“Dünyayı yeniden şekillendirmek”

Davos’ta gerçekleşen 44. Dünya Ekonomi Forumu’nun bu yılki ana teması ‘Dünyayı Yeniden Şekillendirmek’ olarak belirlenmişti. Öncelikle Davos’ta Avrupa’ya büyüme çağrısı yapıldığını hatırlatalım ve Almanya eski Merkez Bankası Başkanı Weber’in uyarı niteliğindeki sözlerine bakalım: “Merkez Avrupa ülkelerindeki ekonomik büyüme yüzde 1 civarında, cansız ve tek taraflı bir büyüme. Bazı şeyler Avrupa’da daha iyi durumda hissediliyor, ama Avrupa’daki politika yapıcılar halinden memnun olmamalı.” Bir diğer katılımcı ise, sorunun “istihdam piyasasında esnekliğin olmaması” olduğu tespitinde bulunmuş.
Uyarılar kendi içlerinde yöneldikleri çözümleri de ortaya koyuyorlar aslında. Zaten alabildiğine esneyen ve örneğin Almanya’nın büyük kentlerinin ana arterlerinde büyük tabelalarla kendisini gösteren “kiralık işçi büroları” yazıları bu istihdam esnekliğini görünür kılıyor. Orta ölçekli tüm işletmelerin işçi ihtiyaçlarını bu bürolardan sağladığı bilinmeyen bir şey değil. Fakat sermayeye bu yetmiyor ve zincirli kölelik düzeninin sağlamlaştırılıp derinleştirilmesi için çaba harcamaktadırlar.
Davos’ta dünya ve Avrupa’nın “sorunları” tartışılırken özelde Afrika kıtası ele alınıyor. 2050 yılında 2 milyar nüfusa ulaşacağı tahmin edilen kıtanın daha fazla istihdama ihtiyaç duyduğu ifade ediliyor. Bu sözler, Gana Cumhurbaşkanı Mahama’ya ait. Mahama’nın bir özelliği, politikalarının Başbakan Erdoğan ve Hükümet’inin Türkiye’de uyguladığı neoliberal politikaların benzerliği ve ikilinin bu politikalarda adeta yarış içinde olmalarıdır. Mahama sözlerine şöyle devam ediyor: “Ekonomik sosyal birliktelik en büyük önceliğimiz. Özel sektörün kalkınması için alan yaratmak ve geri dönüşümlerini paylaşmak hükümetimizin görevleri içerisinde yer alıyor. Afrika’nın bu zamana kadarki gelişimini artırmak için hükümetler iyi yönetişim, insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmek zorundadır.”
İkiyüzlülük, tüm dünyada olduğu gibi, Gana’da da kendini açıkça ortaya koyuyor. Hem özel sektörün kalkınması için alan yaratacak, hem de insan haklarına saygıyı geliştireceksin. Davos’un istihdam sorununa nasıl baktığı ortadayken ve dünyayı yeniden şekillendirmeye çalışırlarken, herhalde uzak duracakları en önemli şey “insan hakları” olacaktır. Bu durumu, bir insanlık suçu olan esnek çalışmanın vardığı noktayı beğenmeyen ve bunun büyütülmesini planlayan sermayenin hesaplarında açıkça görebiliyoruz. İnsanı ve doğası adeta açlığa ve sefalete terk edilmiş, inanılmaz bir sömürü yaşamış Afrika’nın, kalan son birkaç damla kanı da bu vampirler tarafından emilmek isteniyor.
Türkiye’nin vampirleri ise, bölgeye ulaşabilme olanaklarını geliştirdiklerini düşünerek, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın ağzından şöyle bir açıklamada bulunuyor: “Afrika, çok ciddi rezervlere ve kaynaklara sahip, geniş ve büyük bir nufüsu var, zengin bir insan gücü var, birçok işbirliği yapabileceğimize inanıyoruz” diyerek, hayallerinde geliştirdikleri emperyal hedefleri dile getirebiliyor. Davos’un yönelimini görerek hayata geçirme noktasında ilerlemeye çalışıyorlar.

DAVOS, ENERJİ VE KAYAGAZI!
Uluslararası Enerji Ajansı Başekonomisti Dr. Fatih Birol, Davos’ta tartışılan enerji başlıklarını üçe ayırmış. Birol, daha önceki Davos’ta övgüyle gündeme gelen kayagazının ABD ve Kanada için bir “devrim” olduğunu vurgulamış. Bu yılki Davos’ta yaşanan bu “devrim”in başka hangi ülkelerde gündeme gelip yaşanabilir olduğu tartışmalarına dikkat çekmiş. Ayrıca petrol talebinin tüm dünyada ve özellikle Çin’de hızlı bir şekilde artan ihtiyacının karşılanmasının biricik yolunun Kuzey Irak petrolleri olduğunu ifade etmiş. Fakat yaşanan sorunların büyümeyi engellemekte olduğu tespitini yapmış. Ayrıca 2012 yılında başlayan yenilenebilir enerji yatırımlarındaki düşüşün nasıl yükseltileceğinin ele alındığını aktarmış.
Fatih Bey, Irak’ta çözümün ancak “ekonomik baskı” uygulanarak gerçekleşebileceği tespitini yapıyor. Emperyalist kapitalist sistemin ihtiyaçları ve “bolluk içinde yokluk” ya da dünyayı hızla yok etmeye doğru götüren bir yanda sefalet bir yandaysa aşırı üretimle büyüme ve bu yolla sermaye biriktirme süreçlerinin devamı için önerilen yaklaşım, yine baskı, zulüm ve katliamların bir adım öncesi olan “ekonomik baskı” olarak masaya konuyor. ABD’nin milyonlarca insanı katlederek işgal ettiği topraklarda attığı ilk adım yine “ekonomik baskı” idi ve bu tür önerilerden söz etmek ancak bu sistemin tetikçilerine mahsus bir iş olabilir. Önerilen “çözüm”, bölge insanını açlıkla terbiye etme ve savaşla hizaya getirme adımlarıdır ve bu durum ancak bir çözümsüzlük üretebilir. Peki tüm bunlar ne için yaşanacak? Çin’in petrol talebi çok yüksekmiş, bu karşılanmalıymış. Çin’e ya da diğer kapitalist sömürgenlere bu petroller ulaştığında, çözdükleri tek şey, sefalet ve “yokluk” sürerken aşırı üretimin devamı, yani dünyadaki emek sömürüsünün yoğunlaşması ve doğal yaşamın yok olma sürecinin hızlanarak sürmesi olacaktır.
Sayın Birol, kayagazının doğalgaz fiyatlarını aşağıya çekeceğini ve bu işten en çok Rusya ve Katar’ın zarar göreceğini ifade etmiş. Ayrıca daha önce Türkiye için müjde olarak verdiği kayagazı rezervleri bakımından Türkiye’nin şanslı olmadığını vurgulama gereği duymuş. Bu vurguyu bir kez daha yinelemişti, fakat yaşanan sürecin Birol’un vurgusundan çok farklı seyrettiğini açıkça görebiliyoruz. Sayın Birol’daki bu gel-gitlerin nedeninin sermayenin uluslararası konjönktürdeki enerji üretimiyle ilgili gelişmeler olduğunu düşünüyoruz, çünkü işi ve varlık nedeni buna tekabül ediyor.
Çelik İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Namık Ekinci, enerji fiyatlarının aşağıya çekilmemesi halinde demir çelik sanayinin çıkmaza gireceğini öngörüp, bu durumu aşmak için kapı kapı dolaşarak, “ne yapıp edip şu kayagazı üretim işini hızlandırın” diyebilmektedir. ”Hızlansın ki, enerji ucuzlasın ve demir çelik sektörü rekabet şansını arttırsın. Piyasadaki pazar payını başkalarına kaptırmasın.” Shell firmasının Diyarbakır’da yeşillik olsun diye sondaj yapmadığını ve Trakya’da da bu sürece iş olsun diye hazırlanmadığını her halde görebiliyoruz. Birol Bey, neyi, ne amaçla maskelemeye çalışıyor? Bu durum yakın süreçte mutlaka açığa çıkacaktır.
Hollanda Kraliyet Shell firması ile Ukrayna arasında Davos’ta imzalanan kayagazı anlaşmasının Rus ithal gazına karşı Ukrayna’nın bağımsızlığı için çok önemli olduğunu vurgulayan Birol’un, şu an Ukrayna’da yaşanan iç savaşla bu durumun ilgisinin olup olmadığına yönelik bir yorumunu bulamadık! Rusya’nın sömürüsünden kurtulup ABD ve Almanya’nın sömürüsü altına girmek Ukrayna’ya özgürlük getirmeyecektir. Davos’ta imzalanan anlaşmayla hayata geçirilmek istenen kayagazretim ve sevkiyatı da bu durumu değiştirmeyecektir. Böyle bir süreçte her türlü kaybeden emekçi halklar ve doğa olacaktır.

