Gelecek Komün’dür

Feodalizmin yıkılıp, yerine onun bağrında gelişen kapitalizmin, bir toplumsal sistem olarak tarih sahnesine çıktığı burjuva devrimleri dönemi, içerdiği karşıt sınıfların birliğinin, her sınıfın “kendi” konumlanışına aktığı ve yeni bir sınıfsal mevzilenmenin oluştuğu bir diyalektik süreç yaşadı. Yeni sınıfsal mevzilenme, yeni sınıfsal çatışmalar demektir ve burjuva toplum, bütün sosyo-politik süreçlere damgasını vuracak proletarya hareketini üretti, karşısında buldu. Burjuva devrimlerini, sınıf mücadelesinin, burjuvazi-proletarya çatışması eksenine oturttu.
19. yy. Fransa’sı ve Paris, 1789’dan beri, yoğun toplumsal hareketliliğiyle ve politik alt-üst oluşlarla, sınıflar savaşımının adeta bir arenası görünümündeydi. Denilebilir ki, toplumsal sınıflar bu laboratuarda kimliklerini tamamlıyorlardı. 1871 Paris Komünü ise proletaryanın kimliğinin politik tescili oldu.
Proletarya, 1789 sonrası, Fransa’da gelişen bütün siyasal olaylarda vardı ve burjuva devrimleri de dâhil, Paris’te yaşanan bütün devrimci kalkışmalar proleter bir nitelik taşıyordu. Nasıl elde edilecekleri açısından yeterince formüle edilmeyişlerine rağmen kendi talepleriyle, kendisini ifade ettiğinde proletarya, karşısında, gericilikle kol kola burjuvaziyi buldu. Zira programatik olmasa da proleter istemler, kapitalistler, feodaller ve düzen açısından tehlikeler içeren, yeni bir dünya özlemi içeriyordu.

1848’DEN 1871’E
Nisan 1848, Avrupa kıtasının her yanında, burjuva devrimlerinin zaferinden yararlanan burjuvazinin (küçük-burjuvazi, burjuvazinin cumhuriyetçi kesimi) monarşist burjuvazi ve yenilen sınıflarla ittifakına sahne oldu. Haziran 1848’de, Paris’te, işçi kitleleriyle ordu tarafından desteklenen diğer bütün sınıfların arasında geçen kanlı mücadele, “gerici ittifak”ı yaratanın, proletaryanın “kendisi için” sahneye çıkışı olduğu gerçeğini çarpıcı bir şekilde bütün Avrupa’nın gözleri önüne seriyordu.
Paris proletaryası yenildi, onunla birlikte Avrupa devrim fırtınası da dinmiş, yenilmişti. “Eski ve yeni muhafazakârlar, böylece bu olayın önemini çok iyi anladıklarını gösterdiler.”(Marks)
Bu olanlar, işçi sınıfının, aslında yalnızca burjuvazinin değil, feodal aristokrasinin de en tutarlı karşıtı olduğunu kanıtladı. İşçi sınıfının yenilgisiyle, dayanaksız kalan burjuva devrim, çok geçmeden 1851’de Louis Bonaparte’ın, 18. Brumaire diye bilinen hükümet darbesiyle, II. İmparatorluğa tanıklık yapacaktı.
Aslında, burjuvazinin bu tarihsel ve de nesnel ikiyüzlülüğü, 1795 Fransa’sında da yaşanmıştı. Burjuva devriminin ideallerini sahiplenip, savunmakta, biraz fazla “erdemli” davranan Robespierre’in trajedisinden bahsediyoruz. Burjuvazinin temsilcisi olmakla, Sans-Culotte’ların silahlarına dayanmış olmanın derin çelişkisi, yine burjuvazinin “nesnel ikiyüzlülüğünü” anlayamamış olmasıydı onun trajedisini hazırlayan. Bu anlamda, Robespierre, burjuvazinin artık sahiplenmekte tereddütte olduğu burjuva devrim ideallerine bağlı kalmaya çalıştığı için düştü. Sonuç biliniyor: Thermidor!
1848 restorasyon dönemiyle kıta çapında önlenen devrimci fırtına, geride, Parisli işçilerin yiğitçe direnişini bırakarak dindi. Dövüşerek yenildiler! Aynı tavır, diğer kıta ülkelerinde görülmedi. 1871 Komün atılımının, yine Paris’te yaşanmış olmasından, Paris proletaryasının bu geleneğinin hiç mi rolü yoktu?
Bonaparte ve II. İmparatorluk, proletarya ve burjuvazinin kendi siyasal iktidarlarına doğrudan sahip olabilecekleri güçten yoksun oldukları bir dönemde, yine burjuvazi lehine vekillik işlevi gördü. Bu durum, 20 yıl, ta ki “imparatorluğun anti-tezi komün ol(ana)” dek sürdü.
Bu yirmi yıl boyunca, işçi ve emekçi kitlelerin istemlerine hiçbir cevap veremeyen rejim, tepki biriktirdi. Orduya bir iş bulmak ve devrimci muhalefeti dışa doğru yönelterek bir çıkış yolu aramak çabasındaki Bonaparte, toprak talebinde bulunduğu Prusya’ya “ulusallık” motifli bir savaş açtı. Sonuç; yenilgi ve kitlelerin ayaklanması. Napolyon imparatorluğunun sonu ve Şubat 1871 Fransız Cumhuriyeti.
Burjuvazi durumdan yararlanmayı bir kez daha becermişti. Önce, başına General Trochu’nun getirildiği “ulusal savunma hükümeti” kurdurtuldu. Proletarya ise, kendi örgütlerini kurmaya başladı. Paris İşçi Örgütleri Temsilcileri, bir merkez komite seçtiler. Prusya saldırısına karşı Paris’in savunulacağına dair hükümete söz veren merkez komite, bunun için halkın silahlandırılması, derhal Komün seçimlerine gidilmesi vb. talepler içeren programını sundu. Ulusal Muhafız Taburları’nın kurulması onaylanınca, işçiler, kitleler halinde buralarda örgütlenmeye başladılar. Böylece silahlanma olanağı ediniliyordu.
Prusya saldırısına karşı işçilerin direnişleri ve Eylül 1870’te, çeşitli taleplerle hükümete karşı gelişen kendiliğinden işçi hareketi bastırıldı. 17 Şubat 1871’de Thiers hükümeti kuruldu.
Yeni hükümet hemen Prusya ile anlaşma imzaladı ve Prusya birlikleri, Paris’i işgale başladılar. İşçiler ise bu duruma sessiz kalmayarak bir Ulusal Muhafız Federasyonu kurdular. 18 Mart, ulusal muhafızların elindeki topları almak üzere, hükümetin ordu birlikleri gönderdiği, buna karşılık proletaryanın boyun eğmeyerek sokaklara döküldüğü, dolayısıyla iplerin tamamen koptuğu tarih oldu. Merkez Komitesi, Komün seçimleri yapılmasına karar verdi. 26 Mart’ta yapılan seçimler sonrası 28 Mart 1881’de ilk proletarya iktidarı olarak Komün ilan edildi. Merkez Komite, bir kararname ile iktidarı Komün’e bıraktı.
Aslında, Paris proletaryasının Şubat devriminde “Toplumsal Cumhuriyet” çığlığı, bir burjuva iktidarının değil, belirsiz de olsa, proleter cumhuriyeti özleminin ifadesiydi. Paris Komünü ise bu özlemin şekillenmiş biçimi oldu.

KOMÜN PROGRAMI
Komün, proletaryanın, burjuva devlet cihazını parçalayıp, yerine kendi iktidarını kurmak perspektifiyle, özellikle, bürokrasiyi ve militarizmi ortadan kaldıracak tedbirler almaya başladı. Düzenli ordu ve polis örgütünün yerine, halkın silahlı gücü olan Ulusal Muhafızlar geçirildi. Devlet organlarının ve devlet adamlarının, toplumun efendileri durumuna gelmemeleri için Komün’ün aldığı iki tedbir, kapitalist restorasyon nedenlerinin tartışıldığı günümüzde, Özellikle, sosyalist devlet-bürokratikleşme bağlamında can yakıcı önemde tartışılmayı gerektiriyor. Bunlar, bütün yönetim, adalet ve eğitim görevlilerinin, ilgililer tarafından seçilmesi, gene ilgililerce her an görevden alınabilmeleri ve ikincisi, küçük-büyük bütün hizmetlerin, işçilerin aldığı ücretten fazla karşılık ödenmemesi ilkeleriydi.
Bu tedbirler, devlet gücünün parçalanması perspektifliydi. Devletin en zararlı yönlerinin hemen budanmaya başlanmasıydı.
(Bu perspektif, elbette doğrudur, fakat yine de, bu önlemlerin -özellikle Merkez Komitesi’nin, yetkilerini hemen devretmesi ile birlikte- 1871 Parisi’ndeki özgül konumlanışını bazı yönleriyle tartışmak gerekiyor. İlerde yapmaya çalışacağız.)
Komün, sürekli ordu ve devlet memurluğu ile birlikte, iki büyük gider kaynağını da ortadan kaldırdı. Böylece, bütün burjuva devrimlerinin bir türlü gerçekleştiremedikleri/gerçekleştiremeyecekleri, o “ucuz hükümet”i gerçekleştirmeye yöneliyordu.
Kilise ve devlet işleri ayrıldı, özel dini bütçe kaldırıldı. Kilise mülkiyeti, ulusal mülkiyete dönüştürüldü.
Burjuvalarca, işletmeleri durdurulan işyerleri işçilere verildi.
Fırınlardaki gece çalışmaları kaldırıldı, boş konutlar gereksinimi olanlara dağıtıldı. Ve yine, Komün’e seçilmiş olan yabancıların görevleri onaylandı.
Komün’de çoğunlukla işçiler veya ünlü işçi temsilcileri yer alıyorlardı. Bundan dolayıdır ki, kararlar da proleter nitelikteydi. Ve bu kararların özünde yatan ise, sınıf mülkiyetini kaldırmak, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi amacıyla burjuva demokrasisinden proletarya demokrasisine ve yine aynı anlama gelmek üzere, burjuva diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne bir yönelim, bir geçişi yaşıyordu Paris.

YENİLGİ
Marx’ın “…bu, komünizmdir, imkânsız’ komünizm?” diye nitelendirdiği, tüm bu önlemler karşısında, Avrupa burjuvazisinin ve aristokrat güçlerin ortak reaksiyonu hemen kendisini gösterdi.
Gösterilen bu ortak reaksiyonun en çarpıcı somutu, Paris proletaryasının bu atılımının, bütün Fransa’ya ve bütün Avrupa’ya yayılmasını önlemek üzere, Cumhuriyet Hükümeti ile “ulusal düşman” Bismarck Prusyası arasında kurulan, Komün düşmanı ittifaktı. Örneğin, Almanlar, binlerce savaş esirini, Versailles’a yardıma gönderdiler. Bu takviye güçlerle birlikte Cumhuriyet Ordusu, Ulusal Muhafızların, 2-4 Nisan tarihleri arasındaki saldırılarını püskürttü. Ardından da, “Kanlı Hafta” saldırıları ile eşi görülmemiş bir vahşet örneği sergilendi. 1848 Haziran Ayaklanması’na duyulan vahşice kudurganlık, 1871’de Komün’e karşı çok boyutlanmış olarak kusuldu. Katliamlarla ifade olunan burjuva düzenin kini karşısında, Komünarların barikatlardaki kahramanca direnişi bir hafta sürebildi. 28 Mayıs’ta, son barikatın da düşmesi ile Komün, proletaryanın sınıf mücadelesi tarihinde, onurlu yerini alırken, geleceğe, önemli birikim ve gelenekler devretti.
Thiers, şöyle diyordu: “Ereğe eriştik. Düzen, adalet ve uygarlık, en sonunda zaferi kazandı!”
Evet, uygarlık, uygarlığın zaferi! “En büyük sorunu, savaş bittikten sonra, kendi yol açtığı ceset yığınlarından nasıl kurtulacağım bilmek olan, gerçekten övünçlü uygarlık!” (Marx)
Ve şu; “Son yığınsal katliamın yapıldığı Pere-Lachaise mezarlığındaki Federeler Duvarı, proletarya kendi hakkı için ayaklanmaya cüret eder etmez, yönetici sınıfın gösterebileceği taşkın Öfkenin, hem dilsiz, hem de belagatli tanığı olarak, bugün hala ayaktadır.”

KOMÜN-İKİ DÜNYA
72 gün süreyle Paris’i süsleyen barikatların karşı taraflarında, yalnızca Komünarlar ve yalnızca Versailles kuvvetleri çatışmıyorlardı. O zamana dek görülmemiş ölçüde ayrışmış, giriftlikten kurtulmuş, netleşmiş iki dünya; burjuvazi ile proletaryanın dünyaları bu barikatlarla ayrılıyordu. İki sınıf da enternasyonal bir savaşın, bir dünyalar savaşının özneleriydiler. Bu açıdan, Komün savaşı, yenilgisi ve yenilgi sonrası, Kıta Avrupa’sı çapında yansı buldu. Hem Avrupa burjuvazisi ve hem de Avrupa proletaryası üzerinde, ayrı ayrı, ortak etkilerde bulundu; benzer süreçler yaşandı.
Komün, burjuvazi cephesinde, tüm “uygar dünyanın” ortak düşmanı olarak işlem gördü. Hemen bütün Avrupa hükümetleri, Komün karşısında ortak tutumlarıyla, burjuva sınıf egemenliklerinin uluslararası niteliğini ortaya koydular.
Prusya ve Thiers Fransası’nın, Komün karşısındaki tereddütsüz birliktelikleri, burjuva toplumun en büyük “kahramanlığı” olan ulusal savaşın, yine burjuva hükümetlerce, sınıflar savaşını geciktirici, kamufle edici ve böylece de, kitlelerin ihtilalci potansiyelini maniple edici bir araç olarak kullanıldığını gösteriyordu. Nitekim 1871’deki gibi, sınıf savaşı, iç savaş biçiminde patlak verince, Thiers ve Prusya hükümetleri, ulusal savaşı hemen bir kenara atarak, onun, bir aldatmacadan başkaca bir şey olmadığını kanıtladılar. “Sınıf egemenliği, kendini, artık ulusal bir üniforma altında gizleyemez; ulusal hükümetler, proletaryaya karşı ancak, bir bütün oluştururlar” (Marx)
Burjuva demokrasisinin, bu kaçınılmaz iç diyalektiğini anlamak, işçi sınıfının Marksist eğitiminde, önemli bir teorik ve pratik referanstır.
Barikatın bu tarafında, proletaryanın önderlik ettiği Paris emekçisinin hareketi vardı. Savunulan, emekçi dünyasıydı. Devrim, Paris orta sınıfının büyük bölümü -dükkâncılar, satıcılar, tüccarlar- tarafından bile, toplumsal girişkenliğe yetenekli tek; sınıf olarak, işçi sınıfının açıkça tanındığı ilk; devrimdi. Komün, 1848 Haziranı’ndaki işçi ayaklanmasının ezilmesine katılmış bu orta sınıfın, kendi içindeki borç ve alacak sorununu çözmüştü. Aynı zamanda, orta sınıf, imparatorluk ve Komün dışında bir seçenek olmadığını seziyordu.
Marx Şöyle yazıyordu: “Komün, Fransız toplumunun tüm sağlıklı öğelerinin gerçek temsilcisi ve dolayısıyla gerçek ulusal hükümeti olduğu kadar, aynı zamanda, bir işçi hükümeti ve böylece emeğin kurtuluşunun gözü pek bir savunucusu olarak, sözcüğün gerçek anlamında uluslararası bir hükümetti de. İki Fransız eyaletini Almanya’ya katan Prusya ordusunun gözleri önünde, Komün, tüm dünya emekçilerini Fransa’ya katıyordu.” (Fransa’da İç Savaş)
İşte, bu diyalektik örgülü betimleme, şunu haykırıyordu:
“Komün bayrağı, Dünya Cumhuriyetinin bayrağıdır.” Yani, Komün Savaşı, Enternasyonalin savaşıdır!
Enternasyonal Genel Konseyi, Komün’ü çok yakından izledi, destekledi. Özellikle burjuva basın ve hükümetlerin çarpıtma ve kara çalmalarına karşı yoğun kampanyalar örgütledi. Mitinglerle kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Öyle ki, “muzaffer” Prusya Ordusu, Berlin’de “Yaşasın Komün!” çığlıklarıyla karşılandı.
Ve yine, emeğin uluslararası karakterinin örgütsel biçimi olan Enternasyonale karşı, Avrupa hükümetlerince, ortak saldırıya geçildi. Nasıl ki, Komün savaşı, Enternasyonal’in savaşıydıysa, Thiers’in savaşı da, tüm Avrupa burjuvazisinin savaşıydı. Paris Komünü, bu açıdan, burjuvazi için de önemli bir deneyim ve ortak politik-pratik zemini oluyordu.
Fransız devrimcileriyle, diğer ülke Enternasyonalcileri arasındaki bağlantıların kesilmesi çabalarıyla birlikte, tüm “uygar hükümetlere” şu kutsal görev biçiliyordu: Enternasyonal’in kökünü kazımak!
Komün’ün uluslararası karakteri, onun tarihsel büyüklüğünü oluşturan şeydi. Bundan ötürüdür ki, Komün yenilgisi, dünya proletaryasının yenilgisiydi. “Komün’ün öldüğü yerde, Enternasyonal yaşayamadı: ‘Komüncülere ölüm!’ çığlığı üzerine, Enternasyonal, Avrupa’nın bir ucundan öbürüne ezildi” (Engels)

