Yaşar Kemal

Romancılığımızın ustası, şiir, öykü, dene­me, röportaj ve düşünce yazılarıyla edebiya­tımızı zenginleştiren evrensel yazarımız Yaşar Kemal’i uzun bir ömrün ardından yitirdik. Cenaze törenine katılan binlerce kişi “Yaşar Kemal Onurumuzdur” sloganını haykırarak, kilometrelerce yürüyüp görkemli bir biçimde son yolculuğuna uğurladı.

Çocukluğundan itibaren bütün düşleri ak bulutlu ve renkliydi, doğayla olan dostluğu ustalık düzeyindeydi; doğadaki bütün otları, çiçekleri, böcekleri, kuşları, pamuk tarlalarını, bostanı, çayırları, ırmakları, dağları, ovaları, kayalıkları, denizi ve gökyüzünü biliyordu. Yaşar Kemal’e göre doğa, yalnız dışarıdan bakılan bir şey değil yaşamın anlamlı bir parçasıdır. Anlattıklarında ve yazdıklarında çocukluğundan itibaren dinlediği, gözlemledi­ği, okuduğu, öğrendiği her şeyden izler var­dı; köylerine gelen dengbejlerden, aşıklardan dinledikleri, büyük bir merakla seyrettikleri ile büyüdü; öğrendi, dinledi, anlattı ve yazdı…

“…Köyde her gece yaşlı köylüler sohbete otururlardı. Ben de onlara gider katılır, susa­rak durmadan onları, bazı günler sabahlara kadar dinlerdim. Türkmenin eski günlerini, büyük aşık Dadaloğlu’nu, Kozanoğlu başkal­dırısını, toprağın verimliliği ya da verimsizliği­ni, Kurtuluş Savaşını anlatırlardı… Benim bir merakım da; bir şeye gözümü dikip günlerce seyretmektir. Örneğin evimize getirilmiş bir kilimi aylarca bıkmadan usanmadan seyrett­tiğimi anımsıyorum. Çocukluğumda demircile­rin ocakları, marangozların uğraşları, arıların karpuz kabuklarını didiklemesi, yılanların se­vişmesi, civcivleri kapmak için köyün üzerine seyirten kartalları günlerce seyrederdim. San­ki dünyayı, hiçbir şey yapmadan seyretmeye gelmiştim…”

Yaşar Kemal, Çukurova’da binlerce yıllık bir antik kentin Anavarza’nın yanı başında, kayalıklarında yüzlerce kartalın uçtuğu, ba­taklıklarında flamingoların, büyüklü küçüklü kuşların, kelebeklerin uçtuğu, Kadirli ve Cey­han’ın tam ortasında, Ceyhan ırmağının kıyı­sındaki bir köyde doğdu. Tarihi değeri gün ışı­ğına çıkartılmamış saklı bir hazine gibi öylece durmakta olan, dünyadaki diğer antik kentler­den farklı bir değer taşıyan Anavarza toprak altında keşfedilmeyi beklerken, Yaşar Kemal bu anıt kentin, Hitit yerleşim merkezi olan Ka­ratepe’de mezar taşlarının, Hitit kabartmala­rının bulunduğu taşların arasında oynayarak büyüdü.

Yaşar Kemal kendini hem ovalı, hem dağlı hem de denizli bir adam olarak tanımlamıştır. “…Çukurova tam bir Akdenizdir. Benim ülkemi Toroslar, yeni doğmuş bir ay gibi çevirmiştir. Önümüz de Akdenizdir. Bu Çukurova toprağı benim kendi ülkem olduğu kadar, benim ro­manlarım için yarattığım bir ülkedir. Roman­larımdaki insanları, otları, böcekleri, çiçekle­ri, atları, kuşları ne biçim yarattımsa, Çukuro­vamın dilini yeniden yoğurarak nasıl bir yazı, roman diline çevirmişsem, kendi Çukurovamı da öylesine yarattım. Yeniden yaratarak bir düşsel ülke kurmaya çalıştım. Çukurova beni ne kadar ilgilendiriyorsa, kurmaya çalıştığım, yaratmaya çalıştığım düşsel Çukurova toprağı beni ondan da daha çok ilgilendiriyor…”

Romanlarında, öykülerinde, yazılarında neden hep Çukurovayı anlattığı sorulduğunda verdiği yanıt, yukarıda alıntılanan paragrafta­ki gerçekliğin yinelenmesi olmuştur. “…Ben mi yalnız Çukurovayı yazdım, öyle mi sanıyorsu­nuz, bakın size söyleyeyim, şu dünya yazarları arasında Çukurovayı yazan tek kişi ben deği­lim ki, Kafka da, Joyce de, Tolstoy da, Dosto­yevski de, Çehov da, Balzac da Stendal da … Herkes herkes Çukurovayı yazdı…”

O Çukurova’da insanlar cehennem sıcağın­da, “Sarı Sıcak”ta, günde 15-16 saat aç-susuz, yaban arısı kadar büyük sivrisineklerin sal­dırısı altında, sıtmadan kırılarak karın toklu­ğuna çalıştırılıyordu. Çukurova’ya makineler, traktörler, harman makinaları, biçerdöverler girmiş, insanlar işsizlikten, topraksızlıktan, parasızlıktan bir lokma ekmeğe muhtaç du­rumda bulunuyordu. Yaşar Kemal bütün bun­ları görerek, çeltik (pirinç) tarlalarında su bekçiliği, traktör şoförlüğü, pamuk çapalama işçiliği, pamuk toplayıcılığı, bostan bekçiliği, batöz ırgatlığı, biçerdöver sürücülüğü, vekil öğretmenlik, tabelacılık, arzuhalcilik gibi iş­lerde çalışarak, Çukurova’daki tarım emekçi­leri ile birlikte yaşadı, gözlemledi, biriktirdi, biriktirdiklerini işleyerek hep düşlediği işi yapmaya başladı: yazmak…

Onlarca romanında anlatmasına karşın bi­tiremediği çocukluğunun bir yanında dinledi­ği düşsel masallar, bir yanında çangal bıyıklı kanlı eşkıyalar, bir yanında at hırsızları, bir yanında büyük destancılar, Karacaoğlanlar, bir yanında Kozanoğlu başkaldırısının şiirini söyleyen en büyük başkaldırı şairi Dadaloğlu vardı. Dadaloğlu’nun şiirinde yalnız başkaldırı yoktu; sıtmadan sivrisinekten, hastalıklardan kırılan Türkmenler vardı. “Hakkımızda devlet vermiş fermanı / Ferman Padişahın dağlar bi­zimdir” diyen Dadaloğlu’nun onurunu taşıdı­ğını söyleyen Yaşar Kemal, ünlü romanı İnce Memed’i bu biriktirdikleri üzerinden yazdı.

Yaşar Kemal anlatıcılığa ve yazmaya ağıt­larla başlamıştır. Yaşar Kemal, henüz Aşık Kemal’ken, yani Toros eteklerinde, Gavurda­ğı’nda, ormanlarda, bataklıklarda, çeltik tar­lalarında, nadaslarda, felhanlarda yayan ya­pıldak, günlerce, haftalarca dolaşıp, Çukurova ağıtlarını toplarken hep yazmayı düşünmüştür.

Çukurova’nın sarı sıcaklarında kilometre­lerce yürüyüp, dağ bayır koşturup, ağıtları, türküleri, koşmaları, destanları, uyaklı uyak­sız söz çeşitlerini, tekerlemeleri, küfürleri top­larken, kafasında hep yazmak vardı. Sürgün geldiği Adana’da gazete yazı işleri müdürlüğü yapan Abidin Dino, Arif Dino ve Güzin Dino, Yaşar Kemal’in bu çabasını canı gönülden des­tekliyor, el veriyorlardı. Yaşar Kemal’e Türkü­ler Müfettişi’adını vermişlerdi.

1943 yılında ilk kitabı, Ağıtlar Adana Halke­vi tarafından yayınlandı. Ağıtlar kitabındaki ilk ağıt Yemen Ağıdı’dır. Yaşar Kemal Ağıtlar kita­bının sonraki baskılarından birinde; derlediği ağıdın ilk dizelerindeki “Gara çadır is mi dutar / Martin tüfek pas mı dutar / Ağlayalım anam bacım/ Elin gızı yas mı dutar” biçimindeki sözlerin derlediği varyantta, “Ağlayalım anam bacım kahpe Osmanlı yas mı tutar” olduğunu ancak kendisinin bu sözleri ilk baskıda “Elin kızı yas mı tutar” olarak yazdığını söyler.

Ağıtlar kitabı, yaşamın ayrıntıları, trajik durumlar, ölümler üstüne, dünya, acılar, se­vinçler üstüne, geçmiş gelecek üstüne, lirik, söyleyiş güzelliğine sahip, dil zenginliği olan, çok etkileyici görüntüleri, insanları, olayları, doğayı anlatan yalın gerçeklerle dolu bir ki­taptır. Yaşar Kemal ilk kitaptan kazandığı pa­rayı yeni folklor derlemeleri için harcar, ancak topladığı söz ürünleri jandarma baskınında yitip gidecektir.

Yaşar Kemal 1946 yılında gittiği İstanbul’da, Fransızlara ait hava gazı şirketinde kontrol memuru olarak çalıştıktan sonra askerliğini yapıp Kadirli’ye döner. Orada komünizm pro­pagandası yaptığı iddiasıyla tutuklanacak, ağır işkencelerden geçirildikten sonra konulduğu cezaevinde bıçaklanacaktır. Tutuklanırken, jan­darma tarafından evi basılmış, derlediği folklor ürünleri ile birlikte yazdığı bir roman ve anlatı notları talan edilerek yok edilmiştir. Gerçekte talan edilen, değişen zaman sürecinde yok ola­bilecek, halkın söz dağarcığının yazıya aktarı­lan hali olmuştur. Yaşar Kemal, bütün yazdık­larında; halktaki bu anlatış, söyleyiş güzelliğini, yaratıcılığı, destansı anlatıyı kendi yaratıcılığıy­la birleştirmeyi başarmıştır.

“…Kendimi bildim bileli hep yazmak iste­dim. Her şey onun üstünde döndü. En büyük düşüm bir bilim adamı olmak, doğu dünyası­nın folklorunu, etnografyasını araştırmaktı. Bu­nun için liseyi,üniversiteyi bitirmek, bir batı dili öğrenmek istiyordum. Okula devam edebileyim diye çok uğraştım ya, buna bir türlü olanak bu­lamadım. Kendimi Çukurova tarlalarında bul­dum. Yaşamımı kazanmak için çok çeşitli işlere girdim çıktım, ama tek amacım yazmaktı. Hep onun için hazırlanıyor, yaşamla, kitapla kendi­mi zenginleştirmeye çalışıyordum…”

Bir yıl kaldığı cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a gitmek için Ankara’ya uğrayacaktır. Orada Abidin-Güzin Dino’ların evinde Oktay Rifat da vardır. Onlara neler yaşadığını, neler yaptığını, neler yapacağını bir çırpıda anlatır.

Oktay Rifat şaşırır ve sorar:

Kemal, bu dediklerini bir ömürde mi ya­pacaksın?

Yanıtı nettir: “Bir ömürde yapacağım!. İki ömrüm yok ki…”

Oktay Rifat, daha sonraki karşılaşmaların­da da Yaşar Kemal’e hep soracaktır: “Sen bu anlatıklarını bir ömürde mi yazacaksın?..”

Yaşar Kemal, bütün o anlattıklarını, roman konularını, yıllar içinde yeni biriktirdikleri da­hil hepsini bir ömürde yazacaktır.

