Yaşar Kemal

Romancılığımızın ustası, şiir, öykü, dene­me, röportaj ve düşünce yazılarıyla edebiya­tımızı zenginleştiren evrensel yazarımız Yaşar Kemal’i uzun bir ömrün ardından yitirdik. Cenaze törenine katılan binlerce kişi “Yaşar Kemal Onurumuzdur” sloganını haykırarak, kilometrelerce yürüyüp görkemli bir biçimde son yolculuğuna uğurladı.

Çocukluğundan itibaren bütün düşleri ak bulutlu ve renkliydi, doğayla olan dostluğu ustalık düzeyindeydi; doğadaki bütün otları, çiçekleri, böcekleri, kuşları, pamuk tarlalarını, bostanı, çayırları, ırmakları, dağları, ovaları, kayalıkları, denizi ve gökyüzünü biliyordu. Yaşar Kemal’e göre doğa, yalnız dışarıdan bakılan bir şey değil yaşamın anlamlı bir parçasıdır. Anlattıklarında ve yazdıklarında çocukluğundan itibaren dinlediği, gözlemledi­ği, okuduğu, öğrendiği her şeyden izler var­dı; köylerine gelen dengbejlerden, aşıklardan dinledikleri, büyük bir merakla seyrettikleri ile büyüdü; öğrendi, dinledi, anlattı ve yazdı…

“…Köyde her gece yaşlı köylüler sohbete otururlardı. Ben de onlara gider katılır, susa­rak durmadan onları, bazı günler sabahlara kadar dinlerdim. Türkmenin eski günlerini, büyük aşık Dadaloğlu’nu, Kozanoğlu başkal­dırısını, toprağın verimliliği ya da verimsizliği­ni, Kurtuluş Savaşını anlatırlardı… Benim bir merakım da; bir şeye gözümü dikip günlerce seyretmektir. Örneğin evimize getirilmiş bir kilimi aylarca bıkmadan usanmadan seyrett­tiğimi anımsıyorum. Çocukluğumda demircile­rin ocakları, marangozların uğraşları, arıların karpuz kabuklarını didiklemesi, yılanların se­vişmesi, civcivleri kapmak için köyün üzerine seyirten kartalları günlerce seyrederdim. San­ki dünyayı, hiçbir şey yapmadan seyretmeye gelmiştim…”

Yaşar Kemal, Çukurova’da binlerce yıllık bir antik kentin Anavarza’nın yanı başında, kayalıklarında yüzlerce kartalın uçtuğu, ba­taklıklarında flamingoların, büyüklü küçüklü kuşların, kelebeklerin uçtuğu, Kadirli ve Cey­han’ın tam ortasında, Ceyhan ırmağının kıyı­sındaki bir köyde doğdu. Tarihi değeri gün ışı­ğına çıkartılmamış saklı bir hazine gibi öylece durmakta olan, dünyadaki diğer antik kentler­den farklı bir değer taşıyan Anavarza toprak altında keşfedilmeyi beklerken, Yaşar Kemal bu anıt kentin, Hitit yerleşim merkezi olan Ka­ratepe’de mezar taşlarının, Hitit kabartmala­rının bulunduğu taşların arasında oynayarak büyüdü.

Yaşar Kemal kendini hem ovalı, hem dağlı hem de denizli bir adam olarak tanımlamıştır. “…Çukurova tam bir Akdenizdir. Benim ülkemi Toroslar, yeni doğmuş bir ay gibi çevirmiştir. Önümüz de Akdenizdir. Bu Çukurova toprağı benim kendi ülkem olduğu kadar, benim ro­manlarım için yarattığım bir ülkedir. Roman­larımdaki insanları, otları, böcekleri, çiçekle­ri, atları, kuşları ne biçim yarattımsa, Çukuro­vamın dilini yeniden yoğurarak nasıl bir yazı, roman diline çevirmişsem, kendi Çukurovamı da öylesine yarattım. Yeniden yaratarak bir düşsel ülke kurmaya çalıştım. Çukurova beni ne kadar ilgilendiriyorsa, kurmaya çalıştığım, yaratmaya çalıştığım düşsel Çukurova toprağı beni ondan da daha çok ilgilendiriyor…”

