Politikada iki tarz

Politikanın toplumsal sınıfların, çeşitli parti ve grupların sınıf çıkarlarını savunma içerikli, genel olarak devletin üzerinde yükseldiği ekonomik ve toplumsal yapısının yansıması olan etkinlikler olduğunu biliyoruz. Daha da genel bir ifade kullanacak olursak, politika, çok doğru bir biçimde tanımlandığı gibi, “ekonominin yoğunlaşmış biçimi”, onun genelleştirilmiş ve sonuçlarına vardırılmış halidir. Toplumsal sınıflar kendi amaçlarını gerçekleştirmek için, kendi içlerinden çıkardıkları en ileri unsurları, partiler, gruplar vb. biçimlerde örgütleyerek, amaçlarına ulaşmaya çalışırlar. Bu nedenle, bu amaca ulaşmak için görevlerini belirlerler, bu görevleri gerçekleştirmek için de çeşitli araç ve yöntemleri devreye sokarlar.

Bu genel tanımların ardından, konumuzu doğrudan ilgilendiren şu soruyu sormak gerekir: Politikaya yaklaşımda üst sınıflar ile alt sınıflar arasında genel bir farklılık var mıdır? Bir burjuva politikacısı ile bir işçi devrimci, politikaya aynı biçimde mi yaklaşır? Bu iki farklı dünyanın temsilcileri, örneğin aynı konudan söz ederlerken, sözünü ettikleri konunun sadece içeriğinin ortaya konmasında, amaçlarının farklı olmasında mı ayrışırlar, yoksa bu amacın gerçekleştirilmesine yönelik olarak kullandıkları yöntemlerde de bir ayrışma söz konusu mudur? Kuşkusuz bunlar, genel olarak yanıtı bilinen sorulardır ve politikayı ele alışta da bu ayrım ortaya çıkar.

Ancak bu ayrımın ortaya çıkması, bir işçi devrimcinin burjuva dünyasının baskı ve alışkanlıklarından etkilenmediği, politikaya yaklaşımdaki anlayış ve sorunları çözmede gösterdiği çabanın bütünüyle farklılaştığı anlamına gelmez. Önce şu ayrımı koymak gerekir; burjuva politikası ya da daha genel bir ifade ile üst sınıfların politikası, yığınları uyuşturma ve kandırma, onları hareketsiz bırakma üzerine kuruludur. Eğer gerici bir burjuva partisi yığınları örgütlemek ve harekete geçirmek üzere çağrılar yapmaya başlamış, bunun için harekete geçmişse, anlaşılmalıdır ki, sermayenin taleplerini ve amaçlarını militan yöntemlerle hayata geçirmeye soyunmuştur. Kriz dönemlerinde bu örnekler daha sık ortaya çıkar ve önü emekçi yığınlarca kesilemezse, genellikle faşizme doğru gider.

İşçi politikası, yani sosyalist politika ise, başta işçi sınıfı olmak üzere, kendi kurtuluşları için onunla ittifak halinde olmak zorunda olan diğer emekçi yığınların uyanması, harekete geçmesi ve örgütlenmesi üzerine kurulmuştur. Açıkçası, işçi sınıfı, ücretli kölelik düzeninden kurtulmak için -belli bir somut anda sınıf hareketinin gücü veya güçsüzlüğü, hedeflerini gerçekleştirmede ne durumda olduğu farklı bir şeydir- kendi kaderini kendi ellerine alacaktır. Bu nedenle, ileri bir işçi, yani uyanmış ve sosyalizme yönelmiş bir işçi, bu amacı gerçekleştirmek için kendi sınıfının daha geri kesimlerini uyandırma, onları harekete geçirme ve örgütleme görevini kendi temel görevi olarak benimsemek zorundadır. Eğer bir partisi varsa, bu partinin sınıf hareketinden kaynaklanan sorunlarını çözmek üzere, kendi sınıfını bu sorunların çözümünde harekete geçirmek görevi ile karşı karşıyadır. Çünkü bunun dışında bir “çözüm”, bir “yol” bulunmamaktadır.

“Solcu”, “devrimci”, “komünist” etiketi taşıyan pek çok parti ve akımın politikaya, onun yığınlarla ilişkisine farklı yaklaştığını biliyoruz. Ama bu farklı yaklaşımların bazı “ortak temelleri” olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. Bir küçük burjuva devrimcisi “biz halkımız için ölüme gidiyoruz” dediğinde ve kararlılıkla ölüme gitmek için eyleme geçtiğinde ya da bir işçi devrimci -yani bir komünist!- kendi sınıfının temel sorunlarını, “aramızda tartışıyoruz”, “önce biz bir değerlendirelim”, “arkadaşlarla sorunu çözmeye çalışıyoruz” diye “kapalı devre” ortaya koyduğunda ve “çözümünü” orada bulduğunda, bu “benzerlik” belirgin bir biçimde görülür. Kuşkusuz, bir örgüt varsa, sorunu öncelikle kendi içerisinde konuşup tartışacaktır. Ama burada vurgulanmak istenen, yazının ilerleyen bölümlerinde de ele alınacağı gibi, bu tutumun, sonrasında da, tüm faaliyeti darlaştırıcı, sorunları ağırlaştırıcı bir biçimde devam etmesidir. Verilen bu örneklerde, bir küçük burjuva devrimcisi ile bir işçi politikacının yöntemleri, mücadele tarzı ve çizgisi farklılaşmış, ama kitleye yaklaşım, kitleleri politikaya katma, sorunların bilincine varmalarına ve harekete geçmelerini sağlamaya ilişkin tarz ve anlayış değişmemiştir.

Bu iki farklı yaklaşımın üzerinde de, kalın çizgileri ile ifade edecek olursak, burjuva dünyasının politika ve sorunlara yaklaşımının etkileri bulunmaktadır, bu etkiler sanılandan çok daha büyüktür ve işçi devrimcinin davasına sürekli olarak zarar vermektedir. Kuşkusuz küçük burjuva devrimcisinin yaklaşımı ve eylemi ile bir işçi devrimcinin yaklaşımı ve harekete geçirmeye çalıştığı kitle arasında da temel farklılıklar bulunmaktadır. Ama konumuz açısından ele alacak olursak, politikaya yaklaşımdaki tarz; burjuva dünyasının onları farklı düzeylerde etkilediği, bir küçük burjuvanın buna farklı tepkiler verdiği, bir işçi devrimcinin ise bu etkilenmeyi daha değişik düzeylerde yaşadığı anlamına gelmektedir. Bu etki, genellikle “doğrudan” bir etki değildir. Ya geçmişte üst sınıfların “devrimci” bir eyleminden ve yarattığı gelenekten -örneğin Kemalizm, CHP vb.- ya da devamı olunan akımlardan, partilerden, onların üst sınıfların bu hareketinin etkisiyle oluşturdukları gelenekten, alışkanlıklardan “kazanılmış” bir etkidir. Yaşamın ve mücadelenin içerisinde bu yan kendisini üretmekte pek zorlanmaz, her sorunda kılık değiştirerek “sorunun içine” sızar.

Bu nedenle, politikaya, mücadelenin öne getirdiği sorunların çözümüne nasıl yaklaşıldığı sorunu, komünist çalışmanın temel sorunlarından birisidir ve bu sorunda kesin bir ilerleme, tutum değişikliği sağlanamadan alınacak fazla bir mesafe bulunmamaktadır. Sorunun açılması ve anlaşılması bakımından, üst sınıfların -burjuvazi, ideolojik olarak onun çöplüğünden beslenen akımlar vb.- ve alt sınıfların -işçi sınıfı- politikaya nasıl yaklaştıklarının biraz daha yakından irdelenmesi gerekiyor.

BURJUVA TARZ

Politikacılardan sık sık duyduğumuz bir söylem vardır. Bunlar, “biz politikayı kimler için yapıyoruz” tekerlemesini kendilerini savunmak, mazur göstermek, sıkıntı ve dertlere katlanma derecelerini vurgulamak vb. için tekrarlayıp dururlar. Bu politika erbabının dile getirdiği, yani kendileri için politika yapılanlar halktır, kitlelerdir! Halkın desteği olmadan politika yapılamayacağını, halkın “teveccühünü” kazanmak gerektiğini fırsat buldukça dile getirmek, politikacı takımının beylik laflarındandır. Onların gözünde halk kendisi için politika yapılan, ama politikaya pek bulaşmaması gereken bir nesnedir. Halk, politikayı, ancak önüne bir sandık konduğunda yapmalıdır. Burjuva dünyasında, halkın kaderi ile ilgili bütün temel kararlar kulislerde alınır, gizli pazarlıkların konusudur. Meclisler, bu konuları meşrulaştırmanın ve yasalaştırmanın araçları olarak kullanılırlar. Burjuva politikası, halkın uyuşturulması ve kandırılması üzerine kurulmuştur.

Türkiye politikasının gelmiş geçmiş en büyük demagoglarından birisi olan Süleyman Demirel, 12 Eylül’ün eski partiler ve siyasilere yönelik getirdiği yasaklara karşı, “konuşan Türkiye” sloganını ortaya atmış, sonrasında da başbakanlıktan, cumhurbaşkanlığına kadar giden yolları bir bir geçmişti. Ama Demirel, “konuşmak”tan, kendisinin ve kendisi gibilerinin özgürce konuşmasını anlıyordu. Gerçekte ülkenin çözülmesi gereken temel bir demokrasi sorunu olduğunu gözlerden gizliyor, bu alana hiç gelmiyordu. Halkın konuşması, onun için, önüne bir sandık konulması anlamına geliyor, kendisi dahil -Demirel- benzer partilerin seçimlere katılması, bu seçimler üzerinden oluşacak parlamentonun “temsili demokrasi”nin sınırları çerçevesinde işini yapması yeterli görülüyordu. Sonunda, bir “devlet adamı” olarak, -keskin karşıtı Ecevit gibi- aktif politik yaşama veda etti ve ama hâlâ “bir bilen” olarak politikaya devam ediyor. Şu sıralar, devletin tüm karanlık geçmişini aklamakla meşgul.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, burjuvazinin fazla rafine olmamış bir temsilcisi olarak; “ayaklar baş olur mu” dediğinde, burjuva politikasının ve politikacılarının soruna nasıl baktığını veciz bir biçimde özetliyordu. Onu için alt sınıflar, yani halk, kendisi için politika yapılan, bu politikadan zarar görse de ona katlanmak zorunda olan bir nesne idi. Onlar için politika yapılır, onlar istismar edililir, soyulur, hatta fedakârlıklarından yararlanılır, ama kendi durumunun bilincinde olarak, kendi bağımsız çıkarları için politikaya atılan bilinçli ve örgütlü bir kitle olarak ilerlemesinin önüne bin türlü engel dikilirdi. Halk, eğer örgütlenecekse, AKP’nin ve bazı dinci cemaatlerin içerisinde örgütlenebilir, özünde kendi çıkarlarına karşı olan bir faaliyetin içinde rahatlıkla yer alabilirdi.

Bu politik yaklaşımın, örneğin Ergenekon’a ilişkin tutumu, bunun halk için verilen bir demokrasi mücadelesi olarak anlaşılması gerektiğidir. Kitleler bunu anlamalı, olup biteni seyretmelidir. Eğer bir hareketlenme de söz konusu olursa, bu, sadece hükümet çizgisine destek olmak üzere olmalıdır. Bir devlet sisteminin halka yönelik işlediği cinayetler, çevirdiği karanlık işler devlet bağlantısından koparılmalı ve öyle ortaya getirilmelidir vb.

Kitleleri politikadan, kitlesel eylemlerden uzak tutmaya çalışan bu gerici yaklaşım ve anlayış, sadece sermayenin çeşitli partileri ile sınırlı bir anlayış da değildir. Sermayenin işçi sınıfı içerisindeki “bekçileri” olarak hareket eden sendika bürokratları ve sendika üst yöneticileri için de, işçiler, kendi güçlerinin farkına varmaması gereken, bunun için de, mümkün olduğunca kitlesel ve yaygın eylemlere teşvik edilmemesi gereken bir yığındır. İşçi sınıfının sadece kendi bağımsız politik çıkarları için değil, ekonomik talepleri içinde yaygın olarak harekete geçmesi istenilen bir şey değildir.

Ama eğer örneğin ekonomik talepleri için bile olsa, işçiler kitlesel eylemlere yönelmişlerse, ardından ne geleceği belli olmaz ve işçiler mümkün olan en kısa zamanda sokaktan, eylemden geri çekilmelidir. Türk-İş’in son imzaladığı anlaşmada bu anlayışın etkisi kesin bir biçimde -anlaşmanın içeriği bir yana- görülmüştür. Sadece işçilerin değil, onlarla birleşme eğilimi içerisinde olan kesimlerin de eylemleri, bu sendika bürokratları için “tehlikeli bir gelişme”nin önünün açılması olarak görülmüştür. Devrim öncesi bir Rus İçişleri Bakanı “her grevin ardında bir devrim ejderhası yatar” dememiş miydi? Burada mantık aynıdır, kitlelerin eylemi tehlikelidir ve sınırlı ve özel bir çıkar için de olsa harekete geçmişlerse de, mümkün olduğunca kısa bir sürede bu yoldan döndürülmelilerdir!

BURJUVA TARZIN ETKİLERİ

Politikaya ve kitlelere burjuva yaklaşım biçiminin “sol, devrimci örgüt ve çevreler” üzerindeki etkisi sanılandan da büyüktür. Örneğin bir küçük-burjuva devrimcisine yakından bakalım. Onun için, başlangıçta küçük, kararlı, “iyi organize” olmuş bir örgüt olarak -örgütler yığınlar düşünüldüğünde elbette oldukça küçüktürler, burada bir anlayış dile getiriliyor- harekete geçmek yeterlidir. O, “öncü savaşı” olarak bunun teorisini de yapmıştır. “Kitleler için” yola çıkar, vurur, vurulur, ardından büyük kitlelerin kendisini takip edeceğini umar. Kitleler içerisinde çalışarak, onun örgütünü ve eylemini geliştirmek, “devrimin örgütlü kitlelerin eseri” olduğu anlayışı ile hareket etmek ona yabancıdır.

Kuşkusuz küçük burjuva devrimcisinin de kitleler diye bir sorunu vardır. Ama onun gözünde, bu kitleler, kendisini takip etmesi gereken, kendisine “lojistik destek” sağlayan, “vakti gelince” ayaklanacak olan yığınlardır. Eylemini ve örgütünü kitlelerin içinde ve onların girişkenliğini ilerletmek üzere geliştirmemiştir. Eğer bu gerçekleşmezse, sonrası tam bir hayal kırıklığıdır ve sonuç teori düzeyine yükseltilir, “bu halktan bir şey olmaz” ya da kimi zaman cezaevlerinde şaka yollu dile getirildiği gibi, “bu halk için beş yıldan fazla yatılmaz.”

Ülkede, geçmiş revizyonizmden ve üst tabaka devrimciliğinden beslenen köklü bir gelenek de bulunmaktadır. Bunların kitlelerin politikaya katılması konusundaki tutumları özünde çok farklı değildir. Bu politika, bir taraftan seçkincilik, salon, kürsü “devrimciliği” olarak kendisini açığa vururken, diğer taraftan ele geçirdiği mevzileri işçi sınıfının ve kitlelerin bağımsız eylemini engelleme -eski TKP- olarak, sermaye ile pazarlık gücünün, sınıf işbirliğini zorlamanın araçları olarak değerlendirme ortaya çıkar. Ya da bugünkü TKP örneğinde olduğu gibi, küçük bir azınlığın eylemini kitlelerin eylemin yerine ikame ederek, sansasyona yönelir. Revizyonist gelenek içerisinde Kemalizm’den, CHP geleneğinden etkilenme oldukça yoğundur ve bu, sadece kitlelere üstten bakmakta kendisini göstermez, politik yakınlıkta da zaman zaman dile gelir. Örneğin laiklik sorunu, Ergenekon sorunu, Kürt sorunu vb. böylesi sorunlardandır.

Politikaya ve kitlelere yaklaşımda üst sınıfların ve onların çeşitli versiyonlarının yaklaşımından etkilenen bu tutumların, görüldüğü gibi, temelde bazı ortak özellikleri bulunmaktadır. Doğrudan burjuvazinin temsilcileri, kitlelerin politikaya katılımlarını belirli alanlarla sınırlayıp, onların politik tecrübe kazanmasını tehlikeli bir şey olarak görürlerken, burjuvazinin çeşitli akımlarından etkilenmiş olan “devrimci örgütler” de, işçi ve emekçi yığınları tarihin ve toplumun öznesi olarak, onu değiştirecek, dönüştürecek bir güç olarak örgütlenmesine ve harekete geçmesine inançsızlıkla karakterize olmaktadırlar. En iyi durumda, kitleler, onları takip edecek, “örgütün amacını” gerçekleştirmesine yardım edecek edilgen yığınlardır. Bu nedenle, kitleler içerisinde günlük çalışma anlayışından uzak olmalarında şaşılacak bir şey yoktur.

İŞÇİ TARZI

İşçi sınıfı, dünyayı değiştirmek, sınıfsız, sömürüsüz yeni bir dünya kurmak için mücadele etmektedir. Gücünü, mevcut toplum içerisinde tuttuğu yerden, sürekli gelişip güçlenen kitlesinden almaktadır. Teknik ilerlemeler ve üretim yöntemlerindeki gelişmeler, işçi sınıfının bir üretim kolundan diğerine akmasını hızlandırır, eski yaptığı işler daha az işçi ile yapılır hale gelirken, aynı zamanda yeni iş kolları devreye girmekte, emek sömürüsü yoğunlaşmakta, işçi sınıfının dünya çapındaki kitlesi sürekli olarak büyümektedir. Eski dünyayı, ücretli kölelik düzenini yıkma, yeni bir dünya kurma amacı, işçi sınıfın politikaya ve başta kendi kitlesi olmak üzere, diğer emekçi kitlelere yaklaşımını, burjuva sınıflardan ve onların etkisindeki çeşitli “sol ve devrimci” akımlardan temelde ayırır. İşçi sınıfının politikası -sosyalist politika- kitlelerin uyanması, mücadeleye atılması, örgütlenmesi ve kendi kaderlerini kendi ellerine almaları üzerine kuruludur. Devrimin örgütlü kitlelerin eseri olduğu anlayışı, bu tutumun özlü bir ifadesidir.

İşçi sınıfı ve onun içinden çıkarıp örgütlediği partisi; işçi kitlelerinin aşağıdan başlayan girişkenliğine, örgütlenme yeteneğine, onların sonsuz fedakârlığına ve enerjisine dayanır, dayanmak zorundadır. İşçi partisinin, kitlelerin yaşamı, eylemi ve hareketi dışında kalan, bir çözüme kavuşmak için bu temele dayanmayan bir tek “sorunu” yoktur. Birkaç örnekle bu söylediklerimizi açacak olursak, örneğin işçi partisi önemli toplantılar yapıp sorunları tartışacaksa, bu sorunları, öncelikle fabrikada, iş yerlerinde işçi kitleleri ile tartışmak, bu sorunların kendi sorunları olduğunun bilincini onların edinmesini sağlamak, onların temsilcilerinin bu tür toplantılara katılmalarını sağlamak zorundadır.

Yine örneğin, eğer işçi mücadelesinin yaratığı araçların yaşatılması, geliştirilmesi -gazete, televizyon vb.- gerekiyorsa, işçi kitlelerinin yardım ve desteği dışında her hangi bir çözüm yolu bulunmamaktadır. Bu araçlar, işçilerin, emekçi sınıfların yaşamını ve mücadelesini yansıtmak, bu mücadeleyi ortaklaştırmak üzere sınıfın olanaklarıyla kurulmuştur ve onun doğrudan katılımı, desteği ve fedakarlığı dışında yaşayıp, gelişmesi olanaksızdır. Yaşamını ve eylemini işçiler içinde inşa etmiş bir partinin ve onun militanlarının, “derya içinde yaşayıp” bu deryadan, onun olanaklarından adeta habersizmiş gibi davranmalarının ya da sonuçta buna varan tutumlarının kabul edilebilecek hiçbir yanı bulunmamaktadır.

İşçi devrimci, zaten bütün bu sorunları kendi sınıfıyla sürekli tartışma içinde olmak, bu ve diğer sorunları işçi kardeşlerinin kendi sorunları olarak benimsemelerini sağlayacak bir pozisyonda bulunmak durumundadır. “İşçi kitleleriyle yaygın bağlarımız ve ilişkilerimiz var, ama şu sorunları henüz onlarla tartışmadık, onların katkılarını istemedik, şu sorunla yüz yüze gelmeye hazır değiller” demek, işçi devrimcinin yürüttüğü çalışmada ciddi problemlerin olduğu anlamına gelmektedir. Böyle bir örgütün ve çalışmanın yarım kalacağı, yeterince başarılı olamayacağı bilinmektedir. Ünlü bir mitolojik öyküdür ve parti çalışmasına uyarlamak olanaklıdır: Antaios -denizler tanrısı Poseidon ve yer tanrısı Gaia’nın oğlu- çok güçlü bir devdir ve yere -annesine- temas ettiği sürece öldürülmesi olanaksızdır. Herkül, onun yerle temasını keser ve Antaios’u öldürür. İşçi devrimciler de, güçlerini kendi sınıflarından ve sınıflarını her türlü sorununa ortak etmesinden alırlar. Aksi durumda davalarının gerilemesi ve güçten düşmesi kaçınılmazdır. Ama politikanın yasaları burada fiziğin yasaları gibi etki gösterir, boşluk kaldırmaz. Bu işleri yapacak birileri çıkar ve bu “alanı” doldurur.

Kuşkusuz egemen sınıflar, burjuva politikası, kitlelerin politikaya ve politikacıya bakışını güvensizleştirmiştir. Politika, geniş yığınlar için, kendilerinin aldatılmasının, oylarının kendi çıkarlarına karşı silah olarak kullanılmasının aracı olarak görülmektedir. Bu algı, yanlış da değildir. Ama işçi sınıfı, politika yapmayı, işini, ekmeğini kazanmak ve korumak, sınıf çıkarlarını geliştirmek, giderek mevcut düzeni değiştirmek olarak kavrarsa, o zaman durum kökten değişecek, sınıfın politikaya yaklaşımı güçlü bir temele oturacaktır. Açıkçası, işçinin politikası hayatın kendisidir ve işçi politikacının görevi, işçinin bunun bilincinde olmasını sağlamak, işçi kitlelerinin yaşamından ve mücadelesinden çıkan olayların, sınıfın genel politik çıkarlarına doğru bilinçli bir biçimde genişlemesini sağlamak olarak belirginleşmektedir.

Bugün ülkenin bağımsızlık, demokrasi gibi temel sorunlarının olduğu bilinmektedir. Ancak bu sorunlar bir türlü köklü bir çözüme kavuşamamakta, egemen sınıflar sürekli olarak aldatıcı manevralara başvurabilmektedirler. Bir Ergenekon örgütü çıkmakta, burjuva devletin bir takım gizli işleri, pislikleri -devlet bağıntılarının üzerleri örtülmek istenerek- ortaya dökülmekte, işbirlikçi egemen sınıflar, aslında nasıl izah ederlerse etsinler, suçüstü yakalanmakta, dinci-laikçi bölünmesi toplumu bölerek yönetmek üzere tezgahlanmakta, Kürt sorunu kanayan bir yara olamaya devam etmektedir vb.

Devlete ve hükümete çöreklenmiş gerici güçler, aralarındaki çatışmanın niteliği konusunda da halkı yanıltan manevralar yapmakta, bu kavgalarını “demokrasinin, laikliğin savunulması sorunu” gibi yansıtmaktadırlar. Harekete geçen gerici güçler, kendi politik ve sınıfsal çıkarları için, kitleleri kendi yedeklerine almaya çalışmaktadırlar. İşçi sınıfının merkezinde olduğu güçlü bir halk hareketinin olması, bütün bu sorunların çözümünü demokrasinin kazanılmasına, ülkenin bağımsızlığının sağlanmasına, giderek toplumsal kurtuluşa bağlayan bir mücadele çizgisi ile müdahale etmesi, bu tabloyu kuşkusuz bütünüyle değiştirecektir.

Bütün bu sorunlar nihai çözümünü kuşkusuz işçi sınıfı ve emekçi hareketinin güçlenip gelişmesinde bulacaktır. Ama bu sorunların sınıfın sorunları olduğu, işçi sınıfının bu sorunları çözmeden, toplumsal kurtuluşunu gerçekleştiremeyeceğini ona anlatacak, tecrübesinin sınıfın bağımsız politik bir tecrübesi olarak gelişmesini sağlayacak olanlar kimlerdir ve bu sorunların çözümü için onun harekete geçmesini sağlayacak nedir? Kuşkusuz bu partidir, işçi devrimcidir. Bu amacı gerçekleştirmek için “kanallar tıkalı” değildir. Aksine bir işçi devrimci, bugün tarihinde görmediği en geniş ve yaygın olanaklara sahiptir. Bu olanakları hakkını vererek kullandığında, genişlemenin ve sınıf üzerinde saygınlık ve etki kazanmanın yolları da ardına kadar açılmaktadır. Henüz sayıları az olmakla birlikte, olumlu örnekler de bunu kesinlikle kanıtlamaktadır.

Kuşkusuz bugün bir işçi devrimcinin, -yani bir komünistin- partisinin, mücadelesinin, bu mücadelede kullandığı araçların karşı karşıya bulunduğu ağır sorunların farkına varmadığı düşünülemez. Sorun şu ki; bu sorunları çözmek için kullandığı yöntemler, kendi kitlesini -yani işçi sınıfını- sorunlarına ortak etmek ve çözümünü orada aramak konusunda harcadığı enerji oldukça yetersizdir. Yetenekle hareket etmemek, olanaklarının farkına varmamak, üstlendiği tarihsel görevin ağırlığı ve sorumluluğu ile yeterince atılgan davranmamak, açıklanması zor bir tutukluk içinde olmak vb. gibi sorunlarla karşı karşıyadır.

Bugün kitlelere gitmeyi ve sorunların çözümünü onlarla birlikte aramayı her zamankinden daha fazla benimsemek gerekiyor. Sosyalizm davasının her zamankinden daha fazla taze havaya, kan değişimine, gençleşmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Bu hareket tarzı benimsendiğinde ve gerekleri yerine getirildiğinde, daha iyi görülecektir ki, bugün işçi hareketinin sahip olduğu mücadele araçlarına daha fazla ihtiyaç duyulacak, bu araçların etkisinin yaygınlaşması, karşı karşıya oldukları sorunların çözülmesi konusunda da kesin bir ilerleme sağlanacaktır.

 

Ilımlı ama, sosyal demokratik değil!

Geçtiğimiz ay Hüseyin Ergün’ün SHP genel başkanı seçilmesinden sonra, gazeteci Neşe Düzel kendisiyle bir röportaj yaptı. Bu röportajı asıl önemli kılan, Ergün’ün aşağıda değineceğimiz fikirleri değildi. Bu röportajın önemi, Ergün başkanlığındaki bir SHP’nin neye soyundurulduğuna açıklık getirmesiydi.

Görünen o ki, Ergün SHP’si, AKP’nin “sosyal demokrat” varyasyonu olarak peydahlanacak! “Ilımlı İslam”ın alternatifi, “ılımlı sol” olacak! Adını hak eden sosyal demokrat bir partinin olmadığı bir ülkede, esin kaynağı Avrupa sosyal demokrasisi olan bir partinin oluşması, soyut olarak alındığında, olumlanabilirdi de. Ancak, somutta ise, işin trajik yönü göze batmaktadır: Birincisi, esin kaynağı olan sosyal demokrasi, Avrupa’da çoktan iflas etmiştir! Öyle ki, bu iflas, sol sosyal demokrat partilerin oluşmasına neden olmuştur. İkincisi; bu iflasın önde gelen nedeni, başka şeylerin yanı sıra, söz konusu sosyal demokrat partilerin, özellikle son 20 yılda, pazarı ve onun “görünmeyen eli”ni aşırı kutsamış olmalarıdır (bu, Almanya’nın sosyal demokrat Maliye Bakanı’nın da geçenlerde kabul ettiği bir olgudur). Denilebilir ki, Ergün, SHP’yi, örnek aldıklarının debelendikleri bataklığa sürüklemekte; herkes Mersin’e giderken, o tersine yol almaktadır!

Öte yandan ama, bu ters durum, Ergün’ün tersliğinden de ibaret değildir. Zira ilginçtir ki; dünya ekonomisinin içinde bulunduğu kriz koşullarında, tüm emperyalist ülkelerdeki politik iktisatta “devletçilik” şaha kalkar ve “piyasaya devlet düzenlemesi şart” düşüncesi öne çıkartılırken, Türkiye’de “ne çektiysek devletçilikten çektik” fikri göklere çıkartılmakta ve “yaşasın piyasa” naraları atılmaktadır.

Burada elbette şu sorulabilir: bu belirgin terslik, salt fikri bir ters düşme mi, yoksa Türkiye’nin ileri kapitalist bir ülke olmayışından, yani nesnel pozisyonundan doğan bir terslik mi? Şu dillere pelesenk olan “Türkiye gerçeği” ile mi yine karşı karşıyayız? Hani, demokrasinin baştan sınırlanmasını emrederken, ekonomide son derece “liberal ve özgürlükçü” olmayı dayatan “Türkiye gerçeği” mid ir bu tersliğin kaynağı?

Hakkaniyet icabı söylemeliyiz ki, Ergün, tam da bu “Türkiye gerçeği”nin şekillendirdiği “Türkiye sosyal demokrasisi”nin açmazını aşma iddiasıyla ortaya çıkmaktadır: Politikada da, ekonomide de “liberal ve özgürlükçü” olabiliriz demektedir! Bakalım o zaman şu olabilirliklere…

“YENİ IRKÇILIK” KEŞFİ

Bu yazımızda, Ergün’ün “solun” liberal cepheden eleştirisi bağlamında dile getirdiği savları geçiyoruz. Bu konuda orijinal bir şey de söylemiyor. Bu konu, dergimizde birçok kez ele alındı. Sanırız son olarak 199. sayımızda Nuray Sancar ile Yusuf Akdağ’ın konuya ilişkin kapsayıcı makaleleri yayınlanmıştı.

Bundan da bağımsız olarak, hemen hemen her satırında tahrik edici ve tersyüz edilmiş iddialarla dolu bir röportajı, ana fikriyle sınırlamaksızın ele almak mümkün de değildir. Bilinir ki, kuyuya taş atmaktan kolayı yoktur, ama çıkartılması pek zahmetlidir!

Hüseyin Ergün bir partinin başkanı olarak konuştuğundan, bu partinin üyelerine ve taraftarlarına doğal saygının gereği olarak, onun savlarındaki aşırı tahrikin hak ettiği tahkirden de kaçınmak durumundayız. Yoksa, başkanda tahrik çok! Yine de biz zor olanı yapalım; söylediklerini ciddiye alalım!

Mesela; son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde “sağ partilerin ciddi atağı”na ilişkin bir soruya yönelik diyor ki sayın Ergün, “bu, yeni bir ırkçılık… Eskiden ırkçılık böyle değildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki ırkçılık, büyük sermaye ırkçılığıydı… Şimdiki ırkçılık orta ve daha alt sınıfların ırkçılığı. Yani çalışan kesimlerin, küçük burjuvazinin, esnafın, dükkan sahibinin ırkçılığı. Bu küreselleşme çağında yabancıların gelip işlerini ellerinden almasından korkuyorlar. Büyük sermaye ise ırkçı olamaz.

Niye olamaz?”

Çünkü, “o küreselci olmak zorundadır. Çünkü ancak küresel davranarak işini, pazarını büyütebilir ve kârlarını katlayabilir. Aksi takdirde daralır ve yok olur. Bu yüzden belli büyüklükteki bir burjuvazinin küreselci olması kaçınılmazdır.

Doğrular, ancak bu kadar birbirini doğrulamaz hale getirilebilir! Sayın Ergün, büyük sermaye “ırkçı olamaz” ise, “önceki ırkçılık” nasıl “büyük sermaye ırkçılığı” olabildi ki?! Önceki, büyük sermaye değil miydi? Yoksa, önceki ırkçılık değil miydi? Ya da, “büyük sermaye ırkçı olamaz” savı mıdır burada anlamsız olan?! Bırakalım mantıki olanı, tarihsel doğru neydi? “İkinci Dünya Savaşı önceki ırkçılık”, yani “büyük sermaye ırkçılığı”; alttan alta kışkırttığı “çalışan kesimlerin, küçük burjuvazinin, esnafın, dükkan sahibinin ırkçılığı”nı kendi emelleri için alet etmedi mi? Etmediyse, kendi kitle tabanını nasıl yaratabildi ki? Bunu yapabildiyse, “şimdiki ırkçılığı” da, yeri ve zamanı geldiğinde, çıkarları gerektirdiğinde, neden yeniden alet edemeyebilsin?!