“… Bütün yaşamım boyunca bir tek düşüm oldu, bundan sonra biraz daha, biraz daha gü­zel yazabilmek. Hikayeden, şiirden, romandan başka şey düşünmedim, diyebilirim. Politik yaşamım bile edebiyat ilişkisinden dolayıyıdı. Dünyayı doğru algılayabilmek, gerçeğe daha derinlemesine inebilmek, anlatımımı gerçekle bütünleştirebilmek…”

Yaşar Kemal’in düşlerini gerçekleştirmek için yaptığı; yaşamla, kitaplarla kendini zen­ginleştirmektir. Adana’da çalıştığı Ramazanoğ­lu Kütüphanesi, tanıştığı, arkadaş-dost olduğu Orhan Kemal, Abidin-Güzin-Arif Dino ve diğer­leri hem okuması gereken kitaplar konusunda onu yönlendiriyorlar, hem de yazdıklarını oku­yup değerlendiriyor, yol gösteriyorlardı. Or­han Kemal’in Adana’daki çevresindeki sosya­listler aydınlanma ve bilinçlenmesinde önemli bir katkı saplıyor, askerliğini yaptığı yerde tanıştığı Mehmet Ali Aybar ile askeri doktor Yusuf Balkan sayesinde iki yıl boyunca Kay­seri Talas’ta kitaplıkta Türk ve dünya edebi­yatının önde gelen yazarlarının kitaplarıyla haşır neşir olmak, bilgilenmek, bilinçlenmek ve kitaplar ve yazarlar üzerine düşünmek, araştırmak anlamak, yazmak…

Bir merakı doğayı yaşamak, gözlemlemek, ikinci merakı ise insanları yaşamak, insanları gözlemlemekti. “Bir de sosyalizmdi en büyük tutkum. İnsanların sömürülmesi, açlığı, çalış­tıkları halde kazanamamaları, beni derinden yaralıyor, insanlığın bu kötü, adaletsiz duru­muna baş kaldıramıyordum… İnsanın eşitliği, ezilmemesi, aşağılanmaması benim için kut­saldı. Bunun için bütün zulümlere, ölümlerle karşı karşıya gelmelere aldırmıyordum….”

Yaşar Kemal dilin büyüsüne, sonsuz gücü­ne inancını yaşamının sonuna kadar yitirmedi. Dilin, bütün insanlığı kurtaracağına inandı. Di­lin bu dünyada bütün politik, ekonomik, top­lumsal her sorunu çözeceğine inandığını ifade etti. “…Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Dilin gelişerek, insanlığı, evreni­mizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleş­tireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum. Bu yüzden de, söz sanatçılarına, kendim de içinde, büyük sorumluluklar yüklü­yorum, çağımız için…”

Yaşar Kemal kendini, “… ben sosyalist mi­litanım ve Marksistim” diye tanımlar. Kendini hiçbir zaman dar kalıpların içinde hissetmedi­ğini, Marksizmin kurallarını özümsediğini ifade eder. “Marksizmin insan özgürlüğüne, birey ve düşünce özgürlüğüne bir tuzak olduğunu hiç sanmıyorum. Tam aksine, Marksizme bireyin kurtuluşu, insanın özgürleşmesi diye bakıyo­rum. 1844 El Yazması benim için Kapital kadar önemli bir kitaptır… Marksizm bana dünyaya bakmak için açılan en aydınlık kapı oldu. Ya­şamım boyunca bu düşünceyi yaşamla ölçtüm, yanıldığını görmedim…”

Yaşar Kemal, İstanbul Menekşe’de geçen Deniz Küstü romanında, insanın insanı sömür­mediği, çocukların çalıştırılmadığı, çocukların ve kadınların dövülmediği, zulmün, kötülüğün olmadığı, herkesin, herkesin derdine, sevinci­ne ortak olduğu bir ada düşünü anlatır. Genç­lerin kızlı erkekli denize açılıp balık tuttuğu, sevdiğiyle denizin ortasında güneşe karışarak seviştiği, kimsenin onlara bakmadığı, adada dikilen zeytin ağaçlarından herkesin canı is­tediği kadar zeytin yediği, zeytin ağaçlarının kimsenin olmadığı, kimsenin kimseye düşman olmadığı, herkesin emeğinin karşılığını aldığı bir ada düşüdür. “Menekşe düş ülkemiz, Me­nekşe gerçeğimiz, Menekşe’deki adamız ger­çek yaşamımız, diyebilelim mi?” diye sorar. Ki­tap, 12 Eylül Danışma Meclisi’nde “Komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle ihbara konu olacaktır.

Düşüncelerinden, davranışlarından dolayı bir insanın başına gelebilecek bütün kötü şey­lerin başına geldiğini söyleyen Yaşar Kemal, “İşkence gördüm, aç, işsiz kaldım. Ailemden birçok kişi yoksulluk içinde öldü.” diye anlatır. Yoksulluğun dünyadaki zenginlikle birlikte dü­şünüldüğünde insanlığın yüz karası olduğunu söyleyen Yaşar Kemal, “bir insanın başka bir insanı aşağılaması, bir ülkenin, bir toplumun başka bir toplumu aşağılaması bütün insanlı­ğın aşağılanması değil de nedir?” diye söyle­dikten sonra, inanmış bir Marksist olarak “an­gaje” bir yazar olduğunu söylemiş, bir insanın yaşamı angajeyse, onun yapıtları da başka tür­lü olamaz demiştir.

Yaşar Kemal angaje olduğu düşüncenin ge­reklerini yerine getiren bir edebiyat insanıdır. Yapıtlarında, anlattığı yerlerin, hikayesine me­kan kıldığı çevrelerin ekonomik ve toplumsal yapısını en ince ayrıntısına kadar bildiğini du­yumsatan, okuyucusunu hem roman gerçekli­ğiyle hem de toplumsal bilgi birikimiyle sarıp sarmalayan bir anlatısı vardır. Roman okuyu­cusu kadar, sosyologlar ve araştırmacılar için de anlattıklarıyla geniş bir malzeme sunar. Ya­şar Kemal yapıtlarında toplumsal gerçekliğe, kendi yaşamından ve yaşamına tanık olduğu insanlar ve olaylar üzerinden yaklaşmaktadır. Angaje olduğu sağlam dünya görüşü, süreç içe­risinde kazandığı edebiyat birikimi, okuyucuyu kitaba bağlayan bir romancılık tekniği, Yaşar Kemal’in gücünü ortaya çıkaran olgulardır.

Çalışan insanların yoksulluğuna, çalışmak için, ekmek parasını kazanmak için en ağır koşullarda çalışmaya razı olmasına karşın iş bulamayan işsize, doğanın yok edildiğine ne­redeyse her gün tanık olunan bir dönemde, insanlık değerlerinin çürüdüğüne tanıklık eden bir edebiyatçı, tüm bu olgulara göz yumarak, sırt çevirerek bambaşka şeyler anlatamaz. Yaşar Kemal, insanın en büyük değerinin ya­ratıcılık olduğunu, en büyük korkusunun da insandaki yaratıcılığın yok olması olduğunu söylemiştir. Ancak umutlu bir insan olarak in­sandaki bu yaratıcılığın yok olmayacağını ifa­de etmiştir.

Yaşar Kemal’da korku, önemli bir olgu ola­rak pek çok romanda romanın çatısını oluştu­rur. 1960’lı yıllarda yazdığı halde ölümünden önce yayınlanan Tek Kanatlı Kuş romanında korkuyu anlatmıştır.

“Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da kor­kuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım ka­sabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerlerine düşeceğinden kor­kuyor, taşı üzerlerine düşmesin diye demir zin­cirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin diyordum. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim.”

Yaşar Kemal, Kale Kapısı romanında da korkuyu anlatmıştır. Babası öldürülen çocu­ğun (Mustafa’nın) korkusunu, köylülerin baba­yı öldüren Salman’dan korkusunu, Salman’ın korkusunu, köylülerin devletten, jandarmadan korkusunu…

Yaşar Kemal, 1978 yılında basılan Deniz Küs­tü romanında korkuyu şöyle anlatmıştı:

“…Ama o korkak’ diye bağırdı.

Herkes korkak, dedim. Sen de, ben de…

Sen de, ben de mi..?

Sen de ben de… Hepimiz de…

O kendi içine yumulmuşken, ben de içimden veryansın ettim.

İnsanlar bu kadar korkmasalar, bu kadar za­lim olurlar mı, bu kadar birbirlerine düşmanlık eder, birbirlerinin kuyusunu kazarlar mı, insan öldürürler mi, birbirlerine böylesine kıyar, köle eder sömürürler mi, birbirlerinin sırtına biner­ler mi, aşağılarlar mı, delirirler mi, sevmeyi, sevişmeyi böylesine unuturlar mı, uzattıkları el bu kadar buz gibi olur mu, düşünebilme yeteneklerini böylesine yitirirler mi, bastıkları yeri görmeyecek kadar üstümüzdeki gökten, altımızdaki topraktan, yıldızlardan, sulardan, çiçeklerden, dağ başlarından, ışıktan böylesi­ne bihaber kalırlar mı, sevgisiz, sevisiz, dost­luksuz yürekleri sıcacık, bir sevgili, bir dost yüzü için, bir kuş gibi çırpınarak çırpmadan olur mu?”

Yaşar Kemal de 1952’den 2013’e yazdığı bütün öykü ve romanlarında kendi yaşamın­dan, tanıklıklarından yola çıkarak anlatılarını kurdu.

Çeltik-pirinç tarlalarında sulama bekçili­ği yaptığı günlerin birikiminden yola çıkarak Teneke romanını yazarken, bostan bekçiliği günlerini Hüyükteki Nar Ağacı romanında an­lattı. Sıcakta yanmış, bunalmış, iş bulamamış,aç-susuz köylülere, Bostan’ın çaykarasında so­ğuttuğu serin kavun-karpuzu cömertçe ikram etmiş olduğunu…

Sıcaktan, sivrisinekten, hastalıklardan, salgınlardan, harplerden, devletin, ağaların-beylerin baskısından bunalan Yörüklerin öy­küsünü Binboğalar Efsanesi’nde yazarken, çocukluğunda özgürlüğe düşkünlükten sık sık evden kaçıp üç gün, beş gün, bir hafta evden uzaklaştığını anlatmıştır.

Babasının ölümünden sonraki günleri, köy­lerinin üstünde dönüp duran kartalları, köy­lerindeki evlerdeki yılanları, Yılanı Öldürseler romanında anlattı.

Yaşar Kemal, görkemli nehir romanlar yaz­dı, ilki 1955’te yayınlanan ünlü romanı İnce Memet, Akçasazın Ağaları, Ortadirek, Bir Ada Hikayesi gibi ciltler dolusu romanlar yazdı. Çu­kurova’da köylülerin yaşadığı yoksulluğu ve zulmü, devletin, jandarması, zalimden yana bürokrasisi ile beylerin yanında saf tutmasını, yoksul köylünün başını ezmesini, insanların al­çaltılmasına, ezilmesine, aşağılanmasına karşı başkaldırısını anlattı. İnsan soyunun başkaldır­mayı; yemek içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi yaşama biçimi yapmalıdır, diye­rek zulme karşı başkaldırının gerekli ve hak olduğunu yazdı. Üç Anadolu Efsanesi, Binbo­ğalar Efsanesi, Çakırcalı Efe, Ağrı Dağı Efsane­si gibi destansı romanlar yazdı. Çok başarılı bir dille, etkileyici, sürükleyici bir anlatımla düşsel destanlar anlattı.

Röportajları, romancılığının yanında büyük bir gazeteci, röportaj ustası olduğunun kanı­tıdır. Denemeleri, düşünce yazılarıyla da yol gösterici aydınlatıcı, ufuk açıcı oldu.

Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu, demokrasi ve özgürlük gibi ülkenin temel sorunlarında, çağı­nın tanığı olmanın yanında sanığı da olmaktan çekinmeyerek cesurca gerçeğin, haklının, maz­lumun yanında, ezilenden, sömürülenden, kı­rımlara uğrayanın, dili, kültürü yasaklananın, tehcir edilenin, öldürülenin, sürgüne gönderi­lenin, devletin sopası başından eksik edilme­yenin yanında safını belirledi.

Yaşar Kemal’in, Van’dan ailesini toplayıp Çukurova’ya göçen babasıyla Kadirli’de İskan Komisyonu Başkanı Arif Bey arasındaki diya­log, Ermeni Soykırımının 100. yılında ortaya çıkan güçlü sesi büyütecek içeriktedir.

Pazarcık Beyi Hurşit Beyin mektubuyla karşısına çıkan Yaşar Kemal’in babasına ilgi gösteren Arif Bey, “Bak Kürdoğlu, sana bir ko­nak veriyorum ki, kasabanın en güzel konağı, sana tarlalar veriyorum ki, kasabanın en be­reketli toprakları… Sana Semailin konağını, talalarını veriyorum.