Romanlarında, öykülerinde, yazılarında neden hep Çukurovayı anlattığı sorulduğunda verdiği yanıt, yukarıda alıntılanan paragrafta­ki gerçekliğin yinelenmesi olmuştur. “…Ben mi yalnız Çukurovayı yazdım, öyle mi sanıyorsu­nuz, bakın size söyleyeyim, şu dünya yazarları arasında Çukurovayı yazan tek kişi ben deği­lim ki, Kafka da, Joyce de, Tolstoy da, Dosto­yevski de, Çehov da, Balzac da Stendal da … Herkes herkes Çukurovayı yazdı…”

O Çukurova’da insanlar cehennem sıcağın­da, “Sarı Sıcak”ta, günde 15-16 saat aç-susuz, yaban arısı kadar büyük sivrisineklerin sal­dırısı altında, sıtmadan kırılarak karın toklu­ğuna çalıştırılıyordu. Çukurova’ya makineler, traktörler, harman makinaları, biçerdöverler girmiş, insanlar işsizlikten, topraksızlıktan, parasızlıktan bir lokma ekmeğe muhtaç du­rumda bulunuyordu. Yaşar Kemal bütün bun­ları görerek, çeltik (pirinç) tarlalarında su bekçiliği, traktör şoförlüğü, pamuk çapalama işçiliği, pamuk toplayıcılığı, bostan bekçiliği, batöz ırgatlığı, biçerdöver sürücülüğü, vekil öğretmenlik, tabelacılık, arzuhalcilik gibi iş­lerde çalışarak, Çukurova’daki tarım emekçi­leri ile birlikte yaşadı, gözlemledi, biriktirdi, biriktirdiklerini işleyerek hep düşlediği işi yapmaya başladı: yazmak…

Onlarca romanında anlatmasına karşın bi­tiremediği çocukluğunun bir yanında dinledi­ği düşsel masallar, bir yanında çangal bıyıklı kanlı eşkıyalar, bir yanında at hırsızları, bir yanında büyük destancılar, Karacaoğlanlar, bir yanında Kozanoğlu başkaldırısının şiirini söyleyen en büyük başkaldırı şairi Dadaloğlu vardı. Dadaloğlu’nun şiirinde yalnız başkaldırı yoktu; sıtmadan sivrisinekten, hastalıklardan kırılan Türkmenler vardı. “Hakkımızda devlet vermiş fermanı / Ferman Padişahın dağlar bi­zimdir” diyen Dadaloğlu’nun onurunu taşıdı­ğını söyleyen Yaşar Kemal, ünlü romanı İnce Memed’i bu biriktirdikleri üzerinden yazdı.

Yaşar Kemal anlatıcılığa ve yazmaya ağıt­larla başlamıştır. Yaşar Kemal, henüz Aşık Kemal’ken, yani Toros eteklerinde, Gavurda­ğı’nda, ormanlarda, bataklıklarda, çeltik tar­lalarında, nadaslarda, felhanlarda yayan ya­pıldak, günlerce, haftalarca dolaşıp, Çukurova ağıtlarını toplarken hep yazmayı düşünmüştür.

Çukurova’nın sarı sıcaklarında kilometre­lerce yürüyüp, dağ bayır koşturup, ağıtları, türküleri, koşmaları, destanları, uyaklı uyak­sız söz çeşitlerini, tekerlemeleri, küfürleri top­larken, kafasında hep yazmak vardı. Sürgün geldiği Adana’da gazete yazı işleri müdürlüğü yapan Abidin Dino, Arif Dino ve Güzin Dino, Yaşar Kemal’in bu çabasını canı gönülden des­tekliyor, el veriyorlardı. Yaşar Kemal’e Türkü­ler Müfettişi’adını vermişlerdi.

1943 yılında ilk kitabı, Ağıtlar Adana Halke­vi tarafından yayınlandı. Ağıtlar kitabındaki ilk ağıt Yemen Ağıdı’dır. Yaşar Kemal Ağıtlar kita­bının sonraki baskılarından birinde; derlediği ağıdın ilk dizelerindeki “Gara çadır is mi dutar / Martin tüfek pas mı dutar / Ağlayalım anam bacım/ Elin gızı yas mı dutar” biçimindeki sözlerin derlediği varyantta, “Ağlayalım anam bacım kahpe Osmanlı yas mı tutar” olduğunu ancak kendisinin bu sözleri ilk baskıda “Elin kızı yas mı tutar” olarak yazdığını söyler.