Tırmanan milliyetçilik ve ırkçılık Avrupa Birliği projesini öldürür mü” sorusuna verilen yanıt da düşülen çelişkiyi çözemiyor: “Kesinlikle öldüremez. Çünkü dünyadaki ana akım milliyetçilik ve ırkçılık değil. Bugünün dünyasında hakim olan ana akım küreselleşme.

Küreselleşme, salt bir ideolojik akım olmasa gerek. Dahası, onun ideolojik ifadesinden de önemli olan, nesnel olarak neyi teşkil ettiğidir. Ama biz Ergün’ün benimsediği tanımı esas alalım: “Küreselleşme, Sadun Aren’in tanımıyla, aynı hukukun bütün dünyada uygulanması demek.” Peki, bu tanıma göre, milliyetçilik-ırkçılık küreselleşmeci olamaz mı? “Nazi partisinin programı büyük burjuvazinin programı” değil miydi ve Naziler “bütün dünyada” kendilerininkini, yani “aynı hukukun uygulanması”nı amaçlamıyorlar mıydı?

Görüldüğü üzere, nesnel süreç, olgu ve çıkarları, toplumsal yasaları değil de, bunların ideolojik yansımaları ve ifadeleri esas alındığında, bu tür bariz çelişkilere düşmek işten bile değildir.

“İŞÇİ SINIFI DEMOKRATİK AMA, İLERİCİ DEĞİLDİR”!

Biz sayın Ergün’ü her ne kadar ciddiye almaya çalışsak da, o ciddi bir ciddiyetsizlikle tahriklerine devam ediyor. Birlikte okuyalım:

İşçi sınıfı demokratiktir, çünkü her zaman bir takım haklar talep eder. Fakat işçi sınıfı ilerici değildir. Çünkü işçi sınıfı üretim güçlerini geliştirme peşinde koşmaz. Aksine bu bakımdan muhafazakardır. Mesela hiçbir sendikanın üretim gereçlerini geliştirme diye bir talebi yoktur. Bilgisayarın üretim sürecine girmesini istemez. Bu direnç de ilericilik demek değildir tabii. Bu direnç, tutuculuktur.

Hoppala! Durduk yerde, üstelik “sosyal demokratik” bir parti başkanı, neden işçi sınıfına bu denli ağır bir saldırıda bulunuyor? İşin sırrını bayan Düzel’in bu saptamalar üzerine yönelttiği soru ve aldığı yanıttan öğreniyoruz:

Düzel: Ekonomide özgürlükçü olmayan bir sınıf, siyasette özgürlükçü olabilir mi peki?

Ergün: Nihai olarak olunamıyor ve olamıyor zaten. Ulusalcılığa ve milliyetçiliğe kaydıkları görülüyor.

Sonuç? Tam son uç! Yani: ‘Memleketin sayısız ekonomik-politik sorunu var ama, bu sorunların çözüm adresi ve gücü işçi sınıfı değildir! Biz, yeni sosyal demokratik hareket olarak diyoruz ki, bırakın işçi sınıfı edebiyatı yapmayı! Tutucu bir sınıf bu memleketin derdine deva olamaz!

Önce kavramsal kargaşayı gidermeye çalışalım: En bağnaz statükocunun bile demokrasisinin “eksik”, “yarım”, “gelişmemiş” olarak tanımladığı bir ülkede, salt “demokratik” olmak bile, “ilericiliğe”, “siyasette özgürlükçü” olmaya tekabül etmez mi sayın Ergün?! Böyle bir ülkede, işçi sınıfının “bir takım haklar talep etmesi” ve bu doğrultuda mücadele etmesi bile “ilericilik” değil midir?

Demokratik” ise bu sınıf, neden “siyasette özgürlükçü” sayılamıyor? Örneğin sendikal örgütlenmenin önündeki 12 Eylül’den kalma anayasal engellerin kaldırılmasını talep etmek, grev hakkını savunmak, sosyal sigorta hakkını istemek, sekiz saatlik işgünü ve insanca yaşanabilir bir asgari ücret talep etmek neden “siyasette özgürlükçü” ve “ilericilik” olarak görülmüyor?

Ya da tersinden: “siyasette özgürlükçü olamayan” işçi sınıfı, nasıl “demokratik” olabiliyor ki? Politik değil ekonomik bakımdan demokratiktir dediğinizi de varsayamayız, çünkü zaten “ekonomide özgürlükçü olmayan bir sınıf”tan bahsediyorsunuz. O halde politik bakımdan “demokratik” olan bir sınıf, neden “ilerici” olamasın ki?

Bu soruları uzatabiliriz, ama gerek yok, çünkü ‘demokratik, ama ilerici değil‘ saptaması kadar soyutturlar. Doğrusu şu ki, soyutta tanımı sabit olan bu tür kavramlar, somut tarih, ülke ve sınıflara uyarlandığında, göreceleşirler. Ve daha önemlisi, asıl anlamlarını da bu görecelilikte, bu somut uyarlanışında bulurlar.

Bir de bu açıdan sorunu ele alalım. Hüseyin Ergün diyor ki, “işçi sınıfı ilerici değildir. Çünkü işçi sınıfı üretim güçlerini geliştirme peşinde koşmaz.” “İlericilik” bu durumda, “üretim güçlerini geliştirme” oluyor. Peki, işçi sınıfı, “tutuculuk” olan “bu direnci” nasıl kırabilir? Diyelim ki, on bin işçinin çalıştığı bir çelik fabrikasında, patron teknolojinin son ürünü yeni ocaklar kurdursun. Bu durumda, diyelim ki, ancak beş bin işçiye gereksinim duyan patronun bu “ilericiliği” karşısında işçiler ne yapsın? “Direnç, tutuculuk” olacaktır, yani çıkışı verilen işçilerin direnişe geçmesi ve işyerlerini korumak istemeleri “ilericilik” olmayacaktır. Sayın Ergün’e göre, bu işçilerimiz, çıkışlarını “direnç” göstermeksizin kabul etmelidirler, aksi durumda “ilerici” olamayacaklardır!

Demek oluyor ki, burjuvazinin “ilericiliği”nin bedelini işçi sınıfı (ve onunla birlikte tüm emekçiler) ödüyor. Peki, örneğimize geri dönersek, patrondan şöyle bir şey bekleyebilir miyiz: ‘Kârının üçte birini düzenli olarak işsiz bıraktığın işçilere vermelisin!’ Bu beklenti çok saçma olurdu, zira o bizzat kârını artırmak için “üretim güçlerini geliştirmişti”! Ve bu durumda, “ilericiliği”nin de, yani işçilere çıkış vermesinin de hiçbir anlamı kalmazdı.

Görüyoruz ki, burjuvazinin üretim teknolojisindeki “ilericiliği”, toplumsal açıdan en azından işsizliğe ve yoksulluğa yol açıyor. Ve burjuvazi, teknolojik yenilenmeleri “ilericilik” olsun diye de değil, kârını artırmak ve rekabette üstün gelmek için yapıyor. Örneğin günümüz Türkiyesi’nde gençlerin yüzde 26’sı işsiz, yani her dört gençten biri işsizdir. Milyonlarca genç işsizi yaratan bir üretim tarzının temsilcisi olan bir sınıf, yani burjuvazi, bu durumda “ilerici” sayılabilir mi? Asgari ücretin de altında çalışmanın dayatıldığı ve aslında açlığa mahkum edilen milyonların gerekli görüldüğü bir sistemde toplumsal ilerleme”den söz edilebilir mi?

Toplumsal ve tarihsel açıdan bakıldığında, hangisi “ilericilik”tir: milyonları yoksulluğa ve açlığa mahkum eden bir sistemden azami faydayı sağlayan bir sınıf mı (burjuvazi), yoksa böylesi bir sistemin dayatma ve yaptırımlarından en fazla zarar gören ve dolayısıyla bütün bunların ortadan kaldırılmasından da en başta azami çıkarı olan bir sınıf mı, yani işçi sınıfı mı?

Meseleyi bir de şu açıdan değerlendirelim: Diyelim ki; işçi sınıfı, bizzat zarar gören sınıf olduğundan, yani teknolojik yenilenmelere (“üretim güçlerinin geliştirilmesi”ne) durumu itibariyle “karşı koymak” zorunda olduğundan, “muhafazakardır”!

Eğer şu konuda aksi bir iddia yoksa, yani insanca yaşamak ve çalışmak isteği “tutuculuk” olarak görülmüyorsa (tersi, ‘hayvanca yaşamak ve çalıştırmak ilericiliktir’ demektir!); o zaman yanıtlanması gereken soru şudur: Bu nasıl bir üretim tarzıdır ki, “ilericiliği” (üretici güçleri geliştirme), toplumsal tahribata yol açmak suretiyle gerçekleşmektedir?

Açıktır ki, işini kaybetmek istemeyen işçi, teknolojiye karşı çıkmıyor. İşçi, işsizliğe karşı çıkıyor! (İşçi hareketinin ilk yıllarındaki “makine kırıcılar” -Ludistler- hareketi de aslında işsizliğe karşı öfkenin makinalara yönelmesiydi. Bay Ergün, galiba buradan, işçinin ezelden teknoloji düşmanı olduğu sonucunu çıkartmış. Elbette, sınai çağın başlarındaki işçi hareketinden öfkelerini makinalardan değil de kapitalistlerden almaları istenebilir, ama beklenemezdi. Fakat, 2009 yılında bir entellektüelden bu ayrımı, yani öfkenin yöneldiği nesneyle nedenini ayırdetmesi hem istenebilir ve hem de beklenmelidir!).

Öte yandan, ‘teknolojinin işçiyi işsiz bırakması‘, işçinin suçu sayılmasa gerek. Ve işsizliğe neden olmakla teknolojiyi de suçlayamayacağımıza göre, o halde suçu, bu teknolojiyi işsizlik yaratarak uygulayan kapitalistte aramalıyız. Ne var ki, kapitalisti, kapitalist olmakla da suçlayamayız, yani ‘ona azami kâr için üretim yapma’ diyemeyiz! Ancak; kapitaliste ‘kendin olma’ diyemeyiz ama, kendisini tümden reddedebiliriz!

Demek oluyor ki, sorun ne işçi sınıfı ne de teknolojide, sorun; teknolojinin kapitalist uygulanışında, yani  “ilericiliği” azami kârı amaçlamakta menkul olan kapitalist üretim tarzındadır! Olup bitene tek boyuttan bakan Hüseyin Ergün, kapitalist üretim tarzının üretim teknolojisini ve genel olarak üretici güçleri geliştirme özelliğini görüyor, ancak bu özelliğin toplum ve tarih karşısında dar ve çapsız bir amacın (kâr ve sermaye birikimi) boyunduruğunda şekillendiğini hasır altı ediyor.

Konuya başka bir açıdan daha bakabiliriz. Diyelim ki, ‘tamam kâr amaçlı da olsa, kapitalist üretim tarzı sonuçta üretim güçlerini yine de geliştiriyor’! Burada iki sorun var ama; birincisi, bilimin doğrudan toplumsal üretim gücünün bir parçası olması ve ikincisi, kâr amacının diyalektiği.

Birincisine ilişkin; tarihte istisnalar olmakla birlikte, bilimsel buluşları yapanlar, kapitalistler değil, bilim adamlarıdır. İkisinin örtüştüğü durumlarda dahi, buluşu yaparken bilimci, ancak uygularken kapitalisttir. Bilim tümüyle kapitalistlerin emrinde olsa bile; bilgi, birikim ve keşifler yine de bilime aittir. Yani, kapitalistler sınıfının bilime mutlak ihtiyacı vardır, fakat bilimin kapitalistlere mutlak ihtiyacı yoktur.

Bilimsel ve teknolojik devrimlerin burjuvazinin çağında gerçekleşmiş olmasının asıl nedeni, bilimin o zamana kadarki olağan üstü birikiminin bu çağda nihayet akacağı bir mecrayı bulması olgusunun yanı sıra; kapitalist artı-değer üretiminde nispi artı-değer üretiminin, yani gerekli emek-zamanını kısaltmak suretiyle artı-emek zamanını artırma yönteminin ayırt edici bir yere sahip olmasındadır. Dünya pazarı için üretim ve uluslararası rekabette ayakta kalma mücadelesi de, elbette buraya kamçılayıcı faktörler olarak dahil edilmelidir. Bu birinci husustan çıkan sonuç ortadadır: Kapitalistler, belirtilen nedenlerle bilimsel buluşları ve teknolojiyi geliştirmek üzere bilimi teşvik etmek zorundadırlar.

Böylelikle de, sorunun diğer boyutuna, yani ikinci soruna gelmiş oluyoruz: Bizzat, bilimsel buluşlarla teknolojiyi geliştirmeyi emreden aynı nedenler (nispi artı-değer üretimini artırma ve uluslararası rekabet), tersini de buyurmaktadır! Yani, eğer herhangi bir buluş, uygulanması itibariyle, verili kâr oranını artırmıyorsa, kapitalist, haliyle, bu buluşu uygulamaktan uzak durmaktadır. Duruma göre (kâr oranlarına göre), üretici güçler geliştirilebilir, ancak gelişmiş üretici güçler sınırlanabilir de. Kâr amacı, bu durumda, geliştirmenin nedeni olduğu kadar, sınırlamanın da nedeni haline gelmektedir.

Gelgelelim, günümüz kapitalizmi, çoktan çiçeği burnundaki burjuvazinin kapitalizmi değildir. Türkiye Gayri Safi Milli Hasılası’nı birkaç kez katlayan cirolara sahip devasa tekellerin dünya ekonomisine hükmettiği tekelci kapitalizm çağında yaşıyoruz. Eğer amaç sadece ve sadece azami kâr ve sermaye birikimi ise (ki budur!), bu tekellerin bilim üzerinde kurdukları tekel de, haliyle, bu amaç doğrultusunda etkide bulunuyor demektir. Bu etki ise; bir taraftan bilimin ufkunu daraltmakta, yani esasen kâr artırıcı alanlarda ve buluşlar üzerinde bilimin yoğunlaşmasını dayatmakta; diğer taraftan da teknik bakımdan mümkün olan ile üretimde uygulanan teknik arasındaki uçurumun büyümesine yol açmaktadır. Kısacası, günümüz tekellerinin varlığının anlamı, bilimsel potansiyel ile potansiyel bilimin darlaşması ve sınırlanmasıdır. Tek başına kimya, tarım ve ilaç sanayisindeki tekelleşme (“patent hakları”nı anımsayalım!), tekelci sermayenin bilim üzerinde kurduğu yıkıcı ve toplum için ağır bedeller anlamına gelen tahakkümün sayısız örnekleriyle doludur.

Başka bir deyişle, üretici güçlerin ve onun önemli bir ögesi olarak bilimin geldiği bugünkü aşamada, üretimde ve toplumsal yaşamda uygulanan ve kullanılan teknoloji, bilimin ve teknolojinin sunduğu olanakların sadece bir kesimini oluşturmaktadır. Tekellerin bilim üzerindeki tahakkümü olmasa, toplumsal gelişme çok daha hızlı, toplumsal yaşam da çok daha rahat ve refah içinde şekillenebilecektir.

Şimdi, sayın Ergün, insanlık namına, tekelci burjuvazinin bilim üzerindeki bu tekelini yıkmaktan daha büyük bir ilericilik olabilir mi?! Sizin işçi sınıfının “tutuculuğu”na kanıt olarak gösterdiğiniz olgu, yani en başta bu sınıfın sermayenin sözüm ona “ilericiliği”nden en büyük zararı görmesi olgusu, aslında, iddia ettiğinizin tam da tersini kanıtlamıyor mu?!

Daha somut soralım: “ilerici”siniz ya, o zaman sadece şu talepler için mücadeleye hazır mısınız: İşçilerin, emekçilerin çalışma yaşamını kolaylaştırmayan, aksine bir kısmını işsizliğe, diğer kısmını da daha fazla ve yoğun çalışmaya mecbur kılan teknolojik ve bilimsel buluşların kapitalist uygulanmasına son! Üretimin teknik temeli, daha az değil, daha çok teknolojiyle yenilensin! Bununla birlikte ve özellikle de işsizliğe karşı etkin mücadelenin bir gereği olarak; haftalık çalışma süresi 35 saate düşürülsün; işgünü 7 saati geçmesin ve çalışma süresinin kısaltılması oranında, fabrika ve işletmeler, işsiz işçileri işe alsın! İnsanca yaşamayı sağlayacak ve işçileri ay sonunu getirme kabusundan kurtaracak asgari ücret! Sendikal örgütlenme üzerindeki tüm yasal engeller kaldırılsın! Ülke çapında kapsayıcı ve zorunlu sosyal sigorta! Parasız eğitim ve sağlık!

Başka taleplere gerek bile yok: “İlerici” olarak var mısınız bu talepler için mücadeleye?!

Lakin, bunlar salt sosyal-ekonomik talepler, “siyasette özgürlükçü” değil diyorsanız… Bir an için, böylesi bir itirazın doğru olduğunu varsayalım: Sizce acaba, bu taleplerin yaşama geçmesi, memleketimizde hep üst sınıfların bir meselesi olan “siyaset”in Türkiye’deki çehresini değiştirmez mi? “Türkiye gerçeği” halksız veya halk üstü siyasetin aşılmasına bir nebze olsun katkı sağlamaz mı? Karın doyurma ve açlık telaşından kurtulmuş; işsizlik cezasına çarptırılmamış; ihtiyaçlarını karşılayan geliriyle ve insanca çalışma koşullarıyla yaşam seviyesini yükseltmiş; beğeni, kültürü ve ufkunu genişletmiş işçi ve emekçilerin arasında, “devlet büyüklerimiz bilir” zihniyeti mevcut etkisini korur mu? Acaba işçi ve emekçilerin, “devletin üst katında”, “kurumları arasında” patlak veren “fırtınalar” karşısındaki algılayış ve pozisyonları aynı kalır mı; bu konuda sözüm ona “demokrasi” adına çevrilen onca dolaplar aynı şekilde çevrilebilir mi, yoksa bu manevraları yapanlar, karşılarında hesap soran ve gerçek demokrasi talepleri savunan milyonları mı bulur?

Uzun lafın kısası; işçi ve emekçi kitlelerini işin içine katmayan, onların örgütlülük ve politik bilinç düzeyini yükseltmeyi çalışmasının merkezine oturtup, tayin edici rolü onların üstlenmesini amaçlamayan bir “ilericiliğin”, “özgürlükçülük”ün bir anlamı yoktur. Böyle bir “ilericilik”, eğer bireylerin kendilerini ideolojik bakımdan tatmin etmesi değilse, emekçi kitlelerin yoksulluğa, kültürel köleliğe ve cehalete mahkum edilmesini kabullenmektir; en iyimser yorumla, havanda su dövmektir!

“EMPERYALİZM HİKAYELERİ”!

Elbette ki, sayın Ergün bu mücadeleye hazır değildir ve olamazdı da. Zira, önerdiklerimiz, onun aşağıda aktaracağımız ideolojik prensipleriyle taban tabana zıttır…

Öğrenmiş bulunuyoruz ki, SHP’nin yeni başkanı için, toplumsal sorunların çözümünde asıl tayin edici “tarihsel özne”, işçi sınıfı değildir. Kimdir peki? Burjuvazi! Burjuvazi derken de, sadece Türkiye burjuvazisi değil, onun da bir parçası olduğu uluslararası burjuvazi!

Ergün bey, has liberallerden daha liberal, kraldan çok kralcı bir söylemle, kendi “sol” ekonomi politikasının esaslarını şöyle dile getiriyor: Sol, “piyasayı yok sayıyor”! Oysa, “piyasayı reddettiğiniz zaman, doğal ortamda işleyen bir mekanizmayı” ortadan kaldırıyorsunuz demektir! Yani; her türlü “ilericiliği” savunabiliriz, fakat burjuvaziye ve piyasaya dokunmak yok! Mantık bu oldu mu, haliyle, Ergün beyin “solculuğu” da şu oluyor: “Sol, liberalliği, piyasa ekonomisini içerir.

Söylenenler, son derece mantıkidir. Öyle ya, burjuvaziyi savunup da piyasayı reddetmek olmazdı! Tersi zaten bugün çok komik olurdu: Piyasasız burjuvazi veya burjuvazisiz piyasa? Evet, bu gülünç olurdu. Gelgelelim, bir “solcu”nun fikri esaslarını burjuvazi ve piyasa belirlediği zaman, başka bir deyişle, bir “sol” siyasetçinin entelektüel ufkunu burjuvazi ve piyasa oluşturduğu vakit, bu esaslar üzerinden çıkardığı sonuçlar da trajik komik olmaktadır.

Örneğin: “Bir kere Türkiye’de emperyalist bir güç yok. Yani Türkiye’yi sömüren yabancı bir güç yok.”! Haksız mıyız?

Ama “turpun büyüğü heybede”! Soğukkanlılıkla okuyalım: “Dünyada emperyalizm tarafından sömürüldüğü için geri kalan hiçbir ülke yoktur. Ama sömürülemediği için geri kalan ülkeler vardır.”!

Hımmm… Düşünüyoruz da, acaba böylesi bir “turpu”, bir Fransız, İngiliz veya ABD’li sağ liberal siyasetçi “heybe”sinden çıkartabilir miydi? Şöyle bir gözümüzün önüne getirelim: Bir ABD’li veya İngiliz neoliberal muhafazakar, bir röportajda diyor ki, “dünyada emperyalizm tarafından sömürüldüğü için geri kalan hiçbir ülke yoktur. Ama sömürülemediği için geri kalan ülkeler vardır.”!!

Nasıl? İlginçtir ki, bağıntılar değiştiği vakit, sanki anlamlar da “değişiveriyor”. Oysa, bahsi geçen “turp” aynı “turp”tur! Galiba bağıntı değişimi, “turp”un kontrastını değiştiriyor, sanki söylenen şeyin anlamı daha netleşiyor…

Okumaya devam edelim: “Geçmişte emperyalistler tarafından sömürülmüş olan bazı ülkelerin bugün geri kalmış olmalarının nedeni emperyalizm değildir. Bunlar, sanayi teknolojisine ulaşamadıkları için geri kalmışlardır.

Sanırız, bu son saptama bir dil sürçmesi olmalı. Nitekim, yukarda şöyle bir eşitlemeyle yüz yüzeydik: Emperyalist sömürü kalkındırır, kalkınmayan sömürülmemiştir. Şimdi ise, sömürülmesine rağmen kalkınmayan ülkelerden söz ediliyor?!

Her neyse; Ergün bey, anlaşılan, “emperyalizm” denilen şeyi reddetmiyorsunuz, yani “emperyalizm yok” demiyorsunuz. Ayrıca, “emperyalizm”in sömürücü bir güç olduğunu da kabul ediyorsunuz. Yani size göre de, bu dünyada “emperyalizm” var ve o “sömürür” de. Peki, öyleyse, “Türkiye’de emperyalist bir güç yok. Yani Türkiye’yi sömüren yabancı bir güç yok” saptamanıza ne denilebilir? Nasıl yani; “emperyalizm”, ta Hindistan’a, Çin’e kadar uzanırken, Türkiye’yi teğet mi geçmiş?!

Yoksa siz, “emperyalizm” tanımı kapsamında sadece askeri işgalleri mi anlıyorsunuz? Fakat, ülkeler herhangi bir askeri işgale uğramadan da; hammadde, mali ve sınai bakımdan sömürülüp yağmalanamaz mı? Örneğin siz geri ve gelişmekte olan ülkelerin 1980’li yıllarda geçirdiği “büyük borç krizi”ni hiç duymadınız mı? “Dünyada emperyalizm tarafından sömürüldüğü için geri kalan hiçbir ülke yoktur. Ama sömürülemediği için geri kalan ülkeler vardır” diyorsunuz. O halde, Türkiye, emperyalizm tarafından “sömürülemediği için” mi geri kalmış?

Evet, aynen böyle düşünüyor olmalısınız: “Eğer en son teknolojileri alamazsak, dünyaya açılamazsak ve rekabet edemezsek, bu toplum sadece geriye gider, yoksullaşır ve işsiz kalır. Bizim yapacağımız, Batı’nın sermayesini, teknolojisini, üretim ve yönetim bilgisini mümkün olduğunca çok almaktır. Bu da öyle ’emperyalizm’ hikayeleriyle yapılabilecek bir şey değildir. Bu yüzden de emperyalizm sloganlarının içi boştur. ‘Emperyalizme hayır’ demek, aslında bir şey dememektir.

Doğrudur tabii, Batı’nın sermayesi, teknolojisi vb. öyle ’emperyalizm hikayeleriyle’ alınamaz! Zaten, böyle düşünmek, yani hem ‘emperyalizme hayır‘ deyip, hem de elin adamından ‘mümkün olduğunca çok almayı‘ düşünmek, pek banal olurdu!

Bu totolojiyi geçelim de, siz şu sorularımıza yanıt verin: Özellikle son 30 yılda, memleketin otomobil işkolundan meşrubat sektörüne kadar çeşitlenen büyük “Türk firmaları”nda hisse çoğunluğunu ele geçiren “yabancı şirketler” neyin nesi oluyor? Bu “yabancı şirketler” yoksa Gana, Etiyopya, Surinam veya Moğolistan’dan mı gelme? Türkiye, halkının on yıllarca ödeyip ödeyip bitiremediği dış borçlarını yoksa bu ülkelerden mi aldı; emekçi halkın ürettiği artı-değerler, borç ödemesi adı altında ve üstelik sosyal harcamalar, sağlık ve eğitimden kesilerek, bu ülkelere mi aktarılıyor yoksa? Son on yıldaki özelleştirme kampanyalarında “babalar gibi” satılan KİT’leri mülkiyetine geçiren “yabancı sermaye”, bu ülkelerden mi gelme?

Açıktır ki, hayır! O halde, siz, olmayan bir şeyi talep etmiyorsunuz. Bu ülkenin efendileri ve işbirlikçi burjuvaları, on yıllardan beri, “Batı’nın sermayesini, teknolojisini, üretim ve yönetim bilgisini mümkün olduğunca çok almak”tadır zaten. AKP yıllardır bunu propaganda edip uygulamıyor mu Allah aşkına? Sonuç ortada değil mi? Size ne gerek var o zaman?

Yabancı sermaye Türkiye’ye (veya Türkiye gibi herhangi bir ülkeye) esasta neden gelir? Açık ki, kendi ülkesindekinden daha yüksek kâr oranlarını elde etmek için. Dolayısıyla; emek gücünüz ucuz olacak (işçiler için düşük ücret demek). Yabancı sermayeden alacağınız vergileri düşük tutacaksınız, hatta mümkünse hiç vergi almayacaksınız (devletinizin vergi geliri bu yoldan ciddi bir artış kaydetmeyecek demek). Başka? ‘Kâr transferime karışmayacaksın’ der elin adamı, yani ‘elde ettiğim kârın şu kadarını Türkiye’de yatırıma dönüştüreceksin vb. dayatmalarda bulunmayacaksın’ der (ülkenin yatırım fonunun hacminin ciddi artmaması demek).

Oysa, öngördüğünüz bu “kalkınma projesi”nde, ülkenizin (işbirlikçi burjuvalarınızın değil, ülkenin!) birikim yapabilmesi için, yabancı sermayeye en azından Çin’in koştuğu şartları koşmalısınız. Ama Türkiye’nin, ne Çin’inki kadar büyük pazarı, ne de gücü vardır.

Ve daha kötüsü, yabancı sermaye “ceylan kadar hassas”tır! En küçük ters hareket kaçmasına vesile olabilir! Ayrıca, sizin gibi siyasetçilerin elleri onlara mahkum, ama onların elleri sizlere hiç mahkum değildir. Ve yine trajikomik olanı şudur ki, bu “küreselleşen dünyada” sizin gibi “hay hay efendimci”ler bol oldukça da, onların seçenekleri de hep bol olacaktır! Kabul buyurursunuz ki, onların seçeneklerindeki artış, sizin değil, onların ellerini daha güçlü kılmaktadır.

70 milyonluk Türkiye halkına sunduğunuz “kalkınma projesi” bu mu şimdi?! Bu, “kalkınma projesi” değil, kalkınma (!) projesidir! Bu “kalkınma”nın, bir avuç burjuva ve -Ergün gibi kendilerine bağlanmış entelektüeller de içinde- sömürücü-işbirlikçi tabakanın dışında, bu ülkenin emekçi çoğunluğuna hiçbir ciddi ve kalıcı yararının olmadığının kanıtı da, 30 yıllık yakın tarihimizdir. Kanıtı; çöken tarımımız, işsiz gençliğimiz, yoksul milyonlarımızdır!

Halbuki, adını hak eden bir sosyal demokrattan, ulusal ve uluslararası burjuvazi önünde secdeye varması yerine, onlara en azından şu soruyu sorması beklenebilirdi: bu memleketteki işçi ve emekçilerin sömürüsünden elde edilen devasa sermaye birikimi nereye gitmektedir? Bu birikimin yüzde kaçı, yeniden üretimin genişletilmiş ölçekte yenilenmesi için üretken yatırıma dönüştürülmektedir? Yatırım yaptığınızı iddia ediyorsanız, bu memleket neden işsizlik belası altında hâlâ inim inim inlemektedir?!

Üstelik sayın Ergün’ün bu soruları sorabilmesi için, kutsadığı piyasayı dahi reddetmesi gerekmiyordu. Sadece ve sadece, “eşitlik ve adaletten yana” bir “ilerici” olarak, bu vasıflarını somut bir tutuma, ete ve kemiğe büründürmeliydi!

Fakat o bunu yapamıyor, çünkü “ılımlı” ama, sosyal demokrat bile değildir!

 

f. gülen hareketi, ‘türk müslümanlığı’ ve liberal yeni nurculuk

Siyasal İslam’ın en önemli güçlerinden biri haline gelen ve Nurculuğun milliyetçi Türk-İslam yeni bir türünü oluşturma iddiasındaki Fethullah Gülen hareketi, iktisadi siyasal gücü, kitlesel etkisi ve uluslararası ve işbirlikçi sermaye çevrelerinden aldığı destekle Türkiye egemenleri arasındaki iktidar kavgasında adından söz ettiren bir güç olarak gündemde olmaya devam ediyor.

Fethullah Gülen ve hareketinin, sadece Türkiye’de ve AKP hükümetiyle birlikte Türk devlet sisteminin “dini temelde yeniden şekillendirilerek ele geçirilmesi” ve “toplumsal yaşamın buna göre düzenlenmesi” çabaları ya da buna ilişkin iddiaların yoğunluğu nedeniyle değil, uluslararası bağlantıları, 91 ülkede 300 civarındaki okul, vakıf ve yurt-pansiyon gibi büyük mali kaynak gerektiren girişim, çalışma ve yatırımların şaibeli durumu, Fethullahçı olarak bilinen çeşitli akademisyen, diplomat ve güvenlikçinin bu ülkelerde Amerikan emperyalizmi ve Türkiye gericiliğinin politikaları doğrultusunda entrikalar çevirmeleri gibi çok boyutlu nedenlerle de uluslararası arenada da adı ve faaliyeti tartışma konusu haline gelmiştir.

