Feodalizmin yıkılıp, yerine onun bağrında gelişen kapitalizmin, bir toplumsal sistem olarak tarih sahnesine çıktığı burjuva devrimleri dönemi, içerdiği karşıt sınıfların birliğinin, her sınıfın “kendi” konumlanışına aktığı ve yeni bir sınıfsal mevzilenmenin oluştuğu bir diyalektik süreç yaşadı. Yeni sınıfsal mevzilenme, yeni sınıfsal çatışmalar demektir ve burjuva toplum, bütün sosyo-politik süreçlere damgasını vuracak proletarya hareketini üretti, karşısında buldu. Burjuva devrimlerini, sınıf mücadelesinin, burjuvazi-proletarya çatışması eksenine oturttu.
19. yy. Fransa’sı ve Paris, 1789’dan beri, yoğun toplumsal hareketliliğiyle ve politik alt-üst oluşlarla, sınıflar savaşımının adeta bir arenası görünümündeydi. Denilebilir ki, toplumsal sınıflar bu laboratuarda kimliklerini tamamlıyorlardı. 1871 Paris Komünü ise proletaryanın kimliğinin politik tescili oldu.
Proletarya, 1789 sonrası, Fransa’da gelişen bütün siyasal olaylarda vardı ve burjuva devrimleri de dâhil, Paris’te yaşanan bütün devrimci kalkışmalar proleter bir nitelik taşıyordu. Nasıl elde edilecekleri açısından yeterince formüle edilmeyişlerine rağmen kendi talepleriyle, kendisini ifade ettiğinde proletarya, karşısında, gericilikle kol kola burjuvaziyi buldu. Zira programatik olmasa da proleter istemler, kapitalistler, feodaller ve düzen açısından tehlikeler içeren, yeni bir dünya özlemi içeriyordu.
1848’DEN 1871’E
Nisan 1848, Avrupa kıtasının her yanında, burjuva devrimlerinin zaferinden yararlanan burjuvazinin (küçük-burjuvazi, burjuvazinin cumhuriyetçi kesimi) monarşist burjuvazi ve yenilen sınıflarla ittifakına sahne oldu. Haziran 1848’de, Paris’te, işçi kitleleriyle ordu tarafından desteklenen diğer bütün sınıfların arasında geçen kanlı mücadele, “gerici ittifak”ı yaratanın, proletaryanın “kendisi için” sahneye çıkışı olduğu gerçeğini çarpıcı bir şekilde bütün Avrupa’nın gözleri önüne seriyordu.
Paris proletaryası yenildi, onunla birlikte Avrupa devrim fırtınası da dinmiş, yenilmişti. “Eski ve yeni muhafazakârlar, böylece bu olayın önemini çok iyi anladıklarını gösterdiler.”(Marks)
Bu olanlar, işçi sınıfının, aslında yalnızca burjuvazinin değil, feodal aristokrasinin de en tutarlı karşıtı olduğunu kanıtladı. İşçi sınıfının yenilgisiyle, dayanaksız kalan burjuva devrim, çok geçmeden 1851’de Louis Bonaparte’ın, 18. Brumaire diye bilinen hükümet darbesiyle, II. İmparatorluğa tanıklık yapacaktı.
Aslında, burjuvazinin bu tarihsel ve de nesnel ikiyüzlülüğü, 1795 Fransa’sında da yaşanmıştı. Burjuva devriminin ideallerini sahiplenip, savunmakta, biraz fazla “erdemli” davranan Robespierre’in trajedisinden bahsediyoruz. Burjuvazinin temsilcisi olmakla, Sans-Culotte’ların silahlarına dayanmış olmanın derin çelişkisi, yine burjuvazinin “nesnel ikiyüzlülüğünü” anlayamamış olmasıydı onun trajedisini hazırlayan. Bu anlamda, Robespierre, burjuvazinin artık sahiplenmekte tereddütte olduğu burjuva devrim ideallerine bağlı kalmaya çalıştığı için düştü. Sonuç biliniyor: Thermidor!
1848 restorasyon dönemiyle kıta çapında önlenen devrimci fırtına, geride, Parisli işçilerin yiğitçe direnişini bırakarak dindi. Dövüşerek yenildiler! Aynı tavır, diğer kıta ülkelerinde görülmedi. 1871 Komün atılımının, yine Paris’te yaşanmış olmasından, Paris proletaryasının bu geleneğinin hiç mi rolü yoktu?
Bonaparte ve II. İmparatorluk, proletarya ve burjuvazinin kendi siyasal iktidarlarına doğrudan sahip olabilecekleri güçten yoksun oldukları bir dönemde, yine burjuvazi lehine vekillik işlevi gördü. Bu durum, 20 yıl, ta ki “imparatorluğun anti-tezi komün ol(ana)” dek sürdü.
Bu yirmi yıl boyunca, işçi ve emekçi kitlelerin istemlerine hiçbir cevap veremeyen rejim, tepki biriktirdi. Orduya bir iş bulmak ve devrimci muhalefeti dışa doğru yönelterek bir çıkış yolu aramak çabasındaki Bonaparte, toprak talebinde bulunduğu Prusya’ya “ulusallık” motifli bir savaş açtı. Sonuç; yenilgi ve kitlelerin ayaklanması. Napolyon imparatorluğunun sonu ve Şubat 1871 Fransız Cumhuriyeti.
Burjuvazi durumdan yararlanmayı bir kez daha becermişti. Önce, başına General Trochu’nun getirildiği “ulusal savunma hükümeti” kurdurtuldu. Proletarya ise, kendi örgütlerini kurmaya başladı. Paris İşçi Örgütleri Temsilcileri, bir merkez komite seçtiler. Prusya saldırısına karşı Paris’in savunulacağına dair hükümete söz veren merkez komite, bunun için halkın silahlandırılması, derhal Komün seçimlerine gidilmesi vb. talepler içeren programını sundu. Ulusal Muhafız Taburları’nın kurulması onaylanınca, işçiler, kitleler halinde buralarda örgütlenmeye başladılar. Böylece silahlanma olanağı ediniliyordu.
