Türkiye’nin bölgesel güç olma hevesi ve emperyalizm meselesi

Gündelik gelişmeleri takip edenler için ABD ve Türkiye arasındaki ilişkiler zaman zaman kafa karıştırıcı olabiliyor. Emperyalizmi kapitalizmin örgütlenişiyle ilgili yapısal bir olgu olarak kavramak yerine dünya politikasındaki bir hegemonun siyasi tercihlerine indirgeyen yaklaşımlar Türkiye’deki mevcut siyasi kampları tekrar üreterek, etkin bir muhalefeti olanaksız kılıyor. Bu yazıda öncelikle bu yaklaşımın kısa bir eleştirisini yapacak, sonra AKP dış politika söylemindeki izdüşümünü irdeleyeceğim. Son olarak, Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinden AKP hükümetlerinin siyasi tercihleri ve izledikleri politikaları ABD ve Batı İttifakı’yla arasındaki gerilimleri açısından değerlendireceğim. Temel tezim, bu gerilimlerin nedeninin AKP’nin anti-emperyalist bir politika izlemesinden değil, emperyalist sistem içinde bir statü rekabetine girmesinden kaynaklandığıdır.

SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASI
İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Türk dış politikasının temel yöneliminin, Batı İttifakı’na, onun ne kadar stratejik ve vazgeçilmez bir müttefiki olduğunu kanıtlamak olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye, vazgeçilmez olduğu sürece, Batı’nın ekonomik ve siyasi kaynaklarını kendi bölgesel amaçları ve bölgesel rakiplerine üstünlük sağlamak için kullanabilecektir. Soğuk Savaş yılları boyunca bu politikanın başlıca hedefi, Türkiye’nin NATO içinde kendisine rakip olarak gördüğü Yunanistan’a karşı Batı İttifakı içinden destek kazanmaktı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi farklı dinamikleri harekete geçirdi.
Soğuk Savaş sonrasında Türk dış politikasının öncelikli kaygısı, ABD ve Batı İttifakı’na, stratejik vazgeçilmezliğinin devam ettiği, hatta daha da önemli hale geldiğinin anlatılmasıydı. Sovyetler Birliği çöktüğüne göre ona karşı kurulmuş olan NATO ittifakı ve çevreleme politikası anlamsız hale gelmiş ve Türkiye’nin rolü belirsizleşmişti. Dünya siyasetinde rakipsiz hale gelen ABD’nin müttefiklerine daha az ihtiyaç duyması, Soğuk Savaş boyunca onlara güvenliklerini sağlayacağı güvencesini veren ABD’nin bu sözünün arkasında durup durmayacağı müttefiklerini endişelendirmekteydi. ABD ise, taahhütlerinden vazgeçmeme, ancak müttefiklerinin güvenliğini sağlayacak hegemonyasının ekonomik ve siyasi maliyetini onlara ödetme niyetindeydi. Birinci Körfez Savaşı ve Özal’ın “bir koyup üç alma” formülasyonuyla özetlenen neo-Osmanlıcılığı bu konjonktürde ortaya çıktı. Daha sonra Davutoğlu’nun dile getireceği birçok fikrin kökenini bu dönemde görmek mümkün. Özal’a göre, Cumhuriyetin kurucu kadroları –bilhassa İsmet İnönü– Lozan’da başarısız bir diplomasi izlemiş, Musul ve Kerkük’ü kaybetmişti. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Ortadoğu’da yeni bir hareketlilik başlamıştı ve Türkiye bu fırsatı kullanabilirdi. AKP gibi, Türkiye’nin bölgesel olarak yayılabileceği fikri, Özal’ın Kürt sorununa yaklaşımının da temeline yatmaktaydı.
