Ilımlı ama, sosyal demokratik değil!

Geçtiğimiz ay Hüseyin Ergün’ün SHP genel başkanı seçilmesinden sonra, gazeteci Neşe Düzel kendisiyle bir röportaj yaptı. Bu röportajı asıl önemli kılan, Ergün’ün aşağıda değineceğimiz fikirleri değildi. Bu röportajın önemi, Ergün başkanlığındaki bir SHP’nin neye soyundurulduğuna açıklık getirmesiydi.

Görünen o ki, Ergün SHP’si, AKP’nin “sosyal demokrat” varyasyonu olarak peydahlanacak! “Ilımlı İslam”ın alternatifi, “ılımlı sol” olacak! Adını hak eden sosyal demokrat bir partinin olmadığı bir ülkede, esin kaynağı Avrupa sosyal demokrasisi olan bir partinin oluşması, soyut olarak alındığında, olumlanabilirdi de. Ancak, somutta ise, işin trajik yönü göze batmaktadır: Birincisi, esin kaynağı olan sosyal demokrasi, Avrupa’da çoktan iflas etmiştir! Öyle ki, bu iflas, sol sosyal demokrat partilerin oluşmasına neden olmuştur. İkincisi; bu iflasın önde gelen nedeni, başka şeylerin yanı sıra, söz konusu sosyal demokrat partilerin, özellikle son 20 yılda, pazarı ve onun “görünmeyen eli”ni aşırı kutsamış olmalarıdır (bu, Almanya’nın sosyal demokrat Maliye Bakanı’nın da geçenlerde kabul ettiği bir olgudur). Denilebilir ki, Ergün, SHP’yi, örnek aldıklarının debelendikleri bataklığa sürüklemekte; herkes Mersin’e giderken, o tersine yol almaktadır!

Öte yandan ama, bu ters durum, Ergün’ün tersliğinden de ibaret değildir. Zira ilginçtir ki; dünya ekonomisinin içinde bulunduğu kriz koşullarında, tüm emperyalist ülkelerdeki politik iktisatta “devletçilik” şaha kalkar ve “piyasaya devlet düzenlemesi şart” düşüncesi öne çıkartılırken, Türkiye’de “ne çektiysek devletçilikten çektik” fikri göklere çıkartılmakta ve “yaşasın piyasa” naraları atılmaktadır.

Burada elbette şu sorulabilir: bu belirgin terslik, salt fikri bir ters düşme mi, yoksa Türkiye’nin ileri kapitalist bir ülke olmayışından, yani nesnel pozisyonundan doğan bir terslik mi? Şu dillere pelesenk olan “Türkiye gerçeği” ile mi yine karşı karşıyayız? Hani, demokrasinin baştan sınırlanmasını emrederken, ekonomide son derece “liberal ve özgürlükçü” olmayı dayatan “Türkiye gerçeği” mid ir bu tersliğin kaynağı?

Hakkaniyet icabı söylemeliyiz ki, Ergün, tam da bu “Türkiye gerçeği”nin şekillendirdiği “Türkiye sosyal demokrasisi”nin açmazını aşma iddiasıyla ortaya çıkmaktadır: Politikada da, ekonomide de “liberal ve özgürlükçü” olabiliriz demektedir! Bakalım o zaman şu olabilirliklere…

“YENİ IRKÇILIK” KEŞFİ

Bu yazımızda, Ergün’ün “solun” liberal cepheden eleştirisi bağlamında dile getirdiği savları geçiyoruz. Bu konuda orijinal bir şey de söylemiyor. Bu konu, dergimizde birçok kez ele alındı. Sanırız son olarak 199. sayımızda Nuray Sancar ile Yusuf Akdağ’ın konuya ilişkin kapsayıcı makaleleri yayınlanmıştı.

Bundan da bağımsız olarak, hemen hemen her satırında tahrik edici ve tersyüz edilmiş iddialarla dolu bir röportajı, ana fikriyle sınırlamaksızın ele almak mümkün de değildir. Bilinir ki, kuyuya taş atmaktan kolayı yoktur, ama çıkartılması pek zahmetlidir!