– İstemem

– Öyleyse niçin geldin bana, bu mektup niye?

– Beni bir yere yerleştir diye

– Yerleştiriyorum işte, Kasabanın en güzel konağı…

– İstemem, çünkü anam dedi ki, yuvasından atılmış kuşun yuvası başka kuşa hayretmez

– Onlar kuş değil, Ermeni

– Kuş

– Ermeni

Bu diyalog sonrasında mektup yırtılacak, çiğ­nenecek ve Yaşar Kemal’in ailesi Kadirli’nin en dağlık köyüne yerleştirilecektir.

Zulmün Artsın diyerek zalime karşı durdu, susmadı, yılmadı, sözünü hep söyledi.

Örgütlü mücadelenin içinde yer aldı. Türki­ye Yazarlar Sendikası’nın kurucusu ve ilk genel başkanı oldu. PEN Yazarlar Derneği’nin ilk ge­nel başkanı oldu. 1960’lı yıllarda TİP’nin Genel Yönetim ve Merkez Yönetim Kurulu üyesi oldu. Radyoda parti sözcüsü olarak konuştu. Mahalle mahalle, kahve kahve dolaşıp Türkiye İşçi Parti­si’ni anlattı, oy istedi.

Uzun bir ömrü oldu. Yazacağı şeyleri yazma­sına yetecek kadar uzun. Sevgili eşi Thilda’ya hasta yatağında söylediği sözlerle bitirelim. “…Biz namuslu bir hayat yaşadık, iyi insanlar ola­rak namuslu bir hayat sürdük…”

Edebiyatımızın evrensel sesi Yaşar Kemal yazdıklarıyla hep yaşayacaktır.

 

Vergi üzerine

Vergi, günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçası. İşyeri ziyaretlerinde, dost-arkadaş sohbetlerinde her gün vergi konuşuyoruz. Görsel ve yazılı medyada vergi üzerine mutlaka bir habere tanıklık ediyoruz. Kısaca vergisiz günümüz geçmiyor.
Toplumun istisnasız bütün kesimleri vergiyi en çok kendilerinin ödediğini ifade ediyor. Çalıştırdığı bir-iki işçiyle kendini “işveren” olarak tanımlayan esnaf-ticaret erbabından büyük patronlara kadar herkes, işçi çalıştırmanın maliyetinden şikâyetçi. Sosyal güvenlik primlerinin de gerçekte bir vergi olduğu dikkate alınırsa, işçi istihdamının maliyetli olduğu gerçek. Sofralarımızın temeli ekmekten, her gün kullandığımız içme-kullanma suyuna, elektriğe, telefona, belediye otobüsüne kadar her şeyde sürekli vergi ödüyoruz. Yaşamımızı zorlaştıran en önemli olgulardan biridir vergi.
Son dönemlerde, vergi yükünün ve vergi adaletsizliğinin arttığına ilişkin haberlere çok sık rastlanır oldu. Dayanıklı tüketim malları ve otomobilde biriken stokların eritilmesi amacıyla, 2001 yılının son iki ayında uygulanan KDV indiriminin süreklilik kazanması ve hatta genelleştirilmesi talep ediliyor. Emlak vergisi tartışmaları sürerken, vergi iadesinin devam edip etmeyeceğini merak ediyoruz.

TANIMLAR KAVRAMLAR
Uzun zamanlardan bu yana, devlet gelirleri içerisinde, yüzde itibarıyla en büyük, nitelik itibarıyla en sağlam ve en az masrafla elde edilen gelir unsurunu vergi gelirleri oluşturmaktadır.
Bu özellikleri ile vergi, etkili ve yönlendirici maliye-ekonomi politikası araçlarındandır.
Vergi gelirlerinin, kamu giderlerine karşılık olarak alındığı ifade edilmektedir. Ekonomi ansiklopedileri ve ders kitaplarında vergi; “kamu hizmetlerinin maliyetini karşılamak üzere, ekonomik birimlerden siyasi cebir altında (zorla) ve karşılıksız olarak devlete kaynak aktarılması” olarak tanımlanmıştır.
Vergi siyasi cebir kullanılarak tahsil edilmektedir. Bunun anlamı, verginin yasalarla konulması ve yasalara uyulmasının yaptırımlara bağlanmış olmasıdır. Vergi, ülkedeki ekonomik güç ilişkilerinin gerçek bir yansıtıcısıdır.
Siyasal erke sahip olanlar ve siyasal erki yönlendirenler, Anayasa’nın siyasal haklar ve ödevler bölümünde düzenlenen vergi “koyma” ve “salma” konusunda sergiledikleri tutumla, ekonomik gücü elinde tutmanın bütün avantajlarını kullanma konusunda tereddüt etmemişlerdir. Anayasa’nın 73. Maddesinde yer alan, verginin, “herkesten mali gücüne göre alınması” ile “vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı maliye politikasının sosyal amacıdır” biçimindeki düzenlemeler, gerçekleşmesi, esas olarak ekonomik güç ilişkilerinin değişmesine bağlı, aldatmacadan başka bir anlam taşımayan, yazılı metinlerde kalan düzenlemelerdir.
Vergi, gelir kaynağı olmak dışında, tasarrufu ve ekonomik büyümeyi teşvik, gelir dağılımını düzeltme(!) şeklindeki sosyal ve ekonomik politikaların da en etkili aracı olarak kullanılmaktadır.
Her yıl vergi yasalarında değişiklik yapan onlarca vergi yasası çıkarılmasına karşın, sermaye partilerinin programlarında ve bu partiler tarafından kurulan hükümet programlarında “vergi reformu” yapılacağı ifadesi „demirbaş” olarak yer almaktadır.
1980 yılından bu yana çıkarılan bütün vergi yasalarının gerekçesinde, uygulanacak vergi politikalarının hedefinde aşağıdaki amaçların olduğu belirtilmiştir:
– Mevcut vergi sistemini daha adaletli hale getirmek,
– Verginin verimliliğini artırarak kamu harcamalarının sağlıklı kaynaklara dayandırılmasını sağlamak,
– Ekonomideki değişme ve gelişmeleri izleyebilecek esneklik sağlanarak, vergi kayıp ve kaçağını kalıcı biçimde önlemek,
– Vergi tabanının yaygınlaştırılması ve kayıt dışı ekonominin kayda alınmasını sağlamak.
Vergileme ile ilgili en önemli kavramlardan birini, vergi yükü kavramı oluşturmaktadır.
Genel olarak vergi yükü, kişilerin mal varlığında vergileme dolayısıyla meydana gelen azalma olarak tanımlanmıştır. Diğer bir ifade ile vergi yükü, vergilerin kişiler üzerindeki parasal etkisidir.
Vergi yükü, fiilen ödenen veya yansıma dolayısıyla yüklenilen vergiler kadar olabilir. Vergi yükünün gerçekçi bir biçimde hesaplanabilmesi için, bireylerin kamu kesiminden elde ettikleri transferlerin, sübvansiyonların ve kamu hizmetlerinin yayılan dışsal ekonomilerinin de dikkate alınması gerektiği ifade edilmektedir.
Vergi yükü ile ilgili olarak dikkate alınması gereken diğer kavramlar, sektörel vergi yükü, bölgesel vergi yükü, farklı gelir kategorileri üzerindeki vergi yükü ve bireysel vergi yüküdür.
Verginin üzerine salındığı yükümlüye vergi yükümlüsü (mükellefi) denilmektedir.
Vergi ile ilgili tartışmalarda, vergiyi anlamamıza yardımcı olacak kavramlardan biri de verginin yansımasıdır. Bazı vergiler, vergi yükümlüsü tarafından kısmen veya tamamen yansıtılabilmektedir. Bu durumda vergi, yükümlü üzerinde göründüğü halde, vergiyi asıl yüklenen, yansıma sonucunda verginin üzerinde kaldığı kişidir. Örneğin; KDV, sonuç olarak nihai tüketiciye yansımaktadır.

VERGİNİN SINIFLANDIRILMASI
Vergiler çeşitli biçimde gruplandırılmaktadır. Günümüzde uygulanan vergiler, bunların konulmasına neden olan olayın niteliğine göre gruplandırılmaktadır. Ülkemizdeki gruplandırma şu şekildedir:

A- GELİRDEN ALINAN VERGİLER:
1- Gelir Vergisi
2- Kurumlar Vergisi

B- SERVETTEN ALINAN VERGİLER:
1- Motorlu Taşıtlar Vergisi
2- Veraset ve intikal Vergisi
3- Emlak Vergisi
4- Servet Vergisi

C- MAL VE HİZMETLERDEN (HARCAMALARDAN) ALINAN VERGİLER:
1- Katma Değer Vergisi (KDV)
2- Akaryakıt Tüketim Vergisi (ATV)
3- Taşıt Alım Vergisi
4- Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi
5- Damga Vergisi
6- Harçlar

D- DIŞ TİCARETTEN ALINAN VERGİLER:
1- Gümrük Vergisi
2- İthalde Alınan KDV
3- Akaryakıt Gümrük Vergisi

Vergilerin dolaylı ve dolaysız olarak gruplandırılması yaygın bir anlayıştır.
Gelir ve/veya servetin doğrudan doğruya vergilendirilmesi dolaysız, herhangi bir olayın (örneğin harcamanın) vergilendirilmesi ise dolaylı sayılmaktadır. Kapitalist ülkelerde dolaylı vergiler önemli bir ağırlığa sahiptir. Tekel maddeleri, telefon konuşmaları, elektrik harcamaları vb. aracılığıyla alınan bu vergiler, sermayedarla işçi ve emekçiyi, tüketici olarak eşitlemekte ve gelirleri arasında uçurum olmasına karşın her iki kesimden aynı oranda alınmaktadır.

TARİHÇE: DÖNEMLER İTİBARIYLA VERGİ
Türkiye Cumhuriyeti’nin vergi politikası, ülkenin ekonomi politikalarının oluşturulması için toplanan İzmir İktisat Kongresi ile başlar. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, yeni vergiler konmaktansa, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan vergilerin toplanmasına devam edilmiştir. İmparatorluğun en önemli vergisi olarak “aşar”, en belirgin örnektir. İzmir İktisat Kongresi sonrasında, aşar kaldırılarak hayvan sahiplerinden alınacak sayım vergisi, umumi istihlak (tüketim) vergisi ve kazanç vergisi uygulanmıştır. Umumi İstihlak vergisinin 1926 yılında kapsamı genişletilerek, adı, muamele vergisi yapılmıştır.
Cumhuriyet dönemi vergi politikalarında muaflıklar ve istisnalar en önemli unsurlardan birini oluşturmuştur. Her dönemde “teşvik” edilecek bazı gelir unsurları bulunmuş; teşvikler, esas olarak, ekonomik gücü elinde bulunduran büyük sermaye lehine konulmuştur. Vergi yasalarındaki muafiyet ve istisnalarla, bu kesimlere sürekli biçimde kaynak aktarımı sağlanmıştır. Bu, hem vergi koyucunun, siyasal erkin ya da daha genel bir deyişle devletin sınıf niteliğinin dolaysız ifadesi ve göstergesidir hem de verginin/vergilerin kapitalist toplum ve burjuva devlet koşullarında niteliğini ortaya koymaktadır. Her toplumda ekonomik egemenliği elinde tutan sınıf, (geçici istisnalar bir yana) kural olarak, siyasal egemenliği de elinde bulundurur ve onu ekonomik egemenliğini koruyup güçlendiren bir dayanak olarak kullanır.
Vergiyi tarihsel süreç içerisinde değerlendirmek için aşağıdaki tablonun incelenmesi yararlı olacaktır.