YENİLGİDE ÖZNEL FAKTÖRLER
“Halkların yaşamında büyük sorunları, yalnız kuvvet çözümler.” (Lenin)
Eylül 1870 tarihli Enternasyonal Bildirisi’nde Marx, zamansız bir ayaklanmaya karşı, Fransız proletaryasını uyarıyordu. Böyle bir tutumu şu nedenlere dayandırıyordu:
-Prusya Ordusu’nun, daha Paris kapılarında bulunuyor olması.
-İşçiler, cumhuriyet imkanlarını kendi sınıflarını örgütlendirmekte kullanmalı, gelecekteki burjuvaziyle hesaplaşmaya kuvvet biriktirmelidirler.
Fakat, geçici hükümetin katı halk düşmanı politikaları, Ulusal Muhafızlardan silahların alınmaya çalışılması vb. nedenlerle ayaklanma başlayınca da, kitlelerin, bu devrimci atılımını coşkuyla selamlamakta tereddüt etmedi. Komün ilan edilince de Marx, kendisini, komünarlardan ayırmadı; büyük bir enerjiyle onları savundu.
Ayaklanma patlar, ama bu, hiç olmazsa 18 Mart için, işçilerin bir girişimi değil, hükümetin kışkırtmasının sonucudur, 17 Nisan tarihli, Kugelmann’a yazılmış mektubunda, Marx: “Savaşa ancak mutlak elverişli koşullarda girilmeye kalkılırsa, dünya tarihini yapmak da kuşkusuz son derece kolay olurdu.” Ve şöyle devam eder: “Son durumda işçi sınıfının göz yılgınlığı, bazı ‘önder’lerin yitirilmesinden çok daha büyük bir felaket olur-
Bu tarihsel bakışla olayları izleyen Marx, Komün’ün yenileceğini önceden sezebiliyor ve bu sonucun, kendi kusurlarından, aşın bir dürüstlükten kaynaklanmış olacağını belirtiyor.
Liebknecht ve Kugelmann’a, Nisan tarihli mektuplarında, özellikle, iki sübjektif kusur saptıyor:
-İç savaşı başlatmış görünmemek için (“sanki, hükümet Paris’i silahsızlandırmaya kalkmakla iç savaşı başlatmamış gibi”) Versailles üzerine hemen yürümemiş olmaları, hükümete zaman kazandıran, sınıf bilincinden yoksun bir “soyluluktu.
-Merkez Komitesinin, sadece bir “onur” titizliği yüzünden, görevlerini çok çabuk Komün’e bırakması. Oysa Komün’ün örgütlenmesi daha zaman istiyordu. İleride irdelemeye çalışacağımız gibi, bu, örgüt bilincindeki eksiklik ve safça “demokratizm”den kaynaklanıyordu.
Ve yine, bu zaaflar, proletarya diktatörlüğünün, özellikle, devrimin savunma ve inşası dönemlerinde ağır basması gereken “merkezilik” ve “bastırma” özelliklerinin, Paris Komünü’ne eksik yansımış olmasının (bu da Marksist sınıf bilincinin ve Marksistlerin etkinliğinin cılızlığından kaynaklanır.) izdüşümü olarak yaşanan, yalnız iktisadi değil, aynı zamanda ölümcül-siyasal yanlıştı da. Marx’ın sözleriyle “Komün’ü Fransız Bankası’nın kapıları önünde durduran o ‘kutsal saygı’ şaşırtıcıdır.”
Bir parantez: Komün bileşiminde Blanquiciler ve Proudhoncular çoğunluğu oluşturuyorlardı. Ve bu hareketler, ancak “proleter devrimci içgüdü bakımından sosyalist bir kimlik taşıyorlardı.” Komün’ün yapmış olması gereken birçok iktisadi ve siyasi tedbirin alınamamış olmasında, bu bileşimin önemli rolü vardı.
Engels ise, asıl şaşılacak şeyin, Blanquist ve Proudhoncu bileşimli Komün’ün, gene de yaptığı doğru şeyler olduğunu belirtir. İktidardaki her iki akım da kendi okul öğretilerinin buyurduğunun tersini yapabildiler. Emekçi ortaklaşması öngören Komün, ortaklaşmayı reddeden Proudhoncu sosyalizm okulunun, tabana yayılmış iktidar zemini ise, komploculuk öneren Blanquist öğretinin adeta mezarı oldu. Komün, Blanquist ve Proudhoncu iradenin, kitlelerin tarihsel eyleminin nesnel gerçekliğine ters düştüğünü, onunla çeliştiğini ve büyük ölçüde, hareketin içinde eridiğini, fakat onu yönlendiremediğini gösterdi. Blanquist ve Proudhoncuların ağırlığı, devrimin ve Komün’ün ancak bir zaafı olabilmiştir gerçekten. Toplumsal-tarihsel eylemin doğasına aykırılıklarından dolayıdır ki, Komün deneyimi, bu öğretilerin, yaşamda yansıma bulamamalarının ve ölümlerinin habercisidir, öyle de olmuştur.
Alt başlığı, Lenin’le bitirelim: “Devrimci hareketin, birçok başka durumlarda olduğu gibi Paris Komünü’nde de yenilgiye uğraması, Marx’ın diyalektik materyalizminin ışığında, proletarya mücadelesinin genel yürüyüşü ve sonucu açısından, o kadar önemli değildir. Asıl önemli olan, kazanılmış mevziinin terk edilmemesi, düşmana savaşsız teslim olunmamış olmasıydı; böyle bir teslimiyet, proletaryayı yılgınlığa sürüklemiş, savaşkanlığını törpülemiş olurdu.”

KOMÜN, BİR DÖNÜMDÜR

O zamana kadarki en önemli işçi hareketi, şüphesiz Komün’dü. Zira siyasal iktidara sahip olmuştu. Komün’ün en büyük önemi ve yine eksik ve zaafları, bu olgu ekseninde, yani siyasal iktidara sahip olması ve siyasal iktidarı yeterli etkinlikte kullanıp kullanmaması bağlamında tartışılmış, tartışılmalıdır.
Paris Komünü sayesinde, işçi sınıfının, burjuvazi ve burjuva devlet karşısındaki savaşımı yeni bir evreye girmiştir. Bu kavga, sonucundan bağımsız, proletaryanın mücadelesinde, dünya çapında tarihsel bir önem taşıyan, yeni bir çıkış noktasına varılmıştır.
Marx’ın Komün değerlendirmeleri, Marksizm’in, örgüt, devrim, siyasal iktidar sorunlarına yaklaşım biçimini derinleştirdi, geliştirdi: Denilebilir ki, Paris Komünü ile pratik, “Fransa’da İç Savaşla yapılan proletarya devleti tahlilleri ile de teorik bir kopuş, daha doğrusu bir “aşma” yaşandı. Leninizm, bu yeni düzeyin, değişen koşullarda, emperyalizm çağında daha da geliştirilerek yeniden üretimi oldu.
Marksizm, sosyalist toplumun kurucusu olarak, proletaryanın evrensel tarihin rolünü açıklayarak bir sitem oluşturdu. Marksizm’in omurgasıdır bu. İlk kez, 1844’de ortaya atıldı, 1848’de “Komünist Manifesto”da sistematize edildi. Daha sonra, Ekim’e kadar, dünya tarihinin başlıca üç döneminde (1848 Devrimlerinden Paris Komünü’ne-Paris Komünü’nden 1905 Rus Devrimi’ne-1905’ten Ekim’e) deneyimlerle, birikimlerle gelişti.
1848 yenilgileri liberal burjuvazinin, burjuva demokratik görevlerin çözümü de içinde olmak üzere, toplumsal devrim karşısında negatif bir konumlanışa oturduğunu gösterdi. Burjuvazinin devrimci barutunu yitirmesi süreciyle, demokratik görevlerin de, proletaryanın çözüm torbasında biriktiği nesnel ve teorik süreç paralel işlemişlerdir. 1871 Paris’i, burjuvazinin “ulusal düşman” ile, proletaryaya karşı saf tutması, bu sürecin çok daha olgun yaşanmasının somutu oldu. Komün değerlendirmeleri, Marksist devrim teorisinin geliştirilmesi anlamında önemli bir laboratuar işlevi görmüştür. Daha sonraları “İki Taktik” ve “Nisan Tezleri” ile Lenin’in, bu teoriyi daha da yetkinleştirip tamamladığı biliniyor. 1848 ve 1871, burjuvazinin ilericiliğinin son noktası olarak sınıflar savaşımının hafızasına kazınmıştır. Bu son nokta, proletaryanın karşısında konumlanışı ile demokratikliğini yitirdiği, gericiliğini tescil ettiği dönümdür.

MANİFESTO’YA KATKI
1848-1851 Fransa’sı politik hareketliliklerinin tahlilini yaptığı “18. Brumaire”de Marx, proleter devriminin, proletarya diktatörlüğünün temellerini geliştirmeye çalıştı. Devrimin zaferi için, burjuva devlet aygıtını kırma zorunluluğu, Komünist Manifesto’daki “ele geçirme” anlayışının sıçratılması oldu. İlk kez 18. Brumaire’de dile getirilen ve Komün Deneyimi ile de doğrulanan bu tez, Fransa’da İç Savaş’ta genişçe işlendi. Manifesto’daki siyasal iktidar sorununun yeniden gözden geçirilebileceği ve “İşçi sınıfının, devlet makinasını olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemeyeceği” saptandı.
Bu önemli detay, .Marx ve Engels’çe, Manifestomun 1872 tarihli Önsöz’üne de geçirildi: “Önerilen devrimci tedbirlere özel bir ağırlık verilmemiştir (Komünist Manifesto’da -ÖD-). Orada yazılanlar, birçok bakımlardan, bugün olsa çok başka biçimde kaleme alınırlardı. … Önce Şubat Devrimi’nde, sonra da Paris Komünü’nde daha da büyük ölçüde kazanılan pratik tecrübe göz önünde tutulacak olursa, bu program, bazı ayrıntılarda gününü geçirmiştir. Komün, özellikle bir şeyi ispatlamıştır: İşçi sınıfı ‘Devlet çarkına hazırdan el koyup onu kendi amaçları için kullanamaz.”
Konu, Bakunin ve Marx arasında da tartışılmıştır. Marx, proletaryanın, burjuva devleti yıkmakla yetinmeyip kendi devlet düzenini de kurması gerektiğini söylerken, Bakunin, Paris Komünarlarını, her türlü siyasal otoriteyi derhal ortadan kaldırmadıkları için eleştirir.