Özal’ın dış politikasının Ortadoğu’da beklediği sonucu vermemesi, Türk dış politikasının Batı’ya yönelik pazarlama çabalarını sona erdirmedi. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu, Türkiye’nin Batı İttifakı içindeki konumunu muhafaza etmek ve sağlamlaştırmak için yaptığı kayda değer hamlelerdi. Bunların yanında Orta Asya cumhuriyetleriyle kurulan ilişkiler Batı’ya pazarlanmaya çalışıldı. The Economist’ten apartılan “Çin Seddinden Adriyatik’e Türk Dünyası” sloganı Demirel döneminin temel söylemi haline geldi. Elbette bütün bu çabaların altında, 24 Ocak Kararları’yla geçilen ihracata yönelik büyüme döneminin palazlandırdığı ihracatçılara rekabet edebilecekleri pazarlar ve ucuz hammadde temin edebilme dürtüsü vardı. Başka bir deyişle, Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikası, temelde neoliberalizmin güçlendirdiği sermaye fraksiyonlarının siyasi ihtiyaçlarıyla belirlendi. Dış gezilerinde uçağında işadamlarıyla dolaşan Özal bu yeni dış politikanın modelini oluşturuyordu.
AKP öncesi Türk dış politikasının son markası İsmail Cem de, daha sonra Davutoğlu’nun sıkça tekrarlayacağı “medeniyetler köprüsü” söylemiyle Türkiye’nin stratejik önemini vurgulamaya çalışan politikayı devam ettirdi. 1990’lı yıllar boyunca Somali, Bosna, Kosova gibi bölgelerde Batı İttifakı’na Türkiye’nin faydası, vazgeçilmezliği vurgulandı. AKP’nin iktidara gelmesi ve Bush’un Ortadoğu savaşları Türk dış politikasının pazarlama stratejisine yeni bir boyut daha katacaktı: Ortadoğu’ya model olabilecek demokrasiyle uyumlu “ılımlı İslam”. Ne var ki, Arap isyanlarıyla ortaya çıkan bölgedeki gelişmeler modelin çekiciliğini kısa zamanda sona erdirdi. Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” konseptinin yerini “değerli yalnızlık” konsepti alırken, Türk dış politikası, Soğuk Savaş sonrası dönemin en zorlu kavşağına girdi. Bölgede giderek yalnızlaşan Türkiye, Batı İttifakı tarafından ise, bölgesel güç olma yolunda desteklenmesi bir yana “tahammül edilmek zorunda” olan bir müttefike dönüştü. Suriye’de Rusya’nın desteklediği Esad’ı dış politikasının biricik önceliği haline getiren Erdoğan’ın Moskova’da Putin’e “bizi Şangay beşlisine dahil ederseniz Avrupa Birliği’yle oyalanmayız” mesajı, küresel ve bölgesel güçlerin arasındaki çelişkilerden faydalanmaya çalışan kurnaz bir diplomasi değil, Batı’dan istediğini alamamanın yol açtığı çaresiz bir öfke ve küskünlüğün ifadesi olarak okunabilirdi ancak. Rusya’nın Kırım’ı ilhakıyla Karadeniz’de temel belirleyici güç haline gelmesi karşısında Türkiye’nin güvenlik için NATO’ya mecbur olması bu ifadenin ironisini daha da açığa çıkarıyor, AKP’nin dış politikasını tam bir Grek tragedyasına dönüştürüyor.
