AKP dış politikası üzerine tezler

AKP’nin izlediği dış politikanın niteliği konusunda iki rakip tez öne çıkıyor: 1) Kemalist-ulusalcı tez, AKP’nin ABD ve AB bloğunun politikalarını takip eden bağımlı bir politika izlediğini öne sürüyor; 2) Liberal-muhafazakar tez ise, AKP’nin Cumhuriyet tarihinde Özal’dan sonra ilk defa aktif, özgüvenli ve bağımsız bir politika izlediğini iddia ediyor. Her iki tez de ifade ettikleri ideolojik ayırımı yeniden üretiyor ve böylece Türkiye’deki mevcut ideolojik yapının ötesinde bir siyaseti kurgulamayı anlamsız hale getiriyor. Başka bir deyişle, Kemalist-ulusalcılık ve liberal-muhafazakarlık bir madalyonun iki yüzü gibi birbirini tamamlayan, iki kutup dışında başka bir alan bırakmayan, kendi varlıklarını doğal ve tarihsel olarak kaçınılmaz olarak dayatan bir ikilik oluşturuyor. Böylece her iki pozisyon, bir arada, kapitalist hegemonya diye tabir edebileceğimiz bir etki alanı oluşturuyorlar.
Bu hegemonya altında kendini bu ikiliğin dışında tanımlamaya çalışan her aktör reelpolitik açısından anlamsız, anlamlı olsa da ütopik bir yere düşüyor. Suriye’ye müdahaleden barış sürecine, anayasa müzakerelerinden İstanbul’daki yerel seçimlere kadar, oyu yüzde bilmem kaça bile varmayan, marjinal muhalefet, ya onun ya da bunun yanında hizaya gelmeye çağrılıyor. İşte hegemonyanın rıza üretme ve ikna edemediği muhalefeti etkisizleştirme mekanizması böyle işliyor. Reel sosyalizmi ve Sovyetler’in Machiavellici siyasetini eleştiren “ahlaki sosyalizm” erbabı, bir bakıyorsun, TV programlarında, gazete köşelerinde, siyaset kulislerinde reelpolitika ahkamı kesiyor; kendini eleştirenlere karşı esnekliğin, siyasi manevra kabiliyetinin erdemlerinden dem vuruyor. İdeal peşinde koşan profesyonel devrimci tipine karşı reelpolitik kazanım peşinde koşan profesyonel siyasetçi, bir yandan kendisinin hegemonik ikiliğe alternatif bir ahlak ve ilkeler bütünü sunduğunu iddia ederken, diğer yandan kendi güçsüzlüğünü veri alıp “yeni solu” muktedirler arasındaki rekabetten nemalanmaya çağırıyor.
Mevcut toplumsal düzene siyasi bir alternatif sunabilmek için öncelikle hegemonik ikiliğin ve bu ikiliğin kavramlarının eleştirisiyle yola koyulmak şart. Bu açıdan, bu yazıdaki temel amacım, kısaca AKP’nin dış politikasına ilişkin Kemalist-ulusalcı ve lberal-muhafazakar tezleri ortaya koymak ve bunların eleştirisinden dış politika analizi için bazı önermeler çıkarmak olacak.

KEMALİST-ULUSALCI TEZ: ULUSAL BAĞIMSIZLIK VE KAPİTALİZM ÇELİŞKİSİ
Kemalizmin uluslararası ilişkiler ve dış politika analizindeki temel ilkesi ulusal bağımsızlıktır. Uluslararası siyasette devletler kendi ulusal çıkarlarını korumak ve hayatta kalmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet ederler. Bu anlamda Kemalizm ana hatlarıyla realizm veya siyasi gerçekçilik olarak bilinen uluslararası ilişkiler yaklaşımıyla benzerlik gösterir. Nitekim, sınıfsal ayrımları reddedip tek millet vurgusu yapan Kemalizm gibi, realizm de, uluslararası ilişkilerde sadece devletlerarası ilişkiler ve ulusal çıkarlarla ilgilenir, devletlerin içindeki toplumsal ayrımların reelpolitik açısından bir değeri yoktur.