Bu İslami hareketin televizyon, radyo kanalları, çok sayıda gazete ve dergi, banka ve sigorta şirketleri, hastaneler, okullar, pansiyonlar, öğrenci yurtları, dershaneler şeklinde örgütlenmiş ve yayılmış geniş ve çok büyük aygıtı, polis teşkilatı, içişleri ve milli eğitim başta olmak üzere, devlet kurumları içindeki etkin örgütlenmesi ve tüm bunların işçi ve emekçilerin iktisadi-politik ve sosyal taleplerine karşı hükümet ve partisinin saldırgan politikalarını desteklemeleri, “örümcek ağı gibi” örgütlenmeyi salık veren Gülen’in devlet-din ilişkilerini de kullanarak toplumsal yaşam üzerinde etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Cemaat üyesi milyonlarca kişinin parasal desteği ve cemaatin sahip olduğu ticari şirketlerle basın-yayın ve öteki işletmelerin sağladığı devasa kârlar, Fethullah “şirketi”nin bir büyük holding gibi çalışmasını sağlamakta, milyonlarca insanın sözüm ona “bilimin körlüğü”ne karşı dinsel yol buluş adına cemaatin görüşleri doğrultusunda hareket etmesi gerçekleştirilmektedir. Gülen’in “her şeyi gördüğü, gelecekte neler olacağını bildiği, insanların kalbini okuduğu” şeklindeki illüzyonist safsata o denli etkili hale getirilmiştir ki, üniversitelerin pozitif bilim dallarından mezun olmuş bazı genç akademisyenler, 200-300 dolar karşılığı, Tanzanya, Vietnam gibi ülkelere gidip cemaat okullarında misyonerlik faaliyeti yürütmeyi kabullenebilmektedirler.1

Fethullah Gülen’in başını çektiği Türk İslamı hareketinin etkinliğini yaymasında Fethullah okulları çok özel bir yere sahiptirler. N. Veren, “Amerika’nın nerede üssü varsa orada okul (Fethullah’ın okulları) var” diyor. Veren, bu okulların “ABD’nin casus borsası olarak kullanıldığı” iddiasındadır.2 Gülen’in “eğitim cihadı” ülke dışına taşmış ve kendi açıklamalarına göre 90 ülkede 300 kadar okula genişlemiştir. Nurettin Veren “Bu okullar dükkânların vitrini gibidir. Örgüte yeni katılımlar ve İslamcılaştırma faaliyetleri gece derslerinde yapılıyor… Bizim eğittiğimiz öğrenciler şimdi Türkiye’nin en yüksek mevkilerinde oturuyorlar. Bunların arasında, valiler, hâkimler, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yapan subaylar var. Hükümetin parçası bakanlar var; bunlar Gülen’e danışmadan hiçbir şey yapmazlar” diyor. Gülen’in eski müridi Veren, ülkedeki iki milyon civarındaki hazırlık okulu öğrencisinin dörtte üçünün Gülen okullarına kayıtlı olduğunu söylüyor.

Gülen tarikatçıları, öğrenciler içinde ideolojik-politik ve örgütsel çalışma yürütüyor, “en seçkin olanlar”ını tarikatlarına bağlamak için mali-parasal olanaklarını seferber ediyor, gençleri “Işık evleri”nde bu amaca uygun eğitime tabi tutuyorlar. Gülen, sadece din adamı yetiştirmeyi değil, eğitim, hukuk, politika ve öteki tüm alanlarda kurumsallaşma ve yönetimi elde etme hedefiyle çalışıyor. Bu çalışmanın önemli oranda ürün verdiği artık çok geniş bir kesim tarafından kabul ediliyor. Cumhurbaşkanlığı makamında “Gülen sempatizanı” olduğu söylenen biri oturuyor. Yusuf Ziya Özcan gibi bir Fethullahçı YÖK Başkanı olarak atandı. Üniversite rektörleri Fethullahçı olanlarla değiştirildiler. AKP hükümeti, binlerce yargıç ve savcıyı Fethullah ve AKP yanlısı olanlarla değiştirdi. Yargıç adaylarının hükümet bürokratları tarafından mülakata (sözlü sınav) tabi tutulmasını zorunlu kılan yasa çıkarıldı.

Zaman, Sabah, Yeni Şafak, Türkiye, Star, Bugün, Vakit, ve Taraf gibi gazetelerle çok sayıda televizyon kanalı ve radyo istasyonu, Fethullahçı ya da onun görüşlerinin yaygınlık kazanmasına hizmet edecek şekilde (ve AKP’yi desteklemek üzere) yayın yapıyor. Polis örgütü Fethullahçılar’ın yönetiminde.3 Fethullahçı örgütlenmenin polis teşkilatına hakimiyeti, AKP hükümetinin politikalarına karşı işçi ve emekçilerin mücadelesine yönelik polis zorbalığını artırmıştır. AKP yönetimi, parti ve hükümetlerinin faaliyetlerini organize etmede ve yurttaşları aldatmaya yönelik etkin propagandada Fethullahçı örgütlenme ve onun olanaklarından büyük destek görmektedir.

Bu hareketin, Türk politik sistemine etkilerinin son yirmi-otuz yıl içinde güç kazanması, AKP hükümetiyle birlikte kurumsal gücünün büyümesi ve genişlemesi, yargıda, polis gücü ve ordu içinde, üniversitelerde ve ortaöğretim kurumlarında, milli eğitim ve içişleri bakanlığı başta olmak üzere öteki devlet kurumlarında yerleşik şekilde örgütlenmesi; bunun da “toplumsal kurumların ve devletin uzun soluklu ve sabırlı mücadele ile ele geçirilmesi” şeklinde ifade edilebilecek “yeni Nurcu strateji”ye uygunluğu ve bu faaliyetin “tümel olarak” Amerikan emperyalist stratejisinin Balkanlardan Asya’ya; Kafkasya’dan Çin’e dek geniş bir bölgeye yönelen politikalarıyla uyumlu oluşu, birçok yönüyle ele alınıp irdelenmesini gerekli kılmaktadır. Buna rağmen, bu makalede, Gülen Hareketi ya da örgütlenmesi ve faaliyeti hakkında ‘genel bir giriş’ olarak da görülebilecek bazı bilgileri vermekle yetineceğiz.

ABD VE CIA YEDEĞİNDE “TÜRK İSLAM’I” HAREKETİ

ABD’de yaşayan Gülen, Amerikan yasaları çerçevesinde “iş, bilim, sanat, eğitim ve spor alanında olağanüstü yetenekli kişiler”e verilen oturma ve çalışma vizesi için ABD İçişleri Bakanlığı’na 2008’de yeni bir başvuru dilekçesi verdi. Başvurusunun kabul edilmesi için, aralarında Morton Abramovitz ve Graham Fuller, Mehmet Sağlam’ın da bulunduğu çok sayıda akademisyen, “din adamı” ve politikacı-stratejistin bulunduğu kişiler tarafından yazılmış “referans mektupları” sundu. İlgili Amerikan mahkemesi, buna rağmen, Gülen’in talebini, “CIA gölgesi, kendisi hakkında para karşılığı yazılar yazdırması ve ‘olağanüstü yeteneklerini’ belgeleyememesi” gerekçesiyle reddetti.4 İçişleri Bakanlığı adına savunma yapan Savcı Patrick Meehan ve Mary Catherine Frye, Gülen’in 4 Haziran 2008 tarihli başvuru belgelerine karşı, dikkat çekici iddialarda bulundular. “Davalı, kendisinin din adamı olduğunu ve eğitim alanında çalışmalar yaptığını belirtiyor. Oysa, eğitimci olduğunu gösteren hiçbir belge sunmadığı gibi kendisini akademisyenlerle çevreleyip para karşılığı kendi görüşlerinin tartışıldığı konferanslarda konuşturuyor ya da görüşlerini yazdırıyor”du. Amerikalı savcılar, Gülen, “siyaset ve din konularında çok etkili bir hareketi yönetmektedir. Ama bu çok özel yetenekte insanlara verilen vizeyi almasına hak veren bir alan değildir” diyorlardı. Savcılık, Gülen’in avukatlarının “karar bozma” çabalarına karşılık olarak da, davacının, ‘olağanüstü yetenekli’ eğitimciler arasında olması bir yana, eğitimci bile olmadığını, onun “dini hoşgörüyü eğitim kurumları içine sokan metotlar geliştirme” iddiasının da dayanaksız olduğunu söylüyordu.

Gülen’in ABD’nin koruması altında bulunması ve hareketinin özellikle Bush yönetimi tarafından Amerikancı bir İslamcılık akımının tüm Ortadoğu-“İslam Ülkeleri”nde ve Asya’da geliştirilmesi için kullanılması, savcılık makamınca da kuşkusuz biliniyordu. Buna karşın, savcılık, “deliller de göstermektedir ki, davacı kendi hareketinin organize ettiği ve masraflarını karşıladığı toplantılarda bulduğu desteği kendisini ‘âlim’ olarak göstermekte kullanmaktadır” diyor ve “Gülen hareketinin, yürüttüğü projelerin finansmanında kullanılan paraların büyüklüğü..”ne dikkat çekerek, “CIA’in de bu projelere finansal ortaklık ettiği şüpheleri”nden söz ediyordu. Pensilvanya Mahkemesi’ne sunulan savcılık belgesinde Gülen cemaatinin mali bütçesinin 25 milyar dolarlık büyüklüğe ulaştığına dikkat çekiliyor; “okullar, gazete, üniversite, sendikalar, televizyonlar. Bunların birbiriyle ne kadar bağlantılı olduğu tartışılıyor. İş yapma şeklinde hiçbir şeffaflık yok” deniliyordu.5

ABD istihbarat raporlarında ‘özel güven duyulan biri’ olarak görülen F. Gülen, ABD ile ilişkileri gerekçelendirirken, “Amerika şu andaki konumu ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır” demekte ve “Amerika istemezse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çalışmadığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz diyordu. Gülen, bu uluslararası güçten yararlanmayı ve onun çıkarlarınca yönlendirilmeyi kaçınılmaz ve amaca uygun göstermekle kalmıyor, kendi “projeleri”nin “Amerika ile çalışarak” gerçekleştirildiğini de, başkaca kanıt gerektirmeyecek açıklıkta dile getiriyordu. Gülen okulları, yürüttükleri faaliyetle, ABD ve onunla işbirliği politikalarını sürdüren Türkiye’nin Balkanlar, Ortadoğu, Orta ve Güney Asya’da yayılmacı faaliyetlerini kolaylaştırma; onun aracı olma işlevi görüyor. Kendi ifadesiyle, “devlet olmasa bile, vakıf, dernek ve şirketler yoluyla oraya girerek”, “o ülkeleri ifsad edecek akımlara karşı da bir sed teşkil edecek” şekilde faaliyet yürütmektedir. Faaliyetlerinin finansal kaynağı kuşku nedeni olan Gülen, “Asya’daki okulları milletimiz finanse ediyor. Şimdi alternatif himmet meselesi, Çırağan’larda, Hiltonlarda yapılıyor. Ve bu işe sahip çıkılıyor. Türk müteşebbisleri Asya’da yatırım yapıyor. Özbekistan’da, Kazakistan’da kazançlarının bir kısmını bu okullara tevcih ediyorlar. Belki de vergilerden düşürüyorlar. Bu beni alakadar etmez…” demektedir.  
FBI eski “çalışanı” Sibel Edmonds, Gülen okullarının CIA ajanlarının bölgedeki operasyonlarında kullanıldığını; ABD’nin, Türkiye’yi ve bu okulları kullanarak, Türk milliyetçiliği ve İslam’ın desteğinde etki alanını genişletmeye çalıştığını yazdı.6

F. Gülen hareketini ve bağlı okulların faaliyetini ABD’nin yayılma stratejisi kapsamında gören Almanya’dan Rusya’ya çok sayıda devlet, kurum ve kişi bulunuyor ve bunların birçoğu Gülen’in okulları ve hareketi üzerinden sürdürülen Amerikan-Türk istihbarat ve etki alanı çalışmalarından duydukları endişe ve huzursuzluğu birçok kez ve çeşitli şekillerde açığa vurdular.

Rusya’nın 5 büyük gazetesinden biri olan Nezavisimaya, 6 Şubat 2008 tarihli sayısında Andrey Melnikov imzasıyla ve “Kimsiniz siz, Bay Fethullah Gülen?” başlığıyla verdiği bir buçuk sayfalık haberinde, “Fethullah okullarında CIA ajanları öğretmen olarak çalışıyor mu?” sorununu gündeme getirdi. Yazar, “Gülen’in Hayali İmparatorluğu”ndan söz ediyor ve  “Türk ilahiyatçısının elle tutulamaz ama evrensel etkisi”ne dikkat çekiyordu. Melnikov, Fethullah Gülen Hareketi’yle “Batı’nın, öncelikle de ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni gerçekleştirme” amaç ve araçları arasında bağ kuruyordu. Ona ve görüşlerine yer verdiği bazı “tarih bilimci”lere göre, CIA ajanlarının “öğretmen kimliğiyle çalıştığı bu okullar”, “Yakın Doğu’da Batı emperyalizminin politikalarının bir uzantısı” idiler ve “Amerika’nın çıkar bölgelerinde” yoğunlaşmışlardı. Cemaat propagandacılarının, Türk-İslam kültürü ve değerlerinin “bütün insanlığa yönelik” yaygınlaşmasının araçları olarak gösterdikleri bu okulların faaliyetinin yoğunlaştığı bölge(ler) ile -ki Türkiye’de, Orta Asya’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Sudan ve Pakistan gibi ülke ve bölgelerde faaliyet yürütüyorlar- ABD’nin çıkar alanı ilan ettiği yerler üst üste çakışmaktaydı. “Türk kültürünü yaydıklarını” ileri süren bu okullarla onları organize edenler, etnik ayrımları körüklüyor, ABD ile çelişki içindeki ülkelerde bu ülkeleri bölme doğrultusunda faaliyet yürütüyorlardı.

Fethullah hareketinin eski Sovyetler Birliği ülkelerindeki çalışmalarının yıkıcı özellik kazanması üzerine, Rusya Federasyonu yönetimi, “yeni güvenlik konsepti” çerçevesinde, F. Gülen hareketinin faaliyetlerini Rusya’nın güvenliği açısından tehlikeli gördüğünü açıklayarak, Gülen’e ait 16 okulu kapattı. Bu okullarda çalışan 50 kişi, “ABD ve İngiltere adına ajanlık yaptığı, Türk cumhuriyetlerinde bazı darbe girişimlerine karıştığı, bu ülkelerde patlak veren bazı iç karışıklıklarda rol oynadığı nedeniyle sınır dışı edildi. Moskova yönetimine göre, Gülen’e ait okullar, bu ülkelerdeki faaliyetlerinde terör eğitimi veriyor, dinci örgütlere eleman yetiştiriyorlar”dı.7 Rusya’yı Özbekistan izledi ve orada da Gülen okulları aynı gerekçelerle kapatıldılar.

“HOŞGÖRÜ” MASKELİ EMPERYALİST VE IRKÇI MİSYONER HAREKETİ

Fethullahçı olanlarıyla birlikte sağ-sol liberal birçok yazara göre, Gülen hareketi, “insanlığa hizmete adanmış”, “ırk, dil, din ayrımı gözetmeyen”, “Türkiye eksenli bir ‘gönül hareketi’”; Gülen ise, “bu dünyada dikili bir ağacı dahi bulunmayan, dünyanın makamına, lüksüne ve şöhretine gönlünde zerrece yer vermeyen..” bir “adil halife”, dahası “modern zaman peygamberi”dir(!)

Sağ’dan “sol”a burjuva liberalleri, Amerikancı ya da bizzat ABD ve İngiliz kökenli kimi yazar, politikacı ve istihbarat görevlisi-diplomatlar ile sözüm ona “din alimi” Fethullah müritleri, “Komünizm ile mücadele dernekleri”nin kurucu üyeleri ve militanları arasında yer alan Gülen’i ve onun da etkin mensubu olduğu Nurculuk hareketini, bu hareket, onlarca yıldan beri en sağcı, en gerici siyasal partileri desteklemesine, onların ve hükümetlerinin işini kolaylaştıran faaliyetler yürütmesine; bunun karşılığı olarak da toplumsal düzenin ve siyasal sistemin etkin mekanizmalarında yuvalanmayı başarmasına karşın, siyasal amaçlardan bağışık, “ülke, devlet ve millet için yararlı, hoşgörüyü esas alan bir hareket” olarak sunuyorlar. 2005 yılında ABD’ne giderek, kendi ifadesiyle F. Gülen ile ayrılık hasretini gideren C. Çandar örneğin, Gülen’in “hiçbir siyasi amacının olmadığı”nı ileri sürüyor. “New York’a iki-iki buçuk; Philadelphia’ya bir buçuk saat uzaklıkta, Pensylvania eyaletinde bir orman kampının içindeki 104 dönümlük, 10 binayı içeren bir arazinin ortasında” oturan Fethullah Gülen ile “nihayet ‘hasret’ giderdiklerini” ve bir araya gelmekten çok mutlu olduğunu söyleyen Çandar, Gülen’in “Türkiye`de yaşayabileceği şartlarda hala bulunamıyor olması, bu `gurbette` ve böylesine bir `hicret`te kalmaya devam etmesi”ni hüzün verici buluyor, T. Erdoğan’ın başbakanlığa yükselmesinde olduğu gibi, Fethullah’ın da Türkiye’ye yeniden dönüp “himmetleri”ni bahşetmesi için şartların oluşturulmasını istiyor. Çandar’a göre, “St. Petersburg’dan Yemen’e, Japonya’dan Endonezya’ya, Makedonya’dan Avustralya’ya Türkiye`nin ve Müslüman kimliğin yüz akı” Gülen “Türkiye`nin dünya çapındaki en etkili, en saygın değerlerinden biri…”dir.

Sağcı ve liberal ‘solcu’ yandaş yazarlar, “dünyanın her tarafında” Türk bayrağını “dalgalandırma” ve Türkçe’yi “o ülkelerin çocuklarının dili haline” getirme çabasını, ırki-politik misyonerlik saymıyor; bizzat Gülen tarafından “birlikte çalışılmaz ise hiç bir proje hayata geçirilemez” diye ilan edilen ABD ve stratejisiyle ilişkili bu hareketi emperyalist yayılmacılık politikalarıyla ilişkili görmüyorlar. Bunlara göre, “dini inancın ve yaşam tarzının yaygınlaşması” ve “dinin toplumun her alanında güçlü bir görünürlük kazanması” için çaba göstermek ise, “zaten politikadan bağımsız”dır!

Bu propaganda, uluslararası alanda da, özellikle Amerikan-İngiliz sermaye çevrelerinin desteğine sahiptir. Demokrat Partiye yakın, Amerikan Foreign Policy ve İngiliz ‘Prospect’ dergileri, 2008’de düzenledikleri “Yaşayan En Büyük 100 Entelektüel” anketinde Gülen’i birinciliğe oturttular ve onu okuyucularına “Allah`a ve insanlığa hizmet etmeye çalışan biri” olarak tanıttılar. Amerikan-İngiliz dergileri, Gülen’in “Hiçbir siyasi amacım yok. Tek amacım Allah`ın rızasını kazanmak ve O`nu insanların doğru bilmesi ve sevmesi” sözlerini öne çıkarıyor, İslam’ın, “bir hükümetin genel karakterini belli eden temel prensipler” belirlediğini söylediğine dikkat çekiyorlardı. Amerikan Foreign Policy’ye açıklamasında Gülen, kendi okulları için, “Bu okulların açılmasını öneriyorum ve insanları cesaretlendiriyorum. Ancak okulları kontrol eden merkezi bir yönetim yok. 100`den fazla ülkede okul var. Bu okulları açan ve yöneten pek çok farklı şirketler olmalı. Bazılarının yakın ilişkileri olabilir” diyordu. Gülen, “Bazı insanlar beni bir hareketin lideri olarak görebilir. Bazıları bütün faaliyetleri yöneten merkezi bir idare olduğunu sanabilir. Bu kişiler, insanların Allah`a ve insanlığa hizmet etme şevkini ve cömertliğini göz ardı ediyor. Bu tür yanlış algılar, okulları mali kaynağı noktasında insanları şüpheye düşürüyor olabilir. Türkiye`de küçük bir azınlık, yıllardır sağlık problemleri ile uğraşmama rağmen siyasi amaçlarım olduğu suçlaması yöneltiyor” diyerek, devlet ve hükümet yöneticileri ve istihbarat örgütleriyle ilişkilerini ve hükümet yöneticileri ve çeşitli devlet kurumlarıyla iç içe geçmiş tarikat örgütlenmesini inkardan geliyordu.8 New York Times, Güleni, “Vatandaşların ibadet hürriyetine sahip olduğu laik demokrasiden fazlasını istemediğini söyleyen bir milliyetçi” olarak tanıttı. Amerikan gazetesine göre, Fethullah cemaati ve üyeleri “Müslüman barış gücü” idiler. Alman büyük sermayesinin ‘sesi’ Frankfurter Allgemaine Zeitung’un Türkiye muhabiri Rainer Hermann, Postdam’da yapılan bir konferansta, “Gülen’in vaaz ettiği İslam”ı, Batı açısından “bir ortaklık ve zenginlik” olarak gösterdi.

Gülen’i politikadan bağışık, politika dışı ve üstü gösteren bu burjuva propagandası ve tutumu, onun “Türk İslamı”nı yayma ve ABD’nin stratejik çizgisinin özellikle Ortadoğu-Asya bölgelerinde başarıya ulaşmasına hizmet eden faaliyetlerini sürdürmesine kolaylık sağlamakta, etkisini artırmasına ve bizzat kendisi tarafından özellikle vaazlarında ve kimi söyleşilerde dile getirilmiş hedeflerine ulaşmasına hizmet etmektedir.

YÖNETME HEDEFLİ BİR “CİHAT” VE “HURUÇ” HAREKETİ

Kendi ifadesiyle, Gülen’in hedefi, “Millî bünyemizi meydana getiren ve kuvvetlendiren, millet olarak yaşamamızı sağlayan unsurları takviye ederek komünizmle fikir yoluyla mücadele etmek ve bu gayeye ulaşabilmek için tarihe, vatana ve Allah’a bağlılığı kökleştirmektir.”9 F. Gülen bunun için, “komünizme”, materyalizme ve güçlenmekte olan “ateizm cereyanı”na karşı uluslararası mücadele istemekte, Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi din adamlarının “bir araya gelip birlikte ne yapacaklarını konuşmaları”nı ve “dinler arası diyaloğu” gerçekleştirerek, kapitalist dünyayı “güvenceye alma”ya yardımcı olmalarını gerekli görmektedir. Bu “ulvi” amaç için, “Rabb’in aciz kulu” Gülen, “Papa Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak” isteğiyle, Katolikliğin gelmiş geçmiş en gerici şeflerinden biri olan ve Amerikan emperyalizminin dünya politikalarının piyonluğunu başarıyla yerine getirip Doğu Avrupa ülkelerinde emperyalist hakimiyetin sağlanmasında özel rol üstlenen Papa II. Paul’ün huzuruna çıktı10 ve “en aciz bir şekilde hatta biraz cüretle”, Papanın ve Vatikan’ın, “bu pek kıymetli hizmetini” icra etmesine “en mütevazı yardımları”nı sunmaya koştu.11

Gülen, cemaatinin “istikbale yürüme” stratejisinde devlet kurumlarında örgütlü olmanın önemli olduğunu izah ederken şunları söylüyor: “Adliyede, Mülkiyede veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hâlâ bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım, keşfetmeleri lazım. Aşmaları lazım. Bu da meselenin diğer bir yanıdır. Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde kuvvete başvurmayacaksınız. Teknik-taktik yerinde sizin kalbiniz önemli. Dıştan bizi bazıları korkaklıkla itham edecekler. Fırsat bulup, hep yolunuza devam ediyorsanız, yine orada o esnekliği gösterecek, o eksantriği kullanacak, geriye çekiliyor gibi yapacak, fakat adımlarınızı daha açıp ileriye gideceksiniz. İster Mülkiyede çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliyede çalışan arkadaşlarımız olsun, herkes için söz konusudur bu. Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerlere gitme. Mutlaka riayet edilmesi lazım. Müslümanların belli bir noktaya ve kıvama gelecekleri ana kadar bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır. Erken vuruş diyeceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya Cezayir’deki gibi başlarını ezer. Zayiata meydan verilmemeli. Çok dikkatli ve çok tedbirli, temkinli hareket etme mecburiyeti var. Bu hizmetin içinde bulunanlar, bu hizmete göre hizmet vermek isteyenler, her birisi dünyayı idare edebilecek birer diplomat gibi hareket etmeli”dirler.12 Bu kadar açık konuşan “Hocaefendi”nin vaazlarına bakılırsa, bunlar “belli bir noktaya ve kıvama gelecekleri ana kadar”sabır ve sadakatle çalışmak durumundadırlar.

ATV kanalında, 18 Haziran 1999’da yayımlanan bir programda yer verilen vaazında Gülen, bu durumu -ya da taktiği- şöyle ifade ediyordu: “ …bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır, zaruri ve luzumlu. Yanlış bir şey yapar, kıvama ulaşılmadan, özleriyle tam bütünleşmeden, gereken mesafe alınmadan, bir kısım erken vuruş diyebileceğim çıkışlar yaparlarsa dünya başlarını ezer ve Müslümanlara Cezayir’deki hadise gibi yeni bir hadise yaşatırlar. Suriye’deki 82 vakıası gibi bir fecaat yaşatırlar. Her sene Mısır’da yaşanan fezaat ve fecaat gibi fezaat ve fecaat yaşatırlar… Böyle bir dönemde, tam özünüzü bulacağınız, kıvama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp taşıyabilecek güce ulaşacağınız ana kadar… Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekebileceğiniz ana kadar her adım erken sayılır. Her adım yirmi gününü doldurmadan yumurtayı kırma gibi bir şeydir. Civcivleri terk eden bir kuluçka gibi, civcivleri doluya, fırtınaya terk etmek gibi bir şeydir. Ve burada yapılan şeyler bunlardır. Burada yapılan şeyler mikro planda dünyayla hesaplaşma işidir… Bunca kalabalık içinde ben bu duygu düşüncemi sözde mahremce anlattım, ama sizin mahremiyete sadık, mahremiyet mevzuunda hassas duygularınıza sığınarak anlattım.13

N. Veren, “Fethullahçı subaylar bir zamanlar bizim öğrencilerimizdi. Onları mali açıdan destekledik, eğittik, onlara yardımcı olduk. Bu minnettar çocuklar mezun olup etkili mevkilere çıktıklarında, kendilerini ve mevkilerini Fethullah Gülen’in hizmetine adadılar… Emir ve direktifleri Fethullah verir ve bu subaylar sayesinde devlet içindeki iktidarını korur… Fethullah’ın öğrencileri polis akademisinden, askerî okullardan mezun olduklarında tıpkı yeni doktorlar ve avukatlar gibi minnettarlıklarını kanıtlamak için ilk maaşlarını Fethullah Gülen’e verirler..” demektedir. Veren, Fethullahçı subayların “hücre evlerindeymiş gibi gizlenmeleri”nin emredildiğini iddia etmektedir.14

Ateizme ve materyalizme karşı “yüzyıllarca yaşayacak” milyonların “yeni bir milletini” yaratma iddiasındaki Gülen, müritlerine, “bir örümcek sabrıyla ağları örme, insanların gelip bu ağlara düşmesini bekleme”; böylece onların “ölü vücutlarına can verme” çağrısı yapmakta ve bu amaçla her tür sancının çekilmeye değer olduğunu söylemektedir.15 Vaaz ettiğine göre, ona, bu gayesini gerçekleştirme “izni” “Allah’tan” gelmiştir! Gülen çalışmalarını “İzin Allah’tan geldi… Allah camilerde olduğu gibi, isminin bu evlerde anılmasını, çalışılmasını, öğretilmesini istiyordu” iddiasıyla kutsarken, Bush’un Irak işgalini, ABD’nin Vietnam işgal ve katliamını, Siyonistlerin Filistin Arap halkını yok etme savaşını “Allah’ın isteği”yle ilişkilendirmelerinde olduğu gibi, kendini bir tür peygamber olarak gösterme çabasındadır.

Gülen’e göre, devlet, ele geçirilmesi gereken bir mevzi değil, kendisine ait bir parça ya da kendinin ona ait bir parça olduğu bir yapıdır. Ancak, İslami-Türk bir devlet yönetiminin oluşturulması ve İslam’ın toplumsal yaşama hakimiyetinin sağlanması için “meşakkatli bir çalışma” gerekmektedir. “Mülkiye’ye de, adliye’ye de, istihbarata da, hariciyeye de” girilecektir.16Ve “Cihat” zorlanacaktır! “Cihat bir hayat kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehit olup ebedi bir hayat ya da gazi olup hem dünya, hem Ukbe nimetlerine kavuşacaktır. İşte bu cihat da bir de böyle bereket vardır… Cihat sözcüğü; gün olur, mal-mülk her şey feda edilerek bu vazife yerine getirilir, zaman gelir, yıllar gider bir can pazarına ulaşılır ve can alınır verilir. Cihat bir müminin uğruna canını feda edebileceği en tatlı mefkûre ve en yüksek bir idealdir. Zira mümin, kendi teri içinde boğulma ve kendi kanıyla abdest alma gibi bir payeyi ancak cihatla elde edebilir...” Cihat için, “can alınacak-can verilecek”tir17

Gülen’e göre, “Huruç harekâtının başarıya ulaşması için bütün yurtta kendi binalarında ve kiralayacakları müsait yerlerde orta ve yükseköğrenim gören öğrencilerin meyvelerini vermesi için her düzeyde okulların açılması, özellikle Türkiye’deki öğretmenlerin büyük bir bölümünün kendi yönlerinde faaliyet göstermeleri” gerekmektedir. Böylece bu “yetişmekte olan yeni nesiller arasında, her sahada inkılâpçı ruhlar çıkacak ve birkaç asırdan beri süregelen bu acı dönemini sona erdir”eceklerdir. Onun, “Cihat”ın ancak “devlet ve devlet başkanları tarafından ilan edilebileceği” düşüncesine bakılırsa, önce devlet kurumlarına yerleşilerek devlet ve başkanı olunacak, sonra da “ateizme”, “materyalizme”, “komünizme”, demokrasi ve hak eşitliğine karşı “cihat” edilecektir!

HALKA VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNE KARŞI BİR ÖRGÜTLENME

Gülen, “Komünizmle Mücadele Derneği”nin Erzurum kurucuları arasında yer alıyor. Aralarında bu derneğin en militan kurucularının da bulunduğu şoven milliyetçi ve din istismarcısı kişilerle birlikte “İlim Yayma Cemiyeti”ni, “Işık Evleri”ni, yüzlerce okul-dershane-sağlık kuruluşu ve finans şirketi kurup, bunlar aracıyla faaliyetini ülke düzeyinde ve uluslararası alanda sistematik hale getirdi. 12 Eylül cuntası, bizzat cunta şefi Evren’in şahsında dini önyargı ve söylemi kullanırken, koşullardan yararlanarak gücünü artıran örgütlenmelerden biri de Fethullahçılar oldular. Gülen, ‘anarşist ve teröristleri devletin asker ve polisine bildirmeyenlerin Allah katında sorumlu olduklarını‘ vaaz ediyordu. Aralarında Nurcu cemaatlerin en önemli adamlarından biri olan M. Kırkıncı Hoca gibilerinin de bulunduğu cemaat liderlerinin, okullarda zorunlu din dersi eğitiminin getirilmesinden hareketle, cuntayı olumlu karşıladıkları ve T. Şahinkaya gibi cunta generalleriyle görüştüklerine dair haberler dönemin basınında yer alıyordu. Bu çevreler, Anayasa oylamasında ‘evet’ denmesi için çaba gösterdiler. Devlete itaat istiyorlardı.18

12 Eylül cuntasını destekleyen fetvalar veren Gülen, bu dönemde,  “İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet...” diye bar bar bağırmaktaydı. F. Gülen, “Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...” diyerek, generallere secde ediyordu. Ona göre, asker, “her milletin tarihinde bir tepe varlık”tı. Gülen, Türkiye’de “klasikleşmiş” “ordu=millet” anlayışını, kendi İslami görüşü doğrultusunda şekillenmesi koşuluyla, benimsiyordu. Ona göre, Kenan Evren örneğin, dinin zorunlu öğretilmesini eğitim programına koydurduğu için “cennete bile gidebilecek”ti! 28 Şubat 1997 askeri muhtırası sonrasında katıldığı bir televizyon programında orduya duyduğu sevgi”yi bir kez daha dile getirdi ve muhtıra doğrultusunda hükümetin çekilmesini istedi. Eski cuntacı general N. Üruğ, Gülen’i, bu tutumundan dolayı, “cumhuriyetin özlediği din adamı” olarak onöre etti(!)

‘Başyazar’ı olduğu “Sızıntı” dergisinin yayın anlayışıyla ilgili açıklamasında, Gülen, “Yayınladığımız ilmi, edebi ve ahlaki bir dergi olan Sızıntı’da hiçbir zaman siyasi ve ideolojik, milli birlik ve bütünlüğü bozucu, milli ve ahlaki değerlere ters, suç teşkil eden herhangi bir yazı yayımlanmamıştır. Bilakis çeşitli zamanlardaki sayıları incelendiğinde daima ordumuzun ve emniyet güçlerinin yanında olarak, hitap ettiği okuyucularına asayiş ve huzurun telkinini yaptığı görülecektir...” diyerek, hizmetlerini açıkça ifade etti.

