Antik Yunanlılar, sahip oldukları tarım alanlarındaki hasadın mevcut nüfuslarına yetmemesi sonucu yoğun göçler yaşamışlardır.
Değişik bölgelerle ticaret yapabilmek için gemi yapmaya başlamışlar ve bunun için bolca ağaç kesip ormanların azalmasına neden olmuşlardır. Topraklar verimsizleşmiş, ağaç köklerinin olmadığı toprak yağmurlarla akıp gitmiş ve yeni topraklar bulmak amacıyla göçlerden kaçınılamamıştır.
Doğanın yok edilişi süreci M.Ö. 8. yüzyıllarda başlamıştır. Doğayı kontrolsüzce tüketmek ve sınırsızca metalaştırmayla başlayan süreç, günümüzde artık sürdürülemez hale gelmiştir. Dünya üzerinde açlık ve susuzluğun en yoğun yaşandığı ve bu nedenle göçlerin de çok yoğun olduğu bölgeler ise Afrika ve Ortadoğu’dur. Yaşanan yoksulluk ve sefalet nedeniyle göçler en çok bu bölgeden batıya doğru olmaktadır. Göçün en büyük nedenlerinden biri de savaşlardır. Savaşlar da, bilindiği gibi, bölge halklarının yaşadığı topraklardaki doğal zenginliklerin bir avuç tekelci kapitalistin kontrolü altına alınıp sermaye birikmmi ya da yağmanın sürdürülmesi amaç ve politikalarından kaynaklanmaktadır.
Bu yazı, göçe neden olan etkenler bakımından tarım alanlarının yok olması ve var olanların da tarım tekellerinin eline geçmesi süreçleri ile yaşanacak göçleri değerlendirmeye çalışıyor.
Öncelikle alttaki haritaya ve haritadaki kırmızı bölgelere dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bu bölgeler Türkiye’nin en öjemli tarım alajlarının bulunduğu bölgeler. İşaretlemenin amacının bu olduğunu sakın sanmayın. Geçtiğimiz günlerde, bu bölgelere güneş enerjisi “tarlaları” yapılacağı basına yansıdı. İlk santralin de Ş. Urfa’nın Birecik ilçesinde kurulacağı açıklandı. Bu santrali kuracak şirketin basında yer alan bilgileri şöyle: “Gehrlicher Merk Solar Enerji AŞ adĵyla kurulan yeni bir şirket, Türkiye’nin doğusu ve güneyinde güneş tarlaları kuracak. Almanya merkezli Gehrlicher Solar AG’nin cirosu global olarak 2010 senesinde 343 mmlyon Euro. Merk Solar Enerji ise Akfel Croup bünyesinde 2008 yılından beri Türkiye pazarlarında güneş enerjisi sektöründe fotovoltaik projelerine mühendislik, tedarik ve kurulum (EPC) hizmetleri veriyor. EÜAŞ yatırım için Şanlıurfe Birecik’i üs seçerken, GAP Bölge Kalkınma İdaresi de güneş enerjisi yatırımları için çalışıyor. Yatırımın Türkiye’nmn en büyük güneş santrali olacağını ifada eden yatkililer, ‘Bu Türkiye’nin ilk büyük santrali olacak. Hem teknoloji transferini getirip hem de özel sektöre örnek olmak istiyoru~’ diyorlar.”