Ağıtlar kitabı, yaşamın ayrıntıları, trajik durumlar, ölümler üstüne, dünya, acılar, se­vinçler üstüne, geçmiş gelecek üstüne, lirik, söyleyiş güzelliğine sahip, dil zenginliği olan, çok etkileyici görüntüleri, insanları, olayları, doğayı anlatan yalın gerçeklerle dolu bir ki­taptır. Yaşar Kemal ilk kitaptan kazandığı pa­rayı yeni folklor derlemeleri için harcar, ancak topladığı söz ürünleri jandarma baskınında yitip gidecektir.

Yaşar Kemal 1946 yılında gittiği İstanbul’da, Fransızlara ait hava gazı şirketinde kontrol memuru olarak çalıştıktan sonra askerliğini yapıp Kadirli’ye döner. Orada komünizm pro­pagandası yaptığı iddiasıyla tutuklanacak, ağır işkencelerden geçirildikten sonra konulduğu cezaevinde bıçaklanacaktır. Tutuklanırken, jan­darma tarafından evi basılmış, derlediği folklor ürünleri ile birlikte yazdığı bir roman ve anlatı notları talan edilerek yok edilmiştir. Gerçekte talan edilen, değişen zaman sürecinde yok ola­bilecek, halkın söz dağarcığının yazıya aktarı­lan hali olmuştur. Yaşar Kemal, bütün yazdık­larında; halktaki bu anlatış, söyleyiş güzelliğini, yaratıcılığı, destansı anlatıyı kendi yaratıcılığıy­la birleştirmeyi başarmıştır.

“…Kendimi bildim bileli hep yazmak iste­dim. Her şey onun üstünde döndü. En büyük düşüm bir bilim adamı olmak, doğu dünyası­nın folklorunu, etnografyasını araştırmaktı. Bu­nun için liseyi,üniversiteyi bitirmek, bir batı dili öğrenmek istiyordum. Okula devam edebileyim diye çok uğraştım ya, buna bir türlü olanak bu­lamadım. Kendimi Çukurova tarlalarında bul­dum. Yaşamımı kazanmak için çok çeşitli işlere girdim çıktım, ama tek amacım yazmaktı. Hep onun için hazırlanıyor, yaşamla, kitapla kendi­mi zenginleştirmeye çalışıyordum…”

Bir yıl kaldığı cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a gitmek için Ankara’ya uğrayacaktır. Orada Abidin-Güzin Dino’ların evinde Oktay Rifat da vardır. Onlara neler yaşadığını, neler yaptığını, neler yapacağını bir çırpıda anlatır.

Oktay Rifat şaşırır ve sorar:

Kemal, bu dediklerini bir ömürde mi ya­pacaksın?

Yanıtı nettir: “Bir ömürde yapacağım!. İki ömrüm yok ki…”

Oktay Rifat, daha sonraki karşılaşmaların­da da Yaşar Kemal’e hep soracaktır: “Sen bu anlatıklarını bir ömürde mi yazacaksın?..”

Yaşar Kemal, bütün o anlattıklarını, roman konularını, yıllar içinde yeni biriktirdikleri da­hil hepsini bir ömürde yazacaktır.

“… Bütün yaşamım boyunca bir tek düşüm oldu, bundan sonra biraz daha, biraz daha gü­zel yazabilmek. Hikayeden, şiirden, romandan başka şey düşünmedim, diyebilirim. Politik yaşamım bile edebiyat ilişkisinden dolayıyıdı. Dünyayı doğru algılayabilmek, gerçeğe daha derinlemesine inebilmek, anlatımımı gerçekle bütünleştirebilmek…”

Yaşar Kemal’in düşlerini gerçekleştirmek için yaptığı; yaşamla, kitaplarla kendini zen­ginleştirmektir. Adana’da çalıştığı Ramazanoğ­lu Kütüphanesi, tanıştığı, arkadaş-dost olduğu Orhan Kemal, Abidin-Güzin-Arif Dino ve diğer­leri hem okuması gereken kitaplar konusunda onu yönlendiriyorlar, hem de yazdıklarını oku­yup değerlendiriyor, yol gösteriyorlardı. Or­han Kemal’in Adana’daki çevresindeki sosya­listler aydınlanma ve bilinçlenmesinde önemli bir katkı saplıyor, askerliğini yaptığı yerde tanıştığı Mehmet Ali Aybar ile askeri doktor Yusuf Balkan sayesinde iki yıl boyunca Kay­seri Talas’ta kitaplıkta Türk ve dünya edebi­yatının önde gelen yazarlarının kitaplarıyla haşır neşir olmak, bilgilenmek, bilinçlenmek ve kitaplar ve yazarlar üzerine düşünmek, araştırmak anlamak, yazmak…

Bir merakı doğayı yaşamak, gözlemlemek, ikinci merakı ise insanları yaşamak, insanları gözlemlemekti. “Bir de sosyalizmdi en büyük tutkum. İnsanların sömürülmesi, açlığı, çalış­tıkları halde kazanamamaları, beni derinden yaralıyor, insanlığın bu kötü, adaletsiz duru­muna baş kaldıramıyordum… İnsanın eşitliği, ezilmemesi, aşağılanmaması benim için kut­saldı. Bunun için bütün zulümlere, ölümlerle karşı karşıya gelmelere aldırmıyordum….”