Gülen cemaati, Özal-Çiller yönetimlerinin destekçisi oldu, devleti savundu ve “teröre karşı olma” adına devlet şiddetinin yanında yer aldı. Karşılığı devlet desteği oldu. Hükümetlerin koruyucu kanatları altında, uluslararası güçlerin ve gizli servislerin olanaklarından yararlanarak ve onların en etkili olanlarıyla işbirliği içinde örgütlenmesini uluslararası alana taşıyarak faaliyet alanını genişletti. Etkilediği ya da kendisine doğrudan bağlı akademisyenler üzerinden ve uluslararası ilişkilerini kullanarak düzenlediği periyodik “Gülen konferansları”yla görüşlerini yaydı, ilişki ağını genişletti, hükümetlerin politikalarını etkilemeye çalıştı. 1991’de Refah listelerinden seçime katılan MHP’lilere 3.5 milyar TL yardım ederek, ittifak listesinin desteklenmesini istedi. Yakın zamanda bir “helikopter kazası”nda yaşamını yitiren M. Yazıcıoğlu’nu “cesur ve dürüst bir Anadolu yiğidi” olarak sahiplendi.

Bu çalışmaları nedeniyle, Türkeş, ona, “Mahsus selam, sevgi ve saygılar sunuyorum” diye bitirdiği 1997 tarihli mektubu yazdı ve Gülen’in “hizmetleri”ne dikkat çekerek, “Susurluk olayı bahane edilerek zat-ı âlinizin temiz isminin gölgelenmek istenmesi çok üzücü olmuştur. Fakat hem milletimiz sizi tanıyor, hem de dünya sizi tanıyor. Kötü niyetlilerin bir şey yapmaları mümkün değildir” diyerek sahiplendi. Türkeş, ondan, başlattığı “güzel gelişmelerin tamamlanması”nı istiyordu. “Hocaefendi Türk milletinin gönlünde hak ettiği yeri almıştır. Hiçbir zan veya iftira bu yeri sarsamaz” diyordu. “Şahsi malı olarak bir tek dikili ağacı bulunmayan, kendini ilme ve ilmin yayılmasına adayan memleketimizin manevi dinamiği olan Hocaefendi’nin Avrupa’dan Yakutistan’a kadar olan çalışmaları her manada takdire şayandır…” şeklinde övgüye boğuyordu.19 Türk şoveni Türkeş’in övgüleri, ne boşunaydı ne de politika dışı bir kişinin hak ettiği türdendi.

Demirel, Ecevit, Türkeş gibi uzun bir dönemin en etkin politikacılarının Gülen hareketine olumlu yaklaşımları ve Özal, Çiller, Erdoğan’ın açık desteği, Gülen hareketine ilgiyi artırırken, hakkında birçok dava açılmış olmasına karşın, “devlet nezdinde muteber din adamı” sıfatıyla bir tür mükafatlandırılmış oldu.20 Gülen’in kendisine ait Fatih Üniversitesi’ni açış törenine (08.11.1996), Cumhurbaşkanı S. Demirel’in yanı sıra MHP Genel başkanı Türkeş ve birçok politikacı, bilim insanı ve büyük patron katıldı.

TÜSİAD’ın yayınladığı Görüş Dergisi’nde, “İslam, Demokrasi ve Türkiye başlığıyla yayımlanan bir makalede: “Fethullah Hoca olayı, devletin resmi modernleştirme programı ile toplumun geleneksel değerlerini yeniden canlandırma işlevi görmüştür. … Bir yandan modernliğin getirdiği değerleri yok saymak istemeyen, ancak öbür yandan binlerce yıllık bir gelenek ve duyarlığın ürünlerine sırt çevirmek istemeyen bu kitle için Fethullah Hoca’nın temsil ettiği tez veya daha doğrusu sentez, en işe yarar proje olarak görünmektedir… şeklinde, Gülen ve hareketi, büyük sermaye için “en işe yarar proje”lerden biri olarak tarif ediliyordu.21

Gülen hareketinde 35 yıl boyunca yönetici-sorumlu düzeyde çalışan Nurettin Veren, Gülen’in, aralarında Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Ali Çoşkun, Şehabettin Harput gibi bakan ve politikacıların da bulunduğu çok sayıda politikacı, polis şefi, subay ve “işadamı”yla irtibat halinde olduğunu açıkladı. Gülen’in adı “Susurluk Çetesi Raporu”nda yer alıyor. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz, polis içindeki Fethullahçı örgütlenmeyi, “Susurluk döneminden daha vahim bir gelişme” olarak tarif etti. Gülen’in M. Abramowitz, Papa II Paul, G. Fuller gibi CIA görevlisi ve Vatikan merkezli gericiliğin temsilcileriyle ilişkileri gizlilik perdesini yırttı ve artık açıkça sürdürülüyor. Diyalog gerekçeli bağlantıları arasında, Amerikan Musevi Lobisi başkanı A. Foxman’ da bulunuyor.

Gülen ve hareketinin amaç ve hedefleri, bizzat Gülen’in ortaya koyduğu görüşlerin mantığıyla uyumlu olarak, sermayenin en bağnaz, en kararlı savunucularının amaç ve hedefleriyle temelde birleşmektedir. “Allah’a, millete ve devlete hizmet için” çalıştığını söyleyen Gülen, bu amaç ve hedeflere dini karakterde olanları da katar ya da dini onlar için daha etkin kullanmakla ötekilerden bir biçimde ayrılık gösterir. Gülen devletçidir ve sömürü sistemine karşı değildir. Devletin bazı güçlerinin onu ve faaliyetlerini kendileri için şeriatçı potansiyel tehlike olarak görmelerine karşın, o devlet içinde ve yönetiminde örgütlenmek ve devlet güçleri ve kurumlarının korumasında, onlara da sırtını dayayarak, devletin gönüllü lobiciliğini yapıyor, bunu da “Türk lobisi” olarak adlandırıyor. “İslam, ibadet, milli duygular, bayrak, toprak, ülke, insan sevgisi ve hoşgörü” gibi kavramlar etrafında sürdürdüğü “diyalog” çağrıları, bu lobici faaliyetin etkisini artırmak içindir. Yetiştirdiği “altın nesil”in, “Müslüman, milliyetçi, devletine sadık Türk” olmasını istemektedir.

Gülen’e göre, “Türkiye’de yaşayan, Osmanlı geçmişini kendi geçmişleri olarak gören herkes Türk olarak” görülebilir. AKP hükümetinin “yeni Osmanlıcı” diye tanımlanan ve ABD’ne yedeklenmiş yayılmacı politikalarını desteklemekte; “bu bölgedeki Osmanlı prestijinden yararlanılmasını” istemektedir. Osmanlının giremediği topraklara kendilerinin gireceği iddiasında olan ve “Türkiye Müslümanlığı”nı uluslararası alana yayma çabasındaki bir “havari” olarak görülmek isteyen Gülen, “Elimden gelseTürk insanının yarısını, Türkiye’yi tanıtma Türk düşüncesini dünyanın her tarafına götürme, bu düşüncenin havarisi olma aşkına dünyaya salardım. demektedir.

Gülen’in “eğitim faaliyeti”nin ‘Kürt ayağı’nda, Kürtlerin devlete bağlı nesillerini yetiştirme hedefi vardır. Irak Kürdistanı’nda açılan okullarıyla ilgili konuşurken, Gülen; “Erbil’de Türkmenler için okul açacağımız zaman orada Barzani ve Talabani hakimdi. Ben Sayın Cumhurbaşkanı’na (Demirel’den söz ediyor- Y. A) sordum o meseleyi. Devletin burada okul açmasını zaruri görüyorum, aksi halde, oradaki Türkmenleri Kürtler eritir dedim. Eğer siz yapmayacaksanız, bilin ki biz yapacağız dedim. Onlar da ‘nasıl istiyorsanız öyle yapın’ dediler. Bu bilinerek yapıldı. Onun için MİT de, oradaki istihbarat örgütleri de bu işin hep yanında oldular. Ve Erbil bombalandığı halde bizim okula bir şey yapmadılar. Irak da yapmadı. Barzani de… Orada eğitim devam ediyor. Hatta ikincisi ve üçüncüsü açılması bahsi mevzuu...” demektedir. Irak Kürdistanı Federasyon hükümetinin olanaklarıyla yürütülen ve Kürt yöneticilerinin çocuklarının da devam ettiği Türkçe-İngilizce eğitim veren bu okullar (Işık ve Nilüfer), Türk-İslam misyoneri yetiştirmeyi hedeflemekte, yanı sıra bu okullar aracılığıyla bölgede yayılmacı Türk ve Amerikan-İngiliz politikalarına zemin yaratmaktadır.

F. Gülen’in Kürtlere yönelik devlet şiddeti ve inkarına karşı bir tutumu yoktur. Gülen tarafından yeniden yorumlanıp düzenlendiği belirtilen Risale-i Nur belgelerinde, Kürtlerle ilgili söylenenlerin değiştirildiği, birçok Kürt yazar ve Kürt web sitesi tarafından gündeme getiriliyor. Gülen’in stratejisine bağlı çalışan ‘Abant Platformu’ toplantılarında (Sonuncusu Erbil’de (Hewler) gerçekleştirildi) Kürt sorunu da ele alınmış, bu toplantılarda konuşan sosyolog, siyaset bilimci ve politik yazarlar, “Kanaatimizce tarihi yanlışlıklar, karşılıklı önyargılar, diyalog ve empati eksikliği Kürt sorununun çözümündeki en büyük engelleri oluşturmaktadır” diyerek, Kürt sorununun ulusal hak eşitliği temelinde çözümü ve bunun için mücadeleye karşı bir tutumu ortaya koydular.

Demokrasi sorunu onun için “teferruat”tır! Halkın demokratik talepleri “kendilerinin meselesi” değildir. İşçi ve emekçilerin ekonomik, siyasal- sosyal taleplerini istismar aracı olarak kullanan bir söyleme bazen başvurmakla birlikte, savunusunun devlet otoritesini zaafa uğratacağı düşüncesiyle karşısında yer alır. “Büyük çoğunluğu itibarıyla bu nesil (kuşak) kozmopolitleşti, ateizme yelken açtı ve komünizm, sosyalizm erozyonlarıyla her bir vadiye sürüklenip gitti…” diye tarif ettiği genç kuşakları, “komünizm ve sosyalizm erozyonu”nundan sözüm ona kurtarmak üzere, tarikat cenderesini açar ve emperyalist ideolojik kuşatma harekatının en önemli “savaş birlikleri” arasında yer almakta gecikmez. Amerikan işgaline karşı Irak halkının direnişini; Siyonist gericiliğe karşı “Filistin intifadası” türünden başkaldırıları “terör” eylemleri sayar. ABD politikalarına karşıtlığı reddeder ve ABD göz ardı edilerek dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir işin yapılamayacağını ileri sürerek, ona yedeklenmeyi savunur.

FETHULLAHÇI UYUTMAYA KARŞI MÜCADELENİN ÖNEMİ

F. Gülen ve hareketi, hükümet politikaları desteğinde, devlet olanaklarını kullanarak örgütlenmesini güçlendirmiş, cemaatin yaygınlaşan faaliyeti ve AKP’nin hükümet ve devlet gücü korumasında, dinin, toplumsal yaşam ve devlet yönetiminde etkisi genişleyerek, etkinliğini artırmıştır. Dini örgütlenmenin resmi-gayrı resmi yaygınlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı 85 bin caminin, 4000 civarındaki açık, binlerce gizli kuran kursunun, yüzlerce imam hatip lisesi ve İlahiyat fakültelerinin ve Diyanete bağlı çalışan 100 bin “din adamı”nın faaliyetleri dinin etkinliğini diri tutmaya ve yaymaya genel olarak hizmet ederken, Fethullahçılar bu durumu kendi görüşlerini yaymanın dayanağı olarak kullanmaktadırlar.22 2.7 katrilyon liralık bütçeye sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yürüttüğü çalışmalar, Fethullah Gülen ve “Cemaati”nin, AKP ve hükümetini, gazete ve televizyonları, finans kurumlarını, bankaları, okul, üniversite, “ışık evleri” ve diğer kurumları kullanarak, güç ve örgütünü büyütmesini kolaylaştırmaktadır.

Başlattığı hareketin amacını, “ateizme ve materyalizme karşı mücadele”, “Osmanlı türü bir yapı altında Müslüman dünyasına Türkler`in yön vermesini sağlama…” olarak tarif eden Gülen ve hareketinin diğer dini tarikat ve örgütlenmelerden en önemli farkı, kendini “bilim ile dini sentez eden” yeni bir tür İslamcılığı tesis hareketi olarak göstermesidir. ‘Gülen cemaati’ sosyo- politik ve uluslararası koşulları veri almakta, görüşlerinin toplumun daha geniş kesimlerini etki altına alması için her tür takıyyeden kaçınmamakta, çıkarları gereği emperyalist gizli servislerden Papalık gibi Hıristiyan dininin en yüksek mercileriyle ilişkiye girmeye kadar her yol, yöntem ve aracı kullanmaktadır.23 Batı ve özellikle de ABD kaynaklı kurumların, ilkokul eğitimli bu eski vaiz ve imamı “seçkin entelektüel”, “aydın”, “bilim adamı” ve “eğitimci” olarak reklam etmeleri, “GOP” (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) olarak adlandırılan ve ABD’nin Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Güneydoğu Asya’ya yönelik emperyalist yayılma stratejisinde “Ilımlı İslam”ı bir araç olarak kullanma politikasından bağımsız değildir.

Gülen ve hareketinin belirgin özelliklerinden bir diğeri, “ulus-ümmet” düşüncesini kullanmaya çalışması ve devletin din anlayışına “yakın duran” bir çizgide, devlet gücünden de olanaklı olduğunca yararlanmak istemesidir. Bu “dini anlayış”ın iktisadi-politik alana “tercümesi”, kapitalist ‘yeni liberal’ ekonomi politikaların benimsenmesi; uluslararası sermaye ile ilişkilerin uygun ve yararlı görülmesi, bunları İslami Türkçülükle yoğuran bir dini ve kültürel eğitimi esas almasıdır. Uluslararası gelişmeler ve ilişkilerin tüm sosyal-iktisadi ve politik ilişkileri etkilemesinin kaçınılmazlığını “tecrübe eden” Gülen ve hareketi, bu gelişmelerin kimileri tarafından “İslam dünyası” olarak adlandırılan geniş bölgede etkili olacağını görmekte ve faaliyetini bu koşul ve etkenleri gözeterek yürütmektedir.

Gülen, cemaatine ait “Işık Evleri”ni, Türkçü-İslamcı “altın nesil”in eğitim ve yetiştirilmesi “ocakları” olarak değerlendirmekte; kurduğu okullarda eğitim görenleri ulusal ve uluslararası hedefleri doğrultusunda ve okullarının bulunduğu 90-110 arası ülkede çalıştırmaktadır. Cemaati, “kapalı devre çalışan bir getto” hareketi olmayıp, dışarıya açılmayı genişleme ve etkisini yaygınlaştırmanın gereği sayan, bu doğrultuda faaliyet gösteren bir örgütlenmedir. Gülen, böylece ülke yönetiminde söz sahibi olma (belirleyici konum kazanma) ve uluslararası ilişkileri de bunun için kullanma çabasındadır. İçişleri ve Milli Eğitim Bakanlıklarıyla polis teşkilatı başta olmak üzere, devlet kurumları ve sözde sivil toplum kuruluşlarındaki büyüyen etkisi ve gücü, bu doğrultuda önemli adımlar attığını göstermektedir.

Gülen, Said Nursi’nin “Takipçileri”nden biri olarak ortaya çıktı. Ancak o, “Nurcu” olarak görünmeyi “darlaşma” nedeni saymakta, “Nurculuk kimliğini kullanmayacağını” söylemekte, “dinde yenilenmeci” olarak tanınmak istemektedir.

Gülen’in, “İslami Türk milliyetçiliğini geliştirip yaygınlaştırma amacı ve bunu gerçekleştirmek üzere belirlediği hat politik karakterde olmakla kalmamakta, sermayenin ulusal ve uluslararası çıkarlarıyla da uyum göstermektedir. Gülen ve hareketinin en önemli hedefi, dini de kullanarak, halkın sermaye sistemine bağlı kalmasını sağlamaktır. Gülen ve hareketini, bazı sözde ilerici aydın kesimlerinin ve birbirleriyle iktidar kavgası içindeki hakim sınıf kesimlerinden bazılarının göstermek istedikleri türden, devleti ajan örgütlenmesi ve entrikalarla ele geçirmeye çalışan bir “öcü” olarak görmek, onu ve hangi toplumsal gereksinmelere dayandığını ya da dayanmak istediğini; kapitalist gelişmenin, burjuvazinin 21. yüzyıl dünyasının ihtiyaçlarına uyum göstermeye zorladığı dini anlayış ve yargıların hangi türden yeni yorum ve savunusunu esas aldığını; halk kitleleri üzerindeki ve aydınlar içindeki etki ve yerini ve bilimi kendi amaçları yönünde kullanma taktiklerini dikkate almamak olur. Bu yöntemin Marksist olmaması bir yana bilimsel ve materyalist de olamayacağı açıktır.

Bütün bunlar, Gülen’in başını çektiği, ancak içerde hükümet başta olmak üzere, çeşitli düzen ve devlet güçlerinin, dışarıda ise ABD gibi uluslararası güçlerin ve onların çıkarları doğrultusunda hareket eden açık-gizli servislerin desteklediği bu hareketi, ideolojik-politik görüşleri, dini telkinleri, iktisadi-sosyal gücünü işsizlik, yoksulluk ve yoksunluğun istismarı için kullanması ve bilim karşıtlığının günümüz koşullarında kabul görmesinin zorlaştığını görerek, bilimi sözüm ona dinsel hurafelerle birleştirme çabaları gibi nedenlerle, din istismarcısı tüm öteki parti, örgüt ve cemaatlerden hem daha da tehlikeli kılmakta, hem de bu özellikleri ve yaklaşımlarıyla irdelenip nesnel gerçeklere dayanan mahkumiyetini gerekli hale getirmektedir. Bu da, emekçilerin temel ve güncel taleplerini savunuyu esas alan ve emekçi aydınlanmasını dini önyargı, hurafe ve söylemlerin kaba bir aşağılanması yerine, doğa ve toplum sorunlarını bilim ve akla dayalı açıklama, siyasal baskı ve sömürüyü halkın temel sorunu gören bir siyasal teşhiri öne alan bir çalışmayı gerektiriyor.

 

Bölgesel karışıklıklar, etnik kapıştırmaların yükseleceği bir döneme doğru… İran, Çin ve diğerleri…

Yugoslavya etnik kapıştırmaların arasında parçalanan ve aynı zamanda düşmanlaştırılan halkların yakın bir örneğiydi. Onlarca yıl bir arada şu ya da bu biçimde, ama savaşmadan, kapışmadan yaşamış halkların ülkesinin nasıl parçalanıp, o insanların, sanki hiçbir arada yaşamamışçasına, birbirlerine karşı ölümcül öfke ve intikam kusmaları, aslında bir bakıma emperyalizmin her zaman kullandığı, ama günümüzde ve önümüzdeki süreçte daha yoğunlukla kullanacağı güncel taktiğin bu olacağının işaretiydi; Elbette, Irak işgali vb. türden klasik yöntemler dışlanmadan…

Avrupa –ağırlıklı  olarak Almanya– ile ABD arasındaki paylaşım pazarlığının sonucunda Yugoslavya’nın hali yalın biçimde ortadadır; iç bağlantılar, örgütlenmeler, satın almalar, işbirlikçiler ve elbette muazzam para gücüyle oluşturulan propaganda, silahlanma yoluyla, halkların birbirlerine düşmanlaştırılması, vuruşturulması faaliyetleriyle parçalanan ülkenin kana bulanmış külleri üzerine o emperyalistler gelip oturmuştur.

Üzerinden zaman geçip, öfke nöbetleri yerine akıllar çalışmaya, parçalanmış ruhlar serinkanlı biçimde gerçeklerle yüz yüze gelmeye başlayınca, halklar soracaklardır kendilerine: Biz neden dövüştük? Sonuçta ne oldu? Biz kendi aramızda savaştık, tepemize emperyalist yamyamlar oturdu! Biz kaybettik, onlar kazandı!

Nitekim son zamanlarda, benzer biçimlerde halklar arasında rekabet kullanılarak, çıkarlardan kaynaklı burjuva sorunu olmasına karşın, egemenlerin sanki halkın sorunuymuş gibi öne sürdükleri talepler ve dışarıdan su gibi paralar akıtılarak organize edilen fon ayaklanmaları sayesinde ülkelere, bölgelere müdahalelerde yoğunlaşmalar görülüyordu. Rusya Federasyonu içleri, mavili, morlu, turunculu fon “devrimleri” ile sarsılıyor, bunlar, “insanlığın özgürlüğe koşuşu” olarak medya silahıyla dünyaya duyuruluyordu… Oysa bu fon “devrimleri” işin başlangıcı idi ve bir kez emperyalizmin ağına düşmüşler için, ileride ve gerektiğinde daha büyük kullanılmalar onları bekliyordu. Birer süngüydü onlar artık ve tüfeğin önünde ilk öne sürülen olarak ona bağımlıydılar.

Nitekim sonradan o fon “devrimleri”nin rüzgarına kapılanların, bu kez bölgesel hesaplaşmaların önüne süngü gibi sürüldüğü, bölgesel çatışmaların basit ve uzaktan kurmalı kafasız oyuncağı durumuna geldikleri görülecekti.

Hiç şüphesiz büyük ve karmaşık oyunlar oynanıyordu. Ülkeler, emperyalist çıkarların planlarıyla yeniden masalara yatırılıyor, bölgesel zenginlikler, haritalar yeniden dizayn edilmeye, en azından şekillendirilmeye çalışıyordu.

Dizaynın  çeşitli ayakları, hamleleri vardı elbette. Dizayn çalışması  demek, hemencecik rakibin üstüne silahla yürümek değildi. Onu çevresel kuşatmalar yoluyla kıstırmak, çembere almak, tecrit etmek, kendine bağımlı kılmak ya da en azından kendi vesayeti altında yaşamaya zorlamak ve bunun için de zayıflatma taktiklerini sürekli gündemde tutmak; sınıfsal özden yalıtılmış bölgesel ve yerel iç karışıklıklar, istikrarsızlık vs. –tümü bu kapsamda kullanılmaktaydı.

Burada hemen altını  çizmek gerekir ki, bunlar, emperyalistlerin istekleridir. Planlarıdır. Ancak hayat her zaman koşulsuz şartsız önceden planlamalara, isteklere uygun yürümemektedir. Bölgesel güçler, ülkesel çıkarlar, iktidarsal hesaplar ve elbette karşı rakipsel hamleler planların pek çoğunu sakat bırakmakta, bazen hevesler kursaklarda kalmaktadır.

Sadece son Irak işgalinde ABD’nin kaçıncı plan üzerinde konuştuğunu göz  önüne almak bile, hayatın kendi dinamiklerinin planları nasıl sakatladığını göstermek açısından önemli bir deneydir: Önce Irak işgali ve bütün bir Irak… Ardından İran’ı kuşatıp ona yönelme… Sonra İran işinin sarpa sarıp ertelenmesi, çünkü İran’a girip çıkamama… Sonra birkaç parçaya bölünmüş bir Irak haritası… Olmadı, yeniden birleşik özerk Irak…vb.  Yani kısaca, masa başı parlak planlar, ipe serili unutulmuş elbiseler gibi solmakta, eskicinin yolunu tutmaktadır.

Elbette istikrarsızlık, iç kargaşa, kontrol altında tutulduğu ve yönlendirebildiği sürece egemen emperyalist için tercih nedenidir, ancak bu işin sürekli olarak ve sonsuza dek tek taraflı kontrol altında tutulabileceğin hiçbir garantisi yoktur.

İRAN’DA ASLINDA NE OLMUYOR?

İran’daki seçimlerin ardından meydana gelen olaylar hakkında çok şey yazıp söylendi. Egemenlerin güçlü bir silah olarak kullandığı medya aracılığıyla estirilen rüzgarlara bakılırsa, İran’daki rejim devrildi devrilecektir!

O zaman meseleyi daha yakından anlayabilmek için belki de öncelikle yanıtı verilmesi gereken soru, egemen medyanın söylediği gibi, “İran’da neler oluyor” değildir, ama “neler olmuyor” sorusuna yanıt aramaktır. Böylece çok karmaşık gibi görünen veya öyle gösterilen İran’da olan bitenlere daha kestirmeden yanıt verilebilecektir.

Bir kere hemen başında söylemek gerekir ki, İran’daki olaylar, “dış güçler” tarafından organize edilen ve tamamıyla dışarıya bağlanacak olaylar değildir. Bu anlamıyla bazılarının dillendirmeye ve yaygınlaştırmaya çalıştığı gibi, “turuncu devrim”, “mavi devrim”, “yeşil devrim”lerle alakası yoktur. Ancak, İran için fırsat kollayan ve her olanağı kendi lehlerine değerlendirme peşinde olan emperyalist güçlerin olaylara müdahil olmadıklarını, faydalanmaya çalışmadıklarını söylemek de aptalcadır.

Evet, olayların başlangıcı emperyalist güçler tarafından organize edilmemiştir. Daha doğrusu, halihazırda emperyalist güçler, İran içinde etkin kuvvet ve kudrete erişememişlerdir. Ama, olaylar bir kez başlayınca da, ondan sonuna kadar faydalanmak, olanakları kendi lehlerine çevirmek için çalışmaktan, en azından yeni fırsatlar yaratmaktan da geri durmamışlardır ve durmayacaklardır. Ya da masa başlarında planladıkları hedeflere bir adım daha yaklaşabilmek için, cetvellere, pergellere bu kez daha iştahla sarılmışlar, yeni rezervlere gitmişlerdir.

Peki, İran’daki seçim sonrası olayların ardında yatan nedir? Egemen medyanın yaymaya çalıştığı gibi, rejime yönelik bir ayaklanmadan söz edilebilir mi? Ya da, basitçe bir klik savaşımı mıdır bu olaylar?

Şüphesiz bir klik savaşımıdır, ama meseleyi bu kadar yüzeysel ele almak, her şeyi açıklamaya ve bundan sonrasında neler olabileceğini tahmin etmeye yeter mi?

O zaman en başa dönerek, “İran’da neler olmuyor” sorusuna yanıt aramak en iyisi olacaktır.

İran’daki olaylarda, bir tarafta Ahmedinejat ve ona açık destek veren Ali Hameney, karşı tarafta ise, kendilerine reformcu denilen Musevi, Kerrubi, Rezai, Hatemi ve Rafsancani vardır.  Bunlardan Ali Hameney ve Ahmedinejat’a muhafazakar, diğerlerine ise reformcu deniliyor. Peki, acaba, “reformcular”ın “reform” istekleri nedir? “Reform” ile ne anlatmaya çalışmaktadırlar? Ya da bunlar İran’daki rejim muhalifleri midir?

Reformcu denilenlerin geçmişteki kartvizitlerine bakıldığında, reform söylemlerinin, bilinen reformizme uygun olmadığı görülmektedir. İsmi en önde geçenlerden Musevi, Humeyni’nin iktidara geldiği ilk yıllarındaki başbakanıydı. Yani, bugünkü rejimi kuran önde gelen ekipten birisi, Humeyni’nin dava arkadaşı, sadık dostu ve başbakanı. Yani, bugünkü rejimin kurucusu ve tutucularındandır.

Gösterilerin ve Musevi’nin arkasındaki “kare”nin asıl “ası” olan Rafsancani, eski devlet başkanıdır. Bu kadarla da kalmamaktadır, o, aynı zamanda, İran’daki en üst organ olan ve ruhani lideri değiştirebilme yetkisine sahip “konsey”in üyesidir.

Gösterilerin arkasındaki diğer bir etkili isim olan Hatemi ise, iki dönem İran devlet başkanlığı yapmıştır.

Yine muhalif kesim içersinde yer aldığı söylenen ve seçimlerde de aday olan Kerubbi, iki dönem meclis başkanlığı görevinde bulunmuş, sistemin önemli ayaklarından birisidir.

Adaylardan diğeri, Muhsin Rezai ise, sitemin omurgasını ve bir anlamda güvencesini oluşturan Devrim Muhafizları Ordusunun komutanıydı. Gerçi muhalif olmasına karşın, gösteriler sırasında öne çıkmaktan özenle kaçındığı gözlendi.

Şimdi bu tabloya baktığımızda, başkaca bir şeye gerek kalmadan, ortada rejim karşıtı, rejimi tümden değiştirmeye yönelik bir resmin olmadığı kolayca anlaşılabilmektedir. Yani bir başka deyişle, her iki taraf da, rejimin etkili isimlerinden oluşmakta, İran İslam Cumhuriyeti ile ilgili, rejimin temellerine yönelik bir hesaplaşma içinde bulunmamaktadırlar.

Peki, ama “reform” talepleri neyi kapsamaktadır? İran’da “reform” denince, dışarıdan bakanın aklına, hemen, rejimin günlük yaşantı kurallarında bazı değişikliklerin, yumuşamanın olması vb. gelmektedir. Zaten medyadan yansıtılan da budur. Kadınların başlarını açmaları, erkeklerle eşit biçimde yaşamaları, batıya benzer bir yaşam vb. gibi…

Ancak reformcu tabir edilen muhalif önderlerin yukarıda değindiğimiz geçmişlerine ve ideolojik köklerine baktığımızda, bugünkü rejimi kuran ve sürdüren kişiler olarak, bunların, kadınların başlarının kapalı olmasından rahatsız olacakları gibi bir çıkarsamanın ne kadar aptalca olacağı ortadadır. Gösteriler sırasındaki bir tartışmada, Ahmedinejat’ın söylediği gibi, “vakti zamanında kravatları makasla kesen” insanlardır onlar.

Ya genel olarak kadınların durumu?

İran, yalnızca bölgedeki değil, yeryüzündeki yaşayan en eski uygarlıkların üzerinde yükselen, sağlam temelleri ve birikimleri olan bir ülkedir. Üstelik Şah’ın devrilmesinde en etkili kesimlerden birisi kadınlar olmuştur. O ayaklanmalarda en önde yürüyen kadınlardır. Böylece, kadınlar, o dönemde, daha da yoğunlaşarak, politikanın içinde, Şah’ın devrilmesinde örgütlü ve aktif biçimde yer almışlardır. Nitekim, son gösterilerde de yine kadınlar en öndedir. Yani, bir başka deyişle, İran’da kadınlar evden dışarı adımını atamaz, ağzını açamaz diye bir şey söz konusu değildir.

O zaman, mevcut yönetimle gösterilerin ardındaki muhalif önderler arasındaki çelişkiler nelerdir?

Doğal olarak, iş, paranın paylaşılmasına gelip dayanmaktadır.

Ahmedinejat yoksul bir aileden gelmektedir ve politik ününü, asıl olarak, Bağdat Belediye Başkanlığı sırasında yoksullara yaptığı yardımlarla sağlamıştır.

Devlet başkanı  olduktan sonra da, petrol gelirlerinden halka verilen yüzde onluk payı yüzde on beşe yükseltmiş, asgari ücreti yükseltmiş, tarımda sübvansiyonları arttırmış, üreticiye ürün fiyat bazında destek olmuş, yoksul semtlere daha fazla yatırım götürmüştür. vb.vb.

Öte yandan, bölgede, Filistin ve Lübnan başta olmak üzere, İsrail ile vuruşan güçlere her türlü yardımı yapmış, gerek maddi gerekse manevi olarak onların yanında yer almış, ABD ve Batı ile her zaman ve hiç geri basmadan dişe diş bir mücadeleye girmiştir.

Musevi ve Rafsancani kesimi ise, İran’da, orta ve üst sınıfları temsil etmektedirler.

Ahmedinejat’ın sözünü ettiği gibi, onların zamanındaki yolsuzluk iddiaları  hiç de boş değildir ve Rafsancani zamanında, İran’da, onlar kendi zenginlerini yaratmışlardır. Üstelik en önemli petrol ülkelerinden birisi olmasına karşın, İran’da, yoksulluk hâlâ önemli bir meseledir, buna karşın “malı götüren” ve hızla zenginleşip köşeyi dönen sayısız isim ve aile mevcuttur. İslam Cumhuriyeti’dir, İslam kardeşliği temel felsefedir, ancak yoksullar ekmek peşinde dolanırken, bir avuç zengin zümre malı götürmektedir! Ne güzel bir kardeşlik!

Rafsancani ve Musevi İran’ın zenginleri arasındadır. Zaten TV’lere yansıyan görüntülere bakıldığında, gösterilere katılanların orta sınıf, küçük burjuva kesimlerden oldukları kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Mesela İran Devrimi’nde başrolü oynayan petrol işçileri, eylemlere hiç yüz vermemişti. Buna karşın, Rafsancani ve Musevi’nin ticari dolaşımdan dolayı sıkı bağı olan çarşı kesimi işin içindeydi.