Türkiye’de gerçekleştirilmek istenen “güneş enerjisi tarlaları”nın büyük çoğunluğu “Güneş Termik Santralleri’ ve seãtikleri bölgeler de su yoğun fölgelevdir. Haritada Ş. Urfa ilinde Birecik dışında başkaca işaretlenmiş önemli bir yer olmadığı herhalde görülüyor. Oysa Ş. Urfa, günaş bakımından yılın en yoğqn güneş alan, yağışın ve bulutlu havaların en az olduğu bir il. Peki neden Birecik? Fırat nehrinin en güzel kıyıları burada ve Fırat nehri, ihtiyaç duyacakları suya ermşimlermni fazlasıyla kolaylaştırıyor. Birecik topraklarının %71,6 sı tarım alanıdır. Tahıl ve en önemlisi de fıstığın en yoğun üretildiği bir cennet köşedir Birecik ve buraya 25 MW’lık bir santral yapılması planlanıyor. Bu da, yaklaşık 500.000 m2 tarım alanının, yapılacak olan santrale kurban edilmesi demek. Şanlıurfa Ticaret ve Sanayi Odası$(ŞUTSO) Başkanı Sabri Ertekin, yapılacak bu santral için “Yeter ki ilimize fayda sağlansın, istihdam artsın” demiş. Başkan böyle bir santralde kaç kişinin çalışacağını$sanıyor acaba!$500.000m2 tarım alanında sağlanan istihdam ile yapılmak istenen santraldeki istihdamın karşılaştırılması bile abesle iştigal. Kuruluş aşaması dışıjda birkaç teknisyenle işletilecek santral için istihdam beklentisinden söz etmenin halkın yanıltılmasından başkaca bir amacı olamaz.
Üstteki fotoğrafta bir “güneş tarlası” görülüyor. Tahıl ya da fıstık yerine enerji! Tercihimiz sizce ne olmalı?
BAZI ÖRNEKLER
Hakkâri Bağışlı’da 21 MW’lık santral kurulması için teşvik hazırlanmış. Hakkâri’yi bilen bilir; düzlük alanlarının çok az olduğu, neredeyse her yerin dağlık ve sarp kayalıklardan oluştuğu bir bölgede yaklaşık 400.000m2’lik bir alanın santral için düşünülmesi manidar bir durum. Tarım alanı ile meraların, santralin ihtiyacı olan alanlarla ve su havzaları ile çakışıyor olması bu durumu sorgulamamıza neden oluyor. AB ile yapılan müzakerelerde çevre faslının açılmasına koşul olarak Fırat-Dicle Su Havzası’nın AB ile birlikte yönetilmesi kararını, bölgede yaşanılan her gelişmede hatırlamamız gerekiyor. Dicle’nin en önemli su kaynakları Hakkâri ili sınırlarındaki su havzalarından beslenmektedir. Geçmişten beri sürdürülen ve hepimizi bir dönem etkileyen “küresel ısınma”ya karşı “güneş-rüzgâr bize yeter” söylemleri ve öngördüklerinin kapitalist üretim süreçlerinde bir aldatmaca ve sermayenin yeni bir yağmalama sürecinden gayrı bir şey olmadığını günümüzdeki gelişmelerle daha net görmeye başladık. Atılan her adımın ardında kapitalist-emperyalist sistemin ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan ve nihayetinde bizleri açlığa, sefalete ve göçe mahkûm edecek politikalar olduğunu görmek zorundayız.
Antalya Alakır Havzası’nda nehrin beslediği Kumluca ovasında 8000Ha alanda tarım yapılmaktadır. Alakır havzasına yapılmakta olan HES’ler nedeniyle bölgede tarım olanağı tamamen ortadan kalkacağı gibi, çok ciddi göçlere de neden olacağı bilim adamlarının raporlarında yer alıyor. Şimdi de güneş enerjisi için tarlalar yaratılmaya çalışılırken, bu nedenle binlerce hektar alanda tarım faaliyetlerinin son bulması, Akdeniz bölgesinde yaşanılacak doğa tahribatı ve insanların şehirlere göçü sonucunda yaşayacakları sorunlar, bu planları yapanları hiç ilgilendirmiyor. Göç sonucunda şehirlere akın eden insanların kapitalist işletmeler için ucuz yedek iş gücü olması istenilen ve arzu edilen bir şeydir. Tüm bu sorunlar yaşanırken, “rüzgâr-güneş bize yeter” demek mümkün mü? Bu kimin muradı olabilir!