KOMÜN PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜDÜR

“…baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz! Paris Komünü’ne bakınız, Paris Komünü proletarya diktatörlüğü idi.” (Fransa’da İç Savaş’a Önsöz’den) diyordu Engels, Alman sosyal-demokratlarıyla tartışırken.
Diyebiliriz ki, Komün üzerine yapılan tartışmaların çoğu proletarya diktatörlüğü, proletarya iktidarı bağlamında yapıla-geldi. Günümüzde, boyutlanarak süren tartışmalarda, proletarya diktatörlüğü karşısındaki konumlanış, devrim-reform, Marksizm-Leninizm-revizyonizm arasında saf belirlemeyi tayin eden önemli bir ayraç olmaktadır. İlerde değineceğimiz, Lenin-Kautsky tartışmaları, günümüzde yeniden üretilmektedir. Belki biçimler değişmekle, fakat içerik hep aynı: proletarya diktatörlüğünü reddediş ve savunu, tez-antitez olarak değişmemektedir.
Daha önce de belirtildi, proletaryanın, burjuva devlet cihazını olduğu gibi ele geçirmesi yetmez; parçalaması ve yerine yeni bir devlet düzeni kurması gerekir. Bu devlet, klasik anlamda devlet olmayan bir devlet olmalıdır. Silahlı halk milisinin düzenli ordu ve polisin yerini almasını, bürokrasiyi kaldırma yönelimini ve görevlilerin denetlenebilmesini, görevden alınabilmesini vb gereksinir. Paris Komünü, bunları gerçekleştirmeye çalıştığı için proletarya diktatörlüğü idi.
Burjuva devletin, “kuvvetler ayrılığı” ve parlamenter rejime dayanıyor olma özellikleri, proleter devletin, bunları tasfiyesini, yerine, yasama-yürütme-yargı işlevlerinin, işçi ve halk iktidar organlarınca yükümlenmiş olması, yaşamın yeniden üretilmesi sürecinde çıkan sorunların böylece yine üretim birimlerinde çözümlenmesi, Sovyet temsilcileri konseylerinin de etkin denetlenmesini gereksinir. Paris Komünü böyle bir yönelim içinde olduğu için proletarya diktatörlüğüdür.
Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın önderliğindeki emekçi sınıflar ittifakının, “sermayeye karşı ittifakın, sermayeyi tamamen devirmek, burjuvazinin direncini ve onun restorasyon girişimlerini tamamen bastırmak amacıyla bir ittifakın özel biçimidir!” (Lenin)
Paris Komünü, pasajda belirtilen bileşimi içerdiği için proletarya diktatörlüğü idi. Fakat, yine pasajda belirtilen “sermayeyi tamamen devirmek, direncini ve restorasyon girişimlerini bastırmak” bilincinden yoksun olması onun önemli eksikliğiydi.
Proletarya diktatörlüğü, proleter kitlelerin diktatörlüğüdür tanımını Paris Komününden, karar alma mekanizmalarının koşullardan bağımsız olarak, tamamen tabana yayılması, bir tür, merkeziliğin tasfiyesiyle birlikte yorumlamak üzere uzunca bir parantez açmak gerekiyor.
Paris Komününü değerlendirirken aslında önemli bir zaaf olarak saptanan karar mekanizmalarının hemen kitlelere dağıtılarak, merkeziliğin zayıflatılması ve bu mekanizmaların tümü hiyerarşik organlarının tez elden kitlelere devredilmesini “hemen şimdi” fantezilerinin veya “devletin hemen sönmeye yüz tutması” vb. projelerinin bir destekleyici örneği olarak savunulması, günümüzde, “demokratizm” hastalığının bir türevi olarak nüksediyor.
İktidarı taban örgütlerine yayabilmek de, planlanmış merkezi politikalar gerektirir. Bunun için ise, merkezi bir iktidar organı zorunludur.
Sosyalizmin gereksindiği maddi üretim düzeyine, ancak “inşa” dönemleriyle oluşturulabileceği görece geri ülkelerde, devletin sönmesi yolunda atılacak adımlar sınırlıdır. Günümüzde kapitalist-emperyalist kuşatma düzeyi, bu sınırın daha da daraltılmasını dayatıyor. Bu, maddi, manevi temel olabilecek üretim ve bilinç düzeyi sağlanana kadar proletarya iktidarının güçlü bir merkezi yapısının kaçınılmazlığı demektir. Aksi durum, bürokratlaşmış bir merkezi yapının vardığı sonuçları, yani devrimin ve inşanın çabucak yenilgisini getirir.
Sosyalizmin, nesnel olarak, ekonomik ve siyasal kurumsallaşmasının topluma nüfuzundan çok önce, yönetim kanallarının önce yönlendiriciliğinden yoksun, kitlelerin kendiliğindenci inisiyatifine bırakılması, bu katılımı, Marksist-Leninist iradeden soyutlanmış, bir tür, ahlaki ve ivedi bir hedef/zorunluluk olarak görmek; tam da Paris Komünü’nün yaşadığı eksikliktir.
Marks, bunu gördüğü için, merkez komitesinin, yetkilerini komüne bırakmasını, komün seçimleriyle zaman kaybedilmesini önemli bir hata olarak görüyordu ve Eylül 1871’de Komün’ün yanılgıları üzerinde dururken “(Komün) yeni bir sınıf hükümeti biçimi bulamadı.” diyor.
Komün’ün, bastırmaya değil de, daha çok yayılmaya önem veren bir siyasal biçim olması ve kapitalist sınıfın yenilgisi, yeni düzenin inşası ve iç ve dış saldırılara karşı savunması için hayati önem taşıyan “merkezi bir otorite”den, bir “parti”den yoksun olması onun açmazını sergiliyordu.
Sosyalist devlet, devletsizliğe geçiş devletidir. “Siyasal” ile “toplumsal” arasındaki mesafe, devletliliği zorunlu kılar. Bu mesafenin, toplumsal dinamiklerce, “kendiliğinden” kapanması mümkün değildir. Merkezi örgüt, komünist işçi partisi, zorunluluktur.
Lenin şunları söyler: “Biz ütopyacı değiliz. Tüm yönetim makinesinden, bütün devlet basamaklarından bir anda vazgeçmeyi hayal etmiyoruz. Proletarya diktatoryasına düşen görevlerin anlaşılmamasına dayanan bu anarşistçe düşler, Marksizm’e adamakıllı yabanadır” (Devlet ve İhtilâl)
Sosyalizmi gerçekleştirmek için, önce politik iktidarın ele geçirilmesi gerekir. Bu ise, emekçi halk kitlelerinin işçi sınıfı ve partisi önderliğinde birleştirilmelerini gereksinir.
Ve Stalin: “… Proletarya diktatörlüğü, ancak, bir parti, komünistlerin, önderliği diğer partilerle paylaşmayan ve asla paylaşmaması gereken partisi, ona önderlik ettiği takdirde eksiksiz olabilir.” (Eserler Cilt 10)

DİKTATÖRLÜK-KOMÜN-LENIN VE KAUTSKY

Lenin, Kautsky’nin, Marx’ın Paris Komünü’nü proletarya diktatörlüğü olarak tanımlamasını bulandırma ve böylece “diktatörlük” kavramından Marx’ı “tenzih” etme çabalarına karşı, yine Marx’ın devrimci öğretisini özetleyen şu sözlerini alıntılıyor: ‘Kapitalist ve komünist toplum arasında, birinden diğerine, devrimci dönüşüm dönemi bulunur. Buna uygun olarak da, devletin, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı siyasal geçiş dönemi vardır.” (Proleter Devrimi ye Dönek Kautsky)
“Kautsky, proletarya diktatörlüğünün tarihsel olarak somut, bilimsel olarak kesin olduğunu, proletaryanın görevinin, burjuva devlet örgütünü ezmek olduğunu, hem Marx’ın hem de Engels’in 1848 devrimleri deneyimini ve bununla birlikte, 1871 Komün deneyimini özetleyerek, 1852-1891 arasındaki kırk yıl bundan söz ettiklerini bilmek zorundadır!” (age)
Kautsky’nin, diktatörlüğü “egemenlik durumu” olarak yorumlayıp bir “yönetim biçimi” olarak değerlendirmesini ise Lenin, “aptalca düşünen bir adamın aptallığının durumu ile, aptallığının biçimini ayırt etmeye” benzetiyor,
Proletarya diktatörlüğü, burjuvaziye karşı şiddet kullanacaktır ve Paris Komünü bunu yapmaya çalışmıştır (eksikliğiyle). Engels: “Komün,… burjuvaziye karşı silahlı halkın yetkesini kullanmasaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi? Biz, tersine, onu, yetkesini çok az kullanmasından dolayı suçlayamaz mıyız?’ (Aktaran Lenin age.)
Ayrıca Lenin, Kautsky’nin “saf demokrasi”ciliğini eleştirirken, Marx’ın, Komün’ün Fransız Merkez Bankasına el koymaması yanlışını saf demokrasi ilkelerine ve uygulamasına bağladığını aktarır.
Şurası önemli: “Diktatörlük, …yönetim biçimi değildir. Ve Marx, yönetim biçiminden değil, devletin çeşit ya da biçiminden söz etmişti. Bu, bambaşka, tümüyle farklı bir şeydir” (Lenin age.)
Komün, bir diktatörlüktür.
Komün, bir “yönetim biçimi” değil, bir “devlet biçimi”dir.

BİRKAÇ KISA POLEMİK

Sosyalizmin çöküşü ve kapitalist restorasyon sürecinde, önemli bir rolü olan “bürokratik merkeziyetçi devlet”e karşı, açıkladığımız gibi, gerçekte, Paris Komünü’nün yakıcı önemdeki eksikliği ve zaafı olan “diktatörlüğün yeterince kullanılmaması” eğiliminin sahiplenilip savunulması, bir karşı tepki olarak günümüzde sol saflarda önemli prim topluyor. Kautsky yad ediliyor. Leninist devrim teorisinin “sorgulanması” işinde, Komün’ü böyle değerlendirerek bir çıkış yolu aranıyor.
Bir örnek, revizyonist Kagarlitsky. “Kan dökmekten kaçınmaya uğraşan ‘insani devrimler (Şili ve Paris Komünü kastediliyor) karşı-devrimlerce ezilmiştir. Kan dökmekten ve terörden, açık politik diktatörlükten çekinmeyen ‘sert’ devrimler ise yozlaşmışlar ve Termidorcular tarafından ezilmişlerdir. Paris Komünü bastırıldı, ama Bolşevik Rusya … yozlaştı … Bence haklı olan Martov ve Ailende idi, Lenin değil. … Yenik bir devrim, hiç değilse ahlaki bir zafer olarak kalır… Bir devrimin yozlaşması ise iğrenme duygusu yarattı” (Aktaran Çağdaş Yol, sayı: 1)
Bir yanda, yenilgiye yazgılı ama “ahlaki zaferler”, diğer yanda, maddi olarak taçlanan ama bu defa da “yozlaşmaya yazgılı ‘sert’ devrimler” (!).
Üretim ilişkileri ve siyasal üst yapısıyla birlikte “eski”nin tasfiyesi ise, tüm devrimlerin “insani” olduğu bir yana, yazılanlar, Marx ve Engels’in Paris Komünü’nde tespit ettikleri zaaf ve eksikliği abartarak sahiplenirken, Lenin’le birlikte Marksizm’in bu kurucularının, devrim ve proletarya diktatörlüğü anlayışlarını da sorguluyor, reddediyor. Marx’ın proletarya diktatörlüğü anlayışını yeterince vurguladık. “Lenin haksız çıktıysa eğer, “Marx ve Engels de haksız çıktı” olmalıydı!
Öte yandan, Ekim Devrimi, Paris Komünü deneyiminden çok ayrı değildir. Onun teorik ve pratik birikimini de içermiştir. Bu deneyimden devrimci dersler çıkaranlar Ekim Devrimi’ni başardılar.
Paris Komünü, “ahlakiliği, örneğin Versailles üzerine yürünmemesi sınıf bilincinden yoksunluğu ile değil, başarabildiği proletarya diktatörlüğü önlemleriyle gelecek kuşaklara kaldı, Ekim’e aktı. Olumsuzluklar ise, burjuvazi ile reformlar yoluyla savaşılamayacağını, burjuva militarizmi parçalanmadan sosyalizmin hayal olduğunu vb. kanıtlayan Allende’nin yenilgisiyle birlikte, dünya devrim tarihine, dersler çıkarması gereken acı deneyimler olarak geçtiler.
Bir söz daha, Ekim Devrimi’nin ve diğer sosyalist devrimlerin sonradan yenilgiye uğramaları, yine bu devrimlerin, insanlığın yeni bir dünya yaratma mücadelesinde yürüyebildiği mesafe olarak tarihin hafızasında kapladıkları muazzam yerleri inkâra yetmez. Başlanacaksa, Ekim’den başlanacaktır, Allende’den değil. Lenin’in Bolşevik Partisi’nden geçecektir devrim, Allende’nin ‘Halk Birliği’nden değil! Ve yine Ekim’den tiksinti duymak, emperyalist kapitalizmin devasa saldırıları karşısında ideolojik olarak küçülüp, sürüngenleşenlere çok yakışıyor!
Paris Komünü’nü, ilk proletarya diktatörlüğü örneği olarak değil de, sadece “kararlı bir eylem” olarak önemseyen ve onun bir proleter devlet biçimi olduğunu vurgulamama eğilimindeki (!)’li dergide, Emirhan Oğuz imzalı yazıda Paris Komünü “değerlendiriliyor”, ama bir kez bile olsun onun (Komün’ün) Marx ve Engels’çe nasıl tanımlandığına girilmiyor. Sadece şunlar var: “Paris Komünü’nün toplumsal ve siyasal örgütlenişinin anlam ve tanımı konusunda çok çeşitli görüşler öne sürülmüştür.” (Demokrat! Mart ’92)
Bu kadar!
Demokratizm damgalı kimlik, proletarya diktatörlüğü kavramına tahammül edemiyor. Zira yazar, Komün’ün asıl tarihi önemdeki bu yanını irdelemek isteseydi Marx ve Engels’in “Komün, proletarya diktatörlüğüdür” tanımlamasıyla karşılaşacaktı. Marx ve Engels’in bu değerlendirmesini, ansiklopedik bir bilgi olarak bile vermeye tahammülü yok yazarın. Sadece “kararlı bir eylem? Kautsky bile, Marx’ın böyle bir tanımlama yaptığını kabul ediyor, ama “diktatörlük” kavramını çarpıtarak inkâra çalışıyor.
Aslında, yazarın bu çabası, yani, Komün’ü bir devlet, bir iktidar biçimi olmaktan çıkarma çabası -veya bu yönünü vurgulamama- bir önceki, Levent Saçılanateş imzalı yazının son paragrafala bütünleştiğinde anlam kazanıyor:
“Evet, Komün, ‘destansı bir dram’ olarak son buldu. Ne var ki, her destan gibi Komün de kendinden sonraki tarihte yerini aldı. Hem de, sadece söylence olarak değil, ete ve kemiğe bürünmüş canlı bir organizma olarak… 1905, 1917 Sovyetleri, İtalya İşçi Konseyleri, Çin Kızıl Siyasi İktidarları, Latin Amerika Halk Komiteleri ve Türkiye…” (Altını biz çizdik -ÖD-)
Evet “ve Türkiye…” (!) Aslında yakarın kafasında “ve Türkiye’den sonra söyleyeceği şey bellidir. “Fatsa” denilecektir, “direniş komiteleri” denilecektir, ama o, bunu, “Alternatif İktidar Biçimleri” başlıklı ana çalışmaya bırakmıştır. Yalnızca, işin destansı yönüyle ilgilenmiş ve “Fatsa”ya, “Direniş Komiteleri”ne yol açmıştır. Komünün devlet olma özelliğinin vurgulanmamasının nedeni budur.
“AP’li, CHP’li, MSP’lisinin, devrimci ve demokrat insanların, çatışmasız, olaysız, bir arada (kardeşçe) yaşadığı…”, halkının tahriklerle, kışkırtılıp, güvenlik kuvvetlerinin karşısına çıkarılmak isten(diği)” (N. Mitap), ve nihayet çok sevilen “Başkan”ın, değişen koşullarda, cenazesine bile sahip çıkmayan “Fatsa Komünü” de “destansı bir dram olarak” son bulmuyor muydu?
Komün’ün devlet biçimi özelliğini vurgulamamasının nedeni anlaşılıyor olmalı.
(!)’ligillerden Engin Günay, diğerlerince yazılanları sistematize ettiği ve bizce ana çalışmaları olan yazısında, Paris Komünü’nü, devrimci durumlarda özgün bir süreç olarak gerçekleşebilen, “ikili iktidar”ın,   kitlelerin devrimci inisiyatifinin ifadesi olan “Sovyet” ayağına indirgeyerek, onunla özdeş tutarak, burjuva toplumda, burjuva diktatörlüğü altında da Komün iktidarları kurulabileceği anlayışını sergiliyor.
İkili iktidarın “Sovyet” ayağı da, Paris Komünü gibi, aynı güce, silahlı emekçi inisiyatifine dayanıyordu ama bir devlet iktidarı olmadığı için, bir süre sonra, iktidarını gönüllü olarak burjuvaziye devredip “ikili” durumun sona ermesine yol açtı.
İkincisi, defalarca belirttik; Paris Komünü’nün proletarya diktatörlüğü olarak tanımlanması, en başta, işçi ve emekçilerin burjuva devlet cihazını parçalayarak yerine kendi devlet düzenlerini kurma girişimi olmasından kaynaklanıyordu. Marx, değerlendirmelerinde bu yönü önemle vurgular.
Komün Örgütleri, neden 18 Mart öncesi proletarya diktatörlüğü olarak tanımlanmadı’ Aynı soru, Ekim öncesi İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri için de sorulabilir. .
Paris Komünü, bir devlet biçimidir, proletarya diktatörlüğüdür. Daha önce, Marx ve Lenin’le açıkladığımız gibi, diktatörlük ancak bir devlet biçimidir, Burjuva diktatörlüğünün tasfiyesini ön-gerektirmiştir.
Burjuva egemenlik ilişkileri altında, sınıf savaşı sürerken kurulabilecek “işçi konseyleri”, “işyeri komiteleri”, “direniş komiteleri” gibi örgütlülüklerle Paris Komünü arasında özdeşlik kurmak, “Hemen şimdi!” fantezisine dayanak oluşturma çabasıdır.
“Bu geçiş (devrimin birinci aşamasından ikinci aşamasına) bütün iktidarın Sovyetlere devredilmesiyle olacaktı ve Sovyetler, Paris Komünü tipinde bir devlet olacaktı”
Doğrudur. İşte, Sovyetler, ancak bütün iktidara, yani bir devlet iktidarına sahip olduğunda -bu burjuva iktidarın devrilmesi demektir- Paris Komünü tipinde olacaktı.
Proletarya diktatörlüğünün temel organları olabilme potansiyelini taşımakla, proletarya diktatörlüğünün kendisi olmak, ikincisinin, burjuva iktidarı tasfiye etmiş, muzaffer bir proletarya devrimi içermesiyle, birincisinden ayrılır.
Burjuva diktatörlüğünün tüm organlarından (yasama-yargı-yürütme, ordu, polis vs) kurtulmuş, halkın kendi silahlı iktidarına sahip olduğu Kızıl Siyasi iktidarlar ile örneğin, Fatsa’daki “Çamur Kurutma Komiteleri” veya esas olarak devletin resmi güçlerine karşı değil de, sivil faşist saldırılara karşı oluşturulmuş Direniş Komiteleri!
En acısı da, direniş komiteleri döneminden hayli gerilere savrulmuş, devrimci demokratlıktan, demokratlığa “terfi” etmişlerin, bırakınız “çağdaş komünler” yaratmayı, “Çamur Kurutma Komiteleri” türü imeceler yaratma ruhunu bile kaybetmiş olmaları!
Komün’lü 121. yılda da, devrimci ve komünistler, yine “gökleri fethetme ruhuyla”, yine “Gelecek, Komündür” şiarlarıyla…