Bir NATO müttefiki olarak Türkiye’nin ABD’yle ters düşmesi şüphesiz bir çelişki. Bu çelişki, emperyalizmi dünya çapında toplumsal bir ilişki veya yapısal bir olgu olarak değerlendiren diyalektik bir yaklaşım açısından kapitalist birikimin doğasından kaynaklanır. Çelişki mantıksal değil, gerçektir ve diyalektik analiz, çelişkiyi ortadan kaldırmayı değil, ortaya çıkarmayı, belirgin hale getirmeyi, açıklamayı amaçlar. İdealist ve kaba maddeci emperyalizm analizleri ise, bütünü parçanın iradesiyle açıklayarak, emperyalizmi ABD’nin politikasına indirger, anti-emperyalizmi de ABD karşıtlığıyla sınırlar. Bu, anti-kapitalizmi, en büyük holdingle mücadeleye indirgemeye benzer. AKP’nin izlediği politikanın ABD’yle çelişmesi, Erdoğan’ın ABD’yi eleştirmesi veya ABD basınında Erdoğan’a yönelik eleştirilerin çıkması AKP’yi anti-emperyalist yapar mı? Emperyalizmin kapitalizmin örgütleniş biçimi olduğunu gözardı edip sadece siyasi bir düzeye indirgediğimizde, anti-emperyalizmle, kendi emperyalist hedefleri için emperyalizmin mevcut hiyerarşisini değiştirmeyi zorlayan bir politika arasındaki ayrımı da muğlaklaştırmış oluyoruz. Başka bir deyişle, emperyalizmi bir düzen olarak ortadan kaldırmayı hedefleyen bir mücadeleyle emperyalist statükoyu değiştirmeyi ve emperyalist hiyerarşide yükselmeyi hedefleyen bir mücadeleyi ayırt etmenin yolu, emperyalizmi onu oluşturan öznelerin ötesinde bir ilişkiler bütünü olarak anlayabilmekten geçiyor. Nasıl ki iç siyasette statükoya karşı her hareket demokratik değilse, uluslararası siyasette de her statüko karşıtı hareket anti-emperyalist değildir.

ERDOĞAN’IN “ANTİ-EMPERYALİZMİ”: KİMSESİZLERİN KİMSESİ
Erdoğan’ın söylemi emperyalizme karşıtlığını sıkça dile getirir. 13 Ekim 2014’te Cumhurbaşkanı Erdoğan Marmara Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada dinleyicilere şöyle sesleniyordu:
“Yaklaşık 100 yıl öncesine kadar Bosna’dan Yemen’e, Gürcistan’dan Libya’ya kadar geniş bir bölge İstanbul’dan idare ediliyordu. Savaş sona erdiğinde ise idare ettiğimiz topraklar, bugün bile sahip olduğumuz topraklardan daha dar bir sınır içine hapsedilmek istendi. Özellikle Ortadoğu’da sınırların belirlenmesi bugün bile dikkate üzerinde durulması gereken konu. 20. yüzyılın başına kadar dünyada Ortadoğu diye bir coğrafi kavram yoktu. Ortadoğu kavramı bir coğrafi bölgeyi işaret etmek için değil petrol ve çatışma bölgelerini işaret etmek amacıyla icat edildi. Savaşın galibi olan egemen güçler Kahire’de bir masa etrafına oturdular, ellerine birer cetvel aldılar. Bu bölgede sancısı bugüne kadar devam eden sınırlar orada çizildi. Gerçekten sınırlara baktığınızda son derece keyfi, gerçeklikten uzak biçimde çizildiğini görürsünüz. Örneğin bölgedeki Şii halkı üç ayrı devlete, Türkmenler üç ayrı devlete dağıtılmıştır. Kürtler köylerinin dahi ortasından sınır geçirmek suretiyle üç ayrı ülkeye ayrılmıştır. Suriye, Irak gibi ülke isimleri 1. Dünya Savaşından sonra konulmuş isimlerdi.”
Erdoğan, bir yandan 1. Dünya Savaşı’nın galibi olan “egemen devletlerin” petrol kaynakları kontrol edebilmek için bölge halklarını bölerek Ortadoğu diye tanımladıkları coğrafyaya hakim olmalarını eleştiriyor. Diğer yandan, bütün bu coğrafyanın emperyalist müdahale öncesi İstanbul’dan idare edildiğini nostaljik bir özlemle dile getiriyor.