Marmara bölgesinde güneş enerjisi yatırımı düşünmemişler, fakat bölgede yaşanılan tarım alanlarının yok edilmesi sürecine değinmemiz bütünü görmemiz açısından önemli. Tüm bu gelişmelerdeki kapitalist-emperyalist sistemin yönelimini ve bunun sonucunda bizlerin nelerle karşılaşacağını ancak bütünü görerek kavrayabiliriz. Marmara bölgesinin en önemli tarım alanları Trakya ve Bursa’da yer almaktadır. Bursa’da uzun yıllardır uygulanan politikalar sonucunda dünyanın en değerli tarım alanlarından biri yok edilmek üzere. Çok küçülmüş ve sanayi nedeniyle de tarım yapılamaz hale getirilmiş bölgede kalan son tarım alanları da hükümetin uygulamaları nedeniyle yok edilecektir. Bursa’nın şu an nüfusu 2,5 milyon civarında ve TÜİK verileri, kısa vadede Bursa nüfusunun 3,5 milyona, Ankara’nın 5,5 ve İzmir’in de 4,5 milyona ulaşacağını açıklıyor. Bu nüfus, İstanbul hariç, 3 kentte 3 milyon nasıl artabilir? Başbakan’ın “her aile 3 çocuk yapsın” önerisiyle bu sayıya ulaşmakta imkânsız. Bunun bir cevabı olmalı! Yine TÜİK’in nüfuslarının düştüğünü açıkladığı 44 ilin tarım yoğun üretim yapılan iller olması, herhalde bu cevapla doğrudan ilişkilidir.
Bursa Nilüfer Organize sanayi bölgesi…
Trakya şu an tarım-yoğun yaşanılan bir bölge ve son alınan kararlarla Trakya sanayi bölgesi haline getiriliyor. İstanbul için hazırlanmış İMP (İstanbul Metropoliten Planları) Marmara bölgesinin tamamını İstanbul’un arka bahçesi haline getirmeyi amaçlamaktadır. 1999 yılında Trakya Üniversitesi ile Namık Kemal Üniversitesi’nin birlikte başladığı ve 2005 yılında bitirdikleri, mevcut hükümetçe de kabul edilen Trakya bölgesi 1/100.000’lik çevre düzeni planları, Trakya Kalkınma Ajansı tarafından İMP planlarını yapan bir şirkete, 1 yıl gibi komik bir sürede yeniden yaptırılmıştır. Daha önceki tarım alanları ile su havzalarının korunmasını amaçlayan planlar olduğu gibi değiştirilmiş ve sanayi ağırlıklı bir plana dönüştürülmüştür. Bölgede CHP’nin sahip olduğu 3 belediye eli ile 1/25.000 planlar İMP planlarına uygun hale getirilip yürürlüğe girmiştir. Trakya’da birçok termik santral ve çimento fabrikası ile tehlikeli atıklar yakılarak enerji üretim noktaları inşa edilmeye başlandı. Istranca Dağları’nın suları Bulgaristan sınırına kadar döşenen devasa büyüklükteki boru hatları ile İstanbul’a taşınıyor. İSKİ özelleştirme kapsamında ve her an yeni yağmacı kapitalist sahiplerini kucaklamayı bekliyor.
İktidar kapitalist-emperyalist sistemin yapısal taleplerini Türkiye’de şimdilik başarıyla uyguluyor. Pratik adımlarını ise şöyle sıralayabiliriz: İstanbul’u Finans merkezi, çevresini sanayi bölgeleri, Marmara, Ege, iç Anadolu ve Karadeniz bölgesi dağlarını maden bölgeleri, yine aynı bölgeler ve ülkenin bütününde enerji üretim bölgeleri (Termik, doğalgaz, Nükleer, HES vb.) ile kalan kısımlarda da tekelleşmesi hedeflenen tarım faaliyet bölgeleri. Hükümetin yeni aldığı kararla tarım topraklarının bütünleşik hale getirilme çabası yeni bir tekelleşme sürecine işaret ediyor. İzlenen politikalarla, GDO’lu tarım ve etanol üretimi dışında başkaca tarım üretimi amaçlanmadığı, geçimlik tarımın tamamen ortadan kalkacağı açıktan ilan ediliyor ve bu yolla tarım toprakları tekellerin eline teslim edilecek. Aynı SGK’da yaşananlar gibi.. “İstediğin hastaneye git, istediğin doktoru seç” vb. yalanlarla sağlık haklarımız gasp edilip halkın malı olan hastanelerin sermayeye peşkeş çekilip piyasalaştırılması gibi.. Sağlıkta yaşadığımız sürecinin bir benzerini tarım alanında da yoğun olarak yaşayacağız.