Musevi ve Rafsancani’nin “reform”dan kast ettikleri asıl şey, artık anlaşılabileceği üzere, ekonomik pay kapmada daha fazla söz sahibi olmalarıydı. Bunun için, örneğin petroldeki devletçiliğin gevşetilerek, özelleştirmelerin yapılması, batı ile daha geniş çerçevede ilişkiler kurulması, sermaye ortaklıklarına gidilmesiydi.  Musevi ve Rafsanci’nin şu sözleri ilgi çekiciydi: “Paramız, Filistin ve Lübnan halkına yardım adı altında çarçur edilmesin; HAMAS ve Hizbullah’a gereğinden fazla önem vermeyelim; İran ve İran halkına öncelik tanıyalım!

Bu, aynı zamanda, bir yandan İran’ın bölgesel rolüne ilişkin bir yeni politikanın dile getirilişi olduğu kadar, batı dünyasına bir ince mesaj olarak da değerlendirilebilir. Petrol sahalarının özelleştirilip üzerlerine konmak ve belli ölçülerde batılı sermaye ile entegre olmak peşindeki bir düşüncenin, Filistin ve Lübnan halklarına yapılan para yardımlarına karşı çıkma nedeni olarak İran halkını öne sürmesi komiktir elbette!

Bunu tersten okursak: “Bütün paralar bizim cebe!” diye yorumlamak pekala mümkündür.

Nitekim petrol işçileri, seçimlerde Musevi’ye hiç yüz vermemişlerdir. Bunun nedeni son derece açıktır; işçiler, Musevi’nin özelleştirme politikalarını ret ediyorlar ve bunu da açık biçimde dile getiriyorlardı.

Hiç şüphesiz burada, her ne kadar özelleştirmeci ve batı ile ekonomik entegrasyondan yana olsalar da, Musevi ve Rafsancani’nin “bizim” Tayyip Erdoğan ve Özal vb. gibi özelleştirmeci ve entegrasyoncularla aynı çizgide olmadıkları, ulusal değerlere hâlâ önem verdikleri, ‘yabancı tekeller gelsin her şeyimizi yağmalasın’ düşüncesinde olmadıklarının altı çizilmelidir. Ancak o entegrasyon ve özelleştirme yoluna bir kez girildiğinde, sonunun nasıl olacağı da az çok tahmin edilebilmektedir.

Üzerine gürültüler kopartılan seçimlere, yani seçimlerde hile yapılıp yapılmadığına gelince…

Ahmedinejat ile Musevi arasındaki oy oran ve sayısında öyle büyük bir fark vardır ki, bunu hile ile açıklamak zaten mümkün değildir. Hile yapılmış olmaz mı? Elbette mümkündür. Ama olmuş olsa da, seçim sonuçları üzerinde belirleyici bir etkisinin olmadığını şimdilerde Batı dünyası bile kabul etmiştir.

Kaldı ki, seçimi Ahmedinejat’ın açık farkla kazanması, kimse için sürpriz olmamıştır. Sonucun bu civarda olacağı zaten biliniyordu. Örneğin seçim öncesi Amerikalı Free Tomorrow ile American Strategy adlı iki kuruluş, İran’da yaptıkları seçim araştırmasında, Ahmedinejat’ın oylarının Musevi’nin oylarını ikiye katlayacağını tespit etmiş ve bu tespitleri Washington Post’ta yayınlanmıştı.

Dolayısıyla, seçim sonuçları beklentilere uygundu, ama yine de Musevi ve ardındaki Rafsancani, en azından bir dahaki seçimlere yatırım olsun diye, orta ve zengin sınıfların desteğini arkalarına alarak ortaya çıkmışlardı.

Musevi ve Rafsancani’ye bir başka önemli destek ise, merkezi kentteki üniversite öğrencilerinden gelmişti. Üstelik, internet, bu desteğin gelişiminde önemli bir yere oturmuş, yine özellikle Amerikan ve İngiliz medyası, örneğin “saygın, tarafsız BBC” gösterilerin genişlemesi için candan bir gayret göstermişti!

Anlaşılmıştı  ki, bundan böyle ABD’nin üzerinde yoğunlaşacağı en etkili kesimlerden birisi de üniversite gençliği olacaktı!

Peki, bu kadar şeyden sonra, İran’da neler olabilirdi?

Tamam, muhalefet, rejime muhalefet değil, klik çatışması, iktidardan parsa kapma uğraşı, yani rejim içi bir sorun vb. idi, ama İran’da her şey eskisi gibi mi gidecekti?

Hiç şüphesiz, bu konuda kesin bir yargıya varmak için çok erkendir. Ancak yine de kabul etmek gerekir ki, bazı şeyler sarsılmış, taşlar yerinden oynamıştır.

Örneğin en azından, bu süreye kadar asla tartışılmaz olan “ülkenin ruhani lideri, yol göstericisi, Şii inancına göre beklenen Gaip İmam’ın yeryüzündeki temsilcisi, Mehdi’nin vekili Ali Hameney’in Ahmedinejat’ın yanında yer alması, meşhur Cuma hutbesi ile tavrını açık ve net biçimde ortaya koyması, buna karşın öbür tarafın yollarına devam etmesi, bu dokunulmaz kurumun dokunulmazlığını bir anda alıp götürmüştür!

Böylece, iktidar ve para hırsı Mehdi’nin temsilcisine, maddi dünya uhrevi dünyaya ağır bastı!

Başka bir deyişle, inancın köklerini sarstı.

Sonuç olarak, İran’da her şeyin bir anda yerle bir olacağını düşünmek ne kadar aptalcaysa, hiç bir şeyin değişmediğini söylemek de o kadar safça olur. Üstelik, İran isyanlar ülkesidir.

Ancak kesin olan bir şey varsa, ABD ve diğer emperyalistler, artık buraya yönelik “içerden” hesaplarını daha da yoğunlaştıracaklar, açılan çatlaklar üzerinden nasıl ilerleyebileceklerinin taktik planları üzerinde daha fazla kafa yoracaklardır.

Örneğin, üzerinde şimdi daha fazla kafa yoracakları konu şu olacaktır; Acaba bu iç sarsıntı İran’da etnik bir çatlatmaya, kızıştırmaya dönüştürülebilir mi?

Öyle ya, son zamanlardaki moda çatışmalar, kızıştırmalar, bu temel üzerinde yoğunlaşmaktadır. Acaba hazır kolonlar esnemiş, Tahran ufak ufak sallanmışken, etnik yapılanmalar üzerindeki faaliyetler hızlandırılabilir mi? Buradan ABD’ye “ekmek” çıkar mı? Hiç şüphesiz ağababalar bunun üzerinde çalışmaya hız vermişlerdir.

Peki, İran’da bu mümkün müdür?

İRAN’DAKİ ETNİK YAPILANMA

70 milyonluk bir nüfusa sahip olan İran’da 90’dan fazla dil ve lehçe konuşulmaktadır.  Buradan bakınca, ABD için iyi “ekmek” çıkar gibi görünmektedir! Ki, zaten ABD uzun yıllardan beri bu “cevheri” kaşımak, “ekmek” çıkarmak, etnik milliyetçiliği kışkırtmak, aradaki çelişkilerden faydalanmak için sıkı bir çalışma içersindedir.

Örneğin, Amerikan emperyalizminin, İran nüfusunun önemli bölümünü oluşturan Azeriler üzerine özel bir çalışması mevcuttur. Daha yıllar öne, ABD kontrasının önemli ismi Albay Oliver North bizzat Azerbaycan’da bu iş için bulunmuş, buraya yönelik Azeri Kurtuluş Radyosu kurulmuş, özel yayınlar yapılmış, ayrıca Azeri Kurtuluş Örgütü kurulmuştur.

Ancak, çok su alır gibi görünen bu etnik yapıdan şimdiye kadar kayda değer bir iş çıkmamıştır. Bunun nedeni, çok eskilere dayanan İran kültürel yapısında İranlılığın ağır basması (“Türkiyelilik” kavramına karşı çıkan, bunu bölünmek olarak kabul eden dangalaklara duyurulur), etnik yapılara için geniş bir dil, edebiyat, kültürel özgürlüğün sağlanmasıdır.

İran’ın resmi dili Farsçadır. Ancak, yerel ve etnik dillerin medyada, edebiyatta yazılı veya sözlü olarak kullanılmasının önünde hiçbir engel olmadığı gibi, okullarda, ders kitaplarında yazılıp çizilmesi, öğretilmesi serbesttir.

Örneğin Farsça dışında, İran’da, Azerice, Arapça, Kürtçe, Ermenice basılmış pek çok eser vardır.

Dinsel anlamda da geniş bir hoşgörü olup, Şiiliğin dışındaki inançlara da geniş bir serbestlik vardır.

Ayrıca, azınlıklar, Şah döneminde Amerika’dan büyük kazıklar yemiştir, Şah’ın etnik kimlikler üzerindeki vahşi uygulamalarının Amerikan desteğiyle olduğunu kimse unutmamıştır.

Ama yine de tüm bunlar ABD’nin etnik kimlikler üzerinde çalışmasına engel değildir elbette. Bu geniş etnik yapı içersinde nüfus bakımından nispeten fazla olanlar Azeriler, Kürtler, Türkmenler, Araplar ve Belucilerdir.

Azeriler, İranlılıkta, bütünleşik bir yapı oluşturmaktadır ve ABD’nin onca çabasına karşın etnik milliyetçiliği gündeme getirmemişlerdir. Şii Kürtleri, zaten İranlılıkla bütündür. Sünni Kürtler, zaman zaman kıpırdansa da, son eylemlerde yer almamışlardır. Ancak ABD için potansiyel olma ihtimalini kaybetmemiştir ve üzerlerinde çalışılan kesimdir.

İran için sıkıntı kaynağı olabilecek kesim, Belucilerdir. İran’ın en yoksul ve geri kalmış bölgesinde, Afganistan Pakistan sınırında bulunan bölgede yaşayan Beluciler’in bir bölümü de Afganistan ve Pakistan’da yaşamaktadır. Aslında, bu bile, başlı başına bir sorundur İran için. Çünkü Afganistan ve Pakistan’da neler döndüğünü herkes çok iyi bilmektedir.

Taliban ve El Kaide’nin Afganistan ve Pakistan’da güçlenmesi, o bölgeyi de etkilemiş, bu fraksiyonlar Beluciler içersinde güç kazanmışlardır.

Diğer yandan, Afganistan’daki uyuşturucu trafiği buraya da yayılmış, zaten yoksul olan bölge, uyuşturucu ve silah trafiğinin merkezlerinden birisi haline gelmiştir. Bu bakımdan, bölgedeki gelişmelerden en çabuk etkilenen bir bölgedir burası. Bölgede Amerika’nın nasıl çalıştığı hesaba katıldığında, etnik, dinsel, mezhepsel kızıştırmanın önemli potansiyel ayaklarından birisi olarak burası hemen akla gelmektedir.

Bu bakımdan, son seçim karmaşasının ardından, durumdan istifade etmek, çatlakları büyütmek ve yaymak isteyecek ABD ve diğer emperyalist güçler için başvurulacak, üzerinde kafa yorulacak noktalardan birisi etnik farklılıklar olacaktır ve olmaktadır kuşkusuz. Bu itibarla önümüzdeki dönem, bölgenin bu gözle izlenmesinde ve her etnik kalkışmaya, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diye ve özellikle de burjuva basının yaygaralarının da etkisiyle balıklama atlamamakta fayda vardır. Elbette ulusların, halkların gerçekten kendi kaderlerini tayin hakkı için mücadele edebileceklerini de göz ardı etmeden!

ÇİN-UYGUR MESELESİ

Özgürlük Dünyası’nı sıkı takip edenler, bundan bir kaç sene öncesinden başlayarak, Uygur Özerk Bölgesi’ndeki havanın kızışık ve kışkırtıcı olduğuna, kızıştırmada Türk ajanlarının payı bulunduğuna, bu yüzden Çin’in Türk Hükümetlerini birkaç kez sert bir biçimde uyardığına birkaç ayrı yazıda dikkat çekildiğini anımsayabileceklerdir. Bu yüzden de, Uygur bölgesinde yaşanan son kanlı olaylar, meseleyi bilenler için sürpriz olmamıştır. Tersine, beklenen bir durumdur bu.

Son olaylar, emperyalistlerin rakiplerini ürkütmek, hizaya getirmek için etnik kışkırtma silahına artık daha fazla başvurduklarının ve vuracaklarının görülmesi açısında önemlidir.

Uygur Özerk Bölgesi, ABD ve Çin açısından stratejik öneme sahip bir bölgedir ve bu bölgede ABD ya da daha somutlaşmış bir ifadeyle CIA ve  “düşünce kuruluşu”, “fon” gibi adlarla faaliyet gösteren diğer Amerikan istihbarat kuruluşları yoğun bir çalışma içersindeydi. Hiç şüphesiz Türklük kimliğinin verdiği avantajla, aynı yerde, Türkiye’nin de şu veya bu biçimde, bağımsız veya ABD ile omuz omuza ya da taşeron olarak çalışmaları mevcuttu.

Yine, neredeyse ABD’nin Asya şubesi gibi çalışan Pakistan istihbarat örgütü ISI’nin de, CIA ile birlikte, Uygur Kurtuluş Örgütü, İslam Reform Partisi, Doğu Türkistan Ulusal Birlik İttifakı, Doğu Asya Uygur Cihad Partisi gibi fabrikasyon örgütlere mali ve eğitimsel destek sağladığı biliniyordu.

Yine mesela bağımsızlık fedaisi gibi lanse edilen ve kahramanlaştırılan Rabia Kader’in kartvizitinin kefalet bölümünde ABD imzası olması, bazı şeyleri yalın biçimde açıklıyor.

Rabia Kader, Çin’in zengin kişilerinden biri haline gelip, Çin Ulusal Kongresi’ne kadar yükseliyor. Ne de olsa Çin de, paranın egemenliğiyle birlikte uluslararası ekonomiye entegre olmuştur, para sahipleri güç sahipleridir ve sistem tarafından sevilmektedir! Ancak Rabia Kader, ABD’ye gizli bilgileri verdiği gerekçesiyle casusluk suçundan yargılanıp hapse atılır. Altı yıl kadar hapiste kalır. Buna karşın ABD’nin Kader’e sevgisi artarak sürer, serbest bırakılması için çeşitli kereler başvurular yapılır. Sonunda, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, bizzat Çin’e giderek görüşmeler yapar ve Kader’i bir nevi elleriyle içerden çıkartıp, ABD’ye götürür. Kader’e ABD vatandaşlığı verilir. Kader, Amerika’da bulunan Uygur-Amerikan Derneği’nin ve Dünya Uygur Kongresi’nin başkanlığına getirilir. Bu söz konusu Kongre, Çin’in Uygur bölgesindeki olayların sorumlusu olarak gösterdiği örgütlenmedir.

Bu iki derneğin parasal destekçisi de, Amerikan National Endowment for Democracy, kısaca NED adlı kuruluştur. Bu kurumun iki derneğe geçen yıl 550 bin dolar yardımda bulunduğu, Washington Post’ta yazılmıştır. Ayrıca buralara başka kuruluşlardan, Saroz vakıflarından parasal destek sağlandığı bilinmektedir. Bu yardım yapan kuruluşlar, bir CIA yetkilisinin söylediği gibi, “eskiden bu tür işleri gizli yapardık, şimdi bu örgütlerle yasal hale getirdik” dediği türden kuruluşlardır.

Başka destekler de vardır kuşkusuz. Örneğin “bağımsızlık kahramanı” Rabia Kader’in eşi Sıdık Ruzi, Saros’un bir radyosu olan Radio Free Europe’de çalışmaktadır! Dolarlar… Maaşlı işler… Ne mutlu dolarla bağımsızlık kahramanı olana!

OLAYLARIN ARDINDAKİ  ASIL NEDENLER

Bir kez daha uzun uzun tekrarlamamak için kısaca özetlemek gerekirse; Çin dünyada yükselen ekonomidir. Yalnızca Çin değil, genel olarak Uzak Asya ekonomik anlamda yükselmektedir ve şu kriz döneminde bile, belli ölçüde kaçınılmaz olarak etkilenseler de, –çünkü sonuçta dünya emperyalist kapitalist sisteminin bir parçası, halkalarından biridir ve Batıyla ekonomik olarak iç içe geçmiş olduklarından etkilenmek kaçınılmazdır– hala canlıdır ve belli oranlarda büyümeyi sürdürebilmektedir. Hiç şüphesiz bu büyüme, ABD’nin ve diğer büyük emperyalistlerin kontrolünde olduğu ve çizmeyi aşmadığı sürece katlanılabilir durumdur. Ancak ekonominin kendi kuralları vardır ve emperyalist kapitalist sistemde eşit büyüme diye bir şey söz konusu değildir. Üstelik büyüyen Çin, bölgeyi kontrol altına almak için yoğun bir çaba içersindedir ve bölgedeki tarihsel misyonu ve ağırlığı nedeni ile avantajları bulunmaktadır. Elbette rakipler bunun farkındadır ve onlar, var olan ilişkileri nedeni ile Çin’i dört bir yandan sıkıştırmakta, belli sınırlar içersinde tutmak istemektedir.

Çin ve diğer bölge ülkeleri ise, kendilerini bir anlamda sağlama almak, geleceğe ilişkin olabileceklere hazırlıklı olmak için hamleler yapmakta, yeni ittifaklara girişmektedirler.

Örneğin Çin, Rusya ile yakınlaşmaktadır. Ancak iki emperyalist ülke için yakınlaşma sınırsız değildir, kontrollü ve şüpheci bir yakınlaşmadır bu. Buna karşın, Çin’in, örneğin Japonya ile rekabeti keskinleşmekte, bir başka bölgesel güç olduğunu kanıtlamak isteyen Hindistan, her zaman rolünü hatırlatmak için bahaneler bulup, bu iki ülkeyi rahat bırakmamaktadır.

Tüm dünyada olduğu gibi, Çin ve Uzak Asya’nın en büyük ihtiyacı enerjidir ve bu talep büyüme ile birlikte durmadan ve hızlı biçimde artmaktadır.

Çin, enerji ihtiyacının ana bölümünü Ortadoğu’dan, Körfez bölgesinden karşılamaktadır. Bu bölge ve petrol yolu Hint Okyanusu ise, ABD’nin denetimindedir.

Çin’in kendi enerji üretimi sınırlıdır. Ve üstelik enerji üretilen bölge Uygur Özerk bölgesine yakındır! Çin, enerji ihtiyacının bir bölümünü kömürden karşılasa da, bu, giderek yetersiz kalmaktadır.

Dolayısıyla, Çin’in ve diğer bölge ülkelerinin enerji ihtiyaçları için alternatif yollara ihtiyacı vardır. Yoksa ABD’nin elinde sürekli tehdit altındadır.

Çin, bu doğrultuda, Rusya, Kazakistan ve Türkmenistan’la özel anlaşmalar yapmakta, yeni enerji koridor ve yolları için yatırımlara gitmektedir. Örneğin, Rusya ile yapılan anlaşmayla, Çin, Rus devlet petrol şirketi Rosneft ve yine devletin petrol boru hattı şirketi Transeft’e 25 milyar dolar verecek, buna karşın Rusya, 2011 yılından başlamak üzere, 20 yıl boyunca, Çin’e yıllık 20 milyon ton petrol akıtacaktır. Bu, önemli bir rakamdır ve Çin’in şu anki petrol ithalatının yüzde 8’ine denk gelmektedir.

Bu kadarla da yetinmeyen, içinde bulunduğu üretim süreci ve ihtiyaçları nedeniyle yetinemeyen Çin, kesenin ağzını açmış, Kazakistan ve Türkmenistan ile de önemli anlaşmalara imza atmıştır.

Kazakistan’la yapılan anlaşma gereği, Çin 10 milyar dolar verecek, karşılığında enerji yatırımlarında bulunacaktır.

Yine Türkmenistan ile yapılan anlaşma uyarınca, Özbekistan üzerinden Çin’e uzanan doğal gaz boru hattı projesi hayata geçiriliyor. Bu proje, Çin tarafından finanse ediliyor.

Ayrıca Çin, Kazakistan ve Türkmenistan’da bazı petrol ve doğal gaz kaynaklarını satın almış bulunuyor.

Hiç şüphesiz bu anlaşmalarda, Rusya’nın bir biçimde onayı bulunuyor. Herkesin kabul ettiği gibi, bölgede Rusya’dan habersiz ve ona rağmen iş yapabilmek çok zor görünüyor.

Yine üzerinde uzunca zamandır çalışılan Rus, Kazak, Türkmen petrol ve doğalgazının  Çin’e ve Pasifik’e uzatılmasını öngören enerji hattı gündemdedir.

Tüm bunlar, Çin için enerjide tek yönlü bağımlılığın azalması, farklı alternatiflerin olması demektir.

Aynı biçimde, bu, Rusya için de bir avantajdır, Çin’in ve Uzak Asya’nın kendisine bağımlılığın artması için fırsattır.

Görüldüğü  üzere, denklemler çok yönlüdür ve hamleler satranç tahtasındakine benzemektedir.

Ancak Rusya, Kazak, Türkmen petrol ve doğal gaz boru hatlarının geçtiği yer, Uygur Özerk Bölgesi’dir. Bu açıdan bakınca, Uygur bölgesinin nasıl stratejik bir öneme sahip olduğu daha iyi görülebilir.

Bölge, yani Rusya, Kafkaslar ile Çin civarı, Afganistan işgali ile ABD tarafından belli anlamda kontrol altına alınmıştır. Pakistan’ın da ABD yörüngesinde olduğu hesaba katılırsa, ortada nasıl taktik hamlelerin döndüğü, kaçınılmaz olarak döneceği daha açık görülebilir. Bir de bunlara, huzursuz, sürekli karışıklıklar yaşayan, güvenliğin zayıfladığı Kafkaslar ile Çin arasına giren Uygur Bölgesi eklendiğinde, Çin’in tüm bu alternatif enerji yolu hamlelerinin ne kadar güvenceli olacağı tartışmaya açık hale gelmektedir.

Öyleyse, şimdi neden, o küçük (1.3 milyar nüfusuyla Çin karşısında 7 milyonluk) Uygur bölgesinin bu kadar gündeme geldiği ve üzerinde fırtınalar koparıldığı daha yalın biçimde anlaşılmaktadır.

HALKLARI BEKLEYEN TEHLİKE

Tüm bu emperyalist-kapitalist çıkar, pazar, hegemonya hesaplarında kabak halkların başına patlamaktadır. Savaşlar, istilalar, satın almalar, satmalar vb.

Hiç şüphesiz bunlara, para babalarının halkları birbirine düşmanlaştırmaya yönelik karanlık etnik, milliyetçi kışkırtmaları kullandığı da eklenmelidir. Elbette bu tür kışkırtmalara egemenler her zaman başvurmuşlardır. Bölünmüş, birbirlerine düşmanlaştırılmış halkları yönetmenin daha kolay olduğunu, milliyetçilik silahının burjuva bir silah olduğunu sermaye gayet iyi bilmektedir çünkü.

Ancak son dönemdeki gelişmelere bakıldığında, bu silahın yakın dönemden başlayarak, önümüzdeki süreçte daha yoğun kullanılacağı anlaşılmaktadır.

Dünya egemenlere küçük gelmektedir artık. Çünkü dengeler değişmekte, güçler kendi içlerinde devinimler yaşmaktadır. Kimse olduğu yerden memnun değildir.

Bu yeni hamleler, kendi hegemonya alanlarını genişletmek, aynı zamanda rakiplerini sıkıştırmak, püskürtmek amaçlıdır. Ne de olsa, enerji kimin elinde ve denetimindeyse, güçlü olan odur; bu, aynı zamanda rakiplerinin tepesinde salladıkları kılıçtır.

Üstelik kriz fena vurmuştur. Ve yine bilinmektedir ki, böylesi krizler bazıları için gerileme nedeni, bazıları içinse fırsattır. Birileri zayıflar, birileri güçlenir. Bu ise, yeni arayışların artması, saldırganlığın hızlanması demektir.

Dünya, bu yağma ve paylaşım kavgasında hızla büyük kapışmalara doğru sürüklenmektedir. Ancak büyük emperyalistler şu an itibar ile birbirlerine kaşı direkt cepheden savaşacak durumda değillerdir, şu an için henüz bunun şartları oluşmamıştır. Kapışmalar, dolaylı yoldan, birbirlerini kuşatarak, kıstırarak, zayıflatarak, çevresel yollardan olmaktadır. Yugoslavya’nın parçalanması, ABD’ye yakın durmayan Irak’ın işgal edilerek yönetimin ipe götürülmesi, İran’ın içerden farklı yollar aranarak zayıflatılmaya çalışılması, Rusya’ya karşı mavili, turunculu “devrimler”, Gürcistan’ın kışkırtılması, Ermenistan kapısı, Afganistan işgali, Pakistan’ın yerlerde süründürülmesi vb vb…

Tüm bunlar, ABD ve diğer güçlü emperyalistlerin önümüzdeki dönemde etnik milliyetçilik silahına daha fazla başvuracağını göstermektedir. Halkların birbirine karşı kışkırtılması, önyargıların daha fazla öne sürülerek milliyetçilik yaftası adı altında insanların kırdırılması, çatlaklardan egemenlik için faydalanılması vb.

Üstelik kimin kimle vuruşacağı, kimin kimle düşmanlaştırılıp yakınlaştırılacağı sürekli değişebilmektedir.

Ama kesin olan bir şey varsa, bu kanlı planlardan geriye kanlı bir halklar coğrafyası kalmasıdır. Örneğin, Irak… Şimdi orada Arabı, Kürdü, Şiisi, Sünnisiyle, birbirlerine düşman ve ilk fırsatta birbirlerini boğazlamaya hazır bir toplumsal bölünmüşlük tablosu vardır ve yarın ne olacağını kimse bilememektedir.

Örneğin dün düşmanlaştırmaya çalışılan Türklerle Kürtleriyle Türkiye-Kuzey Irak, bugün yakınlaştırılmaktadır. Ama peki yarın?

Öyleyse tek çare, halkların gerçek anlamda kaderlerine sahip çıkması, oyunları bozması, aralarındaki rekabete son vererek, egemen olma heveslerinden vazgeçip, herkese gerçek anlamda özgürlük, herkese gerçek anlamda demokrasi şiarının yaşama geçmesidir. Başka da bir yol yoktur. Yoksa önümüzdeki dönemin etnik milliyetçi savaşlarında kanı dökülen halklar olacak, o kan denizi üzerinde savaş ağaları kadehlerini kaldırarak başarılarını kutlayacaklardır!

 

Kamu toplusözleşmeleri, sendikal hareket ve görevler

Ülke düzeyinde bir saatlik iş bırakma eyleminin yapıldığı gün; işçi ve emekçi kitlelerinin coşkuyla katıldığı, mücadele istek ve kararlılığını, genel grev sloganlarıyla ortaya koyduğu eylemlerden sonra, sözleşmelerden sorumlu bakanla yapılan görüşmede; 125 işyeri ve 320 bin işçiyi kapsayan kamu toplusözleşmelerinin ücretlere ilişkin çerçeve sözleşmesi imzalandı.

İmzalanan çerçeve sözleşmeye göre; birinci yıl için, % 3+5.5, ikinci yıl içinse % 2,5+2.5 oranında ücret zammı yapılacak. Ayrıca, düşük ücretli işçilere, 60 TL zam yapılacak. İmzalanan bu çerçeve sözleşmeyle alınan zamlar; kamu işçilerinin talepleri ve Türk-İş’in, 15 Nisan’da hükümete ilettiği; birinci yıl için % 10+10, ikinci yıl için enflasyon+% 4 refah payı, düşük ücretlerin 1230 TL’ye çıkarılması ve sosyal haklarda % 40’lık artıştan oluşan teklifle karşılaştırıldığında; işçilerin kayıplarını dahi karşılamaktan uzak ve taleplerin çok gerisinde kaldığı açıktır.

Zaten, Türk-İş Başkanı Kumlu da dahil sözleşmeyi imzalayan sendika genel başkanları; imzalanan sözleşme ve zam oranlarının, kayıpları ve beklentileri karşıladığı düşüncesinde değildir. Başkan Kumlu, sözleşmenin imzalanmasını, “Bu oranlar kayıplarımızı tam olarak karşılamıyor, ama sonuçta bir pazarlık yapıyoruz ve bir noktada anlaşmamız gerekiyordu. Biz, toplusözleşmeleri ilk günden beri, masa başında bitirmek gerektiğini söylüyor ve bunun için çaba sarf ediyorduk…” şeklinde değerlendiriyor. Başkan, bununla kalmıyor, bu açıklamadan birkaç gün sonra yaptığı başka bir açıklamada, Başbakan’ın, kendisini ve arkadaşlarını iş bırakma eyleminden bir gün önce evinde görüşmeye çağırdığını, eylem kararı nedeniyle, Başbakan’la, iş bırakma eyleminin ardından evinde görüştüklerini, asıl anlaşmanın burada bitirildiğini söylüyor, ‘görüştük, inat kırılmıştı. Orada belli mesafe alındı’, ‘değerlendirdik ve uzlaşma sağlandı’ diyor.

Yani Türk-İş Başkanı Kumlu, başından beri, sözleşmeye doğrudan taraf olan 320 bin işçinin hakları ve talepleri için eylemi ve mücadelesiyle gücünü ortaya koyması; sözleşmenin bu güce dayanarak, kazanımla imzalanması diye bir derdi olmadığını; tek derdinin, hükümet ve Başbakan’ın, 1.5 puanlık bir “lütuf”ta bulunması ve işin masa başında bitirilmesi olduğunu söylüyor. Ve bunları söylemekten bir hicap duymuyor. Kendisini takdir edenler, kutlayanlar ve alkışlayanlar mutlaka olmuştur, olacaktır, ama, bunlar arasında işçiler ve emekçiler olmadığı, olmayacağı da açıktır.

Başkan Kumlu’nun açıklama ve değerlendirmeleri, bir kez daha, temsil etiği işçi kitlesinin, işçi sınıfının ve emekçilerin birliği ve mücadelesinin gücüyle değil; bakanlar, başbakanlar ve patronlarla yapılacak görüşmeler, pazarlıklar ve diplomasinin gücüyle masa başında “iş bitirme” sendikacılığının temsilcisi olduğunu çok açık bir biçimde göstermiştir. Mücadele, eylem, iş bırakma, hele de grev, genel grev; sınıfın haklarını ve taleplerini mücadeleyle kazanmak – bunlar Başkan’ın hoşlanmadığı, ‘aman uzak olsun’ türünden, ona yabancı tarz ve yöntemlerdir.

Buraya nasıl gelindi, Türk-İş Başkanı ve yönetimi, böyle bir sözleşmeyi üyelerinden, işçi sınıfı ve emekçilerden tepki görme kaygısı duymadan neye güvenerek imzaladılar, Ocak ayında başlayan toplusözleşme süreci hangi koşullarda bugüne geldi, bu süreçte neler oldu, neler yaşandı? Bu soru ve sorunları irdelemek, işçi hareketi ve sendikal mücadelenin sorunları, önümüzdeki dönemde karşı karşıya kalacağı saldırılar ve yapılması gerekenleri tartışmak ve kavramak açısından yararlı olacaktır.

KRİZ KOŞULLARI, İŞÇİ VE EMEKÇİLERE SALDIRILAR

Kapitalizmin en ağır krizlerinden birini yaşamakta olduğu üzerinde herkes hemfikirdir. Ülkemizde ise, her ne kadar Başbakan, ‘kriz bizi teğet geçecek‘ vb. bir söylem tutturmuş olsa da; durumun böyle olmadığı açıktır. Üstelik ‘kriz bizi teğet geçecek‘ diyen Başbakan ve hükümeti, krizin başlangıcından bugüne, toplam maliyeti 54 milyar TL’yi bulan, altı ‘kriz önlem paketi’ hazırlamıştır. Bu paketler, tümüyle sermaye yanlısı ve sermayedarlara ‘krizi fırsata çevirmeleri’ için yeni olanaklar açan, “önlemler” içermektedir. Bu paketler, işçi sınıfı ve emekçiler için ve onların yaşamın rahatlatacak, işsizlik, yoksulluk, açlık, sağlık ve eğitim gibi temel ve hayati sorunlarının çözümüne bir katkısı olacak önlemler içermediği gibi; aksine paketlerden çıkan önlemler, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşularını, doğrudan ve bunaltıcı düzeyde etkilemektedir. Kısacası, krizin yükü emekçilerin sırtına yıkılmakta, emekçilere ödettirilmektedir.

