Çocukluğundan itibaren bütün düşleri ak bulutlu ve renkliydi, doğayla olan dostluğu ustalık düzeyindeydi; doğadaki bütün otları, çiçekleri, böcekleri, kuşları, pamuk tarlalarını, bostanı, çayırları, ırmakları, dağları, ovaları, kayalıkları, denizi ve gökyüzünü biliyordu. Yaşar Kemal’e göre doğa, yalnız dışarıdan bakılan bir şey değil yaşamın anlamlı bir parçasıdır. Anlattıklarında ve yazdıklarında çocukluğundan itibaren dinlediği, gözlemlediği, okuduğu, öğrendiği her şeyden izler vardı; köylerine gelen dengbejlerden, aşıklardan dinledikleri, büyük bir merakla seyrettikleri ile büyüdü; öğrendi, dinledi, anlattı ve yazdı…
“…Köyde her gece yaşlı köylüler sohbete otururlardı. Ben de onlara gider katılır, susarak durmadan onları, bazı günler sabahlara kadar dinlerdim. Türkmenin eski günlerini, büyük aşık Dadaloğlu’nu, Kozanoğlu başkaldırısını, toprağın verimliliği ya da verimsizliğini, Kurtuluş Savaşını anlatırlardı… Benim bir merakım da; bir şeye gözümü dikip günlerce seyretmektir. Örneğin evimize getirilmiş bir kilimi aylarca bıkmadan usanmadan seyretttiğimi anımsıyorum. Çocukluğumda demircilerin ocakları, marangozların uğraşları, arıların karpuz kabuklarını didiklemesi, yılanların sevişmesi, civcivleri kapmak için köyün üzerine seyirten kartalları günlerce seyrederdim. Sanki dünyayı, hiçbir şey yapmadan seyretmeye gelmiştim…”
Yaşar Kemal, Çukurova’da binlerce yıllık bir antik kentin Anavarza’nın yanı başında, kayalıklarında yüzlerce kartalın uçtuğu, bataklıklarında flamingoların, büyüklü küçüklü kuşların, kelebeklerin uçtuğu, Kadirli ve Ceyhan’ın tam ortasında, Ceyhan ırmağının kıyısındaki bir köyde doğdu. Tarihi değeri gün ışığına çıkartılmamış saklı bir hazine gibi öylece durmakta olan, dünyadaki diğer antik kentlerden farklı bir değer taşıyan Anavarza toprak altında keşfedilmeyi beklerken, Yaşar Kemal bu anıt kentin, Hitit yerleşim merkezi olan Karatepe’de mezar taşlarının, Hitit kabartmalarının bulunduğu taşların arasında oynayarak büyüdü.
Yaşar Kemal kendini hem ovalı, hem dağlı hem de denizli bir adam olarak tanımlamıştır. “…Çukurova tam bir Akdenizdir. Benim ülkemi Toroslar, yeni doğmuş bir ay gibi çevirmiştir. Önümüz de Akdenizdir. Bu Çukurova toprağı benim kendi ülkem olduğu kadar, benim romanlarım için yarattığım bir ülkedir. Romanlarımdaki insanları, otları, böcekleri, çiçekleri, atları, kuşları ne biçim yarattımsa, Çukurovamın dilini yeniden yoğurarak nasıl bir yazı, roman diline çevirmişsem, kendi Çukurovamı da öylesine yarattım. Yeniden yaratarak bir düşsel ülke kurmaya çalıştım. Çukurova beni ne kadar ilgilendiriyorsa, kurmaya çalıştığım, yaratmaya çalıştığım düşsel Çukurova toprağı beni ondan da daha çok ilgilendiriyor…”
Romanlarında, öykülerinde, yazılarında neden hep Çukurovayı anlattığı sorulduğunda verdiği yanıt, yukarıda alıntılanan paragraftaki gerçekliğin yinelenmesi olmuştur. “…Ben mi yalnız Çukurovayı yazdım, öyle mi sanıyorsunuz, bakın size söyleyeyim, şu dünya yazarları arasında Çukurovayı yazan tek kişi ben değilim ki, Kafka da, Joyce de, Tolstoy da, Dostoyevski de, Çehov da, Balzac da Stendal da … Herkes herkes Çukurovayı yazdı…”