Hüseyin Ergün bir partinin başkanı olarak konuştuğundan, bu partinin üyelerine ve taraftarlarına doğal saygının gereği olarak, onun savlarındaki aşırı tahrikin hak ettiği tahkirden de kaçınmak durumundayız. Yoksa, başkanda tahrik çok! Yine de biz zor olanı yapalım; söylediklerini ciddiye alalım!

Mesela; son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde “sağ partilerin ciddi atağı”na ilişkin bir soruya yönelik diyor ki sayın Ergün, “bu, yeni bir ırkçılık… Eskiden ırkçılık böyle değildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki ırkçılık, büyük sermaye ırkçılığıydı… Şimdiki ırkçılık orta ve daha alt sınıfların ırkçılığı. Yani çalışan kesimlerin, küçük burjuvazinin, esnafın, dükkan sahibinin ırkçılığı. Bu küreselleşme çağında yabancıların gelip işlerini ellerinden almasından korkuyorlar. Büyük sermaye ise ırkçı olamaz.

Niye olamaz?”

Çünkü, “o küreselci olmak zorundadır. Çünkü ancak küresel davranarak işini, pazarını büyütebilir ve kârlarını katlayabilir. Aksi takdirde daralır ve yok olur. Bu yüzden belli büyüklükteki bir burjuvazinin küreselci olması kaçınılmazdır.

Doğrular, ancak bu kadar birbirini doğrulamaz hale getirilebilir! Sayın Ergün, büyük sermaye “ırkçı olamaz” ise, “önceki ırkçılık” nasıl “büyük sermaye ırkçılığı” olabildi ki?! Önceki, büyük sermaye değil miydi? Yoksa, önceki ırkçılık değil miydi? Ya da, “büyük sermaye ırkçı olamaz” savı mıdır burada anlamsız olan?! Bırakalım mantıki olanı, tarihsel doğru neydi? “İkinci Dünya Savaşı önceki ırkçılık”, yani “büyük sermaye ırkçılığı”; alttan alta kışkırttığı “çalışan kesimlerin, küçük burjuvazinin, esnafın, dükkan sahibinin ırkçılığı”nı kendi emelleri için alet etmedi mi? Etmediyse, kendi kitle tabanını nasıl yaratabildi ki? Bunu yapabildiyse, “şimdiki ırkçılığı” da, yeri ve zamanı geldiğinde, çıkarları gerektirdiğinde, neden yeniden alet edemeyebilsin?!

Tırmanan milliyetçilik ve ırkçılık Avrupa Birliği projesini öldürür mü” sorusuna verilen yanıt da düşülen çelişkiyi çözemiyor: “Kesinlikle öldüremez. Çünkü dünyadaki ana akım milliyetçilik ve ırkçılık değil. Bugünün dünyasında hakim olan ana akım küreselleşme.

Küreselleşme, salt bir ideolojik akım olmasa gerek. Dahası, onun ideolojik ifadesinden de önemli olan, nesnel olarak neyi teşkil ettiğidir. Ama biz Ergün’ün benimsediği tanımı esas alalım: “Küreselleşme, Sadun Aren’in tanımıyla, aynı hukukun bütün dünyada uygulanması demek.” Peki, bu tanıma göre, milliyetçilik-ırkçılık küreselleşmeci olamaz mı? “Nazi partisinin programı büyük burjuvazinin programı” değil miydi ve Naziler “bütün dünyada” kendilerininkini, yani “aynı hukukun uygulanması”nı amaçlamıyorlar mıydı?

Görüldüğü üzere, nesnel süreç, olgu ve çıkarları, toplumsal yasaları değil de, bunların ideolojik yansımaları ve ifadeleri esas alındığında, bu tür bariz çelişkilere düşmek işten bile değildir.

“İŞÇİ SINIFI DEMOKRATİK AMA, İLERİCİ DEĞİLDİR”!

Biz sayın Ergün’ü her ne kadar ciddiye almaya çalışsak da, o ciddi bir ciddiyetsizlikle tahriklerine devam ediyor. Birlikte okuyalım:

İşçi sınıfı demokratiktir, çünkü her zaman bir takım haklar talep eder. Fakat işçi sınıfı ilerici değildir. Çünkü işçi sınıfı üretim güçlerini geliştirme peşinde koşmaz. Aksine bu bakımdan muhafazakardır. Mesela hiçbir sendikanın üretim gereçlerini geliştirme diye bir talebi yoktur. Bilgisayarın üretim sürecine girmesini istemez. Bu direnç de ilericilik demek değildir tabii. Bu direnç, tutuculuktur.