Geçtiğimiz yılın son aylarından bugüne, kriz gerekçesiyle, yüz binlerce işçi işten çıkarılmıştır. İşten çıkarılan işçilerin çoğunluğu, işsizlik ödeneğinden de; işsizlik sigortasından yararlanma koşullarının sınırlılığı, kayıt dışı çalışma vb. nedenlerle yararlanamamaktadır. Üstelik, işsizlik ödeneği alabilenler için de, bu ödenek 6 – 9 ayla sınırlıdır. Bir işte çalıştığı halde geçim çıkıntısı ve yoksulluk içinde olma durumu, giderek yaygınlaşmaktadır. Tuzla’nın bir mahallesinde, bir hafta içinde mahalle muhtarına, 400 insanın, yardım isteğiyle başvurmuş olması; yokluk ve yoksulluğun geldiği yer açısından çarpıcı bir göstergedir. Rekor kıran işsizlik rakamları ortadadır.

Paketler ve önlemler sayesinde, işverenlerden vergi, sigorta primi almama noktasına gelinmiştir. Hükümet, sermayeden, işverenlerden almadığı vergileri, işsizlik fonundan ve hazineden karşılamakta; petrol, şeker, su, ulaşım, yüksek öğrenim harcı ve sigara gibi tüketim maddelerine yapılan zamlarla da, işçi ve emekçilere ödetmektedir.

Çalışma koşullarına bakıldığında, tüm sektörlerde ücretsiz izin, gelecek yılın izinlerini kullandırma ve kısa çalışma neredeyse genel bir durum haline gelmiştir. Bu uygulamalar işçinin ücretine doğrudan yansımakta, yani işçi, en iyi durumda, ücretinin % 75’ini, kimi durumlarda yarısını ya da daha azını almak ve bununla kendinin ve ailesinin yaşamını sürdürmek zorunda bırakılmaktadır. Bir yandan kısa çalışma, ücretsiz izin uygulanırken, çalışılan günlerde ve çalışan işçilerin çalışma koşullarında bir iyileşme, üretim bantlarında bir yavaşlama yoktur. Yani üretim ‘daha az işçiyle daha çok, daha kısa sürede daha çok’ olarak sürdürülmektedir.

KRİZ KOŞULLARI, SALDIRILAR VE SENDİKALAR

Krizin kendini hissettirmeye, işçi sınıfı ve emekçiler saldırılarla yüz yüze gelmeye başladığı günlerden bu yana, sendikaların; bu durum ve koşulların gereğine uygun bir tutum ve mücadele içinde olmadıkları açıktır. Sorulduğunda, konfederasyon yönetimlerinden sendika genel merkezlerine, genel merkezlerden şubelere, tüm sendikacıların; ‘krizin bedelini ödemeyeceğiz‘ dedikleri ve diyecekleri bilinen bir şeydir. Ancak buna uygun bir tutum ve mücadele içinde olunmadığı da, bilinen bir başka şeydir.

Birleşik Metal-İş sendikasının belirlediği ve 7 ya da 8 başka sendikanın da onaylayıp benimsediği; saldırılara karşı talepler platformunun yerinde bir tutum olarak ortaya konması ve kamuoyuna açıklanmış olması, açık ki, olumlu bir başlangıçtı. Ancak, kriz gerekçeli saldırıların artarak sürmesine rağmen, bu olumlu tutum ve başlangıca uygun bir çaba (bazı işyerlerindeki grev ve direnişler elbet de önemlidir) içinde olunduğu söylenemez.

Bu arada, bir işçi sendikası olmakla hiçbir koşulda bağdaşmayan tutum ve gelişmelerin yaşandığı da bir gerçektir. DİSK’e bağlı Tekstil Sendikası’nın, işveren sendikasıyla gazetelere boy boy krize karşı elele ilanları vermiş olması; öte yandan, Türk-İş’e bağlı (ve genel başkanı da Türk-İş yönetim kurulu üyesi olan) Türk-Metal sendikasının Erdemir’de, kriz gerekçesiyle % 35 ücret düşürme anlaşması imzalaması ve bunu, İsdemir’de Hak-İş’e bağlı Çelik-İş’in takip etmesi ve ücretlerin % 35 düşürülmesi; sendikaların kriz gerekçeli saldırılar karşısında olumsuz tutumlarına en uç örneklerdir. Türk-İş ve Hak-İş, işveren örgütleriyle birlikte; işçi ve emekçilerle dalga geçercesine yürütülen, ‘kriz varsa çare de var, evde oturma pazara çık‘ kampanyalarının yıldızları arasında yer almışladır. Bunun yanında bazı sendikaların da; sanki kriz kendilerininmiş gibi, krize çare arama tutumu içine girdikleri de vakidir.

Kriz koşullarında, sendikaların görevi; ne krizi ve kriz gerekçeli saldırıları kabullenmek, ne krize çare aramak, ne de krizin yükünün işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkılması amaçlı saldırıların bir unsuru olmaktır. Bu tutumların her biri; hemen ya da süreç içerisinde krizin yükünün işçi ve emekçilere yıkılması, bedelin işçi ve emekçilere ödettirilmesi sonucuna yol açacaktır.

Kriz koşullarında sendikaların görevi; sermayenin saldırıları karşısında kazanılmış hakları sonuna kadar savunmak, sermayenin kriz gerekçesiyle çalışma koşullarında, işçi aleyhine yaptığı, değişimlere karşı durmak ve saldırılar nedeniyle gündeme gelen yeni talepleri elde etmek için mücadeledir. Bunun dışında hiçbir tutumla talepler kazanılamayacağı gibi, kazanılmış haklar da korunamaz. Yaşadığımız süreç, bunu somut örnekleriyle kanıtlamaktadır.

Kriz koşullarında, işçi sınıfı ve emekçilerin birliği ve dayanışması, birlik ve dayanışmanın güçlendirilmesi, tüm sendika, konfederasyon, meslek örgütlerinin ortak, mücadeleci bir cephede birleşebilmesi de özel bir önem kazanmaktadır. Buna dayanarak, tek tek grev ve direnişlerin, tüm sınıfın grev ve direnişi olarak gerçek anlamda destek ve dayanışma görmesi gerekmektedir.

Sendikaların tek tek işyerlerinde yürüttükleri, destek ve dayanışmadan büyük ölçüde yoksun grev ve direnişleri destekleyip yayacak; Türk-İş, KESK ve Disk’in ortaklaşa 15 Şubat mitingi dışında (açıklama vb.leri saymıyoruz) krizin bedelini ödememek adına yapılan pek bir şey yoktur. Sendikal cephenin bu durumu; sermaye ve hükümete, saldırılarını ciddi bir engelle karşılaşmadan, sürdürme olanağı vermiştir.

Kısacası; sendikalar, kriz koşullarında, büyük burjuvazi, sermayedarlar sınıfı ve hükümetin saldırıları karşısına, işçi sınıfı ve emekçilerin talepleriyle çıkarak, saldırıları geriletme görev ve sorumluluklarını yerine getirememiş; “program”, “platform” hazırlayıp, açıklamalar yapmaktan öteye gidememiştir.

KAMU TOPLUSÖZLEŞMELERİ SÜRECİ

Sendikaların bu vaziyeti, kamu toplusözleşmeleri sürecinde; hükümet cephesi için büyük avantaj olmuştur. Hükümet, genel olarak sendikal hareketin, özel olarak da Türk-İş’in birleşememiş ve mecalsiz halini iyi değerlendirmiş ve Türk-İş’e masa başında boyun eğdirmiştir.

Ocak ayında başlamış olmasına rağmen, kamu toplusözleşmeleri, işçi sınıfı ve emekçilerin, kamuoyunun gündemine getirilmemiştir. Rutin görüşmeler ve hükümetin ücret teklifini beklemelerle aylar geçirilmiş hatta bu süreçte bazı işkollarında grev, arabulucu ve Yüksek Hakem’e gitme (grev yasağı olan işkolları için) aşamasına gelinmiştir.

Süreç başlarken, ‘bu yıl sözleşmeleri yerel seçimlerden önce bitiririz‘ gibi bir beklentinin, hükümetten seçimler dolayısıyla ve oy kaygısıyla “popülizm” beklentisinin egemen olduğu, Türk-İş yöneticilerinin basına yansıyan açıklamalarından anlaşılmaktadır. Oysa hükümetin, işçi sınıfı ve sendikalara “popülizm” yapmak gibi bir tutumunun olmadığı, bunca yıllık AKP hükümetleri döneminden biliniyor olsa gerektir. Hükümetin, bu işi, uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalar sonucu tek ekmeğe muhtaç hale getirdiği, yoksullara erzak, kimi yerlerde kömür, bazı illerde de beyaz eşya dağıtarak yaptığı gözler önündeyken; böyle bir beklentiye, aymazlıktan başka ne denebilir ki!

Yürütülen görüşmelerde esnek çalışma, kıdem tazminatı, çalışma süreleri, ikramiyeler vb. temel sosyal haklar gündeme getirilmiş olmasına rağmen, gelişmeleri işçi kitlesine açıklayıp, bu dayatmalara karşı mücadeleye hazırlama gibi bir çabaya (bunu yetersiz de olsa yapmaya çalışanları ayırıyoruz) dahi girilmemiştir. Varsa yoksa görüşmeler ve beklentiler. Ama, hükümet oralı bile olmuyor, Türk-İş’in ücret zammı talebine karşı bir teklifte bile bulunmuyor; süreci, grev yasağı kapsamındaki işkolu ve işyerleri açısından daraltmaya ve Yüksek Hakem Kurulu’na gitme durumunu da bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışıyordu. Hükümetin bu tutumuna karşı, temsil ettiği kitlenin gücünü gösterecek adımlar atmak bir yana, Türk-İş yönetimine tam bir suskunluk ve beklenti hakimdi.

TABANIN TEPKİSİ, ŞUBELER VE YEREL PLATFORMLARIN EYLEMLERİ

Hükümetin aldırmaz tutumu; tabandan, işçi, temsilci ve ileri işçilerden, mücadeleci şubelerden gelen tepki ve eylemlerle protesto edilmeye başlandı. Toplu sözleşmeler, ancak bu eylemlerle kamuoyunun, işçi ve emekçilerin gündemine girdi.

Ankara şubeler platformunun haftalar süren açıklama ve gösterileri, sadece hükümeti değil, Türk-İş’i de protesto eden ve mücadeleye çağıran eylemlere dönüştü. İstanbul’da ise, Nisan sonunda, Harb-İş Anadolu yakası şubesinin Pendik Tersanesi işçileriyle yaptığı yürüyüşle, hükümeti protesto ve Türk-İş’i uyarmasıyla başlayan eylemler, Yol-İş 1 Nolu şubenin yürüyüş ve protestolarıyla devam etti.

Mayıs ayı içinde, Petrol-İş Genel Merkezi’nin işyerlerinde yaptığı eylemler, 21 ve 28 Mayıs’ta yapılan bir saatlik iş bırakma eylemleri; kamu işçilerine, tüm işçi ve emekçilere heyecan veren eylemler oldu.

27 Mayıs’ta Ankara Harb-İş (Genel Merkez’in de katılımıyla) şubeleri, şubeler platformunun da katılım ve desteğiyle; hükümetin tutumunu ve Türk-İş’in sessizliğini protesto ettikleri güçlü bir eylem yaptı. Genel Maden-İş Sendikası (GMİS), Zonguldak’ta tüm ocaklarda, toplantı ve açıklamalarla hükümeti protesto etti. Bu eylemleri, 2 Haziran’da, Gölcük askeri tersane (Harb-İş’e bağlı) işçilerinin eylemi, 4 Haziran’da ise, İstanbul’un her iki yakasındaki Harb-İş şubelerinin (İstanbul şubeler platformunun da desteklediği) büyük ve coşkulu eylemleri izledi.

Takip eden günlerde hükümet, ücret teklifini açıkladı. Bu teklif, işçiler arasında büyük tepkilere yol açan % 3+3 ve ikinci yıl için, % 2.5+2.5 ve düşük ücretlere 25 TL zamdan ibaretti. Hükümetin teklifi; Ankara ve İstanbul şubeler platformunun aynı gün yaptıkları güçlü, kitlesel eylemlerle protesto edildi. Bu eylemler, hem işçi tabanına, hem de mücadeleci şubelere ve sendikacılara güven veren eylemlerdi. Hükümetin teklifi ve tutumu protesto edilirken; Türk-İş yönetiminin sessizliği ve tepkisizliği de protesto ediliyordu. Genel grev sloganları eylemlere damgasını vuruyordu.

Platformları temsilen eylemleri değerlendiren şube başkanları; eylemleri sürdüreceklerini belirterek, “Bu eylemler  bir kıvılcım. Bunların ülkenin her yerine yayılmasını istiyoruz. Ankara, İzmir, Bursa ile ortaklaştırarak, güçlü hale getirir ve ülkenin her yerini eylem alanı haline çevirebilirsek, ancak sermayeye sözümüzü kabul ettirebileceğimizi düşünüyoruz”, “Biz sadece kamu TİS’leri üzerinden gitmiyoruz. Artık biz, sözleşmelerimizin bir gecede oldu bittiye getirilmesini istemiyoruz. Zaten dört dönemdir, TİS’in seyircisi olduk. Çok şeyler kaybettik… Bu eylemler şube başkanlarının istekleri üzerinden başlamadı. Tabandan gelen bir istek vardı. Yaşanan sorunlar karşısında işçiler eylem yapılmasını istedi. Biz Türk-İş gibi bu duruma seyirci kalamazdık ve sokaklara çıkmaya başladık… Bizim eylemlerimiz, ’89 Bahar Eylemleri gibi dipten gelen bir dalga. Belki cılız gibi gözüküyor, ama kimse unutmasın ki, ’89 Bahar Eylemleri de cılız başlamıştı.1 diyorlardı. Bu değerlendirmeler, işçi tabanındaki kaynaşmayı gösteriyor, hükümeti ve sermayeyi geriletmek, taleplerini kabul ettirebilmek için, ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğini de doğru olarak tespit ediyorlardı.

Türk-İş yönetimi Başbakan’la ve sözleşmelerden sorumlu bakanla görüşmeler yaparak, TİS’i “masa başında bitirmeye” çalışıyor, ama hükümet “Size teklifimizden daha fazlasını vermemize olanağımız yok” diyerek dayatmalarını sürdürüyordu.

İşçi tabanı ve şubelerin tepki ve eylemlerine kulak verip gereğini yapmaya çalışan iki sendika (Petrol-İ ve Tez Koop-İş) genel başkanının sürece ilişkin değerlendirmeleri de; sürecin iyi yönetilemediği, hükümetin olumsuz tutumuna karşı, bir eylem programı belirleyip harekete geçmek gerektiği şeklindeydi. Onlar bu sürece, Türk-İş yönetiminin önderlik etmesi gerektiğini belirtiyor; “Önümüzdeki hafta bu eylem kararlarının açıklanmasını bekliyoruz. Bu açıklanmadığı takdirde, biz kararlıyız, bizim gibi düşünen Petrol-İş, Tez koop-İş, Yol-İş, GMİS, Türkiye Maden-İş gibi sendikalarla bu kararları alacağız. Önümüzdeki haftadan itibaren kamuda ciddi eylemlilikler olacak” diyorlardı.

Aynı süreçte, kamu emekçilerinin yaklaşan toplusözleşmeleri/görüşmeleri gündeme giriyor ve KESK cephesinde hareketlenme (yöneticilerin Ankara yürüyüşleri) başlıyor, yerel KESK platformları ve bazı sendikaların işyerlerindeki eylemleri (SES, BES, ve Haber Sen’in eylemleri) gelişiyordu. Bu durum, işçi ve kamu emekçilerinin toplusözleşmelere ilişkin eylem ve mücadelelerinin birleşme, hükümet ve sermayenin karşısına daha güçlüce çıkabilme olanağı demekti.

SÜREÇ HIZLANIYOR

Türk-İş Başkanı ve yönetiminin 1 Temmuz’da Başbakan’la yaptığı görüşmeden de, hükümetin önceki teklifinden farklı (sadece % 3+3’ten, % 3+4’e çıkıldı) bir şey çıkmadı. Görüşme sonrası açıklama yapan ve “Başbakan’la sözleşmeyi masada bitirmeyi umuyorduk, ama üzüldük…” diyen Başkan Kumlu, Türk-İş Başkanlar Kurulu’nu, 8 Temmuz’da toplayacaklarını, sözleşmelerde gelinen aşamayı değerlendirip eylem kararları alacaklarını söyledi. Ayrıca 2 Temmuz’da tüm illerde, iş çıkışında AKP binalarına yürünecek ve hükümet protesto edilecek, 7 Temmuz’da da bir saatlik iş bırakma eylemi yapılacaktı.

Aynı gün, KESK, DİSK hatta HAK-İŞ bile Türk-İş’in eylem kararlarını desteklediklerini açıkladılar, işçi sınıfı ve emekçilerin birliği ve dayanışmanın önemine vurgu yaptılar. KESK İstanbul şubeler platformu desteğini ve eylemlere katılacaklarını açıkladı. Sendika ve Konfederasyonların bu tutumu, işçi ve emekçilerin birliği açısından elbette önem taşıyordu. Kamu toplusözleşme ve kamu emekçilerinin toplusözleşme/görüşme mücadelelerinde birleşme olanağını güçlendiriyordu.

2 Temmuz’da, işçiler, tüm ülkede kitlesel olarak AKP binalarına yürüdüler. Bu eylemlerde, işçiler bir kez daha mücadele kararlılıklarını, grev ve genel grev isteklerini ve buna hazır olduklarını dile getirdiler. Bu eylemlerde, genel grev sloganı öne çıkarken; bir başka önemli tutum da, Ankara’da yapılan eylemde Türk-İş kürsüsünden attırılmak istenen “Türk-İş nerede biz oradayız” sloganına, işçi kitlesinin “Eylem nerede biz oradayız” sloganıyla yanıt vermesi ve Türk-İş’e olan güvensizliklerini, ama eylem ve mücadele kararlılıklarını ortaya koymalarıydı.

7 Temmuz’da kamu işyerlerinin tümünde bir saat iş bırakılarak, işyerleri önünde ve bazı illerde, sokaklara, meydanlara taşan eylemler yapıldı. Birçok işyerinde, kamu emekçileri de iş bırakarak, işçileri desteklediler, birlikte eylem yaptılar. Tüm kamu işyerlerinde üretimin durdurulduğu, diğer Konfederasyon ve Kamu emekçileri sendikalarının da (bu, işçi ve emekçilerin birliği için önemli olanak ve fırsat demekti) desteklediği; işçilerin greve hazır olduklarını kararlıca ortaya koydukları bu eylemden sonra; Türk-İş yönetimi ve Koordinasyon Kurulu’nu oluşturan sendikaların genel başkanları, bilinen oranlarda ücret zammının yeraldığı çerçeve sözleşmeyi imzaladılar.

TEPKİLER, DEĞERLENDİRMELER

İmzalanan çerçeve sözleşmeyi “iyi bir sözleşme oldu” diye savunan, savunabilen sendika genel başkanı yok. Basına açıklama yapan genel başkanların değerlendirmeleri; “beklentileri ve kayıplarımızı karşılayan bir sözleşme olmadı”ğında ortaklaşıyor. Grev yasağı kapsamında 90 bin işçinin olmasını, bu işçilerin sözleşmesinin Yüksek Hakem Kurulu’nu gitme aşamasına gelmiş olmasını, genel olarak da grev aşamasına çok yaklaşılmış olmasını ve “bu rakamların önemli ölçüde yukarı çıkmayacağını, çekilemeyeceğini gördük”, Türkiye’nin şartları, “sözleşme bitirilmeseydi daha zora girecekti” diyerek, çerçeve sözleşmeyi imzalamalarının gerekçeleri olarak öne sürüyorlar.

İşçi tabanı, temsilciler ve ileri işçiler ise, kayıpları dahi karşılamayan bir sözleşme olduğu ve işçilerin hareketlendiği ve sokağa çıktığı bir günde “masa başında bitirmek zorundaydık” tutumuna tepki gösteriyor. Diyarbakır’da sözleşmeyi değerlendiren şube yöneticileri ve temsilciler, tepkilerini, “sözleşmeyi imzalarken kime sordun?” diyerek gösteriyorlardı. Eylemli bir tepki, Yatağan ve Soma maden işçilerinin işyeri ve şube önünde toplanarak, sözleşmenin bu ücret artışlarıyla imzalanmasını, protesto etmeleri oldu.

İstanbul Yol-İş 1 No’lu Şube Başkanı Erdem Arcan “Tam bir mücadele başlamışken bunun önü kesildi. En önemlisi de işçi-memur birliği sağlanmıştı. Biz tam bunu yakalamıştık, ama maalesef bu birlikteliğin önü kesildi. Mücadelede ortak bir zemin tutturulmuştu, işçi greve ve eyleme hazırdı… Bu eylemleri bir hafta daha sürdürebilseydik, kayıplarımızın altında imzalamazdık… Bu sözleşme bizim için utanç verici oldu” diyor ve işçinin göze aldığı grevi Türk-İş ve sendikaların göze alamadığını belirtiyor. Ve “Sadece kamu işçileri kaybetmedi. Türkiye’deki bütün çalışanlar, memurlar ve emekliler kaybettiler. Utanç verici bu sözleşmenin de Türk-İş’e mutlaka bir faturası olmalıdır.”(2) diyor.

Petrol-İş İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Ecvet Eşlegül, “Açık ve net söylüyorum güvensizlik arttı. Taleplerimizin hiçbiri yerine getirilmedi. Bırakın 2009’u, 2008’in enflasyon karşılığını dahi alamadık. Enflasyon kaybımız bile kapanmadı.”(3) değerlendirmesini yapıyor ve işyerleri bazında bu sözleşmeyi imzalamayacaklarını, işçilerin talepleri için mücadele edeceklerini belirtiyor.

Tez Koop-İş 5 No’lu Şube Başkanı Rabia Özkaraca, “Geçmiş sözleşmelere göre, ilk defa işçiler talepleri için eyleme geçmişti. Talepleri için daha büyük eylem kararları beklerken anlaşma oldu. İşçiler hem Türk-İş’in eylem kararlarında hem de ondan önceki eylemlerde mücadeleye hazır olduklarını göstermişti”, “Ancak şu kesin ki, mücadele kırıldı. Şimdi her sendika kendi başına kaldı. İşçilerin tepkisi var.”(4) değerlendirmesini yapıyor.

İmzalanan çerçeve sözleşmenin, işkolları, işyerleri ve sendikalar için doğrudan ve mutlak uyulması gereken bir zorunluluk olmadığı açıktır. Ve bu çerçeve sözleşme her bir işkolunda sözleşmeler imzalanırken reddedilebilir, bu mümkünsüz değildir. Ancak, çerçeve sözleşme imzalandıktan sonra, sendikalar hükümet karşısında tek başlarına kalınca, bunun zorlukları da ortadadır.

İmzalanan çerçeve sözleşmenin, işçilerin ve sendikaların ücret taleplerinin çok gerisinde ücret artışı getiriyor olmasının yanı sıra, önemli bir zayıflığı da; esnek çalışma, ikramiyeler, sosyal haklar, çalışma süreleri, izinler gibi maddelerde hükümetin dayatmalarını reddeden bir sözleşme olmamasıdır. Yani hükümet, ücretler maddesinde sendikaları geriletmiş, boyun eğdirmiş olmanın yanı sıra, karşısında 8-10 sendikadan (imza öncesi ortaya çıkmış olan geniş bir işçi, emekçi birliği olanağının heder edilmesi bir yana) oluşan ve en azından zorunluluk gereği birlik ve dayanışma içerisinde davranmak durumunda olan bir cepheyi, birbirinden ayırmış (kastedilen; sendikaların şu an yüz yüze bulundukları tek başına kalma vaziyetidir. Elbette böyle bir durumda bile sözleşmeleri, birlik ve dayanışma içinde yürütebilirler ve böyle yürütmeleri de, hak kayıplarını önlemek için bir zorunluluktur.) ve tek tek sendikalar karşısında, daha dayatmacı olabileceği bir pozisyon elde etmiştir.

SÜREÇ VE TUTUMLAR, DEĞERLENDİRMELER ÜZERİNE

Türk-İş yönetimine nasıl bir sendikacılık anlayışının egemen olduğu, bu süreçte bir kez daha, bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Bu anlayışın köşe taşları, görüşmecilik, diplomasi, hakları ve talepleri kazanmaya değil, “masa başında iş bitirme”ye odaklanma, eylemsizlik ve mücadelesizlik; eğer kendine rağmen eylemler ve mücadele ortaya çıkmış ve gelişiyorsa, bu mücadele ve eylemlerin gelişmesini ve kendini aşmasını önlemek, ‘önünü kesmek’ ve kontrol altına almak üzere başına geçmek, yapıyormuş gibi davranarak kendince en uygun gördüğü anda bitirmektir.

İşçi kitlesinden, sınıftan kopmuş, burjuvaca bir yaşam (yüksek maaşlar, harcırahlar vb. birçok maddi olanaklarla) sürer durumdadırlar. Hükümetler ve sermayedarlarla “masa başında bitirilen işlerin” karşılığı nedir bilinmemektedir. Bu durumları, hükümet ve burjuvazi ile her türlü uzlaşma ve işbirliğine açık olmalarının zeminini oluşturmaktadır. Sermaye örgütleriyle kol kola, “kriz varsa çare de var, evde oturma pazara çık” kampanyaları sürdüren de bu yönetimdir; işçi ücretlerini % 35 düşürme anlaşmasını yapan sendikacı da bu yönetimdedir.

Dolayısıyla, kamu TİS’leri sürecinde, harekete geçmiş, eylemler ve mücadele içerisindeki ileri işçi, temsilci ve mücadeleci sendikacıların, hiç istemeyeceği şey; Türk-İş yönetiminin mücadelenin başına geçmesi ya da “süreci yönetmesi” olmak durumundaydı.

Bu süreç; ileri işçiler, temsilciler ve mücadeleci sendikacıların önüne, başta Tük-İş yönetimi olmak üzere, sedikaların tepesine çöreklenmiş olan; sınıftan kopmuş, yaşamı ve çıkarlarıyla burjuvalaşmış, bürokratlaşmış, uzlaşmacı, işbirlikçi sendikacılardan ve onların temsil ettiği sendikacılıktan kurtulma, sendikalarının başından bunları atma, sendikalarını sermaye sistemine karşı mücadelenin örgütleri olarak yeniden kurma görevini ve zorunluluğunu getirmiştir. Bu; ileri işçilerin, temsilcilerin ve her kademedeki mücadeleci sendikacıların, birliği ve mücadelesi ile olanaklıdır. ’89 Bahar Eylemleri süreci ve sonrasında, sendikal yönetimlerde (sınırlılıklar taşısa da) yaşanan değişimler; bürokrat, uzlaşmacı sultanın yıkılabileceğinin önemli bir deneyimidir.

Yerel platformlar, bu süreçte eylemin ve mücadelenin asli ve kitlesel gücünü oluşturmuşlardır. Yaptıkları eylemlerle, TİS sürecini canlandırmışlardır. Ancak eylemlerde sürekliliğin sağlanamaması ve kendilerinin de açıkladığı gibi eylemleri “Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa ile ortaklaştırarak, ülkenin her yerinin eylem alanına” çevrilememesi, illerde tüm şubelerle ve kamu emekçileriyle daha ileriden bir birliğin sağlanamaması ve bir noktadan sonra, Türk-İş yönetiminin eylem kararları almasını bekler tutumları; yerel platformların temel zayıflığı olmuştur. Eylemler sürdürülmeli, ortaklaştırılmalı, ülkenin her yeri eylem alanı haline getirilebilmeliydi. Türk-İş yönetimine, işçinin onayını almadan sözleşme imzalamasının önüne geçecek bir işçi ve emekçi gücü gösterilmeliydi.

Elbette yerel platformların tüm zayıflık ve eksiklerine rağmen, TİS sürecindeki rolü önemli olmuştur. Eğer, Türk-İş eylem kararı almak zorunda kaldıysa; hükümet birkaç puan da olsa teklifini değiştirmek zorunda kaldıysa; bu, yerel platformların eylemleri başta olmak üzere, bir iki sendikanın merkezi eylemlerinin zorlamasıyla olmuştur. Dolayısıyla yerel platformlar, temsilciler ve ileri işçilerle birlikte gücünün farkında, bilincinde olmalı ve buna dayanarak ilerlemelidir.

Sözleşmeleri değerlendiren sendika genel başkanlarının, “kayıplarımızı karşılamıyor” dedikleri, ama imzaladıkları sözleşmeyi imzalamalarına gerekçe olarak öne sürdükleri tümüyle geçersizdir. “Bir yerde bitirmek gerekiyordu” deniyor. Neden gerekiyordu? Ertesi gün Başkanlar Kurulu toplantısında değerlendirmek, kayıpları dahi karşılamayan bir sözleşme yerine, taleplere uygun bir sözleşme için yapılması gerekenleri belirlemek mümkün değil miydi? Üyelerin, hiç olmazsa onları temsilen şube yönetimleri ve temsilcilerin görüş ve onaylarına başvurulabilirdi. İşçi davası, işçi mücadelesi derdi ve sorumluluğuyla, bu sözleşme imzalanmamalı, imzalatılmamalıydı. Bu; hakları ve talepleri için mücadeleye girişmiş işçi ve emekçiler kitlesinin gücüyle, bu güce güvenerek ve dayanarak mümkündü.

“Türkiye’nin şartları”, evet, tam da bu nedenle, krizin yükünün emekçilere ödetildiği ve devam eden saldırılar nedeniyle bu sözleşme imzalanmamalıydı. “Türkiye’nin şartları” ve saldırılar devam ediyor ve kayıpları bile karşılamayan sözleşmede alınan % 3+ 5.5, yapılan zamlarla geri alındı ve zamların devam edeceği de açık.

90 bin işçinin grev kapsamı dışında olması ve Yüksek Hakem’e gitme aşamasına gelinmiş olması, bu nedenle hak kayıpları gündeme gelebilirdi.” Bu, elbette bir sorun, ama bu, sözleşmenin imzalanması ile çözülemez. Ve nihayet, imzayla çözülemeyeceğini, Harb-İş’in 21 Temmuz’da işveren yetkililerinin, kazanılmış hakları geri götürmeyi amaçlayan, uzlaşmaz tutumları nedeniyle uyuşmazlık noktasına gelmiş olması gösteriyor. Ve önümüzdeki günlerde, sözleşme görüşmelerinde, tüm sendikaların kazanılmış hakların gaspı dayatmasıyla karşılaşacakları da besbellidir.

Çerçeve sözleşmenin imzalanmasına, “grev aşamasına çok yaklaşılmış olması”nı gerekçe göstermenin ise; işçinin göze aldığı grevi, sendika genel başkanlarının göze alamaması, bazılarının da grevden öcüden korkar gibi korkmasından başka bir açıklaması olamaz.

SALDIRILAR SÜRÜYOR

Bir çerçeve sözleşme imzalandı. Ancak tek tek işkollarında sözleşmeler süreci devam ediyor. Hükümetin başından beri esnek çalışma, çalışma süreleri, izinler ve kazanılmış hakların revize (gasbedilmesi) edilmesi gibi dayatmalarda bulunduğu bilinmektedir. Harb-İş’in yüz yüze kaldığı dayatmalar sonucu, ortaya çıkan uyuşmazlık durumu, tüm sendikaların sözleşmelerde karşılaşacakları dayatmaları bugünden göstermektedir.

Sözleşmeyle yapılan % 3+5.5’lik ücret artışı, hükümetin akaryakıt, şeker,                       üniversite harçları ve sigara zamları, belediyelerin su ve ulaşım zamları ile şimdiden işçilerden geri alınmıştır. Üstelik zamların, işçi ve emekçilerin yaşamını doğrudan etkileyecek yeni zamlarla sürmesi de gündemdedir. Yani hükümet, yaygın deyimle, kaşıkla verdiğini kepçeyle geri almak için hiç beklememiştir.

26 Haziran’da Meclis’ten geçirilen Özel İstihdam Büroları (ÖİB) yasasını; Cumhurbaşkanı yeniden görüşülmek üzere Meclis’e iade etmişse de, Cumhurbaşkanı’nın iade gerekçesi, yasanın kendisine ve özüne değil, biçimsel bir yönüne ilişkindir. Sermaye örgütleri, yasanın çıkarılması için ısrarlarını sürdürüyorlar. Yasayla, işçi sınıfının kazanılmış temel hakları ortadan kaldırılmakta ve işçi, ÖİB ile kiralık işçi talep eden işveren arasında alınıp satılan bir köle (mal) haline getirilmektedir.