O Çukurova’da insanlar cehennem sıcağında, “Sarı Sıcak”ta, günde 15-16 saat aç-susuz, yaban arısı kadar büyük sivrisineklerin saldırısı altında, sıtmadan kırılarak karın tokluğuna çalıştırılıyordu. Çukurova’ya makineler, traktörler, harman makinaları, biçerdöverler girmiş, insanlar işsizlikten, topraksızlıktan, parasızlıktan bir lokma ekmeğe muhtaç durumda bulunuyordu. Yaşar Kemal bütün bunları görerek, çeltik (pirinç) tarlalarında su bekçiliği, traktör şoförlüğü, pamuk çapalama işçiliği, pamuk toplayıcılığı, bostan bekçiliği, batöz ırgatlığı, biçerdöver sürücülüğü, vekil öğretmenlik, tabelacılık, arzuhalcilik gibi işlerde çalışarak, Çukurova’daki tarım emekçileri ile birlikte yaşadı, gözlemledi, biriktirdi, biriktirdiklerini işleyerek hep düşlediği işi yapmaya başladı: yazmak…
Onlarca romanında anlatmasına karşın bitiremediği çocukluğunun bir yanında dinlediği düşsel masallar, bir yanında çangal bıyıklı kanlı eşkıyalar, bir yanında at hırsızları, bir yanında büyük destancılar, Karacaoğlanlar, bir yanında Kozanoğlu başkaldırısının şiirini söyleyen en büyük başkaldırı şairi Dadaloğlu vardı. Dadaloğlu’nun şiirinde yalnız başkaldırı yoktu; sıtmadan sivrisinekten, hastalıklardan kırılan Türkmenler vardı. “Hakkımızda devlet vermiş fermanı / Ferman Padişahın dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu’nun onurunu taşıdığını söyleyen Yaşar Kemal, ünlü romanı İnce Memed’i bu biriktirdikleri üzerinden yazdı.
Yaşar Kemal anlatıcılığa ve yazmaya ağıtlarla başlamıştır. Yaşar Kemal, henüz Aşık Kemal’ken, yani Toros eteklerinde, Gavurdağı’nda, ormanlarda, bataklıklarda, çeltik tarlalarında, nadaslarda, felhanlarda yayan yapıldak, günlerce, haftalarca dolaşıp, Çukurova ağıtlarını toplarken hep yazmayı düşünmüştür.
Çukurova’nın sarı sıcaklarında kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşturup, ağıtları, türküleri, koşmaları, destanları, uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemeleri, küfürleri toplarken, kafasında hep yazmak vardı. Sürgün geldiği Adana’da gazete yazı işleri müdürlüğü yapan Abidin Dino, Arif Dino ve Güzin Dino, Yaşar Kemal’in bu çabasını canı gönülden destekliyor, el veriyorlardı. Yaşar Kemal’e Türküler Müfettişi’adını vermişlerdi.
1943 yılında ilk kitabı, Ağıtlar Adana Halkevi tarafından yayınlandı. Ağıtlar kitabındaki ilk ağıt Yemen Ağıdı’dır. Yaşar Kemal Ağıtlar kitabının sonraki baskılarından birinde; derlediği ağıdın ilk dizelerindeki “Gara çadır is mi dutar / Martin tüfek pas mı dutar / Ağlayalım anam bacım/ Elin gızı yas mı dutar” biçimindeki sözlerin derlediği varyantta, “Ağlayalım anam bacım kahpe Osmanlı yas mı tutar” olduğunu ancak kendisinin bu sözleri ilk baskıda “Elin kızı yas mı tutar” olarak yazdığını söyler.
Ağıtlar kitabı, yaşamın ayrıntıları, trajik durumlar, ölümler üstüne, dünya, acılar, sevinçler üstüne, geçmiş gelecek üstüne, lirik, söyleyiş güzelliğine sahip, dil zenginliği olan, çok etkileyici görüntüleri, insanları, olayları, doğayı anlatan yalın gerçeklerle dolu bir kitaptır. Yaşar Kemal ilk kitaptan kazandığı parayı yeni folklor derlemeleri için harcar, ancak topladığı söz ürünleri jandarma baskınında yitip gidecektir.
