Ülke düzeyinde bir saatlik iş bırakma eyleminin yapıldığı gün; işçi ve emekçi kitlelerinin coşkuyla katıldığı, mücadele istek ve kararlılığını, genel grev sloganlarıyla ortaya koyduğu eylemlerden sonra, sözleşmelerden sorumlu bakanla yapılan görüşmede; 125 işyeri ve 320 bin işçiyi kapsayan kamu toplusözleşmelerinin ücretlere ilişkin çerçeve sözleşmesi imzalandı.
İmzalanan çerçeve sözleşmeye göre; birinci yıl için, % 3+5.5, ikinci yıl içinse % 2,5+2.5 oranında ücret zammı yapılacak. Ayrıca, düşük ücretli işçilere, 60 TL zam yapılacak. İmzalanan bu çerçeve sözleşmeyle alınan zamlar; kamu işçilerinin talepleri ve Türk-İş’in, 15 Nisan’da hükümete ilettiği; birinci yıl için % 10+10, ikinci yıl için enflasyon+% 4 refah payı, düşük ücretlerin 1230 TL’ye çıkarılması ve sosyal haklarda % 40’lık artıştan oluşan teklifle karşılaştırıldığında; işçilerin kayıplarını dahi karşılamaktan uzak ve taleplerin çok gerisinde kaldığı açıktır.
Zaten, Türk-İş Başkanı Kumlu da dahil sözleşmeyi imzalayan sendika genel başkanları; imzalanan sözleşme ve zam oranlarının, kayıpları ve beklentileri karşıladığı düşüncesinde değildir. Başkan Kumlu, sözleşmenin imzalanmasını, “Bu oranlar kayıplarımızı tam olarak karşılamıyor, ama sonuçta bir pazarlık yapıyoruz ve bir noktada anlaşmamız gerekiyordu. Biz, toplusözleşmeleri ilk günden beri, masa başında bitirmek gerektiğini söylüyor ve bunun için çaba sarf ediyorduk…” şeklinde değerlendiriyor. Başkan, bununla kalmıyor, bu açıklamadan birkaç gün sonra yaptığı başka bir açıklamada, Başbakan’ın, kendisini ve arkadaşlarını iş bırakma eyleminden bir gün önce evinde görüşmeye çağırdığını, eylem kararı nedeniyle, Başbakan’la, iş bırakma eyleminin ardından evinde görüştüklerini, asıl anlaşmanın burada bitirildiğini söylüyor, ‘görüştük, inat kırılmıştı. Orada belli mesafe alındı’, ‘değerlendirdik ve uzlaşma sağlandı’ diyor.
Yani Türk-İş Başkanı Kumlu, başından beri, sözleşmeye doğrudan taraf olan 320 bin işçinin hakları ve talepleri için eylemi ve mücadelesiyle gücünü ortaya koyması; sözleşmenin bu güce dayanarak, kazanımla imzalanması diye bir derdi olmadığını; tek derdinin, hükümet ve Başbakan’ın, 1.5 puanlık bir “lütuf”ta bulunması ve işin masa başında bitirilmesi olduğunu söylüyor. Ve bunları söylemekten bir hicap duymuyor. Kendisini takdir edenler, kutlayanlar ve alkışlayanlar mutlaka olmuştur, olacaktır, ama, bunlar arasında işçiler ve emekçiler olmadığı, olmayacağı da açıktır.
Başkan Kumlu’nun açıklama ve değerlendirmeleri, bir kez daha, temsil etiği işçi kitlesinin, işçi sınıfının ve emekçilerin birliği ve mücadelesinin gücüyle değil; bakanlar, başbakanlar ve patronlarla yapılacak görüşmeler, pazarlıklar ve diplomasinin gücüyle masa başında “iş bitirme” sendikacılığının temsilcisi olduğunu çok açık bir biçimde göstermiştir. Mücadele, eylem, iş bırakma, hele de grev, genel grev; sınıfın haklarını ve taleplerini mücadeleyle kazanmak – bunlar Başkan’ın hoşlanmadığı, ‘aman uzak olsun’ türünden, ona yabancı tarz ve yöntemlerdir.
Buraya nasıl gelindi, Türk-İş Başkanı ve yönetimi, böyle bir sözleşmeyi üyelerinden, işçi sınıfı ve emekçilerden tepki görme kaygısı duymadan neye güvenerek imzaladılar, Ocak ayında başlayan toplusözleşme süreci hangi koşullarda bugüne geldi, bu süreçte neler oldu, neler yaşandı? Bu soru ve sorunları irdelemek, işçi hareketi ve sendikal mücadelenin sorunları, önümüzdeki dönemde karşı karşıya kalacağı saldırılar ve yapılması gerekenleri tartışmak ve kavramak açısından yararlı olacaktır.
KRİZ KOŞULLARI, İŞÇİ VE EMEKÇİLERE SALDIRILAR
Kapitalizmin en ağır krizlerinden birini yaşamakta olduğu üzerinde herkes hemfikirdir. Ülkemizde ise, her ne kadar Başbakan, ‘kriz bizi teğet geçecek‘ vb. bir söylem tutturmuş olsa da; durumun böyle olmadığı açıktır. Üstelik ‘kriz bizi teğet geçecek‘ diyen Başbakan ve hükümeti, krizin başlangıcından bugüne, toplam maliyeti 54 milyar TL’yi bulan, altı ‘kriz önlem paketi’ hazırlamıştır. Bu paketler, tümüyle sermaye yanlısı ve sermayedarlara ‘krizi fırsata çevirmeleri’ için yeni olanaklar açan, “önlemler” içermektedir. Bu paketler, işçi sınıfı ve emekçiler için ve onların yaşamın rahatlatacak, işsizlik, yoksulluk, açlık, sağlık ve eğitim gibi temel ve hayati sorunlarının çözümüne bir katkısı olacak önlemler içermediği gibi; aksine paketlerden çıkan önlemler, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşularını, doğrudan ve bunaltıcı düzeyde etkilemektedir. Kısacası, krizin yükü emekçilerin sırtına yıkılmakta, emekçilere ödettirilmektedir.