Hoppala! Durduk yerde, üstelik “sosyal demokratik” bir parti başkanı, neden işçi sınıfına bu denli ağır bir saldırıda bulunuyor? İşin sırrını bayan Düzel’in bu saptamalar üzerine yönelttiği soru ve aldığı yanıttan öğreniyoruz:

Düzel: Ekonomide özgürlükçü olmayan bir sınıf, siyasette özgürlükçü olabilir mi peki?

Ergün: Nihai olarak olunamıyor ve olamıyor zaten. Ulusalcılığa ve milliyetçiliğe kaydıkları görülüyor.

Sonuç? Tam son uç! Yani: ‘Memleketin sayısız ekonomik-politik sorunu var ama, bu sorunların çözüm adresi ve gücü işçi sınıfı değildir! Biz, yeni sosyal demokratik hareket olarak diyoruz ki, bırakın işçi sınıfı edebiyatı yapmayı! Tutucu bir sınıf bu memleketin derdine deva olamaz!

Önce kavramsal kargaşayı gidermeye çalışalım: En bağnaz statükocunun bile demokrasisinin “eksik”, “yarım”, “gelişmemiş” olarak tanımladığı bir ülkede, salt “demokratik” olmak bile, “ilericiliğe”, “siyasette özgürlükçü” olmaya tekabül etmez mi sayın Ergün?! Böyle bir ülkede, işçi sınıfının “bir takım haklar talep etmesi” ve bu doğrultuda mücadele etmesi bile “ilericilik” değil midir?

Demokratik” ise bu sınıf, neden “siyasette özgürlükçü” sayılamıyor? Örneğin sendikal örgütlenmenin önündeki 12 Eylül’den kalma anayasal engellerin kaldırılmasını talep etmek, grev hakkını savunmak, sosyal sigorta hakkını istemek, sekiz saatlik işgünü ve insanca yaşanabilir bir asgari ücret talep etmek neden “siyasette özgürlükçü” ve “ilericilik” olarak görülmüyor?

Ya da tersinden: “siyasette özgürlükçü olamayan” işçi sınıfı, nasıl “demokratik” olabiliyor ki? Politik değil ekonomik bakımdan demokratiktir dediğinizi de varsayamayız, çünkü zaten “ekonomide özgürlükçü olmayan bir sınıf”tan bahsediyorsunuz. O halde politik bakımdan “demokratik” olan bir sınıf, neden “ilerici” olamasın ki?

Bu soruları uzatabiliriz, ama gerek yok, çünkü ‘demokratik, ama ilerici değil‘ saptaması kadar soyutturlar. Doğrusu şu ki, soyutta tanımı sabit olan bu tür kavramlar, somut tarih, ülke ve sınıflara uyarlandığında, göreceleşirler. Ve daha önemlisi, asıl anlamlarını da bu görecelilikte, bu somut uyarlanışında bulurlar.

Bir de bu açıdan sorunu ele alalım. Hüseyin Ergün diyor ki, “işçi sınıfı ilerici değildir. Çünkü işçi sınıfı üretim güçlerini geliştirme peşinde koşmaz.” “İlericilik” bu durumda, “üretim güçlerini geliştirme” oluyor. Peki, işçi sınıfı, “tutuculuk” olan “bu direnci” nasıl kırabilir? Diyelim ki, on bin işçinin çalıştığı bir çelik fabrikasında, patron teknolojinin son ürünü yeni ocaklar kurdursun. Bu durumda, diyelim ki, ancak beş bin işçiye gereksinim duyan patronun bu “ilericiliği” karşısında işçiler ne yapsın? “Direnç, tutuculuk” olacaktır, yani çıkışı verilen işçilerin direnişe geçmesi ve işyerlerini korumak istemeleri “ilericilik” olmayacaktır. Sayın Ergün’e göre, bu işçilerimiz, çıkışlarını “direnç” göstermeksizin kabul etmelidirler, aksi durumda “ilerici” olamayacaklardır!