Prusya saldırısına karşı işçilerin direnişleri ve Eylül 1870’te, çeşitli taleplerle hükümete karşı gelişen kendiliğinden işçi hareketi bastırıldı. 17 Şubat 1871’de Thiers hükümeti kuruldu.
Yeni hükümet hemen Prusya ile anlaşma imzaladı ve Prusya birlikleri, Paris’i işgale başladılar. İşçiler ise bu duruma sessiz kalmayarak bir Ulusal Muhafız Federasyonu kurdular. 18 Mart, ulusal muhafızların elindeki topları almak üzere, hükümetin ordu birlikleri gönderdiği, buna karşılık proletaryanın boyun eğmeyerek sokaklara döküldüğü, dolayısıyla iplerin tamamen koptuğu tarih oldu. Merkez Komitesi, Komün seçimleri yapılmasına karar verdi. 26 Mart’ta yapılan seçimler sonrası 28 Mart 1881’de ilk proletarya iktidarı olarak Komün ilan edildi. Merkez Komite, bir kararname ile iktidarı Komün’e bıraktı.
Aslında, Paris proletaryasının Şubat devriminde “Toplumsal Cumhuriyet” çığlığı, bir burjuva iktidarının değil, belirsiz de olsa, proleter cumhuriyeti özleminin ifadesiydi. Paris Komünü ise bu özlemin şekillenmiş biçimi oldu.
KOMÜN PROGRAMI
Komün, proletaryanın, burjuva devlet cihazını parçalayıp, yerine kendi iktidarını kurmak perspektifiyle, özellikle, bürokrasiyi ve militarizmi ortadan kaldıracak tedbirler almaya başladı. Düzenli ordu ve polis örgütünün yerine, halkın silahlı gücü olan Ulusal Muhafızlar geçirildi. Devlet organlarının ve devlet adamlarının, toplumun efendileri durumuna gelmemeleri için Komün’ün aldığı iki tedbir, kapitalist restorasyon nedenlerinin tartışıldığı günümüzde, Özellikle, sosyalist devlet-bürokratikleşme bağlamında can yakıcı önemde tartışılmayı gerektiriyor. Bunlar, bütün yönetim, adalet ve eğitim görevlilerinin, ilgililer tarafından seçilmesi, gene ilgililerce her an görevden alınabilmeleri ve ikincisi, küçük-büyük bütün hizmetlerin, işçilerin aldığı ücretten fazla karşılık ödenmemesi ilkeleriydi.
Bu tedbirler, devlet gücünün parçalanması perspektifliydi. Devletin en zararlı yönlerinin hemen budanmaya başlanmasıydı.
(Bu perspektif, elbette doğrudur, fakat yine de, bu önlemlerin -özellikle Merkez Komitesi’nin, yetkilerini hemen devretmesi ile birlikte- 1871 Parisi’ndeki özgül konumlanışını bazı yönleriyle tartışmak gerekiyor. İlerde yapmaya çalışacağız.)
Komün, sürekli ordu ve devlet memurluğu ile birlikte, iki büyük gider kaynağını da ortadan kaldırdı. Böylece, bütün burjuva devrimlerinin bir türlü gerçekleştiremedikleri/gerçekleştiremeyecekleri, o “ucuz hükümet”i gerçekleştirmeye yöneliyordu.
Kilise ve devlet işleri ayrıldı, özel dini bütçe kaldırıldı. Kilise mülkiyeti, ulusal mülkiyete dönüştürüldü.
Burjuvalarca, işletmeleri durdurulan işyerleri işçilere verildi.
Fırınlardaki gece çalışmaları kaldırıldı, boş konutlar gereksinimi olanlara dağıtıldı. Ve yine, Komün’e seçilmiş olan yabancıların görevleri onaylandı.
Komün’de çoğunlukla işçiler veya ünlü işçi temsilcileri yer alıyorlardı. Bundan dolayıdır ki, kararlar da proleter nitelikteydi. Ve bu kararların özünde yatan ise, sınıf mülkiyetini kaldırmak, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi amacıyla burjuva demokrasisinden proletarya demokrasisine ve yine aynı anlama gelmek üzere, burjuva diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne bir yönelim, bir geçişi yaşıyordu Paris.
YENİLGİ
Marx’ın “…bu, komünizmdir, imkânsız’ komünizm?” diye nitelendirdiği, tüm bu önlemler karşısında, Avrupa burjuvazisinin ve aristokrat güçlerin ortak reaksiyonu hemen kendisini gösterdi.
Gösterilen bu ortak reaksiyonun en çarpıcı somutu, Paris proletaryasının bu atılımının, bütün Fransa’ya ve bütün Avrupa’ya yayılmasını önlemek üzere, Cumhuriyet Hükümeti ile “ulusal düşman” Bismarck Prusyası arasında kurulan, Komün düşmanı ittifaktı. Örneğin, Almanlar, binlerce savaş esirini, Versailles’a yardıma gönderdiler. Bu takviye güçlerle birlikte Cumhuriyet Ordusu, Ulusal Muhafızların, 2-4 Nisan tarihleri arasındaki saldırılarını püskürttü. Ardından da, “Kanlı Hafta” saldırıları ile eşi görülmemiş bir vahşet örneği sergilendi. 1848 Haziran Ayaklanması’na duyulan vahşice kudurganlık, 1871’de Komün’e karşı çok boyutlanmış olarak kusuldu. Katliamlarla ifade olunan burjuva düzenin kini karşısında, Komünarların barikatlardaki kahramanca direnişi bir hafta sürebildi. 28 Mayıs’ta, son barikatın da düşmesi ile Komün, proletaryanın sınıf mücadelesi tarihinde, onurlu yerini alırken, geleceğe, önemli birikim ve gelenekler devretti.
Thiers, şöyle diyordu: “Ereğe eriştik. Düzen, adalet ve uygarlık, en sonunda zaferi kazandı!”
Evet, uygarlık, uygarlığın zaferi! “En büyük sorunu, savaş bittikten sonra, kendi yol açtığı ceset yığınlarından nasıl kurtulacağım bilmek olan, gerçekten övünçlü uygarlık!” (Marx)
Ve şu; “Son yığınsal katliamın yapıldığı Pere-Lachaise mezarlığındaki Federeler Duvarı, proletarya kendi hakkı için ayaklanmaya cüret eder etmez, yönetici sınıfın gösterebileceği taşkın Öfkenin, hem dilsiz, hem de belagatli tanığı olarak, bugün hala ayaktadır.”