Geçtiğimiz yılın son aylarından bugüne, kriz gerekçesiyle, yüz binlerce işçi işten çıkarılmıştır. İşten çıkarılan işçilerin çoğunluğu, işsizlik ödeneğinden de; işsizlik sigortasından yararlanma koşullarının sınırlılığı, kayıt dışı çalışma vb. nedenlerle yararlanamamaktadır. Üstelik, işsizlik ödeneği alabilenler için de, bu ödenek 6 – 9 ayla sınırlıdır. Bir işte çalıştığı halde geçim çıkıntısı ve yoksulluk içinde olma durumu, giderek yaygınlaşmaktadır. Tuzla’nın bir mahallesinde, bir hafta içinde mahalle muhtarına, 400 insanın, yardım isteğiyle başvurmuş olması; yokluk ve yoksulluğun geldiği yer açısından çarpıcı bir göstergedir. Rekor kıran işsizlik rakamları ortadadır.
Paketler ve önlemler sayesinde, işverenlerden vergi, sigorta primi almama noktasına gelinmiştir. Hükümet, sermayeden, işverenlerden almadığı vergileri, işsizlik fonundan ve hazineden karşılamakta; petrol, şeker, su, ulaşım, yüksek öğrenim harcı ve sigara gibi tüketim maddelerine yapılan zamlarla da, işçi ve emekçilere ödetmektedir.
Çalışma koşullarına bakıldığında, tüm sektörlerde ücretsiz izin, gelecek yılın izinlerini kullandırma ve kısa çalışma neredeyse genel bir durum haline gelmiştir. Bu uygulamalar işçinin ücretine doğrudan yansımakta, yani işçi, en iyi durumda, ücretinin % 75’ini, kimi durumlarda yarısını ya da daha azını almak ve bununla kendinin ve ailesinin yaşamını sürdürmek zorunda bırakılmaktadır. Bir yandan kısa çalışma, ücretsiz izin uygulanırken, çalışılan günlerde ve çalışan işçilerin çalışma koşullarında bir iyileşme, üretim bantlarında bir yavaşlama yoktur. Yani üretim ‘daha az işçiyle daha çok, daha kısa sürede daha çok’ olarak sürdürülmektedir.
KRİZ KOŞULLARI, SALDIRILAR VE SENDİKALAR
Krizin kendini hissettirmeye, işçi sınıfı ve emekçiler saldırılarla yüz yüze gelmeye başladığı günlerden bu yana, sendikaların; bu durum ve koşulların gereğine uygun bir tutum ve mücadele içinde olmadıkları açıktır. Sorulduğunda, konfederasyon yönetimlerinden sendika genel merkezlerine, genel merkezlerden şubelere, tüm sendikacıların; ‘krizin bedelini ödemeyeceğiz‘ dedikleri ve diyecekleri bilinen bir şeydir. Ancak buna uygun bir tutum ve mücadele içinde olunmadığı da, bilinen bir başka şeydir.
Birleşik Metal-İş sendikasının belirlediği ve 7 ya da 8 başka sendikanın da onaylayıp benimsediği; saldırılara karşı talepler platformunun yerinde bir tutum olarak ortaya konması ve kamuoyuna açıklanmış olması, açık ki, olumlu bir başlangıçtı. Ancak, kriz gerekçeli saldırıların artarak sürmesine rağmen, bu olumlu tutum ve başlangıca uygun bir çaba (bazı işyerlerindeki grev ve direnişler elbet de önemlidir) içinde olunduğu söylenemez.
Bu arada, bir işçi sendikası olmakla hiçbir koşulda bağdaşmayan tutum ve gelişmelerin yaşandığı da bir gerçektir. DİSK’e bağlı Tekstil Sendikası’nın, işveren sendikasıyla gazetelere boy boy krize karşı elele ilanları vermiş olması; öte yandan, Türk-İş’e bağlı (ve genel başkanı da Türk-İş yönetim kurulu üyesi olan) Türk-Metal sendikasının Erdemir’de, kriz gerekçesiyle % 35 ücret düşürme anlaşması imzalaması ve bunu, İsdemir’de Hak-İş’e bağlı Çelik-İş’in takip etmesi ve ücretlerin % 35 düşürülmesi; sendikaların kriz gerekçeli saldırılar karşısında olumsuz tutumlarına en uç örneklerdir. Türk-İş ve Hak-İş, işveren örgütleriyle birlikte; işçi ve emekçilerle dalga geçercesine yürütülen, ‘kriz varsa çare de var, evde oturma pazara çık‘ kampanyalarının yıldızları arasında yer almışladır. Bunun yanında bazı sendikaların da; sanki kriz kendilerininmiş gibi, krize çare arama tutumu içine girdikleri de vakidir.