Yaşar Kemal dilin büyüsüne, sonsuz gücü­ne inancını yaşamının sonuna kadar yitirmedi. Dilin, bütün insanlığı kurtaracağına inandı. Di­lin bu dünyada bütün politik, ekonomik, top­lumsal her sorunu çözeceğine inandığını ifade etti. “…Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Dilin gelişerek, insanlığı, evreni­mizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleş­tireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum. Bu yüzden de, söz sanatçılarına, kendim de içinde, büyük sorumluluklar yüklü­yorum, çağımız için…”

Yaşar Kemal kendini, “… ben sosyalist mi­litanım ve Marksistim” diye tanımlar. Kendini hiçbir zaman dar kalıpların içinde hissetmedi­ğini, Marksizmin kurallarını özümsediğini ifade eder. “Marksizmin insan özgürlüğüne, birey ve düşünce özgürlüğüne bir tuzak olduğunu hiç sanmıyorum. Tam aksine, Marksizme bireyin kurtuluşu, insanın özgürleşmesi diye bakıyo­rum. 1844 El Yazması benim için Kapital kadar önemli bir kitaptır… Marksizm bana dünyaya bakmak için açılan en aydınlık kapı oldu. Ya­şamım boyunca bu düşünceyi yaşamla ölçtüm, yanıldığını görmedim…”

Yaşar Kemal, İstanbul Menekşe’de geçen Deniz Küstü romanında, insanın insanı sömür­mediği, çocukların çalıştırılmadığı, çocukların ve kadınların dövülmediği, zulmün, kötülüğün olmadığı, herkesin, herkesin derdine, sevinci­ne ortak olduğu bir ada düşünü anlatır. Genç­lerin kızlı erkekli denize açılıp balık tuttuğu, sevdiğiyle denizin ortasında güneşe karışarak seviştiği, kimsenin onlara bakmadığı, adada dikilen zeytin ağaçlarından herkesin canı is­tediği kadar zeytin yediği, zeytin ağaçlarının kimsenin olmadığı, kimsenin kimseye düşman olmadığı, herkesin emeğinin karşılığını aldığı bir ada düşüdür. “Menekşe düş ülkemiz, Me­nekşe gerçeğimiz, Menekşe’deki adamız ger­çek yaşamımız, diyebilelim mi?” diye sorar. Ki­tap, 12 Eylül Danışma Meclisi’nde “Komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle ihbara konu olacaktır.

Düşüncelerinden, davranışlarından dolayı bir insanın başına gelebilecek bütün kötü şey­lerin başına geldiğini söyleyen Yaşar Kemal, “İşkence gördüm, aç, işsiz kaldım. Ailemden birçok kişi yoksulluk içinde öldü.” diye anlatır. Yoksulluğun dünyadaki zenginlikle birlikte dü­şünüldüğünde insanlığın yüz karası olduğunu söyleyen Yaşar Kemal, “bir insanın başka bir insanı aşağılaması, bir ülkenin, bir toplumun başka bir toplumu aşağılaması bütün insanlı­ğın aşağılanması değil de nedir?” diye söyle­dikten sonra, inanmış bir Marksist olarak “an­gaje” bir yazar olduğunu söylemiş, bir insanın yaşamı angajeyse, onun yapıtları da başka tür­lü olamaz demiştir.