Mayıs 1992

Kürt Ulusal Mücadelesinde Yeni Dönem

V. SİNAN

Namık Tarancı’nın sevgili anısına güzel yüzüne, güzel aklına…

Toplumsal süreçler, “yekpare ulusal hareket1 olgusunun, nesnel karşılığının bulunamayacağını, kaba bir tarihsel saptamada bulunacak olursak, burjuvaziyle ve diğer emekçi sınıflarla birlikte, sınıfsal çelişkilerin “süreç boyu” uzlaştığı ulusal hareketlerin, 20. yüzyılın ilk yarısında kaldığını gösteriyor. Ulusal burjuvaziler, “süreç boyu”, ulusal kimlikleriyle yürüyebilecek solukta değiller artık. Uluslararası sermaye sisteminden yalıtılmış bir gelecekleri olmadığından “ulusal pazar” sorunu artık dünya sermaye sisteminin bir eklentisi olmak suretiyle çözülebiliyor ancak.
Çıkarları farklılaşmış sınıflarda, meydana gelen ulusların tüm kesimlerini aynı soruna aynı yanıtları ve çözümleri öngörebilecekleri ve böylece ortak bir “ulusal bakış” oluşturarak ortak politikalar yapabileceği bir yanılsamadır, mümkün değildir. Ayrı uluslara, ayrı “ulusal bakış”, ayrı “ulusal politikalar” demek, aslında aynı burjuva dünyanın düşünce çeperleri içerisinde, aynı burjuva politikalarına denk düşer. Bu anlamda, “ulusal irade”, “ulusların bakış açısı” özünde, ulusun egemen sınıfının, sınıflarının bakış açısı ve ifadesini yansıtır. O halde bir Marksist için önemli olan, proletaryayı ve emekçi sınıfları “egemen sınıf” olarak örgütleyecek toplumsal projelerle politika yapmaktır. Marksist ve devrimci-demokrat olmadan, böyle bir perspektife sahip olmadan, “ulusların bakış açısı” ile hareket edenler gerçekte ulusal burjuvazinin bakış açısının sınırları dışına çıkamazlar. Bu nesnel bir durumdur.
Ulusal burjuvazinin ulusallık talebi, egemen sınıf konumunu güvenceye alma tutumu karşısında ikincil duruma düşer. “Sınıflara ayrılmış bir toplumda milliyet, bir ulusal savaşta bile belirleyici olamamaktadır. Ulusal gericilik, eninde sonunda uluslararası gericilikle birleşmektedir.” Marksistler, ulusal özgürlük talebini, esas olarak, ezilen ulus işçi “Kendisine ‘Kürt’üm’ diyen, sini dayatmasında, çelişkileri ve emekçilerinin sınıfsal çıkarlarına tabi kılınmış bir şekilde işlerler.
Sınıf ilişki ve çelişkilerinin belirleyici olduğu günümüzde, Kürt ulusal hareketinin bu çelişki ve ilişkileri barındırmaması mümkün değildi. Ve yine, bu çelişkilerin dışavurumunun “süreç boyu” mümkün olamayacağını ya da kamufle edilebileceğini zannetmek, nesnel gerçekliğe direnmeye çalışmakla eşanlamlıdır. Sınıf çelişkisi ve sınıfsal talepler, her toplumsal sürecin olduğu gibi, Kürt ulusal hareketinin ve ulusal mücadele sürecinin de içine sinmiştir. Dışa vursun vurmasın!
Kürt toplumu “sınıfsız ve zümresiz bir kitle” değildir. Üretim sürecinde ve üretim araçları karşısındaki konumlarıyla, ayrı sınıf ve katmanlara ayrışmıştır. Sınıflara bölünmüşlük bir toplumsal gerçeklikse, bu gerçekliğe yaklaşım da sınıflara göre farklı anlamlar taşır. Büyük toprak sahibi feodal -burjuva Kürt ile yoksul köylü- proleter kurt aynı çıkarlara sahip değildir. Çıkarlar farklılaşmıştır. Bu, feodal-burjuvaların da ulusal sorun”a ilgisizliği anlamına gelmez. Ama ilgi içeriği ve nedeni, yoksul köylü ve işçi Kürt emekçisininkinden çok ötelerdedir.
Kısa vadede çakışmış ve kaynaşmış görünen karşıt sınıf çıkarları uzun vadede ayrışacak ve uzlaşmaz niteliğe bürünecektir. Kürt toprak ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin, Kürt köylüleriyle ve sanayi sektörlerinde Kürt işçi ve emekçilerini ücret ilişkisi çerçevesinde sömüren Kürt burjuvaların, Kürt işçilerle çelişkisi, “ulusal hareket kabuğu içerisinde -kendi iç süreçlerinin hiçbir zaman etkin olamayacağı ön kabulüyle-daha ne kadar kaynaşabilir?
Kritik konjonktürler, bu uzlaşmazlığın kendisini dayatmasında, çelişkileri barındıran kabuğun çatlamasında, farklılığın dışavurumunda hızlandırıcı faktör oluyorlar. Bu, sürecin gittikçe sınıfsal içerikle karakterize olduğu bir dönemdir aynı zamanda.
Görünen o ki, alçalan ve yükselen ivmelerle yürüyen Kürt ulusal mücadelesi böyle bir kritik konjonktürü içeren yeni bir dönemeç yaşayacak.
Beşikçi’nin deyimiyle “kendisine ‘Kürt’üm’ diyen, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını savunan, bu sürece destek veren işadamlarının ticaret ve sanayi ile uğraşan insanların”, ulusal sorun üzerine “çözüm önerileri” ve “mücadele” yöntemleri” ile ulusal harekete destek kabiliyetlerinin büyük oranda değişebileceği bir sürecin öngünündeyiz artık. Görünen bu!

YOL AYRIMI
Uzun zamandır, kitlesel gösterilerin eski sıklıkta görülmediği, nihayet Güney Kürdistan cephesinde, işbirlikçi feodal-burjuvalarında önemli rol oynadığı geriye atılmış askeri bir adım; tüm bunlarla birlikte psikolojik üstünlüğün görece zayıfladığı bir ulusal mücadele süreci içindeyiz. Ve şimdi, “topyekûn mücadelenin” daha da yoğunlaştırılacak içerdeki ayağı. Şırnak’la prova edilen, Kulp, Cizre vb. yerlerde tekrarlanan ve giderek kanıksanır bir duruma getirilmeye çalışılan kitlesel kırımlar yoğunlaştırılacak.
Kürt ulusal mücadelesinin sert ve çetin bir dönemden geçeceği anlaşılıyor. Bu sürecin niteliği, ulusal hareketin bileşenleri üzerinde etkilerde bulunacak kuşkusuz.
Diktatörlüğün tüm bir emperyalist sistemin tanımış olduğu “konjonktürel kredi”nin de avantajıyla tüm olanaklarını zorlayarak sürdüreceği yeni savaş şiddeti ulusal hareket içinde şu ya da bu ölçüde yer almış, Kürt burjuva ve mülk sahibi sınıf ve katmanların kendi konumlarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiriyor. HEP’in parlamento grubunun “devletin ve PKK’nın karşılıklı olarak tırmandırdığı bu savaş ortamı”, “çözüm yeri olduğuna inandığımız parlamento” vb. yollu değerlendirmelerle içeriklendirdikleri bildiri ve yaptıkları sembolik açlık grevi bir yol ayrımına ilk yönelim sayılmalıdır.
Uzlaşma ve devrimci eğilimler, gittikçe netleşip ayrışarak, ulusal hareketin bileşenlerinin oturdukları sınıf tavırları olacak. Devrimci eğilimin güçlenmesi, varolan devrimci birikim ve geleneğin korunup, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorununu, Kürt emekçi sınıflarının kurtuluşu sorunu olarak ele alan bir perspektifle, emperyalizme, diktatörlüğe ve Kürt gericiliğine karşı mücadeleye seferber edilmesine bağlı olacaktır. Sorun, Kürt yoksul köylü proleterlerinin çıkarlarının net olarak tarif edilmesi ve savunulmasıdır. Başkaları bir yana, ulusal hareketin başlıca ana yoğunluğu PKK’nın muğlâk davrandığı önemli konu budur.
Bu bağlamda, Kürt işçi sınıfının, ulusal özgürlük mücadelesinde yeterince yer almamasının nedenleri bir soru olarak, devrimci yurtseverlerin gündemine girmelidir artık. Kürt işçisine, kendi sınıf çıkar ve taleplerinden arındırılmış bir yaklaşım sergilenirse, ya da hatta böyle bir yönelim kaygısı bile duyulmazsa, mülksüzlerin sesinin mülk sahiplerinin sesi içinde erimesi doğaldır.
Kürt işçi sınıfı, Kürt coğrafyasının politik sıcaklığında, sınıf bilinciyle donanımlı olarak ulusal hareket için de öncü yerini alırsa, bu, Türkiye işçi sınıfı içinde önemli bir itilim nedeni olur. Vurguladığımız politik sıcaklık, Kürt işçi sınıfının duyarlılığının sınıf eylemine dönüşmesine elverişli bir zemin oluşturuyor. Sınıf bilinciyle donatılmış bir işçi kıvılcımının, bütün Kürt işçisine yayılıp yangına dönüşmesi için koşullar, Türk işçisine oranla daha uygundur. Bu önemli bir olanaktır. Kürt Marksistleri ve devrimci yurtseverlerin önümüzde böylesine önemli bir olanağı değerlendirme görevleri olmalıdır.

REFOMCULUKTA DİBEVURUM
Kürt mülk sahiplerinin olası tutumu ne olacak sorusu, yukarda belirttiğimiz HEP bildirisiyle cevap bulmaya başlıyor.
Marksistlerin, kurulduğu andan itibaren “terör hükümeti” diye tanımladıkları koalisyon hükümetinin “toplumsal mutabakat” taktik çağrılarına, büyük bir heyecanla sarılan Kürt reformist ve revizyonistleri ve Kürt burjuva aydınları, bugün “topyekûn savaş” karşısında çok geri zeminlere savrulmuşlardır. Zaman zaman savunulan “federasyon” “referandum” vb. gibi sistem içi “çözümlerden (ki bu öneriler PKK tarafından da sık sık işleniyordu) “kirli savaşa son”, “barış”, “şiddet çözüm değildir”, “hem PKK hem devlet terörüne karşıyız”, “şirket yıkmak değil, ortağı olmak istiyoruz” vb. argümanlarla ifadelendirilecek politikalara sarılınacak. Her ne kadar birilerince, “Ahmet Türk feodaldir ancak insanlığın bugün yeniden yükseldiği Bölge’nin ve bunun mücadelesinin onurlu öncülüğünü yapan Kürt halkının evladıdır” (Toplumsal Kurtuluş s. 58) denilse de bunlar yaşanacak diyoruz, şaşırtıcı olmamalıdır.
Bu kesimlerin bütün politikaları, sistemin kendi içinden de gündemleştirilebileceği ve hatta zaman zaman, belli ağızlarda dile getirebildiği “çözümler çerçevesini aşamıyordu, aşamazdı da. Demirel’in “Kürt realitesi”, Özal’ın “federasyon” söylemleri ekseninde, aynı öneriler sahiplenilebiliniyordu. Ama artık, “topyekûn mücadele”nin, tüm birimleriyle devletin tek politik üslubu olduğu günümüzde, örneğin “federasyon” söyleminin telaffuz edilemeyeceği, olsa olsa yukarıda belirttiğimiz zemine kayabilecekleri açıktır. (Mücadele sertleştikçe, Kürt reformistleri daha geri zeminlerde, daha “cesur” politikalar izleyeceklerdir.)
Evet, diktatörlük “topyekun savaş” askeri-politik konsepti ile, reformcu-revizyonist ulusal hareket bileşenlerini “kirli savaşın son bulması” eksenli politik çalışmaya geriletmiştir. Bu gelişme, diktatörlük açısından “reform” kanallarını en geriden açmak, bir başka deyişle, düşünülebilecek “reform” rezervlerine “en asgari” ile içeriklendirip, çoğaltabilmek fırsatları da yaratıyor. “Kültürel özerklik”, ya da “federasyon” gibi tartışmalarla sahnelenen reformculuk, “akan kanın durması” gibi, özgürlük mücadelesinin tasfiyesi anlamına da gelebilecek önerilerle içeriklendirilebiliniyor. “Savaşın durması” bir reform sayılabiliyor. Reformculuktaki bu dibe vurma, burjuvazinin ve diktatörlüğün manevra alanını genişletici bir işlev de taşıyor.
Burjuva cephesinde, “zafer” kazanılmış havasıyla oluşturulan ortamın reformlarla çeşnilendirilmesi gerektiğini ve böylece “radikalizmin” temellerinin yok edileceğini işleyen çevreler oldu. Özellikle Sabah gazetesindeki belli kalemlerce dile getirilen bu düşüncelere rağmen, diktatörlüğün asıl eğilimi “şiddet ve asker” yoluyla, daha dibe vurmuş bir Kürt reformcu burjuva muhalefeti oluşturmak şeklinde kendisini gösteriyor. “Kürt reformcuları, PKK’nın durumunda bir sarsılma olabileceğini hesap etmekte, bu ‘boşluğa’ atak yapmaktadırlar.”
Bu noktada bir parantez açmak gerekiyor. Belirtmeye çalıştığımız durum, ulusal hareketin dostu izlenimini yaratmaya çalışmış ve devrimci yurtseverlerin enternasyonalist duyarsızlığının da katkısıyla zaman zaman bunu becerebilmiş D.Perinçek ve çevreci için de geçerlidir.
Gizlenmeye çalışılmış burjuva milliyetçi çizgi, artık şu sözlerle ifade edilen bir noktaya dayanmıştır:
“(Türkiye’nin) komşularıyla vazgeçemeyeceği ortak çıkarları vardır. Yeter ki Türkiye, Güney’li bilincini dış politikasının temeline oturtsun ve kendi Kürt sorununu özgürlük temelinde çözebilecek bir demokrasi atağı başlatabilsin. Türkiye, Irak, İran, Suriye ve Kürt örgütleri arasındaki sorunları., barışçı yoldan anlaşma sürecini başlatmak.” (Milliyet, 24 Ekim)
Bölge gericiliklerinden bağımsız, soyut bir anti-emperyalizm örtüsü altında egemen sınıfın açık savunuculuğu yapılıyor. Ama politik telkinlerde(!) bulunularak. Nedir ortak çıkarlar? Bölge gericilikleriyle paylaşılmış Kürt coğrafyası da bölge gericiliklerinin “ortak çıkar”ı değil midir? Ayrıca, demokrasi atağıyla çözülebilecek Kürt sorunu Hem de özgürlük temelinde! Yine Ferit İlsever: “Bugün ayrı devlet kurma talebi, emperyalizme bağımlılığı güçlendiren bir içerik kazanmıştır.” (2000’e Doğru 18 Ekim 1992)
Söylenenlerin, Aydınlıkçı çizginin temelinde yatan üç dünya teorisi ve onun egemen sınıf çıkarlarını içeren “milli bağımsızlık” siyasetenin doğal sonucu olduğunu söylemek gereksiz. Bu politikaların eleştirisi de konumuz dışında. İşaret etmek istediğimiz, ulusal mücadeleye destek verir görünen Perinçek gibi burjuva milliyetçilerinin de, Kürt burjuva reformistlerinin de, egemen burjuva sistemin çeperlerine dokunmayan, onu veri kabul eden bir politik zeminde buluştuklarıdır. Bu anlamda, A.Türk ve D.Perinçek atışmalarının, sınıf perspektifiyle ulusal soruna yaklaşanlar açısından pek bir anlamı yoktur.
Burkay çevresi ise, çoktan beri bu yörüngeye girmişlerdi. Örneğin, koalisyon hükümetinden beklentilerini ifade ederken: “…bugünkü terör ortamının son bulmasını…” isteyerek “Partimiz Kürt sorununun terörize edilmesine her zaman karşı oldu” (Deng, Ocak 1992) diyordu.
Bu koşullarda özellikle PKK’nin tutumu önemli olacaktır. Platformunu ve hedeflerini net olarak ortaya koymadıkça, Kürt ulusal mücadelesinde devrimci ve reformcu eğilimlerin ayrışmasında muğlâklıklar yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Ulusal sorun, siyasal, sosyal-sınıfsal bir anlama sahiptir. Kürt ulusal sorunu, bir burjuva sorunu olmaktan çok, işçi ve köylülerin sorunudur. Genelde ulusal kurtuluş, özelde Kürt ulusal kurtuluşu artık işçi ve köylülerin ulusal zulümden kurtuluşudur. Ve bunun için, Kürt işçi ve köylülerinin, “yurtsever Kürt işadamlarına”, “Yurtsever toprak ağalarına”, “Yurtsever aşiret reislerine” tabi olmaları, onların çıkarlarına dokunmamaları gerekmiyor. Ulusal baskının, sınıf farklılığını ortadan kaldırıp kaldırmadığını çok daha belirgin olarak izleyebileceğimiz bir döneme giriyoruz. Devrimci çizgide ısrar etmek isteyen Kürt hareketleri, politik literatürlerinde, -eskiden olduğu gibi- “Kürt işçisi”, “Kürt köylüsü” sözcüklerini daha çok kullanmak zorunda kalacaklardır.
“Karşılıklı şiddetin çözümsüzlüğü”, “barışçıl siyasi çözüm”, Ortadoğu’daki Kürt sorununun çözümü olarak sunulan kukla “federe devlet” modelli emperyalist politik eksenin Türkiye Kürdistanı’na yansımış bir gölgesi de oluyor bir anlamda.