Kriz koşullarında, sendikaların görevi; ne krizi ve kriz gerekçeli saldırıları kabullenmek, ne krize çare aramak, ne de krizin yükünün işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkılması amaçlı saldırıların bir unsuru olmaktır. Bu tutumların her biri; hemen ya da süreç içerisinde krizin yükünün işçi ve emekçilere yıkılması, bedelin işçi ve emekçilere ödettirilmesi sonucuna yol açacaktır.
Kriz koşullarında sendikaların görevi; sermayenin saldırıları karşısında kazanılmış hakları sonuna kadar savunmak, sermayenin kriz gerekçesiyle çalışma koşullarında, işçi aleyhine yaptığı, değişimlere karşı durmak ve saldırılar nedeniyle gündeme gelen yeni talepleri elde etmek için mücadeledir. Bunun dışında hiçbir tutumla talepler kazanılamayacağı gibi, kazanılmış haklar da korunamaz. Yaşadığımız süreç, bunu somut örnekleriyle kanıtlamaktadır.
Kriz koşullarında, işçi sınıfı ve emekçilerin birliği ve dayanışması, birlik ve dayanışmanın güçlendirilmesi, tüm sendika, konfederasyon, meslek örgütlerinin ortak, mücadeleci bir cephede birleşebilmesi de özel bir önem kazanmaktadır. Buna dayanarak, tek tek grev ve direnişlerin, tüm sınıfın grev ve direnişi olarak gerçek anlamda destek ve dayanışma görmesi gerekmektedir.
Sendikaların tek tek işyerlerinde yürüttükleri, destek ve dayanışmadan büyük ölçüde yoksun grev ve direnişleri destekleyip yayacak; Türk-İş, KESK ve Disk’in ortaklaşa 15 Şubat mitingi dışında (açıklama vb.leri saymıyoruz) krizin bedelini ödememek adına yapılan pek bir şey yoktur. Sendikal cephenin bu durumu; sermaye ve hükümete, saldırılarını ciddi bir engelle karşılaşmadan, sürdürme olanağı vermiştir.
Kısacası; sendikalar, kriz koşullarında, büyük burjuvazi, sermayedarlar sınıfı ve hükümetin saldırıları karşısına, işçi sınıfı ve emekçilerin talepleriyle çıkarak, saldırıları geriletme görev ve sorumluluklarını yerine getirememiş; “program”, “platform” hazırlayıp, açıklamalar yapmaktan öteye gidememiştir.
KAMU TOPLUSÖZLEŞMELERİ SÜRECİ
Sendikaların bu vaziyeti, kamu toplusözleşmeleri sürecinde; hükümet cephesi için büyük avantaj olmuştur. Hükümet, genel olarak sendikal hareketin, özel olarak da Türk-İş’in birleşememiş ve mecalsiz halini iyi değerlendirmiş ve Türk-İş’e masa başında boyun eğdirmiştir.
Ocak ayında başlamış olmasına rağmen, kamu toplusözleşmeleri, işçi sınıfı ve emekçilerin, kamuoyunun gündemine getirilmemiştir. Rutin görüşmeler ve hükümetin ücret teklifini beklemelerle aylar geçirilmiş hatta bu süreçte bazı işkollarında grev, arabulucu ve Yüksek Hakem’e gitme (grev yasağı olan işkolları için) aşamasına gelinmiştir.
Süreç başlarken, ‘bu yıl sözleşmeleri yerel seçimlerden önce bitiririz‘ gibi bir beklentinin, hükümetten seçimler dolayısıyla ve oy kaygısıyla “popülizm” beklentisinin egemen olduğu, Türk-İş yöneticilerinin basına yansıyan açıklamalarından anlaşılmaktadır. Oysa hükümetin, işçi sınıfı ve sendikalara “popülizm” yapmak gibi bir tutumunun olmadığı, bunca yıllık AKP hükümetleri döneminden biliniyor olsa gerektir. Hükümetin, bu işi, uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalar sonucu tek ekmeğe muhtaç hale getirdiği, yoksullara erzak, kimi yerlerde kömür, bazı illerde de beyaz eşya dağıtarak yaptığı gözler önündeyken; böyle bir beklentiye, aymazlıktan başka ne denebilir ki!
Yürütülen görüşmelerde esnek çalışma, kıdem tazminatı, çalışma süreleri, ikramiyeler vb. temel sosyal haklar gündeme getirilmiş olmasına rağmen, gelişmeleri işçi kitlesine açıklayıp, bu dayatmalara karşı mücadeleye hazırlama gibi bir çabaya (bunu yetersiz de olsa yapmaya çalışanları ayırıyoruz) dahi girilmemiştir. Varsa yoksa görüşmeler ve beklentiler. Ama, hükümet oralı bile olmuyor, Türk-İş’in ücret zammı talebine karşı bir teklifte bile bulunmuyor; süreci, grev yasağı kapsamındaki işkolu ve işyerleri açısından daraltmaya ve Yüksek Hakem Kurulu’na gitme durumunu da bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışıyordu. Hükümetin bu tutumuna karşı, temsil ettiği kitlenin gücünü gösterecek adımlar atmak bir yana, Türk-İş yönetimine tam bir suskunluk ve beklenti hakimdi.
TABANIN TEPKİSİ, ŞUBELER VE YEREL PLATFORMLARIN EYLEMLERİ
Hükümetin aldırmaz tutumu; tabandan, işçi, temsilci ve ileri işçilerden, mücadeleci şubelerden gelen tepki ve eylemlerle protesto edilmeye başlandı. Toplu sözleşmeler, ancak bu eylemlerle kamuoyunun, işçi ve emekçilerin gündemine girdi.