1934–1935 Bütçe Yılında Tahsil Edilen Vergilerinin Dağılımı

Gelir Grupları                          Tahsilât (1000 TL)    %
Gayrimenkul sahiplerinden alınan                 9,359             4,72
Çiftçilerden                               23,390         12,80
Ticaret ve Sanayiden                     9,806             4,94
Serbest Meslek Erbabı             340             0,18
Hizmet erbabı ve küçük sanat erbabı        36,793         18,55
Dolaylı vergiler                116,643         58.81
Toplam                         198,331         100

Yukarıda yer alan tablonun incelenmesi halinde, görülecektir ki, ticaret ve sanayiden alınan vergi, hizmet erbabı ve küçük sanat erbabından alınan verginin ancak beşte birine tekabül etmektedir. Dolaylı vergilerin, toplam vergi gelirleri içindeki payı da dikkat çekicidir.
İkinci Dünya Savaşı döneminde, savaş zenginlerini vergilendirmek için Varlık Vergisi Kanunu çıkarılmış, 12.11.1942–15.3.1944 tarihleri arasında uygulanan varlık vergisi, en büyük uygulayıcısı İstanbul Defterdarı Faik Ökten’in tanımlamasıyla “Varlık Vergisi Faciası”dır.
Varlık vergisinin uygulanması sonucunda büyük haksızlıklar yapılmış, savaş zenginlerinin vergilendirilmesi amaçlanırken (!), gayrimüslimler üzerinde yoğunlaşan bir vergileme yapılarak, önemli servet değişiklikleri sağlanmıştır.
Varlık vergisini ödeyemeyenler, özellikle gayrimüslim yurttaşlar, Erzurum Aşkale’ye sürgün edilmişlerdir. Cumhuriyet Dönemi’nde, 1950’ye kadar olan dönemde, vergisini ödeyemeyenler yol yapımında çalıştırılmış ya da hapse atılarak cezalandırılmışlardır. Savaş zenginleri, İş Bankası’ndan düşük faizle kredi alarak, vergilerini ödemiş ve çalışma kamplarına gitmekten kurtulmuştur. 1949 yılı, vergicilikte önemli bir tarihtir. 1948 yılında toplanan İktisat Kongresi sonrasında, bugün de uygulanan gelir, kurumlar ve vergi usul kanunları çıkarılmıştır.
Vergicilikte ciddi politika değişiklikleri, esas olarak, 1960 yılından sonra görülmüştür. Vergi kanunları yeniden düzenlenmiş, bazı istisna ve muafiyetler daraltılmış, vergi oranları ayarlanmış, 27 Mayıs 1960 hareketinin de etkisiyle servet bildirimi esası getirilmiştir. Servet beyanı esası, Anavatan Partisi’nin iktidara gelmesinden sonra kaldırılmıştır (1983).
1960 yılından sonra, sürekli vergi reformu çalışması yapılmıştır. Vergi kanunlarının maddeleri, sürekli biçimde gözden geçirilmiş ve geniş kapsamlı tasarılar hazırlanmıştır.
12 Eylül’den sonra yapılan değişiklikle gelir vergisi oranları düşürülmüş, hayat standardı esası getirilmiş, vergi gelirlerini artırmak için vergi affı çıkarılmış ve 1984 yılı sonunda, birçok harcama vergisi kaldırılarak, Katma Değer Vergisi Kanunu çıkarılmıştır.
Anavatan Partisi’nin iktidar yılları “vergi alma, borç al” yıllarıdır, ihracatın teşvik edilmesinin en üst düzeye çıktığı, ihracatçılara çeşitli adlarda bir dizi primin verildiği, hayali ihracatın patladığı bu dönemde, iç ve dış borç stoku hızla büyümüştür. Katma değer vergisinin hayatımıza girmesiyle birlikte, “vergi iadesi”nin, ihracatçıların yanında, işçi, memur ve emeklilerle esnafa da verildiği yıllar başlamıştır. Yaygın reklâm filmleri, ünlü sanatçıların rol aldığı skeçlerle “KDV fişi” alınması propagandası yapılmıştır. Herkes, alışveriş fişi biriktirmeye başlamış, önceleri hemen ertesi ay, sonraları ücretliler için ertesi yıl alınan vergi iadeleri ile aile bütçelerinin az-çok güçlendirilmesi sağlanmıştır. Ancak, burada önemli olanın, vergi iadeleri yoluyla oldukça ciddi bir oranda ve tüm tüketimi kapsayarak konulan, kuşkusuz asıl yükü emekçilere binen KDV’nin işçi ve emekçilere “benimsetilmesi” olduğunu görmek gerekir.
1980–2000 yılları, vergi yasalarında en çok değişikliğin yapıldığı yıllar olma özelliğini taşıyor. Bu süreç içersinde birkaç kere ciddi “vergi reformları”nın yapıldığı iddia edildi.
Şimdi yeni vergi reformu tartışmaları gündemimizde. “Nereden buldun” sorusunun sorulmasının bir kez daha ertelenmesi ya da hiç sorulmaması talep ediliyor.
Bir gün otomotivcilerin, bir gün dayanıklı tüketim malları sektörünün ya da tümünün birden KDV indirimi talep ettiği, vergiyi gerçekten ödeyen emekçilerin ise, seslerini yeterince yükseltmediği bir süreçteyiz.

ÖRTÜLÜ VERGİLEME
Birkaç ay önce yaşanan doğalgaz olayında olsun, geçtiğimiz günlerde itiraf edilen akaryakıt ürünlerinin fiyatlandırmasında olsun, ortaya çıkan gerçek; kamu ürünlerinin fiyatları ile oynanarak yüksek gelir elde etmenin amaçlandığıdır. Doğalgaz olayında, yurtdışından alman doğalgazın, maliyet fiyatının çok üstünde bir fiyatla halka satıldığı ortaya çıkmıştır. BOTAŞ’ın elde ettiği kazanç devlete yetmemiş, bunun üzerine İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri’nin yüksek kazançları eklenmiş, aşırı fiyatlarla vergileme yapılmıştır. Hem de katlanılmaz adaletsizliğiyle villa ve yalılara daha düşük, yüksek katlı binalara ise daha yüksek fiyattan doğalgaz satılmıştır.
Yıllar yılı akaryakıt ürünlerinin pahalı olmasının nedeni olarak sunulan, petrolün pahalı ithal edilmesi ve Türk parasının yabancı paralar (dolar) karşısında değer yitirmesi gerekçesi (bahanesi), son 34 aydır petrol fiyatlarının ucuzlaması ve TL’nin yabancı paralar karşısında değer kazanması ile boşa çıkmıştır.
Gerçek, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş tarafından açıkça ifade edilmiştir. “Devlet, gelir elde etmek istiyor, bu nedenle petrol ucuza alınsa da, döviz ucuzlasa da, biz daha fazla gelir elde etmek için, akaryakıt ürünlerinin fiyatlarını artırmaya devam edeceğiz” denilmiştir. Hiç şüphesiz, bu da, bir vergilemedir. Ve açıktır ki, adaletsiz bir vergilemedir. Alınması gereken kesimlerden alınmayan vergiler, adaletsiz bir şekilde harcamalar üzerinden, dolaylı biçimde alınmaktadır.
Son yılların devlet bütçelerinde ortaya çıkan gerçek, dolaylı vergilerin payının sürekli arttığı şeklindedir. Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı veriler, son 20 yıl içerisinde, dolaylı vergilerin (Dâhilde alınan KDV, ithalde alınan KDV, Akaryakıt Tüketim Vergisi, Harçlar gibi) payının, yüzde 35’lerden yüzde 67’ye çıktığını göstermektedir. 2002 yılı bütçesinde, dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı, yüzde 66,7’dir.

UYGULAMADAKİ VERGİLERİN ÖZELLİKLERİ
Gelir Vergisi: Gerçek kişilerin elde ettikleri safı gelirler üzerinden alınan vergidir.
Verginin konusuna giren gelir unsurları,
– Ticari kazanç
– Serbest meslek kazancı
– Zirai kazanç
– Ücret
– Gayrimenkul sermaye iradı
– Menkul sermaye iradı
– Sair kazanç ve irat’tır

Gelir vergisi, esas olarak vergi mükelleflerinin beyanları üzerinden alınan bir vergi olmakla beraber, ülkemizdeki uygulanması, gelir vergisinin, özellikle ücretlilerin kesinti (stopaj) yoluyla ödedikleri bir vergi olarak tanımlanması sonucunu doğurmuştur. Dükkân kiralarının, banka faizlerinin ve zirai ürünlerin de ağırlıklı olarak stopaj yoluyla vergilendirilmesi ile gelir vergisinin beyan üzerinden alınan kısmı önemsizleşmiştir. Vergi istatistikleri yıllığının verilerine göre, kesinti yoluyla alınan gelir vergisinin toplam geliri vergisine oranı 1987 yılında yüzde 62 iken 1994’de yüzde 89’a, gelir vergisinin payı yüzde 38 iken yüzde 11 ‘e düşmüştür.
Kesinti yoluyla ücretlilerden alınan verginin toplam gelir vergisine oranı 1987 yılında yüzde 35 iken, 1994’de yüzde 60’a çıkmıştır. Bu oran bugün de yüzde 50’den fazladır (Yüzde 58). Kiralardan, serbest meslek ödemelerinden, zirai ürün satışlarından ve mevduat faizlerinden yapılan kesintilerin toplamı yüzde 20’yi dahi bulmamaktadır.
Burada söylenmesi gereken, gelir vergisinin yükünü çekenlerin ya da bu verginin başlıca hedefi durumunda olanların; aradaki gelir uçurumuna rağmen, vergi kesintilerine de türlü yollarla “çözüm bulabilen” kapitalistler değil ama başta işçi ve memurlar olmak üzere emekçiler olduğudur. Fabrikalara, topraklara, limanlar ve tersanelere, madenlere, bankalara sahip olan, enerji üretimi ve dağıtımını, iç ve dış ticareti, iletişimi ve ulaşımı ellerinde tutan, milyarlarca dolarlık servete ve bunun üzerinden emekçilerin hayal edemeyecekleri gelirler elde eden tekeller başta olmak üzere kapitalistler, bu gelirleri üzerinden “devede kulak” misali vergi öderlerken; tek “vergi kaçırma” imkânı, günlerini ve geleceklerini tehlikeye atarak sigortalı olmaktan vazgeçmek olan işçi ve emekçiler, devlet harcamalarını asıl finanse eden kesim durumuna getirilmişlerdir. Devletin burjuva niteliğinin, bir yönüyle anlamı budur.
1999 yılı kazançlarına ilişkin 2000 yılında verilen gelir vergisi beyannamelerinin ayrıntıları incelendiğinde, hiç şaşırtıcı olmayan verilerle karşılaşıyoruz.

Verilen Beyanname Sayısı        1224048
(Ticari Kazanç)            1068375
(S. Meslek Kazancı)            76666
(Zirai Kazanç)                13657
(Ücret)                    4198
(Gayrimenkul Sermaye İradı)        75441
(Menkul Sermaye İradı)        44044
(Diğer Kazanç ve İrat)            6236

Birden fazla gelir unsurundan dolayı geliri olanlar olduğu dikkate alınarak yapılacak inceleme sonucunda, ülkemizdeki serbest meslek kazancı elde edenler ile zirai kazanıcını beyan edenlerin azlığının dikkat çekecek kadar az olduğunu görüyoruz.

