Yugoslavya etnik kapıştırmaların arasında parçalanan ve aynı zamanda düşmanlaştırılan halkların yakın bir örneğiydi. Onlarca yıl bir arada şu ya da bu biçimde, ama savaşmadan, kapışmadan yaşamış halkların ülkesinin nasıl parçalanıp, o insanların, sanki hiçbir arada yaşamamışçasına, birbirlerine karşı ölümcül öfke ve intikam kusmaları, aslında bir bakıma emperyalizmin her zaman kullandığı, ama günümüzde ve önümüzdeki süreçte daha yoğunlukla kullanacağı güncel taktiğin bu olacağının işaretiydi; Elbette, Irak işgali vb. türden klasik yöntemler dışlanmadan…
Avrupa –ağırlıklı olarak Almanya– ile ABD arasındaki paylaşım pazarlığının sonucunda Yugoslavya’nın hali yalın biçimde ortadadır; iç bağlantılar, örgütlenmeler, satın almalar, işbirlikçiler ve elbette muazzam para gücüyle oluşturulan propaganda, silahlanma yoluyla, halkların birbirlerine düşmanlaştırılması, vuruşturulması faaliyetleriyle parçalanan ülkenin kana bulanmış külleri üzerine o emperyalistler gelip oturmuştur.
Üzerinden zaman geçip, öfke nöbetleri yerine akıllar çalışmaya, parçalanmış ruhlar serinkanlı biçimde gerçeklerle yüz yüze gelmeye başlayınca, halklar soracaklardır kendilerine: Biz neden dövüştük? Sonuçta ne oldu? Biz kendi aramızda savaştık, tepemize emperyalist yamyamlar oturdu! Biz kaybettik, onlar kazandı!
Nitekim son zamanlarda, benzer biçimlerde halklar arasında rekabet kullanılarak, çıkarlardan kaynaklı burjuva sorunu olmasına karşın, egemenlerin sanki halkın sorunuymuş gibi öne sürdükleri talepler ve dışarıdan su gibi paralar akıtılarak organize edilen fon ayaklanmaları sayesinde ülkelere, bölgelere müdahalelerde yoğunlaşmalar görülüyordu. Rusya Federasyonu içleri, mavili, morlu, turunculu fon “devrimleri” ile sarsılıyor, bunlar, “insanlığın özgürlüğe koşuşu” olarak medya silahıyla dünyaya duyuruluyordu… Oysa bu fon “devrimleri” işin başlangıcı idi ve bir kez emperyalizmin ağına düşmüşler için, ileride ve gerektiğinde daha büyük kullanılmalar onları bekliyordu. Birer süngüydü onlar artık ve tüfeğin önünde ilk öne sürülen olarak ona bağımlıydılar.
Nitekim sonradan o fon “devrimleri”nin rüzgarına kapılanların, bu kez bölgesel hesaplaşmaların önüne süngü gibi sürüldüğü, bölgesel çatışmaların basit ve uzaktan kurmalı kafasız oyuncağı durumuna geldikleri görülecekti.
Hiç şüphesiz büyük ve karmaşık oyunlar oynanıyordu. Ülkeler, emperyalist çıkarların planlarıyla yeniden masalara yatırılıyor, bölgesel zenginlikler, haritalar yeniden dizayn edilmeye, en azından şekillendirilmeye çalışıyordu.
Dizaynın çeşitli ayakları, hamleleri vardı elbette. Dizayn çalışması demek, hemencecik rakibin üstüne silahla yürümek değildi. Onu çevresel kuşatmalar yoluyla kıstırmak, çembere almak, tecrit etmek, kendine bağımlı kılmak ya da en azından kendi vesayeti altında yaşamaya zorlamak ve bunun için de zayıflatma taktiklerini sürekli gündemde tutmak; sınıfsal özden yalıtılmış bölgesel ve yerel iç karışıklıklar, istikrarsızlık vs. –tümü bu kapsamda kullanılmaktaydı.
Burada hemen altını çizmek gerekir ki, bunlar, emperyalistlerin istekleridir. Planlarıdır. Ancak hayat her zaman koşulsuz şartsız önceden planlamalara, isteklere uygun yürümemektedir. Bölgesel güçler, ülkesel çıkarlar, iktidarsal hesaplar ve elbette karşı rakipsel hamleler planların pek çoğunu sakat bırakmakta, bazen hevesler kursaklarda kalmaktadır.
Sadece son Irak işgalinde ABD’nin kaçıncı plan üzerinde konuştuğunu göz önüne almak bile, hayatın kendi dinamiklerinin planları nasıl sakatladığını göstermek açısından önemli bir deneydir: Önce Irak işgali ve bütün bir Irak… Ardından İran’ı kuşatıp ona yönelme… Sonra İran işinin sarpa sarıp ertelenmesi, çünkü İran’a girip çıkamama… Sonra birkaç parçaya bölünmüş bir Irak haritası… Olmadı, yeniden birleşik özerk Irak…vb. Yani kısaca, masa başı parlak planlar, ipe serili unutulmuş elbiseler gibi solmakta, eskicinin yolunu tutmaktadır.
Elbette istikrarsızlık, iç kargaşa, kontrol altında tutulduğu ve yönlendirebildiği sürece egemen emperyalist için tercih nedenidir, ancak bu işin sürekli olarak ve sonsuza dek tek taraflı kontrol altında tutulabileceğin hiçbir garantisi yoktur.
