin, Pasionaria ve diğerleri) İspanya savaşının kaybedilmesi bir kaderdi. Çünkü uluslararası güç ilişkileri, İspanya cumhuriyetinin aleyhineydi. Çünkü ittifak güçleri, yani küçük burjuvazinin ve anarşistlerin ileri kesimleri, o dönem mücadelenin gidişatını anlayamadılar ve ihanet ettiler. Bu burjuva açıklamalar açıkça, komünistlerin başını çektiği, kahraman, halk mücadelesini çarpıtıyorlar.

Biz kısaca, cumhuriyetçilerin yenilgisinin ulusal ve uluslararası nedenlerinin olduğunu düşünüyoruz.

Ulusal nedenler:

Savaştan önce, savaş ve halk cephesi, işçi sınıfı ve onun partisi tarafından değil, küçük burjuvazi tarafından yönlendirildi.

Komünist Partisi, Halk Cephesi içerisinde, birlik ve birliğin gelişmesi konusunda dural bir anlayışa sahipti. Bu hata, savaş boyunca ortaya çıkan karmaşık siyasi durumları doğru bir temelde tahlil etmeyi engelledi.

Savaşın niteliğine uygun askeri taktik saptanmamıştı. Mesela, İspanyol halkının kahraman geleneğinde bulunan gerilla hareketi oluşturulmadı. Bu siyasi ve askeri hata, savaşın en kritik döneminde, ülkenin dört bir yanında, özellikle faşistler tarafından işgal edilen bölgelerde, işçi ve halk kitlelerini harekele geçirmeyi engellemiş ve olumsuz bir rol oynamıştır.

Uluslararası planda ise:

– Avrupa’nın her tarafında faşizmin yükselişi.

– Kapitalist Avrupa ülkelerinin ve Birleşik Amerika’nın İspanyol faşistlerine yaptığı destek. “Müdahale etmeme” adı altında İspanyol cumhuriyetine yapılan boykot.

“Müdahale etmeme” politikası, Hitler ve Mussolini’ye, savaşa müdahale etme serbestliğini kazandırdı. Tüm bu faktörler, İspanyol halkının kahramanca direnmesine rağmen, yenilgisine neden oldu. Bu konulara ayrı ayrı değinmek, makaleyi uzun kılacağından, biz, özetlemeye çalışalım.

 

FAŞİST AYAKLANMADAN ÖNCE, İSPANYA’DAKİ DURUM

Her şeyden önce, ne Troçkistlerin ve ne de sağcıların yapmadığını yapmak, İspanya savaşının niteliğini hesaba katmak gerekir. 1936 seçimleri, büyük halk zaferi ile sonuçlandı. Çeşitli mücadelelerle -1934 yılında Asturies madencilerinin başkaldırıları gibi- önemli birlikler oluşturuldu. Halk Cephesi’nin oluşumunu ve zaferini sağlayan proletarya; köylülük ve küçük burjuvazide bir bilinç oluşturdu.

Tarım ülkesi olan 1931 İspanyası’nda toprak, henüz büyük toprak sahiplerinin elindeydi. 13 Nisan seçim kampanyasında (14’ünde monarşi kovuldu) küçük burjuva partileri, sosyalistler, komünistler vb.leri “toprak reformu”nu işlediler. Fakat seçimlerden iki yıl sonra (1933) “toprak reformu” gülünç ve çekingen bir şekilde hayata geçirildi. Mesela, 9 bin aile 100.000 hektardan daha az toprak sahibi olurken, Medinaceli dukası, tek başına, 79 bin hektara sahipti. Yoksulluk ve işçilere yönelik baskılar had safhadaydı. Ocak 1933’te Casas, Viejas bölgelerindeki tarım işçileri başkaldırdılar, buğday ve yiyecek maddelerini ele geçirmek için mağazaları yağmaladılar.

Halkın başkaldırısından korkan cumhuriyetçi hükümet (o dönem sosyal demokrasi hükümeti idi) göstericilere karşı zor kullandı. Sonuçta, çoğu kadın olmak üzere 21 kişi öldü. 12 kişi, meydanda yargısız infaz edildi.

Sanayi proletaryası henüz cılız ve dağınıktı (Bilbao ve Barselona madenleri hariç).Örgütlemelerdeki zorluklara rağmen, grevler peş peşe birbirini izliyordu.

Ekim 1934’te, gerici-sağcı hükümet işbaşında iken, sol partiler (komünistler, sosyalistler ve anarşistler) genel grev ilan ettiler. Maden bölgesi olan Asturies’de grev, devrimci başkaldırıya dönüştü. Hükümet, yabancı paralı askerleri, grevcilerin üzerine yolladı. Binlerce işçi öldürüldü. Bu yabancı askerler, General Franco tarafından yönlendiriliyordu. Cezaevleri dolduruldu, insanlar katledildi.

O dönemde, Dimitrov tarafından yönetilen Komünist Enternasyonal’in direktiflerini hayata geçiren komünistlerin de içinde bulunduğu Halk Cephesi, seçimleri kazandı

Halk Cephesi’nin karşısında mali oligarşi, ordu ve kilise tarafından desteklenen büyük toprak sahipleri bulunuyordu. Gerici-sağcı güçler birleşmişti. Falanj (Mussolini’den esinlenerek kurulan faşist parti) militanlarından oluşan terörist gruplar (Hitlerci ideolojiye sahip burjuva gangsterler) saldırgan eylemlerde bulunuyorlardı.

Seçimlerden sonra kurulan hükümet, gericilerden siyasi iktidarı koparıp almıştı ancak ekonomik iktidara dokunulmamıştı. Gericiliğin kadroları hâlâ kilit mevkilerde bulunuyordu, ordu gerici generaller tarafından yönlendiriliyordu ve hâkimler büyük burjuvazi tarafından kullanılıyordu.

Bu dönem, gericiliğin ve ordunun başkaldırdığı, Temmuz 1930 dönemiydi. Bu önemlidir. Çünkü Halk Cephesi ve demokratik hükümete karşı faşist başkaldırı, İspanya devriminde bir dönemeç noktasıdır. Ülkemizdeki devrim -zaten İspanya’da hiç gerçekleşmeyen burjuva demokratik devriminden ayrılıyor ve- dünya sosyalist devriminin bir parçası haline geliyor.

Faşist başkaldırının birkaç saat içerisinde iktidarı ele geçirme hesabı vardı, ama komünistlerin başını çektiği halk birliklerinin garnizonlarda ele geçirdikleri silahlarla, bazen de silahsız direnişi, faşistlerin oyununu bozdu. Komünist Partisi, gericiliğe karşı, Halk Cephesi’ni birleştirmek için mücadele etti ve o sorumluluğu taşıdı. Bu tutumuyla da doğru yoldaydı. Çünkü İspanya gericiliğine ve onun uluslararası ittifak güçlerine (Alman, İtalyan, Portekiz, İngiliz, Fransız) karşı, bütün devrimci halk güçlerinin birliğini oluşturmak gerekirdi.

Faşist darbe döneminde iktidar organlarının % 90’ı faşistlerle uzlaştılar. Küçük burjuvazi cılız olmasına rağmen, halk silahlanarak devlet yönetimini ele geçirmişti. Faşist saldırıya karşı, Halk Cephesi’ni güçlendirme politikası, doğru bir tutumdu. Parti o dönemde, doğru çizgisi, kadro ve militanlarının kahramanlığıyla büyük prestij kazandı. Parti, örgütleyici yeteneği, yeni durum karşısında hemen tutum alması, savaşı yönetmesi ve başarı elde etmesiyle sınıf düşmanlarının (cumhuriyetçiler de dâhil) tepkisini aldı.

Bütün savaş döneminde, özellikle ilk dönemlerde iktidar, cumhuriyetçiler tarafından paylaşılmıştı. Her partinin bölgelere göre yönetim organları vardı. Toplumsal ve politik alanlarda değişik biçim ve uygulamalar vardı. Bu durum, zarar vericiydi. Ve belirtmek gerekir ki; Komünist Partisi de, faşizme karşı kitle mücadelesini iyi kanalize etmeyi başaramadı. Burada çelişkili bir durum vardı; bir tarafta, Cephe ve hükümetin ihtiyaçları, öte tarafta, grup ve sınıf çıkarları mevcuttu. Parti, bu çelişkiyi çözmesini bilmedi. Silahlı halk, yeni mevziler ele geçiriyordu, ama bölünmüşlük ve reformistlerin etkisi, bu kazanılmış organların küçük burjuvazinin eline geçmesine yol açıyordu.

Birçok bölgede, cumhuriyetçi küçük burjuvazi ve burjuvazinin adaletsizlik, yeteneksizlik ve bazen de ihanetine karşın, devrimci halk komiteleri kurulmuştu.

İşte, bu komiteleri geliştirmek, dönüştürmek ve geniş destek vermek gerekirdi. Burjuva “eşitlikçiliği” kaygısıyla, bu gerçekleştirilmedi. Çünkü parti, savaşla birlikte aşınmış organlara takıldı. Hâlbuki Komünist Partisi’nin Madrid’i savunma deneyimi vardı. Yani, hükümetten “emir” almadan, önlemini almalıydı. Mesela, Madrid, yabancı paralı askerlerden (Faslı ve gönüllü İtalyanlar) oluşan Francocular tarafından tehdit edilirken, parti, kadrolarıyla “Madrid’i Savunma Juntası”nı ve 5. Tugayı kurdu. Bu güçler, komünistler tarafından yönlendirilen gönüllülerden oluşuyordu. Madrid iyi direndi. Halk, Francocu askerleri başkente sokmadı. Üç yıl boyunca, “No Pasaran ” (Geçit Yok) şiarıyla yürütülen mücadele, dünyanın hayranlığını kazanarak gerçek bir kahramanlığa dönüştü. Savaşın ilk günlerinde, Madrid’e sürekli anılacak, enternasyonal tugaylardan oluşan, ilk gönüllü özgürlük grubu geldi. Bu grup, Alman komünistlerden oluşmuştu. Kahramanca savaştılar. Önderleri Hans Blaimer, Madrid’de savaş alanında katledildi.