KOMÜN-İKİ DÜNYA
72 gün süreyle Paris’i süsleyen barikatların karşı taraflarında, yalnızca Komünarlar ve yalnızca Versailles kuvvetleri çatışmıyorlardı. O zamana dek görülmemiş ölçüde ayrışmış, giriftlikten kurtulmuş, netleşmiş iki dünya; burjuvazi ile proletaryanın dünyaları bu barikatlarla ayrılıyordu. İki sınıf da enternasyonal bir savaşın, bir dünyalar savaşının özneleriydiler. Bu açıdan, Komün savaşı, yenilgisi ve yenilgi sonrası, Kıta Avrupa’sı çapında yansı buldu. Hem Avrupa burjuvazisi ve hem de Avrupa proletaryası üzerinde, ayrı ayrı, ortak etkilerde bulundu; benzer süreçler yaşandı.
Komün, burjuvazi cephesinde, tüm “uygar dünyanın” ortak düşmanı olarak işlem gördü. Hemen bütün Avrupa hükümetleri, Komün karşısında ortak tutumlarıyla, burjuva sınıf egemenliklerinin uluslararası niteliğini ortaya koydular.
Prusya ve Thiers Fransası’nın, Komün karşısındaki tereddütsüz birliktelikleri, burjuva toplumun en büyük “kahramanlığı” olan ulusal savaşın, yine burjuva hükümetlerce, sınıflar savaşını geciktirici, kamufle edici ve böylece de, kitlelerin ihtilalci potansiyelini maniple edici bir araç olarak kullanıldığını gösteriyordu. Nitekim 1871’deki gibi, sınıf savaşı, iç savaş biçiminde patlak verince, Thiers ve Prusya hükümetleri, ulusal savaşı hemen bir kenara atarak, onun, bir aldatmacadan başkaca bir şey olmadığını kanıtladılar. “Sınıf egemenliği, kendini, artık ulusal bir üniforma altında gizleyemez; ulusal hükümetler, proletaryaya karşı ancak, bir bütün oluştururlar” (Marx)
Burjuva demokrasisinin, bu kaçınılmaz iç diyalektiğini anlamak, işçi sınıfının Marksist eğitiminde, önemli bir teorik ve pratik referanstır.
Barikatın bu tarafında, proletaryanın önderlik ettiği Paris emekçisinin hareketi vardı. Savunulan, emekçi dünyasıydı. Devrim, Paris orta sınıfının büyük bölümü -dükkâncılar, satıcılar, tüccarlar- tarafından bile, toplumsal girişkenliğe yetenekli tek; sınıf olarak, işçi sınıfının açıkça tanındığı ilk; devrimdi. Komün, 1848 Haziranı’ndaki işçi ayaklanmasının ezilmesine katılmış bu orta sınıfın, kendi içindeki borç ve alacak sorununu çözmüştü. Aynı zamanda, orta sınıf, imparatorluk ve Komün dışında bir seçenek olmadığını seziyordu.
Marx Şöyle yazıyordu: “Komün, Fransız toplumunun tüm sağlıklı öğelerinin gerçek temsilcisi ve dolayısıyla gerçek ulusal hükümeti olduğu kadar, aynı zamanda, bir işçi hükümeti ve böylece emeğin kurtuluşunun gözü pek bir savunucusu olarak, sözcüğün gerçek anlamında uluslararası bir hükümetti de. İki Fransız eyaletini Almanya’ya katan Prusya ordusunun gözleri önünde, Komün, tüm dünya emekçilerini Fransa’ya katıyordu.” (Fransa’da İç Savaş)
İşte, bu diyalektik örgülü betimleme, şunu haykırıyordu:
“Komün bayrağı, Dünya Cumhuriyetinin bayrağıdır.” Yani, Komün Savaşı, Enternasyonalin savaşıdır!
Enternasyonal Genel Konseyi, Komün’ü çok yakından izledi, destekledi. Özellikle burjuva basın ve hükümetlerin çarpıtma ve kara çalmalarına karşı yoğun kampanyalar örgütledi. Mitinglerle kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Öyle ki, “muzaffer” Prusya Ordusu, Berlin’de “Yaşasın Komün!” çığlıklarıyla karşılandı.
Ve yine, emeğin uluslararası karakterinin örgütsel biçimi olan Enternasyonale karşı, Avrupa hükümetlerince, ortak saldırıya geçildi. Nasıl ki, Komün savaşı, Enternasyonal’in savaşıydıysa, Thiers’in savaşı da, tüm Avrupa burjuvazisinin savaşıydı. Paris Komünü, bu açıdan, burjuvazi için de önemli bir deneyim ve ortak politik-pratik zemini oluyordu.
Fransız devrimcileriyle, diğer ülke Enternasyonalcileri arasındaki bağlantıların kesilmesi çabalarıyla birlikte, tüm “uygar hükümetlere” şu kutsal görev biçiliyordu: Enternasyonal’in kökünü kazımak!
Komün’ün uluslararası karakteri, onun tarihsel büyüklüğünü oluşturan şeydi. Bundan ötürüdür ki, Komün yenilgisi, dünya proletaryasının yenilgisiydi. “Komün’ün öldüğü yerde, Enternasyonal yaşayamadı: ‘Komüncülere ölüm!’ çığlığı üzerine, Enternasyonal, Avrupa’nın bir ucundan öbürüne ezildi” (Engels)
YENİLGİDE ÖZNEL FAKTÖRLER
“Halkların yaşamında büyük sorunları, yalnız kuvvet çözümler.” (Lenin)
Eylül 1870 tarihli Enternasyonal Bildirisi’nde Marx, zamansız bir ayaklanmaya karşı, Fransız proletaryasını uyarıyordu. Böyle bir tutumu şu nedenlere dayandırıyordu:
-Prusya Ordusu’nun, daha Paris kapılarında bulunuyor olması.