Kemalist tezin temel varsayımları ise, devleti sınıflar arasındaki tahakküm ilişkisi olarak tanımlayan Marksist analiz açısından sorunludur. Marksizm, gerek Kemalizmin, gerekse realizmin veri kabul ettiği ulusal çıkar kavramını sorgular. Sınıflı toplumlarda sınıf çıkarından masun bir çıkar olamaz. Ulusal çıkar diye tabir edilen şey aslında muktedir sınıfın hegemonyasını ifade eder. Başka bir ifadeyle, burjuvazi, kendi çıkarını diğer toplumsal sınıfların da çıkarlarını temsil eden genel ve ortak bir çıkar olarak kabul ettirebildiği ölçüde hegemoniktir. Tarihsel olarak ulus kavramının kendisi de burjuvazinin iktidar mücadelesinde başat bir konuma gelmiş, hem anayasa hukukunda hem uluslararası hukukta ulusal egemenlik temel bir varsayım olmuştur. Burjuva hukukunun temel dogması ulusal egemenlik ve ulusal çıkar, hem Kemalizm hem de realizm için sorgulanmaz kavramlardır. Sorgulanmadıkları ölçüde sınıf iktidarını gizler ve doğallaştırırlar.
Uluslararası ilişkilerde realizm ve Kemalizm, hukuki dogmaya dayanarak, görüntüde tüm devletlerin eşit olduğu bir sistem varsayar. Bu sistemde güç dağılımı tabii ki daha güçlü ve daha güçsüz devletleri ortaya çıkarır, ancak hegemonik devlete karşı birleşen diğer devletlerin oluşturduğu güç dengesi sayesinde her devlet egemenliğini korumayı başarır. Dolayısıyla, her devletin öncelikli amacı ulusal egemenliğinin ifadesi olan bağımsızlığını korumaktır. Marksism açısından ise, ulusal egemenlik, ancak gerçek uluslararası güç ilişkilerini gizleyen hukuksal bir kurgudur. Nasıl ki iç hukukta yurttaşların biçimsel eşitliği sınıflar arasındaki maddi eşitsizliği gizliyorsa, uluslararası hukukta da ulusal egemenlik ve içişlerine karışmama ilkelerinin ifade ettiği biçimsel eşitlik küresel tahakkümü gizlemektedir.
Kemalizmin sağ ve sol versiyonları kapitalizme ilişkin farklı tutumlar sergiler, ancak ulusal egemenlik ve ulusal çıkar konusunda ortaklaşır. Güncel siyasette Sözcü gazetesinden Cumhuriyet, Yurt ve Aydınlık gazetesine kadar Kemalist olarak tanımlayabileceğimiz cenahın AKP’nin dış politikasına yönelttiği temel eleştiri, ulusal egemenlik, ulusal bağımsızlık ve ulusal çıkar temelindedir. Bu eleştirilerdeki ortak özellik, AKP’nin siyaset arenasına çıktığı koşullar, yola koyulurken destek aldığı çevreler ve siyasi programı itibarıyla ABD-AB bloğuna hizmet eden bir aktör olduğudur. Bu yaklaşıma göre, AKP, ABD-AB bloğunun kurguladığı bir senaryo mucibince iktidara getirilmiş ve bağımsızlıkçı kadrolar tasfiye edilmiştir. Hükümetin bütün dış politika girişimleri, Kıbrıs’ta çözüm, Ermenistan’la diyalog, Kürt siyasi hareketiyle müzakere vb. hep AKP’nin bu dış mihraklara hizmetinin sonucudur. Çeşitli komplo teorileri, bu yaklaşımın bolca kullandığı bir yöntemdir.