Partinin, Madrid’i Savunma Juntası’nı oluşturması, bağlaşıklarının ne düşündüğü kaygısına kapılmadan aldığı doğru bir karardı. Bu karar, faşistlerin ilk bozgununa neden oldu. Komünist Partisi, diğer politik güçlerin çekingenlik ve korkaklığına karşın, halk ordusunu temsilen (Quinto rejimento) 5. Tugayı ve ilk halk iktidarını temsilen de, savunma juntasını kurdu.

Fakat bunu genelleştirmeyi başaramadı. Parti, kendisini burjuva “eşitlikçiliğine” tabi kıldı.

 

TROÇKİSTLER:

Ken Loach’ın filmi, kendisinin de dediği gibi: “Atılım yapmak için… her şey mümkündü” ve “neden hareket yenilgiyle sonuçlandı.” Filmdeki belirsiz tipine göre de, durumu soyutlamaya çalışıyor, somut bir durumu genel durumdan ayırıyor. Kendi niyetleri dışındaki her şeyi, tüm koşulları yok sayıyor. Onun gönlünde yatan tutum, Andres Nin’in 1937’de anarko-Troçkist darbesinde açığa çıkan tutumun ta kendisidir.

Troçkistlerin İspanya’da ulusal ölçüde bir gücünden söz edilemezdi. Onlar daha çok, Katalonya’da ve özellikle de Barselona’da güçlendi. Kendi denetimlerinde ‘devrimci” komiteler kurmuşlardı. Troçkistler, faşizme karşı direnmek için, Halk Cephesi etrafında birliğin zorunlu olduğunu düşünen gerçek devrimci güçlere ve Halk Cephesi hükümetine karşılardı. Troçkist gruplar yer yer anarşist gruplarla birleşiyorlardı. Söz konusu anarşist gruplar, kendi yönetimlerine karşı bile muhalefet ediyorlardı. Bunlar, yaşanmakta olan süreci atlayarak ve savaşı da başkalarına bırakarak, doğrudan devrim yapma hayali kuruyorlardı.

Nisan 1937’ye gelindiğinde, Troçkist gruplarla Halk Cephesi hükümeti arasında ipler iyice gerilmişti. 3 Mayıs’ta Katalonya otonom hükümet temsilcisi, PTT merkezine giderken (merkez, anarşistler tarafından kontrol ediliyordu) CNT (Anarşisi Sendika Merkezi) milislerinin silahlı saldırısına uğradı. Bu saldırı, Halk Cephesi faşizmle savaş halinde iken, Troçkist ve anarşistlerin, hükümete karşı hazırladıkları darbenin sinyalini veriyordu.

Barselona sokaklarında, Troçkistlerle anarşistlerin bir bölümüyle ve aynı zamanda Halk Cephesi ile çatışmalar, 7 Mayıs’a kadar devam etti. 7 Mayıs’ta, Andres Nin’in de içinde yer aldığı Troçkist yöneticiler, kan akmasını durdurmak için, bir anlaşma imzaladılar. Şunu da belirtmek gerekir ki; Troçkist ve anarşistler, darbe döneminde, kendi adamlarını Cephe’den çekip Barselona’ya getirdiler. Bu da, faşistlere daha fazla mevzi kazandırdı. Daha sonra, Troçkist yöneticilerin, darbeyi hazırlamak için Francocu ajanlarla işbirliği yapan hainler gibi maskeleri düşürüldü. Bu, belgelerle ispatlandı. O dönem, Alman gizli dokümanları içerisinde bulunan bu belgeler Nazilerin bozgunundan sonra, Alman hükümeti tarafından açıklandı. Alman Büyükelçiliği’nin, Herr Fautel’in Salamanca’ya (Franco Hükümeti’nin merkezi yeri) gönderdiği mektupta, Franco’nun kendisine, “Barselona’daki çatışmaların, ajanları tarafından başlatılıp organize edildiği” şeklinde bilgi verdiğini yazıyor.

Nin’in ölümü ile ilgili çeşitli söylentiler var. Troçkistlere göre GPU (Sovyet Gizli Servisi) tarafından sorguya çekilip öldürülmüş. Fakat bunu hiç kimse ispatlayamadı. Çünkü, spekülasyon dışında hiçbir kanıta dayanmıyor. Ken Loach da, sorunun özünü gizleyerek, İspanya savaşının Stalinistler tarafından kaybedildiği sonucunu çıkarıyor. Ve bu trajedinin nedenlerini, çeşitli faktörleri hesaba katmadan yapıyor. Loach ve Troçkistler için anti-komünistliğin de, gericiliğin de tek sorumluları Stalinistlerdir. Burjuvazi kendisini hizmet verenlerle çevreliyor. O, kendilerini halktan sayan “aydınlar”ın hizmetinden faydalanmasını biliyor. Bu aydınlar da kendilerini demokrasi, hatta sosyalizm yanlısı gösterip, kirli görevlerini yerlerine getiriyorlar.

(Mesela o günlerde, İngiliz yazar “sosyalist” Orwell’in, İngiliz polisinin hizmetinde, anti-komünist bir ajan olduğu açığa çıktı.)

 

ABD’NİN SAVAŞ DÖNEMİNDE FRANCO’YA SUNDUĞU DESTEK

ABD emperyalizminin İspanya’ya ekonomik girişi, ’20’li yıllara dayanır. İlk önceleri Standart Oil’e bağlı petrol, benzin ve gazla ilgili her şeyi kontrol eden Comprafler yerleşti. Daha sonra. Morgan grubunun İTT tarafından otomatik telefonun kontrol ve yerleşimi oldu (bu kontrol ‘70’li yıllara kadar devam etti). 1931’de son monarşist hükümet döneminde Morgan bankası 60 milyon dolar kredi vermişti. 14 Nisan 1931’de cumhuriyetin ilan edildiği dönemde, Morgan grubunun İspanya’da fevkalade geniş yetkisi vardı. Cumhuriyeti başarısız kılmak için, EEUU hükümetlerinin desteğiyle peseta’ya karşı bir saldırı başlattı. İspanyol Hükümeti bu manevraya karşı, Fransa’ya 300 milyon peseta altın ihraç etmek zorunda kaldı.

1935’te Texaco Co (Standart Oil’e bağlı), petrol satmak için İspanyol cumhuriyetiyle kontrat imzalamıştı. Faşist başkaldırı başladığında Temmuz 1936’da İspanya’ya doğru 5 büyük petrol gemisi geliyordu.

T. Lieber, Texaco’nun başkanı, Franco’nun bulunduğu yere, Burgos’a, cumhuriyet tarafından parası ödenmiş petrolü teslim etmek için gidiyordu. Bu vesileyle Texaco, kendi hükümetinin onayı ile faşistlerin lojistik destek problemini hallediyordu.

EEUU tarafından yayınlanan bilgiye göre, savaş döneminde, Texaco, Franco’ya şu miktarda mal verdi:

1936: 344.000 ton, 1937: 420.000 ton, 1938: 478.000 ton. 1939: 624.000 ton petrol.

Bu mallar, Port Arthur rafinerisinden geliyordu. EEUU işçilerinin boykotunu önlemek için de, gönderilen mallar; Fransa’ya ya da diğer ülkelere gönderiliyormuş gibi kamufle ediliyordu. Franco’nun, T. Lieber’e dönemin en büyük İspanyol nişanını vermesi bir rastlantı değildir.

ABD Hükümeti’nin ikiyüzlülüğüne de değinmek gerekir. Savaş döneminde bir yandan “tarafsız” olduğunu açıklıyor, öte taraftan cumhuriyete karşı faşistleri destekliyordu. 1936 sonunda Roosevelt, İspanya’ya petrol, silah ve lojistik materyal gönderilmesini yasaklayan bir yasa çıkardı. Yasak, cumhuriyet hükümetine karşı bir çeşit ambargoydu ve bu tavır, Franco’nun işine geliyordu. Bu yasa: Texaco ya da Compagnie Studebaker, Ford ve General Motors’un faşistlere 12.000 komisyon kredi vermesini engellemedi tabii. Roosevelt’in bu “ilerici” yasası, Standart Oil’in yöneticisi, Middleton’un, Burgos’a yerleşip, Franco’nun yanında Yankee’nin gizli elçiliğini yapmasını engellemedi. Mr. Bowers, -cumhuriyetin ABD resmi elçisi- açıkça şunları söylüyordu: “‘Müdahale etmeme komitemiz ve Roosevelt’in çıkardığı yasa, merkezin (faşist-nazi) İspanyol demokrasisinin üzerindeki zaferine büyük yardımı olmuştur.” Bugünkü İspanyol Hükümeti Başkanı Manuel Aznar’ın babası, Francocu tarihçinin sözleri ise daha açık: “La Texaco, hareketimizin gidişatını fevkalade anladı. Franco Hükümetinin ihtiyaçlarını kendisine sattı. Para ödemeye gelince de kolaylık sağlıyordu. Bu yardım vesilesiyle, hava kuvvetleri akaryakıt sorununu çözdü. Yardım, aralıksız devam etti (100 milyon litre akaryakıt kullanmıştı). “

ABD emperyalizminin, cumhuriyet hükümetine silah ve malzeme satışını engellemesi ve diğer hükümetlerin de aynı şeyi yapmaları, ama öte tarafta, İspanyol halkına karşı kullanılmak üzere Almanya ve İtalya’ya bomba satışları “kanuni” idi. Cumhuriyet yetkilileri, Barselona üzerine İtalyanlar tarafından atılan bombaların EEUU tarafından yapılan bombalar okluğunu açıklayınca, Roosevelt’in verdiği cevap su oldu: “ABD tarafından yapılan bombaların, Franco tarafından Barselona’ya atıldığını duydum. Mümkündür… Belki Alman hükümeti veya Alman şirketlerine, yasal olarak sattığımız bombalardı ve onlar da Franco güçlerine göndermişlerdir.” (21 Nisan 1938’de Washington’da düzenlenen uluslararası basın toplantısında yapılan konuşma).