YAŞANANLAR KADER Mİ?
Irak’la başlayan “şekillendirme” çalışmaları Ortadoğu’nun tamamına yayılırken, Avrupa’da ise, Yugoslavya’nın dağıtılmasının benzer adımları Ukrayna üzerinde atılıyor. Emperyalistlerin etkinlik alanları yeniden belirlenip, kimin nereyi sömürürken daha fazla söz sahibi olacağı işaretleniyor. Küreselleşme politikaları ile ortaya konan sermayenin alabildiğine serbest hareket edebilme koşulları yavaş yavaş değişiyor. Emperyalistlerin 2. Paylaşım Savaşı’nda kabul ettikleri sınırları değiştirmeye yöneldikleri, bu nedenle etkinlik alanları belirlenirken, her zamanki gibi halklar birbirine kırdırılarak sonuç alınmaya çalışılıyor.
“Dünyayı yeniden şekillendirmek”, sermaye birikiminin, dolayısıyla sömürünün büyütülmesinin daha hızlı yollarını aramaktan başka hiçbir şey değildir. Barışın bundan böyle sermayenin kendi arasında dahi sağlanamayacağı ve gittikçe cepheden birbiriyle savaşa tutuşmak zorunda kalacakları zamanlara doğru ilerliyoruz. Sermaye açısından bu durum yaşanırken, emekçi halkların savaşlara karşı barış içinde yaşama talebinin büyüyebileceği bir dönemdeyiz. Türkiye’de son bir yıldır yaşanan çatışmasızlık ortamının bozulmasına çalışan çevreler bu günlerde daha bir görünür durumdalar. Ancak her şeye rağmen büyük çoğunluğun yaşanan barış sürecinden hoşnut olduğu açıktır. Bu durumu büyütmek, barış söylem ve etkinliklerini çoğaltıp yükseltmek, seçimden sonraki sürecin en önemli adımı olmalıdır.
Halklar birbirine düşürülüp kırdırılırken, bu durumu aşırı emek ve doğa sömürüsü ile taçlandırmaktadırlar. “Yeniden şekillendirme”nin temel amacı sermaye birikim sürecinin bekası ve büyüyerek sürdürülmesidir. Bu birikim sürecinin tek yolu ise, emekçi halkların ve doğanın amansızca sömürülmesidir. Örneğin Türkiye’de petrol, maden, enerji, kayagazı vb. faaliyetlerle doğa sömürüye uğratılırken, esnek çalışma vb. uygulamalarla da emek sömürüsü dizginsizce artmaktadır.
Bu nedenle yaşam varlığımız olan suyu, toprağı, havayı ve emeğimizi sermayenin insafına terk edemeyiz. Halkların kardeşliğini su, toprak ve emek üzerinden sağlamak, emperyalizmi bölgemizden kovmanın önemli bir yoludur. Öcalan’ın Ortadoğu halklarının “su kardeşliği” etrafında toplanmasının, bölge halklarının kurtuluş reçetesi olacağına dair tespitleri herhalde önemli sayılmalıdır.
Yıllar boyu kapitalizmin saldırılarını emek üzerinden teşhire çalıştık ve buna devam ediyoruz, edeceğiz de. Bugün Türkiye’de ve bölgede yaşayan halkların doğal alanların metalaştırılmasına karşı yürüttüğü mücadelede bir ilerleme olduğunu birçok örnekte açıkça görmek mümkündür. Bunu görerek emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadelemizi emek ve doğa sömürüsünün teşhiriyle, bu sömürü karşıtlığı üzerinden örmek daha ileri mücadelelerin ortaya çıkmasının en önemli yolu olacaktır.

Enerji kimin için?

Kapitalizmin küreselleşme politikaları ile başlayan neo-liberal saldırılar devasa boyutlara varmış durumda. Uluslararası yerli ve yabancı şirketlere sağlanan teşvik ve kolaylıklarla, olanak ve deyim yerindeyse özgürlüklerle Türkiye ve benzeri ülkelerdeki hükümetlerle siyasetçiler, şirketlerin ayak işlerini yapan memurları durumuna geldiler. Bu, devlet olanaklarının paylaşımı ve bu olanaklarla palazlanmayı önemsizleştirmediği gibi, bu paylaşım ve palazlanmayı koordine eden hükümetlerle bakanları ve işlevlerini de önemsizleştirmedi. Türkiye’de 1980 darbesinden dünya ölçeğindeyse Sovyetler Birliği’nin çöküşe geçmesinden hız alarak tüm dünyada (ve Türkiye’de) geliştirilen neoliberal politikalarla yürütülen emeğe dönük saldırılar kapsamında neredeyse kamuya ait tüm fabrika ve işletmeler “arpalık” oldukları ve kötü yönetildikleri savları ile sermayeye teslim edildi. Piyasa ekonomisi adı verilen tekellerin dizginsiz egemenliğinin önündeki tüm engeller kaldırılırken, doğa da geri dönülemez biçimde tahrip edilip metalaştırılmaktadır. Bu makalede, başta “enerji ihtiyacımız var” yalanı olmak üzere, AKP hükümetinin enerji politikaları nedeniyle doğa ve yaşam alanlarımızın tahribatına yol açan uygulamalarına karşı direnen halk kesimlerine AKP ve enerji şirketlerinin saldırısının hangi yalan propagandalar etrafında yürütüldüğünü anlatmaya çalışacağız.
Bu yalan propaganda argümanlarının başında hepimizin sıklıkla duyduğumuz “ülkenin enerji ihtiyacı var, karanlıkta mı kalalım” söylemi gelmektedir. İkincisi; “kamu yararı var” söylemidir. AKP ve enerji şirketlerinin üçüncü ve dördüncü yalan propaganda argümanları aynı zamanda bir saldırı da içerir, çünkü yaşam alanlarını savunan yerel halkı, üretici köylüleri ve bu konuda emeğini esirgemeyen aydınları kalkınma karşıtlığı ve sanayinin gelişmesini istememekle, yani düşmanlık ve hainlikle suçlayarak, geniş halk kesimleri arasında da bir bölünme yaratarak amaçlarına ulaşmayı hedeflemektedirler. Bu da yetmemekte, doğayı ve çevrelerini savunanlar dış mihrakların maşası, kökü dışarıda olmakla suçlanmaktadır.

KAPİTALİZMİN HİZMETKARI
IMF ve Dünya Bankası vb. eli ile gerçekleştirilen uygulamalar sonucunda tüm ülkelerde işsizlik artarken yoksulluk derinleşti. Sosyal amaçlı harcamalar kesildi ya da kısıtlandı. Tüm bu uygulamalar piyasa ekonomisi adı altında kutsanarak gerçekleştirildi, gerçekleştiriliyor. Tamamen uşak haline getirilen işbirlikçi hükümetler, uluslararası şirketlerin faaliyetlerini düzenleyen, onlar için yollar, limanlar ve enerji vb. yatırımları planlayan birer hizmetli pozisyonundalar. Bu saldırılara karşı gelen ve gelebilecek olanları ve mücadeleleri ezip cezalandırmak için birçok yasa ve yönetmelik çıkartarak kapitalizmin, neoliberal politikalarıyla tekellerin hizmetine devam ediyorlar. Bu hizmeti yaparken de “ezan”, bayrak” vb. gibi sembolleri dillerinden hiç düşürmüyorlar.

SAVAŞIN ARDINDAKİ NEDEN
Şirketlere sağlanan sınırsız özgürlükle sürdürülen enerji üretimi, söylenen yalanlar ve yaratılan yanılsamalar ile ülkenin her yanına yayılmış durumda. Kapitalizm “küreselleşme” adı altında enerji arzını, petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarına sahip ülkeleri baskı altına alıp işgaller yolu ile kendine bağlayarak, güvenliğini sağlayıp garanti altına almaya çalışıyor. Irak’ta, Libya’da yaşadıklarımız ve şimdi de Suriye’ye yönelik yürütülen savaş politikalarının başlıca amacı enerji ve su kaynaklarıyla iletim yollarına sahip olmaktır. Tüm bunlar yaşanırken ülkemizde de enerji üretim yatırımları büyüyerek devam ediyor. Kapitalizmin olmazsa olmazı enerji her biçimde karşımıza çıkıyor. Bazen nükleer santral, bazen termik santral, HES, rüzgar, güneş ve bazen de katı atık yakma ve enerji üretim tesisi adı altında birçok biçimi ile karşılaşıyoruz. Peki, nedir bu enerji ihtiyacı ve özellikle ülkemizin böyle bir enerjiye ihtiyacı var mı? “Ülkemizin enerji ihtiyacı” söylemi gerçekte hangi sınıfın çıkarlarını ve ihtiyaçlarını kast ediyor? Ya da bu ihtiyaçtan dolayı mı yaşadıklarımız?

ENERJİ TİCARETİ
Avrupa Elektrik İletim Birliği (ENTSO-E) 1950’lerde kurulmuş olan bir kuruluş. Kuruluşun amacının, şebekelerin senkronizasyonu ile tek tip enerji piyasası oluşturup enerji arz güvenliği ile üretim ve iletim güvenliğini sağlamak olduğu açıklanmaktadır. Şirketlerin eline teslim edilen üretim ve dağıtım unsurları, bu oluşum eliyle elektrik enerjisi ticareti neoliberal uygulamalar ile genişlemekte ve sermayeye yeni “fırsat”lar üretme yolunda hızla büyümektedir. Ülkemizde yaşanılan süreçte asıl itici güç, AB’nin enerji güvenliği ile enerji şirketlerine yeni alanlar yaratıp sermaye birikim sürecini tatlı kârlarla sürdürme dürtüsüdür. Türkiye elektrik sistemi, 18.09.2010 tarihinde ENTSO-E şebekesine bağlanmıştır. 03.05.2011 tarihli ENTSO-E kararları doğrultusunda 01.06.2011 tarihinden itibaren “Ticari Enerji Alışverişi” dönemi başlatılmıştır.