KÜRT HAREKETİNE EMPERYALİST MODEL
Körfez savaşından bu yana, kukla “federe devletle daha da geliştirilen süreç, artık çözülmeden Ortadoğu’da istikrarın mümkün olamayacağı görülen Kürt sorununun emperyalist kontrollü bir model eksenine bağlanabilmesini amaçlıyor.
Önce, feodal-burjuvaların geleneksel uzlaşmacılık tutumundan yola çıkılıyordu. Gelişmeler, feodal-burjuva sınıfsal temel itibariyle, uzlaşmacılığın kolayca işbirlikçiliğine evrildiğini gösterdi. Körfez savaşı ve sonrası, başta ABD olmak üzere tüm bir emperyalist dünyayla işbirlikçilik, Türk egemenleriyle de geliştirilemezlik edilemezdi. İşte Çekiç Güç’ün, bölgeye TC aracılığıyla yerleştirilmesi ve Saddam saldırılarının “sigortası” işleviyle donatılması, feodal-burjuvaların, TC ile işbirliği sürecini hızlandırıcı ve pekiştiriri bir etken oldu. Yaratılan durum, aynı zamanda, emperyalizmin Ortadoğu planının Kürt ayağına ilişkin bir parçasıydı. Feodal burjuva önderlikler artık, emperyalistlerin ve Türk egemenlerinin emir komuta zincirinin bir halkasıydı. Kürt hareketine çatı, bu temel üzerinden kuruluyordu. Emperyalizm “çözersek biz çözeriz” diyerek, çözüm yolunu, hem kukla devletin kendisi, hem de, onun temelindeki işbirlikçilik anlayışı olarak göstermeye çalışıyor.
Bunda başarılı olunabiliyor mu?
Bölgede, irili-ufaklı, etkinliklerinden çok, bir politik tutum olarak göz önünde bulundurulabilecek diğer Kürt hareketlerinin -PKK dışında- tanımladığımız Talabani-Barzani eksenli modele büyük bir iştahla sarıldıklarını görmek, bu konuda bir hayli mesafe kat edildiğini gösteriyor. Özellikle Talabani, diğer Kürt gruplarına kucak açıyor, onlardan ilgisini esirgemiyor.
“Federe Devlet” esasında, özellikle ABD emperyalizminin, Ortadoğu politik dengeler yumağını daha yakından izlemek, denetlemek, özellikle de Kürt hareketini kendi kontrolünde tutmada, orta vadede kullanabileceği bir kart oluyor. Bu anlamda, federe devleti kurdurtmakla emperyalizm, daha da bölünmüş ve bağımlılığı derinleşmiş Ortadoğu statükosunda petrol ve diğer hammadde zenginliğini daha da kolay denetlemek, Kürt ulusal sorununa çözüm merkezi olarak kendini lanse etmek ve gittikçe Türkiye dışındaki parçalara da yayılma eğilimi gösteren devrimci Kürt hareketini, önce frenleyip sonra tasfiye edici veya yumuşatıp evcilleştirici bir kanal açmak fırsatları yaratmıştır.
Emperyalist şemsiye altında bir Kürt hareketi, bölge gericiliklerinin de kolay kolay engelleyemeyecekleri, dahası, duruma göre destekleyebilecekleri bir gelişme olacaktır. Buna bile karşı çıkabilecek gericiliklerin ise, sadece süreci yavaşlatabilmeye çalışabilecekleri, etki ve yetkilerinin ancak bu kadarla sınırlı olacağı açıktır.
“Federe devlet”in kaderi, emperyalizmin yüklediği işlevleri ne ölçüde yerine getirilebileceğine, yani bir tür emperyalist bilânçoya bağlıdır. Ne tür gelişmelere sahne olacağı bire bir bilinemez ama kesin olan bir şey var: “Federe Devlet”in kendini idame ettirebilmesi ile devrimci yurtsever Kürt hareketinin gelişimi ters zeminlere oturuyor. Bu terslik daha devlet ilanına eşlik eden “PKK’ya saldırı” ile kendisini gösteriyordu. Devrimci Kürt hareketine yapılan fiili saldırı, Kürt hareketinde devrimciliği bir bütün olarak tasfiye etmek isteyen tutumlarla devam ettirilecek. Barzani-Talabani çizgisiyle sadece Irak Kürt halkına değil, aynı zamanda Türkiye Kürdistan’ı halkına da işbirlikçi-uzlaşmacı bir muhalefet tarzı ve pratiği dayatılmaktadır.
İlginçtir; bu emperyalist “çözüm”e akış, daha Körfez Savaşı dönemi yaşanan saflaşmalarda da kendini gösteriyordu. Saddam zulmüne karşı, aralarında Türkiye’nin ve diğer bölge gericiliklerinin de bulunduğu emperyalist cephenin içinde yer almasını Kürtlere salık veren Kürt akımları ve Kürt aydınları, Barzani ve Talabanilerle birlikte ilk yolculardı. Ne diyordu Okçuoğlu: “Bunun dışındaki tutumların Kürt politikası olarak değerlendirilmesi mümkün değil.” O dönemde de bu cephe içinde yer almayan tek Kürt örgütü PKK idi.
Emperyalist cephede tanımlanan o günkü “Kürt politikası” bugün de yeniden üretiliyor. O dönem “Kürt Politikası” sayılmayan, emperyalizmle uzlaşmayan devrimci tutum, örnek olarak PKK, bugün de aynı anlayışla “Kürt politikası” sayılmayarak Barzani ve Talabanilerce tasfiye edilmeye çalışılıyor.
Devrimcilik iddiaları olan Kürt hareketleri, gruplar, bu modele angaje olduklarında, -ki Burkaycılardan, Kawa’ya kadar bir çok örnek bu eğilimdedir- Barzani-Talabani işbirlikçilerinin “federe devlet” zemininde, devrimciliklerini bırakmak zorunda kalacaklar veya emperyalizmin açmış olduğu bu yapay alan, kapsayabildiği güçlerin devrimciliklerini (ne varsa) emecektir. Yeni dünya düzeni, Kürt coğrafyasında kendini böyle inşa etmeye çalışacaktır.