Hükümetin en önemli planlarından biri de, Kürt sorununu bölge sermayesi ve toprak sahiplerine sunmaya çalıştığı pasta ile aşmaya ve bölgeye yapılmaya çalışılan, sözünü ettiğimiz yatırımlarla yoğun göç seferlerini başlatmaya yöneliktir. Bursa’nın ve benzer metropollerin nüfus artış nedenlerinin dayatılan göç politikaları sonucu oluşacağı gerçeği açıkça görülüyor.
Kapitalizm, dünya üzerindeki hegemonyasını kurduktan bu yana sermaye birikim süreçlerinde emek sömürüsü ile doğal alanların sömürüsü at başı gitmektedir. Kapitalizm varlığını sürdürebilmek için üretimi en üst düzeyde tutup sürekli büyümeye ihtiyaç duymaktadır. Bu, kapitalizmin yapısal en önemli sorunudur. Ekonomik büyüme masallarının ardında doğanın ve emek sömürüsünün artacağını, asıl büyüyen şeyin doğa ve emek sömürüsü olduğu gerçeğini daha açık ve görünür kılmak zorundayız.
Geçtiğimiz günlerde, hazırlanan 2b yasasında bazı değişiklikler yaptılar ve bu değişiklikle sözü edilen “2b” alanlarının rayiç bedelini %70 ten %50 ye düşürdüklerini ve bunun nedeni olarak da hak sahiplerinin daha fazla mağdur olmamaları için indirim yaptıklarını açıkladılar. Çıkardıkları kanun hükmünde kararnamelerle hangi alanların orman olmaya devam ettiği, hangi alanların orman vasfını yitirdiğini, hangi alanların tarım alanı ya da doğal sit alanı ve hangi alanların koruma bölgeleri olduğunun yeniden belirleneceği bir süreç başlattılar. Söz ettikleri ve gerekçelendirdikleri orman alanlarının konut alanı olarak işgal edilmiş bölümlerinin satılacağı safsatasına inanmamız bekleniyor. Tüm doğal alanlarımızı ve koruma alanlarımızı alelacele sermayenin hizmetine sokma gayreti inanılmaz boyutlara ulaşan bir dönem içindeyiz.
SERMAYENİN İHTİYACINA GÖRE DİZAYN
Maden şirketlerinin yok ettikleri ormanlık alanlar için, 1000 ağaç kestik, 10.000’lerce dikiyoruz yaklaşımı tam bir kandırmaca ve katliamdır. Talan edilmiş bir ormanın mono kültürel bir yapıya dönüşmesi, endüstriyel tarım için gerçekleştirilmeye çalışılan toprakların bütünleşik hale getirilme çabasının bir başka versiyonudur. Yok ettikleri ormanların yerine dikilen ağaçların, orman sanayiinin ihtiyacı için kerestelik ormanlık alan dışında herhangi bir işe yaraması gibi bir gayret içinde olmadıklarını anlamak için kâhin olmamız gerekmiyor. Her attıkları adımda sermaye birikimi için en az 3-4 fayda düzeyini tutturma çabası mevcut iktidarın en başarılı olduğu yaklaşımdır. Bankaların bazıları çiftçilere uzun vadeli krediler açıp onları borçlandırarak, topraklarının tekellerin ellerine geçmesini sağlıyorlar. Bunun en açık örneğini, Sakarya’nın Kocaali İlçesi’ne bağlı Açma başı Köyü’nde yaşadık. Çiftçiler kullandıkları krediyi geri ödeyemeyince köyün yüzde 80’i özel bir banka tarafından satışa çıkarıldı. Bölgelere göre değişiklik gösterse de bazı tarım alanları sanayi, konut ya da endüstriyel tekelci tarımın yapılabilmesini sağlamak amacıyla her türlü yol ve yöntemle el değiştirilmesi sağlanmaktadır. Kapitalizmin küreselleşme adı altında başlattığı sermayenin özgürce dolaşımı, her alanda olduğu gibi tarım alanlarında da kapitalizmin egemenliğini mutlaklaştırmak amacıyla sürdürülmektedir. Tarım alanlarında gerçekleştirmeye çalıştıkları her şeyin ardında kapitalizmin gıda egemenliği hedefi vardır. Bunun için DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü), IMF (Uluslararası Para Fonu), DB (Dünya Bankası) aracılığı ve yerli işbirlikçi hükümetler eli ile dünya tekellerinin hâkimiyetini kurmaya çalışmaktadırlar. Geçimlik ve geleneksel tarımın son bulması başlıca hedefleridir.