ÖZELLEŞTİRME YA DA TEKELLERE DEVİR
Elektrik piyasası adı verilen şey, üretim-iletim-dağıtım ve arz gibi unsurlardan oluşmaktadır. Elektriğin diğer metalar gibi depolanma imkânı olmaması nedeniyle, yukarıda saydığımız unsurların hepsinin iç içe geçmesi gerekmektedir. Son yıllardaysa, neo liberal politikalarla, tüm bu unsurların özelleştirilip tekellerin eline verilmesi sürecini yaşamaktayız. Türkiye’de enerjide, iletim hatlarının dışında, üretim ve dağıtımın neredeyse tamamen şirketlere devirleri sağlandı. İletim hatlarının devri içinse hazırlıklar yapılıyor. Buna hazırlandıklarını TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim A.Ş) açıklamalarında görebiliyoruz. Bugüne kadar özelleştirilmenin yapılmamasının nedeni ise, iletim hatlarının yenilenme sürecinde maliyetlerin çok yüksek oluşu ve şirketlerin bu maliyet yükünün altına girmek istememeleri ve yanı sıra AB (Avrupa Birliği) ile yapılan ve Gürcistan ve Ermenistan’la da gerçekleştirilen enerji nakil hatlarının entegrasyonunun (enterkoneksiyon sistem) kamu eli ile gerçekleştirilmesi çalışmalarıdır.
Ülkede tek vergi toplanan kesim işçi ve emekçilerdir. Ve bizlerin ödediği vergilerle şirketlerin talanı için altyapılar oluşturulmaktadır. Emek ve doğa sömürüsü üzerinden kapitalistlerin artı değer yaratması uğruna yaşam büyük bir hızla yok oluşa doğru sürüklenmektedir.

KOMŞULARLA ELEKTRİK TİCARETİ
TEİAŞ Genel Müdürü Kemal Yıldır, “çalışmaların tamamlandığında Libya, Fas, Azerbaycan, Lübnan, Filistin, Suriye, Gürcistan, Yunanistan, İtalya ve Fransa’ya kadar uzanan hatta Türkiye üzerinden elektrik ticareti yapılacaktır. Proje ile yaklaşık 1500 megavat enerjiyi aktif kullanılabilir hale getirdiklerini ve bu yapıyı kaldıracak yeni ve özerk bir TEİAŞ içinse kolları sıvadıklarını” anlatıyor. (Global Enerji dergisi sayı 74)
Enerji Bakanı Taner Yıldız ise, Türkiye’nin elektrik ticareti yapmadığı komşusu kalmadığını belirterek, “Nahcivan, İran, Suriye, Yunanistan, Irak ve bunların hepsi ile elektrik ihtiyacı olan tüm komşularla elektrik ticareti yapıyoruz” diye açıklamalarda bulundu.” (2. Karadeniz Enerji ve Ekonomi Forumu)

PİYASALAŞAN ENERJİ!
AKP hükümeti yeni bir yasa tasarısı hazırlıyor. “Elektrik piyasası kanun tasarısı” adı verilen yasa yukarıda değindiğimiz politikaları teyit etmektedir. Hazırlanan kanun tasarısının tamamı serbest enerji piyasasını düzenliyor. Tasarının 8. Maddesinin 4. bendi şöyle: “TEİAŞ bakanlığın uygun görüşü alınarak uluslararası enterkoneksiyon hatlarının ulusal sınırlar dışında kalan kısmının tesisi ve işletilmesini yapabilir ve/veya bu amaçla uluslararası bir şirket kurabilir ve/veya kurulmuş olan uluslararası şirketlere ortak olabilir ve bölgesel piyasaların işletilmesine ilişkin organizasyonlara katılabilir.” Üzerinde durduğumuz gerçeklerle örtüşen bir yaklaşım olduğu açıkça görülebiliyor. Aktarmaya devam edelim. 10. Maddenin 2. Bendinde; “Tedarik şirketleri herhangi bir bölge sınırlaması olmaksızın toptan ve perakende satış faaliyetlerinde bulunabilir.” deniyor. Konya’da enerji üreten bir firmanın İstanbul’daki bir dağıtım şirketine veya üretim tesisine veya Avusturya’daki bir müşteriye direkt satış yapabilmesinin koşulları yaratılmaktadır. Daha iyi anlaşılabilmesi için bir alıntı daha yapmamız gerekiyor. 12. Maddenin 1. bendi şöyle: “Elektrik enerjisi ve/veya kapasitesinin uluslararası enterkoneksiyon şartı oluşmuş ülkelere ihracatı, tedarik lisansına sahip şirketler ve üretim şirketleri tarafından, bakanlığın uygun görüşü doğrultusunda, bu kanun ve ikincil mevzuatı uyarınca kurul onayıyla yapılır.” 12. Maddenin 3. Bendinde ise, “Sınırda yer alan illerde kurduğu üretim tesisinde ürettiği elektriği iletim ve dağıtım sistemine bağlantı tesis etmeden kuracağı özel hat ile ihraç etmek isteyen tüzel kişilere üretim lisansı almak kaydı ile bakanlığın görüşü doğrultusunda kurulca izin verilebilir” denmektedir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ve alıntıladığımız gerçeklere dayanıp bir tek şey söylenebilir ki, o da, sermaye tarafından talan edilmemizin yasaya bağlanmakta olduğudur. Ne için ve kimin için? Sermayenin birikiminin yeniden değerlendirilebilmesi için. Neye rağmen? Doğal alanlarımızın, tarım alanlarımızın, sularımızın yok edilmesine ve bölgelerde yaşayan insanların ve birçok canlı türün göç etmesi ya da yok olmasına rağmen. Enerji üretimine karşı çıkmak adına bunları ifade etmiyoruz, fakat kapitalizmin zorunluluk yasası olan aşırı büyüme ve aşırı üretimin artık sürdürülemez boyutlara vardığını da görebiliyoruz. Yapılan yatırımların enerji ihtiyacından kaynaklandığı söylemi koca bir yalandır.

TÜRKİYE’NİN ENERJİ AÇIĞI VAR MI?
Türkiye’nin 2010 sonu itibari ile 49524 MW kurulu gücü var. Talep edilen güç ise, 33392 MW. 2015 yılında talep edilecek gücün 45112 MW olacağı öngörülüyor. Bu hesabın Türkiye ekonomisinin her yıl %7,5 oranında büyüyeceği ön görülerek yapıldığı açıklanıyor. Peki, bu mümkün mü? Yani büyüme oranı gerçekçi mi? Gerçekçi olmadığı son çeyrekteki yüzde biri biraz geçen orandan belli, ama aslında bunun hiçbir önemi yok. Yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız gelişmeler ve olup bitenlere baktığımızda, enerjinin Türkiye halkı için değil, tekelci şirketlerin birikim süreçleri ve AB için gerekli olduğunu açıkça görebiliyoruz. Avrupa’nın enerji güvenliğini sağlamaya soyunan ve bunu açıkça ifade eden AKP Hükümeti, bunu sağlamak adına ülkenin talan edilmesine hizmet ediyor.
AB’nin “yeşil kitap” adı verilen yaklaşımında, enerji ihtiyacını karşılamak adına ve bu demagojik söylem altında Türkiye’nin bir “enerji koridoru” olmasının öngörüldüğünü de atlamamamız gerekiyor. Yine geçtiğimiz yıllarda AB ile yapılan katılım çerçeve görüşmesinde, çevre faslının açılmasına AB koşul koymuştu. Bu koşul, Dicle ve Fırat su havzasının birlikte yönetilme talebiydi. AB’nin bu talebi kabul edilip, karşılıklı imzalarla Dicle-Fırat su havzasının birlikte yönetilmesi kararı alındı. “Yönetmek” kavramı AB yaklaşımlarında, Kamu-STK-Şirket üçlüsünün yönetim planları çerçevesinde bölgeden azami yararlanmayı, doğanın ve suyun ticarileştirilmesini içerir. Yapılan sözde koruma planları, aslında şirketlerin faaliyetlerini gizlemek ve tepkileri en aza indirmek amacıyla oluşturulan yapılanmalardır. “Korumak” diye adlandırdıkları şey kapitalizmin “kaynak”larını korumaktan başkaca bir şey değildir. Ülkenin elektrik üretiminin % 15’inin kayıp-kaçak nedeniyle yok olduğunu ve bu rakamın yarıdan fazlasının elektrik iletim ve nakil hatlarından kayba uğradığına dikkat çekiyoruz. (TMMOB VII. Enerji Sempozyumu) Planlanan binlerce tünel tipi HES yapıldığında, toplam elektrik üretimine en fazla % 5 katkı sunacak. Oysa elektrik iletim ve nakil hatlarındaki % 15’lik kaybı engelleyecek önlemlerin alınmasıyla sağlanacak tasarrufun büyüklüğü, sadece HES’lere değil, termik ve nükleer santrallere de gerek olmadığının açık göstergesidir.

AVRUPA’NIN İKİ YÜZÜ
Avrupa Birliği tarafından, sözde yenilenebilir enerji kaynaklarının desteklendiği vurgusu çokça yapılır. Avrupalılar, bize, neyin “yenilenebilir” neyin “yenilenemez” olduğunu söylemeye çalışırlar. AB’nin en güçlü ülkesi Almanya, kendi ülkesinde termik ve nükleer santrallerin kapatılması sürecini başlatırken, bizim gibi ülkelerde Sugözü Termik Santrali türünden yatırımları yapmakta bir sakınca görmez. Sugözü Termik Santrali’nin açılışını o dönem sosyal demokrat iktidarın Başbakanı Schröder yapmıştır. Aynı dönem, Almanya Dış İşleri Bakanı da Yeşiller’in eş başkanı Fischer’dir. Emperyalist kapitalist sistem, “yeni” ve “yenilenebilir” olarak sunduğu her yaklaşımla, iki yüzlülükle yeni metalaşma süreçlerini başlatır. Dünyada yapılan iklim zirvelerinde, Kyoto’da alınan kararlar gibi, kendi kapitalist sistemlerinin devamını ister ve yeni metalaştırma süreçlerini örerler. Son yapılan iklim zirvelerinde karbon salınımını sözde azaltmak üzere aldıkları kararlarla, temiz hava da ticari bir meta haline getirilmiştir. Karbon borsaları bunun en önemli göstergesidir. Ülkemizde yapılmakta olan binlerce HES’in ardında olanca güçlülüğüyle karbon ticareti olgusu durmaktadır. “Temiz enerji” adını verdikleri HES’ler, bu borsalarda kirli üretim yapan şirketlerle alışveriş yaparlar. Böylece dünya da karbon sorunu giderilip küresel ısınmaya sözde çare bulunur!