EMPERYALİST “MODEU’E SAVRULAN GÖRÜNTÜLER
Sergilemeye çalıştığımız modelin, olası bileşen adayları arasında “Türkiye Kürdistan’ı solu” da önemli bir yer tutuyor. Öyle bir akış, ortak karakteristiklerle yansıyor. Ve bu ortaklıklar, özellikle Körfez savaşından bu yana reel politik olgu ve olaylara tutumlarla şekilleniyor.
“Aynı örgütlenmedi Kürt gruplar arasındaki ayrım noktaları hızla siliniyor. “PKK hariç; bu parçadaki büyüklü-küçüklü politik parti ve gruplar, prensip olarak birlikten yana olduklarını açıkça ortaya koymuş bulunuyorlar” (Azadi, s.26) Doğrudur; Birliğin hangi zeminde sağlandığı ve kukla “federe devlet”in bu birliğin sağlanmasında nasıl hızlandırıcı rol oynadığı da önemlidir.
Mücadele platformunun tüm muğlâklığına karşın bugün ulusal hareketin devrimci eğilimini temsil eden PKK dışta tutulursa, temel, sınıfsallıktan arındırılmış, salt burjuva milliyetçiliği olunca, Barzani-Talabani gibi işbirlikçiler ile de aynı kavşakta karşılaşmamak mümkün olamıyor ne yazık ki! Reel politika katalizör oluyor. “Marksistlik”, “devrimcilik” iddiaları Ortadoğu’nun çeşitli dengelerinin kesişip yumaklaştığı Kürdistan politik arenasında, sınanıyor, asıl kimliklerine akıyor. Sorun, artık bazıları için Marksist-Leninist olmaktan öte devrimciliklerini koruyup koruyamamak sorunudur ne yazık ki! Zaten göze çarpan bir nokta, son dönem, Kürt çevrelerinde, sağlandığı vurgulanan “birlik” (bu anlayış birliğidir tabii ki) ile (PKK dışında) birlikte eskiden “Marksist’tik iddialarıyla yapılan tartışmaları göremiyoruz artık. Doğaldır; buluşulan kavşakta, ortak politik tercihlerin, farklı ideolojik polemiklere konu olması zaten düşünülemezdi. Örneğin, Newroz Ateşi s. 7’de “Reformculuk-devrimcilik” tartışması yapılıyor. Ama kiminle tartışıldığı, Kürdistan özgülünde böyle bir tartışmanın gerekçesi sergilenmiyor. Yel değirmenleriyle tartışılıyor.
Şimdi, yukarda belirttiğimiz olgu ve olaylara ilişkin tutumlarla “oluşan karakteristikleri” ve de konu olan olguları kısaca gözden geçirelim.
* Daha önce de bahsedildi; Körfez Savaşı sırasında emperyalist cephe dışında yer almayı, “Kürt politikası” olarak görmeyen anlayış, PKK dışındaki hemen bütün Kürt çevrelerinin ortak tutumuydu.
* Emperyalist Çekiç Güç karşısında olumlu konumlanış, yine PKK dışında diğer Kürt örgütlerinin ortak özelliğidir. (Bkz. 2000’e Doğru s. 46)
“Çekiç Güç, bugün de Güney Kürdistan halkımız için bir güvencedir.” (K. Burkay agd.)
“Çekiç Güç’e karşı çıkmak Saddam’ın kanlı diktatoryasını örtülü savunmadır” (Hevgirtin-PDK agd.)
Örnekler çoğaltılabilir. Kısaca şunları söylemekle yetindim. Çekiç Güç, emperyalist sistemin bir bütün olarak Kürt ulusal sorununa olan “ilgisinin çok somut simgesidir. Hem bileşimiyle ve hem de konuşlandırıldığı coğrafyayla emperyalizmin “gizli” elinin görünen parmağıdır. Güney Kürdistan’daki kukla hükümetin gelecekteki askeri ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve bu bölgeye çağrılmasıyla bölgeyi daha rahat ve meşru olarak kontrol edebilecek olanaklar yaratıyor ABD’ye.
Çekiç Güç, federe devlet ve son K.Irak operasyonu ile birlikte, emperyalizmin Ortadoğu politikasının önemli unsurlarını oluşturuyorlar. “Kürtleri koruduğu” iddiasıyla bu emperyalist gücü meşru görenlerin, K.Irak operasyonunu kınamaları, emperyalizmin “yeni dünya hegemonyası” planının, burjuva-milliyetçi saflardaki türevi olan politik avanaklık durumudur. Bu avanaklık burjuva milliyetçi kanala angaje olan devrimci çevreler için özellikle geçerlidir.
Emperyalist Batı’nın son operasyon değerlendirmelerini şöyle özetliyor M.Ali Birand: “Türkiye Çekiç Güç’ü, Kürtleri koruyan bir kalkan gibi topraklarında tutmasaydı, Kuzey Irak harekâtınız büyük gürültü koparırdı. Eğer Türkiye, K.Irak’ta yeni harekâtlar yapmayı, PKK’yı oralarda vurmayı ve bir güvenlik bölgesi oluşturmayı istiyorsa Çekiç Güç’ü kollamak zorundadır.” (Sabah 13 Kasım)
Şu kabul edilmelidir artık: Çekiç Güç, Peşmerge TC işbirliğinin önemli bir koşuludur. TC, PKK ile mücadelede, Barzani-Talabani’nin yardımını sağlamak için Çekiç Güç’ün görev süresini, bunlar ise, Çekiç Güç’ün devamı için PKK ile mücadeleyi pazarlık unsuru yapıyorlar. Hatta kamplara yerleştirilen PKK kuvvetlerinin böyle bir pazarlıkta bir koz olarak kullanılabilecekleri de, KDP-MK üyesi Fadıl Metni’nin şu sözlerinden çıkarılabilinir: “Hangi durum ve koşullarda olursa olsun PKK bu anlaşmayı bozarsa, Kürt hükümeti, topraklarında bulunan PKK’lilere rehin muamelesi yapacaktır, rehin tutulacaklardır.” (Gündem 19 Kasım)
Ayrıca Çekiç Güç, Türk ordusuna, Kuzey Irak operasyonlarında önemli teknik olanaklar yaratmıştır. Ve tüm bunlar, tarif edilen tablonun, emperyalizmin fırçasından şekillendiği gerçeğiyle anlam kazanıyor.
Uzatmadan, Çekiç Güç, Kürt ulusal mücadelesinde, devrimcilik ile emperyalizmin “yeni dünya düzeni”nin Kürt ayağına ilişkin politikalarının yansımasını ifade eden uzlaşmacı eğilim arasındaki yol ayrımının kilometre taşıdır.
* Federe devlet ilanı ve sonrası gelişmeler karşısında, ortak tutum ve değerlendirmeler, bu çevrelerin buluştukları bir diğer nokta oluyor.
Kukla devlet ilanı karşısında duyulan heyecan PKK’ye karşı yapılan işbirlikçi baskın karşısında duyulan şaşkınlıkla ve olup biteni kendince açıklama telaşı ile karışık bir hal aldı.
YNK ve KDP’yi işbirlikçi olarak niteleyen devrimci ve Marksistleri eleştirmek için sarf edilen şu sözler Newroz Ateşi’ne ait: “Kürtler başkalarına dayanak olmak için değil de, bağımsız bir tavır gösterdiler mi hemen işbirlikçi oluyorlar.” ( Sayı 5) Federe devletin, hangi süreçlerden geçip geldiğini ve emperyalizmin Kürt planı çerçevesinde yüklendiği işlevleri yeterince sergilemeye çalıştık.
“Bağımsız bir tavır” yani kukla devlet! PKK dışında diğer Kürt çevrelerince de, bu işbirlikçilere, en çok uzak oldukları nitelik yakıştırılıyor. Hem de işbirlikçilerinin onlarca somut örneğinden sadece biri, devrimci yurtseverlere fiili sardın olarak ortadayken.
Barzani: “ABD ve TC’de, bizi bu konuda uyardı. Kuzey Irak’la bizim yaşamamız için PKK’nin yaşamaması gerekiyor.” (Tercüman 6 Ekim) diyor. Yüzlerce demeçten sadece biri. Peki bu sözler, Newroz yazarının: “Federal devlet ilanına varan toplumsal gelişmenin tümüyle emperyalizme dayandığını iddia edip, gelişmeyi reddetmek, akıllıca bir politika olamaz.” (sayı 11) sözlerini tekzip etmiyor mu? “Tümüyle” sözcüğü, eleştirilere karşı sığınılacak bir muğlâklığı ifade ettiğinden özellikle kullanılmıştır. Bunun dışında, Barzani’nin vurguladığı “ABD ve TC’nin uyarısı” mevcut durumu yaratmada bir etken değil midir? Yine, defalarca vurguladığımız emperyalist Çekiç Güç’ün bu süreçteki hayati rolü inkâr edilebilir mi?
Bunu görmeden, PKK’ya yapılan gerici baskını “kınamak”, “kardeş kavgasıdır” diye nitelemek, tarafları “sağduyuya” davet etmek ya da KDP ve YNK’ya “teessüflerini” bildirmek hiç bir anlam ifade etmiyor. Kukla devletin olumlanması, aynı politik zincirin bir halkası olan ve devlet girişiminin tamamlayıcı unsuru olan PKK’ya saldırıyı da olumlamayı gerektiriyor. Sergilenen dar milliyetçi anlayış, tam bir politik aymazlıkla “Kürdü Kürt’le barıştırma” söylemini tutturacağına, şapkasını önüne alıp düşünmeli ya da oportünizmini bir yana bırakarak “gereken yapılmıştır” demelidir.
Ne diyordu Hasan Bildirici:”(Kürt halkını)… soyut bir sınıf mücadelesine çekmeye kalkma… Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük(tür).” Daha önceleri bu söylenenlere genişçe cevap verildi (ÖZGÜRLÜK DÜNYASI Ağustos 92) , Yapmaya çalıştığımız, yaşananlar sonrası alıntıladığımızın nasıl değerlendirilebileceğidir. Barzani-Talabani’lerin TC ile işbirliği içerisinde, emperyalizmin Kürt planı çerçevesinde de anlam bulan, PKK’ye saldırısı, acaba Kürt halkının çıkarına mıydı? “Soyut” olan bu değil midir? Nasıl değerlendireceğiz; bu işbirlikçiliğin, bu gericiliğin, bu yurtsever Kürt devrimciliğine düşmanlığın çok somut, nesnel temeli yok mudur? Ve bu temel, gerici-işbirlikçi önderliklerin burjuva-feodal sınıfsal çıkarları değil midir? Bu sınıf çıkarları “soyut” mudur? Son örnekle de çarpıcı bir şekilde kendisini dışa vuran sınıf farklılıklarını vurgulamak, neden “Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük” olsun? A. Öcalan, çatışmalar sürerken “kardeş kavgası değildir” diyerek Kürt halkına karşı kötülük mü yapıyordu?
Hayır! İşbirlikçi önderlikleri belirleyen, Kürt halkının bağımsız geleceği değil, kendi sınıf çıkarları olmuştur. Kürt feodal burjuvaları için “ulusal pazar”, kendi pazarları demektir. Federe devlet ile sahip olduklarını sandıkları bu pazar ise, ABD’nin ” Yeni Dünya Düzeni”nin Ortadoğu ayağının bir parçası, yani emperyalist sistemin bir eklentisi ol-malan durumunda “olanaklı” olabilmiştir. Şaşırmamak gerekiyor; ortada ne bir kardeş kavgası vardır, ne de ihanet! Olan, belli sınıfsal kimliklerin politik ifadelenmesidir.
Öğretici olmalıdır. Feodal-burjuvaların, bu sınıfsal çıkarlarına sahip çıkma nesnelliği, Kürt işçi ve emekçilerine, olaylara sınıfsal perspektifle yaklaşma öznelliğini kazandırmada bir itilim olarak değerlendirilmelidir.
İşbirlikçilerin PKK’ye saldırısını utangaçça “kınama”larla, “barış” çağrılarıyla ve hatta “PKK’nin sekterliği”yle geçiştirmeye çalışan Kürt çevreleri, Türk ordusunun G. Kürdistan’a girişini, zevahiri kurtarabilecekleri bir fırsat olarak değerlendirdiler ve seslerini yükseltmeye başladılar. “TC yayılmacı politika güdüyor” manşetleriyle, asıl çelişkinin, TC ile “Federal Kürt Devleti” arasında olduğu yolunda ortak bir eğilim oluşturdular.
Newroz: “Gelişmeler doğruluyor ki, başlatılan savaşın asıl hedefi, Federal Kürt Devletiyle olan sınır boyunca tampon bir bölge oluşturmak ve o bölgede sürekli askeri bir koridor yaratmaktır” Devam ediliyor, “…tampon bölge oluşturma hedefi bir diğer yönüyle de federal Kürt devletini tehdit eden, toprak bütünlüğünü ve hükümranlığını hiçe sayan… işlev görecektir” (sayı 5)
Ayrıca, Azadi: “Bu operasyon, en başta Kürt Federe hükümetinin egemenlik haklarının ihlali (idi)” (sayı 26)
Ve şunlar: “Güney Kürdistan hükümetinin her başarısı, TC’yi çileden çıkarmaktadır” (Newroz Ateşi, sayı 7)
Asıl çelişkiyi, TC ile “federe devlet” arasında göstermeye çalışmak ve. bu anlayışı kabullendirmek için söyleniyor bütün bunlar.
Sanki bu operasyon, öncelindeki bir dizi politik ilişkiler örgüsünün bir sonucu değilmiş gibi. Yine, sanki CIA-Pentagon-MİT-Genel Kurmay kapılarında kapılanarak yapılan politikanın, kurulan “diplomatik ilişkilerin, ve nihayet yurtsever devrimcilere yapılan saldırının, TC’nin “yayılmacı politika” gütmesinde zemin hazırlama etkisi yokmuş gibi. Belkemiksizlik böyle oluyor! Dahası var, bir de bu operasyon “en başta” kukla hükümetin egemenlik haklarını ihlal ediyormuş! Yani, bütün özlem ve umutlarını, özgürlük mücadelesine bağlamış, PKK gerillalarının dökülen kanı, stratejik alanlardan sökülmeleri önemli değil de, Barzan ağasının egemenlik hakkı ihlal ediliyormuş! Hangi egemenlik hakkı? Defalarca belirttiğimiz emperyalizmin ve Çekiç Güç’ün egemenlik alanı içindeki “egemenlik hakkı” mı?! Bunlar denile dursun, Türk Genel Kurmayı ile işbirlikçi feodal burjuvalar arasında sınırın ortak savunulması projeleri kotarılmaya çalışılıyor. (Eşref Bitlis-Talabani, Barzani görüşmesi)
Newroz Ateşi’nde (S. 7) başyazı, son gelişmeleri ele alıyor. “Newroz devrimi”nin (tabir N. Ateşi’ne ait) başlangıcında, Kawacıların “Yıldırım Hareketi” adlı öncelinin askeri kolu olan “Rebaz”ın belirleyici(!) rol oynadığından, PKK’nin ambargosu ve genelde PKK’nin sorumsuzluğuyla gerekçelendirilmeye çalışılan son çatışmalara kadar, bir sürü “ayrıntı”!
İlginç olan, bu ayrıntılarla değerlendirilen “KUKM” süreci içerisinde, Çekiç Güç, YNK-KDP ile MİT-CIA-Pentagon trafiği değinilecek değerde bulunmuyor.
ABD emperyalizminin Kürt sorununa duyarsızlığı, Kürt planının olmadığı düşünülebilir mi? Ama, ne bahsettiğimiz yazıda, ne de bu eğilimdeki diğer Kürt çevrelerinin yayınlarında böyle şeyler bulmak mümkün olamıyor. “PKK kamyon yakmış da, bu, Güneyli Kürt örgütlerini TC’ye yaklaştırmış!” Bitti mi?! Açıklayabildiniz mi?!
Şimdi soruyoruz: Nerede emperyalizm?! Bir zamanlar vurgularınızda “anti-emperyalizm” eksik olmazdı. Nerede bıraktınız? Başkalarını “hariçten gazel okumak”la suçlayanlar, siz içindesiniz ya her şeyi(!), bilirsiniz; nedir emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni”nde Kürt sorununun yeri? Ve yine, özellikle ABD emperyalizminin Körfez Krizi’nden beri işlediği “çözüm”ün bileşenleri nelerdir? Yoksa emperyalist sistemin Kürdistan sorununa ilgisi kalmadı mı? Oportünizmi bırakın, “uluslararası destek”, “uluslararası yardım” tanımlamalarıyla, üstünü örtemezsiniz emperyalist ilginin.
Bir sübjektivizm yaşanıyor. Olgular çok açık ortadayken, feodal burjuvaların yüzlerce demeci ve son fiili saldırı bu kadar açık ve gerçekken, bu zorlama yorumlar neyi anlatıyor?
Bunlar, “bağımsızlık istemiyoruz”, “ABD ve TC ile hayati çıkarlarımız var”, “Çekiç Güç hayatidir”, “PKK zarar veriyor”, “Sınırda ortak güvenlik” vb. yüzlerce demeçle ortadayken, bizim “Kürt Marksistlerimiz”, bu söylenenleri tersten okumak zorunluluğu duyuyorlar. Bu, zorunlu bir sübjektivizm oluyor, tercih ediliyor; zira kendi varolma koşullarını buralarda aramak ihtiyacını duyuyorlar. Yaslanacak yer arıyorlar; ceset buluyorlar. Emperyalizmin ayakta tuttuğu cesede yaslanmakta bir sakınca görmüyorlar. “Marksistliklerini”, bu dönem, böyle ifade ediyorlar.
Biz, Nisan 1992’de bir kez daha vurgulamış bulunduğumuz bir saptamayı, yaşananların ışığında daha kuvvetlice yineliyoruz:
“Bugün, emperyalist propagandanın aksine dünyanın neresinde olursa olsun, burjuva ve gericiliğin kaynağında durduğu ve sorumlu olduğu eşitsiz ve zulme dayalı ilişkilerin tümü emperyalizme dayalıdır. Kapitalist kölelik sistemi tarafından üretilmekte ve sürdürülmektedir. Emperyalistlere ve ABD’ye dayanmaya ve onunla ilişkiler içinde ‘ulusal kurtuluş mücadelesi’ vermeye çalışan Barzani ve Talabani’nin başında bulunduğu hareketlerin durumu, emperyalistlerle ilişkilerin bedelini ortaya koyuyor. Emperyalistlerle kurulan bu tür ilişkilerin, emperyalizme teslimiyete ve emperyalizm işbirlikçiliğine götürdüğünün çokça örneğini vermek mümkündür.”
Bu, Marksistlerce hep söylenegeldi ve yaşam bu politik öngörüyü sürekli doğrulayan olgulara sahne olmuyor mu?
Aralık 1992