Demek oluyor ki, burjuvazinin “ilericiliği”nin bedelini işçi sınıfı (ve onunla birlikte tüm emekçiler) ödüyor. Peki, örneğimize geri dönersek, patrondan şöyle bir şey bekleyebilir miyiz: ‘Kârının üçte birini düzenli olarak işsiz bıraktığın işçilere vermelisin!’ Bu beklenti çok saçma olurdu, zira o bizzat kârını artırmak için “üretim güçlerini geliştirmişti”! Ve bu durumda, “ilericiliği”nin de, yani işçilere çıkış vermesinin de hiçbir anlamı kalmazdı.

Görüyoruz ki, burjuvazinin üretim teknolojisindeki “ilericiliği”, toplumsal açıdan en azından işsizliğe ve yoksulluğa yol açıyor. Ve burjuvazi, teknolojik yenilenmeleri “ilericilik” olsun diye de değil, kârını artırmak ve rekabette üstün gelmek için yapıyor. Örneğin günümüz Türkiyesi’nde gençlerin yüzde 26’sı işsiz, yani her dört gençten biri işsizdir. Milyonlarca genç işsizi yaratan bir üretim tarzının temsilcisi olan bir sınıf, yani burjuvazi, bu durumda “ilerici” sayılabilir mi? Asgari ücretin de altında çalışmanın dayatıldığı ve aslında açlığa mahkum edilen milyonların gerekli görüldüğü bir sistemde toplumsal ilerleme”den söz edilebilir mi?

Toplumsal ve tarihsel açıdan bakıldığında, hangisi “ilericilik”tir: milyonları yoksulluğa ve açlığa mahkum eden bir sistemden azami faydayı sağlayan bir sınıf mı (burjuvazi), yoksa böylesi bir sistemin dayatma ve yaptırımlarından en fazla zarar gören ve dolayısıyla bütün bunların ortadan kaldırılmasından da en başta azami çıkarı olan bir sınıf mı, yani işçi sınıfı mı?

Meseleyi bir de şu açıdan değerlendirelim: Diyelim ki; işçi sınıfı, bizzat zarar gören sınıf olduğundan, yani teknolojik yenilenmelere (“üretim güçlerinin geliştirilmesi”ne) durumu itibariyle “karşı koymak” zorunda olduğundan, “muhafazakardır”!

Eğer şu konuda aksi bir iddia yoksa, yani insanca yaşamak ve çalışmak isteği “tutuculuk” olarak görülmüyorsa (tersi, ‘hayvanca yaşamak ve çalıştırmak ilericiliktir’ demektir!); o zaman yanıtlanması gereken soru şudur: Bu nasıl bir üretim tarzıdır ki, “ilericiliği” (üretici güçleri geliştirme), toplumsal tahribata yol açmak suretiyle gerçekleşmektedir?

Açıktır ki, işini kaybetmek istemeyen işçi, teknolojiye karşı çıkmıyor. İşçi, işsizliğe karşı çıkıyor! (İşçi hareketinin ilk yıllarındaki “makine kırıcılar” -Ludistler- hareketi de aslında işsizliğe karşı öfkenin makinalara yönelmesiydi. Bay Ergün, galiba buradan, işçinin ezelden teknoloji düşmanı olduğu sonucunu çıkartmış. Elbette, sınai çağın başlarındaki işçi hareketinden öfkelerini makinalardan değil de kapitalistlerden almaları istenebilir, ama beklenemezdi. Fakat, 2009 yılında bir entellektüelden bu ayrımı, yani öfkenin yöneldiği nesneyle nedenini ayırdetmesi hem istenebilir ve hem de beklenmelidir!).

Öte yandan, ‘teknolojinin işçiyi işsiz bırakması‘, işçinin suçu sayılmasa gerek. Ve işsizliğe neden olmakla teknolojiyi de suçlayamayacağımıza göre, o halde suçu, bu teknolojiyi işsizlik yaratarak uygulayan kapitalistte aramalıyız. Ne var ki, kapitalisti, kapitalist olmakla da suçlayamayız, yani ‘ona azami kâr için üretim yapma’ diyemeyiz! Ancak; kapitaliste ‘kendin olma’ diyemeyiz ama, kendisini tümden reddedebiliriz!