-İşçiler, cumhuriyet imkanlarını kendi sınıflarını örgütlendirmekte kullanmalı, gelecekteki burjuvaziyle hesaplaşmaya kuvvet biriktirmelidirler.
Fakat, geçici hükümetin katı halk düşmanı politikaları, Ulusal Muhafızlardan silahların alınmaya çalışılması vb. nedenlerle ayaklanma başlayınca da, kitlelerin, bu devrimci atılımını coşkuyla selamlamakta tereddüt etmedi. Komün ilan edilince de Marx, kendisini, komünarlardan ayırmadı; büyük bir enerjiyle onları savundu.
Ayaklanma patlar, ama bu, hiç olmazsa 18 Mart için, işçilerin bir girişimi değil, hükümetin kışkırtmasının sonucudur, 17 Nisan tarihli, Kugelmann’a yazılmış mektubunda, Marx: “Savaşa ancak mutlak elverişli koşullarda girilmeye kalkılırsa, dünya tarihini yapmak da kuşkusuz son derece kolay olurdu.” Ve şöyle devam eder: “Son durumda işçi sınıfının göz yılgınlığı, bazı ‘önder’lerin yitirilmesinden çok daha büyük bir felaket olur-
Bu tarihsel bakışla olayları izleyen Marx, Komün’ün yenileceğini önceden sezebiliyor ve bu sonucun, kendi kusurlarından, aşın bir dürüstlükten kaynaklanmış olacağını belirtiyor.
Liebknecht ve Kugelmann’a, Nisan tarihli mektuplarında, özellikle, iki sübjektif kusur saptıyor:
-İç savaşı başlatmış görünmemek için (“sanki, hükümet Paris’i silahsızlandırmaya kalkmakla iç savaşı başlatmamış gibi”) Versailles üzerine hemen yürümemiş olmaları, hükümete zaman kazandıran, sınıf bilincinden yoksun bir “soyluluktu.
-Merkez Komitesinin, sadece bir “onur” titizliği yüzünden, görevlerini çok çabuk Komün’e bırakması. Oysa Komün’ün örgütlenmesi daha zaman istiyordu. İleride irdelemeye çalışacağımız gibi, bu, örgüt bilincindeki eksiklik ve safça “demokratizm”den kaynaklanıyordu.
Ve yine, bu zaaflar, proletarya diktatörlüğünün, özellikle, devrimin savunma ve inşası dönemlerinde ağır basması gereken “merkezilik” ve “bastırma” özelliklerinin, Paris Komünü’ne eksik yansımış olmasının (bu da Marksist sınıf bilincinin ve Marksistlerin etkinliğinin cılızlığından kaynaklanır.) izdüşümü olarak yaşanan, yalnız iktisadi değil, aynı zamanda ölümcül-siyasal yanlıştı da. Marx’ın sözleriyle “Komün’ü Fransız Bankası’nın kapıları önünde durduran o ‘kutsal saygı’ şaşırtıcıdır.”
Bir parantez: Komün bileşiminde Blanquiciler ve Proudhoncular çoğunluğu oluşturuyorlardı. Ve bu hareketler, ancak “proleter devrimci içgüdü bakımından sosyalist bir kimlik taşıyorlardı.” Komün’ün yapmış olması gereken birçok iktisadi ve siyasi tedbirin alınamamış olmasında, bu bileşimin önemli rolü vardı.
Engels ise, asıl şaşılacak şeyin, Blanquist ve Proudhoncu bileşimli Komün’ün, gene de yaptığı doğru şeyler olduğunu belirtir. İktidardaki her iki akım da kendi okul öğretilerinin buyurduğunun tersini yapabildiler. Emekçi ortaklaşması öngören Komün, ortaklaşmayı reddeden Proudhoncu sosyalizm okulunun, tabana yayılmış iktidar zemini ise, komploculuk öneren Blanquist öğretinin adeta mezarı oldu. Komün, Blanquist ve Proudhoncu iradenin, kitlelerin tarihsel eyleminin nesnel gerçekliğine ters düştüğünü, onunla çeliştiğini ve büyük ölçüde, hareketin içinde eridiğini, fakat onu yönlendiremediğini gösterdi. Blanquist ve Proudhoncuların ağırlığı, devrimin ve Komün’ün ancak bir zaafı olabilmiştir gerçekten. Toplumsal-tarihsel eylemin doğasına aykırılıklarından dolayıdır ki, Komün deneyimi, bu öğretilerin, yaşamda yansıma bulamamalarının ve ölümlerinin habercisidir, öyle de olmuştur.
Alt başlığı, Lenin’le bitirelim: “Devrimci hareketin, birçok başka durumlarda olduğu gibi Paris Komünü’nde de yenilgiye uğraması, Marx’ın diyalektik materyalizminin ışığında, proletarya mücadelesinin genel yürüyüşü ve sonucu açısından, o kadar önemli değildir. Asıl önemli olan, kazanılmış mevziinin terk edilmemesi, düşmana savaşsız teslim olunmamış olmasıydı; böyle bir teslimiyet, proletaryayı yılgınlığa sürüklemiş, savaşkanlığını törpülemiş olurdu.”
KOMÜN, BİR DÖNÜMDÜR
O zamana kadarki en önemli işçi hareketi, şüphesiz Komün’dü. Zira siyasal iktidara sahip olmuştu. Komün’ün en büyük önemi ve yine eksik ve zaafları, bu olgu ekseninde, yani siyasal iktidara sahip olması ve siyasal iktidarı yeterli etkinlikte kullanıp kullanmaması bağlamında tartışılmış, tartışılmalıdır.
Paris Komünü sayesinde, işçi sınıfının, burjuvazi ve burjuva devlet karşısındaki savaşımı yeni bir evreye girmiştir. Bu kavga, sonucundan bağımsız, proletaryanın mücadelesinde, dünya çapında tarihsel bir önem taşıyan, yeni bir çıkış noktasına varılmıştır.