İRAN’DA ASLINDA NE OLMUYOR?
İran’daki seçimlerin ardından meydana gelen olaylar hakkında çok şey yazıp söylendi. Egemenlerin güçlü bir silah olarak kullandığı medya aracılığıyla estirilen rüzgarlara bakılırsa, İran’daki rejim devrildi devrilecektir!
O zaman meseleyi daha yakından anlayabilmek için belki de öncelikle yanıtı verilmesi gereken soru, egemen medyanın söylediği gibi, “İran’da neler oluyor” değildir, ama “neler olmuyor” sorusuna yanıt aramaktır. Böylece çok karmaşık gibi görünen veya öyle gösterilen İran’da olan bitenlere daha kestirmeden yanıt verilebilecektir.
Bir kere hemen başında söylemek gerekir ki, İran’daki olaylar, “dış güçler” tarafından organize edilen ve tamamıyla dışarıya bağlanacak olaylar değildir. Bu anlamıyla bazılarının dillendirmeye ve yaygınlaştırmaya çalıştığı gibi, “turuncu devrim”, “mavi devrim”, “yeşil devrim”lerle alakası yoktur. Ancak, İran için fırsat kollayan ve her olanağı kendi lehlerine değerlendirme peşinde olan emperyalist güçlerin olaylara müdahil olmadıklarını, faydalanmaya çalışmadıklarını söylemek de aptalcadır.
Evet, olayların başlangıcı emperyalist güçler tarafından organize edilmemiştir. Daha doğrusu, halihazırda emperyalist güçler, İran içinde etkin kuvvet ve kudrete erişememişlerdir. Ama, olaylar bir kez başlayınca da, ondan sonuna kadar faydalanmak, olanakları kendi lehlerine çevirmek için çalışmaktan, en azından yeni fırsatlar yaratmaktan da geri durmamışlardır ve durmayacaklardır. Ya da masa başlarında planladıkları hedeflere bir adım daha yaklaşabilmek için, cetvellere, pergellere bu kez daha iştahla sarılmışlar, yeni rezervlere gitmişlerdir.
Peki, İran’daki seçim sonrası olayların ardında yatan nedir? Egemen medyanın yaymaya çalıştığı gibi, rejime yönelik bir ayaklanmadan söz edilebilir mi? Ya da, basitçe bir klik savaşımı mıdır bu olaylar?
Şüphesiz bir klik savaşımıdır, ama meseleyi bu kadar yüzeysel ele almak, her şeyi açıklamaya ve bundan sonrasında neler olabileceğini tahmin etmeye yeter mi?
O zaman en başa dönerek, “İran’da neler olmuyor” sorusuna yanıt aramak en iyisi olacaktır.
İran’daki olaylarda, bir tarafta Ahmedinejat ve ona açık destek veren Ali Hameney, karşı tarafta ise, kendilerine reformcu denilen Musevi, Kerrubi, Rezai, Hatemi ve Rafsancani vardır. Bunlardan Ali Hameney ve Ahmedinejat’a muhafazakar, diğerlerine ise reformcu deniliyor. Peki, acaba, “reformcular”ın “reform” istekleri nedir? “Reform” ile ne anlatmaya çalışmaktadırlar? Ya da bunlar İran’daki rejim muhalifleri midir?
Reformcu denilenlerin geçmişteki kartvizitlerine bakıldığında, reform söylemlerinin, bilinen reformizme uygun olmadığı görülmektedir. İsmi en önde geçenlerden Musevi, Humeyni’nin iktidara geldiği ilk yıllarındaki başbakanıydı. Yani, bugünkü rejimi kuran önde gelen ekipten birisi, Humeyni’nin dava arkadaşı, sadık dostu ve başbakanı. Yani, bugünkü rejimin kurucusu ve tutucularındandır.
Gösterilerin ve Musevi’nin arkasındaki “kare”nin asıl “ası” olan Rafsancani, eski devlet başkanıdır. Bu kadarla da kalmamaktadır, o, aynı zamanda, İran’daki en üst organ olan ve ruhani lideri değiştirebilme yetkisine sahip “konsey”in üyesidir.
Gösterilerin arkasındaki diğer bir etkili isim olan Hatemi ise, iki dönem İran devlet başkanlığı yapmıştır.
Yine muhalif kesim içersinde yer aldığı söylenen ve seçimlerde de aday olan Kerubbi, iki dönem meclis başkanlığı görevinde bulunmuş, sistemin önemli ayaklarından birisidir.
Adaylardan diğeri, Muhsin Rezai ise, sitemin omurgasını ve bir anlamda güvencesini oluşturan Devrim Muhafizları Ordusunun komutanıydı. Gerçi muhalif olmasına karşın, gösteriler sırasında öne çıkmaktan özenle kaçındığı gözlendi.
Şimdi bu tabloya baktığımızda, başkaca bir şeye gerek kalmadan, ortada rejim karşıtı, rejimi tümden değiştirmeye yönelik bir resmin olmadığı kolayca anlaşılabilmektedir. Yani bir başka deyişle, her iki taraf da, rejimin etkili isimlerinden oluşmakta, İran İslam Cumhuriyeti ile ilgili, rejimin temellerine yönelik bir hesaplaşma içinde bulunmamaktadırlar.