BU GELİŞMELER KADER Mİ?
Brezilya’daki ‘Topraksızlar Hareketi’ bu alanda neler yapılabileceği konusunda önemli bir deneyim sunuyor. Metin Yeğin ve Abdullah Aysu Brezilya’da yaşanılan süreçleri kitap haline getirdiler. Bugün üye sayısı beş milyona ulaşan topraksızlar hareketi devlete ve büyük toprak sahiplerine ait toprakları işgal ediyor ve işliyor. İşgal edilen topraklarda, kooperatifler, okullar, sağlık klinikleri vb. inşa ederek, evet, şüphesiz kapitalizmin sınırları aşılmadan ve henüz kapitalizm çerçevesinde kalınarak, ama dayanışma ve işbirliği içinde yaşamlarını tekel-dışı bir yönelimle sürdürüyorlar. Bir başka örnekse, işçi sınıfı iktidarı koşullarında Sovyetler Birliği’nde hayat bulmuş kooperatifler; kolhoz ve sovhozlardır. AKP hükümetiyse, daha önce yürürlüğe koyduğu 20 dönüm ve altı arazilerin miras yolu ile bölünmesine getirdiği yasak yetmedi ve yeni bir söylemle tarım arazilerinin daha bütünleşik hale getirilmesi çabasına girdi. Tüm kamu kurumları ile tarımsal birliklerin de toplulaştırma yapmasını sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirdi.
“Ne var ki bunda!” diyen insanlar olacaktır. Fakat “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözü hükümetin bugüne kadarki uygulamaları açısından ve yaptıklarının yapacaklarına gösterge oluşturması bakımından değerlendirmelerde bulunmamız gerekiyor. Kapitalizmin gıda egemenliği hedeflerini gören bir yerden bakınca, söylenenle gerçekleşecek olanın çok farklı olduğunu görebiliriz. Kooperatiflerden söz ediyor bakan, fakat arazi tapularının işin ehli kişilere verilmesi gerektiğini dile getiriyor ve ardından “şirket köyler” oluşacak diyor. Yazının başından bu yana bazı bölgelerde tarım alanlarının hızla yok edilmek istendiği, enerji, maden vb. talanlardan arta kalan alanların da tarım tekellerinin eline teslim edileceği bir süreç içinde olduğumuzdan söz ediyoruz. Tüm gelişmeler ve yaşananlar, farklı türden düşünmemize imkân vermiyor, olup biten her şey çok açık ve yalın. Üretici köylü sendikalarının birleşik mücadele yürütmeleri ve üretici köylünün, kuşkusuz topraksız ve az topraklı yoksul köylü ve kır yarı-proleterlerinin köylü birlik ya da komitelerinde bir araya gelerek kendilerini ve taleplerini sahiplenmeleri herhalde çıkarları gereğidir. Topraksız köylünün topraklandırılması da içinde köylünün üretimden tüketime tüm faaliyetlerini ilk elde kooperatifler çerçevesinde örgütlendirilmesi, bu kooperatifler eli ile tarımsal ürünlerin üretim ve dağıtımını sağlayacak birleşik bir yapının oluşmasını hedeflemek bir gereklilik olarak karşımızda duruyor. Bu yapı, günümüzde TARİŞ vb. örneklerinde olduğu gibi burun kıvrılsa ve yerine tekelci büyük sermayenin dolaysız ya da kredi, tohumluk sağlayıp ürüne ucuza el koyma türü dolayımlı ilişkileri geçirilse bile, kooperatifler de karakteri itibariyle kapitalist nitelikte oldukları ve sonuçta sermaye ilişkileri çerçevesinde olağan koşullarda büyük tekelci sermaye bağlanmaktan kaçınamayacakları için, köylünün tekellere peşkeş çekilmesi önerilmedikçe, sınıf iktidarında bir değişiklik ya da en azından bir “ikili iktidar” durumu veya köylünün birlik ve örgütlülüğüne dayalı olarak yaratılabilecek fiili güç ilişkileriyle karakterize bir ortamın oluşumuyla bağlantılı olarak ve en başta köylülüğün birlik ve örgütlenmesini sağlayıcı ve ilerletici olması bakımından öngörülebilir. HES’lere ve genel olarak köylü başta olmak üzere halkın çıkarlarıyla çatışma içinde düzenlenmekte olan enerji yatırımlarına karşı mücadele de bu perspektifle ve halkın mücadelesinin bir bileşeni olarak anlaşılıp ele alınmalıdır.