Ayrıca Amerikan kiliselerinin oynadıkları rolden de bahsetmek gerekir. Franco yanlısı Karolina Spellman, Franco hakkında şunları söylüyordu: “Zeki, ciddi ve samimi.” Ve faşist papaz Couglin’le birlikte. “Milliyetçi İspanya ve Kuzey Amerika Birliği”ni kurdu. Sadece EEUU’da değil, ama papaz sınıfı ve Papa’yla ilişkilerini kullanarak Avrupa’da da çok aktif davrandı. EEUU’nun İspanyol cumhuriyetine karşı oynadığı rol çok açık. Ama, ABD halkından ve aydınlarından gerçek dostlarımızın da olduğunu belirtmek gerekir. Bu dostlarımızın çoğu, İspanya’ya gelerek Franco’ya karşı savaştılar. Burada ölenler oldu. Ülkelerine dönerken, sırf halkı ve özgürlük için savaştıklarından dolayı “cinayet” suçundan hapis yatan oldu. ABD’den gelen savaşçıları (2.800 kişiden oluşan birçok tugayın ve Kanada’dan gelen 1.000 kişiyi) hiçbir zaman unutmayacağız (Tarihçi Hugh Thomas’ın, “İspanya’da İç Savaş” kitabında verdiği bilgiler).

 

SSCB’NİN İSPANYOL CUMHURİYETİNE YAPTIĞI YARDIMLAR

Bazı insanlar, cesaret edip SSCB’nin cumhuriyete yeterince yardım etmediğini söyleyebiliyorlar. Bununla da yetinmeyip, savaşın SSCB yüzünden kaybedildiğini iddia ediyorlar. Bu düşüncede ısrarlı olanlar da, özellikle Troçkistler. Her şeyde olduğu gibi olayları tahrif edip, yaptıkları “analizleri” haklı çıkarıyorlar. Ama gerçekler de acı olur.

Stalin, 1936’da yolladığı bir telgrafta, İspanya Savaşı’na verdiği öneme değiniyordu: “İspanya’yı gerici faşist baskıdan kurtarmak, sadece İspanyolların meselesi değildir. Bu mesele, tüm ilerici insanlığın meselesidir.” Bu düşünce, savaş boyunca hayat buldu. Stalin önderliğindeki SSCB’nin yardımı cömertçe ve enternasyonalistçeydi. İşçilere, kitlelere ve aydınlara yapılan yardım sadece malzeme yardımı değildi, ama moral olarak da yardım edildi. Bu gerçek: anti-komünist, sağcı sosyalist İndalecio Prieto tarafından bile kabul ediliyor. Prieto şunları söylüyor: “Sovyetler Birliği, mümkün olduğunca İspanya’ya yardım etti. Cumhuriyetin doğal hükümetinin zaferi için verebileceği yardımı verdi. Ama diğer demokratik Avrupa ülkeleri, hatta sosyalist partilerin etkinliğinde olanlar dahi, ya çok sınırlı yardım ettiler ya da savaş malzemelerini almamızı bile engellediler.” Aynı dönemin Cumhuriyetçi Birlik Partisi (küçük burjuva) genel sekreteri ve parlamento başkanı şunları söylüyordu: “SSCB’nin yardımı olmaksızın, bugünkü cumhuriyetimiz olmazdı.” Hemen savaşın ilk günlerinde, SBKP, Sovyet sendikaları ve işçiler, İspanyol halkına desteklerini sundular. Sendikalar, “İspanya Cumhuriyeti’ne Yardım” adı altında devlet bankasında hesap açtılar. Savaş, 18 Temmuz 1936’da başladı. Ağustos ayında, yeni açılan hesaptaki para miktarı, 12.145.000 rubleydi. Aynı yılın Ekim ayında 47.595.000. Aralık ayında ise 58.000.000 ruble olmuştu.

Bu miktar, Sovyet halkının verdiği yardımın önemini gösteriyor. Öte tarafta, SBKP ve Stalin tarafından yönetilen Sovyet devleti, hemen materyal göndermeye başladı. Eylül 1936’da, Odessa limanında Neva, Kavan, Zyrianin ve Turksib gemileri İspanya’ya hareket ettiler.Gemilere yüklenen malzemeler ise şunlardı: 1.000 ton yağ, 4.200 ton şeker, 7.000 ton buğday, 3.500 ton un, 2.000 ton balık. 300 ton domuz yağı, 2.000.000 kutu konserve, 1.250.000 kutu süt, 100.000 paket yumurta. Bütün savaş boyunca da bu yardım devam etti. 1936 Sonbaharı’nda ve 1936-37 Kışı’nda, Karadeniz limanlarından İspanya’ya 23 Sovyet gemisi gönderildi. Bu gemiler, savaş malzemesi ve silah taşıyordu. Bu yardım; cumhuriyetçilerin, Mussolini güçlerine karşı silahlanmasını sağladı ve bu sayede Guadalajara’da bozguna uğratıldı. Sovyet gemilerinin, İtalyan ve Alman denizaltı gemilerinden korunmaları gerekiyordu. Mesela Komsomol gemisi, savaşın ilk aylarında batırıldı.

SSCB; silah, yiyecek ve ilaç yardımının dışında İspanyol savaşçılarını eğitmek üzere değişik dallarda uzman eğitimciler yolladı. Madrid savunmasına 160 Sovyet havacısı katılmıştı. Bunlardan, aralarında V. Bockero, K. Kovtan, S. Turjov, I. Jovanski ve P. Gibelli gibi Sovyet kahramanlarının bulunduğu 21 kişi savaşta yaşamını kaybetti.

İspanya Cumhuriyeti’ne yapılan toplam Sovyet yardımı şunlardır: 806 savaş uçağı, 362 sar, 120 donanmış otomatik mitralyöz, topçu kuvveti için 1.550 parça, 500.000 silah, 340 adet havan, 15.113 mitralyöz, 110.000 bomba.

Bu Sovyet yardımı, “demokratik” hükümetlerin İspanya Cumhuriyetine ihanet ettikleri bir dönemde yapılıyordu (Fransız başkanı Leon Blum’un bu dönemdeki hain rolü hatırlansın). Uluslararası tugayda yer alan yazar Artur G. London, “İspanya, İspanya” adlı kitabında şunları yazıyor: “İspanyol halkının üç yıl boyunca faşizmle savaşmasında, Sovyet yardımının büyük rolü oldu. Demokratik hükümetler, Sovyetler gibi yapsalardı İspanyol halkı savaşı kazanacaktı. 1936’da, İskandinav, Belçika, Fransa’daki hükümetlerde, sosyal demokrasinin anahtar rolü vardı. Komünist Enternasyonal, faşizme karşı, İspanya Cumhuriyeti’ne yardımda bulunmak için, sosyal demokrasiye somut eylem talebinde bulunmuştu. Fakat ‘sosyalistler’, enternasyonalin önerisini kabul etmediler. Tam tersine; Hitler ve Mussolini’ye serbest hareket etme imkânı veren ‘müdahale etmeme’ politikasının temelini atan da Leon Blum oldu. Pasifist Nehru dahi, ‘müdahale etmeme’ politikasını, çağımızın aşırı komedisi olarak değerlendiriyordu. Fakat bu ülke ve ABD, bir taraftarı Hitlerden çekiniyor, diğer taraftan da SSCB’nin İspanya savaşına katılmasını ve böylelikle Almanya’nın SSCB’ye saldırmasını istiyorlardı ve bundan kendilerinin gizli çıkarları vardı. Böylesi bir durumda ve her tarafı düşmanla sarılı olan SSCB’nin, İspanyol halkına desteği kahramanca ve yadsınamaz bir cömertlikti.”

 

SONUÇ

1- Andres Nin; bir Katalon aydını, Komünist Partisi üyesi. Moskova’da İspanya Komünist Partisi delegesi. Daha sonra Troçki teorisini savunuyor ve enternasyonali ve İKP’yi terk ediyor. Diğer üyelerle POUM (Marksist Birlikçi İşçi Partisi)’u kuruyor. Açıkça oportünist bir çizgi izliyor ve esas görevleri de, Komünist Partisi’ne karşı mücadele etmektir.

2- Stalin, Molotov, Voroşilov, İspanyol hükümetine yolladıkları mektupta: “Tarım ülkesi olan İspanya gibi bir ülkede, köylülüğe çok dikkat etmek lazım. Köylülük hem sayısal olarak, hem de etkice önemlidir. Faşist güce karsı, dikkatlerini orduya çekmek gerekir ve gerilla gruplarını kurmak gerekir.” diye yazıyorlar. Ünlü 5. tugayın kurucularından General Lister, yıllar sonra, kitabında şunları yazıyor: “Savaş döneminde güçlü gerilla hareketini kurma koşulları vardı, ama cumhuriyet hükümeti beceriksizliğinden ya da isteksizliğinden böyle bir hareket örgütlemedi.”

Öte tarafta, hain Santiago Carillo şunları söylüyor: “Düşman güçlere karşı bir gerilla hareketi oluşturmanın koşulları olduğunu söylemek gerçekçi değil.” Fakat savaş sonrasında, Fransa sınırında ilişkisiz kalmış direniş grupları, teslim olma yerine, mücadele etmeyi seçtiler ve ’50’li yıllara kadar mücadele ettiler. Ne yazık ki birbirleriyle bağlantıları olmadığı için, yok edildiler. Ama şunu tekrarlayalım: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da birkaç yıl ayakta kalabildiler.