Ankara şubeler platformunun haftalar süren açıklama ve gösterileri, sadece hükümeti değil, Türk-İş’i de protesto eden ve mücadeleye çağıran eylemlere dönüştü. İstanbul’da ise, Nisan sonunda, Harb-İş Anadolu yakası şubesinin Pendik Tersanesi işçileriyle yaptığı yürüyüşle, hükümeti protesto ve Türk-İş’i uyarmasıyla başlayan eylemler, Yol-İş 1 Nolu şubenin yürüyüş ve protestolarıyla devam etti.
Mayıs ayı içinde, Petrol-İş Genel Merkezi’nin işyerlerinde yaptığı eylemler, 21 ve 28 Mayıs’ta yapılan bir saatlik iş bırakma eylemleri; kamu işçilerine, tüm işçi ve emekçilere heyecan veren eylemler oldu.
27 Mayıs’ta Ankara Harb-İş (Genel Merkez’in de katılımıyla) şubeleri, şubeler platformunun da katılım ve desteğiyle; hükümetin tutumunu ve Türk-İş’in sessizliğini protesto ettikleri güçlü bir eylem yaptı. Genel Maden-İş Sendikası (GMİS), Zonguldak’ta tüm ocaklarda, toplantı ve açıklamalarla hükümeti protesto etti. Bu eylemleri, 2 Haziran’da, Gölcük askeri tersane (Harb-İş’e bağlı) işçilerinin eylemi, 4 Haziran’da ise, İstanbul’un her iki yakasındaki Harb-İş şubelerinin (İstanbul şubeler platformunun da desteklediği) büyük ve coşkulu eylemleri izledi.
Takip eden günlerde hükümet, ücret teklifini açıkladı. Bu teklif, işçiler arasında büyük tepkilere yol açan % 3+3 ve ikinci yıl için, % 2.5+2.5 ve düşük ücretlere 25 TL zamdan ibaretti. Hükümetin teklifi; Ankara ve İstanbul şubeler platformunun aynı gün yaptıkları güçlü, kitlesel eylemlerle protesto edildi. Bu eylemler, hem işçi tabanına, hem de mücadeleci şubelere ve sendikacılara güven veren eylemlerdi. Hükümetin teklifi ve tutumu protesto edilirken; Türk-İş yönetiminin sessizliği ve tepkisizliği de protesto ediliyordu. Genel grev sloganları eylemlere damgasını vuruyordu.
Platformları temsilen eylemleri değerlendiren şube başkanları; eylemleri sürdüreceklerini belirterek, “Bu eylemler bir kıvılcım. Bunların ülkenin her yerine yayılmasını istiyoruz. Ankara, İzmir, Bursa ile ortaklaştırarak, güçlü hale getirir ve ülkenin her yerini eylem alanı haline çevirebilirsek, ancak sermayeye sözümüzü kabul ettirebileceğimizi düşünüyoruz”, “Biz sadece kamu TİS’leri üzerinden gitmiyoruz. Artık biz, sözleşmelerimizin bir gecede oldu bittiye getirilmesini istemiyoruz. Zaten dört dönemdir, TİS’in seyircisi olduk. Çok şeyler kaybettik… Bu eylemler şube başkanlarının istekleri üzerinden başlamadı. Tabandan gelen bir istek vardı. Yaşanan sorunlar karşısında işçiler eylem yapılmasını istedi. Biz Türk-İş gibi bu duruma seyirci kalamazdık ve sokaklara çıkmaya başladık… Bizim eylemlerimiz, ’89 Bahar Eylemleri gibi dipten gelen bir dalga. Belki cılız gibi gözüküyor, ama kimse unutmasın ki, ’89 Bahar Eylemleri de cılız başlamıştı.”1 diyorlardı. Bu değerlendirmeler, işçi tabanındaki kaynaşmayı gösteriyor, hükümeti ve sermayeyi geriletmek, taleplerini kabul ettirebilmek için, ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğini de doğru olarak tespit ediyorlardı.
Türk-İş yönetimi Başbakan’la ve sözleşmelerden sorumlu bakanla görüşmeler yaparak, TİS’i “masa başında bitirmeye” çalışıyor, ama hükümet “Size teklifimizden daha fazlasını vermemize olanağımız yok” diyerek dayatmalarını sürdürüyordu.
İşçi tabanı ve şubelerin tepki ve eylemlerine kulak verip gereğini yapmaya çalışan iki sendika (Petrol-İ ve Tez Koop-İş) genel başkanının sürece ilişkin değerlendirmeleri de; sürecin iyi yönetilemediği, hükümetin olumsuz tutumuna karşı, bir eylem programı belirleyip harekete geçmek gerektiği şeklindeydi. Onlar bu sürece, Türk-İş yönetiminin önderlik etmesi gerektiğini belirtiyor; “Önümüzdeki hafta bu eylem kararlarının açıklanmasını bekliyoruz. Bu açıklanmadığı takdirde, biz kararlıyız, bizim gibi düşünen Petrol-İş, Tez koop-İş, Yol-İş, GMİS, Türkiye Maden-İş gibi sendikalarla bu kararları alacağız. Önümüzdeki haftadan itibaren kamuda ciddi eylemlilikler olacak” diyorlardı.