Ülkemizde son yıllarda ortaya çıkan HES, termik, nükleer santral vb. enerji yatırımlarına karşı doğal yaşam alanları ile tarım alanlarının yok edilmesine direnen kesimlere baktığımızda, bunların daha çok kırsal kesim insanlarından oluştuğunu görebiliyoruz. Bu saldırılara karşı kazanımlar da bu alanlarda gerçekleşiyor. Bir başka deyişle, yaşam alanlarını savunanlar, canını dişine takıp kadın, erkek ve çocuklarıyla birlikte mücadele yürüten üretici köylülerdir. Rüzgâr tarlalarına karşı Çine ve Samandağ’da direniş başlatan da yine üretici köylüler olmuştur. Çünkü bu tür saldırıların neredeyse tamamına yakın kısmı tarım alanlarının ya da meraların üzerinde gerçekleşiyor. Bu alanları savunanlar değişik bölgelerde direniş platformları kuruyor ve mücadelelerinin birleşme ihtiyacını görüp ülke çapında daha geniş ve birleşik platformlar oluşturarak bu saldırılara karşı top yekûn mücadele içine girmeye yöneliyorlar. Tarım alanlarına yapılan saldırı sadece toplulaştırma, düşük taban fiyatı uygulamaları vb. ile sınırlı değil, aynı zamanda enerji santrallerinin kurulum alanları da tarım alanlarına tekabül ediyor. Buradan bir sonuç çıkarmamız gerekli. Yukarıda sözünü ettiğimiz birleşik köylü ve özel olarak üretici köylü mücadelesi yaşam alanlarının savunulması mücadelesi ile de birleşmek zorundadır. İhtiyaç haline gelmiş birleşik mücadele, sendikalar, kooperatifler, köylü birlikleri gibi köylü örgütlenmeleriyle, bu örgütler içinde birleşerek hayat bulabilir. Sonuç alıcı ve daha mücadeleci bir perspektif yakalanması bu yolla mümkün olabilir.
SONUÇ
En büyük göçler tarım alanlarının ve su havzalarının yok edilmesi veya savaşlar yoluyla işgal edilmesi, el konulması sonucu yaşanmıştır. Egemenler, bugün mazlum halklara binlerce yıllık insanlık tarihinde yaşanmış olanların çok daha vahim boyutta bir tekrarını reva görmektedirler. Yukarıda sözü edilen sorunların sonuçları maalesef göçle de bitmeyecek. İnsanlığın ve doğada yaşayan binlerce türün yaşamsal temel gereksinimi olan su, hava ve toprak kapitalizmin amansız saldırılarıyla hızla yok olmakta ya da kirlenmektedir. İhtiyacımız olan ve gözden hiçbir biçimde kaçırmamamız gereken yegâne şey odur ki, kapitalizme karşı bir duruş ve sosyalizm perspektifi ile mücadele etmek artık yaşamsal bir zorunluluktur.