Demokratik burjuva milliyetçiliği, Devrimin sorunlarına yaklaşımda sorumsuzluk

Bilimsel sosyalist teorinin en fazla tahrifata ve küçük-burjuvaca çarpıtmaya tabi tutulduğu dönemler, işçi hareketinin ve sosyalist hareketin nispeten güçsüz, ya da örgütsel zaaflar içinde olduğu, Marksizm’in her türlü revizyonunun prim yaptığı dönemlerdir. Bundan, devrimci Marksizm’in işçi sınıfı saflarında etkin olduğu, proletaryanın ileri unsurlarını sardığı dönemlerde Marksizm dışı akımların olmayacağı, ya da belli bir etkinliğe sahip olamayacağı sonucu çıkmaz. Diyalektik felsefi materyalizm ve devrimci Marksizm, kapitalist toplumun bağrında boy veren ve proletaryanın mücadelesinde maddi güce dönüşen düşünce akımlarıdır. Kuşkusuz kapitalizm, proletarya ve burjuvazi gibi iki temel toplumsal sınıf dışında ara güçleri ve geniş küçük-burjuva yığınları da içeren bir toplumsal sistemdir. Ve proletaryanın devrimci sınıf ideolojisine karşı, doğrudan burjuva ideolojisinin yanı sıra, esasta kaynağını bu ideolojiden alan, onun çeşitli türevleri olan, kimi zaman Marksizm’den “ödünç” alınan düşünce kırıntılarıyla süslenen ara akımlar da mücadele arenasında yer alırlar.
Söz konusu bu ara akımlar, dayandıkları toplumsal gücün, küçük-burjuva sosyal temelin kaygan zemininden kaynaklanan tüm özellikleri de üzerlerinde taşırlar. Ezilen ve sömürülen yığınların toplumsal muhalefetinin düzeyine göre; bu küçük-burjuva ara akımların saflarında coşku, ataklık, fedakârlık ile yılgınlık, panik ve dönüş gibi özellikler bir arada, bazen birinciler, bazen ikinciler ağırlıkta olmak üzere var olurlar. Sosyalist hareketin ve işçi sınıfı mücadelesinin güçlü dönemlerinde küçük-burjuva siyasal güçlerin yüzünü Marksizm’e dönme, Marksizm’den etkilenme, sosyalizme inanç eğilimi -uzlaşmacı, reformist ve oportünist görüşlerle birlikte- daha güçlü olmakla birlikte, bu durum, sınıf mücadelesinin seyrine bağlı olarak hızla değişme özelliği de taşır. Doğa ve toplum olaylarını ve sınıf mücadelesinin sorunlarını diyalektik ve tarihsel materyalist felsefe ışığında değerlendirme ve kavrama yeteneği gösteremeyen ve Marksizm’i felsefi idealizm bulamacıyla karıştıran bazıları, sınıf hareketinin ve sosyalist hareketin güç kaybettiği dönemlerde hızlanan bir ivmeyle burjuva zemine kayar, burjuva propagandanın kullandığı anti-Marksist argümanlara sarılırlar. Sınıf mücadelesi yerine sınıf uzlaşmacılığını teorize eden oportünist platformlar oluşturmak artık daha kolaydır.
Bu söylenenleri son yılların deneyiyle ve Kürdistan’da gelişen ulusal kurtuluş mücadelesine yansıyan tutumlarla da doğrulayabilecek durumdayız. Uluslararası alanda ve ülkemizde, uluslararası kapitalizmin ve dünya gericiliğinin birleşik ve çok boyutlu saldırısı sonucu sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde tasfiyesiyle girilen, uluslararası işçi ve sosyalist hareketin geçici gerileme sürecinde, daha çok küçük-burjuva devrim anlayışına sahip kesimlerde -kuşkusuz işçi partileri saflarında da- sosyalizme ve Marksist devrim düşüncesine kuşkuyla yaklaşma, inançsızlık ve kaynağını kapitalist özel mülkiyet sisteminden alan bireycilik, çıkarcılık ve düzene bağlanmayla doğrudan ilişkili olarak reformist muhalefet eğilimleri güç kazandı. Bu maddi durum, kendisine uygun düşünce biçimlerini de şekillendirdi. İşçi sınıfının devrimci özelliği ve tarihsel rolüne, sınıfın devrimci gücüne ve devrime inançsızlıkla birlikte felsefi idealizme doğru bir akış izlendi. Devrimcilik, sömürüye dayalı bir toplumsal sistem yerine sömürünün olmadığı bir toplumsal sistemin geçirilmesi amacıyla burjuvazi ve gericiliğe karşı başvurulan işçi ve halk eylemi anlamında değil; düzen sınırları içindeki kimi iyileştirmeler için başvurulan reformist karşı-duruş olarak değerlendirilmeye-gösterilmeye başlandı. Burjuvazinin doğrudan saldırılarının yanı sıra, Marksizm ve Marksist devrim düşüncesi, işçi aristokrasisi ve küçük-burjuvazinin “devrimci”  temsilcilerinin, reformist ve revizyonist çevrelerin saldırılarına da hedef oldu. Gerek burjuvazinin çeşitli politik güçleri tarafından doğrudan, gerekse burjuvazinin “etki alanı”nda bulunan “devrimci” kesimler tarafından yürütülen ideolojik-politik saldırı dalgası; uyanış içindeki gençlerin ve mücadeleye yönelen işçi kuşağının burjuva ideolojik-siyasal etkiden kurtulması mücadelesini zaafa uğratıcı bir rol oynuyor.
Bu ikinciler, yani kendilerine devrimci, “solcu”, “Marksist” ulusal kurtuluşçu diyenler, “Dünyanın yeni durumumdan, “reel sosyalizmin çöküşü”nden, “geçmişin muhasebesi”nden söz ederek Marksizm’in ve sosyalist inşa pratiğinin “eleştirisi”ne giriştiler. Sonuçta ise, burjuvazinin ve onun teorisyenlerinin on yıllardır sürdürdüğü demagojik yaygarayı benimseme durağına vardılar. Onlara göre artık Marksizm toplumsal olgu ve olayları açıklamada ve sınıf mücadelesinin sorunlarını çözmede yetersiz kalıyordu. Marksizm aşılmalıydı!
Uluslararası işçi hareketi ve sosyalist hareketin, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin tasfiyesiyle aldığı yenilgiyle güçlenen anti-Marksist, anti-sosyalist kampanyada yer alan gruplardan biri de PKK’dır. PKK, diğer reformist ve revizyonist örgütlerle benzer ideolojik platform üzerinde bulunmasına rağmen, onun eylemci pratiği, bu burjuva ideolojik platformun görülmesini perdelemekte ve bu zeminin eleştirisi eğilimine fren olabilmektedir.
Oysa PKK bir yandan “proletarya ve burjuvazinin iki düşman kamp olarak ayrıldıkları kapitalist toplumda, ikisinin arasında bulunan, ara sosyal tabakaların “iki kamp” arasındaki tutarsız ‘gelgit’ tutumunu göstermekte, öte yandan ve Kürt toplumu açısından daha ağırlıklı olarak sömürücülere dokunmama ve onlarla birleşme, uzlaşma, anlaşma eğilimi göstermekte, bunun sonucu olarak ulusal kurtuluş sorununa da burjuva-milliyetçi platformdan yaklaşmaktadır.
Bu yazıda genelde ara sosyal tabakaların konumunu değil, daha çok, ulusal kurtuluş sorununda devrimci ve reformcu anlayışlarla ilişkisi kapsamında PKK’nın izlediği çizgi ve taktikleri’yle birlikte başvurduğu bazı çarpıtmaları ele almaya çalışacağız.
Bu “Marksist” çevrelerin ve “Marksist” teoris-yenlerin tüm düşünceleri, toplumsal çelişkilerin çözümüne ilişkin önermeleri, burjuva reformcu ideolojik platformu aşmıyor. Onlar, Marksizmin ve sosyalizm pratiğinin ulusal-sınıfsal sorunları “çözmediği”, “çözemediği” iddiasında bulunurlarken, sınıf mücadelesi yerine “sınıflar arası uyum ve uzlaşmayı”, ücretli kölelik düzenini tasfiye yerine onun sınırları içinde kalan reformcu “çözümleri” öne çıkarıyor, öneriyorlar, Oportünizmin bu türünün belli bir etki gücü göstermesi de onları cesaretlendiriyor.

TEORİNİN DEJENERASYONU, BULANIKLAŞTIRMA VE DEVRİMİN TEMEL SORUNLARINA YAKLAŞIMDA PKK
Oportünizmin uluslararası alandaki girişimlerini, saldırı ve çarpıtmalarını bir yana bırakalım. “Bizimkiler”in devrimci teoriyi sulandırma-yozlaştırma çabalan oldukça yoğun. Devrim ve iktidar sorunlarının kapitalist toplumsal sistemden, burjuva iktidarından ve burjuvaziyle-proletarya arasındaki sınıf mücadelesi pratiğinden koparılarak ele alındığı, çok uluslu ülke gerçeğinden hareketle, hemen her sorunun Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine tabi kılınmaya çalışıldığı, proletaryanın mücadele hedeflerinin bulanıklaştırıldığı, mücadele ve örgütlenme sorunlarının küçümsendiği, mücadele deyince, Kürt özgürlük hareketinden başka bir şeyin görülmek istenmediği, sorunların Marksistlik iddiasıyla küçük-burjuva devrimciliğinin görüş açısından değerlendirildiği koşullarda bulunuyoruz. Her biri kendilerine Marksist, sosyalist, komünist adı vermekten de geri durmayan bu kesimlerin, örneğin, proletarya devrimi ve sosyalizmi hedefleyen bir mücadele platformları olmamasına rağmen, bu amaca hizmet eden bir örgütlenmeleri bulunmamasına rağmen, kendilerini böyle adlandırmaları emekçi yığınları, genç kuşakları aldatan bir yanılsamadır.
Marksist teoriye asgari ilgi duyan herkesin kolaylıkla bilebileceği gibi; Marksist olmak için, her şeyden önce, kapitalist özel mülkiyet sisteminin ve burjuva egemenliğinin tasfiyesi ve proletaryanın devrimci iktidarının kurulması yoluyla sosyalizm ve sınıfsız toplumun inşasının hedeflenmesi, buna uygun teorik-taktik platforma ve bu amaca hizmet eden, amaca ulaşmanın aracı olan bir devrim örgütü (partisi)ne sahip olunması gerekir. Proletarya devrimcisini, küçük-burjuva devrimciden ayıran, onu, ulusal kurtuluşçu bir burjuva demokratından ayıran başlıca koşul budur. Bu koşulun, tüm temel sorunların çözümünü mevcut sömürü düzeni dışında, sömürü sisteminin aşılmasında görmek gerektiğini içerdiği açıktır. Dahası Marksist devrimcilik, şiddete başvurup vurmamadan da önce, düzen içi kalıp kalmamakla, kendi dışındaki düşünce akımları ve politik güçlerle arasına sınır çeker, onlardan ayrılır. Küçük-burjuva devrimciliği ve ulusal kurtuluşçuluk, devrimci şiddete başvurmasına rağmen, burjuva ideolojik platformu aşamadığı için reformcu konumda kalmaktadır. Küçük burjuva devrimcileri ve kendilerine “sosyalist” de diyen ulusal kurtuluşçular (bizde PKK) şiddete başvurmuş olmayı tüm anti-proleter, anti-Marksist tutum ve düşüncelerinin örtüsü olarak kullanmaktadırlar. Bunların, devrimin tüm temel sorunlarında, düzen içi iyileştirmeleri aşmayan önermelerde bulundukları, burjuva sınıf iktidarını ve burjuva egemenliğini yıkma sorununu gündemlerine almadıkları, iktidar, ayaklanma, halk iradesi, parlamento vb. konularda Menşevik-oportünist platformda bulundukları bilinmektedir.
Devrimin sorunları ve Marksizm’in teorik çözümlemeleri konusunda sorumsuz davranmayı, her konuda istediği gibi konuşmayı kendisine bir “hak” olarak tanıyan, Kürt halkının faşist diktatörlüğe ve ulusal zulme karşı mücadelesi içinde tuttuğu yer nedeniyle böyle bir hakka sahip olduğunu düşünen başlıca örgüt PKK’dır. PKK’nın proletarya ve Marksizm karşısındaki bu sorumsuz tutumu, kendi dışında da, küçük-burjuva devrimci konumda bulunanlardan güç almakta, mücadele içinde yer almayan, “devrimci” gevezeliği marifet sayan, reformist, uzlaşmacı, düzene bağlanmış geniş bir küçük-burjuva ve sözde aydın çevre tarafından desteklenmektedir. Diktatörlüğün ve faşist gericiliğin azgın saldırılarından nefret etmesine, ona karşı mücadele potansiyeline sahip olmasına rağmen, Kürt işçisinin PKK’ya destek vermemesinin nedenlerinden birinin de, sınıf içgüdüsüyle küçük-burjuva ve burjuva ulusalcı mücadele anlayışını onaylamaması olduğu unutulmamalıdır. PKK, gerek bu çevrelerin faaliyetsizlik kaynaklı belli bir boyun eğişini de içeren desteğinden ve gerekse kendisinin, uluslararası ve bölgesel gelişmelerden de etkilenerek güç kazanan ulusal dalgadan aldığı güçle, Marksist teori ve devrimin sorunları karşısında sorumsuzca davranmakta, onları hafifsemekte, içeriğini daraltarak burjuvazi için kabul edilebilir duruma düşürebilmektedir. PKK, devrimi, devrim için ayaklanmayı, devrimin öngünü olarak ikili iktidar durumunu, ayaklanma ve iktidar olmakla bağlantılı olan halk iktidarı organlarını ele alışta sorumsuz bir tutum içindedir.
Küçük-burjuva devrimciliğinin başlıca özelliklerinden biri; “herhangi bir siyasal eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gerekliliğini” anlamamasıdır. PKK, Kürdistan’da emekçi mücadelesinin olanaklarından ve Kürt halk kitlelerinin mücadele potansiyelinden yararlanmakla birlikte, burjuva ulusalcı platformu ve küçük-burjuva devrim anlayışını aşmış değildir. Bu, en azından onun “ayaklanma” ve “iktidar” sorunlarına verdiği cevapla açığa çıkmıştır. PKK, Türkiye gericiliğinin Kürdistan’daki vahşi saldırılarına, zulüm, işkence ve insansızlaştırma politikasına karşı Kürt halk kitlelerinin yükselttiği mücadelenin düzeyini, aşırı bir abartıyla “ayaklanma”ya eşdeğer tutarak, buna uygun taktiklere başvurdu. O bunu yaparken ne güçler ilişkisini, ne de emekçi yığınların bilinç ve örgütlülük düzeyini dikkate aldı. Bu tutum bir “hesap yanlışlığı”ndan çok, küçük-burjuva devrim anlayışının ürünüydü ve anlık bir tutum da değildi.
PKK, Kürdistan’da bazı bölgelerde (örneğin Botan) “ikili iktidar durumu” olduğunu da iddia ediyor. Bu tespitin aşırı sübjektif olduğu ve iktidar gibi temel bir sorunda bilinç bulanıklığı ve çarpıtmayı içerdiği, açıktır. PKK’nın “iktidar boşluğu” olarak değerlendirdiği durum, daha çok insansızlaştırılan kırsal kesimde kendisinin kurduğu kısmi egemenliktir. Bunun işçi-köylü ya da köylü “iktidar organları”na denk düşmediği ve örneğin kendiliğinden halk hareketinin ürünü olarak doğup gelişen Sovyetlerle ilgisi bulunmadığı açıktır. “İkili iktidarın devrimci literatürde ve devrimler tarihindeki anlamı, bir yanda burjuvazinin egemenliği, öte yanda halkın iktidar organları olarak Sovyetler, vb.nin oluşturduğu geçici ve değişken bir “denge durumu”dur. Burjuva iktidarı sallanmakta, devrimin iktidar organları, doğrudan halk örgütleri olarak boşluğu doldurmakta, yönetim işlerini üstlenmektedir. Kürdistan’da böylesi bir durumun olduğunu söylemek, ayaklanma ve ikili iktidar gibi, devrim durumuyla, devrim anıyla halkın etkin eylemi ve ayağa katkısıyla bağlantılı durumların anlamını yozlaştırmak ve mevcut durumu abartarak sübjektivizme düşmektir.
Kürdistan’da uygulanan devlet politikası ve azgın ulusal zulüm, emekçi halk yığınlarının devlete karşı kin ve öfkesini bilemiş ve burjuva-faşist devlet ve burjuva partilerinden kopuş sürecine girmesine yol açmıştır. Kürt köylüsü ve kent küçük-burjuvazisi artan oranda mücadeleye yönelmiş, yer yer devletin silahlı güçleriyle çatışmalar yaşanmış ve yığınsal protestolara yönelmiştir. Ancak bu durum alçalan ve yükselen bir seyir izlemektedir ve henüz ayaklanma durumundan uzaktır. Geniş köylü kitleleri ve şehir emekçilerinin ayaklanmayı hazırlama, yönetme ve iktidar organları söz konusu değildir. “Ben dedim, doğrudur” ve “Ben yaptım, oldu” mantığıyla hareket edilmediği sürece aksini iddia etmek mümkün değildir. Ayaklanma gibi, ikili iktidar tespiti de abartılı bir değerlendirmedir ve bu kavramların devrimci anlamıyla oynamamak gerekir. Kavramlarla oynamak, onların içeriğini daraltmak, yozlaştırmak, devrimin sorunlarını hafife almaktır.
Doğal olarak, Marksist olma iddiasında bulunan bir siyasal hareketten, Marksist teoriyi savunması, tüm toplumsal sorunları proletarya devrimine bağlı olarak ele alması, işçi sınıfı ve emekçi yığınların çıkarlarını esas alan bir teorik ve taktik platforma sahip olması beklenir. Sorun böyle konulduğunda -ki tek doğru yaklaşım budur- PKK’nın proletarya devrimcisi ya da sosyalist bir zeminde olmadığı hemen görülür. Ama PKK liderleri, pek sıkça olmasa da kendilerini sosyalist olarak adlandırmaktan geri durmuyorlar. Kuşkusuz bu tutum başka şeylerin yanı sıra; devrim ve sosyalizm için mücadele amacıyla ulusal kurtuluş saflarına katılmış çok sayıda insanı saflarda tutma çabasıyla da ilişkilidir. Ne var ki, PKK’nın proletarya iktidarı ve proletaryanın örgütlenmesi diye bir sorunu olmadığı görülüyor. Bırakalım proletarya devrimciliğini, PKK’nın dayandığı ağırlıklı sosyal taban olan yoksul köylülük başta olmak üzere devrimci küçük-burjuvazinin temel taleplerini formüle eden, örneğin bir toprak devrimi programı da yoktur. Sorunları sınıf bakış açısıyla ele almayan, Kürt toplumunda sınıf çelişkilerinden söz edilmesini ve ulusal kurtuluş sorununun proletarya ve köylülüğün sınıf çıkarları açısından ele alınmasını ulusal harekete karşı bir girişim sayan bir anlayışın, proleter devrimcilikle, sosyalizmle, Marksist olmakla bir ilişkisinin olamayacağı açık değil midir?
PKK, ulusların kaderlerini tayin hakkını da reformcu bir yoruma tabi tutmaktadır. Ulusal kurtuluşu, mevcut burjuva iktidarı, emperyalizm ve kapitalist sömürü sistemiyle ilişkisi kapsamında ve bunların aşılması perspektifiyle ele alma yerine, mevcut devlet ve düzen sınırları aşılmaksızın, devletin bazı kurumlarında Kürtlerden yana iyileştirmeler, örneğin dil ve kültür alanında serbestlik, Kürt varlığının tanınması vb. derekesine düşürmektedir. PKK tarafından önerilen “referandum”, “federasyon”, “siyasal çözüm” vb.nin içeriği bu kapsamdadır ve bütün bunlar düzen içi “çözümler”e denk düşmektedir. Kendi dışındaki herkesi “sosyal şovenlikle, “ilkel milliyetçilikle, “ulusal hainlikle damgalayan PKK’nın, ulusal özgürlük ve ulusların kaderlerini tayin hakkı sorununu bir devrim sorunu olarak ele almadığının daha başka kanıtları da gösterilebilinir. Başka şeyler bir yana onun “Kürt-Türk ortak hükümeti”, “federe meclis” önerileri bu iddiamızı kanıtlar niteliktedir.