Demek oluyor ki, sorun ne işçi sınıfı ne de teknolojide, sorun; teknolojinin kapitalist uygulanışında, yani  “ilericiliği” azami kârı amaçlamakta menkul olan kapitalist üretim tarzındadır! Olup bitene tek boyuttan bakan Hüseyin Ergün, kapitalist üretim tarzının üretim teknolojisini ve genel olarak üretici güçleri geliştirme özelliğini görüyor, ancak bu özelliğin toplum ve tarih karşısında dar ve çapsız bir amacın (kâr ve sermaye birikimi) boyunduruğunda şekillendiğini hasır altı ediyor.

Konuya başka bir açıdan daha bakabiliriz. Diyelim ki, ‘tamam kâr amaçlı da olsa, kapitalist üretim tarzı sonuçta üretim güçlerini yine de geliştiriyor’! Burada iki sorun var ama; birincisi, bilimin doğrudan toplumsal üretim gücünün bir parçası olması ve ikincisi, kâr amacının diyalektiği.

Birincisine ilişkin; tarihte istisnalar olmakla birlikte, bilimsel buluşları yapanlar, kapitalistler değil, bilim adamlarıdır. İkisinin örtüştüğü durumlarda dahi, buluşu yaparken bilimci, ancak uygularken kapitalisttir. Bilim tümüyle kapitalistlerin emrinde olsa bile; bilgi, birikim ve keşifler yine de bilime aittir. Yani, kapitalistler sınıfının bilime mutlak ihtiyacı vardır, fakat bilimin kapitalistlere mutlak ihtiyacı yoktur.

Bilimsel ve teknolojik devrimlerin burjuvazinin çağında gerçekleşmiş olmasının asıl nedeni, bilimin o zamana kadarki olağan üstü birikiminin bu çağda nihayet akacağı bir mecrayı bulması olgusunun yanı sıra; kapitalist artı-değer üretiminde nispi artı-değer üretiminin, yani gerekli emek-zamanını kısaltmak suretiyle artı-emek zamanını artırma yönteminin ayırt edici bir yere sahip olmasındadır. Dünya pazarı için üretim ve uluslararası rekabette ayakta kalma mücadelesi de, elbette buraya kamçılayıcı faktörler olarak dahil edilmelidir. Bu birinci husustan çıkan sonuç ortadadır: Kapitalistler, belirtilen nedenlerle bilimsel buluşları ve teknolojiyi geliştirmek üzere bilimi teşvik etmek zorundadırlar.

Böylelikle de, sorunun diğer boyutuna, yani ikinci soruna gelmiş oluyoruz: Bizzat, bilimsel buluşlarla teknolojiyi geliştirmeyi emreden aynı nedenler (nispi artı-değer üretimini artırma ve uluslararası rekabet), tersini de buyurmaktadır! Yani, eğer herhangi bir buluş, uygulanması itibariyle, verili kâr oranını artırmıyorsa, kapitalist, haliyle, bu buluşu uygulamaktan uzak durmaktadır. Duruma göre (kâr oranlarına göre), üretici güçler geliştirilebilir, ancak gelişmiş üretici güçler sınırlanabilir de. Kâr amacı, bu durumda, geliştirmenin nedeni olduğu kadar, sınırlamanın da nedeni haline gelmektedir.

Gelgelelim, günümüz kapitalizmi, çoktan çiçeği burnundaki burjuvazinin kapitalizmi değildir. Türkiye Gayri Safi Milli Hasılası’nı birkaç kez katlayan cirolara sahip devasa tekellerin dünya ekonomisine hükmettiği tekelci kapitalizm çağında yaşıyoruz. Eğer amaç sadece ve sadece azami kâr ve sermaye birikimi ise (ki budur!), bu tekellerin bilim üzerinde kurdukları tekel de, haliyle, bu amaç doğrultusunda etkide bulunuyor demektir. Bu etki ise; bir taraftan bilimin ufkunu daraltmakta, yani esasen kâr artırıcı alanlarda ve buluşlar üzerinde bilimin yoğunlaşmasını dayatmakta; diğer taraftan da teknik bakımdan mümkün olan ile üretimde uygulanan teknik arasındaki uçurumun büyümesine yol açmaktadır. Kısacası, günümüz tekellerinin varlığının anlamı, bilimsel potansiyel ile potansiyel bilimin darlaşması ve sınırlanmasıdır. Tek başına kimya, tarım ve ilaç sanayisindeki tekelleşme (“patent hakları”nı anımsayalım!), tekelci sermayenin bilim üzerinde kurduğu yıkıcı ve toplum için ağır bedeller anlamına gelen tahakkümün sayısız örnekleriyle doludur.