Peki, ama “reform” talepleri neyi kapsamaktadır? İran’da “reform” denince, dışarıdan bakanın aklına, hemen, rejimin günlük yaşantı kurallarında bazı değişikliklerin, yumuşamanın olması vb. gelmektedir. Zaten medyadan yansıtılan da budur. Kadınların başlarını açmaları, erkeklerle eşit biçimde yaşamaları, batıya benzer bir yaşam vb. gibi…
Ancak reformcu tabir edilen muhalif önderlerin yukarıda değindiğimiz geçmişlerine ve ideolojik köklerine baktığımızda, bugünkü rejimi kuran ve sürdüren kişiler olarak, bunların, kadınların başlarının kapalı olmasından rahatsız olacakları gibi bir çıkarsamanın ne kadar aptalca olacağı ortadadır. Gösteriler sırasındaki bir tartışmada, Ahmedinejat’ın söylediği gibi, “vakti zamanında kravatları makasla kesen” insanlardır onlar.
Ya genel olarak kadınların durumu?
İran, yalnızca bölgedeki değil, yeryüzündeki yaşayan en eski uygarlıkların üzerinde yükselen, sağlam temelleri ve birikimleri olan bir ülkedir. Üstelik Şah’ın devrilmesinde en etkili kesimlerden birisi kadınlar olmuştur. O ayaklanmalarda en önde yürüyen kadınlardır. Böylece, kadınlar, o dönemde, daha da yoğunlaşarak, politikanın içinde, Şah’ın devrilmesinde örgütlü ve aktif biçimde yer almışlardır. Nitekim, son gösterilerde de yine kadınlar en öndedir. Yani, bir başka deyişle, İran’da kadınlar evden dışarı adımını atamaz, ağzını açamaz diye bir şey söz konusu değildir.
O zaman, mevcut yönetimle gösterilerin ardındaki muhalif önderler arasındaki çelişkiler nelerdir?
Doğal olarak, iş, paranın paylaşılmasına gelip dayanmaktadır.
Ahmedinejat yoksul bir aileden gelmektedir ve politik ününü, asıl olarak, Bağdat Belediye Başkanlığı sırasında yoksullara yaptığı yardımlarla sağlamıştır.
Devlet başkanı olduktan sonra da, petrol gelirlerinden halka verilen yüzde onluk payı yüzde on beşe yükseltmiş, asgari ücreti yükseltmiş, tarımda sübvansiyonları arttırmış, üreticiye ürün fiyat bazında destek olmuş, yoksul semtlere daha fazla yatırım götürmüştür. vb.vb.
Öte yandan, bölgede, Filistin ve Lübnan başta olmak üzere, İsrail ile vuruşan güçlere her türlü yardımı yapmış, gerek maddi gerekse manevi olarak onların yanında yer almış, ABD ve Batı ile her zaman ve hiç geri basmadan dişe diş bir mücadeleye girmiştir.
Musevi ve Rafsancani kesimi ise, İran’da, orta ve üst sınıfları temsil etmektedirler.
Ahmedinejat’ın sözünü ettiği gibi, onların zamanındaki yolsuzluk iddiaları hiç de boş değildir ve Rafsancani zamanında, İran’da, onlar kendi zenginlerini yaratmışlardır. Üstelik en önemli petrol ülkelerinden birisi olmasına karşın, İran’da, yoksulluk hâlâ önemli bir meseledir, buna karşın “malı götüren” ve hızla zenginleşip köşeyi dönen sayısız isim ve aile mevcuttur. İslam Cumhuriyeti’dir, İslam kardeşliği temel felsefedir, ancak yoksullar ekmek peşinde dolanırken, bir avuç zengin zümre malı götürmektedir! Ne güzel bir kardeşlik!
Rafsancani ve Musevi İran’ın zenginleri arasındadır. Zaten TV’lere yansıyan görüntülere bakıldığında, gösterilere katılanların orta sınıf, küçük burjuva kesimlerden oldukları kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Mesela İran Devrimi’nde başrolü oynayan petrol işçileri, eylemlere hiç yüz vermemişti. Buna karşın, Rafsancani ve Musevi’nin ticari dolaşımdan dolayı sıkı bağı olan çarşı kesimi işin içindeydi.
Musevi ve Rafsancani’nin “reform”dan kast ettikleri asıl şey, artık anlaşılabileceği üzere, ekonomik pay kapmada daha fazla söz sahibi olmalarıydı. Bunun için, örneğin petroldeki devletçiliğin gevşetilerek, özelleştirmelerin yapılması, batı ile daha geniş çerçevede ilişkiler kurulması, sermaye ortaklıklarına gidilmesiydi. Musevi ve Rafsanci’nin şu sözleri ilgi çekiciydi: “Paramız, Filistin ve Lübnan halkına yardım adı altında çarçur edilmesin; HAMAS ve Hizbullah’a gereğinden fazla önem vermeyelim; İran ve İran halkına öncelik tanıyalım!”