Kendi emperyal özlemlerine set çeken ve ulusal bütünlüğü tehdit eden bir faktör olarak emperyalizm karşıtlığı Türk milliyetçiliğinin başvurduğu temel anlatılardan biridir ve Erdoğan’ın siyasi söyleminde de sıkça karşımıza çıkar. 30 Eylül 2011’de Makendonya’nın başkenti Üsküp’te Uluslararası Balkan Üniversitesi’nin mezuniyet törenine katılan Erdoğan dinleyicileri emperyalizme karşı mücadeleye çağırıyordu:
“Emperyalist güçler arzularından hiçbir zaman vazgeçmiyorlar, vazgeçmeyecekler. Yani ezen ve ezilenler muhakkak olacak. İlk insanla başladı, sonuna kadar devam edecek. Mesele, bunun farkında olmak suretiyle bunu minimize edebilmektir, bu mücadeleyi verebilmektir.”
Ezen-ezilen ilişkisini kaçınılmaz, ebediyete kadar sürecek bir olgu olarak kabul eden bu söylemde, Erdoğan kendisini, tıpkı iç politikadaki “elit karşıtı” popülist söylemine benzer bir şekilde, ezenlerin karşısında ezilenleri temsil eden bir aktör olarak kurguluyor. 20 Temmuz 2013’te Kastamonu Havaalanı’nın açılışında yaptığı konuşmada Erdoğan, ezilenlere sahip çıkmayı Türk milletinin tarihi bir misyonu olarak tanımlıyor:
“Tarihimize bakınız. Nerede, hakkı yenen, ekmeği elinden alınan, dinine, inancına saldırılan, haksızlığa, zulme, gadre uğrayan varsa, bizim medeniyetimize sığınmıştır. Osmanlı, Hint Yarımadası’na zulme uğrayanlar için donanma göndermiştir. Biz, böyle bir ecdadın torunlarıyız. Bizim ecdadımız da inancına, diline, derisinin rengine bakmadan, hiçbir ayrım yapmadan, insana sadece insan olduğu, yaratılmışların en şereflisi olduğu için hiç tereddüt etmeden el uzatmış, yardımına koşmuştur.”
Alicenap bir imparatorluk olarak Osmanlı özlemi, insan hakları ve demokrasi gibi evrensel değerleri egemen aktörlerin çıkarlarını gizlemek için kullanan emperyalist bir söylemin Türk milliyetçiliğine özgü sembollerle ifade edilmesidir. Bu söylem, bir yandan “önce bölgesel sonra küresel bir güç olma” şeklinde formüle edilen emperyalist hedefleri ahlaki bir dille meşrulaştırırken, diğer yandan milliyetçiliğin azamet duygularını okşamaktadır. Aynı konuşmada Erdoğan, hükümetin izlediği dış politikayı kardeşlik, komşuluk ve dayanışma gereği olarak açıklıyor:
“‘Filistin ile neden bu kadar ilgilisiniz, Suriye ile Mısır ile Somali, Myanmar ile neden bu kadar ilgilisiniz? Tunus ile Libya ile neden bu kadar ilgilisiniz? Dünya mazlumlarıyla ilgilenmek size mi düştü? Hakkı söylemek, adaleti savunmak size mi kaldı?’ diyorlar. Biz, onlara işte biraz önce ifade ettiğim o temel ilkeyi hatırlatacağız; kardeşin, komşun zordaysa, sen refah içinde, huzur içinde, güven ve istikrar içinde olamazsın. Gözünü kapatarak, kulağını tıkayarak, sınırlarına duvarlar örerek, en önemlisi de kalbini, vicdanını örterek, kendi ülkeni de imar edemezsin, abad edemezsin.”