SUYA GÖZ KOYANLAR
Her şeyi sermaye birikimine hizmet edecek biçimde planlayıp uygulamak kapitalizmin olmazsa olmazıdır. Kapitalizm büyümeden, sermaye birikmeden var olamaz ve büyümek için emeğin yanı sıra, üretim maliyetini asgariye çekmek üzere hammedeleri ve kaynaklarını, öyleyse doğayı da en ucuz yolla ve son noktasına kadar “sömürmek”, tahrip ederek kullanmak onun amaçlarındandır. Madenlerin ve enerji kaynaklarının çoktan metalaştırılmış oluşu onlara yetmez, zaten ticari bir meta halini almış suyu da çıkarları gereği “kaynak” olarak değerlendirip ticari değerini büyütür, temiz havayı da ticarileştirirler; gözlerimizin önünde tümünü gerçekleştirmiştir ve gerçekleştirmektedirler.
Ülkemizde ortaya çıkan binlerce HES projesinin ardında karbon alışverişi dışında suya sahip olmak en önemli hedeftir. HES şirketlerine suyun kullanım hakları 49 yıllığına verilmektedir. Yapılan tünel tipi HES’ler suyu boru içine hapsedip doğadan çalar. Yakın gelecekte yaşanması kaçınılmaz olan su kıtlığı dönemine hazırlanmak istenmektedir. Suyu, aynen petrol boru hatlarıyla yapıldığı gibi, bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye taşıyıp bütünüyle alınıp-satılan bir ticari meta haline getirmek nihai amaçlarıdır. Yapılması hedeflenen binlerce tünel tipi HES’in toplam elektrik üretimimiz içinde en fazla% 5 oranında olacak elektrik üretimi göz önünde tutulduğunda, ağırlıklı amacın, HES’lerin inşası sürecinde oluşturulacak tatlı kâr kaynaklarının yanında su üzerindeki hakimiyet kavgası ile temiz hava ticareti (karbon ticareti) kaynaklı karbon kredileri olduğunu; suyun ve temiz havanın korunmasının olmazsa olmazı ormanlar ve rüzgar akımlarının alınan satılan birer mal haline getirilmesi için ticarileştirilerek şirketlerin eline teslim edileceğini söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz günlerde Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) baş ekonomisti Fatih Birol bir açıklamada bulunmuş ve şöyle demişti: “Su kullanımının %15’i enerjiden kaynaklanıyor. Santrallerin soğutulmasından tutun, bioyakıtların üretilmesine kadar suyun kullanımı %15 daha artacak. Bu şu demek: bundan sonra enerji projeleri yapılırken suyun o projeye yakınlığı artık çok önemli ekonomik kriterlerden biri olacak. Şimdiye kadar enerji projesi yaparken maliyeti, yatırımı, işçilik ücretleri düşünülüyordu. Artık suyun da kritik bir faktör olduğunu göreceğiz.” Su niçin boru içine alınıyor? Havza planlamaları ile suyun havzalar arası taşınması neden sağlanıyor? Bu sorulara cevap yukarıda ki alıntıda açıkça ortaya konmaktadır.
AKP Hükümetince hazırlanan Su kanun tasarısında suların sürdürülebilir biçimde korunması ve azami kullanımının hedeflendiği açıkça ifade ediliyor. Bu yasanın AB (Avrupa Birliği) su çerçeve direktifine uygun hazırlandığını ve bu çerçeve nedeniyle bir zorunluluk olduğunu biliyoruz. Su çerçeve direktifi, AB’de 2000 yılında kabul edilmiş ve 2006 yılında yürürlüğe girmişti. AB su çerçeve direktifinde ve hazırlanan su kanunu tasarısında suyun sürdürülebilir biçimde korunması yaklaşımının, suyun doğal varlığını tüm ekosistem için değil, kapitalizmin ihtiyaçlarını giderme kaygısıyla ele alındığını görebiliyoruz. AB su çerçeve direktifinin en önemli yaklaşımı “kirleten öder” ile “kullanan öder” yaklaşımıdır. Su kanun tasarısının temel yönü, yakın gelecekte yaşanması muhtemel su kıtlığı gibi sorunlara karşı suyun kontrol altına alınarak ve tamamen metalaştırılıp ticari değeri yükseltilerek, kapitalizmin birikim sürecinde sermayenin en önemli “yaşamsal” kaynağı olarak görülmesidir.  

“TEMİZ ENERJİ” YALANI
Kapitalizmin organize ettiği “temiz” enerji denilen rüzgar ve güneş enerjileri kapitalizmin elinde temiz olamaz. Kapitalizm enerji arzını kendi ellerinde tutmaktan asla vazgeçmez. Bu nedenle, lokal çözümler yerine devasa büyüklükte santraller inşa eder. Petrol gibi, gelecekte su gibi, enerjiyi de nakil hatları ile dolaştırır. Bir meta olarak pazara sunar ve birikim sürecine bağlar. Ülkemize kurulmak istenen güneş enerjisi tarlaları yeni bir bela olarak karşımıza çıkmaktadır. Güneş enerji santralleri %3 eğim ister ve su en önemli ihtiyaçlarıdır. Güneş tarlaları termik özelliklidir ve suyu ısıtarak elde ettikleri ısıyı enerjiye çevirirler. Su “kaynağı” bu nedenle onlar için çok önemlidir. %3 eğim ve su dediğimizde, bu alanların tarım alanları olduğunu görmemiz gerekir. Enerji yatırımları yapılırken iki üç “yararı” birlikte ele almak, kapitalizmin son dönem en önemli özelliklerinden biridir. “Temiz” enerji yatırımları yapılırken tarım arazilerimiz de organize edilir. Bazı bölgeleri enerji tarlalarına bırakırlarken, kalan tarım bölgelerini de tekelci tarım için organize ederler. GDO’lu ve hibrit tohumlarla üretimi belli bölgelere sıkıştırıp geleneksel tarımı yok ederler. Geleneksel tarım yapan üretici suyun sahibi olarak tekellerin uyguladığı/uygulayacağı fiyat politikaları ile tarım alanlarından sürülü çıkarılarak yedek işçi ordusunun içine yollanır. “Kentsel dönüşüm” adı altında başlatılan talanla işçi ve emekçiler gettolara toplanıp dikensiz gül bahçesi yaratılması amaçlanır. İşte bu nedenle, en temiz görünen güneş enerjisi kapitalizmin elinde en kirli amaçlara hizmet ederken, geleneksel tarımı yok ederek üretici köylüyü tarımsal üretimden koparıp göçe zorlayan bir yıkım projesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

HERŞEY SERMAYE İÇİN TASARLANIYOR
Enerjinin kimin için gerekli olduğunu Enerji Bakanı Yıldız’ıa atfen görelim: “Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin elektrik açığının bulunmadığını vurgulamış ve 2012 yılı tahmin edilen talebin yanı sıra 35.7 milyar saat enerji üretim kapasitesinin bulunduğunu ifade etmiş ve ayrıca kamunun elektrik ihracının planlanmadığını, ancak elektrik enerjisi kapsamında ‘özel sektör’ tarafından 3.07 milyar KW saat enerji dış satımı beklediklerini açıklamıştır.” (Enerji ve Çevre Dünyası Dergisi, Ocak-Şubat 2012, sf. 20) Yukarıda değinmeye çalıştığımız gerçeklerle ne kadarda üst üste oturan yaklaşımlar değil mi? Her şeyin şirketlerin talanının arttırılmasına yönelik tasarlandığı çok açık bir biçimde görülüyor.
Nükleer santraller, termik santraller, HES’ler, güneş-rüzgâr santralleri, tehlikeli atık yakarak enerji üretim tesisleri vb. enerji yatırımlarının tamamı dikkat çekmeye çalıştığımız yönelim içinde gerçekleşmektedir. “Ülkenin enerji ihtiyacı var” gibi söylemlerle halkın enerjiye ihtiyacı olduğu yalanına inanmamız isteniyor. Bizleri, “hangi enerji türü daha iyi, hangisi daha kötü” gibi bir ikilem içine iten kapitalizmin yalan ve yönlendirmelerine aldanmamalıyız. Öngörülüp planlanan tüm yatırımlar doğal koruma alanlarımız ile tarım alanlarımızın üzerine inşa edilmek istenmektedir. Bu yolla geleneksel tarımımız hızla yok edilirken, tarım alanlarımızın tekellerin eline aktarılması öngörülmektedir. Ayrıca su, doğadan çalınarak, ulaşılması güç ve pahalı bir ticari meta haline getirilmektedir. Bu nedenle de, “enerji ihtiyacımız var” yalanına ek olarak, “kalkınmaya karşı mısınız?” “sanayileşmenin gereği daha çok enerji, sanayi karşıtı mısınız?” gibi yalana dayalı karşı-saldırı argümanlarının aslında ne anlama geldiği açıkça ortaya çıkmaktadır. AKP’nin bahsettiği “kalkınma”nın hizmet ettiği uluslararası enerji ve tarım tekellerinin “kalkınması” olduğunu artık en ücra köşedeki yaşam alanlarını savunan üretici köylüler de görüyorlar. “Sanayi” diye bahsedilen yatırımların örneğin ülkenin en iyi narenciye üretimi yapılan Erzin’de narenciye bahçelerinin ortasına 4 adet termik santral, 1 adet hurda gemi söküm limanı, çimento fabrikası ve kireç ocaklarına ek olarak dünyadan toplanan radyasyonlu hurdaların eritildiği demir çelik fabrikası olması akla şu soruyu getirmektedir: Bu nasıl bir sanayi? Radyasyonu, kimyasalı, atığı, külü bize kalırken kapitalizm bu yolla birikimini arttırarak büyümeye devam edecek. Bizim muradımız bu mu olmalı?