Başka bir deyişle, üretici güçlerin ve onun önemli bir ögesi olarak bilimin geldiği bugünkü aşamada, üretimde ve toplumsal yaşamda uygulanan ve kullanılan teknoloji, bilimin ve teknolojinin sunduğu olanakların sadece bir kesimini oluşturmaktadır. Tekellerin bilim üzerindeki tahakkümü olmasa, toplumsal gelişme çok daha hızlı, toplumsal yaşam da çok daha rahat ve refah içinde şekillenebilecektir.

Şimdi, sayın Ergün, insanlık namına, tekelci burjuvazinin bilim üzerindeki bu tekelini yıkmaktan daha büyük bir ilericilik olabilir mi?! Sizin işçi sınıfının “tutuculuğu”na kanıt olarak gösterdiğiniz olgu, yani en başta bu sınıfın sermayenin sözüm ona “ilericiliği”nden en büyük zararı görmesi olgusu, aslında, iddia ettiğinizin tam da tersini kanıtlamıyor mu?!

Daha somut soralım: “ilerici”siniz ya, o zaman sadece şu talepler için mücadeleye hazır mısınız: İşçilerin, emekçilerin çalışma yaşamını kolaylaştırmayan, aksine bir kısmını işsizliğe, diğer kısmını da daha fazla ve yoğun çalışmaya mecbur kılan teknolojik ve bilimsel buluşların kapitalist uygulanmasına son! Üretimin teknik temeli, daha az değil, daha çok teknolojiyle yenilensin! Bununla birlikte ve özellikle de işsizliğe karşı etkin mücadelenin bir gereği olarak; haftalık çalışma süresi 35 saate düşürülsün; işgünü 7 saati geçmesin ve çalışma süresinin kısaltılması oranında, fabrika ve işletmeler, işsiz işçileri işe alsın! İnsanca yaşamayı sağlayacak ve işçileri ay sonunu getirme kabusundan kurtaracak asgari ücret! Sendikal örgütlenme üzerindeki tüm yasal engeller kaldırılsın! Ülke çapında kapsayıcı ve zorunlu sosyal sigorta! Parasız eğitim ve sağlık!

Başka taleplere gerek bile yok: “İlerici” olarak var mısınız bu talepler için mücadeleye?!

Lakin, bunlar salt sosyal-ekonomik talepler, “siyasette özgürlükçü” değil diyorsanız… Bir an için, böylesi bir itirazın doğru olduğunu varsayalım: Sizce acaba, bu taleplerin yaşama geçmesi, memleketimizde hep üst sınıfların bir meselesi olan “siyaset”in Türkiye’deki çehresini değiştirmez mi? “Türkiye gerçeği” halksız veya halk üstü siyasetin aşılmasına bir nebze olsun katkı sağlamaz mı? Karın doyurma ve açlık telaşından kurtulmuş; işsizlik cezasına çarptırılmamış; ihtiyaçlarını karşılayan geliriyle ve insanca çalışma koşullarıyla yaşam seviyesini yükseltmiş; beğeni, kültürü ve ufkunu genişletmiş işçi ve emekçilerin arasında, “devlet büyüklerimiz bilir” zihniyeti mevcut etkisini korur mu? Acaba işçi ve emekçilerin, “devletin üst katında”, “kurumları arasında” patlak veren “fırtınalar” karşısındaki algılayış ve pozisyonları aynı kalır mı; bu konuda sözüm ona “demokrasi” adına çevrilen onca dolaplar aynı şekilde çevrilebilir mi, yoksa bu manevraları yapanlar, karşılarında hesap soran ve gerçek demokrasi talepleri savunan milyonları mı bulur?