PKK, POLİTİK ÇİZGİSİ VE SİYASAL TAKTİKLERİYLE TİPİK BİR “DEMOKRATİK-BURJUVA HAREKETİ”DİR
Lenin; “Hiç şüphe yok ki” diyordu, “her ulusal hareket ancak bir demokratik burjuva hareketi olabilir. Çünkü geri kalmış ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğu burjuva-kapitalist ilişkileri temsil eden köylülerdir.”
PKK, yalnızca dayandığı sosyal taban açısından değil, ulusal sorunun çözümüne ilişkin önerileriyle de burjuva-demokratik platformda bulunmaktadır. PKK, Kürdistan’da sınıf mücadelesi olgusunu reddetmekte, toplumsal gelişme düzeyini görmezden gelmekte, ulusun tüm güçlerinin temsili düşüncesini savunmakta, “ulusal hareketin bölünmemesi” adına, proletaryanın mücadele ve örgütlenme sorunlarına sırt çevirmektedir. Proletarya diktatörlüğü teorisini benimsemeyen, bunun için mücadele etmeyen, işçi sınıfının sorunlarıyla boğuşmayan bir siyasal akım ya da örgütün, sosyalizm lafzına sahip olsa bile sosyalist olamayacağı açıktır ve biz PKK’yı bu platformda eleştirmenin pek de bir şey değiştirmeyeceğini biliyoruz. Ancak o ulusal kurtuluş sorununda da Kürt reformizmi ve revizyonizminin platformuna kayabilecek bir eğilim taşımaktadır. Mücadelenin keskinleşmesine bağlı olarak, giderek daha açık biçimde ortaya çıktığı gibi, devletin sınıf karakteri ve siyasal yapısıyla ilgili hayaller yayarak, Kürt işçi ve emekçilerinin burjuvazi ve devletten kopuş sürecinde, reformcu bir rol üstlenenler tescilli Kürt revizyonistleriyle sınırlı değildir. PKK yetkililerinin, yönetici ve sözcülerinin hemen her vesileyle Türk devlet yetkilileriyle, “sorunun çözümü için görüşmeye hazır olduklarım” dile getirdikleri, ‘referandum’ ve ‘federasyon’ önerilerini yineledikleri biliniyor. PKK, Kürt ulusal kurtuluş sorununun, Türk devlet ve hükümet yetkililerinin kabul etmesi ve kendilerini muhatap sayması durumunda “demokratik görüşmeler yoluyla çözülebileceğimi düşünmektedir. O, bu düşüncesinin sonucu olarak, devlet ve hükümet yetkililerinden beklentilerde bulunmakta, beklentilerinin gerçekleşeceği umudu taşımakla ve bunun için bazen Özal ve ANAP’a, bazen de Demirel ve koalisyon hükümetine “kredi açmak’”tadır. PKK’nın “barışçıl siyasal çözümle, düzen içi bir çözümü öngördüğü, bunun için Özal’ı “liberalleşme yönünde” zorlamak amacıyla güçlerini “legal alana çekme” önerisinde bulunduğu, koalisyon hükümetinin “demokratikleşme” propagandasından etkilenerek, ona “zaman tanıdığını” ilan ettiği, beklentilerinin Türk gericiliğiyle sınırlı kalmayacağı, BM gibi emperyalist uluslararası kuruluşlardan beklentiye dek uzandığı göz önüne alınmadan, onun durumunun, salt başvurduğu silahlı eylemciliğe bakılarak değerlendirilmesi doğru değildir. PKK yönetiminin düzen içi çözüm umutlan, Türk devlet ve hükümet yetkililerinden beklentileri, diktatörlüğün azgın saldırı koşullarında, toplu katliamların yaşandığı koşullarda da var olmaya devam etti. Onlar, bazen düzen partilerinden ve emperyalizm uşağı politikacılardan birilerinde, bazen ötekilerde “olumluluklar” aradılar, Kürdistan’da toplu saldırı ve insansızlaştırma amaçlı operasyonların planlamalarından ve bu yolla Kürt nüfusun “etnik entegrasyonu”nun sağlanmasını öneren Özal’ı “Kürtleri en iyi anlayan kişi” ilan ettiler. PKK’nın, Özal’ın “liberalizm yolunda ilerlemesi” için, “Türkiye’nin siyasetine yeni güçler sürme” düşünceleriyle, DYP-SHP koalisyonuna “demokratikleşme” ve “Kürt realitesinin tanınması” doğrultusunda adım atması için kredi açması, süre tanıması, sorunun çözümünde barındırdıktan reformist etkinin tipik örnekleridir.
Öte yandan PKK, burjuva parlamentolarını, halkın iradesinin ürünü temsil organları olarak değerlendirmekte, bunun için mevcut koşullarda herhangi temel bir değişiklik olmaksızın oluşturulacak bir “Kürt-Türk federe meclisimi ulusal hakların elde edilip kullanılmasına ölçü olarak almaktadır. Şöyle yazıyorlardı Haziran-92’de: “Bir Kurdistan meclisi çıkar, bir Türkiye meclisi çıkar. Bunların birlikteliği için bir oran bulunabilir… Ortak federe bir hükümet kurulur, ortak bir federal hükümete gidilebilir.”hu meclisin, işçi ve köylülerin bir devrimle iktidar olduktan koşullarda seçilen ve istendiğinde geri alınabilen temsilcilerinden oluşan bir meclis olarak düşünülmediği, aksine mevcut koşullarda bir çözüm biçimi olarak önerildiği açıktır. Böyle olduğu, PKK’nın yakın dönemde oluşturmakta olduğunu ilan ettiği “Kürt meclisi” projesi ve buna ilişkin anlayışıyla da kanıtlanabilir. PKK, halkın iktidar aracı olarak gösterdiği “Kürt meclisimi hangi koşullarda oluşturuyor? Bu “meclis” halkın eyleminin bir ürünü olarak mı gündeme geliyor? Kısaca değinelim.
Burjuvazinin ve diktatörlüğün ayakta durduğu, faşizmin denetiminin -zayıflamasına rağmen- sürdüğü, burjuva ordusu, polisi, mahkemeleri ve zindanlarının varlığını sürdürdüğü koşullarda, burjuva egemenliği altında, herhangi bir yaptırım gücü olmayan oluşumları halkın iktidar aygıtları olarak ilan .etmek, halk iktidarı gibi bir devrim sorununu ve onun organlarını sulandırıp-yozlaştırmak, hafifsemek ve içeriğini boşaltmaktır. Bu bize, “lonca sosyalistleri”nin ütopik düşüncelerini hatırlatıyor. “Yaptım oldu” anlayışının ürünü olan “PKK meclisi”nin işlevi ne olacaktır? Bu “meclis”, önerilen “ortak federal hükümetin eksik yanını mı tamamlayacaktır? Yoksa Filistin’deki gibi kötü bir diplomasi aracı mı olacaktır? Açıktır ki, sömürü ilişkileri üzerinde yükselen burjuva iktidarına son verme amaç ve hedefinden uzak ve halk iradesinin ifadesi olmayan bu tür oluşumlar, burjuva egemenlik sistemi ve sömürü düzeninin sürmesi durumunu değiştirme işlevi görmeyecektir. Ulusal meclis, ancak kitlelerin ekonomik, sosyal-siyasal inisiyatiflerinin ifadesi olan “ulusal iktidar organları” üzerinden inşa edilirse gerçek anlamını bulacaktır. Kürt halkının mücadele örgütlerine dayanmayan “ulusal meclis” düşüncesi, ulusal özgürlük mücadelesinin bugünkü sömürü düzeni ve burjuva devlet iktidarının yıkılması mücadelesine genişlemesinin önünü kapayan bir girişimi de ifade etmektedir, Bu tür oluşumların iktidar hedefli mücadele sonucu, halkın iktidar için ayaklandığı koşullarda ayaklanma organlarından evrilerek oluşan iktidar organları üzerinden ortaya çıktığı bilinmektedir. Kürdistan’ın bugünkü durumunda bir ayaklanma hali yaşanmadığı ve kurulacağı ilan edilen ‘Kürt meclisi’nin halkın devrimci kalkışmasının ürünü olarak ortaya çıkmadığı tartışma götürmez bir gerçektir. Kürdistan’ın bazı yörelerinde mücadelenin nispeten gelişkin olması, bir ayaklanma durumunun varlığına yeterli kanıt sayılmaz, sayılmamalıdır. Yaptırım gücü olmayan bir “ulusal meclisin ulusun iradesini temsil etmesi de mümkün olamaz. Bu tür organizasyonları, yalnızca propagandif amaçlarla gündeme getirmek ise, kavramın içeriğinin yozlaştırılmasıdır. PKK, proletarya iktidarının sorunlarını olduğu kadar, halk devriminin sorunlarını da hafife almaktadır.
PKK “ulusal meclis”in, “partisi, ideolojisi ne olursa olsun” herkesi, “yurtsever kalacağım diyen herkesi”, kapsayacağını belirtmektedir. Yurtseverliğin “ölçütü” belli olmamakla birlikte, onun, soruna genel yaklaşımı bu konuda da bir fikir vermektedir. Kürt toprak ve aşiret ağalarının, burjuva-feodal çevrelerin, çıkarlarına uygun gördükleri her durumda yurtseverlik demagojisine başvurmaktan geri durmayacakları, hain olarak adlandırılan Barzani, Talabani gibi Kürtlerin kendilerine yurtseverlik payesi biçtikleri, “Kürt partisi” imajıyla politik arenada yer alan HEP’in hem yurtseverlik iddiasında bulunduğu ve hem de emperyalizmin Kürdistan’daki planlarına, bu planlar kapsamında Kürdistan’da faaliyet yürüten ‘Çekiç Güç’ adlı işgal birliğine olumlu yaklaştığı bilindiğine göre; bu “meclisin” işçi ve emekçi halk yığınlarının iradesini yansıtacağı iddiası havada kalmaktadır.

MÜCADELE SERTLEŞTİKÇE SAFLARIN AYRIŞMASI VE REFORMİZM İLE DEVRİMCİLİK ARASINDAKİ AYRIMLAR BELİRGİNLEŞİYOR
Kaynağını Kürdistan’daki sınıflı toplum gerçeğinden alan, farklı sınıfların anlayış ve tutumlarını yansıtan çizgiler arasındaki ayırım noktaları, Kürdistan’da yükselen kitle hareketinin sorunlarına ilişkin çözüm önerileri ve pratik hareket karşısındaki tutumlarla daha da açıklık kazanıyor. Bir yandan devrimci Marksizm ile her türden burjuva ideoloji kaynaklı siyasal akım arasında, öte yandan devrimci radikalizm ile reformist uzlaşmacı çizgi arasında ayırımlar netleşiyor. Ulusal özgürlük sorununu, Kürt işçi ve emekçilerinin, emperyalist ve gerici kölelikten kurtuluşu sorunu olarak görmeyen, Kürdistan’daki toplumsal gelişmeye ve sınıf ilişki ve çelişkilerine gözünü kapayarak, Kürt işçi ve köylülerini, Kürt aşiret ve toprak ağalarıyla, Kürt “iş adamları”yla ortak “ulusal bakış açısına” bağlı kalmaya çağıran, sömürenlerle-sömürülenlerin çıkarlarını bağdaştırmaya çalışanlar ne ulusal kurtuluşu tutarlı bir çizgide savunabilirler, ne de tutarlı anti-emperyalist çizgide tutunabilirler. Nitekim mücadele sertleştikçe, Kürt mülk sahibi sınıfların çıkarlarına uygun bir politik çizgide yürüyen Kürt reformist ve revizyonistlerinin, emperyalistler ve Türkiye gericiliğiyle uzlaşma ve işbirliğini de içeren çözüm önerileri arttı, bu doğrultudaki çabalar yoğunlaştı. Türkiye Kürdistanı’ndaki Barzani-Talabani kafadarları, diktatörlüğün saldırılarıyla PKK’dan “boşalan yeri doldurmak” üzere karşı-devrimci girişimlerini arttırırken, PKK da izlediği reformist-burjuva ideolojik çizgi sonucu yalpalamaya, “federasyon”, “siyasal çözüm”, “referandum” gibi düzen içi çözüm önerilerini işlemeye devam ediyor.
Diktatörlüğün saldırıları ne toplumsal gelişmeyi, ne de mücadelenin yükselmesini engelleyemeyecek, reformist uzlaşmacılık ve devrimci çizgi ayrışması sınıf temeline daha net olarak oturacak ve ayrışma,’ derinleşerek sürecektir. Mevcut sistem ve devlete dokunulmaksızın, “şirketin yönetilmesi” düşüncesiyle gündeme getirilen “Türk-Kürt federe devleti”, ya da “barışçıl siyasal çözüm” önerilerinin mülk sahibi sınıfların çıkarlarına uygun olduğu süreçte daha iyi görülecektir.

Şubat 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