3- Troçkist tarihçiler, cumhuriyetçilerin yenilgisini Stalin’e bağlamaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de, mücadelenin gerçek görünüşünü bir kenara bırakıyor, somut verileri, yabancı müdahaleyi, EEUU’nun desteğini, cumhuriyete karşı “müdahale etmeme” politikasını göz önünde bulundurmuyorlar. Gariptir, bu Troçkistler, Troçki’nin POUM’a karşı yaptığı eleştirileri de unutuyorlar: “Nin’in uluslararası politikası, iç politikası kadar yanlıştır. POUM’un yönetimi, varlık hakkını kaybeden İngiltere Bağımsız İşçi Partisi şefleriyle ve diğer yarı-oportünist, geleceği olmayan gruplarla ilintilidir.” (“Lutte Ouvriu”, Mayıs 1937, No: 44).

“POUM, İspanyada bütün diğer partilerin solundaydı, ama İspanya devriminin yetişmesinde uğursuz bir rol oynayan da yine bu partiydi. Bu parti, anarşist yönetim önünde teslimiyet gösteriyor, sendikalar içerisinde yanlış politika izliyor. Mayıs 1937’de (Ken Loach’ın filme aldığı an) devrimci tutum yerine, çekingen bir tutum alıyor. Yönetici blok içerisindeki en tutarlı politika, Stalinciler tarafından izlendi. Stalinciler direnişin üncüleriydiler. Bugün İspanyol Halk Cephesi düzmece batkınları, sorumluluğu GPU’ya yüklemek istiyorlar. GPU’nun cinayetlerine karşı hoşgörülü olamayız, ama GPU’nun Halk Cephesi hizmetine bağlı olarak hareket ettiğini söylüyoruz. GPU’nun gücü ve Stalin’in tarihi rolü de burada yatıyor Sadece dar kafalı biri şeytan şefleri üzerine yapılan şakalar aracılığıyla bu gerçeği yok sayabilir.” (“Marksist Teorinin Sorunları”. 1939. Paris Marksist araştırma çevresi tarafından Mayıs 1969’da yayınlandı).

Tabii ki Ken Loach ve yandaşlarının, Troçki’nin bu yazısından haberleri yoktur.

4- Uluslararası Tugay, İspanya’da hiçbir zaman aynı anda 15.000 gönüllüden fazla sayıda olmadı. Çeşitli tarihçilere göre, 3 yıllık savaş boyunca, Enternasyonal tugaylardaki savaşçı sayısı 40.000 kişiyi buldu. Enternasyonal dayanışmanın görülmemiş örneğini sergileyen bu tugaylar, “dil”   temelinde oluşturulmuştu. Buna göre:

– Paris Komünü: Fransız, Belçikalı ve İsviçrelilerden.

– Thaelmann: Almanlardan,

– Edgard Andre: Alman ve Avusturyalılardan.

– Roselli, Gastone Stozzi ve Garibaldi: İtalyanlardan,

– Dombrovski: Slav ve Polonyalılardan,

– Lincoln ve George Washington: ABD, Kanada, İrlanda ve İngilizlerden,

– Tchapaiev: 21 değişik ulustan gönüllüler.

Savaş sonrasında (1939) Franco cezaevlerinde 500’den fazla gönüllü, tutukluydu. Hitler’e iade edilen Almanlar hariç, hepsi de kurşuna dizildi.

İtalya ve Tchapaiev tugayında yer alan Arnavut gönüllülerinden de bahsetmek gerekir. Bunların Arnavutça, “Gönüllülük ve Özgürlük” isminde bir gazeteleri vardı. Avskim Voski, Teni Kono, Kemal Kada, Musa Frateri gibileri katledildi. Geri kalanlar Mehmet Sheku ve Mane Niskova gibileri Arnavut kurtuluş mücadelesinde önemli rol oynadılar.

Francocu “gönüllüler”e gelince; 120.000 İtalyan, 100.000 Faslı, 30.000 Alman, 20.000 Portekiz ve 600 İrlandalıdan oluşmuştu.

5- H. Thomas’a göre, Almanlar Condor Lejion (Paralı Asker)’unda: 6,000 havacı, 30 tankı sürekli kullanıyorlardı, İtalya, gönderdiği “gönüllüler”in dışında İtalyanlar tarafından kullanılan 703 uçak gönderdi. İtalyan basınına göre, bu uçaklar, 5.318 bombardımana katılmış, 224 gemiye saldırmış ve birçok gemi batırmış. Mussolini, aynı zamanda Sovyet yardımını kesmek için 91 savaş gemisi ve denizaltı göndermiştir.

 

Mart 1997

Kapitalist kriz işçi sınıfını vuruyor

“Bütün gerçek krizlerin temel nedeni, kapitalist üretimin, üretici güçleri –sınırlarını toplumun mutlak tüketim gücü belirliyormuş gibi– geliştirme çabasına karşın, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir.” (Marx, “Kapital”)
Marx, kredi sisteminin gelişimi konusunda şunları söylüyor: “…kapitalist üretimin itici gücü, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve spekülasyon sistemi halini alıncaya kadar geliştirmek ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmaktır.” (age)
Dünyanın bugünkü durumu, sanırım krizin, özellikle de Avrupa Birliği’ndeki ağır sonuçları, Marx’ın bu sözlerini tam olarak doğrulamaktadır.
Kasım 2008’de Partimizin hazırladığı bir belgede, maksimum düzeyde uluslararasılaşmış sermayenin, kapitalistler arası çelişkiyi, bu güçleri karşı karşıya getirecek şekilde keskinleştiren doymuş bir pazarla rastlaştığına, fiyatları düşürdüğüne, istihdamı yok ettiğine ve devletleri yönlendirerek emek ilişkilerinin dengesini kapitalizm lehine bozduğuna işaret etmiştik. Bu uygulamalarında, hizmetlerinde olan politik güçlerle, uzunca bir zamandır, “toplumsal barış” anlaşmaları, sözleşmeleri, ödünleri benzeri söylemleri altında, yıllardır burjuvaca ayak oyunları yapan büyük sendikaların oportünist önderlerinden destek almaktadırlar. Bu sendikal tutum, İspanya’da, önemli iki merkezi sendika olan İşçi Komisyonları (CCOO) ve Genel Çalışanlar Sendikası (UGT) önderlerinde net olarak gözlenmektedir.
Bugünkü derin krizle birlikte iyice keskinleşen kapitalistler arasındaki çelişkinin İspanya’da yansıması oldukça şiddetli oldu. Mayıs 2010’da Zapatero’nun “sosyalist” hükümeti, Almanya Başbakanı Merkel’in talepleri doğrultusunda, toplumsal hakları, emeği ve çalışanların ekonomisini tahrip eden, emekçi karşıtı bir önlemler planı dikte etti. Bünyesinde en sağcı güçleri ve Franko’nun mirasçılarını toplayan “Halkçı” Parti (PP) mutlak çoğunluğu sağlayan milletvekili sayısı ile seçimleri kazandı (Kasım 2011). Bu, ona, Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF’nin emir ve buyrukları doğrultusunda sürekli olarak tek başına kanun çıkarma ve önlemler alma yetkisi verdi.
İşçi sınıfından yanıt geldi. Çeşitli ülkelerde grevler yapıldı ve işçi sınıfı seferber oldu. Öte yandan, sermayenin, emekçilere ve halklara saldırısı ve atağı sürüyor. Avrupa Birliği’nin ucube, gerici ve emperyalist yüzü her geçen gün biraz daha açığa çıkıyor. Almanya Başbakanı Merkel önderliğindeki az sayıda ülke, emperyalist finans krizinden en fazla etkilenen en zayıf ülkelere en ufak bir saygı göstermeksizin, kendi kriterlerini dayatmaktadır. Şimdiye kadar sağcı ve yabancı düşmanı Sarkozy’nin desteklediği Başbakan Merkel’in işleri idare etme yöntemi, antik metropollerin sömürgelerini yönetme şeklinde olup, akıllara, 1953 yılında bir gençlik toplantısında mücadele çağrısı yapan Alman yazar Thomas Mann’in şu sozlerini getiriyor: “Bir Alman Avrupa için değil, ama bir Avrupalı Almanya için mücadele”. Görünüşe göre,  Başbakan Merkel bunu tersinden anladı ve IV Reich’i  kurmak istiyor…
Spekülatif pazarların tek paraya bağlanmış olması ve devam eden resesyon, özellikle Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya gibi bazı hükümetlerin kabullendiği, ulusal ekonomileri çok daha fazla batıracak olan yeni bir uyum paketi dalgasını tetikliyor. AB’nin çetin cevizleri olan Yunanistan ve İtalya’da olduğu gibi, ülkelerin egemenliklerine zarar veren uyum paketi dalgası… Hatırlanacağı üzere, AB, referandum ve seçim yapmadan bu iki ülkenin hükümetlerini belirlemişti.