RANTİYENİN VERGİLENDİRİLME(ME)Sİ
a) Gayrimenkul
Sadece gayrimenkul sermaye iradından dolayı gelir vergisi beyannamesi veren kişi sayısı 283.542’dir. Toplam, 3.100.000 gayrimenkulden dolayı verilen beyannamelerle beyan edilen toplam vergiye tabi gelir 316 trilyon, toplam gelir vergisi 81 trilyondur.
Ücretlilerin milli gelirden aldıkları pay (ve ödedikleri gelir vergisi) dikkate alındığında, gayrimenkullerini kiraya vererek elde edilen rant gelirlerinin üzerinden ödenen gelir vergisinin önemsizliği anlaşılacaktır. Kira gelirlerinin önemli bir kısmının beyan edilmediği, yapılan beyanların, elde edilen kira gelirlerinin çok az kısmını kapsadığı da, kimsenin meçhulü değildir.
Gelir vergisi içersinde önemli bir yer tutması gereken, ticari ve sınaî faaliyetler sonucunda elde edilen gelirlerin beyan edilen kısmı da önemsizdir.
1982 yılında vergi güvenlik müessesesi olarak vergi sistemine giren “Hayat standardı” esası olmasa, ticaret ve serbest meslek kazancı sahiplerinin beyan üzerinden ödeyecekleri vergi, asgari ücretlinin vergisine dahi ulaşmamaktadır.
b) Menkul
Parayla kazanılan paraları anlatmakta kullanılan menkul sermaye iratlarının önemli bir kısmı ya hiç vergilendirilmemekte ya da sadece stopaj yoluyla yapılan vergileme ile yetinilmektedir.
Örneğin ücretliler enflasyondan en çok etkilenenler değilmiş gibi onlar bu “canavar” karşısında korumasız bırakılırken, menkul sermaye iradı gelirleri, Gelir Vergisi Kanunu’nun 76. Maddesindeki düzenleme gereği, enflasyondan arındırıldıktan sonra vergilendirilmektedir. Geçtiğimiz aylarda çıkarılan vergi yasası ile, hazine bonosu ve devlet tahvilleri yoluyla elde edilen menkul sermaye iratlarının enflasyondan arındırılması yeterli görülmemiş, 26.7.2001 tarihinden sonra ihraç edilmiş hazine bonosu ve devlet tahvilleri ile elde edilen gelirlerin her kişi için 50 milyar TL’si beyan dışı bırakılarak, paradan para kazananlara önemli bir avantaj sağlanmıştır.
Sağlanan kıyağı bir örnekle anlatmak gerekirse: 4 çocuğu olan bir aile düşünelim. 6 kişilik ailenin, 26.7.2001 tarihinden sonra piyasaya sürülen hazine bonosu ve tahvillerden dolayı her bireyi için 100’er milyar olmak üzere, 600 milyar gelir elde ettiğini varsayalım. Bu gelirler, 2001 yılı için belirlenen yüzde 50,7 enflasyondan arındırılacaktır. Arındırma sonrasında, her bireyin vergiye tabi menkul sermaye iradı 50 milyarın altında kaldığından 600 milyar gelir üzerinden hiç vergi ödenmeyecektir.
Bu uygulama 2002 yılında da sürecektir. 50 milyarlık sınır, yeniden değerleme oranında artarak uygulanacaktır. Asgari ücretli işçi aylık 24 milyon gelir vergisi öderken, hazine bonolarından ayda 15 milyar kazanan para sahibi hiç vergi ödemeyecektir.
Sistemin ve onun vergi koyucusuyla vergi politikasının sınıf niteliğini, bundan daha net biçimde tanımlayacak bir uygulama herhalde zor bulunur. Mali sermaye egemenliğinin, başlıca özelliklerinden olan “rantiye” faaliyetini koruma altına aldığını gösteren bu örnek ve menkul rant gelirleri vergi ilişkisi, kapitalizmin günümüz yapılanması hakkında da fikir vermektedir. Günümüz kapitalizmi, mali sermaye egemenliği demek olan tekelci kapitalizm ve ona denk düşen devlet “rantiyer”dir. Kuşkusuz bir üretim temeli vardır; ama paradan para kazanma, onun başlıca yönlerinden biridir. Sabancı ve Koç gibi ülkemiz mali sermayesinin iki temel direği başta olmak üzere holdinglerin, 2000 ve 2001 yılı gelirlerinin yüzde yüzünden fazlasını rant gelirleri olarak elde ettikleri göz önüne alınırsa, bu vergi politikasının, asıl kimlerin çıkarlarının ifadesi olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

KURUMLAR VERGİSİ
Kurumların elde ettikleri kazançlar, kurumlar vergisine tabidir. Kurum kazançları, gelir kapsamına giren gelir unsurlarından oluşur. Anonim, limitet, kooperatif, komandit şirketler, KİT’ler, dernek ve vakıflara ait iktisadi işletmeler elde ettikleri safi kazançlar üzerinden kurumlar vergisi öderler.
Gelir üzerinden alınan vergilerin içinde kurumlar vergisinin payı ancak yüzde 18’dir.
2001 yılında yüzde 20 olan bu pay 2002 bütçesinde yüzde 18’e düşürülmüştür.
Son yayınlanan istatistiklere göre 1999 yılı kazançlarına ilişkin, 2000 yılında verilen kurumlar vergisi beyannamelerine göre, verilen beyanname sayısı 385,172’«lir.
385.172 kurumlar vergisi mükellefinin 198.408’i vergiye tabi kurum kazancı beyanında bulunmuştur. Geriye kalan “zarar” gösterenler içinde, koca koca holdingler de bulunmaktadır.
7 katrilyon 179 trilyon matrah üzerinden hesaplanan kurumlar vergisi 2 katrilyon 166 trilyondur.
Zarar gösterilip ödenmeyerek kaçırılan, beyan edilmeyen, kaçak ve bilânço vb. oyunlarıyla “hiç” edilenler bir yana, tümünün ödendiği kabul edilse bile, sadece burjuvaziye, şirket sahiplerine vb. özgü olan kurumlar vergisi, gelirler üzerinden alınan toplam verginin beşte birini bile bulmamaktadır. Ülke kaynakların neredeyse tamamını -yabancı tekellerle birlikte- ellerinde tutan holdingler başta olmak üzere, kapitalist kurumlar olan şirketlerin, kendi çıkarlarını, artı değerin daha büyük bir kısmına doğrudan el koymalarını, devlet aracılığıyla halka dayatmaları, devletin sınıf niteliği bakımından anlaşılır olmakla birlikte, bunca pervasız oluşları dikkate değerdir.
Öte yandan kurumlar vergisi yasaları, muafiyet ve istisnalar yasası haline gelmiş durumdadır.
Bu yasalarda yer alan muafiyetlerin bir kısmı sosyal politikaların sonucu olarak zorunlu olarak getirilmiştir.
Gelir ve kurumlar vergisinde muafiyet ve istisnaları şöyle sıralayabiliriz. Bazı istisnalar her iki vergi için de getirilmiştir.
– Esnaf muaflığı
– Küçük çiftçi muaflığı
– Diplomat muaflığı
– Telif kazançları istisnası
– Binaların konut olarak kiraya verilmesinde belli bir kısım gelirin istisnası
– İhracat istisnası
– PTT acentelerinde kazanç istisnası
– Sergi ve panayır istisnası
– Eğitim, Öğretim ve Sağlık Hizmetlerinde kazanç istisnası
– Yatırım İndirim istisnası
– Serbest Bölgeler istisnası
– Kalkınmada Öncelikli Yöreler istisnası
– İştirak kazançları istisnası
– Risturn istisnası
– Turizm hasılatı istisnası
– Yatırım fonları ve yatırım ortaklıkları istisnası
– Rüçhan hakkı satışı ve emisyon primi istisnası
– İştirak hisseleri veya gayrimenkullerin satışı ile üretim ve turizm tesislerinin aynî sermaye olarak konulmasından doğan kazançlara ilişkin istisna
– Yurt dışında yapılan inşaat, onarıma, montaj işleri ve teknik hizmetlerden sağlanan kazançlara ilişkin istisna
– Devralınan banka zararı istisnası
– Türk uluslararası gemi siciline kayıtlı gemi siciline kayıtlı gemilerin işletilmesinden ve devrinden elde edilecek kazançlara ilişkin istisna
– Kurumların kendi yasalarında yer alan istisnalar

Kurumların vergisi, devletin vergi gelirleri içinde yüzde 10’dan az paya sahiptir. Kurumlar vergisinin önemli bir kısmını, Kamu İktisadi Kuruluşları ödemektedir. Bütün holdinglerin, büyük şirketlerin, bankaların ödediği toplam kurumlar vergisi ise, GSMH’nin ancak yüzde 1,5’una eşittir. Bunun da yarısını da, kamu kuruluşları ödemektedir.
Ülkede oluşan katma değere, kâr, artı değer olarak el koyan, devletin vergi gelirlerinin tamamını faiz olarak kasalarına aktaran holdinglerin ödediği kurumlar vergisi önemsizdir. Ancak holdingler, ödedikleri verginin azlığı geniş kitlelerce anlaşılmasın diye, sorumlu sıfatıyla ödedikleri vergileri öne çıkarmaktadırlar.
Holdingler, büyük sermaye sahipleri, işyerlerinde çalışan işçilerin ücretleri üzerinden sorumlu sıfatıyla vergi dairelerine yatırdıkları gelir vergisini (kesintileri), kendi ödedikleri vergi gibi göstermektedir.
Patronlar, işçilerin, emekçilerin, bütün bir halkın tüketici olarak ödedikleri dolaylı vergileri de kendi vergileri gibi ifade ediyorlar. Oysa dolaylı vergiler, yansıma sonucunda, en sonunda son tüketicinin ödediği vergidir.

KATMA DEĞER VERGİSİ (KDV)
Katma Değer Vergisi, harcamalar üzerinden alınan bir vergidir. KDV’nin mükellefi, gerçek anlamda en son harcamayı yapan nihai tüketicidir.
Katma Değer Vergisi, gelir sağlama bakımından diğer dolaylı vergilerden daha üstündür. Ancak adaletsiz bir vergidir. Geliri ne olursa olsun KDV’ye tabi bir mal ya da hizmetten yararlanan tüketici aynı oranda vergi ödemektedir. Görünüşteki eşitlik, gelirlerdeki farklılık dikkate alınırsa adaletsizliğin ifadesidir.
Devlet bütçelerinde en büyük gelir kalemini KDV oluşturmaktadır. 2002 yılı bütçesindeki 58 katrilyonluk toplam vergi gelirinin 19,5 katrilyonunun dâhilde ve ithalde alınacak KDV ile sağlanması öngörülmüştür. Bu tutar, toplam vergi gelirlerinin üçte birinden fazlasına tekabül etmektedir.
KDV ile birlikte, Akaryakıt tüketim vergisi, Banka ve muameleleri vergisi, Taşıt alım vergisi, Damga vergisi ve Harçlar gibi diğer dolaylı vergilerin 2002 bütçesindeki toplam vergi gelirlerine oranı ise yüzde 67’dir. Zenginlik kaynaklarının yüzde 80-90’ını tekeller ellerinde tutarken, devlet bütçesinin üçte ikisini, kuşkusuz ezici çoğunluğu “dar gelirli” olan tüketiciler üzerinden alınan dolaylı vergiler karşılamaktadır. Bu, kapitalizmin “adaleti”dir; aynı zamanda, verginin, kapitalizmde, sermayeye kaynak aktarımının, dolayısıyla sermaye birikiminin başlıca yol ve araçlarından biri olduğunu göstermektedir.

“SERVET” VERGİSİ
Motorlu taşıtlar vergisi, Veraset intikal vergisi ve belediyeler tarafından tahsil edilen Emlak vergisi gibi vergiler, servet üzerinden alınan vergiler olarak tanımlanmaktadır. Tanımın bu şekilde yapılmış olması, aldatıcıdır. Güç bela sahip olunmuş sıradan bir otomobil ya da konutun, lüks otomobiller ve sayısız emlak sahibi kişilerle aynı oranlar üzerinden vergilendirilmesi eşitsizlik ve adaletsizlik örneğidir. “Servetten” alınan vergilerin, toplam vergi gelirlerine oranı sadece yüzde birdir.
Servet ve kazançlarını, yoğun emek sömürüsü ve vergisiz kazançlar üzerinden yapanların ödediği herhangi bir servet vergisi sistemimizde yoktur.
Adaletsiz dolaylı vergiler yerine, herkesten mali gücüne, servetine ve gelirine göre vergi alınması, sermaye gelirlerinin toplam vergi gelirlerine katkısının artması gereği sık sık ifade edilen ancak bu sistem çerçevesinde gerçekleşmesi mümkün olmayan dilek ve temenniler olarak kalmıştır.