Ne var ki, burjuva ideolojisinin dogmasını analizin çıkış noktası yapan bir yaklaşım, elbette Türkiye’nin dünya kapitalizmi içindeki konumunu ve kapitalist ilişkiler içinde dış politika oluşumunu anlamakta ve açıklamakta zorluk çekecektir. Bu açıdan AKP’nin İsrail politikası güzel bir örnektir. One Minute ve Mavi Marmara olayları, Kemalist çevreler tarafından, AKP’nin gerçekleştirdiği “eksen kaymasına” örnek olarak sunuldular. Klişe ifadeyle, “yüzünü Batı demokrasilerinden Ortadoğu bataklığına dönen” AKP Cumhuriyet’in temel yönünden sapmıştır. Ancak Kemalist yaklaşım burada önemli bir çıkmaza girer: AKP ABD-AB bloğunun projesi ise, bu proje neden Türkiye’nin bu bloktan uzaklaşmasını öngören bir “eksen kaymasına” yönelmiştir? Bu noktada, tabii ki orjinal açıklamada olmayan bazı geçici açıklamalar bulunur: Erdoğan başına buyruk davranmaya başlamıştır veya çok asabidir, sinirlerine hakim olamıyordur; ABD Yeşil Kuşak ve Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ılımlı İslam’a destek vermektedir vb. Ancak bu açıklamalar, AKP’nin dış politikasını kuramsal olarak açıklamakta yetersizdir. Lider düzeyinde getirilen her açıklama, liderin siyasi sistem ve uluslarararası sistemdeki öznelliğinin sınırlarını belirlemek durumundadır. Öte yandan, ABD’nin ılımlı İslam projesi Ortadoğu ülkelerini İsrail’le bozuşturmayı değil barıştırmayı, transatlantik bloğundan uzaklaştırmayı değil yakınlaştırmayı amaçlar. Aksini düşünmek mantıksız olur.

LİBERAL-MUHAFAZAKAR TEZ: KÜRESEL YÖNETİŞİM VE KATILIMCILIK HAYALİ

Liberal-muhafazakar tez, kuramsal olarak liberalizm ve muhafazakarlık arasındaki çelişkilere rağmen, köklü bir ideolojik hatta dayanmaktadır. Öncelikle, liberal-muhafazakarlık da, günümüzde (ve bu yazıda) Kemalizm olarak tanımladığımız yaklaşım gibi, Cumhuriyet’in kurucu bir akımıdır.  Bu akımın güncel versiyonu, Celal Bayar’ın 27 Mayıs eleştirisine dayanır. Bu yaklaşıma göre, Türkiye Cumhuriyeti, yüzlerce yıllık bir “güçlü devlet geleneğini” devam ettirmektedir. Bu gelenekte bir yanda bürokrasi tarafından temsil edilen güçlü bir devlet, diğer yanda halk vardır. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra bürokrasi iktidarı tekrar ele geçirmiş ve ulusal egemenliği vesayet altına almıştır. Demokrat Parti ulusal egemenliği tekrar tesis etmişse de, asker-sivil bürokrasi tarafından darbeyle uzaklaştırılmıştır. Türk sağının temel siyasi tezini ifade eden bu yaklaşım, 1960’ların sonlarına doğru ve özellikle 12 Mart’tan sonra solda da yankı bulmuş. İdris Küçükömer’den Çağlar Keyder’e kadar birçok soysal bilimciyi etkilemiş, dahası Bülent Ecevit ve Deniz Baykal’ın “Orta’nın Solu” projesinin kuramsal çerçevesini oluşturmuştur.