İSPANYA’DA ÇALIŞMA REFORMU
10 Şubat 2012 tarihinde, Nazi tipi bir örgüt olan “Mesih Kral Gerillaları”nın eski başkanı Adalet Bakanı Ruiz Gallardon gibi ya da göreve atanana kadar Lehman Brothers’in üst düzey yetkilisi olan Ekonomi Bakanı Guindos gibi aşırı sağcı üyeleriyle göze çarpan Rajoy hükümetince yürürlüğe konulan çalışma reformu, insanlık dışı bir reformdur. Buna hiç şaşmamak gerekir. Çünkü İspanya’da iktidar, rejimin kurumlarını, toplumsal sonuçlarını önemsemeden kendi iradesini dayatmanın araçları olarak kullanan finans oligarşisinin ellerindeki mirasçıları gibi, hep Franko ile birlikte oldu. İspanya’da sistem, bir zorbalar, yolsuzluklar sistemidir. Kraliyet ailesine , özerk bölge başkanlarına, belediye başkanlarına ya da başka bir bakana vb.’ne kadar uzanan yolsuzluklar sistemi…
Çalışma reformu, emekçilere ve sınıf sendikacılığına karşı çıkarılmış olan açık ve gerçek bir saldırı reformudur. Bu reformun önemli maddeleri şunlardır:
1.    Şirketin yaptığı sözleşme, sektör üzerinde hakim olacaktır. İspanya’da %98 oranında KOBI vardır. Yani, işveren, şirketinde, herhangi bir kontrole tabi tutulmaksızın istediğini yapabilir.
2.    3 dönemlik (120 işgünü) kayıpları ya da gelecekteki olası kayıpları öne sürerek, maksimum bir yıl olmak üzere, her 1 yıl için 20 günlük tazminat ödeyerek, şirketler, işçileri işten atabilir.
3.    Çalışan, iki ay içerisinde 9 gün kısa aralıklarla hastalık nedeniyle işe gelmemişse, her yıl için 20 günlük tazminat ödenerek işten atılabilir.
4.    Şirketler, gelecekteki olası sorunları önlemeyi ileri sürerek, sözleşmelere aldırmaksızın, yıllık çalışmayı, iş saatini, vardiyayi, çalışanların yaptığı işleri ya da işyerinin yerini değiştirebilirler.
5.    Şirketler, çalışanların maaşlarını üretkenlik ya da rekabete göre düşürebilirler.
6.    50’den az çalışanı bulunan şirketler (ki bunların oranı % 95’in üzerindedir) için, 1 yıllık deneme süreli yeni bir kontrat olusturulur. Şirket, bu 1 yıllık deneme süresi içinde, çalışanı, hiçbir neden göstermeksizin ve tazminatsız olarak işten atabilir.
7.    Şirketler, idari makamların onayına gerek duymaksızın, hiçbir sözleşmeyi dikkate almaksızın, işçilerin ya da belirlenen sayıdaki işçinin geçici olarak ya da süresiz işten atılmalarını sağlayan İstihdam Yönetmeliğini (ERE) dayatabilirler.
8.    İşsizlik parası alan bir kişi, hapis cezası karşılığında dışarıda iş yapma türünde bir işe denk düşen bir toplum hizmetinde çalışmak zorunda kalacak.
9.    Devlet, kurumlarında, art arda 3 dönem boyunca (9 ay) bütçe yetersizliği söz konusu olduğunda, sözleşmeli personeli işten çıkarabilecek.
Bu reform, işçiyi daha kolay atabilsin, daha ucuz işgücü bulabilsin diye İspanya işverenlerinin, tabii ki büyük şirketlerin, finans hizmetleri, iletişim sektörü vb.’nin isteklerine uygun hazırlanmıştır. Ayrıca, ayakta kalmaları ucuz işgücüne dayalı olan Geçici İstihdam Şirketleri lehine bir reformdur.
Oportünist sendika önderlerinin işverenle bir anlaşma imzalamasından yalnızca 2 hafta sonra, hükümetin dikte ettiği bu reform, emekçilerin durumunu daha da kötüleştirdi. Hükümet, bu reformla bu anlaşmayı tereddüt etmeden ihlal etti. Tabii ki işveren de 2 hafta önce imzalamış olduğu bu anlaşmayı ağzı kulaklarında bir şekilde geçersiz kıldı.
Bu çalışma reformuna, işçilerin ve halk kesimlerinin durumunu daha da kötüleştiren bir dizi tedbir eşlik etmektedir. Daha önce Goldman Sachs’in ve şu anda sermayedar Draghi’nin başkanlık ettiği, bu krize yol açan yatırım bankalarından biri olan Avrupa Merkez Bankası’nca (BCE) talep edilen “acil uyum” tedbirleri… Rajoy’un gerekli görülen bu reformları uygulamaya koymaması durumunda, Draghi, Ispanya’da, Yunanistan ve İtalya’da yaptıkları gibi, Avrupa Merkez Bankası’na boyun eğen teknokrat bir hükümeti teşvikte tereddüt göstermeyecektir.
İspanya’da 2010 yılından bu yana emek pazarında bir dizi onlem alındı; işçi hakları kısıldı; kurumlar vergisi indirimi kaldırıldı; emeklilerin yararlandığı sosyal yardımlar donduruldu; memurların maaşları % 5 oranında düşürüldü. “Bağımsız” ekonomistlere göre, daha önceki yıllarda maaşların dondurulması ile birlikte vergilerin artırılması %20’lik bir oranda satın alma kaybına yol açtı.
Son yıllarda, Avrupa Merkez Bankası  direktifleri doğrultusunda, kamu harcamalarında % 50 kısıtlamaya gidildi. Merkel ve avanesinin (Sarkozy ve diğerleri) talepleri üzerine sıfır bütçe açığı için anayasada reform yapıldı. Sayın Draghi, rekabet gücü düşük ülkelerde maaşların düşürülmesi gerektiğini açıkladı. Fiyatların değil, maaşların.
İspanya’da satın alma gücünü gösteren reel ücretler düşmüştür. Hükümetin dediği gibi artmamıştır; hükümet yalan söylemektedir. Avro bölgesindeki ortalama maaş ve Almanya’daki maaşlar ile aradaki fark büyümektedir. Buna rağmen hükümet, fiyatları düşürmek için, kârlardan kısıntı yapmak yerine, maaşların azaltılması gerektiğini savunmaktadır. Kamu politikaları profesörü Vicenc Navarro, geçen Şubat ayında şunları yazdı:
“İspanya’da şirket gelirleri, bu yıl ilk defa ücret gelirlerini aştı. Bunun adı, İspanya’da, banka ve büyük işletmelerin devlet üzerindeki etkisi aracılığıyla dayatılan tek taraflı acımasız sınıf mücadelesidir (kimse bunu boyle dillendirmese de). Maaşları düşürerek, Büyük Bunalıma götüren Büyük Resesyon dönemindekinden çok daha boyutlu bir talep düşmesine neden oldular ve büyük bir acı (hiç gerek yokken) ve ekonomik felakate yol açtılar.”
“Hatta yeni önlemler, yeni kesintiler, daha fazla uyum talepleriyle IMF de karıştı. Utanmadan yaşlılığın ekonomi açısından olumsuz bir durum olduğunu ileri sürüp ‘insanların beklenenden daha cok yaşaması’ riskine karşı sosyal yardımların kesilmesi ve emeklilik yaşının yükseltilmesini istiyorlar. ‘Uzun yaşamak iyidir; ama mali olarak önemli bir risk taşıdığı’ için bunu ‘uzun yaşam riski’ olarak isimlendiriyorlar: ‘Bu bireyler, şirketlere ve hükümetlere daha pahalıya mal olacak. Bu nedenle, gelecekte bu maliyetlerin başımıza dert açmaması için uzun yasam risklerine, şimdiden kafa yormamız gerekir.’”
Bir diğer “uyum önlemi”  kamu taşımacılığıdır. En fazla kullanılan ulaşım aracı metrodur. Örneğin Madrid’te tek yön bilet 1 avroydu. Geçen yaz % 50 zam yapıldı. Şu anda yapılan toplam zam %7 ile %11 arasındadır. Tek yön bilet 1.5 avro, ama bu fiyat yalnızca 5 durak ya da istasyon için geçerli. 5 durak ya da istasyondan sonraki her durak icin 10 kuruş daha ödemek zorundasınız…
Rajoy hükümeti,  işsizlere yönelik mesleki eğitim ve istihdam teşvik politikalarına ayrılan paradan, 7.500 milyondan % 20’lik bir kesinti yaptı. Yani bu para şu anda 1.500 milyon daha az.
Hükümet sebatsızca hareket etmektedir. Her hafta kabine toplanmakta ve her kabine, yeni önlemler, kesintiler ya da uyum kararları almaktadır. 16 Nisan’da, aynı zamanda Kültür ve Spor Bakanı olan Eğitim Bakanı, 3.500 milyon avroluk tasarruf elde etmek için, zaten yeterince yüklü olan ilköğretim sınıflarında öğrenci sayısının 30’a, lise sınıflarında 36’ya çıkarılacağını duyurdu. Öğretmenlerin ders saatleri de artacak. İki ana sendikanın yaptığı hesaba göre, bu önlemlerle 50.000 ile 80.000 arasında öğretmen işini kaybedecek.
Bütün bunlara bir de temel gıda madde fiyatlarına yapılan zamları ekleyin. Ve % 15 elektrik zammı, gaza yapılan zamlar, sosyal yardım alanların daha önce ücretsiz aldığı, şimdi ise % 10’unu ödemek zorunda olacakları ilaçları.