Uzun lafın kısası; işçi ve emekçi kitlelerini işin içine katmayan, onların örgütlülük ve politik bilinç düzeyini yükseltmeyi çalışmasının merkezine oturtup, tayin edici rolü onların üstlenmesini amaçlamayan bir “ilericiliğin”, “özgürlükçülük”ün bir anlamı yoktur. Böyle bir “ilericilik”, eğer bireylerin kendilerini ideolojik bakımdan tatmin etmesi değilse, emekçi kitlelerin yoksulluğa, kültürel köleliğe ve cehalete mahkum edilmesini kabullenmektir; en iyimser yorumla, havanda su dövmektir!

“EMPERYALİZM HİKAYELERİ”!

Elbette ki, sayın Ergün bu mücadeleye hazır değildir ve olamazdı da. Zira, önerdiklerimiz, onun aşağıda aktaracağımız ideolojik prensipleriyle taban tabana zıttır…

Öğrenmiş bulunuyoruz ki, SHP’nin yeni başkanı için, toplumsal sorunların çözümünde asıl tayin edici “tarihsel özne”, işçi sınıfı değildir. Kimdir peki? Burjuvazi! Burjuvazi derken de, sadece Türkiye burjuvazisi değil, onun da bir parçası olduğu uluslararası burjuvazi!

Ergün bey, has liberallerden daha liberal, kraldan çok kralcı bir söylemle, kendi “sol” ekonomi politikasının esaslarını şöyle dile getiriyor: Sol, “piyasayı yok sayıyor”! Oysa, “piyasayı reddettiğiniz zaman, doğal ortamda işleyen bir mekanizmayı” ortadan kaldırıyorsunuz demektir! Yani; her türlü “ilericiliği” savunabiliriz, fakat burjuvaziye ve piyasaya dokunmak yok! Mantık bu oldu mu, haliyle, Ergün beyin “solculuğu” da şu oluyor: “Sol, liberalliği, piyasa ekonomisini içerir.

Söylenenler, son derece mantıkidir. Öyle ya, burjuvaziyi savunup da piyasayı reddetmek olmazdı! Tersi zaten bugün çok komik olurdu: Piyasasız burjuvazi veya burjuvazisiz piyasa? Evet, bu gülünç olurdu. Gelgelelim, bir “solcu”nun fikri esaslarını burjuvazi ve piyasa belirlediği zaman, başka bir deyişle, bir “sol” siyasetçinin entelektüel ufkunu burjuvazi ve piyasa oluşturduğu vakit, bu esaslar üzerinden çıkardığı sonuçlar da trajik komik olmaktadır.

Örneğin: “Bir kere Türkiye’de emperyalist bir güç yok. Yani Türkiye’yi sömüren yabancı bir güç yok.”! Haksız mıyız?

Ama “turpun büyüğü heybede”! Soğukkanlılıkla okuyalım: “Dünyada emperyalizm tarafından sömürüldüğü için geri kalan hiçbir ülke yoktur. Ama sömürülemediği için geri kalan ülkeler vardır.”!

Hımmm… Düşünüyoruz da, acaba böylesi bir “turpu”, bir Fransız, İngiliz veya ABD’li sağ liberal siyasetçi “heybe”sinden çıkartabilir miydi? Şöyle bir gözümüzün önüne getirelim: Bir ABD’li veya İngiliz neoliberal muhafazakar, bir röportajda diyor ki, “dünyada emperyalizm tarafından sömürüldüğü için geri kalan hiçbir ülke yoktur. Ama sömürülemediği için geri kalan ülkeler vardır.”!!

Nasıl? İlginçtir ki, bağıntılar değiştiği vakit, sanki anlamlar da “değişiveriyor”. Oysa, bahsi geçen “turp” aynı “turp”tur! Galiba bağıntı değişimi, “turp”un kontrastını değiştiriyor, sanki söylenen şeyin anlamı daha netleşiyor…

Okumaya devam edelim: “Geçmişte emperyalistler tarafından sömürülmüş olan bazı ülkelerin bugün geri kalmış olmalarının nedeni emperyalizm değildir. Bunlar, sanayi teknolojisine ulaşamadıkları için geri kalmışlardır.