Kendi kısmi çıkarını evrensel bir çıkar olarak sunmak hegemonya peşinde koşmanın alameti farikasıdır. 19. yüzyıl sömürgeciliği, “beyaz adamın yükü” ve “medenileştirme misyonu”ydu. 20. yüzyıl emperyalizmi ulusların kendi kaderini tayin hakkını ve demokrasiyi savundu. 21. yüzyıl emperyalist müdahalelerinin tamamı insan hakları, soykırımı önleme ve demokrasi gerekçeleriyle yapıldı. Erdoğan’ın dış politika söylemi de, Türk dış politikasının bölgesel nüfuz elde etme çabasını ahlaki bir zorunluluk ve görev olarak sunarken, büyüklük iddiasının ancak bu yolla gerçekleşebileceğine işaret ediyor:
“Elindeki somunu yoksulla paylaşmayan, ihtiyaç sahibiyle paylaşmayan, yarın o somunu da bulamaz. Biz, paylaşarak büyüyen bir milletiz. Biz, ekmeğini de sevincini de tasasını da paylaştıkça büyümüş ve bu seviyelere ulaşmış bir milletiz”
Erdoğan’ın söylemini tek bir cümleye indirgemek mümkün: “ağalık vermekle olur”. Söylemini anti-emperyalist unsurlarla bezemesine rağmen, AKP’nin hedefi, emperyalist düzeni ortadan kaldırmak değil, hiyerarşide sınıf atlamak, işbölümünde merkeze yaklaşmaktır. Lakin, kelimenin tam manasıyla sermayesi yetmemektedir. Bu koşullarda AKP’nin bölgesel güç olma sevdası ABD’nin bölgesel politikalarıyla çelişmekte, ancak son kertede bu politikaları kabullenmeye zorlanmaktadır.

ORTADOĞU’DA ABD VE TÜRKİYE ARASINDAKİ ÇELİŞKİ

Yukarıdaki tespitler ışığında ABD ve Türkiye’nin dış politikalarında diyalektik maddeciliğe dayanan bir emperyalizm kuramı açısından beklenilir çelişkiler ortaya çıkmaktadır. Bu çelişkilerin AKP dönemindeki ayrıntılı bir dökümünü yapmak bu yazının sınırları dışında kalır. Ancak özellikle son dönemde, AKP iktidarının Suriye’deki savaş ve Kobanê savunmasına yaklaşımını etkileyen iki kırılmadan söz edilebilir: 1 Mart 2003 Tezkeresi ve Libya müdahalesi.
ABD’nin Irak işgali sırasında Türkiye’yi operasyonel bir merkez olarak kullanmasına imkan tanıyan 1 Mart tezkeresinin TBMM tarafından reddedilmesi, gerek sebepleri gerek sonuçları bakımından hala çok tartışılan bir olaydır. Tezkerenin içeriği konusunda ABD’yle Türkiye adına müzakereleri yürüten diplomat Deniz Bölükbaşı, hükümetin kendisine verdiği talimatlara uygun bir pazarlık yürütmesine rağmen tezkerenin meclisten geçmediğini vurgular.  Davutoğlu üzerine övgüyle dolu iki kitap yazan gazeteci Gürkan Zengin, AKP’nin içinde tezkereye ilişkin bir ayırım olduğunu, Erdoğan’ın tezkerenin geçmesi için talimat vermesine rağmen, selefi Ecevit tarafından savaşa mutlaka karşı çıkması öğütlenen dönemin Başbakanı Gül’ün AKP Meclis Grubu’nu serbest bıraktığını ve Bülent Arınç’ın açıkça tezkereye karşı çıktığını bildiriyor. Zengin’in aktarımına göre, tezkerenin geçmemesi üzerine Erdoğan müthiş öfkelenmişti: “1 Mart, sadece Türkiye’nin değil, AKP’nin de en dar geçitlerinden biriydi. Erdoğan ve Gül ikilisi, bu dönemi parti gövdesinde bir hasar yaratmadan atlatmayı başardılar.”  Zengin’e göre Erdoğan’ın tezkereyi desteklemesinin nedeni, ABD tarafından işgal sonrası Irak’tan dışlanma korkusuydu.  Yani Erdoğan Özal’ın Birinci Körfez Savaşı’ndaki siyasetini izlemek istiyordu, ancak henüz başbakanlık koltuğuna oturamamış bir parti genel başkanı olarak, meclis grubuna hakim olamamıştı. Nitekim ikinci bir tezkereyi 19 Mart 2003’te Meclis’ten geçirmeyi başardı. O dönem başbakan danışmanı olarak görev yapan Davutoğlu ise, tezkereye karşı çıkan grupta yer almıştı.