YENİ MÜCADELELERE HAZIRLIK
İspanya, 48 milyon nüfuslu bir ülkedir. Bunun 5 milyonu işsiz, % 24’ü aktif (çalışan nüfus) nüfustur (AB ortalamasının 2 katı). Her iki gençten (25 yaşa kadar olanlar) biri işsizdir. Bu da % 50’ye tekabül ediyor. Resmi rakamlara göre, tüm bireyleri işsiz olan 1.5 milyon aile ve mutlak yoksulluk sınırında bulunan 4 milyon insan var.
Daha da devam edebiliriz, ama bu kadarı yeterli sanırım. Hükümetin, AB şeflerinin direktiflerine uygun olarak hayata geçirdiği “uyum” eylemleri istihdam yaratmamakta, işçilere ve halk tabakalarına iş vermemekte, aksine işsizliğin daha fazla artmasına ve tüketimin daha da azalmasına yol açmaktadır. Tüketim olmadan ekonomik iyileşme olamaz. Tüm çevrelerden çeşitli ekonomist ve şahsiyetler, bu tedbirlerin istihdam yaratmadığını, aksine, işsizlik rakamının bu yılın sonunda 6 milyona ulaşacağını ön görmektedirler.
İspanya’da yaratılan ve her geçen gün giderek ağırlaşan bu durumu analiz eden Partimiz Merkez Komitesi, şu tespiti yapmıştır: “ (…) oligarşinin uygulamaya koyduğu tamamen anti-demokratik nitelikteki politikanın sertliği, proletaryanın en bilinçli kesiminin bilincinin daha da yukselmesini kolaylaştıran politik bir iklim yaratıyor.(…) Politik alanda mücadelenin yükseltilmesi gerekliliği ortaya çıkıyor. Halk sınıfları, sermayenin vahşi saldırılarına, yalnızca, düşmanla tüm cephelerde, kurumlarda politik, demokratik ve birleşik bir politik programla savaşarak etkin bir şekilde karşı koyabilir. Bu gerçeklik daha önce kendini bu kadar net göstermemişti.
“Kriz ve farklı hükümetlerin uyguladıkları politikaların sonuçları kitleleri, gelecek gerçek toplumsal bir kaosun, (bunun politik ifadesi soldaki ayrışmayı kırıp alternatif bir birlik inşa edemezsek duruma sağın  el koyacağı) habercisi olan katlanılması güç durumlara götürüyor.
“(…)Halk Birliğini oluşturmanın zamanın geldiğini anlamayan, bir melez programının temel ilkelerinde birleşmek için ikincil önemdeki durumlara teslim olan (…) politik güçler siyasi haritadan silineceklerdir.”
İçinde bulunduğumuz koşullar, halk kitlelerinin umutsuzluk ve öfkesi, mücadelenin örgütlenmesinde daha ileri adımlar atılmasını gerektiriyor. Bu anlamda, Parti, kendini, büyük şehirlere ve sanayi merkezlerine doğru yayılan Cumhuriyetler Federasyonu’nun embriyonu olan Halk Cephesi’nin oluşturulması çabasına adadı. Böyle bir cephe gereksinimi kesindir. Ne yazık ki bu gereksinimin hala farkında olmayan sol güçler arasında büyük bir kopukluk söz konusudur.
En geniş kitleleri sürekli bir şekilde harekete geçirebilmek için yapmamız ve öğrenmemiz gereken çok şey var. Yavaş yavaş, kitlelerin yaşadıkları koşulları kabul etmedikleri durum yaratılıyor. Geriye, savunduğumuz üzere, bu kitlelerin, gerçek sol bir politika etrafında, Federatif Halk Cumhuriyeti mücadelesi etrafında bir araya getirilmesi kalıyor. Revizyonistler ve diğer oportünist gruplar bu tür bir mücadelenin gerekliliğini anlamıyorlar. Sendika önderleri de durumun aciliyetini görmüyorlar. En son yapılan kitle eylemleri (yalnızca Madrid’te yaklaşık 800.000 kişiyi bir araya getiren 29 Mart genel grevi ve daha sonraki gosteriler gibi) tabanın ve her geçen gün zemin kazanan sınıf sendikacılarının baskısıyla başarıldı.
Parti, en geniş kitleye ulaşmak, onları seferber etmek ve onlara mücadelenin zorunlu olduğu bilincini taşımak için ajistasyon ve propagandanın genişletilmesi ve çeşitli biçimler alacak bu kavga için iyi hazırlanmak gerektiğinin bilincindedir.
Bu, oligarşilerin, krizin yükünü vahşi bir şekilde halkın ve emekçilerin sırtına yüklediği diğer Avrupa ülkelerinde de sürdürülebilecek önemli bir kavgadır. Sınıf mücadelesini daha fazla canlandırmanın koşulları hızla olgunlaşmaktadır. Biz komünistler yalnızca mücadeleye katılmak değil, onlara önderlik ederek ve yön vererek bu mücadeleleri, koşulların gerektirdiği düzeyde güçlendirmek de zorundayız.

İspanya: Marksist-Leninist partiye doğru

İspanyol Marksist-Leninistlerinin tek partisini oluşturmaya yönelik heyecan verici görev gelişme kaydetmekte. Kesintilere, birçok zorluk ve soruna rağmen ilerledik. EKİM’in de üyesi olduğu Komünist Örgütler Ulusal Komitesi (CEOC), tüm İspanya çapında delegelerin ve CEOC ile ilişkisi olan örgütlerin katılımıyla geçen Şubat ayında II. Konferansı’nı yaptı. Ayrıca yeni ortaya çıkan Katalonya Komünist Örgütü’nden de bir delegasyon, tartışmalara doğrudan ve özgürce katılım hakkıyla davetli olarak Konferans’ta yer aldı. Gündemde esas öneme sahip iki konu vardı: “Nasıl bir Parti’ye ihtiyacımız var?” ve “İşçi hareketi ve sendikal hareket üzerine”. Her iki konu da haftalar öncesinden bütün birimlerde tartışılmış, düzeltme ve önerileri alınmıştı. Böylece çalışmalar hızla ve verimli bir biçimde ilerlemişti. Birkaç yıl öncesinde fikirler ve tutumlar konusunda birleşmek mümkün olmadığı halde, ideolojik ve teorik birliği sağladık. Şimdi görevimiz, günlük çalışma konusunda bütün örgütlerin pratiğini uyumlu hale getirmektir ki, ilkelerde birlik sözkonusu olduğundan, bunu sağlamak zor olmayacaktır.
Ne var ki, katettiğimiz yol güllerle döşeli değildi. Öncelikle, karşılıklı sınırlı bilgi nedeniyle her zaman ortaya çıkan “ötekine karşı” güvensizliği yenmek gerekti. Bu nedenle, uzun bir zamana ihtiyacımız vardı; sadece fikirleri tartışmak ve çatışmak için değil, aynı zamanda –ki bu ikincil bir sorun değildir– uzun ve bazen sıkıcı toplantılarda, Gençlik Kamplarında, İspanyol buruva hükümetine karşı günlük politik mücadelede, her tür reformist akımlara karşı sendikal mücadelede, Cumhuriyet için ve Franko’nun dayatması monarşiye karşı mücadelede vb. kişisel ilişkileri derinleştirmek ve birlikte yaşam açısından da bu gerekliydi. Ayrıca Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı’nın (MLPÖUK) varlığı ve pratiğinin de başlangıçtan beri bizim açımızdan büyük yardımı olduğunu vurgulamamız gerekir. CEOC’ta yer alan diğer örgütlerden yoldaşları daima Konferans’ın çalışmaları ve açıklamaları hakkında bilgilendirmeye devam ettik. Konferans’ın bazı oturumlarına CEOC’dan yoldaşların da katılımı gerçekten olumlu oldu. Sadece Ekim Komünist Örgütü değil, CEOC mensubu diğer örgütler de, MLPÖUK’nı, en ileri uluslararası Komünist örgütlenme olarak ele alıyor ve gelecekteki Enternasyonal’in embriyonu olarak görüyorlar.