Bu yaklaşım, uluslararası ilişkilerdeki liberalizm gibi, devletin içindeki toplumsal grupların aralarındaki ilişkilerin ve siyasi rejimin dış politikaya etkisi olacağını varsayar. Ancak liberalizmin toplumsal grupları, zaman zaman adına sınıf dense de, Marksist analizin sınıf ve toplumsal grup tanımına denk düşmez. Liberalizm, toplumsal sınıfları, tek tek bireylerin sahip oldukları üretim faktörleri (sermaye, toprak, emek) üzerinden tanımlar. Aynı üretim faktörü donanımına sahip bireylerin toplamı toplumsal sınıfları oluşturur. Markist analiz ise, üretim faktörlerinin, kendi başına, bir nesneden öte anlamlarının olmadığını; ancak toplumsal ilişkiler içinde bunların üretim faktörüne dönüştüğünü ileri sürer. Özetle ifade etmek gerekirse, sınıf ilişkileri ve üretim ilişkileri analiz edilmeden, üretim faktörlerinin hangi sınıfsal oluşumlara yol açacağı anlaşılamaz. Liberal yaklaşıma göre, bir ülkede bolca bulunan üretim faktörlerinin sahibi olan sınıflar dışa açılmayı ve ticaret serbestliğini savunur. Buna mukabil, kıt olan üretim faktörü sahipleri, dışa açılmaya karşı çıkar. Bu minvalde, güncel liberal-muhafazakarlık, ekonomik dışa açılmayı tüketicilerin daha ucuz ve kaliteli mal tüketme hakkı üzerinden savunur, devlet beslemesi ve ithal-ikameci burjuvaziyi eleştirir.
Uluslararası ilişkilerde liberalizm, liberal demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmayacağını ve dolayısıyla liberal demokrasinin dünya barışı için şart olduğunu iddia eder. Liberal demokrasinin en büyük güvencesi olarak ise, güçlü bir orta sınıfın varlığı gösterilir. Bu tez, AKP döneminde, “yükselen Anadolu sermayesi” ve “İslamcı Calvinistler” gibi kavramlarla ifade edilmiştir. Böylece, AKP bürokrasinin halk üzerindeki egemenliğine karşı büyüyen orta sınıfın demokratikleşme özlemlerini somutlaştıran bir siyasi özne olarak tanımlanır. Dolayısıyla, “değişimin motoru” olan AKP, elbette dış politikada da bürokratik vesayet dönemiyle önemli bir kırılma yaratır.
Davutoğlu doktrini, bu yaklaşımın güzel bir örneğini sunar. Temel iktidar kavgasının halkla bürokrasi arasında meydana geldiği Türkiye’de, Cumhuriyet’in elitleri, halka yabancı bürokratlar olagelmiştir. Bu bürokratlar, kendi değerlerine yabancı oldukları ve halk egemenliğine dayanmadıkları için özgüven sahibi değildirler. O yüzden, bürokratik elitler, Ortadoğu başta olmak üzere “Osmanlı bakiyesine” sırtını dönmüş, içe dönük ve pasif bir politika izlemiştir. Oysa AKP halk egemenliği ve değerlerine dayandığından, özgüveni tamdır ve aktif ve dışa dönük bir strateji izleyebilir. Liberal-muhafazakarlığın “Kemalist pasiflik” tezi ise, tarihsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Kurucu Kemalist kadroların Ortadoğu’dan çekilme sebebi kültürel yabancılaşma değil, bölgedeki cephelerde savaşı kaybetmeleridir. Nitekim ellerine geçen her fırsatta Hatay, Musul ve Kerkük’te devlet sınırlarını genişletme konusunda girişimde bulunmuşlardır. Kemalizme Ortadoğu’da manevra alanı tanımayan etkenler, önce İngiltere-Fransa, daha sonra ABD-Sovyetler Birliği’nin etkisidir.
Liberal-muhafazakarlığın temelindeki sağ popülizm, AKP’nin dış politikasında özgüven faktörünün önemini, 1 Mart tezkeresi, One Minute, Mavi Marmara, Suriye ve Mısır politikası üzerinden vurgulamaktadır. Erdoğan’ın son dönemdeki popüler deyişiyle “diklenmek değil, ama dik durmak” olarak özetlenebilecek bu yaklaşım, ahlaki değerler ve siyasi ilkeler adına, icabında ABD-AB ittifakına zıt bir şekilde bağımsız davranan bir dış politika çizgisinin varlığını iddia ediyor. Ancak “eksen kayması” tezine karşı dile getirilen tüm kanıtlar, Türkiye’nin ABD-AB ittifakına ters bir şekilde hareket etmediğini ortaya koyuyor. 1 Mart tezkeresini, Erdoğan’ın hükümetin başında olmadığı, AKP yöneticileri arasında görüş ayrılıklarının olduğu, AKP grubunun oylamada serbest bırakıldığı ve böylece özellikle Barzani’ye yakın AKP milletvekillerinin elinin rahat olduğu bir ortamda gerçekleştiğinden, AKP’nin dış politikasının bir ifadesi saymak doğru olmaz. Nitekim, Erdoğan’ın Başbakanlık koltuğuna oturmasından sonra Meclis’e ikinci bir tezkere getiren hükümet bunu geçirmeyi başarmıştır. İsrail’le ilişkilerin seyrine rağmen NATO çerçevesinde İsrail savunmasıyla senkronize bir füze savunma sistemine entegre olmuştur.