SONUÇ YERİNE
• Vergi; devletin, siyasi iktidar sahiplerinin hükümranlık gücünü kullanmak suretiyle, siyasal zorla, ekonomik birimlerden, ekonomik gücü elinde tutan ve kullananlara kaynak aktarımı demektir.
• Vergi, “kamu giderlerine karşılık” toplanması gereken bir “yükümlülük” iken, sayıları birkaç bini geçmeyen para sahibine devlete verdiği borçların faizini ödemek için toplanan bir “yükümlülük” haline gelmiştir.
• Verginin az kazanandan az, çok kazanandan çok alınması, herkesten mali gücüne, gelirine, servetine göre alınması yönündeki teorik doğruların ekonomik ve siyasal güç değişmeden uygulanması olanaksızdır.
• Kayıt dışı ekonominin kayda alınması yerine “kayıt dışı ekonominin yarattığı dinamizm” tercih edilmektedir. Vergi kayıp ve kaçağını önlemek sadece slogandır. Bütün düzenlemeler ve uygulamalar yasaların gerekçelerinde sıralanan genel doğruların tersine gerçekleştirilmekte, doğrular sözde kalmaktadır.
• Geniş halk kitlelerinin manipüle edilmesi, vergi “ödevini” eksiksiz yerine getirmesi yönünde yapılan tehditler-gözdağları sermaye ve servet sahiplerine yeni teşvikler ve kaynak aktarımı sağlamak içindir.
• Vergi sistemimiz etkin değildir. Vergi yönetimi ve denetimi güçsüzdür. Uygulanan vergi politikaları eşitsizdir ve adaletsizliği derinleştirmektedir.
• Vergi, emekçiler için yaşamı daha da güçleştiren bir cendere, para sahipleri içinse propaganda malzemesidir.
• Bütün tersine söylemlere karşın, vergiyi patronlar-sermaye sahipleri değil, emekçi halk ödemektedir.
• Vergi “reformu” söylemleri aldatmacadır.
• IMF ve Dünya Bankası”nın son vergi önerileri, verilen borçların karşılığının zamanında ve eksiksiz geri ödenmesini sağlamak içindir. Sermaye sahiplerine yapılan teşviklerin azaltılması ve kaldırılması söylemleri, emekçilerin üzerine yıkılacak yeni vergi yüklerine hazırlanmamız anlamına gelmektedir.
• Kapitalizm ve mali sermaye egemenliği koşullarında vergi sistemini, bu sistemin adaletsizliği, vergi politikalarının emekçiden sermayeye ve tekellere kaynak aktarıcı içeriğini kökten değiştirmek olanaksız olmakla ve bu, bir sistem değişikliğini, emek iktidarını gerektirmekle birlikte, böyle bir mücadeleye bağlanmış bu alanda iyileştirmeler için mücadele sadece mümkün değil aynı zamanda gereklidir de. Vergi adaletsizliklerinin giderilmesi, emekçilerin ağır vergi yüklerinden kurtulması, devletin vergileme aracıyla sermayeye kaynak aktarımındaki pervasızlığın önünün kesilmesi, başlıca emekçilerden toplanan vergilerin IMF dayatmalarının karşılanmasına, iç ve dış borç faizlerinin ödenmesine yöneltilmesinin önlenmesi için mücadele zorunludur ve bu mücadele, kolaylıkla anlaşılacağı gibi tekellere ve kapitalist sisteme darbe vuracaktır.

Vergi Yasası Ne Getiriyor?
Vergi yasalarında önemli ve kapsamlı değişiklikler yapan 4369 sayılı Vergi Yasası 29 Temmuz 1998 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanmış bulunuyor…
4369 sayılı yasa ile rant-faiz gelirleri üzerinden önümüzdeki yıllarda alınması planlanan vergilerin bir kısmından vazgeçildiği ve sermaye kesiminin borsa kazançları üzerinden alınması öngörülen vergilerden vazgeçilmesi talebini ısrarla sürdürdüğü görülüyor. Israr sonuç veriyor ve Borsadan 2000 yılında alınacak vergi erteleniyor.
Vergi Yasası’nın Sanayici ve İşadamlarına, tüccarlara neler getirdiği Yaklaşım dergisinin Ağustos sayısına yazan Gelirler Genel Müdürü Nevzat Saygılıoğlu tarafından başlıklar halinde şöyle sıralanıyor:
* Kurumlar vergisi yükü yüzde 49’dan yüzde 30’a indirilmektedir.
* Gelir vergisi alt dilimi yüzde 25’den yüzde 15’e, üst dilimi yüzde 55’den yüzde 40’a indirilmektedir.
* Temettü stopaj vergilemesi, dağıtım bırakılarak şirket bünyesinde oto-finansman özendirilmektedir.
* Kârın sermayeye eklenmesi kâr dağıtımı sayılmayarak işletmelerin mali bünyeleri güçlendirilmektedir.
* Geçici vergi cari dönemin gerçek geliri ile ilişkilendirilmektedir.
* Mükellef alacakları için tersine faiz uygulaması getirilmektedir.
* Döviz cinsinden alacak ve borçlar reeskonta tabi tutulmaktadır.
* Dövize, altına veya başka bir değere endeksli menkul kıymetlerin değer artışlarının gelir sayılmaması esası getirilmektedir.
* Menkul sermaye iratlarındaki enflasyondan arındırma oranı daha gerçekçi hale getirilmektedir.
* Binalar ve özel maliyet bedelleri için yeniden değerlenmiş bedel üzerinden amortisman ayırma imkanı getirilmektedir.
* Yatırım indirim uygulaması gerçek bir teşvik niteliğine kavuşturulmaktadır. Yatırımcıların ödeyecekleri ‘vergi’, ‘faizsiz kredi’ olarak kendilerine bırakılmaktadır.
* Yatırım malları KDV’den istisna edilmektedir.
* İhracatta yurtiçinden sağlanan girdiler KDV’den istisna edilmektedir.
* Vergi oranı indirilen mallarla ilgili olarak yüklenilen KDV’nin iadesine imkân verilmektedir.
* Amortismana tabi sabit kıymetler İçin yüklenilen KDV’nin bir defa indirilmesi sağlanmaktadır.
* Organize sanayi bölgelerinde arsa ve işyeri teslimleri KDV’den istisna edilmektedir.
* Yabancı ve imtiyazlı şirketlerin, enflasyon ve kur farkından kaynaklanan sorunları giderilmektedir.
* KOBİ’lerin kullandığı ihtisas kredilerinin maliyeti düşürülmektedir.”

Genel Müdür’ün yazısında belirtmediği önemli birkaç “yarar” da kanunun geçici 5. maddesinde hüküm altına alınıyor.
* Yasanın yayımını izleyen 5 ay içinde (1 Ağustos–31 Aralık) işe aldıkları işçilerden sendika üyesi olanların ücretlerinden, bu suretle işe başlanılan aydan itibaren 36 ay süreyle kesilen ve beyan edilerek tahakkuk ettirilen gelir ve damga vergilerinin, beyanname verme süresini izleyen ikinci yılın aynı döneminde ödenmesi imkânı getirilmektedir.
* Belirtilen işçilerin 12 ay süreyle, SSK primlerinin işveren hisselerinin yarısının Hazine tarafından ödenmesi sağlanmaktadır.
* Diğer konularda işçi sayısına bağlı olarak işverene getirilen yükümlülüklerin 3 yıl süreyle uygulanmayacağı hüküm altına alınıyor.
* 3417 sayılı “Çalışanların tasarrufa teşvik edilmesi hakkındaki kanun” hükümlerinin de 3 yıl süreyle uygulanmaması sağlanmış bulunuyor.
(26 Eylül 1998 Cumartesi, Yeni Evrensel)

Vergi tabanının genişletilmesi, kayıt dışı ekonominin kayda alınması, vergi sisteminin basit ve açık hale getirilmesi ve vergisini düzenli olarak ödeyenlerin vergi yükünü artırmadan, vergi gelirlerinin artırılması amacıyla gerçekleştirildiği belirtilen “vergi reformu”, başlangıçta bu amaçlarının çok dışına düşüyor ve vergide adalet sağlanması bir yana, rant ve faiz gelirleri elde edenlere, bankalara, borsa kazançlarına getirilen vergiden vazgeçilerek, her zaman olduğu gibi, tüm yük emekçilerin sırtına yükleniyor. Vergi oranlarında sağlanan indirim dışında (ki onda da adaletsizlik bulunuyor. Düşük gelir elde edenler İçin vergi oranı yüzde 25’ten yüzde 15’e, milyarlar, trilyonlar elde edenler için vergi oranı yüzde 55’ten yüzde 40’a indiriliyor) işçilere, emekçilere hiçbir avantaj sağlamayan yasa, sermayenin vergi konusundaki taleplerini karşılamakla sınırlı kalıyor.

2003 bütçesi üzerine notlar

Devlet bütçeleri, dünyanın her ülkesinde siyasal iktidarların, hükümetlerin uygulamayı planladıkları ekonomik ve sosyal politikaların, bir bütün olarak politik doğrultularının gerçek bir yansıtıcısıdır. Devlet bütçesi, hükümetlerin yıllık programlarının ayrıntılı planlarıdır. Ekonomi ve politikanın kesişme düzlemi olan devlet bütçelerinin hazırlanması ve uygulanması süreci Anayasal ve yasal düzenlemelere bağlanmıştır. Anayasa’nın “Mali ve Ekonomik Hükümler” başlığını taşıyan “Dördüncü Kısmı”nın “Birinci Bölümü”nde yer alan hükümlere göre, devlet bütçesinin yasayla belirlenmesi zorunludur. Ve devlet bütçeleri, “geçici bütçe” gibi istisnalar dışında, bir yıllık bir süredeki devlet harcamaları ile bu harcamaları mümkün kılacak gelirlerin nerelerden karşılanacağının belgesidir.
Ülkemizde, uzun yıllardır devlet bütçelerinin gösterdiği sapmalar dikkate alındığında, bütçe yapmanın, yasal bir zorunluluğun yerine getirilmesinden başka bir anlamı olmadığını söyleyebiliriz.
Son 15-20 yıllık süreçte başlangıç ödeneklerine uygun sonuçlanan bir bütçe görülmediği dikkate alınırsa, devlet bütçesinin yasal formalitelerin sonucu olarak yapıldığı daha açık anlaşılır olmaktadır.
Bütçe öngörülerinin gerçekleşmesi bakımından göreli olarak en istikrarlı yıl olan 2002’de bütçe harcamaları yüzde 17,7 oranında sapma göstermiştir. 2002 yılında 26,9 katrilyon olarak öngörülen bütçe açığı yüzde 45 sapmayla 39 katrilyon olarak gerçekleşmiştir. Bütçelerin hazırlanması ve uygulanmasında doğrudan söz ve karar sahibi olan IMF ve yardakçısı ekonomi uzmanlarının (!) “amentü” olarak belledikleri faiz dışı fazla hedefinde bile yüzde 20 oranında sapma olmuş, hedefe ulaşılamamıştır. Hatta bu sapmalı rakamın da hileli bilanço oyunlarıyla sağlandığını, öngörülenle gerçekleşen arasındaki makasın daha büyük olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
2003 yılı Bütçe Tasarısı’nın gerekçesinde, 2003 yılı bütçesinin öncelikli hedefi; “ekonominin olası krizlere karşı güvence altına alınması, hassas ve kırılgan bir mali yapılanma yerine daha sağlam bir mali yapılanmanın oluşturulması, enflasyonun daha da aşağılara çekilmesi ve sürdürülebilir bir büyümenin temellerinin atılması için borç faiz yükünün azaltılması” olarak belirlenmiştir.
Bu cümle; bilinen, son 10-15 yıldır her bütçe tasarısında “hedef” olarak tekrarlanan ve temenniden öteye gitmeyen bir tekerlemeyi ifade etmektedir. Sonuç, yine herkesçe çok iyi bilindiği üzere, ekonominin kırılganlığının artması, sağlam bir mali yapılanmanın oluşturulmasının ancak söylem düzeyinde kalması, borç yükünün azalmak bir yana kartopu misali katlanarak büyümesidir.
Bütçe gerekçesinde, bütçenin diğer öncelikli hedefleri;
–    Enflasyonun yıl sonu itibariyle TÜFE’de yüzde 20, TEFE’de yüzde 17,4 seviyesine çekilmesi,
–    Bütçe açığının Gayrı Safi Milli Hasıla’ya (GSMH) oranının ödenek bazında yüzde 12,6, harcama bazında yüzde 12,4 düzeyinde tutulması,
–    İç borçlanma ihtiyacının en alt düzeyde tutulması suretiyle faiz oranlarının düşürülmesi,
–    Kamu kurumlarında verimliliğin artırılması,
–    Yatırımlara ayrılan kısıtlı kaynakların kısa sürede ekonomiye kazandırılabilecek projelere yönlendirilmesi,
–    Sürdürülebilir ve etkili bir tarımsal destekleme politikasının sürdürülmesi,
–    Dış satım, turizm ve ülkeye kaynak akışını özendirici önlemlere ağırlık verilmesi olarak belirlenmiştir.
AKP Hükümeti, bütçe gerekçesinde sıralanan hedeflere ulaşabilmek için, DSP-MHP-ANAP koalisyon Hükümeti’nin IMF ve kemal Derviş’e hazırlattığı 2002 yılı bütçesinde yer alan aşağıdaki önlemlerin 2003 yılında da devam ettirilmesini kararlaştırmıştır:
–    Genel ve katma bütçeli kuruluşlara açıktan atama memur sayısının sınırlandırılması,
–    İhtiyaç fazlası personelin kamu kurumlarında dengeli dağılımının sağlanması,
–    Taşıt kullanımında israfın önlenmesi,
–    Okul, hastane, cezaevi ve güvenlik hizmetlerinin gerektirdiği binalar hariç hizmet binaları ile lojman, memur evi, eğitim ve dinlenme tesisi yapımının yasaklanması.
Hükümet, yukarıdaki önlemlerin yanı sıra;
–    Tedavi giderlerinde tasarruf sağlanmasına yönelik tedbirlerin kapsamını genişletmeyi,
–    Taşıtların bakım, onarım ve akaryakıt giderlerinin azaltılmasını,
–    Yeşil kart harcamalarındaki ödenek üstü harcama yetkisini kaldırmayı,
–    Mahkeme harçları gibi faaliyetlerdeki, yargı organları ile vergi dairelerindeki posta giderlerinde ödenek üstü harcama yetkisini kaldırmayı,
–    Ve bir dizi başka önlemin yanında, yedek ödenek tertibinden yatırım ödeneklerine aktarma yapılmamasını kararlaştırmıştır.