Yaşar Kemal angaje olduğu düşüncenin ge­reklerini yerine getiren bir edebiyat insanıdır. Yapıtlarında, anlattığı yerlerin, hikayesine me­kan kıldığı çevrelerin ekonomik ve toplumsal yapısını en ince ayrıntısına kadar bildiğini du­yumsatan, okuyucusunu hem roman gerçekli­ğiyle hem de toplumsal bilgi birikimiyle sarıp sarmalayan bir anlatısı vardır. Roman okuyu­cusu kadar, sosyologlar ve araştırmacılar için de anlattıklarıyla geniş bir malzeme sunar. Ya­şar Kemal yapıtlarında toplumsal gerçekliğe, kendi yaşamından ve yaşamına tanık olduğu insanlar ve olaylar üzerinden yaklaşmaktadır. Angaje olduğu sağlam dünya görüşü, süreç içe­risinde kazandığı edebiyat birikimi, okuyucuyu kitaba bağlayan bir romancılık tekniği, Yaşar Kemal’in gücünü ortaya çıkaran olgulardır.

Çalışan insanların yoksulluğuna, çalışmak için, ekmek parasını kazanmak için en ağır koşullarda çalışmaya razı olmasına karşın iş bulamayan işsize, doğanın yok edildiğine ne­redeyse her gün tanık olunan bir dönemde, insanlık değerlerinin çürüdüğüne tanıklık eden bir edebiyatçı, tüm bu olgulara göz yumarak, sırt çevirerek bambaşka şeyler anlatamaz. Yaşar Kemal, insanın en büyük değerinin ya­ratıcılık olduğunu, en büyük korkusunun da insandaki yaratıcılığın yok olması olduğunu söylemiştir. Ancak umutlu bir insan olarak in­sandaki bu yaratıcılığın yok olmayacağını ifa­de etmiştir.

Yaşar Kemal’da korku, önemli bir olgu ola­rak pek çok romanda romanın çatısını oluştu­rur. 1960’lı yıllarda yazdığı halde ölümünden önce yayınlanan Tek Kanatlı Kuş romanında korkuyu anlatmıştır.

“Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da kor­kuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım ka­sabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerlerine düşeceğinden kor­kuyor, taşı üzerlerine düşmesin diye demir zin­cirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin diyordum. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim.”

Yaşar Kemal, Kale Kapısı romanında da korkuyu anlatmıştır. Babası öldürülen çocu­ğun (Mustafa’nın) korkusunu, köylülerin baba­yı öldüren Salman’dan korkusunu, Salman’ın korkusunu, köylülerin devletten, jandarmadan korkusunu…

Yaşar Kemal, 1978 yılında basılan Deniz Küs­tü romanında korkuyu şöyle anlatmıştı:

“…Ama o korkak’ diye bağırdı.

Herkes korkak, dedim. Sen de, ben de…

Sen de, ben de mi..?

Sen de ben de… Hepimiz de…

O kendi içine yumulmuşken, ben de içimden veryansın ettim.

İnsanlar bu kadar korkmasalar, bu kadar za­lim olurlar mı, bu kadar birbirlerine düşmanlık eder, birbirlerinin kuyusunu kazarlar mı, insan öldürürler mi, birbirlerine böylesine kıyar, köle eder sömürürler mi, birbirlerinin sırtına biner­ler mi, aşağılarlar mı, delirirler mi, sevmeyi, sevişmeyi böylesine unuturlar mı, uzattıkları el bu kadar buz gibi olur mu, düşünebilme yeteneklerini böylesine yitirirler mi, bastıkları yeri görmeyecek kadar üstümüzdeki gökten, altımızdaki topraktan, yıldızlardan, sulardan, çiçeklerden, dağ başlarından, ışıktan böylesi­ne bihaber kalırlar mı, sevgisiz, sevisiz, dost­luksuz yürekleri sıcacık, bir sevgili, bir dost yüzü için, bir kuş gibi çırpınarak çırpmadan olur mu?”

Yaşar Kemal de 1952’den 2013’e yazdığı bütün öykü ve romanlarında kendi yaşamın­dan, tanıklıklarından yola çıkarak anlatılarını kurdu.

Çeltik-pirinç tarlalarında sulama bekçili­ği yaptığı günlerin birikiminden yola çıkarak Teneke romanını yazarken, bostan bekçiliği günlerini Hüyükteki Nar Ağacı romanında an­lattı. Sıcakta yanmış, bunalmış, iş bulamamış,aç-susuz köylülere, Bostan’ın çaykarasında so­ğuttuğu serin kavun-karpuzu cömertçe ikram etmiş olduğunu…

Sıcaktan, sivrisinekten, hastalıklardan, salgınlardan, harplerden, devletin, ağaların-beylerin baskısından bunalan Yörüklerin öy­küsünü Binboğalar Efsanesi’nde yazarken, çocukluğunda özgürlüğe düşkünlükten sık sık evden kaçıp üç gün, beş gün, bir hafta evden uzaklaştığını anlatmıştır.