Liberal yaklaşım, 1970’lerden beri ülkelerin karşılıklı bağımlı hale geldiğini ve uluslararası ve ulusötesi aktör ve örgütlerin öneminin arttığını ileri sürer. Gerçekten de, son çeyrek yüzyılda uluslararası ve küresel örgütler ve kurallar tarihte görülmemiş şekilde artmış ve etki kazanmıştır. Bu süreç, iç politikada bilhassa ekonomi ve sosyal politika alanının giderek bağımsız kurullara devredilerek teknikleştirilmesine paralel işlemiştir. Yönetişim adı verilen bu idari modelde, bağımsız uzmanlık kurullarına devredilen alanlar depolitize edilmekte ve esasında siyasi içerikli kararlar doğallaştırılmakta ve meşrulaştırılmaktadır. 1990’lı yıllarda bu modelin siyasi meşruiyet sağlamada aciz kaldığı (örneğin IMF karşıtı Endonezya ayaklanmasında) ortaya çıkmıştır. Buna karşı, aslında toplumsal temsil yeteneği olmayan, ancak belli bir çıkar grubu oluşturan sivil toplum kuruluşlarının karar alma ve uygulama süreçlerine dahil edilmesiyle meşruiyet krizinin aşılacağı düşünülmüştür.
AKP’nin dış politikası da bu dönüşüme uyum sağlamış, Davos toplantıları, G-20 zirveleri ve çeşitli kamu diplomasisi teknikleriyle küresel karar alma mekanizmalarına katıldığını ileri sürmüştür. Davutoğlu’nun deyimiyle, Türkiye’nin yeni siyasi mimaride “oyun kurucu” bir rol oynamaya başladığı iddia edilmiştir. Bu toplantılarda liderler fotoğrafına girmek, hükümetler için bir reklam vesilesi olurken, bu toplantılardaki kararlar için de bir meşruiyet mekanizması sağlıyor. Ancak bütün bu teşrifat ve biçimsel usül, kararların nasıl ve kimin tarafından alındığını değiştirmiyor. Keza Türkiye’nin bu platformlardaki varlığı ve etkinliği, ülkenin küresel işbölümündeki işlevini değiştirmiyor, aksine pekiştiriyor.

MARKSİST TEZ: KAPİTALİST İLİŞKİ VE ÖZNE
Ne Kemalist ne de liberal-muhafazakar tezler AKP’nin dış politikasını anlamamıza yardımcı olabilir. Her ikisi de güncel sürecin ancak bir tarafını yansıtmaktadır. Yazının bu son bölümünde, kısaca, bu iki teze alternatif bir yaklaşımın çıkış noktaları ve temel tezlerine değinmek istiyorum. Bu kuramsal noktalar şüphesiz geliştirilmeye muhtaçtır, ancak geleceğe yönelik bir araştırma programı oluşturmaktadırlar.
1)    Hem Kemalizm hem de liberal-muhafazakarlık iki farklı anlatıyı birleştiren bir ideolojik söylem oluşturmaktadır. İlk anlatı Türkiye’nin biricikliği üzerinedir. Hem Kemalizme hem de liberal-muhafazakarlığa göre, Türkiye dünya tarihinde biricik bir yere sahiptir. Diğer toplumlara uygulanan sınıf analizi buraya uygulanamaz. Türkiye’de halk ve devlet karşıtlığından söz edilebilir. İkinci anlatı ise, özgün çıkış koşullarına rağmen Türkiye tarihinin varacağı evrensel bir noktayı işaret etmektedir: Kemalizme göre muasır medeniyetler seviyesi, liberal-muhafazakarlığa göre piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi. Dolayısıyla her iki ideolojik set de, hem Oryantalist hem de teleolojik anlatıların kombinasyonundan oluşan bir söyleme dayanır.