Yaşar Kemal 1946 yılında gittiği İstanbul’da, Fransızlara ait hava gazı şirketinde kontrol memuru olarak çalıştıktan sonra askerliğini yapıp Kadirli’ye döner. Orada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklanacak, ağır işkencelerden geçirildikten sonra konulduğu cezaevinde bıçaklanacaktır. Tutuklanırken, jandarma tarafından evi basılmış, derlediği folklor ürünleri ile birlikte yazdığı bir roman ve anlatı notları talan edilerek yok edilmiştir. Gerçekte talan edilen, değişen zaman sürecinde yok olabilecek, halkın söz dağarcığının yazıya aktarılan hali olmuştur. Yaşar Kemal, bütün yazdıklarında; halktaki bu anlatış, söyleyiş güzelliğini, yaratıcılığı, destansı anlatıyı kendi yaratıcılığıyla birleştirmeyi başarmıştır.
“…Kendimi bildim bileli hep yazmak istedim. Her şey onun üstünde döndü. En büyük düşüm bir bilim adamı olmak, doğu dünyasının folklorunu, etnografyasını araştırmaktı. Bunun için liseyi,üniversiteyi bitirmek, bir batı dili öğrenmek istiyordum. Okula devam edebileyim diye çok uğraştım ya, buna bir türlü olanak bulamadım. Kendimi Çukurova tarlalarında buldum. Yaşamımı kazanmak için çok çeşitli işlere girdim çıktım, ama tek amacım yazmaktı. Hep onun için hazırlanıyor, yaşamla, kitapla kendimi zenginleştirmeye çalışıyordum…”
Bir yıl kaldığı cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a gitmek için Ankara’ya uğrayacaktır. Orada Abidin-Güzin Dino’ların evinde Oktay Rifat da vardır. Onlara neler yaşadığını, neler yaptığını, neler yapacağını bir çırpıda anlatır.
Oktay Rifat şaşırır ve sorar:
Kemal, bu dediklerini bir ömürde mi yapacaksın?
Yanıtı nettir: “Bir ömürde yapacağım!. İki ömrüm yok ki…”
Oktay Rifat, daha sonraki karşılaşmalarında da Yaşar Kemal’e hep soracaktır: “Sen bu anlatıklarını bir ömürde mi yazacaksın?..”
Yaşar Kemal, bütün o anlattıklarını, roman konularını, yıllar içinde yeni biriktirdikleri dahil hepsini bir ömürde yazacaktır.
“… Bütün yaşamım boyunca bir tek düşüm oldu, bundan sonra biraz daha, biraz daha güzel yazabilmek. Hikayeden, şiirden, romandan başka şey düşünmedim, diyebilirim. Politik yaşamım bile edebiyat ilişkisinden dolayıyıdı. Dünyayı doğru algılayabilmek, gerçeğe daha derinlemesine inebilmek, anlatımımı gerçekle bütünleştirebilmek…”
Yaşar Kemal’in düşlerini gerçekleştirmek için yaptığı; yaşamla, kitaplarla kendini zenginleştirmektir. Adana’da çalıştığı Ramazanoğlu Kütüphanesi, tanıştığı, arkadaş-dost olduğu Orhan Kemal, Abidin-Güzin-Arif Dino ve diğerleri hem okuması gereken kitaplar konusunda onu yönlendiriyorlar, hem de yazdıklarını okuyup değerlendiriyor, yol gösteriyorlardı. Orhan Kemal’in Adana’daki çevresindeki sosyalistler aydınlanma ve bilinçlenmesinde önemli bir katkı saplıyor, askerliğini yaptığı yerde tanıştığı Mehmet Ali Aybar ile askeri doktor Yusuf Balkan sayesinde iki yıl boyunca Kayseri Talas’ta kitaplıkta Türk ve dünya edebiyatının önde gelen yazarlarının kitaplarıyla haşır neşir olmak, bilgilenmek, bilinçlenmek ve kitaplar ve yazarlar üzerine düşünmek, araştırmak anlamak, yazmak…
Bir merakı doğayı yaşamak, gözlemlemek, ikinci merakı ise insanları yaşamak, insanları gözlemlemekti. “Bir de sosyalizmdi en büyük tutkum. İnsanların sömürülmesi, açlığı, çalıştıkları halde kazanamamaları, beni derinden yaralıyor, insanlığın bu kötü, adaletsiz durumuna baş kaldıramıyordum… İnsanın eşitliği, ezilmemesi, aşağılanmaması benim için kutsaldı. Bunun için bütün zulümlere, ölümlerle karşı karşıya gelmelere aldırmıyordum….”