Aynı süreçte, kamu emekçilerinin yaklaşan toplusözleşmeleri/görüşmeleri gündeme giriyor ve KESK cephesinde hareketlenme (yöneticilerin Ankara yürüyüşleri) başlıyor, yerel KESK platformları ve bazı sendikaların işyerlerindeki eylemleri (SES, BES, ve Haber Sen’in eylemleri) gelişiyordu. Bu durum, işçi ve kamu emekçilerinin toplusözleşmelere ilişkin eylem ve mücadelelerinin birleşme, hükümet ve sermayenin karşısına daha güçlüce çıkabilme olanağı demekti.
SÜREÇ HIZLANIYOR
Türk-İş Başkanı ve yönetiminin 1 Temmuz’da Başbakan’la yaptığı görüşmeden de, hükümetin önceki teklifinden farklı (sadece % 3+3’ten, % 3+4’e çıkıldı) bir şey çıkmadı. Görüşme sonrası açıklama yapan ve “Başbakan’la sözleşmeyi masada bitirmeyi umuyorduk, ama üzüldük…” diyen Başkan Kumlu, Türk-İş Başkanlar Kurulu’nu, 8 Temmuz’da toplayacaklarını, sözleşmelerde gelinen aşamayı değerlendirip eylem kararları alacaklarını söyledi. Ayrıca 2 Temmuz’da tüm illerde, iş çıkışında AKP binalarına yürünecek ve hükümet protesto edilecek, 7 Temmuz’da da bir saatlik iş bırakma eylemi yapılacaktı.
Aynı gün, KESK, DİSK hatta HAK-İŞ bile Türk-İş’in eylem kararlarını desteklediklerini açıkladılar, işçi sınıfı ve emekçilerin birliği ve dayanışmanın önemine vurgu yaptılar. KESK İstanbul şubeler platformu desteğini ve eylemlere katılacaklarını açıkladı. Sendika ve Konfederasyonların bu tutumu, işçi ve emekçilerin birliği açısından elbette önem taşıyordu. Kamu toplusözleşme ve kamu emekçilerinin toplusözleşme/görüşme mücadelelerinde birleşme olanağını güçlendiriyordu.
2 Temmuz’da, işçiler, tüm ülkede kitlesel olarak AKP binalarına yürüdüler. Bu eylemlerde, işçiler bir kez daha mücadele kararlılıklarını, grev ve genel grev isteklerini ve buna hazır olduklarını dile getirdiler. Bu eylemlerde, genel grev sloganı öne çıkarken; bir başka önemli tutum da, Ankara’da yapılan eylemde Türk-İş kürsüsünden attırılmak istenen “Türk-İş nerede biz oradayız” sloganına, işçi kitlesinin “Eylem nerede biz oradayız” sloganıyla yanıt vermesi ve Türk-İş’e olan güvensizliklerini, ama eylem ve mücadele kararlılıklarını ortaya koymalarıydı.
7 Temmuz’da kamu işyerlerinin tümünde bir saat iş bırakılarak, işyerleri önünde ve bazı illerde, sokaklara, meydanlara taşan eylemler yapıldı. Birçok işyerinde, kamu emekçileri de iş bırakarak, işçileri desteklediler, birlikte eylem yaptılar. Tüm kamu işyerlerinde üretimin durdurulduğu, diğer Konfederasyon ve Kamu emekçileri sendikalarının da (bu, işçi ve emekçilerin birliği için önemli olanak ve fırsat demekti) desteklediği; işçilerin greve hazır olduklarını kararlıca ortaya koydukları bu eylemden sonra; Türk-İş yönetimi ve Koordinasyon Kurulu’nu oluşturan sendikaların genel başkanları, bilinen oranlarda ücret zammının yeraldığı çerçeve sözleşmeyi imzaladılar.
TEPKİLER, DEĞERLENDİRMELER
İmzalanan çerçeve sözleşmeyi “iyi bir sözleşme oldu” diye savunan, savunabilen sendika genel başkanı yok. Basına açıklama yapan genel başkanların değerlendirmeleri; “beklentileri ve kayıplarımızı karşılayan bir sözleşme olmadı”ğında ortaklaşıyor. Grev yasağı kapsamında 90 bin işçinin olmasını, bu işçilerin sözleşmesinin Yüksek Hakem Kurulu’nu gitme aşamasına gelmiş olmasını, genel olarak da grev aşamasına çok yaklaşılmış olmasını ve “bu rakamların önemli ölçüde yukarı çıkmayacağını, çekilemeyeceğini gördük”, Türkiye’nin şartları, “sözleşme bitirilmeseydi daha zora girecekti” diyerek, çerçeve sözleşmeyi imzalamalarının gerekçeleri olarak öne sürüyorlar.
İşçi tabanı, temsilciler ve ileri işçiler ise, kayıpları dahi karşılamayan bir sözleşme olduğu ve işçilerin hareketlendiği ve sokağa çıktığı bir günde “masa başında bitirmek zorundaydık” tutumuna tepki gösteriyor. Diyarbakır’da sözleşmeyi değerlendiren şube yöneticileri ve temsilciler, tepkilerini, “sözleşmeyi imzalarken kime sordun?” diyerek gösteriyorlardı. Eylemli bir tepki, Yatağan ve Soma maden işçilerinin işyeri ve şube önünde toplanarak, sözleşmenin bu ücret artışlarıyla imzalanmasını, protesto etmeleri oldu.