Bu, aynı zamanda, bir yandan İran’ın bölgesel rolüne ilişkin bir yeni politikanın dile getirilişi olduğu kadar, batı dünyasına bir ince mesaj olarak da değerlendirilebilir. Petrol sahalarının özelleştirilip üzerlerine konmak ve belli ölçülerde batılı sermaye ile entegre olmak peşindeki bir düşüncenin, Filistin ve Lübnan halklarına yapılan para yardımlarına karşı çıkma nedeni olarak İran halkını öne sürmesi komiktir elbette!
Bunu tersten okursak: “Bütün paralar bizim cebe!” diye yorumlamak pekala mümkündür.
Nitekim petrol işçileri, seçimlerde Musevi’ye hiç yüz vermemişlerdir. Bunun nedeni son derece açıktır; işçiler, Musevi’nin özelleştirme politikalarını ret ediyorlar ve bunu da açık biçimde dile getiriyorlardı.
Hiç şüphesiz burada, her ne kadar özelleştirmeci ve batı ile ekonomik entegrasyondan yana olsalar da, Musevi ve Rafsancani’nin “bizim” Tayyip Erdoğan ve Özal vb. gibi özelleştirmeci ve entegrasyoncularla aynı çizgide olmadıkları, ulusal değerlere hâlâ önem verdikleri, ‘yabancı tekeller gelsin her şeyimizi yağmalasın’ düşüncesinde olmadıklarının altı çizilmelidir. Ancak o entegrasyon ve özelleştirme yoluna bir kez girildiğinde, sonunun nasıl olacağı da az çok tahmin edilebilmektedir.
Üzerine gürültüler kopartılan seçimlere, yani seçimlerde hile yapılıp yapılmadığına gelince…
Ahmedinejat ile Musevi arasındaki oy oran ve sayısında öyle büyük bir fark vardır ki, bunu hile ile açıklamak zaten mümkün değildir. Hile yapılmış olmaz mı? Elbette mümkündür. Ama olmuş olsa da, seçim sonuçları üzerinde belirleyici bir etkisinin olmadığını şimdilerde Batı dünyası bile kabul etmiştir.
Kaldı ki, seçimi Ahmedinejat’ın açık farkla kazanması, kimse için sürpriz olmamıştır. Sonucun bu civarda olacağı zaten biliniyordu. Örneğin seçim öncesi Amerikalı Free Tomorrow ile American Strategy adlı iki kuruluş, İran’da yaptıkları seçim araştırmasında, Ahmedinejat’ın oylarının Musevi’nin oylarını ikiye katlayacağını tespit etmiş ve bu tespitleri Washington Post’ta yayınlanmıştı.
Dolayısıyla, seçim sonuçları beklentilere uygundu, ama yine de Musevi ve ardındaki Rafsancani, en azından bir dahaki seçimlere yatırım olsun diye, orta ve zengin sınıfların desteğini arkalarına alarak ortaya çıkmışlardı.
Musevi ve Rafsancani’ye bir başka önemli destek ise, merkezi kentteki üniversite öğrencilerinden gelmişti. Üstelik, internet, bu desteğin gelişiminde önemli bir yere oturmuş, yine özellikle Amerikan ve İngiliz medyası, örneğin “saygın, tarafsız BBC” gösterilerin genişlemesi için candan bir gayret göstermişti!
Anlaşılmıştı ki, bundan böyle ABD’nin üzerinde yoğunlaşacağı en etkili kesimlerden birisi de üniversite gençliği olacaktı!
Peki, bu kadar şeyden sonra, İran’da neler olabilirdi?
Tamam, muhalefet, rejime muhalefet değil, klik çatışması, iktidardan parsa kapma uğraşı, yani rejim içi bir sorun vb. idi, ama İran’da her şey eskisi gibi mi gidecekti?
Hiç şüphesiz, bu konuda kesin bir yargıya varmak için çok erkendir. Ancak yine de kabul etmek gerekir ki, bazı şeyler sarsılmış, taşlar yerinden oynamıştır.
Örneğin en azından, bu süreye kadar asla tartışılmaz olan “ülkenin ruhani lideri, yol göstericisi, Şii inancına göre beklenen Gaip İmam’ın yeryüzündeki temsilcisi, Mehdi’nin vekili Ali Hameney’in Ahmedinejat’ın yanında yer alması, meşhur Cuma hutbesi ile tavrını açık ve net biçimde ortaya koyması, buna karşın öbür tarafın yollarına devam etmesi, bu dokunulmaz kurumun dokunulmazlığını bir anda alıp götürmüştür!
Böylece, iktidar ve para hırsı Mehdi’nin temsilcisine, maddi dünya uhrevi dünyaya ağır bastı!
Başka bir deyişle, inancın köklerini sarstı.
Sonuç olarak, İran’da her şeyin bir anda yerle bir olacağını düşünmek ne kadar aptalcaysa, hiç bir şeyin değişmediğini söylemek de o kadar safça olur. Üstelik, İran isyanlar ülkesidir.
Ancak kesin olan bir şey varsa, ABD ve diğer emperyalistler, artık buraya yönelik “içerden” hesaplarını daha da yoğunlaştıracaklar, açılan çatlaklar üzerinden nasıl ilerleyebileceklerinin taktik planları üzerinde daha fazla kafa yoracaklardır.
Örneğin, üzerinde şimdi daha fazla kafa yoracakları konu şu olacaktır; Acaba bu iç sarsıntı İran’da etnik bir çatlatmaya, kızıştırmaya dönüştürülebilir mi?