Babasının ölümünden sonraki günleri, köy­lerinin üstünde dönüp duran kartalları, köy­lerindeki evlerdeki yılanları, Yılanı Öldürseler romanında anlattı.

Yaşar Kemal, görkemli nehir romanlar yaz­dı, ilki 1955’te yayınlanan ünlü romanı İnce Memet, Akçasazın Ağaları, Ortadirek, Bir Ada Hikayesi gibi ciltler dolusu romanlar yazdı. Çu­kurova’da köylülerin yaşadığı yoksulluğu ve zulmü, devletin, jandarması, zalimden yana bürokrasisi ile beylerin yanında saf tutmasını, yoksul köylünün başını ezmesini, insanların al­çaltılmasına, ezilmesine, aşağılanmasına karşı başkaldırısını anlattı. İnsan soyunun başkaldır­mayı; yemek içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi yaşama biçimi yapmalıdır, diye­rek zulme karşı başkaldırının gerekli ve hak olduğunu yazdı. Üç Anadolu Efsanesi, Binbo­ğalar Efsanesi, Çakırcalı Efe, Ağrı Dağı Efsane­si gibi destansı romanlar yazdı. Çok başarılı bir dille, etkileyici, sürükleyici bir anlatımla düşsel destanlar anlattı.

Röportajları, romancılığının yanında büyük bir gazeteci, röportaj ustası olduğunun kanı­tıdır. Denemeleri, düşünce yazılarıyla da yol gösterici aydınlatıcı, ufuk açıcı oldu.

Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu, demokrasi ve özgürlük gibi ülkenin temel sorunlarında, çağı­nın tanığı olmanın yanında sanığı da olmaktan çekinmeyerek cesurca gerçeğin, haklının, maz­lumun yanında, ezilenden, sömürülenden, kı­rımlara uğrayanın, dili, kültürü yasaklananın, tehcir edilenin, öldürülenin, sürgüne gönderi­lenin, devletin sopası başından eksik edilme­yenin yanında safını belirledi.

Yaşar Kemal’in, Van’dan ailesini toplayıp Çukurova’ya göçen babasıyla Kadirli’de İskan Komisyonu Başkanı Arif Bey arasındaki diya­log, Ermeni Soykırımının 100. yılında ortaya çıkan güçlü sesi büyütecek içeriktedir.

Pazarcık Beyi Hurşit Beyin mektubuyla karşısına çıkan Yaşar Kemal’in babasına ilgi gösteren Arif Bey, “Bak Kürdoğlu, sana bir ko­nak veriyorum ki, kasabanın en güzel konağı, sana tarlalar veriyorum ki, kasabanın en be­reketli toprakları… Sana Semailin konağını, talalarını veriyorum.

– İstemem

– Öyleyse niçin geldin bana, bu mektup niye?

– Beni bir yere yerleştir diye

– Yerleştiriyorum işte, Kasabanın en güzel konağı…

– İstemem, çünkü anam dedi ki, yuvasından atılmış kuşun yuvası başka kuşa hayretmez

– Onlar kuş değil, Ermeni

– Kuş

– Ermeni

Bu diyalog sonrasında mektup yırtılacak, çiğ­nenecek ve Yaşar Kemal’in ailesi Kadirli’nin en dağlık köyüne yerleştirilecektir.

Zulmün Artsın diyerek zalime karşı durdu, susmadı, yılmadı, sözünü hep söyledi.

Örgütlü mücadelenin içinde yer aldı. Türki­ye Yazarlar Sendikası’nın kurucusu ve ilk genel başkanı oldu. PEN Yazarlar Derneği’nin ilk ge­nel başkanı oldu. 1960’lı yıllarda TİP’nin Genel Yönetim ve Merkez Yönetim Kurulu üyesi oldu. Radyoda parti sözcüsü olarak konuştu. Mahalle mahalle, kahve kahve dolaşıp Türkiye İşçi Parti­si’ni anlattı, oy istedi.

Uzun bir ömrü oldu. Yazacağı şeyleri yazma­sına yetecek kadar uzun. Sevgili eşi Thilda’ya hasta yatağında söylediği sözlerle bitirelim. “…Biz namuslu bir hayat yaşadık, iyi insanlar ola­rak namuslu bir hayat sürdük…”

Edebiyatımızın evrensel sesi Yaşar Kemal yazdıklarıyla hep yaşayacaktır.

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