İstanbul Yol-İş 1 No’lu Şube Başkanı Erdem Arcan “Tam bir mücadele başlamışken bunun önü kesildi. En önemlisi de işçi-memur birliği sağlanmıştı. Biz tam bunu yakalamıştık, ama maalesef bu birlikteliğin önü kesildi. Mücadelede ortak bir zemin tutturulmuştu, işçi greve ve eyleme hazırdı… Bu eylemleri bir hafta daha sürdürebilseydik, kayıplarımızın altında imzalamazdık… Bu sözleşme bizim için utanç verici oldu” diyor ve işçinin göze aldığı grevi Türk-İş ve sendikaların göze alamadığını belirtiyor. Ve “Sadece kamu işçileri kaybetmedi. Türkiye’deki bütün çalışanlar, memurlar ve emekliler kaybettiler. Utanç verici bu sözleşmenin de Türk-İş’e mutlaka bir faturası olmalıdır.”(2) diyor.
Petrol-İş İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Ecvet Eşlegül, “Açık ve net söylüyorum güvensizlik arttı. Taleplerimizin hiçbiri yerine getirilmedi. Bırakın 2009’u, 2008’in enflasyon karşılığını dahi alamadık. Enflasyon kaybımız bile kapanmadı.”(3) değerlendirmesini yapıyor ve işyerleri bazında bu sözleşmeyi imzalamayacaklarını, işçilerin talepleri için mücadele edeceklerini belirtiyor.
Tez Koop-İş 5 No’lu Şube Başkanı Rabia Özkaraca, “Geçmiş sözleşmelere göre, ilk defa işçiler talepleri için eyleme geçmişti. Talepleri için daha büyük eylem kararları beklerken anlaşma oldu. İşçiler hem Türk-İş’in eylem kararlarında hem de ondan önceki eylemlerde mücadeleye hazır olduklarını göstermişti”, “Ancak şu kesin ki, mücadele kırıldı. Şimdi her sendika kendi başına kaldı. İşçilerin tepkisi var.”(4) değerlendirmesini yapıyor.
İmzalanan çerçeve sözleşmenin, işkolları, işyerleri ve sendikalar için doğrudan ve mutlak uyulması gereken bir zorunluluk olmadığı açıktır. Ve bu çerçeve sözleşme her bir işkolunda sözleşmeler imzalanırken reddedilebilir, bu mümkünsüz değildir. Ancak, çerçeve sözleşme imzalandıktan sonra, sendikalar hükümet karşısında tek başlarına kalınca, bunun zorlukları da ortadadır.
İmzalanan çerçeve sözleşmenin, işçilerin ve sendikaların ücret taleplerinin çok gerisinde ücret artışı getiriyor olmasının yanı sıra, önemli bir zayıflığı da; esnek çalışma, ikramiyeler, sosyal haklar, çalışma süreleri, izinler gibi maddelerde hükümetin dayatmalarını reddeden bir sözleşme olmamasıdır. Yani hükümet, ücretler maddesinde sendikaları geriletmiş, boyun eğdirmiş olmanın yanı sıra, karşısında 8-10 sendikadan (imza öncesi ortaya çıkmış olan geniş bir işçi, emekçi birliği olanağının heder edilmesi bir yana) oluşan ve en azından zorunluluk gereği birlik ve dayanışma içerisinde davranmak durumunda olan bir cepheyi, birbirinden ayırmış (kastedilen; sendikaların şu an yüz yüze bulundukları tek başına kalma vaziyetidir. Elbette böyle bir durumda bile sözleşmeleri, birlik ve dayanışma içinde yürütebilirler ve böyle yürütmeleri de, hak kayıplarını önlemek için bir zorunluluktur.) ve tek tek sendikalar karşısında, daha dayatmacı olabileceği bir pozisyon elde etmiştir.
SÜREÇ VE TUTUMLAR, DEĞERLENDİRMELER ÜZERİNE
Türk-İş yönetimine nasıl bir sendikacılık anlayışının egemen olduğu, bu süreçte bir kez daha, bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Bu anlayışın köşe taşları, görüşmecilik, diplomasi, hakları ve talepleri kazanmaya değil, “masa başında iş bitirme”ye odaklanma, eylemsizlik ve mücadelesizlik; eğer kendine rağmen eylemler ve mücadele ortaya çıkmış ve gelişiyorsa, bu mücadele ve eylemlerin gelişmesini ve kendini aşmasını önlemek, ‘önünü kesmek’ ve kontrol altına almak üzere başına geçmek, yapıyormuş gibi davranarak kendince en uygun gördüğü anda bitirmektir.
İşçi kitlesinden, sınıftan kopmuş, burjuvaca bir yaşam (yüksek maaşlar, harcırahlar vb. birçok maddi olanaklarla) sürer durumdadırlar. Hükümetler ve sermayedarlarla “masa başında bitirilen işlerin” karşılığı nedir bilinmemektedir. Bu durumları, hükümet ve burjuvazi ile her türlü uzlaşma ve işbirliğine açık olmalarının zeminini oluşturmaktadır. Sermaye örgütleriyle kol kola, “kriz varsa çare de var, evde oturma pazara çık” kampanyaları sürdüren de bu yönetimdir; işçi ücretlerini % 35 düşürme anlaşmasını yapan sendikacı da bu yönetimdedir.
Dolayısıyla, kamu TİS’leri sürecinde, harekete geçmiş, eylemler ve mücadele içerisindeki ileri işçi, temsilci ve mücadeleci sendikacıların, hiç istemeyeceği şey; Türk-İş yönetiminin mücadelenin başına geçmesi ya da “süreci yönetmesi” olmak durumundaydı.