Yaşar Kemal dilin büyüsüne, sonsuz gücüne inancını yaşamının sonuna kadar yitirmedi. Dilin, bütün insanlığı kurtaracağına inandı. Dilin bu dünyada bütün politik, ekonomik, toplumsal her sorunu çözeceğine inandığını ifade etti. “…Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Dilin gelişerek, insanlığı, evrenimizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleştireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum. Bu yüzden de, söz sanatçılarına, kendim de içinde, büyük sorumluluklar yüklüyorum, çağımız için…”
Yaşar Kemal kendini, “… ben sosyalist militanım ve Marksistim” diye tanımlar. Kendini hiçbir zaman dar kalıpların içinde hissetmediğini, Marksizmin kurallarını özümsediğini ifade eder. “Marksizmin insan özgürlüğüne, birey ve düşünce özgürlüğüne bir tuzak olduğunu hiç sanmıyorum. Tam aksine, Marksizme bireyin kurtuluşu, insanın özgürleşmesi diye bakıyorum. 1844 El Yazması benim için Kapital kadar önemli bir kitaptır… Marksizm bana dünyaya bakmak için açılan en aydınlık kapı oldu. Yaşamım boyunca bu düşünceyi yaşamla ölçtüm, yanıldığını görmedim…”
Yaşar Kemal, İstanbul Menekşe’de geçen Deniz Küstü romanında, insanın insanı sömürmediği, çocukların çalıştırılmadığı, çocukların ve kadınların dövülmediği, zulmün, kötülüğün olmadığı, herkesin, herkesin derdine, sevincine ortak olduğu bir ada düşünü anlatır. Gençlerin kızlı erkekli denize açılıp balık tuttuğu, sevdiğiyle denizin ortasında güneşe karışarak seviştiği, kimsenin onlara bakmadığı, adada dikilen zeytin ağaçlarından herkesin canı istediği kadar zeytin yediği, zeytin ağaçlarının kimsenin olmadığı, kimsenin kimseye düşman olmadığı, herkesin emeğinin karşılığını aldığı bir ada düşüdür. “Menekşe düş ülkemiz, Menekşe gerçeğimiz, Menekşe’deki adamız gerçek yaşamımız, diyebilelim mi?” diye sorar. Kitap, 12 Eylül Danışma Meclisi’nde “Komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle ihbara konu olacaktır.
Düşüncelerinden, davranışlarından dolayı bir insanın başına gelebilecek bütün kötü şeylerin başına geldiğini söyleyen Yaşar Kemal, “İşkence gördüm, aç, işsiz kaldım. Ailemden birçok kişi yoksulluk içinde öldü.” diye anlatır. Yoksulluğun dünyadaki zenginlikle birlikte düşünüldüğünde insanlığın yüz karası olduğunu söyleyen Yaşar Kemal, “bir insanın başka bir insanı aşağılaması, bir ülkenin, bir toplumun başka bir toplumu aşağılaması bütün insanlığın aşağılanması değil de nedir?” diye söyledikten sonra, inanmış bir Marksist olarak “angaje” bir yazar olduğunu söylemiş, bir insanın yaşamı angajeyse, onun yapıtları da başka türlü olamaz demiştir.
Yaşar Kemal angaje olduğu düşüncenin gereklerini yerine getiren bir edebiyat insanıdır. Yapıtlarında, anlattığı yerlerin, hikayesine mekan kıldığı çevrelerin ekonomik ve toplumsal yapısını en ince ayrıntısına kadar bildiğini duyumsatan, okuyucusunu hem roman gerçekliğiyle hem de toplumsal bilgi birikimiyle sarıp sarmalayan bir anlatısı vardır. Roman okuyucusu kadar, sosyologlar ve araştırmacılar için de anlattıklarıyla geniş bir malzeme sunar. Yaşar Kemal yapıtlarında toplumsal gerçekliğe, kendi yaşamından ve yaşamına tanık olduğu insanlar ve olaylar üzerinden yaklaşmaktadır. Angaje olduğu sağlam dünya görüşü, süreç içerisinde kazandığı edebiyat birikimi, okuyucuyu kitaba bağlayan bir romancılık tekniği, Yaşar Kemal’in gücünü ortaya çıkaran olgulardır.