NE YAPMALI?
Peki, ne yapmalı? Yapacağımız bir tek şey var örgütlenmek ve bu gerçekleri halk kitlelerinin görmelerini sağlayarak mücadeleyi büyütmek. Saldırı yaşamın her alanına yöneliktir ve topyekün gerçekleşmektedir. Karşılığında topyekün mücadelenin örülmek zorunda olunduğu tartışmasızdır.
Sermayenin örgütlü partileri var, odaları, borsaları var, dernekleri, sendikaları var. Medyası var ki gücü küçümsenemez. Bu yapılar eli ile kafalarımız karıştırılırken tahümmül sınırlharımızı zorlayarak sömürü düzenlerini devam ettirmeye çalışıyorlar.
Sermaye hükümetlerin enerji politikalarının sonuçları nedeniyle başta en çok üretici köylüler olmak üzere, tüm halk kesimleri zarar görüyor. Bu nedenle hükümeti, partisi, odası-borsası, derneği, medyasıyla elindeki tüm gücünü halkı yanıltmak ve yedeklemek üzere harekete geçirmiş olan sermayenin tüm halkı hedefine koyan saldırganlığını talan ve tahrip politikalarını ancak birleşerek engelleyebiliriz. Bilmeliyiz ki, bu sömürü düzeni sürdükçe, emekçi halka rahat yüzü olmayacaktır. Değiştirilmesi gereken kapitalist düzendir.
Yerellerde devam eden yaşam alanlarımızı savunma mücadelemiz, sadece herkesin kendi yerelindebirlik oluşturmasıyla sınırlı kalamayacağı, çünkü yalnızca yerel birliklerle sermaye saldırısı önlenemeyeceği gibi, HES karşıtlarının sadece kendi arasında ya da Termik santraller nedeniyle suyunu toprağını korumaya çalışanların sadece kendi aralarında birleşmeleri de yetmeyecektir. Mücadelelerin, hayatın her alanında, suyumuza, toprağımıza, yani yaşam araç ve alanlarımıza yapılan saldırılara karşı ve iş ekmek özgürlük talebi ile mücadeleler olarak birleşmesi, bu mücadeleleri yürüten tüm sınıf ve tabakaların hem yerellerde hem de ulusal ölçekte birleştirilmesi bugün ertelenemez bir sorumluluktur.
Yaşadığımız sorunlar şeklen farklı gibi görünse de özünde aynıdır. Ülkenin her tarafında uygulanan kentsel dönüşüm politikaları da, Çine’de tarım alanlarına yapılmak istenen Rüzgar Santrali de, Hatay-Erzin ve İzmir-Aliağa’ya yapılmak istenen termik santraller de, Sinop-Gerze ve Mersin’e yapılmak istenen nükleer santral ya da Karadeniz’de akan her dereyle Yeşilırmak ve Kızılırmak üzerine yapılması öngürülen tüm HES’lerin ya da dün Irak, Afganistan ve Libya’daki savaşların bugün Suriye’ye sıçratılmaya çalışılmasının tek bir sorumlusu vardır ki, o da, sermaye birikimi için emeği, doğayı ve yaşam alanlarımızı talan eden, halkların kardeşliğini dinamitleyen kapitalizm ve onun yürütücüsü hükümetler ve sair sermaye kuruluşlarıdır.
Bu nedenle mücadelemiz, en geniş emekçi birliğini oluşturarak, kapitalizme karşı ayağa kalkacak halkın birliğini sağlamalıdır. Açlığın, yoksulluğun, eşitsizliğin ve geleceksizliğin kader diye dayatıldığı bu sömürü düzeninin adıdır, kapitalizm. Bu nedenle kapitalizme karşı mücadele, aynı zamanda insana yabancılaşmış kâr hırsıyla var olan kapitalizmin karşısında yaşamı ve doğayı temel alan sosyalizm hedefimiz olmalıdır.

“Temiz” enerji, tarım ve göç

Antik Yunanlılar, sahip oldukları tarım alanlarındaki hasadın mevcut nüfuslarına yetmemesi sonucu yoğun göçler yaşamışlardır.

Değişik bölgelerle ticaret yapabilmek için gemi yapmaya başlamışlar ve bunun için bolca ağaç kesip ormanların azalmasına neden olmuşlardır. Topraklar verimsizleşmiş, ağaç köklerinin olmadığı toprak yağmurlarla akıp gitmiş ve yeni topraklar bulmak amacıyla göçlerden kaçınılamamıştır.

Doğanın yok edilişi süreci M.Ö. 8. yüzyıllarda başlamıştır. Doğayı kontrolsüzce tüketmek ve sınırsızca metalaştırmayla başlayan süreç, günümüzde artık sürdürülemez hale gelmiştir. Dünya üzerinde açlık ve susuzluğun en yoğun yaşandığı ve bu nedenle göçlerin de çok yoğun olduğu bölgeler ise Afrika ve Ortadoğu’dur. Yaşanan yoksulluk ve sefalet nedeniyle göçler en çok bu bölgeden batıya doğru olmaktadır. Göçün en büyük nedenlerinden biri de savaşlardır. Savaşlar da, bilindiği gibi, bölge halklarının yaşadığı topraklardaki doğal zenginliklerin bir avuç tekelci kapitalistin kontrolü altına alınıp sermaye birikmmi ya da yağmanın sürdürülmesi amaç ve politikalarından kaynaklanmaktadır.

Bu yazı, göçe neden olan etkenler bakımından tarım alanlarının yok olması ve var olanların da tarım tekellerinin eline geçmesi süreçleri ile yaşanacak göçleri değerlendirmeye çalışıyor.

Öncelikle alttaki haritaya ve haritadaki kırmızı bölgelere dikkatinizi çekmek istiyorum.

 

Bu bölgeler Türkiye’nin en öjemli tarım alajlarının bulunduğu bölgeler. İşaretlemenin amacının bu olduğunu sakın sanmayın. Geçtiğimiz günlerde, bu bölgelere güneş enerjisi “tarlaları” yapılacağı basına yansıdı. İlk santralin de Ş. Urfa’nın Birecik ilçesinde kurulacağı açıklandı. Bu santrali kuracak şirketin basında yer alan bilgileri şöyle: “Gehrlicher Merk Solar Enerji AŞ adĵyla kurulan yeni bir şirket, Türkiye’nin doğusu ve güneyinde güneş tarlaları kuracak. Almanya merkezli Gehrlicher Solar AG’nin cirosu global olarak 2010 senesinde 343 mmlyon Euro. Merk Solar Enerji ise Akfel Croup bünyesinde 2008 yılından beri Türkiye pazarlarında güneş enerjisi sektöründe fotovoltaik projelerine mühendislik, tedarik ve kurulum (EPC) hizmetleri veriyor. EÜAŞ yatırım için Şanlıurfe Birecik’i üs seçerken, GAP Bölge Kalkınma İdaresi de güneş enerjisi yatırımları için çalışıyor. Yatırımın Türkiye’nmn en büyük güneş santrali olacağını ifada eden yatkililer, ‘Bu Türkiye’nin ilk büyük santrali olacak. Hem teknoloji transferini getirip hem de özel sektöre örnek olmak istiyoru~’ diyorlar.

Türkiye’de gerçekleştirilmek istenen “güneş enerjisi tarlaları”nın büyük çoğunluğu “Güneş Termik Santralleri’ ve seãtikleri bölgeler de su yoğun fölgelevdir. Haritada Ş. Urfa ilinde Birecik dışında başkaca işaretlenmiş önemli bir yer olmadığı herhalde görülüyor. Oysa Ş. Urfa, günaş bakımından yılın en yoğqn güneş alan, yağışın ve bulutlu havaların en az olduğu bir il. Peki neden Birecik? Fırat nehrinin en güzel kıyıları burada ve Fırat nehri, ihtiyaç duyacakları suya ermşimlermni fazlasıyla kolaylaştırıyor. Birecik topraklarının %71,6 sı tarım alanıdır. Tahıl ve en önemlisi de fıstığın en yoğun üretildiği bir cennet köşedir Birecik ve buraya 25 MW’lık bir santral yapılması planlanıyor. Bu da, yaklaşık 500.000 m2 tarım alanının, yapılacak olan santrale kurban edilmesi demek. Şanlıurfa Ticaret ve Sanayi Odası$(ŞUTSO) Başkanı Sabri Ertekin, yapılacak bu santral için “Yeter ki ilimize fayda sağlansın, istihdam artsın” demiş. Başkan böyle bir santralde kaç kişinin çalışacağını$sanıyor acaba!$500.000m2 tarım alanında sağlanan istihdam ile yapılmak istenen santraldeki istihdamın karşılaştırılması bile abesle iştigal. Kuruluş aşaması dışıjda birkaç teknisyenle işletilecek santral için istihdam beklentisinden söz etmenin halkın yanıltılmasından başkaca bir amacı olamaz.