2003 Bütçesi 146 katrilyon 910 trilyon lira tutarında bir büyüklüğe sahiptir. Bütçe; başlangıçta, yatırım ödeneklerinden yapılan 1 katrilyonluk ve transfer ödeneklerinden yapılan 281 trilyonluk kısıntı ile 145 katrilyon 629 trilyona düşmüştür. Bütçe gerekçesinde ya da ekli belgelerde bu ödenek kesintilerinin hangi kalemlerden yapılacağı belli değildir. Tasarıda, “… iptal edilen tutarların sektör, kuruluş ve projeler itibariyle dağılımı bütçe yasasının yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on gün içinde YPK tarafından belirlenir.” denilmektedir. Bu, bütçenin açıklık ilkesinin açık bir ihlali anlamındadır. Yatırım ödeneklerinin kullanımında “keyfilik” ortaya çıkmaktadır.
Bütçe gerekçesinde yer alan karşılaştırmalı tablolarda yatırım ödeneğinin yüzde 56,9 oranında arttığı ifade edilmektedir. Oysa yatırım ödeneğindeki 1 katrilyonluk kısıntı sonrasında yatırım ödeneklerindeki artış, yüzde 40 dahi değildir. Kaldı ki, Hükümet ve Maliye Bakanı bütçede kalan 8 katrilyonluk yatırım ödeneğinin tümünü kullanmayacaklarını ilan etmiştir. Yatırım ödeneklerinin yetersizliği, işsizlik ve üretimsizlik demektir. 2003 Bütçesi’nden, mevcut milyonlarca işsize, savaş ve kriz bahanesiyle eklenen/eklenecek yüz binlerce işsize iş bulma umudu bile yoktur. Kendisinden önceki hükümet uygulamalarını şiddetle eleştirip iktidar olan AKP Hükümeti’nin kendisine oy veren işsizlere yaptığı vaatlerin gerçekleşmesinin başka baharlara kaldığı anlaşılmaktadır.
2003 Bütçesi, yatırımsızlık, dolayısıyla işsizlik bütçesidir. Yeni iş alanlarının açılmaması, 2003 yılı bütçesinde öngörülen yüzde 5 büyüme hedefine ulaşılmasının da olanaksız olduğuna işaret etmektedir.
2003 Bütçe hedefleri gerçekçi değildir. Büyüme hedefinin yanı sıra, TEFE ve TÜFE’de belirlenen fiyat artış hedefleri ve bütçe faiz giderleri için yapılan öngörü gerçekçi değildir. 2003, belirsizliklerle dolu bir yıl olarak yaşanacaktır.
ABD ve İngiltere’nin Irak saldırısı, savaşın süresi, Türkiye’nin savaş karşısındaki konumu, Kuzey Irak’ta yaşanacak gelişmeler belirsizliği artıracaktır.
2003 yılı için öngörülen yüzde 35 oranındaki ortalama faiz oranının savaşın başlangıcında iki katına ulaşması, bu açıdan bize önemli bir veri sunmaktadır.
2003 Bütçesi’nde faiz dışı fazla hedefi yüzde 6,5 olarak belirlenmiştir. Bütçe’de faiz ödeneği olarak ise, 65,5 katrilyon lira ayrılmıştır. 2003 Bütçesi’nin vereceği açık da, 45 katrilyon 272 trilyon lira olarak öngörülmüş; bütçe büyüklüğünün yüzde 30’unu aşan bu açığın, net borçlanma hasılatı ile karşılanacağı ifade edilmiştir. 2003’de içine yuvarlanılmakta olan belirsizliklerin, borçlanma ihtiyacını artıracağı açıktır. Şimdiden gelirlerin giderleri karşılama oranının yetersiz kalacağı ve bütçe açığının büyüyeceğini söylemek kehanet sayılmamalıdır. 2003’de dış finansman bulunmasının giderek güçleşmesi, iç borç faiz oranını artıracak; bu artış, borçların ve ödemelerinin pahalılanmasına neden olacak, dış finansman sağlanamaması durumunda bile dış borçlar durduğu yerde büyüyecektir. Vergi alınması  gereken kesimlerden yüksek faizle borç alınması, Türkiye ekonomisinin en temel sorunu olarak karşımızdadır. Piyasalar, borç vericiler ya da daha doğru bir tanımlamayla büyük patronlar, en başta birkaç büyük banka, hazinenin borçlanma günlerinde faiz oranlarını çeşitli yollarla yükseltmekte ve faiz gelirlerini artırmaktadırlar. Son yirmi yıllık süreçte girilen borç-faiz-borç kıskacı devlet bütçelerini borç ödeme belgelerine dönüştürmüştür.
30 Eylül 2002 tarihi itibariyle dış borçların toplamı 55 milyar doları(*) bulmaktadır. Bu borcun 10,7 milyar dolarının 2003 yılında ödenmesi öngörülmektedir. 7,1 milyar doları borç anaparası, 3,6 milyar doları ise faiz ödemesidir. Bütçe gerekçesinde 2004-2007 yılları arasında ödenecek dış borç toplamının 44 milyar dolar olduğu ifade edilmiştir. 2003-2007 yılları arasında ödenecek dış borç tutarının mevcut dış borca eşit olması, dış borcun bitmesi demek değildir. 2008 ve sonrasına kalan dış borç tutarı 26,5 milyar dolardır.
Bu veriler, Türkiye’nin dış borcu üzerinden ödemek zorunda kaldığı faizlerin oldukça yüksek olduğunu göstermektedir.
31.12.2002 tarihi itibariyle iç borç toplamı 150 katrilyon liraya(*) ulaşmış durumdadır. İç borcun 60 katrilyonluk kısmı 2 yıl ve daha kısa vadeli borçtur. Borcun yüzde 25’i bir yıldan daha kısa vadelidir. Açıktır ki, iç borcun döndürülmesi sorunu, 2003 yılında tüm yakıcılığıyla kendisini hissettirecektir.
2003 Bütçe tasarısında, öngörülen vergi gelirlerinin yüzde 76’sının faiz ödemelerine gideceği varsayılmıştır. Faiz  harcamaları toplam bütçe gelirlerinin yüzde 65’ine eşittir.
Ancak faiz harcamalarının bütçe öngörülerinin çok üstüne çıkması ve öngörülen 86 katrilyon lira tutarındaki vergi gelirinin tümünün faiz ödemelerine gitmesi ve bunun bile yetmemesi güçlü olasılıktır.
2003 Bütçesi hazırlıklarına Irak’a ABD ve müttefiklerinin saldırısı önemli ölçüde egemen olmuştur. Bütçenin yüzde 13,3’ü savunma harcamalarına ayrılmıştır. Bütçenin diğer cari ödemeler için ayrılan 9,3 katrilyonluk kısmının 7 katrilyonu, Milli Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığına verilecektir. Türkiye’nin savaşa katılması ve Kuzey Irak’a girmesi koşullarında bu bütçeden daha fazlasının kullanılacağını varsaymak yanlış olmayacaktır.
Bütçe yasasında; “Irak’a yapılacak muhtemel bir müdahale durumunda sınırlarımızda meydana gelebilecek toplu nüfus hareketine karşı devletin hızlı hareket edebilme kabiliyetini daha da artırmak ve yapılacak hizmetin zamanında gerçekleştirilebilmesini sağlamak için” Bakanlar Kurulu’na yetki verilmektedir.
Aynı zamanda, belirtilen durumlarda geçici olarak başka yerlerde görevlendirilecek olanlar ile “İnsani Destek Toplama Bölgeleri”nde geçici olarak görevlendirileceklere ilgili mevzuat uyarınca verilecek gündeliklerin miktarını yeniden belirleme konusunda da Bakanlar Kurulu’nun yetkili olacağı Bütçe Yasası’nda düzenlenmiştir.
Savunma Sanayii Destekleme Fonu’ndan, Milli Savunma Bakanlığı bütçesinin ilgili tertiplerine ödenek kaydetme konusunda Maliye Bakanı yetkili kılınmıştır. Bütçe yasasında yapılan düzenlemeler ve cari ödemeler için ayrılan ödenekler 2003 Bütçesi’nin bir savaş bütçesi olarak hazırlandığını göstermektedir.
2003 Bütçesi; işçiler, kamu emekçileri, tarım üreticileri, küçük esnaf ve zanaatkar, küçük ticaret erbabı, özetle bütün emekçi halk için tam bir yoksullaşma ve kazanılmış haklara saldırı bütçesi olarak hazırlanmıştır. Bütçenin her maddesinde bu saldırıyı ortaya koyan hükümler bulunmaktadır.
2003 Bütçesi’nin özellikle tarım üreticileri bakımından yoksullaşma bütçesi ve AKP Hükümeti’nin IMF’nin dayatmalarına teslimiyetinin belgesi olduğunu, halkın beklentilerine yanıt vermediğini ifade eden, Dünya Bankası Türkiye Temsilcisi Ajay Chibber oldu. Ajay Chibber oldukça sert bir üslupla AKP Hükümeti’nin bütçesini eleştirerek Dünya Bankası kredilerinin askıya alınacağı tehdidini savurdu. Gerçekte bu yapılanların ve hazırlanan bütçenin kendisinin, ikiz kardeşten farksız IMF ve Dünya Bankası’nın ortak eseri olduğunu görmemiz gerekiyor. Dünya Bankası temsilcisinin eleştirdiği bankasının kredilerinin amaç dışı kullanımıdır; yoksa temsilci, yoksullaştırıcı kısıtlama ve kesintiler düzenlemesinden ibaret olan bu bütçenin başka hiçbir kalemi ya da dayanağına kuşkusuz karşı çıkmamaktadır.
IMF, borç tuzağına düşen ülkelere yıllardır hep aynı reçeteleri dayatıyor. Bu dayatmalara dayanan ekonomik programlar hiçbir olumlu sonuç vermemesine, ekonomileri krizlere, durgunluklara sürükleyen sonuçlar doğurmasına karşın dikte ettiği ekonomik programların sürdürülmesi konusunda ise ısrarlı olmaktadır.
Dünya Bankası, IMF programlarına, bu programlar ile getirilen kamu harcamalarının kısılmasına, emekçi halka yüklenen vergilere karşı olmamasına karşın gösterdiği tepkiyle halka şirin görünmek istemektedir. IMF ve Dünya Bankası “iyi polis-kötü polis” oyununu oynamakta; tezkereler sonrası yönlendirici baskı ve dayatmalar geliştirilmesi bakımından görev bölüşümü yapmaktadır. Uygulanan IMF programları, ülkeleri yoksullaştırırken Dünya Bankası da yoksulluğu yönetiyordu.
2003 Bütçesinde emekçilere yönelik saldırıları şöyle sıralayabiliriz.
–    2003 Bütçesinden kamu emekçilerine ayrılan pay yetersizdir. 4688 sayılı Kamu Sendikaları ile yapılacak toplu görüşmeler çerçevesinde kamu emekçilerinin maaş ve sosyal haklarının belirlenmesi gerekirken, AKP Hükümeti, bu süreci yok sayarak kamu emekçilerinin özlük haklarını tek taraflı olarak belirlemektedir. Hükümet ekonomik gelişmeler, savaş, ekonomik kriz ve devletin mali imkanlarının yetersizliği vb. gerekçelerle kamu emekçilerine Nisan ve Haziran dönemleri için hiçbir maaş artışı yapmamayı planlamaktadır.