*
Ayrıca CEOC içerisinde de manevralara karşı da mücadele etmek zorundaydık. Bunlar, harekete yabancı unsurların teşvik ettiği, “koşullar henüz olgunlaşmış değil” diyerek birliği engellemeye ve geciktirmeye çalışan; sendikal mücadeleyi bir kenara bırakan ve onu kendiliğindenciliğe ve elitçi anarşizme teslim eden, reformist sendikalar içinde çalışmayı değersiz bulan ve buna karşı çıkan unsurlardı. Proletarya ve kitleler neredeyse komünistlerin oralarda çalışma yürütmesi gerektiğini öngören leninist öğretiyi anlamayan unsurlardı. İspanya’daki başlıca büyük sendikalar olan CC.OO ve UGT’nin reformist ve sosyal-ihanetçi oldukları ve üst düzey liderlerinin kapitalizme çok iyi hizmet ettikleri kesindir; fakat sendikalı işçilerin büyük çoğunluğunun bu iki sendikada örgütlü oldukları da bir gerçektir. Sendikalı işçiler sınıfın küçük bir kesimini oluştursa da elimizde olan budur…. Bu, çalışmalarımızı bu sendikalarla sınırlayacağımız anlamına gelmediği gibi, binlerce işçiyi kendi kaderine terkedeceğimiz anlamına da gelmez. Sendikaların reformist olmaları (ki İspanya’da hep böyle olduklarını söylemek gerekir) bunlar içerisinde çalışmaya son vermemiz anlamına mı gelir? Konferansa sunulan belgede de vurguladığımız gibi: “Kesinlikle hayır. İşçi hareketine müdahalemiz kesinlikle sendikal alanla sınırlı olmak zorunda değilse de, her bölgenin kendi somut koşullarından yola çıkarak işçilerin kendilerinin oluşturduğu platformlar, komiteler vb. diğer organik yapılarla da birlite çalışmamız gerekir; işçilerin kendi gücüne güven duymasını sağlamak için esas yapılması gereken sınıfı birleştirmektir ki bu da kitlelerin olduğu her yerde oportünistlere karşı mücadeleyi gerektirir.”
İspanya’da yeni Marksist-Leninist parti henüz doğmadı, hala oluşum halinde; ama oluşmadan önce onu yıkma ve sabote etme çabasıyla sınıf düşmanları bize saldırmaya ve karalamaya başladı bile. Bazısı örtülü bazısı açıktan yapılan bu tür saldırılar, farklı alanlardan olmakla birlikte, ilginçtir ki, hepsi de, zamanında revizyonist partiye bulaşmış çevre ve gruplardan geliyor. Bu bir tesadüf değildir. Bugün parçalanmış ve işlevini yitirmiş durumda olan eski İKP’den kopan kesimleri gözlemek kesin bir gerekliliktir. Bunların arasında bu durumdan çıkış yolu arayan dürüst insanlar, içten militanlar da var. Bunların birçoğuyla birlikte çalışma yürütüp iyi de sonuçlar aldık. Ancak ne yazık ki bunların arasında, revizyonist parti ile organik bağlarını koparmış olmakla birlikte ideolojik bağları devam eden, reformist ve belirsiz tutumlarını sürdüren, büyük ihanetçi Santiago Carrillo’nun tohumlarını attığı anti-Leninist ideolojiyle bulanmış birçok unsur da var. İlkel ve kindar anti-Stalinizmden ise daha söz etmedik. Bu unsurlar çoğu zaman tutumlarının objektif olarak anti-komünizme denk düştüğünün farkında değiller. Bu nedenle bizim gibi, bugün hala İspanya’da var olmayan komünist partinin yeniden inşası için yıllardır çaba gösterenlere saldırıyorlar. Bu nedenledir ki, bu duruma karşı durmak için Mmarksist-Leninist, ya da aynı anlama gelmek üzere devrimci bir partinin yaşamsal gerekliliği konusunda ısrarlı olmamız gerekir. Reformistleri, sosyal demokratları ve diğer komünizm düşmanlarını rahatsız eden nedir? Onları rahatsız eden, onlara zarar veren, Marksist-Leninistlerin –örneğin şiddete dayalı devrim ilkesinin genel geçerliliği konusundaki– açık ve tutarlı tutumlarıdır. Yıllardır sınıf mücadelesinin artık geçmişte kaldığını, proleter sınıfın artık varlığını yitirdiğini -son dönemlerin moda teorisi- çünkü globalleşmeyle birlikte onun artık “preker sınıf”a (yani, çalışacak iş bile bulamayan en alt tabaka– ç.n) dönüştüğünü iddia ediyorlar. Sınıf mücadelesi tarihin motor gücü müdür?
Onlara göre, bunlar eski, nostaljik teorilerdir: Sosyalizm şiddete başvurmaksızın pasif yollardan, parlamenter yoldan da gerçekleştirilebilir. Burjuvazi çok daha medeni hale geldi, öylesine ki, iktidarının proleter sınıf tarafından ele geçirilmesine şiddet yoluyla karşı gelmeyecektir… Bu, kendisini dayatan bir delilin görmezden gelinmesi, tarihin, tüm geçmiş deneyimlerin (ve gelecek olanların) inkarı anlamına gelir. Burjuvazinin ve onun esas ifadesi olan emperyalizmin doğasında hiçbir değişim olmamıştır, olamaz da. İnsanın insan tarafından sömürüsüne, örneğin Afrika’da açlığı ortadan kaldırmaya, yağma savaşlarına son vermeye karar veren, toplumsal gelişmeden yana tutum alan medeni varlıklar haline gelmemişlerdir. Kendi sınıf imtiyazlarını korumak, karlarını arttırmak için burjuvazi, emperyalizm değişik şekillerde ortaya çıkan –ekonomik tedbirlerden baskılara ve ihtiyaç duyarsa açık savaşlara kadar– sınıf şiddetini arttırmıştır. Globalleşme, iş güvencesinin olmaması, işten çıkarma, kazanılmış sosyal hakların tek tek budanması, özelleştirme vb. değilse nedir? Yalnızca büyük devrimleri değil, fakat örneğin Küba’ya ambargoyu, Nikaragua’daki manevraları, Venezuella’da Chavez’in yaptığı ufak tefek reformlara karşıyı tepkiyi de akılda tutmak gerekir. Biz komünistler, sadece şiddet kullanılsın diye şiddet istemiyoruz. Şiddet; burjuva devletin, emperyalizmin halka karşı, kendi dayatmalarını kabul etmeyenlere karşı kullandığı yoğun şiddetin gereği olarak ortaya çıkar. Hayır, burjuvazi ayrıcalıklarını kendi rızasıyla terkedecek kadar medenileşmemiştir. 
Saldırıların, daha önce de belirttiğimiz gibi, komünist hareketin saflarındaki ajanların gizli, ikiyüzlü, alçakça saldırılarının ortaya koyduğu da budur. Herşeyi doğru adlandırmak gerekir. Bazen bize, bu yolda ilerlemek için nasıl hareket ettiğimiz soruluyor. Bu makalede bunun yanıtı kısmen var; ama özetlemek gerekirse, şunları belirtmeliyiz: Açıklıkla konuşarak, tutumumuzu açıktan ortaya koyarak, başkalarının tutumunu reddetmeyerek, açık tartışmalar yürüterek, ortak noktalar arayarak, varılan anlaşmalara uyarak ve titiz bir saygı göstererek. Hepsinden önemlisi ise, esas dayanakları, yani Marksist-Leninistlerin, bir başka deyişle biz KOMÜNİSTLERİN savunması gereken ilkeleri belirleyerek. Buna ek olarak da, politik durum üzerine günlük çalışmada ortak planlar belirleyerek; çünkü sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve sınıf mücadelesi –döneklere rağmen– varlığını sürdürüyor ve bu mücadele, komünistlerin yer alması gereken, ertelenemeyecek bir mücadeledir. Bir diğer önemli soru da şudur: Politik taktiklerimizin doğruluğunu günlük çalışma içerisinde değilse başka nerede sınayabiliriz? Bu, başından beri CEOC içerisinde yer alanların açıkça bildiği bir konudur. Eylem çizgilerimizi oluşturmak için derin tartışmalar yürüttük. Hiçbir şey kendiliğinden ortaya çıkmaz. Herşey tahlillerin, alınan kararları uygulama ve doğru ya da yanlış olduğumuzu ortaya koyma çabasının bir ürünüdür. Marx’ın da ünlü “Feuerbach Üzerine Tezler”de belirttiği gibi, doğrunun kriteri pratiktir.
“[Pratik,]  insanın düşüncesinin doğruluğunu, bir başka deyişle gerçekliğini, gücünü, ‘dünyevi niteliğini’ gösterdiği yerdir.”
“…Yaşamın bakış açısı, pratik, bilgi teorisinin birincil ve temel noktası olmalıdır…” (Lenin)
“Devrimci pratik ile çözülmez bir bağ kurması durumunda teori, işçi hareketinin yenilmesi zor bir gücü haline gelir.” (Stalin)
Teori haline getirilemeyecek hiçbir şey yoktur, ancak onun doğruluğunu kanıtlayacak olan pratiktir. Ya da şöyle denebilir: Teori, pratiğe dayanarak doğar. İşçi hareketi tarihinde, günlük, somut pratiğin, oportunist tutumları ya da şu ya da bu kimselerin yanlışlarını nasıl darmadağın ettiğinin sayısız örnekleri vardır. Gerçeklerin inadı diye adlandırdığımız budur: Çarpıtmalara ve ayrıntılı tartışmalara rağmen, sonunda galip gelen onlardır. Biz İspanya komünistleri bu adımları atmaktayız. Zorluklara ve sorunlara karşı, düşmanlarımızın oyun ve çarpıtmalarına karşı, planlanan yolda ilerliyoruz.

İspanya: Marksist-Leninist partiye doğru

İspanyol Marksist-Leninistlerinin tek partisini oluşturmaya yönelik heyecan verici görev gelişme kaydetmekte. Kesintilere, birçok zorluk ve soruna rağmen ilerledik. EKİM’in de üyesi olduğu Komünist Örgütler Ulusal Komitesi (CEOC), tüm İspanya çapında delegelerin ve CEOC ile ilişkisi olan örgütlerin katılımıyla geçen Şubat* ayında II. Konferansı’nı yaptı. Ayrıca yeni ortaya çıkan Katalonya Komünist Örgütü’nden de bir delegasyon, tartışmalara doğrudan ve özgürce katılım hakkıyla davetli olarak Konferans’ta yer aldı. Gündemde esas öneme sahip iki konu vardı: “Nasıl bir Parti’ye ihtiyacımız var?” ve “İşçi hareketi ve sendikal hareket üzerine”. Her iki konu da haftalar öncesinden bütün birimlerde tartışılmış, düzeltme ve önerileri alınmıştı. Böylece çalışmalar hızla ve verimli bir biçimde ilerlemişti. Birkaç yıl öncesinde fikirler ve tutumlar konusunda birleşmek mümkün olmadığı halde, ideolojik ve teorik birliği sağladık. Şimdi görevimiz, günlük çalışma konusunda bütün örgütlerin pratiğini uyumlu hale getirmektir ki, ilkelerde birlik sözkonusu olduğundan, bunu sağlamak zor olmayacaktır.
Ne var ki, katettiğimiz yol güllerle döşeli değildi. Öncelikle, karşılıklı sınırlı bilgi nedeniyle her zaman ortaya çıkan “ötekine karşı” güvensizliği yenmek gerekti. Bu nedenle, uzun bir zamana ihtiyacımız vardı; sadece fikirleri tartışmak ve çatışmak için değil, aynı zamanda –ki bu ikincil bir sorun değildir– uzun ve bazen sıkıcı toplantılarda, Gençlik Kamplarında, İspanyol buruva hükümetine karşı günlük politik mücadelede, her tür reformist akımlara karşı sendikal mücadelede, Cumhuriyet için ve Franko’nun dayatması monarşiye karşı mücadelede vb. kişisel ilişkileri derinleştirmek ve birlikte yaşam açısından da bu gerekliydi. Ayrıca Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı’nın (MLPÖUK) varlığı ve pratiğinin de başlangıçtan beri bizim açımızdan büyük yardımı olduğunu vurgulamamız gerekir. CEOC’ta yer alan diğer örgütlerden yoldaşları daima Konferans’ın çalışmaları ve açıklamaları hakkında bilgilendirmeye devam ettik. Konferans’ın bazı oturumlarına CEOC’dan yoldaşların da katılımı gerçekten olumlu oldu. Sadece Ekim Komünist Örgütü değil, CEOC mensubu diğer örgütler de, MLPÖUK’nı, en ileri uluslararası Komünist örgütlenme olarak ele alıyor ve gelecekteki Enternasyonal’in embriyonu olarak görüyorlar.