Bu süreç; ileri işçiler, temsilciler ve mücadeleci sendikacıların önüne, başta Tük-İş yönetimi olmak üzere, sedikaların tepesine çöreklenmiş olan; sınıftan kopmuş, yaşamı ve çıkarlarıyla burjuvalaşmış, bürokratlaşmış, uzlaşmacı, işbirlikçi sendikacılardan ve onların temsil ettiği sendikacılıktan kurtulma, sendikalarının başından bunları atma, sendikalarını sermaye sistemine karşı mücadelenin örgütleri olarak yeniden kurma görevini ve zorunluluğunu getirmiştir. Bu; ileri işçilerin, temsilcilerin ve her kademedeki mücadeleci sendikacıların, birliği ve mücadelesi ile olanaklıdır. ’89 Bahar Eylemleri süreci ve sonrasında, sendikal yönetimlerde (sınırlılıklar taşısa da) yaşanan değişimler; bürokrat, uzlaşmacı sultanın yıkılabileceğinin önemli bir deneyimidir.
Yerel platformlar, bu süreçte eylemin ve mücadelenin asli ve kitlesel gücünü oluşturmuşlardır. Yaptıkları eylemlerle, TİS sürecini canlandırmışlardır. Ancak eylemlerde sürekliliğin sağlanamaması ve kendilerinin de açıkladığı gibi eylemleri “Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa ile ortaklaştırarak, ülkenin her yerinin eylem alanına” çevrilememesi, illerde tüm şubelerle ve kamu emekçileriyle daha ileriden bir birliğin sağlanamaması ve bir noktadan sonra, Türk-İş yönetiminin eylem kararları almasını bekler tutumları; yerel platformların temel zayıflığı olmuştur. Eylemler sürdürülmeli, ortaklaştırılmalı, ülkenin her yeri eylem alanı haline getirilebilmeliydi. Türk-İş yönetimine, işçinin onayını almadan sözleşme imzalamasının önüne geçecek bir işçi ve emekçi gücü gösterilmeliydi.
Elbette yerel platformların tüm zayıflık ve eksiklerine rağmen, TİS sürecindeki rolü önemli olmuştur. Eğer, Türk-İş eylem kararı almak zorunda kaldıysa; hükümet birkaç puan da olsa teklifini değiştirmek zorunda kaldıysa; bu, yerel platformların eylemleri başta olmak üzere, bir iki sendikanın merkezi eylemlerinin zorlamasıyla olmuştur. Dolayısıyla yerel platformlar, temsilciler ve ileri işçilerle birlikte gücünün farkında, bilincinde olmalı ve buna dayanarak ilerlemelidir.
Sözleşmeleri değerlendiren sendika genel başkanlarının, “kayıplarımızı karşılamıyor” dedikleri, ama imzaladıkları sözleşmeyi imzalamalarına gerekçe olarak öne sürdükleri tümüyle geçersizdir. “Bir yerde bitirmek gerekiyordu” deniyor. Neden gerekiyordu? Ertesi gün Başkanlar Kurulu toplantısında değerlendirmek, kayıpları dahi karşılamayan bir sözleşme yerine, taleplere uygun bir sözleşme için yapılması gerekenleri belirlemek mümkün değil miydi? Üyelerin, hiç olmazsa onları temsilen şube yönetimleri ve temsilcilerin görüş ve onaylarına başvurulabilirdi. İşçi davası, işçi mücadelesi derdi ve sorumluluğuyla, bu sözleşme imzalanmamalı, imzalatılmamalıydı. Bu; hakları ve talepleri için mücadeleye girişmiş işçi ve emekçiler kitlesinin gücüyle, bu güce güvenerek ve dayanarak mümkündü.
“Türkiye’nin şartları”, evet, tam da bu nedenle, krizin yükünün emekçilere ödetildiği ve devam eden saldırılar nedeniyle bu sözleşme imzalanmamalıydı. “Türkiye’nin şartları” ve saldırılar devam ediyor ve kayıpları bile karşılamayan sözleşmede alınan % 3+ 5.5, yapılan zamlarla geri alındı ve zamların devam edeceği de açık.
“90 bin işçinin grev kapsamı dışında olması ve Yüksek Hakem’e gitme aşamasına gelinmiş olması, bu nedenle hak kayıpları gündeme gelebilirdi.” Bu, elbette bir sorun, ama bu, sözleşmenin imzalanması ile çözülemez. Ve nihayet, imzayla çözülemeyeceğini, Harb-İş’in 21 Temmuz’da işveren yetkililerinin, kazanılmış hakları geri götürmeyi amaçlayan, uzlaşmaz tutumları nedeniyle uyuşmazlık noktasına gelmiş olması gösteriyor. Ve önümüzdeki günlerde, sözleşme görüşmelerinde, tüm sendikaların kazanılmış hakların gaspı dayatmasıyla karşılaşacakları da besbellidir.
Çerçeve sözleşmenin imzalanmasına, “grev aşamasına çok yaklaşılmış olması”nı gerekçe göstermenin ise; işçinin göze aldığı grevi, sendika genel başkanlarının göze alamaması, bazılarının da grevden öcüden korkar gibi korkmasından başka bir açıklaması olamaz.