Öyle ya, son zamanlardaki moda çatışmalar, kızıştırmalar, bu temel üzerinde yoğunlaşmaktadır. Acaba hazır kolonlar esnemiş, Tahran ufak ufak sallanmışken, etnik yapılanmalar üzerindeki faaliyetler hızlandırılabilir mi? Buradan ABD’ye “ekmek” çıkar mı? Hiç şüphesiz ağababalar bunun üzerinde çalışmaya hız vermişlerdir.
Peki, İran’da bu mümkün müdür?
İRAN’DAKİ ETNİK YAPILANMA
70 milyonluk bir nüfusa sahip olan İran’da 90’dan fazla dil ve lehçe konuşulmaktadır. Buradan bakınca, ABD için iyi “ekmek” çıkar gibi görünmektedir! Ki, zaten ABD uzun yıllardan beri bu “cevheri” kaşımak, “ekmek” çıkarmak, etnik milliyetçiliği kışkırtmak, aradaki çelişkilerden faydalanmak için sıkı bir çalışma içersindedir.
Örneğin, Amerikan emperyalizminin, İran nüfusunun önemli bölümünü oluşturan Azeriler üzerine özel bir çalışması mevcuttur. Daha yıllar öne, ABD kontrasının önemli ismi Albay Oliver North bizzat Azerbaycan’da bu iş için bulunmuş, buraya yönelik Azeri Kurtuluş Radyosu kurulmuş, özel yayınlar yapılmış, ayrıca Azeri Kurtuluş Örgütü kurulmuştur.
Ancak, çok su alır gibi görünen bu etnik yapıdan şimdiye kadar kayda değer bir iş çıkmamıştır. Bunun nedeni, çok eskilere dayanan İran kültürel yapısında İranlılığın ağır basması (“Türkiyelilik” kavramına karşı çıkan, bunu bölünmek olarak kabul eden dangalaklara duyurulur), etnik yapılara için geniş bir dil, edebiyat, kültürel özgürlüğün sağlanmasıdır.
İran’ın resmi dili Farsçadır. Ancak, yerel ve etnik dillerin medyada, edebiyatta yazılı veya sözlü olarak kullanılmasının önünde hiçbir engel olmadığı gibi, okullarda, ders kitaplarında yazılıp çizilmesi, öğretilmesi serbesttir.
Örneğin Farsça dışında, İran’da, Azerice, Arapça, Kürtçe, Ermenice basılmış pek çok eser vardır.
Dinsel anlamda da geniş bir hoşgörü olup, Şiiliğin dışındaki inançlara da geniş bir serbestlik vardır.
Ayrıca, azınlıklar, Şah döneminde Amerika’dan büyük kazıklar yemiştir, Şah’ın etnik kimlikler üzerindeki vahşi uygulamalarının Amerikan desteğiyle olduğunu kimse unutmamıştır.
Ama yine de tüm bunlar ABD’nin etnik kimlikler üzerinde çalışmasına engel değildir elbette. Bu geniş etnik yapı içersinde nüfus bakımından nispeten fazla olanlar Azeriler, Kürtler, Türkmenler, Araplar ve Belucilerdir.
Azeriler, İranlılıkta, bütünleşik bir yapı oluşturmaktadır ve ABD’nin onca çabasına karşın etnik milliyetçiliği gündeme getirmemişlerdir. Şii Kürtleri, zaten İranlılıkla bütündür. Sünni Kürtler, zaman zaman kıpırdansa da, son eylemlerde yer almamışlardır. Ancak ABD için potansiyel olma ihtimalini kaybetmemiştir ve üzerlerinde çalışılan kesimdir.
İran için sıkıntı kaynağı olabilecek kesim, Belucilerdir. İran’ın en yoksul ve geri kalmış bölgesinde, Afganistan Pakistan sınırında bulunan bölgede yaşayan Beluciler’in bir bölümü de Afganistan ve Pakistan’da yaşamaktadır. Aslında, bu bile, başlı başına bir sorundur İran için. Çünkü Afganistan ve Pakistan’da neler döndüğünü herkes çok iyi bilmektedir.
Taliban ve El Kaide’nin Afganistan ve Pakistan’da güçlenmesi, o bölgeyi de etkilemiş, bu fraksiyonlar Beluciler içersinde güç kazanmışlardır.
Diğer yandan, Afganistan’daki uyuşturucu trafiği buraya da yayılmış, zaten yoksul olan bölge, uyuşturucu ve silah trafiğinin merkezlerinden birisi haline gelmiştir. Bu bakımdan, bölgedeki gelişmelerden en çabuk etkilenen bir bölgedir burası. Bölgede Amerika’nın nasıl çalıştığı hesaba katıldığında, etnik, dinsel, mezhepsel kızıştırmanın önemli potansiyel ayaklarından birisi olarak burası hemen akla gelmektedir.
Bu bakımdan, son seçim karmaşasının ardından, durumdan istifade etmek, çatlakları büyütmek ve yaymak isteyecek ABD ve diğer emperyalist güçler için başvurulacak, üzerinde kafa yorulacak noktalardan birisi etnik farklılıklar olacaktır ve olmaktadır kuşkusuz. Bu itibarla önümüzdeki dönem, bölgenin bu gözle izlenmesinde ve her etnik kalkışmaya, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diye ve özellikle de burjuva basının yaygaralarının da etkisiyle balıklama atlamamakta fayda vardır. Elbette ulusların, halkların gerçekten kendi kaderlerini tayin hakkı için mücadele edebileceklerini de göz ardı etmeden!