*
Ayrıca CEOC içerisinde de manevralara karşı da mücadele etmek zorundaydık. Bunlar, harekete yabancı unsurların teşvik ettiği, “koşullar henüz olgunlaşmış değil” diyerek birliği engellemeye ve geciktirmeye çalışan; sendikal mücadeleyi bir kenara bırakan ve onu kendiliğindenciliğe ve elitçi anarşizme teslim eden, reformist sendikalar içinde çalışmayı değersiz bulan ve buna karşı çıkan unsurlardı. Proletarya ve kitleler neredeyse komünistlerin oralarda çalışma yürütmesi gerektiğini öngören leninist öğretiyi anlamayan unsurlardı. İspanya’daki başlıca büyük sendikalar olan CC.OO ve UGT’nin reformist ve sosyal-ihanetçi oldukları ve üst düzey liderlerinin kapitalizme çok iyi hizmet ettikleri kesindir; fakat sendikalı işçilerin büyük çoğunluğunun bu iki sendikada örgütlü oldukları da bir gerçektir. Sendikalı işçiler sınıfın küçük bir kesimini oluştursa da elimizde olan budur…. Bu, çalışmalarımızı bu sendikalarla sınırlayacağımız anlamına gelmediği gibi, binlerce işçiyi kendi kaderine terkedeceğimiz anlamına da gelmez. Sendikaların reformist olmaları (ki İspanya’da hep böyle olduklarını söylemek gerekir) bunlar içerisinde çalışmaya son vermemiz anlamına mı gelir? Konferansa sunulan belgede de vurguladığımız gibi: “Kesinlikle hayır. İşçi hareketine müdahalemiz kesinlikle sendikal alanla sınırlı olmak zorunda değilse de, her bölgenin kendi somut koşullarından yola çıkarak işçilerin kendilerinin oluşturduğu platformlar, komiteler vb. diğer organik yapılarla da birlite çalışmamız gerekir; işçilerin kendi gücüne güven duymasını sağlamak için esas yapılması gereken sınıfı birleştirmektir ki bu da kitlelerin olduğu her yerde oportünistlere karşı mücadeleyi gerektirir.”
İspanya’da yeni Marksist-Leninist parti henüz doğmadı, hala oluşum halinde; ama oluşmadan önce onu yıkma ve sabote etme çabasıyla sınıf düşmanları bize saldırmaya ve karalamaya başladı bile. Bazısı örtülü bazısı açıktan yapılan bu tür saldırılar, farklı alanlardan olmakla birlikte, ilginçtir ki, hepsi de, zamanında revizyonist partiye bulaşmış çevre ve gruplardan geliyor. Bu bir tesadüf değildir. Bugün parçalanmış ve işlevini yitirmiş durumda olan eski İKP’den kopan kesimleri gözlemek kesin bir gerekliliktir. Bunların arasında bu durumdan çıkış yolu arayan dürüst insanlar, içten militanlar da var. Bunların birçoğuyla birlikte çalışma yürütüp iyi de sonuçlar aldık. Ancak ne yazık ki bunların arasında, revizyonist parti ile organik bağlarını koparmış olmakla birlikte ideolojik bağları devam eden, reformist ve belirsiz tutumlarını sürdüren, büyük ihanetçi Santiago Carrillo’nun tohumlarını attığı anti-Leninist ideolojiyle bulanmış birçok unsur da var. İlkel ve kindar anti-Stalinizmden ise daha söz etmedik. Bu unsurlar çoğu zaman tutumlarının objektif olarak anti-komünizme denk düştüğünün farkında değiller. Bu nedenle bizim gibi, bugün hala İspanya’da var olmayan komünist partinin yeniden inşası için yıllardır çaba gösterenlere saldırıyorlar. Bu nedenledir ki, bu duruma karşı durmak için Mmarksist-Leninist, ya da aynı anlama gelmek üzere devrimci bir partinin yaşamsal gerekliliği konusunda ısrarlı olmamız gerekir. Reformistleri, sosyal demokratları ve diğer komünizm düşmanlarını rahatsız eden nedir? Onları rahatsız eden, onlara zarar veren, Marksist-Leninistlerin –örneğin şiddete dayalı devrim ilkesinin genel geçerliliği konusundaki– açık ve tutarlı tutumlarıdır. Yıllardır sınıf mücadelesinin artık geçmişte kaldığını, proleter sınıfın artık varlığını yitirdiğini -son dönemlerin moda teorisi- çünkü globalleşmeyle birlikte onun artık “preker sınıf”a (yani, çalışacak iş bile bulamayan en alt tabaka– ç.n) dönüştüğünü iddia ediyorlar. Sınıf mücadelesi tarihin motor gücü müdür?
Onlara göre, bunlar eski, nostaljik teorilerdir: Sosyalizm şiddete başvurmaksızın pasif yollardan, parlamenter yoldan da gerçekleştirilebilir. Burjuvazi çok daha medeni hale geldi, öylesine ki, iktidarının proleter sınıf tarafından ele geçirilmesine şiddet yoluyla karşı gelmeyecektir… Bu, kendisini dayatan bir delilin görmezden gelinmesi, tarihin, tüm geçmiş deneyimlerin (ve gelecek olanların) inkarı anlamına gelir. Burjuvazinin ve onun esas ifadesi olan emperyalizmin doğasında hiçbir değişim olmamıştır, olamaz da. İnsanın insan tarafından sömürüsüne, örneğin Afrika’da açlığı ortadan kaldırmaya, yağma savaşlarına son vermeye karar veren, toplumsal gelişmeden yana tutum alan medeni varlıklar haline gelmemişlerdir. Kendi sınıf imtiyazlarını korumak, karlarını arttırmak için burjuvazi, emperyalizm değişik şekillerde ortaya çıkan –ekonomik tedbirlerden baskılara ve ihtiyaç duyarsa açık savaşlara kadar– sınıf şiddetini arttırmıştır. Globalleşme, iş güvencesinin olmaması, işten çıkarma, kazanılmış sosyal hakların tek tek budanması, özelleştirme vb. değilse nedir? Yalnızca büyük devrimleri değil, fakat örneğin Küba’ya ambargoyu, Nikaragua’daki manevraları, Venezuella’da Chavez’in yaptığı ufak tefek reformlara karşıyı tepkiyi de akılda tutmak gerekir. Biz komünistler, sadece şiddet kullanılsın diye şiddet istemiyoruz. Şiddet; burjuva devletin, emperyalizmin halka karşı, kendi dayatmalarını kabul etmeyenlere karşı kullandığı yoğun şiddetin gereği olarak ortaya çıkar. Hayır, burjuvazi ayrıcalıklarını kendi rızasıyla terkedecek kadar medenileşmemiştir. 
Saldırıların, daha önce de belirttiğimiz gibi, komünist hareketin saflarındaki ajanların gizli, ikiyüzlü, alçakça saldırılarının ortaya koyduğu da budur. Herşeyi doğru adlandırmak gerekir. Bazen bize, bu yolda ilerlemek için nasıl hareket ettiğimiz soruluyor. Bu makalede bunun yanıtı kısmen var; ama özetlemek gerekirse, şunları belirtmeliyiz: Açıklıkla konuşarak, tutumumuzu açıktan ortaya koyarak, başkalarının tutumunu reddetmeyerek, açık tartışmalar yürüterek, ortak noktalar arayarak, varılan anlaşmalara uyarak ve titiz bir saygı göstererek. Hepsinden önemlisi ise, esas dayanakları, yani Marksist-Leninistlerin, bir başka deyişle biz KOMÜNİSTLERİN savunması gereken ilkeleri belirleyerek. Buna ek olarak da, politik durum üzerine günlük çalışmada ortak planlar belirleyerek; çünkü sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve sınıf mücadelesi –döneklere rağmen– varlığını sürdürüyor ve bu mücadele, komünistlerin yer alması gereken, ertelenemeyecek bir mücadeledir. Bir diğer önemli soru da şudur: Politik taktiklerimizin doğruluğunu günlük çalışma içerisinde değilse başka nerede sınayabiliriz? Bu, başından beri CEOC içerisinde yer alanların açıkça bildiği bir konudur. Eylem çizgilerimizi oluşturmak için derin tartışmalar yürüttük. Hiçbir şey kendiliğinden ortaya çıkmaz. Herşey tahlillerin, alınan kararları uygulama ve doğru ya da yanlış olduğumuzu ortaya koyma çabasının bir ürünüdür. Marx’ın da ünlü “Feuerbach Üzerine Tezler”de belirttiği gibi, doğrunun kriteri pratiktir.
“[Pratik,]  insanın düşüncesinin doğruluğunu, bir başka deyişle gerçekliğini, gücünü, ‘dünyevi niteliğini’ gösterdiği yerdir.”
“…Yaşamın bakış açısı, pratik, bilgi teorisinin birincil ve temel noktası olmalıdır…” (Lenin)
“Devrimci pratik ile çözülmez bir bağ kurması durumunda teori, işçi hareketinin yenilmesi zor bir gücü haline gelir.” (Stalin)
Teori haline getirilemeyecek hiçbir şey yoktur, ancak onun doğruluğunu kanıtlayacak olan pratiktir. Ya da şöyle denebilir: Teori, pratiğe dayanarak doğar. İşçi hareketi tarihinde, günlük, somut pratiğin, oportunist tutumları ya da şu ya da bu kimselerin yanlışlarını nasıl darmadağın ettiğinin sayısız örnekleri vardır. Gerçeklerin inadı diye adlandırdığımız budur: Çarpıtmalara ve ayrıntılı tartışmalara rağmen, sonunda galip gelen onlardır. Biz İspanya komünistleri bu adımları atmaktayız. Zorluklara ve sorunlara karşı, düşmanlarımızın oyun ve çarpıtmalarına karşı, planlanan yolda ilerliyoruz.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