Üstteki fotoğrafta bir “güneş tarlası” görülüyor. Tahıl ya da fıstık yerine enerji! Tercihimiz sizce ne olmalı?

 

BAZI ÖRNEKLER

Hakkâri Bağışlı’da 21 MW’lık santral kurulması için teşvik hazırlanmış. Hakkâri’yi bilen bilir; düzlük alanlarının çok az olduğu, neredeyse her yerin dağlık ve sarp kayalıklardan oluştuğu bir bölgede yaklaşık 400.000m2’lik bir alanın santral için düşünülmesi manidar bir durum. Tarım alanı ile meraların, santralin ihtiyacı olan alanlarla ve su havzaları ile çakışıyor olması bu durumu sorgulamamıza neden oluyor. AB ile yapılan müzakerelerde çevre faslının açılmasına koşul olarak Fırat-Dicle Su Havzası’nın AB ile birlikte yönetilmesi kararını, bölgede yaşanılan her gelişmede hatırlamamız gerekiyor. Dicle’nin en önemli su kaynakları Hakkâri ili sınırlarındaki su havzalarından beslenmektedir. Geçmişten beri sürdürülen ve hepimizi bir dönem etkileyen “küresel ısınma”ya karşı “güneş-rüzgâr bize yeter” söylemleri ve öngördüklerinin kapitalist üretim süreçlerinde bir aldatmaca ve sermayenin yeni bir yağmalama sürecinden gayrı bir şey olmadığını günümüzdeki gelişmelerle daha net görmeye başladık. Atılan her adımın ardında kapitalist-emperyalist sistemin ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan ve nihayetinde bizleri açlığa, sefalete ve göçe mahkûm edecek politikalar olduğunu görmek zorundayız.

Antalya Alakır Havzası’nda nehrin beslediği Kumluca ovasında 8000Ha alanda tarım yapılmaktadır. Alakır havzasına yapılmakta olan HES’ler nedeniyle bölgede tarım olanağı tamamen ortadan kalkacağı gibi, çok ciddi göçlere de neden olacağı bilim adamlarının raporlarında yer alıyor. Şimdi de güneş enerjisi için tarlalar yaratılmaya çalışılırken, bu nedenle binlerce hektar alanda tarım faaliyetlerinin son bulması, Akdeniz bölgesinde yaşanılacak doğa tahribatı ve insanların şehirlere göçü sonucunda yaşayacakları sorunlar, bu planları yapanları hiç ilgilendirmiyor. Göç sonucunda şehirlere akın eden insanların kapitalist işletmeler için ucuz yedek iş gücü olması istenilen ve arzu edilen bir şeydir. Tüm bu sorunlar yaşanırken, “rüzgâr-güneş bize yeter” demek mümkün mü? Bu kimin muradı olabilir!

Marmara bölgesinde güneş enerjisi yatırımı düşünmemişler, fakat bölgede yaşanılan tarım alanlarının yok edilmesi sürecine değinmemiz bütünü görmemiz açısından önemli. Tüm bu gelişmelerdeki kapitalist-emperyalist sistemin yönelimini ve bunun sonucunda bizlerin nelerle karşılaşacağını ancak bütünü görerek kavrayabiliriz. Marmara bölgesinin en önemli tarım alanları Trakya ve Bursa’da yer almaktadır. Bursa’da uzun yıllardır uygulanan politikalar sonucunda dünyanın en değerli tarım alanlarından biri yok edilmek üzere. Çok küçülmüş ve sanayi nedeniyle de tarım yapılamaz hale getirilmiş bölgede kalan son tarım alanları da hükümetin uygulamaları nedeniyle yok edilecektir. Bursa’nın şu an nüfusu 2,5 milyon civarında ve TÜİK verileri, kısa vadede Bursa nüfusunun 3,5 milyona, Ankara’nın 5,5 ve İzmir’in de 4,5 milyona ulaşacağını açıklıyor. Bu nüfus, İstanbul hariç, 3 kentte 3 milyon nasıl artabilir? Başbakan’ın “her aile 3 çocuk yapsın” önerisiyle bu sayıya ulaşmakta imkânsız. Bunun bir cevabı olmalı! Yine TÜİK’in nüfuslarının düştüğünü açıkladığı 44 ilin tarım yoğun üretim yapılan iller olması, herhalde bu cevapla doğrudan ilişkilidir.

Bursa Nilüfer Organize sanayi bölgesi…

Trakya şu an tarım-yoğun yaşanılan bir bölge ve son alınan kararlarla Trakya sanayi bölgesi haline getiriliyor. İstanbul için hazırlanmış İMP (İstanbul Metropoliten Planları) Marmara bölgesinin tamamını İstanbul’un arka bahçesi haline getirmeyi amaçlamaktadır. 1999 yılında Trakya Üniversitesi ile Namık Kemal Üniversitesi’nin birlikte başladığı ve 2005 yılında bitirdikleri, mevcut hükümetçe de kabul edilen Trakya bölgesi 1/100.000’lik çevre düzeni planları, Trakya Kalkınma Ajansı tarafından İMP planlarını yapan bir şirkete, 1 yıl gibi komik bir sürede yeniden yaptırılmıştır. Daha önceki tarım alanları ile su havzalarının korunmasını amaçlayan planlar olduğu gibi değiştirilmiş ve sanayi ağırlıklı bir plana dönüştürülmüştür. Bölgede CHP’nin sahip olduğu 3 belediye eli ile 1/25.000 planlar İMP planlarına uygun hale getirilip yürürlüğe girmiştir. Trakya’da birçok termik santral ve çimento fabrikası ile tehlikeli atıklar yakılarak enerji üretim noktaları inşa edilmeye başlandı. Istranca Dağları’nın suları Bulgaristan sınırına kadar döşenen devasa büyüklükteki boru hatları ile İstanbul’a taşınıyor. İSKİ özelleştirme kapsamında ve her an yeni yağmacı kapitalist sahiplerini kucaklamayı bekliyor.

İktidar kapitalist-emperyalist sistemin yapısal taleplerini Türkiye’de şimdilik başarıyla uyguluyor. Pratik adımlarını ise şöyle sıralayabiliriz: İstanbul’u Finans merkezi, çevresini sanayi bölgeleri, Marmara, Ege, iç Anadolu ve Karadeniz bölgesi dağlarını maden bölgeleri, yine aynı bölgeler ve ülkenin bütününde enerji üretim bölgeleri (Termik, doğalgaz, Nükleer, HES vb.) ile kalan kısımlarda da tekelleşmesi hedeflenen tarım faaliyet bölgeleri. Hükümetin yeni aldığı kararla tarım topraklarının bütünleşik hale getirilme çabası yeni bir tekelleşme sürecine işaret ediyor. İzlenen politikalarla, GDO’lu tarım ve etanol üretimi dışında başkaca tarım üretimi amaçlanmadığı, geçimlik tarımın tamamen ortadan kalkacağı açıktan ilan ediliyor ve bu yolla tarım toprakları tekellerin eline teslim edilecek. Aynı SGK’da yaşananlar gibi.. “İstediğin hastaneye git, istediğin doktoru seç” vb. yalanlarla sağlık haklarımız gasp edilip halkın malı olan hastanelerin sermayeye peşkeş çekilip piyasalaştırılması gibi.. Sağlıkta yaşadığımız sürecinin bir benzerini tarım alanında da yoğun olarak yaşayacağız.

Hükümetin en önemli planlarından biri de, Kürt sorununu bölge sermayesi ve toprak sahiplerine sunmaya çalıştığı pasta ile aşmaya ve bölgeye yapılmaya çalışılan, sözünü ettiğimiz yatırımlarla yoğun göç seferlerini başlatmaya yöneliktir. Bursa’nın ve benzer metropollerin nüfus artış nedenlerinin dayatılan göç politikaları sonucu oluşacağı gerçeği açıkça görülüyor.

Kapitalizm, dünya üzerindeki hegemonyasını kurduktan bu yana sermaye birikim süreçlerinde emek sömürüsü ile doğal alanların sömürüsü at başı gitmektedir. Kapitalizm varlığını sürdürebilmek için üretimi en üst düzeyde tutup sürekli büyümeye ihtiyaç duymaktadır. Bu, kapitalizmin yapısal en önemli sorunudur. Ekonomik büyüme masallarının ardında doğanın ve emek sömürüsünün artacağını, asıl büyüyen şeyin doğa ve emek sömürüsü olduğu gerçeğini daha açık ve görünür kılmak zorundayız.

Geçtiğimiz günlerde, hazırlanan 2b yasasında bazı değişiklikler yaptılar ve bu değişiklikle sözü edilen “2b” alanlarının rayiç bedelini %70 ten %50 ye düşürdüklerini ve bunun nedeni olarak da hak sahiplerinin daha fazla mağdur olmamaları için indirim yaptıklarını açıkladılar. Çıkardıkları kanun hükmünde kararnamelerle hangi alanların orman olmaya devam ettiği, hangi alanların orman vasfını yitirdiğini, hangi alanların tarım alanı ya da doğal sit alanı ve hangi alanların koruma bölgeleri olduğunun yeniden belirleneceği bir süreç başlattılar. Söz ettikleri ve gerekçelendirdikleri orman alanlarının konut alanı olarak işgal edilmiş bölümlerinin satılacağı safsatasına inanmamız bekleniyor. Tüm doğal alanlarımızı ve koruma alanlarımızı alelacele sermayenin hizmetine sokma gayreti inanılmaz boyutlara ulaşan bir dönem içindeyiz.