ÇİN-UYGUR MESELESİ
Özgürlük Dünyası’nı sıkı takip edenler, bundan bir kaç sene öncesinden başlayarak, Uygur Özerk Bölgesi’ndeki havanın kızışık ve kışkırtıcı olduğuna, kızıştırmada Türk ajanlarının payı bulunduğuna, bu yüzden Çin’in Türk Hükümetlerini birkaç kez sert bir biçimde uyardığına birkaç ayrı yazıda dikkat çekildiğini anımsayabileceklerdir. Bu yüzden de, Uygur bölgesinde yaşanan son kanlı olaylar, meseleyi bilenler için sürpriz olmamıştır. Tersine, beklenen bir durumdur bu.
Son olaylar, emperyalistlerin rakiplerini ürkütmek, hizaya getirmek için etnik kışkırtma silahına artık daha fazla başvurduklarının ve vuracaklarının görülmesi açısında önemlidir.
Uygur Özerk Bölgesi, ABD ve Çin açısından stratejik öneme sahip bir bölgedir ve bu bölgede ABD ya da daha somutlaşmış bir ifadeyle CIA ve “düşünce kuruluşu”, “fon” gibi adlarla faaliyet gösteren diğer Amerikan istihbarat kuruluşları yoğun bir çalışma içersindeydi. Hiç şüphesiz Türklük kimliğinin verdiği avantajla, aynı yerde, Türkiye’nin de şu veya bu biçimde, bağımsız veya ABD ile omuz omuza ya da taşeron olarak çalışmaları mevcuttu.
Yine, neredeyse ABD’nin Asya şubesi gibi çalışan Pakistan istihbarat örgütü ISI’nin de, CIA ile birlikte, Uygur Kurtuluş Örgütü, İslam Reform Partisi, Doğu Türkistan Ulusal Birlik İttifakı, Doğu Asya Uygur Cihad Partisi gibi fabrikasyon örgütlere mali ve eğitimsel destek sağladığı biliniyordu.
Yine mesela bağımsızlık fedaisi gibi lanse edilen ve kahramanlaştırılan Rabia Kader’in kartvizitinin kefalet bölümünde ABD imzası olması, bazı şeyleri yalın biçimde açıklıyor.
Rabia Kader, Çin’in zengin kişilerinden biri haline gelip, Çin Ulusal Kongresi’ne kadar yükseliyor. Ne de olsa Çin de, paranın egemenliğiyle birlikte uluslararası ekonomiye entegre olmuştur, para sahipleri güç sahipleridir ve sistem tarafından sevilmektedir! Ancak Rabia Kader, ABD’ye gizli bilgileri verdiği gerekçesiyle casusluk suçundan yargılanıp hapse atılır. Altı yıl kadar hapiste kalır. Buna karşın ABD’nin Kader’e sevgisi artarak sürer, serbest bırakılması için çeşitli kereler başvurular yapılır. Sonunda, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, bizzat Çin’e giderek görüşmeler yapar ve Kader’i bir nevi elleriyle içerden çıkartıp, ABD’ye götürür. Kader’e ABD vatandaşlığı verilir. Kader, Amerika’da bulunan Uygur-Amerikan Derneği’nin ve Dünya Uygur Kongresi’nin başkanlığına getirilir. Bu söz konusu Kongre, Çin’in Uygur bölgesindeki olayların sorumlusu olarak gösterdiği örgütlenmedir.
Bu iki derneğin parasal destekçisi de, Amerikan National Endowment for Democracy, kısaca NED adlı kuruluştur. Bu kurumun iki derneğe geçen yıl 550 bin dolar yardımda bulunduğu, Washington Post’ta yazılmıştır. Ayrıca buralara başka kuruluşlardan, Saroz vakıflarından parasal destek sağlandığı bilinmektedir. Bu yardım yapan kuruluşlar, bir CIA yetkilisinin söylediği gibi, “eskiden bu tür işleri gizli yapardık, şimdi bu örgütlerle yasal hale getirdik” dediği türden kuruluşlardır.
Başka destekler de vardır kuşkusuz. Örneğin “bağımsızlık kahramanı” Rabia Kader’in eşi Sıdık Ruzi, Saros’un bir radyosu olan Radio Free Europe’de çalışmaktadır! Dolarlar… Maaşlı işler… Ne mutlu dolarla bağımsızlık kahramanı olana!