Çalışan insanların yoksulluğuna, çalışmak için, ekmek parasını kazanmak için en ağır koşullarda çalışmaya razı olmasına karşın iş bulamayan işsize, doğanın yok edildiğine neredeyse her gün tanık olunan bir dönemde, insanlık değerlerinin çürüdüğüne tanıklık eden bir edebiyatçı, tüm bu olgulara göz yumarak, sırt çevirerek bambaşka şeyler anlatamaz. Yaşar Kemal, insanın en büyük değerinin yaratıcılık olduğunu, en büyük korkusunun da insandaki yaratıcılığın yok olması olduğunu söylemiştir. Ancak umutlu bir insan olarak insandaki bu yaratıcılığın yok olmayacağını ifade etmiştir.
Yaşar Kemal’da korku, önemli bir olgu olarak pek çok romanda romanın çatısını oluşturur. 1960’lı yıllarda yazdığı halde ölümünden önce yayınlanan Tek Kanatlı Kuş romanında korkuyu anlatmıştır.
“Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da korkuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım kasabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerlerine düşeceğinden korkuyor, taşı üzerlerine düşmesin diye demir zincirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin diyordum. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim.”
Yaşar Kemal, Kale Kapısı romanında da korkuyu anlatmıştır. Babası öldürülen çocuğun (Mustafa’nın) korkusunu, köylülerin babayı öldüren Salman’dan korkusunu, Salman’ın korkusunu, köylülerin devletten, jandarmadan korkusunu…
Yaşar Kemal, 1978 yılında basılan Deniz Küstü romanında korkuyu şöyle anlatmıştı:
“…Ama o korkak’ diye bağırdı.
Herkes korkak, dedim. Sen de, ben de…
Sen de, ben de mi..?
Sen de ben de… Hepimiz de…
O kendi içine yumulmuşken, ben de içimden veryansın ettim.
İnsanlar bu kadar korkmasalar, bu kadar zalim olurlar mı, bu kadar birbirlerine düşmanlık eder, birbirlerinin kuyusunu kazarlar mı, insan öldürürler mi, birbirlerine böylesine kıyar, köle eder sömürürler mi, birbirlerinin sırtına binerler mi, aşağılarlar mı, delirirler mi, sevmeyi, sevişmeyi böylesine unuturlar mı, uzattıkları el bu kadar buz gibi olur mu, düşünebilme yeteneklerini böylesine yitirirler mi, bastıkları yeri görmeyecek kadar üstümüzdeki gökten, altımızdaki topraktan, yıldızlardan, sulardan, çiçeklerden, dağ başlarından, ışıktan böylesine bihaber kalırlar mı, sevgisiz, sevisiz, dostluksuz yürekleri sıcacık, bir sevgili, bir dost yüzü için, bir kuş gibi çırpınarak çırpmadan olur mu?”
Yaşar Kemal de 1952’den 2013’e yazdığı bütün öykü ve romanlarında kendi yaşamından, tanıklıklarından yola çıkarak anlatılarını kurdu.
Çeltik-pirinç tarlalarında sulama bekçiliği yaptığı günlerin birikiminden yola çıkarak Teneke romanını yazarken, bostan bekçiliği günlerini Hüyükteki Nar Ağacı romanında anlattı. Sıcakta yanmış, bunalmış, iş bulamamış,aç-susuz köylülere, Bostan’ın çaykarasında soğuttuğu serin kavun-karpuzu cömertçe ikram etmiş olduğunu…
Sıcaktan, sivrisinekten, hastalıklardan, salgınlardan, harplerden, devletin, ağaların-beylerin baskısından bunalan Yörüklerin öyküsünü Binboğalar Efsanesi’nde yazarken, çocukluğunda özgürlüğe düşkünlükten sık sık evden kaçıp üç gün, beş gün, bir hafta evden uzaklaştığını anlatmıştır.