1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesi kısa vadede Erdoğan’ın korktuğu gibi bir dışlanmaya yol açsa da, beklenmeyen bir etkisi, bilhassa Bush ve Neoconların dış politikasını eleştiren çevrelerde AKP’nin prestijini arttırmasıydı. Irak Savaşı’nın büyük bir hata olduğunu düşünen Amerikan ve Avrupa liberal ve sol çevrelerinde, AKP’ye, Gezi’ye kadar devam eden muazzam bir kredi açıldı. İlerleyen yıllarda AKP’nin özellikle Bağdat’taki Maliki Hükümeti’ne karşı Erbil’le yakınlaşması, ABD’nin kısa vadedeki dışlamasının maliyetini de ortadan kaldırmış oldu. Böylece Türkiye tezkereyi kabul etmemekle ABD işgalini engelleyemese de, uluslararası kamuoyunda prestijini arttırdı, bağımsız hareket edebilen bir aktör olduğu imajını yarattı ve kısa sürede tekrar Irak’a geri dönebildi.
Ne var ki, 1 Mart’tan çıkarılan dersler Suriye’de pek işe yaramadı. Öncelikle Türkiye ABD’nin askeri planlarında operasyonel boyutlarında değişiklik yaptırabilir, ancak bu planlara engel olamazdı. Türkiye’nin ABD’yi kendi rızası hilafına bir askeri operasyona zorlaması ihtimali ise neredeyse sıfırdı ve Erdoğan’ın ABD’yi Esad’a karşı bir harekata zorlamak için giriştiği tüm hamleler sonuçsuz kaldı. AKP, 1 Mart’ta kredi kazandığı liberal çevrelere hitap edeceğini düşündüğü ahlaki, insani söylemi ABD’yi Esad’a karşı müdahaleye zorlamak için kullandı. Ancak Amerikan kamuoyunun çoğunluğu Irak deneyiminden sonra savaşa girmekte isteksiz olduğu gibi, Suriye’ye karşı Obama’yı savaşa sokmak isteyen kesim AKP’ye 1 Mart’tan itibaren açık bir garez besleyen Cumhuriyetçilerin şahin kanadıydı. Söyleminin etkisizliği Erdoğan’ın eleştirisinin ahlaki dozunu giderek arttırmasına ve sonunda eleştirilerin giderek çaresiz bir serzenişe dönüşmesine yol açtı. ABD’nin Kobanê’ye silah yardımı yapmasından sonra Erdoğan’ın sarfettiği “Kobanê kendileri için niye bu kadar stratejik, onu anlamakta zorlanıyorum”  lafı bu çaresizliğin geldiği noktayı tarif ediyor.
AKP Hükümeti’nin Suriye politikasını ve reflekslerini şekillendiren ikinci önemli olay ise, Libya müdahalesiydi. Bu sefer jeostratejik konumu değil de NATO üyeliği aracılığıyla ABD üzerinde etkili olacağını hesaplayan Erdoğan, 28 Şubat 2011’de şöyle sesleniyordu:
“NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? NATO mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya’ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez.”