SALDIRILAR SÜRÜYOR
Bir çerçeve sözleşme imzalandı. Ancak tek tek işkollarında sözleşmeler süreci devam ediyor. Hükümetin başından beri esnek çalışma, çalışma süreleri, izinler ve kazanılmış hakların revize (gasbedilmesi) edilmesi gibi dayatmalarda bulunduğu bilinmektedir. Harb-İş’in yüz yüze kaldığı dayatmalar sonucu, ortaya çıkan uyuşmazlık durumu, tüm sendikaların sözleşmelerde karşılaşacakları dayatmaları bugünden göstermektedir.
Sözleşmeyle yapılan % 3+5.5’lik ücret artışı, hükümetin akaryakıt, şeker, üniversite harçları ve sigara zamları, belediyelerin su ve ulaşım zamları ile şimdiden işçilerden geri alınmıştır. Üstelik zamların, işçi ve emekçilerin yaşamını doğrudan etkileyecek yeni zamlarla sürmesi de gündemdedir. Yani hükümet, yaygın deyimle, kaşıkla verdiğini kepçeyle geri almak için hiç beklememiştir.
26 Haziran’da Meclis’ten geçirilen Özel İstihdam Büroları (ÖİB) yasasını; Cumhurbaşkanı yeniden görüşülmek üzere Meclis’e iade etmişse de, Cumhurbaşkanı’nın iade gerekçesi, yasanın kendisine ve özüne değil, biçimsel bir yönüne ilişkindir. Sermaye örgütleri, yasanın çıkarılması için ısrarlarını sürdürüyorlar. Yasayla, işçi sınıfının kazanılmış temel hakları ortadan kaldırılmakta ve işçi, ÖİB ile kiralık işçi talep eden işveren arasında alınıp satılan bir köle (mal) haline getirilmektedir.
Kamu emekçilerinin, toplusözleşmeleri/görüşmeleri yaklaşmıştır. Ancak, hükümetin kamu emekçilerine dayatacağı da bugünden belli ki; % 4.5 veya 5’i geçmeyecektir. Ve hükümet yaptığı zamlarla kamu emekçilerine vermeyi planladığı, maaş artışını da şimdiden, yani vermeden almıştır. Dolayısıyla, kamu emekçilerini de zorlu bir toplusözleşme/görüşme ve mücadele süreci beklemektedir.
Toplusözleşmelerde karşılaşılan dayatmalar da, şimdiye kadar uygulamaya konmuş paketler ve yenileri de, Kamu Personel Rejimi yasası da, Kıdem Tazminatının Fona devri (tasarı hazır ve bakanlıklar arası görüşülme aşamasında) yasası da, Özel istihdam Büroları yasası da; başlamış ve devam edecek olan zam furyası da; krizin bedelini işçi sınıfı ve emekçilere ödetme saldırılarının birer parçası olarak gündemdedir.
MÜCADELE VE OLANAKLAR
Hükümetin başlattığı ve sürdüreceği zam dalgası, işkolu sözleşmelerinde karşılaşılan dayatmalar, çerçeve sözleşmeyi tanımamak ve yeni talepler öne sürmek için yeter ve haklı gerekçelerdir. İmzalanan çerçeve sözleşmeyle bir cephe yenilgisi yaşanmış olsa da; süreç de, saldırılar da devam ediyor. Mücadele, tüm bu saldırılara karşı, yeni güç ve olanaklarla sürdürülmek durumundadır.
Bugün, sözleşmelerin, işkollarında ve işyerlerinde ayrı ayrı yürütülmesi; izlenebilecek en yanlış yol olacaktır. Bu yüzden, sözleşmeler, hiçbir işkolu ve işyeri tek başına bırakılmadan, dayanışma içinde yürütülmelidir. Kamu işyerlerinde sözleşmesi olan bütün sendikalar için, sözleşmeleri birlik ve dayanışma içinde yürütmek; düne göre daha önemli ve zorunlu hale gelmiştir.
Sözleşmelerin uzayacağı ve kamu emekçilerinin sözleşme/görüşme süreciyle çakışacak olması; kamu işçileri ve kamu emekçilerinin, mücadeleyi birlik ve dayanışma içinde sürdürmeleri için önemli bir olanaktır. Ayrıca hükümetin zamlarla sürdürdüğü saldırılar; zamların durdurulması ve geri alınması talebini; güncel ve önemli bir mücadele konusu haline getirmiştir. Zamlara karşı mücadele; işçisi, işsizi, kamu emekçisi, küçük üreticisi ve küçük esnafıyla bütün bir halkın sorunudur. Örgütlü işçi ve emekçiler, tüm halkı bu talepler etrafında birleştirebilirler. Bu durum, mücadelede birleşilecek yeni güçler ve olanaklar anlamına gelmektedir.
Mücadele, işçiler için toplu sözleşmelerde, kamu emekçileri için toplusözleşme/görüşmelerde, ücret ve hak mücadelesi olmaktan ötedir. Aynı zamanda, örgütlü-örgütsüz işçi, işsiz, tüm emekçi halk kesimleriyle birlikte, krizin yükünü kabul etmeme, krizin bedelini ödememe mücadelesi haline gelmiştir.
İşçilerin ve kamu emekçilerinin yerel platformları, birlik ve dayanışma içinde güçlü bir mücadelenin organları ve dinamik güçleri, aynı zamanda tüm emekçi halk kesimlerinin, etrafında birleşebileceği bir odak olabilir, olmalıdırlar. Bu sağlanabildiğinde, eylem ve mücadeleler ortaklaşarak güçlenecek, sermaye ve hükümetin saldırıları püskürtülebilecektir.
1. Evrensel – 14.06.09
2, 3, 4. Evrensel – 13.07.09