Babasının ölümünden sonraki günleri, köylerinin üstünde dönüp duran kartalları, köylerindeki evlerdeki yılanları, Yılanı Öldürseler romanında anlattı.
Yaşar Kemal, görkemli nehir romanlar yazdı, ilki 1955’te yayınlanan ünlü romanı İnce Memet, Akçasazın Ağaları, Ortadirek, Bir Ada Hikayesi gibi ciltler dolusu romanlar yazdı. Çukurova’da köylülerin yaşadığı yoksulluğu ve zulmü, devletin, jandarması, zalimden yana bürokrasisi ile beylerin yanında saf tutmasını, yoksul köylünün başını ezmesini, insanların alçaltılmasına, ezilmesine, aşağılanmasına karşı başkaldırısını anlattı. İnsan soyunun başkaldırmayı; yemek içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi yaşama biçimi yapmalıdır, diyerek zulme karşı başkaldırının gerekli ve hak olduğunu yazdı. Üç Anadolu Efsanesi, Binboğalar Efsanesi, Çakırcalı Efe, Ağrı Dağı Efsanesi gibi destansı romanlar yazdı. Çok başarılı bir dille, etkileyici, sürükleyici bir anlatımla düşsel destanlar anlattı.
Röportajları, romancılığının yanında büyük bir gazeteci, röportaj ustası olduğunun kanıtıdır. Denemeleri, düşünce yazılarıyla da yol gösterici aydınlatıcı, ufuk açıcı oldu.
Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu, demokrasi ve özgürlük gibi ülkenin temel sorunlarında, çağının tanığı olmanın yanında sanığı da olmaktan çekinmeyerek cesurca gerçeğin, haklının, mazlumun yanında, ezilenden, sömürülenden, kırımlara uğrayanın, dili, kültürü yasaklananın, tehcir edilenin, öldürülenin, sürgüne gönderilenin, devletin sopası başından eksik edilmeyenin yanında safını belirledi.
Yaşar Kemal’in, Van’dan ailesini toplayıp Çukurova’ya göçen babasıyla Kadirli’de İskan Komisyonu Başkanı Arif Bey arasındaki diyalog, Ermeni Soykırımının 100. yılında ortaya çıkan güçlü sesi büyütecek içeriktedir.
Pazarcık Beyi Hurşit Beyin mektubuyla karşısına çıkan Yaşar Kemal’in babasına ilgi gösteren Arif Bey, “Bak Kürdoğlu, sana bir konak veriyorum ki, kasabanın en güzel konağı, sana tarlalar veriyorum ki, kasabanın en bereketli toprakları… Sana Semailin konağını, talalarını veriyorum.
– İstemem
– Öyleyse niçin geldin bana, bu mektup niye?
– Beni bir yere yerleştir diye
– Yerleştiriyorum işte, Kasabanın en güzel konağı…
– İstemem, çünkü anam dedi ki, yuvasından atılmış kuşun yuvası başka kuşa hayretmez
– Onlar kuş değil, Ermeni
– Kuş
– Ermeni
Bu diyalog sonrasında mektup yırtılacak, çiğnenecek ve Yaşar Kemal’in ailesi Kadirli’nin en dağlık köyüne yerleştirilecektir.
Zulmün Artsın diyerek zalime karşı durdu, susmadı, yılmadı, sözünü hep söyledi.
Örgütlü mücadelenin içinde yer aldı. Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucusu ve ilk genel başkanı oldu. PEN Yazarlar Derneği’nin ilk genel başkanı oldu. 1960’lı yıllarda TİP’nin Genel Yönetim ve Merkez Yönetim Kurulu üyesi oldu. Radyoda parti sözcüsü olarak konuştu. Mahalle mahalle, kahve kahve dolaşıp Türkiye İşçi Partisi’ni anlattı, oy istedi.
Uzun bir ömrü oldu. Yazacağı şeyleri yazmasına yetecek kadar uzun. Sevgili eşi Thilda’ya hasta yatağında söylediği sözlerle bitirelim. “…Biz namuslu bir hayat yaşadık, iyi insanlar olarak namuslu bir hayat sürdük…”
Edebiyatımızın evrensel sesi Yaşar Kemal yazdıklarıyla hep yaşayacaktır.