Ancak Fransa, 18 Mart 2011’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin uçuşa yasak bölge ilan eden 1973 sayılı kararı çıkar çıkmaz, 19 Mart’ta, Türkiye’yi dışlayarak, Batı ittifakıyla yaptığı görüşmelerin sonunda Libya’ya müdahale etti. Sonunda Türkiye, Fransa’nın NATO olanaklarından yararlanmasını engelleyecek bir veto tehdidiyle müdahaleye dahil oldu.  Başka bir ifadeyle, başta karşı çıktığı bir müdahaleyi engelleyemeyince, Türkiye müdahaleye dahil olabilmek için veto tehdidini kullandı. Hükümete yakın Sabah gazetesinin Dış Haberler Müdürü Nuh Yılmaz ise süreci Türkiye’nin – kendi deyimiyle – “Fransa klasmanına yükselmesi” olarak tarif ediyordu:
“Süreç sonunda Fransa’yı adeta saf dışı ederek, isteklerini NATO üzerinden kabul ettirebilen ve sürecin komutasında da söz sahibi olan Türkiye, Fransa ayarında bir ülke olduğunu kabul ettirmiştir. Bu krizle birlikte Türkiye, bundan sonra kendisini Fransa, İtalya gibi güçlü Avrupa devletleri ile aynı seviyede görmekle kalmayıp, bunu uluslararası topluma da kabul ettirmiştir.”
Bu tarif, Libya müdahalesindeki süreci tamamen çarpıtmakta, ama Türkiye’nin Suriye’de uygulamak istediği yöntemi ve hedeflerini gayet doğru bir şekilde tanımlamaktadır. Suriye krizi patlak verdiğinde, AKP’nin stratejisi, Libya müdahalesinde Fransa’nın yaptığı gibi bir oldubittiyle uçuşa yasak bölge ilan ettirip, NATO kaynaklarını kullanarak, bölgesel bir güç haline gelmekti. Ancak Suriye’deki durum çok farklıydı. Her şeyden önce, Libya’da aldatıldıklarını düşünen Rusya ve Çin, Suriye konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden benzer bir kararın çıkmasını engelledi. İkincisi, Libya’da Pentagon’un itirazlarına karşı Obama’yı ikna etmeyi başaran Hilary Clinton, Samantha Power ve Susan Rice kliği Suriye konusunda etkin hale gelemedi. ABD’nin Libya Büyükelçisi Christopher Stevens’ın 12 Eylül 2012’de Bingazi’de öldürülmesi, Obama’yı Suriye ve cihatçı gruplar konusunda dikkatli olmaya zorlayan önemli bir gelişmeydi. Üçüncüsü, Libya müdahalesinde öne atılan Fransa ve İngiltere’de siyasi hava Suriye’ye müdahaleyi desteklemiyordu. Dördüncüsü, Suriye’nin İran gibi önemli bir bölgesel müttefiki vardı. Beşincisi, Esad rejimi Kaddafi rejiminden çok daha kurumsal bir devlet aygıtına dayanmaktaydı ve kolay kolay devrileceğe benzemiyordu. Ancak bölgesel güç olma iddiasında olan Türkiye’nin komşusu olan bir ülkede, başka bir ülkenin veya ülkelerin – hele hele İran gibi Suriye’yle komşu olmayan bölgesel bir devletin – etkili olması kabul edilemezdi. Sonuçta AKP’nin karar vericileri, bölgesel güç olma iddialarını gerçekleştirecek bir politikayı tercih ettiler. Ne var ki, bu tercihleri, onların önce bölge ülkeleriyle sonra Batılı müttefikleriyle giderek artan bir şekilde ters düşmelerine yol açtı ve AKP’nin Kobanê’deki yalnızlığıyla sonuçlandı.
Suriye politikasında girdiği çıkmazda, AKP tekrar anti-emperyalist bir söyleme başvuruyor. Yeni Şafak gazetesinden İbrahim Karagül, ABD’nin PYD’ye yardımı ve Peşmerge kuvvetlerine koridor açmasını şöyle değerlendiriyor:
“Unutmayın, Kuzey Irak ile Akdeniz arasında böyle bir koridor açılması Türkiye’nin güneyinde bir tampon bölge oluşturulması anlamına geliyor. Peki bu tampon bölgeyi kim yönetecek? Kürtler veya Araplar mı sanıyorsunuz? Kesinlikle değil. Projenin mimarları kimse onlar yönetecek. Onların en önemli amaçlarından biri Türkiye ile Araplar arasındaki bağı koparmak. Türkiye’nin güneyle bağlantısını denetlemek ve geleceğin bölgesel denklemini şimdiden yönetmeye başlamak.”