Kamu emekçilerinin, toplusözleşmeleri/görüşmeleri yaklaşmıştır. Ancak, hükümetin kamu emekçilerine dayatacağı da bugünden belli ki; % 4.5 veya 5’i geçmeyecektir. Ve hükümet yaptığı zamlarla kamu emekçilerine vermeyi planladığı, maaş artışını da şimdiden, yani vermeden almıştır. Dolayısıyla, kamu emekçilerini de zorlu bir toplusözleşme/görüşme ve mücadele süreci beklemektedir.

Toplusözleşmelerde karşılaşılan dayatmalar da, şimdiye kadar uygulamaya konmuş paketler ve yenileri de, Kamu Personel Rejimi yasası da, Kıdem Tazminatının Fona devri (tasarı hazır ve bakanlıklar arası görüşülme aşamasında) yasası da, Özel istihdam Büroları yasası da; başlamış ve devam edecek olan zam furyası da; krizin bedelini işçi sınıfı ve emekçilere ödetme saldırılarının birer parçası olarak gündemdedir.

MÜCADELE VE OLANAKLAR

Hükümetin başlattığı ve sürdüreceği zam dalgası, işkolu sözleşmelerinde karşılaşılan dayatmalar, çerçeve sözleşmeyi tanımamak ve yeni talepler öne sürmek için yeter ve haklı gerekçelerdir. İmzalanan çerçeve sözleşmeyle bir cephe yenilgisi yaşanmış olsa da; süreç de, saldırılar da devam ediyor. Mücadele, tüm bu saldırılara karşı, yeni güç ve olanaklarla sürdürülmek durumundadır.

Bugün, sözleşmelerin, işkollarında ve işyerlerinde ayrı ayrı yürütülmesi; izlenebilecek en yanlış yol olacaktır. Bu yüzden, sözleşmeler, hiçbir işkolu ve işyeri tek başına bırakılmadan, dayanışma içinde yürütülmelidir. Kamu işyerlerinde sözleşmesi olan bütün sendikalar için, sözleşmeleri birlik ve dayanışma içinde yürütmek; düne göre daha önemli ve zorunlu hale gelmiştir.

Sözleşmelerin uzayacağı ve kamu emekçilerinin sözleşme/görüşme süreciyle çakışacak olması; kamu işçileri ve kamu emekçilerinin, mücadeleyi birlik ve dayanışma içinde sürdürmeleri için önemli bir olanaktır. Ayrıca hükümetin zamlarla sürdürdüğü saldırılar; zamların durdurulması ve geri alınması talebini; güncel ve önemli bir mücadele konusu haline getirmiştir. Zamlara karşı mücadele; işçisi, işsizi, kamu emekçisi, küçük üreticisi ve küçük esnafıyla bütün bir halkın sorunudur. Örgütlü işçi ve emekçiler, tüm halkı bu talepler etrafında birleştirebilirler. Bu durum, mücadelede birleşilecek yeni güçler ve olanaklar anlamına gelmektedir.

Mücadele, işçiler için toplu sözleşmelerde, kamu emekçileri için toplusözleşme/görüşmelerde, ücret ve hak mücadelesi olmaktan ötedir. Aynı zamanda, örgütlü-örgütsüz işçi, işsiz, tüm emekçi halk kesimleriyle birlikte, krizin yükünü kabul etmeme, krizin bedelini ödememe mücadelesi haline gelmiştir.

İşçilerin ve kamu emekçilerinin yerel platformları, birlik ve dayanışma içinde güçlü bir mücadelenin organları ve dinamik güçleri, aynı zamanda tüm emekçi halk kesimlerinin, etrafında birleşebileceği bir odak olabilir, olmalıdırlar. Bu sağlanabildiğinde, eylem ve mücadeleler ortaklaşarak güçlenecek, sermaye ve hükümetin saldırıları püskürtülebilecektir.

1. Evrensel – 14.06.09

2, 3, 4. Evrensel – 13.07.09

 

Kriz Vurguncuları – 2

İkinci adımda, krizden en büyük zararı gören dayanıklı tüketim malı sanayilerine, özellikle de otomotiv sektörüne yönelik ‘teşvik’ paketleri uygulamaya girdi. Kısmen yatırım malı niteliğinde olduğu için kilit önem taşıyan ve diğer sektörlerle bağlantıları yüksek olan bu sanayiye vergi indirimleri, yatırım teşvikleri, birleşme ve satın almalarda kolaylıklar, ek kredi fonları ve ‘hurda indirimi’ teşviği gibi destekler sağlandı. Örneğin Fransa’da, otomobil kredisi açan firmalara düşük faizle 1 milyar euro kredi ve 10 yaşından büyük araçların yenilenmesi için araç başına 1000 euro ‘hurda indirimi’ verildi. Almanya’da, vergi indirimleri ve ilave fon desteklerinin yanı sıra, 9 yaşından büyük otomobiller için araç başına 2500 euro hurda indirimi yapıldı. Benzer teşvikler, İsveç ve İspanya gibi büyük imalatçı ülkelerde de yürürlüğe girdi. Bu tür tedbirler, çöküşün eşiğindeki otomotiv sektörünü kurtarmaya yetmese de, tekellerin bir süre için nefes almasına yaradı.

Genel bir ‘toparlanma’ henüz çok uzak elbette, ama sürece hazırlıklı giren firmalar, rakiplerinin zayıflaması sayesinde şimdiden göreli olarak güçlendiler. Örneğin ABD’de, en büyük otomobil firmaları arasında ilk sırada bulunan General Motors ve üçüncü sırada bulunan Chrysler, borçlarını ödeyemez duruma düşmüş ve iflastan korunma başvurusunda bulunmuşlardı. Chrysler’in en önemli varlıkları İtalyan Fiat tarafından satın alındı; General Motors ise, bünyesindeki Alman Opel ve İngiliz Vauxhall markalarını satmak için anlaştı. Buna karşılık, ‘ABD’nin üç büyüğü’ içinde ikinci sırada bulunan Ford, her ne kadar binlerce işçiyi işten çıkarmış, bazı şirketlerini satmış ve birçok fabrikayı kapatmış olsa da, General Motors ve Chrysler’e kıyasla krizden daha az etkilendi ve nitekim geçtiğimiz çeyrekte 2 milyar doların üzerinde kâr açıkladı. Bu arada, Avrupa otomobil pazarındaki payını da hızlı biçimde arttırdı.

Kapitalist ülkeler, krize karşı üçüncü adım olarak, özellikle hanehalklarının tüketimini arttırmaya yönelik doğrudan para yardımlarına geçtiler. ABD, Fransa, İtalya gibi ülkelerde, ‘dar gelirliler’ için alışveriş çekleri, vergi indirimi çekleri, çocuklara eğitim yardımları dağıtıldı. Milyarlarca euro ya da dolar tutarındaki bu tarz yardımlarla, dayanıksız tüketim mallarına olan talebi arttırmak, istihdam kaybının bir miktar önüne geçmek ve bu sektörlerin yaratacağı üretim aracı talebi sayesinde dolaylı olarak diğer sektörlere de yansıyacak bir ekonomik canlılığı başlatmak hedeflendi. Türkiye’de bu türden bir doğrudan yardım henüz gündeme gelmedi. Ama TOBB’un başını çektiği (ve birçok işveren örgütü ile siyasi partinin yanı sıra Hak-İş, Türk-İş ve Kamusen’in de destek verdiği), neredeyse hakaret niteliği taşıyan gülünç bir kampanya başlatılarak, halka ‘eve kapanma, pazara çık!’ çağrısı yapıldı.

Dünya kapitalizminin tarihindeki en ağır krizlerden birini yaşadığı şu günlerde, neoliberal ‘serbest piyasa’ ilkelerinin bir çırpıda ayaklar altına alındığını ve devletin bir kez daha göreve çağrıldığını görüyoruz. Ve kuşkusuz, kapitalist devletlerin kriz yönetme becerileri geçmiş dönemlere kıyasla bugün çok daha artmış, ellerindeki araçlarsa çeşitlenmiş durumda. Yine de krizden çıkış henüz ufukta görünmüyor. Zira, devletin hazırladığı kurtarma ve teşvik paketleri doğrudan doğruya bütçe açıklarına yansıyor ve krizi aşmaya değil, zamana yaymak suretiyle etkilerini kısmen hafifletmeye yarıyor. Öte yandan, bütçe açıkları da, çeşitli yollardan er ya da geç emekçi sınıfların sırtına yükleniyor. Böylece, bir kez daha, zararlar toplumsallaştırılıyor. Emekçi kitleleri daha çok tüketmeye davet eden sistem, tüketim kalemleri üzerine getirdiği dolaylı vergiler ve fiyat artışları ile, satın alma gücünü daha da kısıyor. Burjuva sınıfının ideologları, işsiz kalan, geliri azalan insanların daha çok tüketebileceğini, krizin de bu şekilde aşılabileceğini hayal ediyorlar.

Bu çelişkinin yanı sıra önem taşıyan bir diğer husus, devlet müdahalesinin içeriğine dair. Devletin hangi sektörlere ne şekilde müdahale edeceği, kurtarma ve teşvik paketlerinin neleri içerip neleri içermeyeceği, genellikle sermaye kesimleri arasındaki güç ilişkilerine bağlı olarak şekilleniyor. ‘Krizi fırsata çevirmek’ ifadesi bu çerçevede somut bir içerik kazanıyor: kim ne alacak, devletin şefkatli eli kimi bataklıktan çıkaracak, kimleri kaderine terkedecek? Süreç genel olarak büyük burjuvazinin lehine işlemekle birlikte, aynı zamanda, büyük burjuvazinin kendi içinde de bir hesaplaşma yaşanıyor. Bazı büyük sermayeler tasfiye olurken, bazıları süreçten daha da güçlenerek çıkıyor.

Türkiye özelinde krizin ileri kapitalist ülkelerdekinden daha farklı biçimde yaşandığını ve buna bağlı olarak alınan ‘tedbirlerin’ farklılaştığını söylemek mümkün. Öncelikle, bankacılık kesiminde, şimdilik, krize dair belirgin bir işaret görünmüyor (bankacılık sektörünü yazının daha sonraki bölümlerinde ele alacağız). Bu durum, bilindiği gibi, ilk aylardaki ‘kriz teğet geçiyor’ söylemine zemin hazırlamıştı. ‘Reel kesim’ denilen sanayi sektörleri birbiri ardına krize girerken, hükümet, 29 Mart seçimlerini göz önünde tutarak, oyalama taktiklerine başvuruyor ve “dünya batıyor, ama biz ayaktayız” algısını yaratmaya yönelik propaganda yapıyordu. Bu dönemde uygulamaya konulan en önemli ‘tedbirler’, bazı ürünlerde ÖTV ve KDV indirimleri öngören kararlar oldu. Tabii, bu arada, yerli ‘yatırımcıların’ hisse senedi kazançları üzerinden alınan stopaj sıfıra indirilerek ‘yerli’ ve ‘yabancı’ rantiyelere bu konuda tam bir eşitlik de sunulmuştu. Ancak, bunu şimdilik geçebiliriz.

VERGİ İNDİRİMLERİ

Getirilen vergi indirimlerini hatırlayalım: (i) 1600 cc’ye kadar olan otomobillerde ÖTV oranı yüzde 37’den yüzde 18’e, (ii) beyaz eşya ve elektronik eşyada ÖTV yüzde 6.7’den sıfıra, (iii) bilgisayar, bilişim ve iş makineleri, mobilya ve büro makinelerinde KDV yüzde 18’den yüzde 8’e, (iv) 150 m² ve üzeri konutlarda KDV yine yüzde 18’den yüzde 8’e indirilmişti. Hükümetin açıklamasına göre, bütçeye, motorlu araçlardaki ÖTV indiriminin 610 milyon TL, konut satışlarındaki KDV indiriminin 500 milyon TL, mobilyadaki KDV indiriminin 200 milyon TL ve beyaz eşyadaki ÖTV indiriminin 80 milyon TL ilave yük getireceği hesaplanmıştı.

Vergi indirimleri sermaye kesimleri tarafından genellikle olumlu karşılanırken, tedbirlerin ‘piyasayı’ canlandırmakta yetersiz kalacağı da belirtilmekteydi. Örneğin, 150 m² ve üzeri konutlara getirilen 10 puanlık KDV indirimi, özel olarak TOKİ için getirilmiş gibiydi. Bu tür ‘lüks’ sayılabilecek büyüklükteki konutlar, Türkiye’de toplam konutların ancak yüzde 5’ini oluşturuyor. Ve bunların önemli bir kısmı, TOKİ ile AKP’li müteahhitlerin ‘hasılat paylaşımı’ yoluyla gerçekleştirdikleri lüks konut projelerinin henüz satılamayan kısımlarını içeriyordu. Bir başka deyişle, hükümet, önceliği, konut-inşaat sektörü için genel bir canlanma yaratmaya ve ‘dar gelirli’ vatandaşın konut ihtiyacını karşılamaya değil, TOKİ ile bazı yandaş inşaat firmalarının acil ihtiyaçlarına vermiş oldu. Bu durum, beklentilerini daha yüksek tutmuş olan diğer AKP’li müteahhitlerin bile tepkisini çekti. Bir süredir ödeme güçlükleri yaşadığı bilinen ve son olarak konut taksitlerine yüzde 4 zam yapan TOKİ ise, hükümet tarafından zaten uzun zamandır koruma altına alınmıştı.

Elektronik ve beyaz eşyaya getirilen ÖTV indirimi de, hiç kuşkusuz sektörün tekelleri olan Vestel ve Arçelik-Beko gibi firmalara yaradı. Kendi markaları ile imalat yapmanın yanı sıra birçok yabancı markanın da Türkiye satışlarını yürüten bu firmalar, daha Şubat ayından itibaren “ÖTV ve KDV bizden” gibi kampanyalarla fiyatları aşağı çekmişlerdi. Bu ortamda hükümet, “Hayır, sizden değil bizden” diyerek, olaya müdahale etmiş oldu. Böylece, sektörde satışlar ortalama yüzde 30 arttı ve örneğin Vestel’in satışları kriz öncesi rakamlara yaklaştı. Bununla birlikte, bu, yalnızca stokların eritildiği ve tekellerin geçici bir nefes aldığı anlamına geliyor. Kriz öncesinde üretimin yüzde 80-90’ını dış piyasa ve özellikle de Avrupa pazarı için yapan beyaz eşya ve elektronik firmalarının ‘kurtuluşu’, dünya genelindeki ekonomik canlanmaya bağlı.

Bu noktada, kapitalist devletin içine düştüğü bir diğer önemli çelişki görünür hale geliyor. Son yıllarda Türkiye ekonomisinin dünya kapitalizmi ile entegrasyonu olağanüstü bir düzeye erişti. Örneğin, dış ticaret (ithalat+ihracat) rakamları Gayrisafi Milli Hasıla’nın yarısını geçti (TÜİK daha sonra GSMH büyüklüğünü ‘yukarı doğru revize ettiği’, yani şişirdiği için, dış ticaretin GSMH içindeki payı yüzde 40’lar civarına geriledi, oysa gerçekte daha yüksekti). Öte yandan, salt dış ticaret rakamları değil, (portföy yatırımı, doğrudan yatırım, kredi gibi) çeşitli biçimler altındaki sermaye giriş ve çıkışları da muazzam boyutlara ulaştı. Örnek olarak, kriz patlak verdiğinde Türkiye’de özel şirketlerin dış dünyaya borçları 200 milyar dolara yakındı. Böyle bir ortamda, sermayenin uluslararasılaşmasının olağanüstü hızlandığı bir durumda, krizi aşmak için getirilen ulusal ölçekli tedbirler, doğal olarak belirleyici bir etki yaratamıyor. Yalnızca, bazı sermaye kesimlerini ayakta tutmayı, bazılarını destekler görünmeyi ve fırsattan istifade ederek emekçileri daha da ezmeyi amaçlıyor.

Benzer bir durum, otomobil satışlarında ÖTV indirimi için de söz konusu. Bilindiği gibi, Türkiye’de otomobil üreten en büyük firmalar (Oyak-Renault, Toyota, Tofaş-Fiat, Ford Otosan), kriz öncesinde üretimlerinin yüzde 70-80 gibi bir kısmını dış pazarlar için yapıyorlardı. Kriz nedeniyle dış pazarlar aniden daralınca, sektörde, yaklaşık 150 bin civarında araç stoklarda birikmişti. Stokların eritilmesi için iç piyasanın geçici bir süre canlandırılması gerekiyordu ve ÖTV indirimi tam da bunu sağladı. İndirimin devreye girdiği Mart-Mayıs ayları içinde, Fiat 27.500, Renault 22 bin, Ford 21.500, Hyundai 18.600, Volkswagen 12 bin, Toyota 9.700, Peugeot 9.500, Opel 9.200, Honda ise 5 bin araç sattı. Toplamda, iç pazarda neredeyse 50 bin araç satan Koç grubu ve 22 bin araç satan Oyak-Renault, ÖTV indiriminden en fazla yararlanan sermaye grupları oldular. Buna karşılık, Toyota ve Honda gibi fazla stok tutmayan firmalar, indirimlerden yeterince yararlanamadılar. ÖTV indirimi yapılmasaydı, oto firmaları stoklarını eritmek için mecburen fiyat indirimlerine gideceklerdi. Ve ÖTV indirimi sayesinde, fiyat indiriminin maliyeti (ki, bir otomobilin fiyatı 25 bin TL olarak alınırsa, araç başına yaklaşık 5 bin TL’dir) kamu maliyesi tarafından karşılanmış oldu. Dahası, söz konusu firmalar, ÖTV indirimini fiyatlara birebir yansıtmayarak da ilave kârlar elde ettiler. İktisatçı Ercan Türkan’ın yaptığı bir araştırmaya göre, vergi indirimleri, otomobilde, Nisan ayında ancak yüzde 64 oranında fiyatlara yansıtılmıştı. Aynı ay içinde, vergi indiriminin beyaz eşya fiyatlarına yansıması da ancak yüzde 73’tü. Buna karşılık, mobilya ve bilgisayarda, vergi indirimlerini de aşan fiyat azalışları gerçekleşmişti. Kısacası, özellikle otomobil ve beyaz eşya firmaları, başta Koç grubu, Oyak, ithalatçı Doğuş, Zorlu (Vestel) gibi gruplar, ÖTV ve KDV indirimlerinden maksimum yarar sağlamış, ‘tüketiciyi’ bir kez daha kazıklamış oldular.

Göründüğü  kadarıyla, hükümetin ilk etapta getirdiği vergi indirimleri, üretim ve ticareti bir arada yürüten büyük holdinglere ciddi bir nefes alma olanağı yarattı. Kuşkusuz, bu olanak söz konusu şirketlerde çalışan işçilere tanınmadı. Örneğin, Tofaş, kriz döneminde (taşeronlarla birlikte) yaklaşık üç bin işçiyi işten çıkarmış, bin işçiye de ücretsiz izin vermişti. Bunun yanı sıra, hükümetin sermaye kesimine sağladığı bir diğer olanak, ‘kısa çalışma ödeneği’ oldu. Buna göre, kriz nedeniyle çalıştırılmayan işçilere, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan üç ay süreyle 266 TL ile 533 TL arasında değişen bir ödenek sağlanmaktaydı. Sonraları altı ay daha uzatılan kısa çalışma ödeneğinden en fazla yarar sağlayanlar, yine otomobil firmaları oldu. Örneğin, Tofaş 3.600, Renault 4.600, Ford Otosan 6 bin işçi için ‘kısa çalışma ödeneği’ başvurusu yapmışlardı (Tofaş, daha sonra, başvurusunu geri çekti). Böylece, büyük otomotiv tekelleri, hem stoklarını eritmiş, hem de firmalarında çalışan uzman kadroları ellerinde tutmuş oldular.

Türkiye’de krize karşı alınan tedbirler içinde, 29 Mart seçimlerine kadar olan dönem, ‘birinci raund’ olarak nitelenebilir (ikinci raundu, seçim sonrasında açıklanan teşvik paketi oluşturuyor). Bu ilk raundun tartışmasız galipleri Koç ve Oyak grupları oldu. Koç grubu, tekel konumunda olduğu dört sektörün ikisinde (otomotiv ve elektronik/beyaz eşya) sırtındaki yükün önemli bir kısmını devlete yüklerken, diğer iki sektörde de (bankacılık ve enerji-petrol) kayda değer avantajlar elde etti (bunlara yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğiz). Buna karşılık OYAK, birkaç cephede birden saldırıya geçti : (i) Erdemir ve İsdemir’de işçi ücretlerini yüzde 35 indirdi, (ii) otomotivde ÖTV indiriminden en çok yarar sağlayan gruplardan biri oldu, (iii) zor duruma düşen şirketleri satın almaya başladı, (iv) bir de son olarak, fazla göze çarpmayan bir biçimde, hükümetin yassı demir çelik ürünlerinde gümrük vergisini 8 puan arttırması ile büyük bir avantaj elde etti. Erdemir, 25 Haziran – 6 Temmuz arasında kademeli olarak, sıcak sac fiyatını 430 dolardan 500 dolara, soğuk sac fiyatını ise, 480 dolardan 550 dolara yükseltti. İç piyasanın yüzde 40’ını elinde tutan Erdemir, bu şekilde yeni bir vurgun daha gerçekleştirmiş oldu. Öte yandan, Erdemir’in yanı sıra, Borçelik’te ortağı Arcelor Mittal ile yassı sac üreten ve Erdemir’in toptan satışlarda öncelik verdiği Borusan gibi gruplar da, gümrük vergisinin ve fiyatların artışı sayesinde büyük bir vurgun gerçekleştirdiler. Zira, ilk elde 500-550 dolar olan fiyatlar, karaborsada 800 dolara kadar yükseldi. Böylece, demir çelik piyasasını elinde tutan Erdemir ve Borusan, perde arkasındaki uluslararası tekel Arcelor Mittal ile birlikte, krizi fırsata çevirmenin parlak bir örneğini sergilediler.

Yazının bundan sonraki bölümünde, krize karşı alınan diğer ‘tedbirleri’  ve Haziran ayı başında açıklanan ‘teşvik ve istihdam’  paketini ayrıntılı olarak ele alarak, krizi fırsata çeviren sermaye kesimlerini daha yakından sergilemeye çalışacağız.

Kapitalizmin küresel krizinin patlak vermesi ile birlikte, başta ABD olmak üzere hemen tüm kapitalist ülkelerde büyük ölçekli ‘kurtarma’ ve ‘teşvik’ paketleri hazırlandı. ‘Hepimiz Keynesçiyiz’ sloganı benimsenerek, devletin para ve maliye politikaları devreye sokuldu. Geçmiş dönemlerdeki krizlerden (özellikle de 1929 krizinden) çıkartılan derslerle, kapitalist dünya, fazla tartışmadan, hızlı biçimde ‘kriz yönetimi’ düzenine geçti. Bu durum, sermaye içi çatışmaların kısmen ikinci planda kaldığı ve önceliğin kapitalist sistemi ayakta tutmaya yönelik düzenlemelere verildiği anlamına geliyordu. İlk elde, sistemin kalbi niteliğini taşıyan ve çöküş noktasına gelen finans sektörüne yönelik büyük kurtarma paketleri devreye girdi. Birçok finansal kuruluşu, banka ve sigorta şirketi kamulaştırıldı, bazıları birleştirildi, önemli bir kısmına da sermaye desteği sağlandı. ABD’de JP Morgan Chase ve İngiltere’de HSBC gibi büyük firmalar, bu evreyi fazla hasar görmeden ve hatta daha da güçlenerek atlattılar. Örneğin JP Morgan Chase, kriz sayesinde satın aldığı (ve alım esnasında binlerce çalışanını işten çıkardığı) Bear Stearns ve Washington Mutual gibi dev finans kuruluşları ile, kriz öncesine göre çok daha güçlü bir konuma geldi.

 

Kapitalizmin krizinin faturasını ödemeyeceğiz

Sosyalizm için mücadele ediyoruz

Marksist-Leninist Parti ve örgütler Konferansına dahil olan biz Avrupalı parti ve örgütler, politik durumu, kapitalist sistemin krizini, krizin faturasını ödemeyi reddeden emekçilerin ve halkın mücadelelerini görüşmek ve derin bir krizde olan kapitalist sistemden kopuşun perspektiflerini çizmek, emperyalist kapitalist sistemin tek alternatifi olan sosyalizm için devrimci kopuşun yolunu açmak amacıyla İtalya’da bir araya geldik.

KAPİTALİST SİSTEMİN KRİZİ ÜZERİNE

Krizi, sadece bir “ayar”lamanın yeterli olduğu uluslararası mali sistemin geçici bir krizi olarak görmek isteyen burjuvazinin iddialarının aksine, günümüzün krizi, tamamıyla, bütünü içinde kapitalist üretim biçiminin bir krizidir, her şeyden önce göreceli bir aşırı üretim krizidir. Kapitalizm, mülk sahiplerinin küçük bir azınlığının olağanüstü zenginleşmesi ve geniş halk kitlelerinin yoksullaşması ile kendini karakterize eder. Yoksullaşan kitlelerin büyük kısmı en asgari ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekiyorken, satılamayan malların (arabalar, evler, tüketim maddeleri, tarım ürünleri vs.) stoklarının olağanüstü oranda büyümesiyle sonuçlanıyor. Uluslararası mali sistemin krizi bu durumu daha da derinleştirdi, dünyanın tamamına yaydı. Bu kriz, emperyalist kapitalist sistemin asalak, sömürücü ve talancı niteliğini gözler önüne serdi, sistemin miadını tamamen doldurduğunu gösterdi.

Daha kısa bir süre önce sınırsız bir büyüme ilan eden kapitalist uzmanlar, “krizin daha yeni başladığını” iddia ediyorlar. Bu kriz; emek ve sermaye, tekeller ve emperyalist güçler, emperyalizm ve boyunduruk altındaki halklar arasındaki kapitalist sistemin temel çelişkilerini daha da keskinleştiriyor.

Her şeyi pazar için mala çeviren sermaye ve onun azami kâr hırsı, özellikle çevre, halkların ve emekçilerin sağlığı konusunda kârı her şeyin önüne geçiyor. Büyük ölçüde çevre kirliliği, doğanın tahrip edilmesi, tarımda ve biyolojide genetik manipülasyon geniş halk kitlelerini haklı olarak endişelendiriyor ve harekete geçiriyor.

Sermaye, güncel krizin de sorumlusu olan pazar rekabeti yasalarının önünü açarak, çevre krizini “çözmeye” çalışıyor. Enerji krizini “çözmek” için nükleer santrallerin geliştirilmesine umut bağlıyor. Bu politikadan tek çıkarı olanlar, silah endüstrilerine derinden bağlı olan elektro-nükleer lobilerin tekelleridir. Bunlar; (Eni, Total, Repsol, Suez vs.) hem nükleer hem de petrol endüstrilerini de kontrol eden aynı tekellerdir.

Bu tercih, büyük emperyalist güçlerin, büyük kısmı Afrika da (özellikle Nijer’de) bulunan uranyum madenleri üzerindeki denetimlerinin daha da güçlenmesiyle de kendini gösterdi. Aynı emperyalist güçler, nükleer, kimyasal vd. endüstrilerinin atıklarını bu ülkelerde işbaşında bulunan kendi uşakları işbirlikçi gerici rejimlerin desteğiyle bizzat bu ülkelere “ihraç” etmeyi umut ediyorlar.

Bütün hükümetler; patronların ve bankacıların kârlarını kurtarmak için milyarlarca lirayı bulan kamu parasını bankalara ve patronlara aktarıyor, krizin yükünü işçi sınıfına, özel sektörden ve kamu sektöründen emekçilere, köylülere, halklara ödetmek için oligarşinin imdadına koşuyor, sosyal kazanımların ortadan kaldırılması, sağlık sektörünün, eğitimin özelleştirilmesi, emekçi kuşaklar tarafından elde edilen kazanımların yeniden pazarlık konusu edilmesi politikalarını yoğunlaştırıyor.

Hükümetler patronların ve bankacıların kârları kurtarmakla yetinmiyorlar, işten çıkarmaları kolaylaştıracak, esneklik ve yoksulluğu geliştirecek, ücretlerin geriletilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması için etkili bir politika yürütüyorlar. Bu aşırı sömürü ve esneklik politikasının ilk kurbanları genç işçiler oldu.

Hükümetler, sosyal haklardaki bu gerilemeleri dayatmak için, özellikle sınıf mücadelesinden yana olan sendikalar başta olmak üzere, sınıf mücadelesinin araçlarının bölünmesi ve tahrip edilmesi, zayıflatılmasına yönelik bir politika yürütüyor. Emekçi kitlelerinin ve işçilerin krizin faturasını ödemesini kabul eden sınıf işbirlikçi, ortak kriz yöneticiliği sendikacılığını teşvik ediyorlar.

Kriz, sermayenin yoğunlaşmasını daha da hızlandırıyor ve derinleştiriyor: işyerlerinin kapanması, milyonlarca kişinin işten çıkarılmasıyla son bulan acımasız rekabet koşullarında küçük ve orta ölçekli işletmeler iflas ettiler, tekeller daha büyük tekellerce yutuldular. Bu “topyekün tahrip” politikalarının etkisi, kentler, bölgeler düzeyinde geniş oldu.

Sermayenin, mali oligarşinin lehine bu şekilde yoğunlaşması, polis devletinin kurulması, gericiliğin güçlenmesi, kurulu düzene karşı her türlü toplumsal muhalefetin suç ilan edilmesine yol açan yasaların hayata geçirilmesinin gösterdiği gibi, politik planda iktidarın icranın elinde yoğunlaşmasının artışı ile kendini ifade ediyor. Faşizasyon olayı, hemen her ülkede, özellikle Berlusconi ile Italya’da, Sarkozy ile Fransa’da, ayrıca gerici, ırkçı ve popülist hükümetlerin ortaya çıkması ve açıkça faşist olan parti ve grupların etkinliğiyle doğu Avrupa ülkelerinde de kendini gösteriyor.

BU POLİTİKALAR, YILLARDAN BU YANA NEO-LİBERAL POLİTİKALARIN ŞOK ARACI OLAN AVRUPA KOMİSYONU TARAFINDAN KIŞKIRTILDI

Bu politikalar, özellikle Hollanda ve Fransa’da Avrupa Anayasasına “hayır” oyu verilmesi, ardından Avrupa Anayasasının kopyası olan Lizbon Sözleşmesine İrlanda halkının “hayır” demesi aracılığıyla, halklar ve emekçiler tarafından birçok vesileyle reddedildi. Hükümetler, Avrupa Parlamentosu ve gericiliğin ve tekellerin Avrupa’sının sözcüleri, Avrupa Birliği’nin diğer halklarının fikrini sormaya çekiniyorlar, zira cevabın İrlanda halkınınkiyle aynı olacağını biliyorlar. Bu örnek, Avrupa Birliği kurumlarının ne denli anti-demokratik nitelikli olduğunun açık bir belirtisidir. Avrupa Birliği’nin daha da güçlendirilmesinin taraftarlarının propagandalarının aksine, Lizbon sözleşmesi, bu kurumları daha “demokratik”leştirmiyor.

Avrupa Parlamentosu seçimleri, halkların bir kez daha Avrupa Birliği kurumlarını reddinin ifadesi oldu. Bu seçimlerde, halktan kitlelerin yoğun olduğu yerlerdeki sandık başına gitmeme oranı çok yüksek oldu. Sandık başına gitmeme, bizzat bu kurumların meşruiyetini tartışılır hale getirdi.

Şu dört örnek, AB’nin kuruluşunun halk ve işçi düşmanı, kapitalist ve emperyalist özünü gözler önüne seriyor.

Avrupa Komisyonu, “serbest ve çarpıtılmamış rekabet”i teşvik ederek, “beyaz kitaplar” ve diğer “direktifler” aracılığıyla kamu hizmetlerinin tasfiye edilmesi ve özelleştirilmesini ve her ülkede emek gücünün sömürüsü önünde oluşturulan engellerin tasfiye edilmesi politikalarını sürdürüyor. “Yasadışı” göçmenlerin takip edilmesini örgütleyen ve Avrupa’yı polis ordusu tarafından korunan ve Akdeniz’de devriye gezen savaş gemileri ile bir “kale”ye çeviren “utanç direktifi”ni geçen dönemin Avrupa Parlamentosu onayladı. Bu sessiz savaşın kurbanları; her şeyden önce emperyalist talan politikasının sonuçları olan sefaletten, savaş ve çatışmalardan, özellikle petrol ve pazarlar başta olmak üzere hammaddelerin kontrol altına alınması mücadelesinden kaçanlardır. Bugün Avrupa Birliği, yoksullara karşı verdiği bu kirli savaşı, Afrika’nın, Libya’nın Fas’ın, Tunus’un gerici hükümetleri aracılığıyla sürdürüyor.