Marx’ın Komün değerlendirmeleri, Marksizm’in, örgüt, devrim, siyasal iktidar sorunlarına yaklaşım biçimini derinleştirdi, geliştirdi: Denilebilir ki, Paris Komünü ile pratik, “Fransa’da İç Savaşla yapılan proletarya devleti tahlilleri ile de teorik bir kopuş, daha doğrusu bir “aşma” yaşandı. Leninizm, bu yeni düzeyin, değişen koşullarda, emperyalizm çağında daha da geliştirilerek yeniden üretimi oldu.
Marksizm, sosyalist toplumun kurucusu olarak, proletaryanın evrensel tarihin rolünü açıklayarak bir sitem oluşturdu. Marksizm’in omurgasıdır bu. İlk kez, 1844’de ortaya atıldı, 1848’de “Komünist Manifesto”da sistematize edildi. Daha sonra, Ekim’e kadar, dünya tarihinin başlıca üç döneminde (1848 Devrimlerinden Paris Komünü’ne-Paris Komünü’nden 1905 Rus Devrimi’ne-1905’ten Ekim’e) deneyimlerle, birikimlerle gelişti.
1848 yenilgileri liberal burjuvazinin, burjuva demokratik görevlerin çözümü de içinde olmak üzere, toplumsal devrim karşısında negatif bir konumlanışa oturduğunu gösterdi. Burjuvazinin devrimci barutunu yitirmesi süreciyle, demokratik görevlerin de, proletaryanın çözüm torbasında biriktiği nesnel ve teorik süreç paralel işlemişlerdir. 1871 Paris’i, burjuvazinin “ulusal düşman” ile, proletaryaya karşı saf tutması, bu sürecin çok daha olgun yaşanmasının somutu oldu. Komün değerlendirmeleri, Marksist devrim teorisinin geliştirilmesi anlamında önemli bir laboratuar işlevi görmüştür. Daha sonraları “İki Taktik” ve “Nisan Tezleri” ile Lenin’in, bu teoriyi daha da yetkinleştirip tamamladığı biliniyor. 1848 ve 1871, burjuvazinin ilericiliğinin son noktası olarak sınıflar savaşımının hafızasına kazınmıştır. Bu son nokta, proletaryanın karşısında konumlanışı ile demokratikliğini yitirdiği, gericiliğini tescil ettiği dönümdür.
MANİFESTO’YA KATKI
1848-1851 Fransa’sı politik hareketliliklerinin tahlilini yaptığı “18. Brumaire”de Marx, proleter devriminin, proletarya diktatörlüğünün temellerini geliştirmeye çalıştı. Devrimin zaferi için, burjuva devlet aygıtını kırma zorunluluğu, Komünist Manifesto’daki “ele geçirme” anlayışının sıçratılması oldu. İlk kez 18. Brumaire’de dile getirilen ve Komün Deneyimi ile de doğrulanan bu tez, Fransa’da İç Savaş’ta genişçe işlendi. Manifesto’daki siyasal iktidar sorununun yeniden gözden geçirilebileceği ve “İşçi sınıfının, devlet makinasını olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemeyeceği” saptandı.
Bu önemli detay, .Marx ve Engels’çe, Manifestomun 1872 tarihli Önsöz’üne de geçirildi: “Önerilen devrimci tedbirlere özel bir ağırlık verilmemiştir (Komünist Manifesto’da -ÖD-). Orada yazılanlar, birçok bakımlardan, bugün olsa çok başka biçimde kaleme alınırlardı. … Önce Şubat Devrimi’nde, sonra da Paris Komünü’nde daha da büyük ölçüde kazanılan pratik tecrübe göz önünde tutulacak olursa, bu program, bazı ayrıntılarda gününü geçirmiştir. Komün, özellikle bir şeyi ispatlamıştır: İşçi sınıfı ‘Devlet çarkına hazırdan el koyup onu kendi amaçları için kullanamaz.”
Konu, Bakunin ve Marx arasında da tartışılmıştır. Marx, proletaryanın, burjuva devleti yıkmakla yetinmeyip kendi devlet düzenini de kurması gerektiğini söylerken, Bakunin, Paris Komünarlarını, her türlü siyasal otoriteyi derhal ortadan kaldırmadıkları için eleştirir.
KOMÜN PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜDÜR
“…baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz! Paris Komünü’ne bakınız, Paris Komünü proletarya diktatörlüğü idi.” (Fransa’da İç Savaş’a Önsöz’den) diyordu Engels, Alman sosyal-demokratlarıyla tartışırken.
Diyebiliriz ki, Komün üzerine yapılan tartışmaların çoğu proletarya diktatörlüğü, proletarya iktidarı bağlamında yapıla-geldi. Günümüzde, boyutlanarak süren tartışmalarda, proletarya diktatörlüğü karşısındaki konumlanış, devrim-reform, Marksizm-Leninizm-revizyonizm arasında saf belirlemeyi tayin eden önemli bir ayraç olmaktadır. İlerde değineceğimiz, Lenin-Kautsky tartışmaları, günümüzde yeniden üretilmektedir. Belki biçimler değişmekle, fakat içerik hep aynı: proletarya diktatörlüğünü reddediş ve savunu, tez-antitez olarak değişmemektedir.
Daha önce de belirtildi, proletaryanın, burjuva devlet cihazını olduğu gibi ele geçirmesi yetmez; parçalaması ve yerine yeni bir devlet düzeni kurması gerekir. Bu devlet, klasik anlamda devlet olmayan bir devlet olmalıdır. Silahlı halk milisinin düzenli ordu ve polisin yerini almasını, bürokrasiyi kaldırma yönelimini ve görevlilerin denetlenebilmesini, görevden alınabilmesini vb gereksinir. Paris Komünü, bunları gerçekleştirmeye çalıştığı için proletarya diktatörlüğü idi.
Burjuva devletin, “kuvvetler ayrılığı” ve parlamenter rejime dayanıyor olma özellikleri, proleter devletin, bunları tasfiyesini, yerine, yasama-yürütme-yargı işlevlerinin, işçi ve halk iktidar organlarınca yükümlenmiş olması, yaşamın yeniden üretilmesi sürecinde çıkan sorunların böylece yine üretim birimlerinde çözümlenmesi, Sovyet temsilcileri konseylerinin de etkin denetlenmesini gereksinir. Paris Komünü böyle bir yönelim içinde olduğu için proletarya diktatörlüğüdür.
Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın önderliğindeki emekçi sınıflar ittifakının, “sermayeye karşı ittifakın, sermayeyi tamamen devirmek, burjuvazinin direncini ve onun restorasyon girişimlerini tamamen bastırmak amacıyla bir ittifakın özel biçimidir!” (Lenin)
Paris Komünü, pasajda belirtilen bileşimi içerdiği için proletarya diktatörlüğü idi. Fakat, yine pasajda belirtilen “sermayeyi tamamen devirmek, direncini ve restorasyon girişimlerini bastırmak” bilincinden yoksun olması onun önemli eksikliğiydi.
Proletarya diktatörlüğü, proleter kitlelerin diktatörlüğüdür tanımını Paris Komününden, karar alma mekanizmalarının koşullardan bağımsız olarak, tamamen tabana yayılması, bir tür, merkeziliğin tasfiyesiyle birlikte yorumlamak üzere uzunca bir parantez açmak gerekiyor.
Paris Komününü değerlendirirken aslında önemli bir zaaf olarak saptanan karar mekanizmalarının hemen kitlelere dağıtılarak, merkeziliğin zayıflatılması ve bu mekanizmaların tümü hiyerarşik organlarının tez elden kitlelere devredilmesini “hemen şimdi” fantezilerinin veya “devletin hemen sönmeye yüz tutması” vb. projelerinin bir destekleyici örneği olarak savunulması, günümüzde, “demokratizm” hastalığının bir türevi olarak nüksediyor.
İktidarı taban örgütlerine yayabilmek de, planlanmış merkezi politikalar gerektirir. Bunun için ise, merkezi bir iktidar organı zorunludur.
Sosyalizmin gereksindiği maddi üretim düzeyine, ancak “inşa” dönemleriyle oluşturulabileceği görece geri ülkelerde, devletin sönmesi yolunda atılacak adımlar sınırlıdır. Günümüzde kapitalist-emperyalist kuşatma düzeyi, bu sınırın daha da daraltılmasını dayatıyor. Bu, maddi, manevi temel olabilecek üretim ve bilinç düzeyi sağlanana kadar proletarya iktidarının güçlü bir merkezi yapısının kaçınılmazlığı demektir. Aksi durum, bürokratlaşmış bir merkezi yapının vardığı sonuçları, yani devrimin ve inşanın çabucak yenilgisini getirir.
Sosyalizmin, nesnel olarak, ekonomik ve siyasal kurumsallaşmasının topluma nüfuzundan çok önce, yönetim kanallarının önce yönlendiriciliğinden yoksun, kitlelerin kendiliğindenci inisiyatifine bırakılması, bu katılımı, Marksist-Leninist iradeden soyutlanmış, bir tür, ahlaki ve ivedi bir hedef/zorunluluk olarak görmek; tam da Paris Komünü’nün yaşadığı eksikliktir.
Marks, bunu gördüğü için, merkez komitesinin, yetkilerini komüne bırakmasını, komün seçimleriyle zaman kaybedilmesini önemli bir hata olarak görüyordu ve Eylül 1871’de Komün’ün yanılgıları üzerinde dururken “(Komün) yeni bir sınıf hükümeti biçimi bulamadı.” diyor.
Komün’ün, bastırmaya değil de, daha çok yayılmaya önem veren bir siyasal biçim olması ve kapitalist sınıfın yenilgisi, yeni düzenin inşası ve iç ve dış saldırılara karşı savunması için hayati önem taşıyan “merkezi bir otorite”den, bir “parti”den yoksun olması onun açmazını sergiliyordu.
Sosyalist devlet, devletsizliğe geçiş devletidir. “Siyasal” ile “toplumsal” arasındaki mesafe, devletliliği zorunlu kılar. Bu mesafenin, toplumsal dinamiklerce, “kendiliğinden” kapanması mümkün değildir. Merkezi örgüt, komünist işçi partisi, zorunluluktur.
Lenin şunları söyler: “Biz ütopyacı değiliz. Tüm yönetim makinesinden, bütün devlet basamaklarından bir anda vazgeçmeyi hayal etmiyoruz. Proletarya diktatoryasına düşen görevlerin anlaşılmamasına dayanan bu anarşistçe düşler, Marksizm’e adamakıllı yabanadır” (Devlet ve İhtilâl)
Sosyalizmi gerçekleştirmek için, önce politik iktidarın ele geçirilmesi gerekir. Bu ise, emekçi halk kitlelerinin işçi sınıfı ve partisi önderliğinde birleştirilmelerini gereksinir.
Ve Stalin: “… Proletarya diktatörlüğü, ancak, bir parti, komünistlerin, önderliği diğer partilerle paylaşmayan ve asla paylaşmaması gereken partisi, ona önderlik ettiği takdirde eksiksiz olabilir.” (Eserler Cilt 10)
DİKTATÖRLÜK-KOMÜN-LENIN VE KAUTSKY
Lenin, Kautsky’nin, Marx’ın Paris Komünü’nü proletarya diktatörlüğü olarak tanımlamasını bulandırma ve böylece “diktatörlük” kavramından Marx’ı “tenzih” etme çabalarına karşı, yine Marx’ın devrimci öğretisini özetleyen şu sözlerini alıntılıyor: ‘Kapitalist ve komünist toplum arasında, birinden diğerine, devrimci dönüşüm dönemi bulunur. Buna uygun olarak da, devletin, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı siyasal geçiş dönemi vardır.” (Proleter Devrimi ye Dönek Kautsky)
“Kautsky, proletarya diktatörlüğünün tarihsel olarak somut, bilimsel olarak kesin olduğunu, proletaryanın görevinin, burjuva devlet örgütünü ezmek olduğunu, hem Marx’ın hem de Engels’in 1848 devrimleri deneyimini ve bununla birlikte, 1871 Komün deneyimini özetleyerek, 1852-1891 arasındaki kırk yıl bundan söz ettiklerini bilmek zorundadır!” (age)
Kautsky’nin, diktatörlüğü “egemenlik durumu” olarak yorumlayıp bir “yönetim biçimi” olarak değerlendirmesini ise Lenin, “aptalca düşünen bir adamın aptallığının durumu ile, aptallığının biçimini ayırt etmeye” benzetiyor,
Proletarya diktatörlüğü, burjuvaziye karşı şiddet kullanacaktır ve Paris Komünü bunu yapmaya çalışmıştır (eksikliğiyle). Engels: “Komün,… burjuvaziye karşı silahlı halkın yetkesini kullanmasaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi? Biz, tersine, onu, yetkesini çok az kullanmasından dolayı suçlayamaz mıyız?’ (Aktaran Lenin age.)