OLAYLARIN ARDINDAKİ ASIL NEDENLER
Bir kez daha uzun uzun tekrarlamamak için kısaca özetlemek gerekirse; Çin dünyada yükselen ekonomidir. Yalnızca Çin değil, genel olarak Uzak Asya ekonomik anlamda yükselmektedir ve şu kriz döneminde bile, belli ölçüde kaçınılmaz olarak etkilenseler de, –çünkü sonuçta dünya emperyalist kapitalist sisteminin bir parçası, halkalarından biridir ve Batıyla ekonomik olarak iç içe geçmiş olduklarından etkilenmek kaçınılmazdır– hala canlıdır ve belli oranlarda büyümeyi sürdürebilmektedir. Hiç şüphesiz bu büyüme, ABD’nin ve diğer büyük emperyalistlerin kontrolünde olduğu ve çizmeyi aşmadığı sürece katlanılabilir durumdur. Ancak ekonominin kendi kuralları vardır ve emperyalist kapitalist sistemde eşit büyüme diye bir şey söz konusu değildir. Üstelik büyüyen Çin, bölgeyi kontrol altına almak için yoğun bir çaba içersindedir ve bölgedeki tarihsel misyonu ve ağırlığı nedeni ile avantajları bulunmaktadır. Elbette rakipler bunun farkındadır ve onlar, var olan ilişkileri nedeni ile Çin’i dört bir yandan sıkıştırmakta, belli sınırlar içersinde tutmak istemektedir.
Çin ve diğer bölge ülkeleri ise, kendilerini bir anlamda sağlama almak, geleceğe ilişkin olabileceklere hazırlıklı olmak için hamleler yapmakta, yeni ittifaklara girişmektedirler.
Örneğin Çin, Rusya ile yakınlaşmaktadır. Ancak iki emperyalist ülke için yakınlaşma sınırsız değildir, kontrollü ve şüpheci bir yakınlaşmadır bu. Buna karşın, Çin’in, örneğin Japonya ile rekabeti keskinleşmekte, bir başka bölgesel güç olduğunu kanıtlamak isteyen Hindistan, her zaman rolünü hatırlatmak için bahaneler bulup, bu iki ülkeyi rahat bırakmamaktadır.
Tüm dünyada olduğu gibi, Çin ve Uzak Asya’nın en büyük ihtiyacı enerjidir ve bu talep büyüme ile birlikte durmadan ve hızlı biçimde artmaktadır.
Çin, enerji ihtiyacının ana bölümünü Ortadoğu’dan, Körfez bölgesinden karşılamaktadır. Bu bölge ve petrol yolu Hint Okyanusu ise, ABD’nin denetimindedir.
Çin’in kendi enerji üretimi sınırlıdır. Ve üstelik enerji üretilen bölge Uygur Özerk bölgesine yakındır! Çin, enerji ihtiyacının bir bölümünü kömürden karşılasa da, bu, giderek yetersiz kalmaktadır.
Dolayısıyla, Çin’in ve diğer bölge ülkelerinin enerji ihtiyaçları için alternatif yollara ihtiyacı vardır. Yoksa ABD’nin elinde sürekli tehdit altındadır.
Çin, bu doğrultuda, Rusya, Kazakistan ve Türkmenistan’la özel anlaşmalar yapmakta, yeni enerji koridor ve yolları için yatırımlara gitmektedir. Örneğin, Rusya ile yapılan anlaşmayla, Çin, Rus devlet petrol şirketi Rosneft ve yine devletin petrol boru hattı şirketi Transeft’e 25 milyar dolar verecek, buna karşın Rusya, 2011 yılından başlamak üzere, 20 yıl boyunca, Çin’e yıllık 20 milyon ton petrol akıtacaktır. Bu, önemli bir rakamdır ve Çin’in şu anki petrol ithalatının yüzde 8’ine denk gelmektedir.
Bu kadarla da yetinmeyen, içinde bulunduğu üretim süreci ve ihtiyaçları nedeniyle yetinemeyen Çin, kesenin ağzını açmış, Kazakistan ve Türkmenistan ile de önemli anlaşmalara imza atmıştır.
Kazakistan’la yapılan anlaşma gereği, Çin 10 milyar dolar verecek, karşılığında enerji yatırımlarında bulunacaktır.
Yine Türkmenistan ile yapılan anlaşma uyarınca, Özbekistan üzerinden Çin’e uzanan doğal gaz boru hattı projesi hayata geçiriliyor. Bu proje, Çin tarafından finanse ediliyor.
Ayrıca Çin, Kazakistan ve Türkmenistan’da bazı petrol ve doğal gaz kaynaklarını satın almış bulunuyor.
Hiç şüphesiz bu anlaşmalarda, Rusya’nın bir biçimde onayı bulunuyor. Herkesin kabul ettiği gibi, bölgede Rusya’dan habersiz ve ona rağmen iş yapabilmek çok zor görünüyor.
Yine üzerinde uzunca zamandır çalışılan Rus, Kazak, Türkmen petrol ve doğalgazının Çin’e ve Pasifik’e uzatılmasını öngören enerji hattı gündemdedir.
Tüm bunlar, Çin için enerjide tek yönlü bağımlılığın azalması, farklı alternatiflerin olması demektir.
Aynı biçimde, bu, Rusya için de bir avantajdır, Çin’in ve Uzak Asya’nın kendisine bağımlılığın artması için fırsattır.
Görüldüğü üzere, denklemler çok yönlüdür ve hamleler satranç tahtasındakine benzemektedir.
Ancak Rusya, Kazak, Türkmen petrol ve doğal gaz boru hatlarının geçtiği yer, Uygur Özerk Bölgesi’dir. Bu açıdan bakınca, Uygur bölgesinin nasıl stratejik bir öneme sahip olduğu daha iyi görülebilir.