Nedense Karagül kendi deyimiyle projenin mimarlarını hiçbir surette anmazken, Erdoğan bir “üst akıl”dan dem vurarak, “oyun içinde oyun olduğu”ndan yakınıyor.  Dış politikada hiçbir işlevi olmadığı gün gibi aşikar bu söylemlerin yegane hedefi, hükümetin dış politika tercihlerinin maliyetini giderek daha fazla hissedecek olan halk. Bu politikayı ve sonuçlarını halka teşhir etmek durumunda olan sosyalistlerin emperyalizm kavramını doğru bir şekilde kullanmaları her zamankinden daha çok önem kazanıyor.

Kaynakça:

Bölükbaşı, Deniz (2008) 1 Mart Vakası: Irak Tezkeresi ve Sonrası. İstanbul: Doğan Kitap.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Lawrence Çıkışı (2014) Sabah, 13 Ekim. http://www.sabah.com.tr/gundem/2014/10/13/cumhurbaskani-erdogan-konusuyor.
Emperyalizme Dikkat (2012) Hürriyet, 30 Mart. http://www.hurriyet.com.tr/planet/20235207.asp.
Erdoğan: Yanlış Olduğu Ortaya Çıktı (2014) NTV, 22 Ekim. http://www.ntvmsnbc.com/id/25545649/.
Erdoğan: Türkiye’nin Sınırında Oyun Oynanıyor (2014) Al Jazeera Turk, 26 Ekim. http://www.aljazeera.com.tr/haber/erdogan-turkiyenin-sinirinda-oyun-oynaniyor.
Erdoğan’ın Emperyalizm Teorisi Lenin’inkinden Biraz Farklı! (2011) Sol Haber Portalı, 30 Eylül. http://haber.sol.org.tr/postal/erdoganin-emperyalizm-teorisi-lenininkinden-biraz-farkli-46907.
Ezilenlerin Dili Oluyoruz (2013) AK Parti, 20 Temmuz. http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=2&ved=0CCMQFjAB&url=http%3A%2F%2Fwww.akparti.org.tr%2Fsite%2Fpdf%2Fezilenlerin-dili-oluyoruz%2F49713&ei=HUpNVKnXIJXtaOKlgagL&usg=AFQjCNHhsnXKIszNvXD206u-l3KPGGOdhg&sig2=297pZnDyFdvot23J2gOALA&bvm=bv.77880786,d.d2s&cad=rja.
Karagül, İbrahim (2014) IŞİD-PYD Vekalet Savaşı, K. Irak Akdeniz Koridoru. Yeni Şafak, 23 Ekim. http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/IbrahimKaragul/isid-pyd-vekalet-savasi-k-irak-akdeniz-koridoru/56560.
Karan, Ceyda (2011) Türkiye’nin NATO Manevrası. Habertürk, 25 Mart. http://www.haberturk.com/dunya/haber/613996-turkiyenin-nato-manevrasi.
NATO’nun Libya’da Ne İşi Var? (2011) NTV, 28 Şubat. http://www.ntvmsnbc.com/id/25187334.
Yılmaz, Nuh (2011) Türkiye’nin Libya Sınavı. Sabah, 26 Mart. http://www.sabah.com.tr/perspektif/2011/03/26/turkiyenin_libya_sinavi.
Zengin, Gürkan (2010) Hoca: Türk Dış Politikasında “Davutoğlu Etkisi”. İstanbul: İnkılap.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