 

SERMAYENİN İHTİYACINA GÖRE DİZAYN

Maden şirketlerinin yok ettikleri ormanlık alanlar için, 1000 ağaç kestik, 10.000’lerce dikiyoruz yaklaşımı tam bir kandırmaca ve katliamdır. Talan edilmiş bir ormanın mono kültürel bir yapıya dönüşmesi, endüstriyel tarım için gerçekleştirilmeye çalışılan toprakların bütünleşik hale getirilme çabasının bir başka versiyonudur. Yok ettikleri ormanların yerine dikilen ağaçların, orman sanayiinin ihtiyacı için kerestelik ormanlık alan dışında herhangi bir işe yaraması gibi bir gayret içinde olmadıklarını anlamak için kâhin olmamız gerekmiyor. Her attıkları adımda sermaye birikimi için en az 3-4 fayda düzeyini tutturma çabası mevcut iktidarın en başarılı olduğu yaklaşımdır. Bankaların bazıları çiftçilere uzun vadeli krediler açıp onları borçlandırarak, topraklarının tekellerin ellerine geçmesini sağlıyorlar. Bunun en açık örneğini, Sakarya’nın Kocaali İlçesi’ne bağlı Açma başı Köyü’nde yaşadık. Çiftçiler kullandıkları krediyi geri ödeyemeyince köyün yüzde 80’i özel bir banka tarafından satışa çıkarıldı. Bölgelere göre değişiklik gösterse de bazı tarım alanları sanayi, konut ya da endüstriyel tekelci tarımın yapılabilmesini sağlamak amacıyla her türlü yol ve yöntemle el değiştirilmesi sağlanmaktadır. Kapitalizmin küreselleşme adı altında başlattığı sermayenin özgürce dolaşımı, her alanda olduğu gibi tarım alanlarında da kapitalizmin egemenliğini mutlaklaştırmak amacıyla sürdürülmektedir. Tarım alanlarında gerçekleştirmeye çalıştıkları her şeyin ardında kapitalizmin gıda egemenliği hedefi vardır. Bunun için DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü), IMF (Uluslararası Para Fonu), DB (Dünya Bankası) aracılığı ve yerli işbirlikçi hükümetler eli ile dünya tekellerinin hâkimiyetini kurmaya çalışmaktadırlar. Geçimlik ve geleneksel tarımın son bulması başlıca hedefleridir.

BU GELİŞMELER KADER Mİ?

Brezilya’daki ‘Topraksızlar Hareketi’ bu alanda neler yapılabileceği konusunda önemli bir deneyim sunuyor. Metin Yeğin ve Abdullah Aysu Brezilya’da yaşanılan süreçleri kitap haline getirdiler. Bugün üye sayısı beş milyona ulaşan topraksızlar hareketi devlete ve büyük toprak sahiplerine ait toprakları işgal ediyor ve işliyor. İşgal edilen topraklarda, kooperatifler, okullar, sağlık klinikleri vb. inşa ederek, evet, şüphesiz kapitalizmin sınırları aşılmadan ve henüz kapitalizm çerçevesinde kalınarak, ama dayanışma ve işbirliği içinde yaşamlarını tekel-dışı bir yönelimle sürdürüyorlar. Bir başka örnekse, işçi sınıfı iktidarı koşullarında Sovyetler Birliği’nde hayat bulmuş kooperatifler; kolhoz ve sovhozlardır. AKP hükümetiyse, daha önce yürürlüğe koyduğu 20 dönüm ve altı arazilerin miras yolu ile bölünmesine getirdiği yasak yetmedi ve yeni bir söylemle tarım arazilerinin daha bütünleşik hale getirilmesi çabasına girdi. Tüm kamu kurumları ile tarımsal birliklerin de toplulaştırma yapmasını sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirdi.

Ne var ki bunda!” diyen insanlar olacaktır. Fakat  “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözü hükümetin bugüne kadarki uygulamaları açısından ve yaptıklarının yapacaklarına gösterge oluşturması bakımından değerlendirmelerde bulunmamız gerekiyor. Kapitalizmin gıda egemenliği hedeflerini gören bir yerden bakınca, söylenenle gerçekleşecek olanın çok farklı olduğunu görebiliriz. Kooperatiflerden söz ediyor bakan, fakat arazi tapularının işin ehli kişilere verilmesi gerektiğini dile getiriyor ve ardından “şirket köyler” oluşacak diyor. Yazının başından bu yana bazı bölgelerde tarım alanlarının hızla yok edilmek istendiği, enerji, maden vb. talanlardan arta kalan alanların da tarım tekellerinin eline teslim edileceği bir süreç içinde olduğumuzdan söz ediyoruz. Tüm gelişmeler ve yaşananlar, farklı türden düşünmemize imkân vermiyor, olup biten her şey çok açık ve yalın. Üretici köylü sendikalarının birleşik mücadele yürütmeleri ve üretici köylünün, kuşkusuz topraksız ve az topraklı yoksul köylü ve kır yarı-proleterlerinin köylü birlik ya da komitelerinde bir araya gelerek kendilerini ve taleplerini sahiplenmeleri herhalde çıkarları gereğidir. Topraksız köylünün topraklandırılması da içinde köylünün üretimden tüketime tüm faaliyetlerini ilk elde kooperatifler çerçevesinde örgütlendirilmesi, bu kooperatifler eli ile tarımsal ürünlerin üretim ve dağıtımını sağlayacak birleşik bir yapının oluşmasını hedeflemek bir gereklilik olarak karşımızda duruyor. Bu yapı, günümüzde TARİŞ vb. örneklerinde olduğu gibi burun kıvrılsa ve yerine tekelci büyük sermayenin dolaysız ya da kredi, tohumluk sağlayıp ürüne ucuza el koyma türü dolayımlı ilişkileri geçirilse bile, kooperatifler de karakteri itibariyle kapitalist nitelikte oldukları ve sonuçta sermaye ilişkileri çerçevesinde olağan koşullarda büyük tekelci sermaye bağlanmaktan kaçınamayacakları için, köylünün tekellere peşkeş çekilmesi önerilmedikçe, sınıf iktidarında bir değişiklik ya da en azından bir “ikili iktidar” durumu veya köylünün birlik ve örgütlülüğüne dayalı olarak yaratılabilecek fiili güç ilişkileriyle karakterize bir ortamın oluşumuyla bağlantılı olarak ve en başta köylülüğün birlik ve örgütlenmesini sağlayıcı ve ilerletici olması bakımından öngörülebilir. HES’lere ve genel olarak köylü başta olmak üzere halkın çıkarlarıyla çatışma içinde düzenlenmekte olan enerji yatırımlarına karşı mücadele de bu perspektifle ve halkın mücadelesinin bir bileşeni olarak anlaşılıp ele alınmalıdır.

Ülkemizde son yıllarda ortaya çıkan HES, termik, nükleer santral vb. enerji yatırımlarına karşı doğal yaşam alanları ile tarım alanlarının yok edilmesine direnen kesimlere baktığımızda, bunların daha çok kırsal kesim insanlarından oluştuğunu görebiliyoruz. Bu saldırılara karşı kazanımlar da bu alanlarda gerçekleşiyor. Bir başka deyişle, yaşam alanlarını savunanlar, canını dişine takıp kadın, erkek ve çocuklarıyla birlikte mücadele yürüten üretici köylülerdir. Rüzgâr tarlalarına karşı Çine ve Samandağ’da direniş başlatan da yine üretici köylüler olmuştur. Çünkü bu tür saldırıların neredeyse tamamına yakın kısmı tarım alanlarının ya da meraların üzerinde gerçekleşiyor. Bu alanları savunanlar değişik bölgelerde direniş platformları kuruyor ve mücadelelerinin birleşme ihtiyacını görüp ülke çapında daha geniş ve birleşik platformlar oluşturarak bu saldırılara karşı top yekûn mücadele içine girmeye yöneliyorlar. Tarım alanlarına yapılan saldırı sadece toplulaştırma, düşük taban fiyatı uygulamaları vb. ile sınırlı değil, aynı zamanda enerji santrallerinin kurulum alanları da tarım alanlarına tekabül ediyor. Buradan bir sonuç çıkarmamız gerekli. Yukarıda sözünü ettiğimiz birleşik köylü ve özel olarak üretici köylü mücadelesi yaşam alanlarının savunulması mücadelesi ile de birleşmek zorundadır. İhtiyaç haline gelmiş birleşik mücadele, sendikalar, kooperatifler, köylü birlikleri gibi köylü örgütlenmeleriyle, bu örgütler içinde birleşerek hayat bulabilir. Sonuç alıcı ve daha mücadeleci bir perspektif yakalanması bu yolla mümkün olabilir.

SONUÇ

En büyük göçler tarım alanlarının ve su havzalarının yok edilmesi veya savaşlar yoluyla işgal edilmesi, el konulması sonucu yaşanmıştır. Egemenler, bugün mazlum halklara binlerce yıllık insanlık tarihinde yaşanmış olanların çok daha vahim boyutta bir tekrarını reva görmektedirler. Yukarıda sözü edilen sorunların sonuçları maalesef göçle de bitmeyecek. İnsanlığın ve doğada yaşayan binlerce türün yaşamsal temel gereksinimi olan su, hava ve toprak kapitalizmin amansız saldırılarıyla hızla yok olmakta ya da kirlenmektedir. İhtiyacımız olan ve gözden hiçbir biçimde kaçırmamamız gereken yegâne şey odur ki, kapitalizme karşı bir duruş ve sosyalizm perspektifi ile mücadele etmek artık yaşamsal bir zorunluluktur.