Bölge, yani Rusya, Kafkaslar ile Çin civarı, Afganistan işgali ile ABD tarafından belli anlamda kontrol altına alınmıştır. Pakistan’ın da ABD yörüngesinde olduğu hesaba katılırsa, ortada nasıl taktik hamlelerin döndüğü, kaçınılmaz olarak döneceği daha açık görülebilir. Bir de bunlara, huzursuz, sürekli karışıklıklar yaşayan, güvenliğin zayıfladığı Kafkaslar ile Çin arasına giren Uygur Bölgesi eklendiğinde, Çin’in tüm bu alternatif enerji yolu hamlelerinin ne kadar güvenceli olacağı tartışmaya açık hale gelmektedir.
Öyleyse, şimdi neden, o küçük (1.3 milyar nüfusuyla Çin karşısında 7 milyonluk) Uygur bölgesinin bu kadar gündeme geldiği ve üzerinde fırtınalar koparıldığı daha yalın biçimde anlaşılmaktadır.
HALKLARI BEKLEYEN TEHLİKE
Tüm bu emperyalist-kapitalist çıkar, pazar, hegemonya hesaplarında kabak halkların başına patlamaktadır. Savaşlar, istilalar, satın almalar, satmalar vb.
Hiç şüphesiz bunlara, para babalarının halkları birbirine düşmanlaştırmaya yönelik karanlık etnik, milliyetçi kışkırtmaları kullandığı da eklenmelidir. Elbette bu tür kışkırtmalara egemenler her zaman başvurmuşlardır. Bölünmüş, birbirlerine düşmanlaştırılmış halkları yönetmenin daha kolay olduğunu, milliyetçilik silahının burjuva bir silah olduğunu sermaye gayet iyi bilmektedir çünkü.
Ancak son dönemdeki gelişmelere bakıldığında, bu silahın yakın dönemden başlayarak, önümüzdeki süreçte daha yoğun kullanılacağı anlaşılmaktadır.
Dünya egemenlere küçük gelmektedir artık. Çünkü dengeler değişmekte, güçler kendi içlerinde devinimler yaşmaktadır. Kimse olduğu yerden memnun değildir.
Bu yeni hamleler, kendi hegemonya alanlarını genişletmek, aynı zamanda rakiplerini sıkıştırmak, püskürtmek amaçlıdır. Ne de olsa, enerji kimin elinde ve denetimindeyse, güçlü olan odur; bu, aynı zamanda rakiplerinin tepesinde salladıkları kılıçtır.
Üstelik kriz fena vurmuştur. Ve yine bilinmektedir ki, böylesi krizler bazıları için gerileme nedeni, bazıları içinse fırsattır. Birileri zayıflar, birileri güçlenir. Bu ise, yeni arayışların artması, saldırganlığın hızlanması demektir.
Dünya, bu yağma ve paylaşım kavgasında hızla büyük kapışmalara doğru sürüklenmektedir. Ancak büyük emperyalistler şu an itibar ile birbirlerine kaşı direkt cepheden savaşacak durumda değillerdir, şu an için henüz bunun şartları oluşmamıştır. Kapışmalar, dolaylı yoldan, birbirlerini kuşatarak, kıstırarak, zayıflatarak, çevresel yollardan olmaktadır. Yugoslavya’nın parçalanması, ABD’ye yakın durmayan Irak’ın işgal edilerek yönetimin ipe götürülmesi, İran’ın içerden farklı yollar aranarak zayıflatılmaya çalışılması, Rusya’ya karşı mavili, turunculu “devrimler”, Gürcistan’ın kışkırtılması, Ermenistan kapısı, Afganistan işgali, Pakistan’ın yerlerde süründürülmesi vb vb…
Tüm bunlar, ABD ve diğer güçlü emperyalistlerin önümüzdeki dönemde etnik milliyetçilik silahına daha fazla başvuracağını göstermektedir. Halkların birbirine karşı kışkırtılması, önyargıların daha fazla öne sürülerek milliyetçilik yaftası adı altında insanların kırdırılması, çatlaklardan egemenlik için faydalanılması vb.
Üstelik kimin kimle vuruşacağı, kimin kimle düşmanlaştırılıp yakınlaştırılacağı sürekli değişebilmektedir.
Ama kesin olan bir şey varsa, bu kanlı planlardan geriye kanlı bir halklar coğrafyası kalmasıdır. Örneğin, Irak… Şimdi orada Arabı, Kürdü, Şiisi, Sünnisiyle, birbirlerine düşman ve ilk fırsatta birbirlerini boğazlamaya hazır bir toplumsal bölünmüşlük tablosu vardır ve yarın ne olacağını kimse bilememektedir.
Örneğin dün düşmanlaştırmaya çalışılan Türklerle Kürtleriyle Türkiye-Kuzey Irak, bugün yakınlaştırılmaktadır. Ama peki yarın?
Öyleyse tek çare, halkların gerçek anlamda kaderlerine sahip çıkması, oyunları bozması, aralarındaki rekabete son vererek, egemen olma heveslerinden vazgeçip, herkese gerçek anlamda özgürlük, herkese gerçek anlamda demokrasi şiarının yaşama geçmesidir. Başka da bir yol yoktur. Yoksa önümüzdeki dönemin etnik milliyetçi savaşlarında kanı dökülen halklar olacak, o kan denizi üzerinde savaş ağaları kadehlerini kaldırarak başarılarını kutlayacaklardır!