–    Kamu personelinin ücretlerinden Emekli Sandığı’na kesilen emekli keseneği bir puan artırılarak kamu emekçilerinin maaşları düşürülmüştür. (Bu düzenleme ayrı bir yasa ile yapılmıştır.)
–    Norm kadro çalışması sonuçlandırılarak uygulamaya geçirilen kurumlar ile kanun, uluslararası anlaşma veya 2003 yılı programı ile kurulması veya genişletilmesi öngörülen birimler ve temini zorunlu hizmetlerin gerektirdiği personel ihtiyacını bu sınırlamaya tabi tutulmaksızın değerlendirmeye Maliye Bakanı’nın yetkili kılındığı Bütçe Yasası’nda; 2002 yılında ölüm, emeklilik ve istifa  sonucu memur kadrolarında oluşan azalmanın yüzde 80 oranında karşılanması öngörülmüştür. Ülkemizdeki memur sayısının, OECD verilerine göre hem istihdamdaki kişi sayısına hem de ülke nüfusuna oranla Avrupa ülkeleri arasında en düşük düzeyde ve yetersiz olduğu bilinmesine karşın, bu personel rejiminde emekçi aleyhine düzenlemelere zemin hazırlamak için her türlü aldatmaya başvurulmaktadır. Yetersiz personel, hizmetin gereklerini yerine getirmekte zorlanmakta, fazla mesailerle, gece çalıştırmalarıyla işler yetiştirilmeye çalışılmaktadır. 8 saatlik çalışma hakkına önemli bir saldırı olan fazla mesailere ödenen ücretler komik denecek kadar azdır. Fazla mesailer açık bir angaryaya dönüşmüş durumdadır. Milyonlarca eğitimli işsiz olmasına karşın personel istihdam etmek yerine, çalışanların iş yükü ağırlaştırılmaktadır.
–    İlk defa veya yeniden göreve alınan kamu personeli ve aile fertlerine harcırah veya buna benzer herhangi bir ödeme yapılmayacağı Bütçe Yasası’nda düzenlenmiş bulunmaktadır. Kendilerinin talebi üzerine kamu kurum ve kuruluşları arasında veya bunların başka yerlerdeki birimleri arasında naklen ataması yapılanlara, başka yerlerde sürekli veya geçici olarak görevlendirilenlere yasalarda öngörülen harcırahın ödenmemesi veya bu amaçla herhangi bir ödeme yapılmaması hükmü de bütçe yasasıyla düzenlenmiştir.
–    Kamu personelinin yararlanacağı lojman, memur evi, eğitim ve dinlenme tesisi yapımının yasaklandığı bir bütçe yasasıyla karşı karşıyayız. Bunun yanı sıra son 10 yılın bütçe yasalarında yer alan “kamu kurum ve kuruluşlarınca işletilen eğitim ve dinlenme tesisi, misafirhane, kreş, spor tesisi ve benzeri sosyal tesislerin giderlerine bütçeden katkıda bulunulamaz. Bu tür yerlerde, genel ve katma bütçeden, döner sermaye ve fonlardan ücret ödenmek üzere 2003 yılında ilk defa istihdam edilecek yeni personel görevlendirilemez” biçimindeki düzenlemeye 2003 bütçesinde de aynı şekilde yer verilmiştir. Emekçilerin uzun mücadeleler sonucunda kazandığı sosyal haklar birbiri ardına ellerinden alınmaya başlamıştır. Büyük kentlerde kamu görevlilerinin işe gelip gitmelerini sağlayacak personel servisleri azaltılmakta ve giderek kaldırılmaktadır. Kamu kuruluşlarında verilen öğle yemeklerinin birçok kuruluşta verilmediği, verilen yemeklerin ücretinin arttığı ve personelin yararlanmasının güçleştiği görülmektedir. Sosyal tesisler çoğunlukla üst düzey personelin, bürokratların yararlandığı pahalı kurumlara dönüşmüştür.
–    Devlet memurları, diğer kamu görevlileri ve bunların emekli dul ve yetimlerinin (bakmakla yükümlü oldukları aile fertleri dahil) tedavilerine ilişkin ücretlerle, sağlık kurumlarınca verilen raporlar üzerine kullanılması gerekli görülen ortez, protez ve diğer iyileştirme araç bedellerinin belli miktarlarının devletçe karşılanması hususu bütçe yasası ile düzenlenmiştir. Bunun dışında, kamu personelinin, bunların emekli dul ve yetimlerinin, tedavilerinde kullanılan ilaç katılım paylarının ilgililerin maaş ve aylıklarından kesinti yapmak suretiyle karşılanması ve ilaç bedellerinin ödenmesinde, eşdeğer ilaç gruplarından, fiyatların aritmetik ortalamasının alınması suretiyle referans fiyatlar üzerinden ödeme yapılması kararlaştırılmış durumdadır. Devlet; 2003 yılında, kamu görevlilerinin hastane ve tedavi masrafları ile ilaç bedellerini denetlemek üzere saymanlıklarda tabip ve eczacı görevlendirmeyi kararlaştırmıştır.
–    2003 Bütçesi’nde Tarımsal destekleme ve doğrudan gelir desteği amacıyla çiftçilere yapılacak ödemelerle ilgili olarak 2003 bütçesinden pay ayrılmadığı ifade edilmiş, 2002 yılından devreden doğrudan gelir ödemeleri ile yetinileceği belirtilmişti. Dünya Bankası Türkiye Temsilcisinin bu konuda yaptığı eleştiriler üzerine 2003 yılı bütçesinden de sınırlı bir ödenek ayrılması kararlaştırılmıştır. Tarım alanında yeniden yapılandırma adı altında gerçekleştirilen uygulamalar ülkemizdeki milyonlarca tarım üreticilerinin yoksulluğa ve açlığa mahkum edildiği/edileceği anlaşılmaktadır.
–    2003 Bütçesinden küçük esnaf ve zanaatkar için ayrılmış bir ödenekten söz etmek olanaklı değildir. Genel geçer sözcüklerle bu kesimin yanında olunacağı ifade edilmiştir.
2003 Bütçesi’nde yer alan bu düzenlemeler, harcamalar bakımından bütçenin emekçi halk karşıtlığını ortaya koymaktadır.
Bütçe harcamaları bakımından, ülke nüfusunun neredeyse tümünü karşısına alan ve devlet bütçesinin yarısından fazlasını faiz geliri olarak elde edenler, patronlar dışında bütün emekçi halka dönük yoksullaştırıcı politikalar geliştiren hükümet, bütçe gelirleri bakımından da aynı tutumunu sürdürmektedir.
100 katrilyon 782 trilyon tutarındaki bütçe gelirlerinin, 86 katrilyonunun vergi gelirlerinden, 14 katrilyon 800 trilyonunun da diğer gelirlerden sağlanması öngörülmektedir.
Vergi gelirlerinin 26 katrilyonunun gelir üzerinden alınan vergilerden sağlanması beklenmektedir. Gelir üzerinden alınacak vergilerin 17 katrilyon 200 trilyonu gelir vergisinden, 8 katrilyon 900 trilyonu da kurumlar vergisinden sağlanacaktır.
Gelir vergisinin yüzde 60’ını ücretlilerin stopaj (kesinti) yoluyla ödemiş oldukları dikkate alınırsa, bütçe vergi gelirlerinin yüzde 13’ünü ücretlerin ödediği görülecektir. Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınmasını öngören Anayasal düzenlemenin çok uzağında bir vergileme ile emekçiler vergi yükünü üstlenmiş durumdadır.
Emekçilerin vergi yükünü asıl ağırlaştıran, bütçedeki dolaylı vergilerin payının yüzde 70’lere ulaşmış olmasıdır. Dolaylı vergiler, zengin-fakir ayırmayan adaletsiz ve haksız vergilerdir. Mal ve hizmetler üzerinden alınan vergiler ile dış ticaretten alınan vergiler bu çerçevede alınan vergilerdir.
KDV ve Özel Tüketim Vergisi ile ithalde alınan KDV’nin vergi gelirlerine oranı diğer dolaylı vergilerle birlikte yüzde 67’yi geçmektedir.
Vergi alınması gereken kesimlerden, büyük kârlar elde eden şirketlerden, holdinglerden vergi yasalarındaki muafiyet ve istisnalar dolayısıyla alınamayan vergiler, dolaylı vergiler yoluyla emekçi halkın sırtına yıkılmaktadır.
Servetten alınan vergilerin, toplam vergi gelirlerine oranı yüzde 2 düzeyindedir. Servetten alınan vergilerin içerisinde yer alan Motorlu Taşıtlar Vergisi ve Taşıt Alım Vergisi gerçek anlamda bir servet vergilemesi değildir. Bir ölçüde servet vergisi sayılabilecek  veraset ve intikal vergisinin 2003 bütçesindeki oranı binde 1 düzeyindedir.
AKP Hükümeti, 2003 yılında ciddi vergi reformları gerçekleştireceğini ifade ediyor. 3 aylık Acil Eylem Planı’nda yer alan Mali Milad’ın kaldırılmasını sağlayan 4792 Sayılı Vergi Yasası’yla, vergi kaçakçılarının affını sağlayan 4811 sayılı “Vergi Barışı” Kanunu, AKP’nin 3 aylık sürece sığdırdığı önemli vergi yasalarıdır. AKP; ücretlilerin, geniş emekçi kesimlerin vergi yükünü azaltacak vergi düzenlemeleri yerine büyük sermaye kesimlerine yeni vergi istisnaları getirilmesini planlamaktadır.
2003 Bütçesi’nde, vergi gelirleri dışındaki diğer gelirler, devletin taşınmazlarının satış gelirleri, taşınmaz mallar idare gelirleri, KİT’lerden elde edilen gelirler, döner sermayelerden alınan vergiler, KİT’ler ve İktisadi Devlet Teşekkülleri’nden sağlanacak gelirler, faiz gelirleri, ceza gelirleri, diğer çeşitli gelirler ve özel gelirler ve fonlardan oluşmaktadır. Bütçe gelirlerinin yüzde ikisinin cezalardan sağlanması öngörülmektedir. 2003 Bütçesi, hem harcamalar hem de gelirler bakımından emekçilerin sırtında olan bir bütçedir. 2003 Bütçesinin IMF tarafından dayatılan bir bütçe olduğu tartışmasızdır. 2003 Bütçesi IMF’ye teslimiyet bütçesidir.

(*) Yazımızda iç ve dış borçlara ilişkin olarak kullanılan rakamlar bütçe gerekçesinde verilen resmi rakamlardır. Resmi dış borç rakamı, borç anaparasını belirtmektedir ve yalnızca kamusal borçla sınırlıdır, bankalar vb. gibi özel kesim borçlarını kapsamamaktadır. Kamu ve özel toplamı ve birikmiş faizleri ile birlikte düşünüldüğünde, örneğin iktisatçı Mustafa Sönmez’in 26 Mart 2003 Evrensel gazetesindeki yazısında verdiği dış borç rakamı 2002 yılı itibariyle 128 milyar dolardır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