Ve yine görev süresini yeni bitiren aynı Avrupa Parlamentosu; komünizmi nazizimle aynı kefeye koyarak suç haline getiren ve Avrupa’nın birçok ülkesinde giderek daha saldırgan bir biçimde kendini gösteren işçi düşmanı ve komünizm düşmanı kampanyayı daha da güçlendiren bir direktifi yangından mal kaçırırcasına parlamentodan geçirdi.

Ve nihayet, Avrupa Birliği, sözüm ona savunma politikasının Afganistan halkına karşı kirli bir savaş yürüten emperyalist güçlerin silahlı gücü olan NATO’nun savunma politikasının tamamlayıcısı olduğunun altını çizdi. Gazze’ye ve Filistin halkına karşı kanlı katliamlar ve savaş politikalarına karşın Siyonist İsrail devletiyle işbirliğini devam ettiren yine Avrupa Birliği’dir.

İŞÇİ VE EMEKÇİ DİRENİŞLERİ GİDEREK BÜYÜYOR

Avrupa’nın hemen tüm ülkelerinde işçiler ve emekçi kitleler “bizim olmayan krizin faturasını ödemeyi reddediyoruz” demek için sokaklara çıktılar.

“Birlikte mücadele” düşüncesi giderek büyüyor. Patronların işyerlerinde işçiler tarafından alıkonulması, işyerlerinin işgal edilmesi, hissedarlar toplantılarının sansasyonel eylemlere sahne olması, iktidarın ve patronların sembollerini hedef alan nokta eylemler, işlerini kaybetme tehdidi altındaki işçileri ve bunun sonuçlarına maruz kalacak olan kentlerin çeşitli halk kesimlerini bir araya getiren kitle gösterileri, mücadelelerin giderek arttığını ve radikalleştiğini gösteriyor.

Mücadeleyi daha üst seviyelere çıkarmaya hazır olan işçi sınıfının önemli kesimleri, devletin baskıları ve reformist sendika yöneticilerinin hareketi frenleyen, muhalefetin sisteme karşı yönelmesini engellemek için kitleleri krizin birlikte idaresi “çözümlerine” yöneltmeye çalışan politikalarını karşılarında buluyorlar.

Bu mücadeleler içinde, Seat, Fiat, Opel-GM vs. gibi otomobil fabrikaları ve bu fabrikalara bağlı olarak çalışan Continental gibi fabrikaların işçilerinin mücadelelerinin öneminin altını çizmek istiyoruz.

Continental işçileri, kapitalistlerin kârlarına doğrudan dokunan önemli mali kazanımlar elde ettiler (her bir işçi 50 bin € çıkış tazminatı elde etti) ve eski ve yeni tüm işçilerin birliğini sağlamlaştırdılar. Ayrıca Continental tekelinin işten çıkarma planlarının kurbanı olan Alman işçileri ile birlikte Almanya’da sokak gösterileri düzenleyerek, uluslararası dayanışmanın örneğini verdiler.

Aynı dili konuşuyoruz, işçilerin dilini!

Eğitim sektöründe de direniş giderek gelişiyor. Öğrenci gençlik, öğretmenler, idare çalışanları, giderek daha fazla oranda özel üniversite ve okulları finanse eden devlet tarafından bütçeleri giderek kuşa çevrilen kamu üniversitelerinin özelleştirilmesini getiren, üniversiteleri hem ulusal çapta hem de Avrupa çapında rekabete sokan ve tekellerin çıkarlarına tâbi kılan reformlara karşı birlikte mücadele ediyorlar. Bu reformların hepsi, adına “Bolonya direktifi” denilen Avrupa Birliği direktifinin sonuçlarıdır.

Gıda endüstrisinin tekellerinin ve Carrefour, Auchan, Metro, Corte Inglés, Nestle, Benetton vs. gibi dağıtım tekellerinin diktatörlüğü altında ezilen yoksul köylüler, deniz emekçileri, küçük esnaflar yaşam mücadelesi veriyorlar.

Avrupa Birliği’nin de bir parçası olduğu savaş politikasına muhalefet, geçen Nisan ayında Strazburg’da yapılan NATO zirvesi sırasında güçlü bir biçimde kendini gösterdi. Avrupa Birliği’nin tüm ülkelerinden, ABD, Rusya, Türkiye, Ukrayna’dan gelen göstericiler; tamamen silahlandırılmış, sıkıyönetim altındaki bir kentte NATO’yu ve Avrupa Birliği’nin kuyrukçuluğunu teşhir ettiler. Kitleler çeşitli savaş cephelerinde (Afganistan, Irak vs.) bulunan askerlerin geri çekilmesini talep ettiler, İran gibi başka ülkelere karşı hazırlanan savaşları, NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin Siyonizm’in terörist politikalarına desteğini, Kafkaslarda ve Balkanlardaki istikrarsızlaştırma manevralarını, NATO’nun doğu Avrupa ülkelerine doğru genişlemesini, ABD füzelerinin Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya yerleştirilmesini teşhir ettiler. Bu gösteriler, emperyalist güçler tarafından yürütülen savaş politikalarına karşı halkların uluslararası dayanışmasının örneğidir. Bu hareket içinde Marksist-Leninist partiler diğer güçlerle birlikte “Krizlerinizin ve savaşlarınızın faturasını ödemeyeceğiz” sloganını öne çıkararak, savaş ve kriz arasındaki ilişkiye dikkat çektiler.

Avrupa Birliği’nin girilmez bir kaleye dönüştürülmesine, ırkçı, ayrımcı ve göçmen karşıtı yasalara karşı mücadele devam ediyor ve daha da genişliyor. Fransız işçi kardeşlerinin desteğiyle greve giderek başarılı bir sendikal mücadele sonucunda ikamet ve çalışma izni elde eden Fransa’daki kağıtsız işçilerin muzaffer sendikal mücadelesi, gericiliğin, patronların ve burjuvazinin ırkçılık temelinde geliştirmeye çalıştığı bölme kampanyasının güçlü bir panzehiridir. İkamet ve çalışma izni olsun olmasın, bütün göçmen işçiler, üretimlerini başka ülkelere kaydıramayan fabrikaların “güvenlik supabı” gibidir. Sömürülen emekçiler olarak, işçi sınıfının mücadelelerinde yerlerini alarak, işçi sınıfının sermayeye karşı krizin faturasını ödememek için verdiği mücadelenin cephesini daha da güçlendiriyorlar.

Burada çalışıyorlar, burada yaşıyorlar, burada kalacaklar

Marksist-Leninist parti ve örgütler uluslararası konferansına dahil olan biz parti ve örgütler; bulunduğumuz ülkelerde direniş ve mücadele cephelerini daha da geliştirme ve işçi sınıfının birliği için, işçi sınıfının ve emperyalist kapitalist sistemin krizinin bütün kurbanlarının birliğini sağlamak için, mücadelelerimiz arasında koordinasyonu ve dayanışmayı geliştirmek için çalışma vaadimizin yeniden altını çizdik. Bu politikanın amacı, emekçilerin ve halkın bu krizin faturasını ödemesini reddeden bütün güçlerin geniş bir cephede birleştirilmesidir. Büyük sermayenin saldırısına, gericiliğe ve emperyalizmin savaş politikalarına karşı halklar arasında dayanışma için birlik oluşturma politikasıdır.

Bu kriz, kapitalist sistemin genel krizidir ve bizzat bu sistemin çerçevesi içinde emekçiler kendi lehlerine çözüm bulamazlar, bu mücadeleler içinde işçilerin, emekçilerin ve kitlelerin bilincini yükseltmeyi kendimize görev ediniyoruz.

Bu mücadeleler içinde sosyalizm için devrimci kopuş alternatifimizi geliştiriyoruz.

Emekçileri, gençleri, anti-emperyalist güçleri, devrimcileri her ülkede gerçekten komünist partilerin kuruluşuna, mevcut olanların saflarını sıklaştırmaya çağırıyoruz. Çünkü, işçi ve halk hareketlerini ve mücadelelerini yönetmek ve zafere yöneltmenin biricik araçları Komünist Partilerdir.

Mevcut Komünist Partilerin güçlendirilmesi ve yenilerinin kurulması süreci, proletarya enternasyonalizminin örgütlü gücü olan Uluslararası Marksist-Leninist Partiler Konferansı çerçevesinde gerçekleşiyor.

İtalya 2009

Danimarka İşçileri Komünist Partisi – APK

İspanya Komünist Partisi – Marksist-Leninist

Fransa İşçileri Komünist Partisi – PCOF

Komünist Platform – İTALYA

Türkiye Devrimci Komünist Partisi – TDKP

Kürt Sorunu: Hesaplar ve Beklentiler Arasında Çözüm Arayışları!

Öcalan’ın 15 Ağustos’ta açıklayacağı çözüm önerilerine ortam sağlamak amacıyla PKK’nin ‘ateşkes’ kararını 1 Eylül’e kadar uzatması, geçen ay Diyarbakır’da yapılan ‘Demokratik Toplum Kongresi’, DTP’nin Cumhurbaşkanı Gül’le görüşme talebi ve bu temelde Gül’e sunulmak üzere hazırladığı rapor, ABD’nin Irak’tan çekilme süreci, Kerkük sorunu ve ‘Nabucco Boru Hattı’yla yeni bir boyut kazanan Türkiye’nin enerji geçiş ülkesi olarak güvenliği… Kürt sorununda çözüm arayışları, burada saydığımız ve bunlarla ilişki içinde değerlendirilebilecek başkaca gelişmelere bağlı olarak ortaya konan açıklamalar, beklentiler ve hesaplar üzerinden sürdürülüyor.

Gerek ülke içinde gerekse uluslararası alanda yaşanan gelişmeler, egemenlerin Kürt sorununu eskisi gibi bastırma ve çözümü öteleme olanaklarını zayıflatmıştır. Bu temelde Gül’den Erdoğan’a ve Genelkurmay Başkanı Başbuğ’a kadar egemen güç odaklarının temsilcilerinin sorunla ilgili açıklamalarında, özellikle sorunun çözümünde nereye kadar ‘esnenebileceği’ konusunda mesajlar vermeleri dikkat çekicidir. Bu sürecin diğer tarafında yer alan Kürt ulusal hareketi de, bir yandan kendine yönelen baskılamaları bertaraf etmeye çalışırken, öte yandan da sürecin getirdiği olanakları kullanarak, sorunun çözümünde ‘muhatap’ alınma yönünde hamleler yapmaktadır. Bölgede en belirleyici güç olma konumunu sürdüren ABD emperyalizmi de, Türkiye egemenlerini PKK’ye karşı desteklediği yönünde açıklamaları yaparak Türkiye’nin bölgesel taşeronluk rolünü sorunsuz sürdürmesini sağlarken, bu sorunun bölgesel çıkarlarına; Güney Kürtleri ve diğer bölgesel güçlerle ilişki ve dengelerine zarar vermeyecek bir temelde “çözüm”ünü amaçlayan plan ve manevralar yapmaktadır.

  1. ABD EMPERYALİZMİNİN BÖLGESEL PLANLARINDA KÜRT SORUNUNUN YERİ

ABD emperyalizmi, Irak’tan çekilme sürecini ‘kontrollü’ gerçekleştirerek çekileceği alanlarda işbirlikçilerinin etkinliğini sağlamayı hedeflemekte ve bu temelde Türkiye ile Kürdistan Federe yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliğini geliştirmektedir. Geçtiğimiz günlerde ‘Uluslararası Kriz Grubu’ adlı bir ‘Amerikan düşünce kuruluşu’nun hazırladığı ‘Irak ve Kürtler’ adlı raporda, ismi açıklanmayan bir Kürt yöneticinin, “ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra olası çatışmalar karşısında, Irak Kürtleri için en güvenli yolun ‘Musul vilayeti’ adı altında Türkiye ile birleşmek olduğu”nu söylediği üzerinden oldukça gürültü patırtı çıkarılmıştı. Koparılan gürültü patırtı bir tarafa bırakıldığında, bu raporun, ABD’nin Irak Kürtleri ve Türkiye’yi emperyalist politikalarına hizmet/taşeronluk temelinde işbirliğine zorladığı bir süreçte, bu amaca hizmet etmek amacıyla hazırlandığı ve ABD’nin, süreci hızlandırmak amacıyla her iki tarafı; Güney Kürtlerini güvenlik, Batı’ya açılacak kapı, Kerkük gibi konular ve Türkiye’yi de PKK’ye karşı mücadele, Irak ve Federe yönetimi pazarından pay alma hesapları üzerinden sıkıştırdığı belirtilmelidir.

Irak merkezi ve federe yönetimlerinin doğrudan ve Türkiye’nin de dolaylı olarak tartışmanın tarafları olarak yer aldığı Kerkük’ün statüsünün ne olacağı konusunda, Birleşmiş Milletler’e, Kerkük’ün statüsünü belirleyecek referandumun 5 yıl daha ertelenmesi yönünde rapor hazırlatan ABD, geçiş sürecinde Kerkük’ün statüsü meselesini bu güçlere karşı kullanılacak bir koz olarak elinde tutmayı sürdürmeyi amaçlamaktadır. Bölgede etkin olan önemli güçlerinden biri olan İran ise, seçimlerden sonra sürüklendiği iç kargaşa ile sürecin dışında tutulmaya/etkisizleştirilmeye çalışılmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki, ABD, Irak’tan çekilme sürecini, bölgede etkin olan güçler arasındaki anlaşmazlıkların çözüldüğü, çatışmaların sona erdiği bir süreç olarak değil; bu güçler arasındaki çatışma ve çelişkinin kontrollü olarak ve ABD’nin amaçlarına hizmet edecek şekilde kullanıldığı bir süreç olarak geliştirmeyi hedeflemektedir.

Türkiye’deki Kürt sorununun nasıl çözüleceği konusu, bölgesel dengeler ve yönelimler bakımından ‘uluslararası’ bir sorun olarak önemini korumaktadır. Yeni dönemde ABD,  bu sorunla ilgili politikalarını iki yönlü olarak sürdürmektedir. Bir yandan, Dışişleri Bakanı H. Clinton’un Türkiye ziyaretinde de tekrar edilen, PKK’nin “ortak düşman” ilan edilmesi ve “teröre karşı mücadele”de Türkiye’nin yanında yer alındığı vurgusu yapılmaktadır. Öte yandan, Obama’nın TBMM’de yaptığı konuşmada ifade ettiği gibi, “Kürtlerin ve Zazaların kültürel demokratik hakları”ndan söz edilerek, Türkiye’nin bu konuda adım atması gerekliliğine işaret edilmektedir. Kısacası ABD, “AKP açılımları” üzerinden Kürt halkının ulusal demokratik istemli mücadelesinin etkisizleştirilmesi/dindirilmesi ve bu temelde PKK’nin halk desteğini yitirdiği oranda baskılanarak tasfiye edilmesini istemektedir. Bu sorunun “güvenlik/PKK” boyutunun çözümü, Türkiye’nin bölge ve Kafkaslardan Afganistan’a kadar ABD taşeronluğunu sorunsuz yürütmesi ve “enerji geçiş güvenliği” bakımından ABD tarafından da istenir bir durumdur.

ABD, “PKK meselesi”nde Türkiye’yi desteklediğini açıklamakta, ama bu meselenin bölgedeki dengeleri etkileyecek bir tarzda askeri operasyonlarla çözümüne açıktan taraf olmamaktadır. Bu temelde, çözüm konusunda Türkiye’ye Güney Kürtlerini adres olarak gösterirken (ABD’nin bu konudaki tutumu, Türkiye’nin Güney Kürtleri ile doğrudan görüşmeler yapmasının ve bu güçlerin ABD ekseninde birleştirilmesinin önünü açmıştı);  Kürtleri de, PKK’yi siyasal yönden baskılayacak hamleler yapmaya yöneltmektedir. Barzani tarafından hazırlığı yapılan ve daha toplanmadan PKK’nin askeri olarak tasfiyesini amaçladığı ilan edilen, fakat “AKP açılımları”nın Kürtler üzerinden beklenen etkiyi yaratmaması nedeniyle ertelenen ‘Erbil Kürt Konferansı’ da bu politik yaklaşımın bir sonucu olar gündeme getirilmişti. Yine zaman zaman medyaya yansıyan PKK’nin lider kadrosunun sürgüne gönderilmesi ve dağdakilerin ülkeye dönüşünün sağlanması gibi planlar da, ABD patentlidir. Burada söylenenlere, ABD’nin bazen DTP dışında yer alan ‘Kürt çevreleri’ ve bazen de DTP içindeki bazı isimlerle görüşmeler yapması eklendiğinde, ortaya çıkan tablo şudur: ABD, sorunun çözümünde bölgesel çıkarlarına yedeklenen/yedeklenebilecek bütün güçleri dengeleyecek kontrollü bir “çözüm süreci” öngörmekte ve bu süreçte ABD ekseninin dışında kalan, bu ekseni benimsemeyen unsurların tasfiyesini amaçlamaktadır.

  1. ÜLKE EGEMENLERİ ARASINDA ROL PAYLAŞIMI VE ‘KÜRTSÜZ’ ÇÖZÜM PLANI!

Ülke egemenlerinin, Hükümet’inden Genelkurmay’ına ve Cumhurbaşkanı’na kadar, Kürt sorunuyla ilgili gelişmeler karşısında yaklaşım ve açıklamaları zaman zaman çelişir gözükse de, bu güç odaklarının, sorunun egemenlerin çıkarları temelinde çözümü yönünde ortak bir kaygıya sahip oldukları ve bu kaygıyla farklı rolleri üstlendikleri söylenebilir. Bu güç odaklarının Kürt sorununun çözümü tartışmalarına nereden katıldıklarına bakarak, nasıl bir çözüm öngördüklerini anlamak mümkündür.

Genelkurmay’ın soruna ilişkin tutumunu, Başbuğ’un “teröre karşı sonuna kadar mücadele” sözleri ortaya koymaktadır. Bu tutum ile Başbuğ’un Nisan ayında Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada “Türkiye halkı” söylemini kullanması arasında bir çelişki olduğu düşünülebilir. Oysa Başbuğ, söz konusu konuşmada, Hükümetin/siyasilerin sorunun ‘ulus-devlet’ anlayışı temelinde çözümü yönünde ‘esneyebileceği’ noktayı tarif etmiştir. Başbuğ, nasıl ki TRT Şeş’in yayını konusunda, Roj TV’yi işaret ederek, “Eğer etkisini kırarsa elbette yararlı olur” açıklamasını yapmışsa, “açılımlar” konusunun devam ettirilmesi meselesine de aynı yerden bakmaktadır. “Açılımlar”, Kürt halkının ulusal demokratik istemlerinin karşılanmasına değil; aksine bu temelde yürütülen mücadelenin bastırılmasına/etkisizleştirilmesine hizmet ettiği oranda, Genelkurmay da, bu “açılımlar”ın arkasında durmaktadır.

Bu temelde, Kürt ulusal hareketini siyasal alanda baskılamaya yönelik “açılım” politikasının diğer yüzünü, PKK’ye karşı operasyonların aralıksız olarak sürdürülmesi oluşturmaktadır. Burada, çatışma ve operasyonların devam ettirilmesinin, Genelkurmay tarafından, özellikle ‘Ergenekon Davası’ sürecinde kendilerine yöneltilen eleştirileri perdelemek için kullanıldığını da belirtmek gerekmektedir. Onca itiraf, bilgi ve belgeye rağmen, Hükümet’in Ergenekon Davası’nın Fırat’ın ötesindeki boyutunu ele alış biçimi, onun, bölgede Kürt halkına karşı yürütülen ‘özel savaş’ta işlenen binlerce suçun (kayıplar, faili meçhul cinayetler, işkence ve tecavüz olayları) ve bu karanlık olayları gerçekleştiren JİTEM, korucular, Hizbi kontra güçler gibi kontrgerilla örgütlenmelerinin açığa çıkartılmaması konusunda Genelkurmay’la bir ‘uzlaşı’ olduğunu göstermektedir.

Özetle, Genelkurmay ve Hükümet, “İrticayla Mücadele Planı” gibi konular üzerinden bazen karşı karşıya gelse de, bu güç odakları arasında 2007’de geliştirilen işbirliği ve uzlaşı devam etmekte; Genelkurmay, bir yandan operasyonlarını (PKK’nin çatışmasızlık kararını boşa çıkartacak şekilde) aralıksız sürdürmekte, öte yandan Hükümet’in bu operasyonların siyasal uzantısı niteliğindeki “açılım” politikasını desteklemektedir.

AKP Hükümeti, yerel seçim yenilgisinden sonra “açılım” politikasını askıya almış olmasına rağmen, bölgede Kürt ulusal hareketi karşısında en güçlü parti olma iddiasını ve Kürt burjuvaları, ağa ve şeyhleriyle ilişkisini sürdürmüştür. AKP’nin seçim yenilgisinden sonraki ilk tepkisi, Başbakan Erdoğan ve diğer parti yöneticileri tarafından DTP’nin başarısını “terör örgütünün halk üzerinde baskı kurması”yla izah etmeye yönelik açıklamalar olmuştur. Bu açıklamaları, DTP’ye yapılan ‘PKK operasyonu’ izlemiştir. Ülkenin çeşitli kentlerinde, 300’ü parti yönetici kadroları olmak üzere, yaklaşık 750 DTP’li, PKK ile ilişkileri olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştır. AKP Hükümeti, bu ‘siyasi operasyon’la bir yandan DTP’nin seçim başarısını (ve kendi başarısızlığını) gölgelemeye yönelmiş; öte yandan DTP’yi PKK’ye yakın kadrolar, mesafeli kadrolar vb. biçimlerde bölüp ayrıştırarak zayıflatma hesabını yapmıştır.

Güney Kürtleriyle doğrudan diyalog ve ilişkilerin geliştirilmesinden sonra (bu ilişkilerin kurulmasında şimdiki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da önemli bir rolü olmuştur), içteki baskılamaya, Irak sınırları içindeki PKK varlığının sona erdirilmesi yönündeki çabalar eşlik etmiştir. Seçimlerden önce Barzani’nin PKK’yi silahsızlandırma konferansı girişimleri ve Talabani’nin AKP’yi destekledikleri yönlü açıklamaları, bu işbirliği ve ortaklığın yansımalarıdır. Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’na getirilmesiyle birlikte belirginleşen “aktif dış politika” yönelimi, ülke egemenlerinin bölgede başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin taşeronluğuna daha ilerden soyundukları oranda, aynı zamanda Kürt sorununun çözümü konusunda bu güçlerden beklentilerinin arttığı bir süreç olarak gelişmektedir. En son Türkiye’de imzalanan ve büyük oranda Türkiye içinden geçecek olan Nabucco boru hattı anlaşmasına göre, bu boru hattının AB’nin kuracağı ‘özel güvenlik ordusu’ tarafından korunması kararının, AKP Hükümeti tarafından, “AB’nin PKK’ye karşı daha aktif tutum almasını sağlayacak bir karar” olarak pazarlanması, bu anlayışın en yakın örneğidir.

Bu gelişmelerle birlikte, Başbakan Erdoğan’ın DTP’nin randevu talebine yanıt vermemesi ve bu talebin geri çekilmesinden sonra, aslında “DTP’ye randevu vermek için uygun zamanı beklemekte olduğu” gibi haberlerin yayılması, yerel seçim sürecinden sonra güç ve etkisini kısmen kaybeden AKP’nin, ‘yeni hamleler’ yapmak için uygun koşulları gözettiğini göstermektedir.

Cumhurbaşkanı  Gül, Kürt sorununun çözümü tartışmalarında, egemenlerin en aktif kesiminin temsilcisi konumunda yer almakta ve ‘iyimserlik’ havası yayan mesajlar vermektedir. Gül, ABD Dışişleri Bakanı H. Clinton’un Türkiye’yi ziyaretinden hemen sonra ABD’nin İran’a mesajını ulaştırmak üzere İran’a giderken, “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” açıklamasını yapmış ve yine Mayıs ayında, Prag dönüşü, Kürt sorununun “Türkiye’nin birinci sorunu olduğunu söylemiştir. Gül’ün bu açıklamaları yaptığı tarihlerden bu yana hiçbir somut adım atılmamış olmasına rağmen, Köşk’ten, Gül’ün çözüm önerilerine kendisiyle paylaşmak için randevu isteyen DTP’lilerle görüşeceği yönünde bilgiler sızdırılarak, “olumlu hava”nın dağılması engellenmek istenmektedir.

Peki, Gül’ün ‘iyimserliği’ nereden gelmektedir ya da diğer bir ifadeyle Kürt sorununda “iyi şeyler”i kimler yapacaktır? Sorunun ülke içindeki muhatapları çözüm yönünde hiçbir somut adım atmadıklarına göre, bu iyimserliğin kökünün “dışarıda” olduğu anlaşılmaktadır. Gül, ülke egemenlerinin ABD çıkarlarıyla en dolaysız ilişki içinde olan kesimlerinin temsilcisi olarak konuşmakta ve iyimserliğini, Türkiye’yi “Bölgenin lider ülkesi” ilan eden ABD’nin bölgesel planlarından almaktadır. Gül’ün sözcülüğünü yaptığı burjuva liberal kesimler, ABD’nin Irak’tan çekilmeye başladığı ve bölgede Türkiye’ye yeni görevler verdiği bir süreçte, hem Irak’taki dengeler, hem de Türkiye’nin rolünü sorunsuz oynayabilmesi bakımından, PKK ve Kürt sorununun çözümü konusunda bazı adımlar atacağı/attıracağı beklentisi içindedir. Yani, nasıl ki ABD, bölgede çeşitli güçler arasındaki dengeleri gözeterek adımlarını atıyorsa, bu güçler de, ülke içindeki dengeleri hesaba katarak, sorunun ABD ve işbirlikçilerinin çıkarları temelinde çözümünü gözetmektedir.

3.KÜRT HAREKETİNİN  ÖNERİLERİ, ÖCALAN’IN ‘YOL HARİTASI’ VE BEKLENTİLER…

Denilebilir ki, ABD’den Talabani ve Barzani’ye ve AKP Hükümeti’nden Genelkurmay’ına kadar, Kürt sorununun çözüm tartışmaları içinde yer alan ‘’ ve ‘dış’ güçlerin en önemli açmazı, Kürt ulusal hareketi ve mücadelesinin söz konusu çevrelerin  ‘hesap’ ve ‘plan’larını boşa çıkaracak şekilde güç kazanmış olmasıdır. Kürt halkı, 2009 Newroz’u ve ardından yapılan yerel seçimlerde tasfiye planları ve ‘muhatapsız’ çözüm arayışları karşısında güçlü bir direnç odağı olduğunu/olacağını bir kez daha göstermiştir.

DTP, seçimlerden hemen sonra kendisine yapılan operasyonun partiyi zayıflatma ve içten bölmeye yönelik bir manevra olduğunu görmüş ve bu operasyona karşı  ülkenin ve bölgenin çeşitli kentlerinde eylem ve etkinlikler yapmıştır. Bunun da ötesinde, kendisine yönelik operasyonlar sürerken “iyi şeyler”den söz eden Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’dan soruna dair çözüm önerilerini paylaşmak üzere randevu talep ederek, egemenlerin manevra alanını darlaştırmıştır. DTP’nin Erdoğan’la görüşme talebini geri çekmesinden sonra, AKP çevresinden yapılan “aslında Başbakan’ın DTP ile görüşmek istediği, ama patlayan mayınlar, çatışmalar vs. nedeniyle uygun koşulların oluşmadığı” yönlü açıklamalarından, bu manevranın Hükümeti sıkıştırdığı ve aslında talebin geri çekilmesinin onlar için ‘rahatlatıcı’ olduğu anlaşılmaktadır. Gül ise, yaptığı açıklamaların üzerinden 4 ay geçmesine ve bu süreçte çözüm yönünde hiçbir somut adım atılmamış olmasına rağmen, “DTP’lilerle görüşebileceği” yönlü bilgiler sızdırarak, beklenti yaratma sürecini uzatmaya çalışmaktadır.

Kürt ulusal hareketi, yoğunlaşan baskı ve tasfiye girişimlerine rağmen, geçen süreçte halkın desteğini daha fazla arkasına almış olmanın yarattığı  olanakları kullanarak, çözüm konusunda taleplerini ve bu çözüme hangi adımlar üzerinden gidilebileceğini açıktan deklare ederek, egemenlerin hesaplarını boşa çıkarmaya yönelik adımlar atmaktadır. Haziran ayında, Diyarbakır’da, DTP dışındaki Kürt çevrelerinin de çağrıldığı ‘Demokratik Toplum Kongresi’nin (burada kongreye Kürt sosyalistlerinin ve Dersim’deki yerel yönetimlerdeki temsilcilerinin çağrılmamış olmasının bir eksiklik olduğu vurgulanmalıdır) sonuç deklarasyonunda, çözüm için “demokratik özerklik” ve bütün kimliklerin tanınacağı “sivil bir anayasa” talepleri yeniden gündeme getirilmiş ve çözüm için PKK’nin “eylemsizlik” kararı ve Öcalan’ın açıklayacağı ‘yol haritası’nın önemine dikkat çekilmiştir.

PKK de, 15 Temmuz’da sona eren “eylemsizlik” kararını, Öcalan’ın 15 Ağustos’ta çözüm için getireceği önerilere uygun ortam hazırlamak amacıyla 1 Eylül’e kadar uzatmıştır. PKK yöneticileri tarafından da çözüm adına yapılan açıklamalarda, eşit ve özgür bir biçimde bir arada yaşama talebi ortaya konmakta ve bu talep “demokratik özerklik” olarak tanımlanmaktadır. Demokratik özerklik, yerel meclislerin oluşturulması ve bu meclislerin, başta anadilde eğitim olmak üzere, yerelin ihtiyaçları temelinde çözümler üretmesi biçiminde somutlanmaktadır.

DTP de, PKK de çözüm önerilerini sunarken, ‘muhatap’ olarak Öcalan’ı işaret etmektedir. Bu bakımdan, Öcalan’ın 15 ağustos’ta açıklayacağı ‘yol haritası’na, sadece Kürtler değil; sorunun çözümü yönünde beklenti içinde olan bütün çevreler (daha önce “Öcalan’ın eli havada kalmamalı” diyen Ertuğrul Özkök, devletin çözüm için 15 Ağustos’ta ‘yol haritası’nı açıklayacak olan Öcalan’la görüşmesi gerektiği görüşünü tekrarlamıştır) dikkatlerini çevirmiş durumdadır. Aslında Öcalan, avukatlarıyla yaptığı hemen bütün görüşmelerinde (basına yansıyan ‘görüşme notları’nda), Kürtlere özerklik öngören ‘1921Anayasası’nı referans alan yeni bir anayasanın hazırlanması ve çözüm konusunda kendisiyle doğrudan görüşülmezse toplum üzerinde etkili isimlerden oluşacak bir komisyon (“akil adamlar”) oluşturulabileceğini söylemektedir. Nitekim son görüşme notlarında da, ‘yol haritası’nda aydınlara ve kitle örgütlerine rol vereceğini belirtmiştir.

Geçtiğimiz günlerde 6 bakanıyla bu gelişmelerin değerlendirildiği bir ‘mini zirve’ yapan Başbakan Erdoğan, Kürt hareketinin çözüm yönünde attığı adımları boşa çıkarmaya yönelik arayışlar içindedir. Zirveye katılan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, Hükümet, Öcalan’ın ‘yol haritası’ndan önce aslında şimdiye kadar söylenenlerin tekrarı olacak bir ‘çözüm planı’ açıklayarak kendine manevra alanı oluşturmanın peşindedir. Önümüzdeki günler, DTP’nin görüşme talebine hâlâ cevap vermeyen Cumhurbaşkanı Gül’ün de eskisi kadar rahat açıklamalar yapamayacağı bir süreç olacaktır.

Özetlersek, Kürt halkı ve ulusal hareketin temsilcileri, Kürt sorununun eşitlik temelinde barışçıl çözümü için bütün kapıları zorlamaktadır. Çözüm için oluşan uygun koşulların harcanmaması için barış, kardeşlik ve bir arada insanca yaşamdan yana bütün güçlerin bu mücadeleye omuz vermesi gerekmektedir. Çözüm için kapıda bekleyen Kürt halkının bu kapıları aralayabilmesi için, Türk halkı ve aydınlarına; ülkenin her milliyetten halk güçlerine önemli görevler düşmektedir.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