Ayrıca Lenin, Kautsky’nin “saf demokrasi”ciliğini eleştirirken, Marx’ın, Komün’ün Fransız Merkez Bankasına el koymaması yanlışını saf demokrasi ilkelerine ve uygulamasına bağladığını aktarır.
Şurası önemli: “Diktatörlük, …yönetim biçimi değildir. Ve Marx, yönetim biçiminden değil, devletin çeşit ya da biçiminden söz etmişti. Bu, bambaşka, tümüyle farklı bir şeydir” (Lenin age.)
Komün, bir diktatörlüktür.
Komün, bir “yönetim biçimi” değil, bir “devlet biçimi”dir.
BİRKAÇ KISA POLEMİK
Sosyalizmin çöküşü ve kapitalist restorasyon sürecinde, önemli bir rolü olan “bürokratik merkeziyetçi devlet”e karşı, açıkladığımız gibi, gerçekte, Paris Komünü’nün yakıcı önemdeki eksikliği ve zaafı olan “diktatörlüğün yeterince kullanılmaması” eğiliminin sahiplenilip savunulması, bir karşı tepki olarak günümüzde sol saflarda önemli prim topluyor. Kautsky yad ediliyor. Leninist devrim teorisinin “sorgulanması” işinde, Komün’ü böyle değerlendirerek bir çıkış yolu aranıyor.
Bir örnek, revizyonist Kagarlitsky. “Kan dökmekten kaçınmaya uğraşan ‘insani devrimler (Şili ve Paris Komünü kastediliyor) karşı-devrimlerce ezilmiştir. Kan dökmekten ve terörden, açık politik diktatörlükten çekinmeyen ‘sert’ devrimler ise yozlaşmışlar ve Termidorcular tarafından ezilmişlerdir. Paris Komünü bastırıldı, ama Bolşevik Rusya … yozlaştı … Bence haklı olan Martov ve Ailende idi, Lenin değil. … Yenik bir devrim, hiç değilse ahlaki bir zafer olarak kalır… Bir devrimin yozlaşması ise iğrenme duygusu yarattı” (Aktaran Çağdaş Yol, sayı: 1)
Bir yanda, yenilgiye yazgılı ama “ahlaki zaferler”, diğer yanda, maddi olarak taçlanan ama bu defa da “yozlaşmaya yazgılı ‘sert’ devrimler” (!).
Üretim ilişkileri ve siyasal üst yapısıyla birlikte “eski”nin tasfiyesi ise, tüm devrimlerin “insani” olduğu bir yana, yazılanlar, Marx ve Engels’in Paris Komünü’nde tespit ettikleri zaaf ve eksikliği abartarak sahiplenirken, Lenin’le birlikte Marksizm’in bu kurucularının, devrim ve proletarya diktatörlüğü anlayışlarını da sorguluyor, reddediyor. Marx’ın proletarya diktatörlüğü anlayışını yeterince vurguladık. “Lenin haksız çıktıysa eğer, “Marx ve Engels de haksız çıktı” olmalıydı!
Öte yandan, Ekim Devrimi, Paris Komünü deneyiminden çok ayrı değildir. Onun teorik ve pratik birikimini de içermiştir. Bu deneyimden devrimci dersler çıkaranlar Ekim Devrimi’ni başardılar.
Paris Komünü, “ahlakiliği, örneğin Versailles üzerine yürünmemesi sınıf bilincinden yoksunluğu ile değil, başarabildiği proletarya diktatörlüğü önlemleriyle gelecek kuşaklara kaldı, Ekim’e aktı. Olumsuzluklar ise, burjuvazi ile reformlar yoluyla savaşılamayacağını, burjuva militarizmi parçalanmadan sosyalizmin hayal olduğunu vb. kanıtlayan Allende’nin yenilgisiyle birlikte, dünya devrim tarihine, dersler çıkarması gereken acı deneyimler olarak geçtiler.
Bir söz daha, Ekim Devrimi’nin ve diğer sosyalist devrimlerin sonradan yenilgiye uğramaları, yine bu devrimlerin, insanlığın yeni bir dünya yaratma mücadelesinde yürüyebildiği mesafe olarak tarihin hafızasında kapladıkları muazzam yerleri inkâra yetmez. Başlanacaksa, Ekim’den başlanacaktır, Allende’den değil. Lenin’in Bolşevik Partisi’nden geçecektir devrim, Allende’nin ‘Halk Birliği’nden değil! Ve yine Ekim’den tiksinti duymak, emperyalist kapitalizmin devasa saldırıları karşısında ideolojik olarak küçülüp, sürüngenleşenlere çok yakışıyor!
Paris Komünü’nü, ilk proletarya diktatörlüğü örneği olarak değil de, sadece “kararlı bir eylem” olarak önemseyen ve onun bir proleter devlet biçimi olduğunu vurgulamama eğilimindeki (!)’li dergide, Emirhan Oğuz imzalı yazıda Paris Komünü “değerlendiriliyor”, ama bir kez bile olsun onun (Komün’ün) Marx ve Engels’çe nasıl tanımlandığına girilmiyor. Sadece şunlar var: “Paris Komünü’nün toplumsal ve siyasal örgütlenişinin anlam ve tanımı konusunda çok çeşitli görüşler öne sürülmüştür.” (Demokrat! Mart ’92)
Bu kadar!