Çevre Sorunları ve Talan Politikaları

Türkiye’de uygulanan neo-liberal politikalar sonucunda doğal yaşam alanlarımız hızla sömürü çarkının içine sokulmaya çalışılıyor. Dünya Bankası ülkelerin ekonomik yapılarını incelerken “doğa sermayesi” adı altında yeni bir kavram geliştirdi. Teorize edilmesi bakımından yeni sayılabilecek bu bakış açısı, dış borç yükü altındaki bizim gibi ülkelere dayatılınca, doğal alanlarımız, tarım alanlarımız ve su havzalarımız hızlı bir talan sürecine sürüklenmektedir.

Öte yandan, gelişmiş kapitalist devletlerin doğayı ve yaşam alanlarını kirleten teknolojileri yine bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelere kaydırmaları, özellikle enerji alanındaki yatırımların hızla artmasına yol açtı. Art arda çıkarılan ve çıkarılmaya çalışılan birçok yasa, bu talanın gerçekleşebilmesi için alt yapı oluşturmasına hizmet etmektedir. YEK (Yenilenebilir enerji Kaynakları) yasası, 2B orman yasası, tohum yasası, kıyı yasası, mera yasası, biyolojik çeşitliliği ve tabiatı koruma yasası ile torba yasa, aynı kapsamdaki gelişmeler olarak göze çarpıyor. Şu an ülkemizde 50’yi aşkın termik santral lisanslarının dağıtılmış olması, 2000’i aşkın HES projesi, katı atık yakma ve enerji üretme tesisleri, çimento fabrikaları, tersane adı altında hayat geçirilmeye çalışılan gemi söküm tesisleri ile nükleer santral yatırımları, doğal alanlarımızın sömürüye açılmasının en büyük göstergeleri.

2008 yılında ABD’de olan en önemli 10 olayı inceleyen New York Times’ın, 2009 başında çıkan sayısında, Obama’nın başkan olması ve 100 adet termik santral lisansının iptal edilmesini kapak sayfasından girerek haber yapması dikkatleri çekmişti. 2008 yılıyla birlikte Türkiye’de 50 yi aşkın termik santral lisansı dağıtılmış durumda. Katı atık yakma ve enerji üretim tesisleri ise, dikkat çeken bir diğer gelişmedir. AB ülkelerinde ciddi tepkiler nedeniyle kapatılma tehdidi içindeki bu tesisler, Türkiye’de, tüm iller bazında tek teşvik alan yatırımlar olarak gözümüze çarpıyor. Atıkların bertarafı kapsamında değerlendirilen bu tesislerin en büyük özelliği, her türlü (tıbbi, kimyasal, nükleer vb.) atığı yakarak, enerji üretmektir. Yakıt maliyeti hiç olmayan, hatta yakıt için toplanan atıkları ücret alarak yakan ve bu yolla bedava enerji üreten bu tesisler, çok ciddi çevresel sorunlara yol açmakta, bacadan çıkan gazları ve toprağa karışan atıkları da, çok yüksek oranda kanserojen maddeler içermektedir.

Maden arama ve üretim sahaları da, ülkemiz topraklarının yarısını aşkın alanda, özellikle koruma alanlarımızda bulunması nedeniyle, yukarıda sözünü ettiğimiz yasaların asıl hedeflerinden birini teşkil etmektedir. Özellikle altın madenciliği yatırımlarına karşı ülkemizin değişik yerlerinde yoğun tepkilere yol açan bir süreç yaşanmaktadır. Altın madenciliğinin dikkat çeken bir yanı, Avustralya’nın yanı sıra, yoğun olarak Kanada firmalarının bu işte yer almasıdır. Kanada, dünyada ilk önce altını fon haline getirip, altın borsalarının oluşumunu sağlayan özelliği bakımından çok önemli bir ülkedir. Kanadalı firmalarınsa, borsalarda yarattıkları manipülasyon yolu ile hareket sağlayıp kârlarını yükselttikleri bir gerçektir. Spekülatif haberlerle dünyanın değişik ülkelerinde, özellikle de ülkemizde ‘altın bulduk’ gibi haberler yapıp, borsadaki fiyatlarının yükselmesine hizmet eden bir çizgi izlemekteler. Ülkemizde altın çıkarmaktan çok bu yanıyla bulunduklarını görmekteyiz. Ayrıca Türkiye’de çıkan madenin sadece %2’sinin vergi olarak ödendiği ve bu %2’lik kısmın da beyana göre işlem gördüğünü düşündüğümüzde, bu yatırımlardan ciddi kârlar da sağlamaktalar. Kanada’da ve gelişmiş diğer kapitalist devletlerde siyanürle altın ayrıştırılmasının yasak olması, ülkemizdeyse serbest olması, bu altıncıların ilgisini çok daha fazla çekmektedir.

Tarihi SİT alanlarında yapılmak istenen barajlar sorunu, hükümetin talanda sınır tanımadığının bir başka göstergesidir. Allianoi ve Hasankeyf gibi ileriye taşınması gereken tarihi kültürel değerlerimizin, hükümetçe sunulan gerçek dışı beyanlarla ve mahkeme kararlarına karşın baraj suları altında bırakılacak olması, bunca baraj ve HES “hassasiyeti”, bunca yüklenme bu konunun altında ciddi rantların yattığına işaret ediyor. Gözleri dönmüş sermayenin ve onun temsilcilerinin rant için yapmayacakları şey ve söylemeyecekleri yalanın olmadığını bu örneklerden de çok rahat biçimde görebiliyoruz.

HES’ler, enerji ihtiyacına cevap verecek yatırımlar olarak lanse ediliyor. Oysa, bu gerçek dışı bir söylem. SANKO patronu, bir açıklamasında, akarsuları evlere taşıyacağız” diyerek, buradaki gerçek niyeti açığa çıkarmaktadır. HES projelerinin tamamının enerji üretmek adına yapıldığı ifade edilse de, su kullanım hakları bu şirketlere 49 yıllığına peşkeş çekilerek, birinci kalitede içme suyu olan bu kaynaklar, altın tepside sermayeye sunuluyor. Küresel ısınma ve hızlı nüfus artışı nedeniyle su sıkıntısının önümüzdeki süreçte artacağı bir gerçek. Emperyalist kapitalist sistem suyu kontrol altına alıp, petrol boru hatları gibi taşınabilir hale getirerek, ticari bir meta haline dönüştürmektedir.

“Kentsel dönüşüm projeleri” adı altında, İstanbul ve diğer metropollerde dayatılan talan politikaları gereği, birçok insan yaşam alanlarından uzaklaştırılıp, adeta sürgüne gönderilmektedir. Boşaltılan rant miktarı yüksek bölgeler, sermayenin ihtiyacına göre paylaşılmaktadır. İMP (İstanbul Metropolitan Planları) nedeniyle, İstanbul’da kurulu bulunan sanayinin Marmara bölgesinin değişik yörelerine, özellikle Trakya’ya yayılmak istenmesi de, ayrı bir rant projesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu planlar, Trakya’da birinci sınıf tarım arazilerinin sanayiye kurban edilmesiyle, ülkemize dayatılan ve hükümetçe uygulanan tarım alanlarımızın yok edilme sürecini hızlandırmaktadır. CHP’li belediyelerce de desteklenen bu sürece en iyi örnek, Edirne Belediyesi’nin gerçekleştirdiği 1/25.000’lik planlarda gözümüze çarpıyor. 1/100.000’lik İMP dayatmasını, oluşan rant alanları bakımından kabul eden Edirne belediyesi örneğinde, AKP ve CHP’nin rant için nasıl uzlaştıklarını izliyoruz. Kırklareli ve Tekirdağ Belediyeleri de, bu planlara uygun 1/25.000’lik planlar üzerinde çalışmaktadır. Trakya’nın su havzalarından da, devasa büyüklükteki boru hatlarıyla İstanbul’a su taşınarak, Trakya’nın tarım ve su kaynakları hızla talan edilmektedir.

Hükümet’in Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği ile İstanbul 3. Boğaz Köprüsü, Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolu, Akkuyu Nükleer Santrali gibi, çevresel etkileri son derece büyük olacak önemli projeleri ÇED’den muaf tutma girişimi, şimdilik yargıya takıldı. Danıştay İdari Davalar Genel Kurulu’nun, yönetmeliğin iptali ile ilgili açılan davada, geçici 3. Madde’nin yürütmesini durdurması, yukarıda sayılan projeler için ÇED sürecinin yapılmasını zorunlu hale getirdi. Bu ve benzeri çevresel konularda mahkemelerden çıkan hukuki bazı kazanımlara karşı hükümet, “hukukun arkadan dolanılması” olarak tanımlanan yol ve yöntemler izleyerek, sermayenin önündeki bütün pürüzleri temizleme çabası içinde oldu. Son karara karşı gösterecekleri refleksin, bundan önceki hukuki kazanımlara karşı gösterdiklerinden farklı olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz.

27 Şubat 2011 günü İstanbul Maltepe’de bulunan Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde bir sempozyum gerçekleştiriliyor. Bu sempozyumda, kentsel dönüşüm ve İMP planları etraflıca tartışılacak. Bu sempozyum, talan politikalarına karşı neler yapılabileceğinin kararlarının alınmasına yardımcı olacak bir toplantı olarak önem taşımaktadır.

Yaşam alanlarının talanına karşı daha yüksek bir algıyla soruna sahip çıkabilmesini sağlamak, sınıf hareketi ile çevre hareketlerinin birleştirilmesini ve emperyalizme, sermaye ve rantçılığına karşı anti-kapitalist bir çizgide mücadeleye ivme kazandırılmasını zorunlu kılmaktadır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