2)    Böyle bir tarihyazımı güdük ve hukuki dogmayı yeniden üreten bir devlet kuramıyla tamamlanır. Hem Kemalizm hem de liberal-muhafazakarlık açısından devlet ya bir kurum, bir tüzel kişilik ya da liderlerin şahsında vücut bulan bir canavardır (Leviathan). Her iki yaklaşım da, devleti, bir toplumsal ilişki olarak değil, insan biçimli bir siyasi özne olarak kavramsallaştırır. Bunu yaptığı ölçüde, devletin toplumsal sınıflar tarafından belirlendiğini gözden kaçırır.
3)    Uluslararası ilişkiler ve dış politika analizinde Kemalist ve liberal-muhafazakar tezler, uluslararası siyasetteki güç dağılımını veri alırlar. Ancak güç dağılımı bir sonuçtur, neden değil. Herhangi bir anda gücün neden belli bir şekilde dağıldığını açıklamak için gücü üreten yapıya bakmak gerekir. Dünya siyasetinde gücün hangi toplumsal ilişkiler içinde üretildiği anlaşılmadan, dış politikayı yönlendiren hükümetlerin özgürlüklerinin sınırını anlamak mümkün değildir. Bu çerçevede, bir dış politika öznesi olarak devlet, hem küresel hem de ulusal düzeyde toplumsal bir ilişki olarak anlaşılmalıdır.
Bu bağlamda Türkiye’nin dış politikası, ülkenin küresel kapitalizm içindeki konumu, işlevi ve bunun ülke içinde yarattığı toplumsal dönüşüm çerçevesinde anlaşılmalıdır. Neoliberal dönüşüm, Kemalist tezin varsaydığı gibi Türkiye’ye mekanik bir şekilde dışarıdan dayatılan bir dış politika komplosu değil, Türkiye’nin de dahil olduğu küresel kapitalizmin organik bir sürecidir. Başka bir deyişle, neoliberalizm, ABD’de ve Türkiye gibi ülkelerde aynı anda ortaya çıkmış, bu farklı coğrafyalardaki toplumsal yapıların hem kendi içlerindeki ilişkilerde hem de birbirleriyle ilişkilerinde dönüşüm yaratmıştır. Dönüşüme direnenlere icabında şiddet uygulanmış, ayak uyduramayanlar tasfiye edilmiştir. Bu bağlamda,
1)    Davutoğlu Doktrini ve AKP dış politikası, Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren devam eden stratejik arayışın tarihsel bir devamıdır.
2)    Bu devamlılığın en merkezi unsuru, Türkiye’nin ABD-AB bloğu için stratejik açıdan çok önemli olduğunun vurgulanması ve Türkiye’nin ulusal çıkarının bu yönde tanımlanmasıdır.
3)    Bu anlamda, özellikle ABD-AB bloğuna yönelik kimi zaman serzenişler ve ufak tehditler gündeme gelse de, hem Kemalizm hem de liberal-muhafazakarlık, özünde Türkiye’nin kapitalist düzen içinde yer almasına itiraz etmemekte, ancak nasıl yer alacağına dair farklılaşmaktadır. İkisi de sonuçta kapitalizmi yeniden üreten ideolojiler olduğu içindir ki, bu iki kutbun oluşturduğu bir siyaset anti-kapitalist muhalefeti marjinalize etmektedir.
4)    Türkiye’nin dış politikasında gerçekten bağımsız ve hegemonya karşıtı bir dış politika izlemesi dünya kapitalizmine ilişkin hükümetlerin alacağı siyasi ve ideolojik tutuma bağlıdır. Türkiye’yi mevcut kapitalist düzen açısından işlevsel kılan hiçbir politika bağımsız olamaz.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