Demokratizm damgalı kimlik, proletarya diktatörlüğü kavramına tahammül edemiyor. Zira yazar, Komün’ün asıl tarihi önemdeki bu yanını irdelemek isteseydi Marx ve Engels’in “Komün, proletarya diktatörlüğüdür” tanımlamasıyla karşılaşacaktı. Marx ve Engels’in bu değerlendirmesini, ansiklopedik bir bilgi olarak bile vermeye tahammülü yok yazarın. Sadece “kararlı bir eylem? Kautsky bile, Marx’ın böyle bir tanımlama yaptığını kabul ediyor, ama “diktatörlük” kavramını çarpıtarak inkâra çalışıyor.
Aslında, yazarın bu çabası, yani, Komün’ü bir devlet, bir iktidar biçimi olmaktan çıkarma çabası -veya bu yönünü vurgulamama- bir önceki, Levent Saçılanateş imzalı yazının son paragrafala bütünleştiğinde anlam kazanıyor:
“Evet, Komün, ‘destansı bir dram’ olarak son buldu. Ne var ki, her destan gibi Komün de kendinden sonraki tarihte yerini aldı. Hem de, sadece söylence olarak değil, ete ve kemiğe bürünmüş canlı bir organizma olarak… 1905, 1917 Sovyetleri, İtalya İşçi Konseyleri, Çin Kızıl Siyasi İktidarları, Latin Amerika Halk Komiteleri ve Türkiye…” (Altını biz çizdik -ÖD-)
Evet “ve Türkiye…” (!) Aslında yakarın kafasında “ve Türkiye’den sonra söyleyeceği şey bellidir. “Fatsa” denilecektir, “direniş komiteleri” denilecektir, ama o, bunu, “Alternatif İktidar Biçimleri” başlıklı ana çalışmaya bırakmıştır. Yalnızca, işin destansı yönüyle ilgilenmiş ve “Fatsa”ya, “Direniş Komiteleri”ne yol açmıştır. Komünün devlet olma özelliğinin vurgulanmamasının nedeni budur.
“AP’li, CHP’li, MSP’lisinin, devrimci ve demokrat insanların, çatışmasız, olaysız, bir arada (kardeşçe) yaşadığı…”, halkının tahriklerle, kışkırtılıp, güvenlik kuvvetlerinin karşısına çıkarılmak isten(diği)” (N. Mitap), ve nihayet çok sevilen “Başkan”ın, değişen koşullarda, cenazesine bile sahip çıkmayan “Fatsa Komünü” de “destansı bir dram olarak” son bulmuyor muydu?
Komün’ün devlet biçimi özelliğini vurgulamamasının nedeni anlaşılıyor olmalı.
(!)’ligillerden Engin Günay, diğerlerince yazılanları sistematize ettiği ve bizce ana çalışmaları olan yazısında, Paris Komünü’nü, devrimci durumlarda özgün bir süreç olarak gerçekleşebilen, “ikili iktidar”ın, kitlelerin devrimci inisiyatifinin ifadesi olan “Sovyet” ayağına indirgeyerek, onunla özdeş tutarak, burjuva toplumda, burjuva diktatörlüğü altında da Komün iktidarları kurulabileceği anlayışını sergiliyor.
İkili iktidarın “Sovyet” ayağı da, Paris Komünü gibi, aynı güce, silahlı emekçi inisiyatifine dayanıyordu ama bir devlet iktidarı olmadığı için, bir süre sonra, iktidarını gönüllü olarak burjuvaziye devredip “ikili” durumun sona ermesine yol açtı.
İkincisi, defalarca belirttik; Paris Komünü’nün proletarya diktatörlüğü olarak tanımlanması, en başta, işçi ve emekçilerin burjuva devlet cihazını parçalayarak yerine kendi devlet düzenlerini kurma girişimi olmasından kaynaklanıyordu. Marx, değerlendirmelerinde bu yönü önemle vurgular.
Komün Örgütleri, neden 18 Mart öncesi proletarya diktatörlüğü olarak tanımlanmadı’ Aynı soru, Ekim öncesi İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri için de sorulabilir. .
Paris Komünü, bir devlet biçimidir, proletarya diktatörlüğüdür. Daha önce, Marx ve Lenin’le açıkladığımız gibi, diktatörlük ancak bir devlet biçimidir, Burjuva diktatörlüğünün tasfiyesini ön-gerektirmiştir.
Burjuva egemenlik ilişkileri altında, sınıf savaşı sürerken kurulabilecek “işçi konseyleri”, “işyeri komiteleri”, “direniş komiteleri” gibi örgütlülüklerle Paris Komünü arasında özdeşlik kurmak, “Hemen şimdi!” fantezisine dayanak oluşturma çabasıdır.
“Bu geçiş (devrimin birinci aşamasından ikinci aşamasına) bütün iktidarın Sovyetlere devredilmesiyle olacaktı ve Sovyetler, Paris Komünü tipinde bir devlet olacaktı”
Doğrudur. İşte, Sovyetler, ancak bütün iktidara, yani bir devlet iktidarına sahip olduğunda -bu burjuva iktidarın devrilmesi demektir- Paris Komünü tipinde olacaktı.
Proletarya diktatörlüğünün temel organları olabilme potansiyelini taşımakla, proletarya diktatörlüğünün kendisi olmak, ikincisinin, burjuva iktidarı tasfiye etmiş, muzaffer bir proletarya devrimi içermesiyle, birincisinden ayrılır.
Burjuva diktatörlüğünün tüm organlarından (yasama-yargı-yürütme, ordu, polis vs) kurtulmuş, halkın kendi silahlı iktidarına sahip olduğu Kızıl Siyasi iktidarlar ile örneğin, Fatsa’daki “Çamur Kurutma Komiteleri” veya esas olarak devletin resmi güçlerine karşı değil de, sivil faşist saldırılara karşı oluşturulmuş Direniş Komiteleri!
En acısı da, direniş komiteleri döneminden hayli gerilere savrulmuş, devrimci demokratlıktan, demokratlığa “terfi” etmişlerin, bırakınız “çağdaş komünler” yaratmayı, “Çamur Kurutma Komiteleri” türü imeceler yaratma ruhunu bile kaybetmiş olmaları!
Komün’lü 121. yılda da, devrimci ve komünistler, yine “gökleri fethetme ruhuyla”, yine “Gelecek, Komündür” şiarlarıyla…
Mayıs 1992