Sanırız, bu son saptama bir dil sürçmesi olmalı. Nitekim, yukarda şöyle bir eşitlemeyle yüz yüzeydik: Emperyalist sömürü kalkındırır, kalkınmayan sömürülmemiştir. Şimdi ise, sömürülmesine rağmen kalkınmayan ülkelerden söz ediliyor?!

Her neyse; Ergün bey, anlaşılan, “emperyalizm” denilen şeyi reddetmiyorsunuz, yani “emperyalizm yok” demiyorsunuz. Ayrıca, “emperyalizm”in sömürücü bir güç olduğunu da kabul ediyorsunuz. Yani size göre de, bu dünyada “emperyalizm” var ve o “sömürür” de. Peki, öyleyse, “Türkiye’de emperyalist bir güç yok. Yani Türkiye’yi sömüren yabancı bir güç yok” saptamanıza ne denilebilir? Nasıl yani; “emperyalizm”, ta Hindistan’a, Çin’e kadar uzanırken, Türkiye’yi teğet mi geçmiş?!

Yoksa siz, “emperyalizm” tanımı kapsamında sadece askeri işgalleri mi anlıyorsunuz? Fakat, ülkeler herhangi bir askeri işgale uğramadan da; hammadde, mali ve sınai bakımdan sömürülüp yağmalanamaz mı? Örneğin siz geri ve gelişmekte olan ülkelerin 1980’li yıllarda geçirdiği “büyük borç krizi”ni hiç duymadınız mı? “Dünyada emperyalizm tarafından sömürüldüğü için geri kalan hiçbir ülke yoktur. Ama sömürülemediği için geri kalan ülkeler vardır” diyorsunuz. O halde, Türkiye, emperyalizm tarafından “sömürülemediği için” mi geri kalmış?

Evet, aynen böyle düşünüyor olmalısınız: “Eğer en son teknolojileri alamazsak, dünyaya açılamazsak ve rekabet edemezsek, bu toplum sadece geriye gider, yoksullaşır ve işsiz kalır. Bizim yapacağımız, Batı’nın sermayesini, teknolojisini, üretim ve yönetim bilgisini mümkün olduğunca çok almaktır. Bu da öyle ’emperyalizm’ hikayeleriyle yapılabilecek bir şey değildir. Bu yüzden de emperyalizm sloganlarının içi boştur. ‘Emperyalizme hayır’ demek, aslında bir şey dememektir.

Doğrudur tabii, Batı’nın sermayesi, teknolojisi vb. öyle ’emperyalizm hikayeleriyle’ alınamaz! Zaten, böyle düşünmek, yani hem ‘emperyalizme hayır‘ deyip, hem de elin adamından ‘mümkün olduğunca çok almayı‘ düşünmek, pek banal olurdu!

Bu totolojiyi geçelim de, siz şu sorularımıza yanıt verin: Özellikle son 30 yılda, memleketin otomobil işkolundan meşrubat sektörüne kadar çeşitlenen büyük “Türk firmaları”nda hisse çoğunluğunu ele geçiren “yabancı şirketler” neyin nesi oluyor? Bu “yabancı şirketler” yoksa Gana, Etiyopya, Surinam veya Moğolistan’dan mı gelme? Türkiye, halkının on yıllarca ödeyip ödeyip bitiremediği dış borçlarını yoksa bu ülkelerden mi aldı; emekçi halkın ürettiği artı-değerler, borç ödemesi adı altında ve üstelik sosyal harcamalar, sağlık ve eğitimden kesilerek, bu ülkelere mi aktarılıyor yoksa? Son on yıldaki özelleştirme kampanyalarında “babalar gibi” satılan KİT’leri mülkiyetine geçiren “yabancı sermaye”, bu ülkelerden mi gelme?

Açıktır ki, hayır! O halde, siz, olmayan bir şeyi talep etmiyorsunuz. Bu ülkenin efendileri ve işbirlikçi burjuvaları, on yıllardan beri, “Batı’nın sermayesini, teknolojisini, üretim ve yönetim bilgisini mümkün olduğunca çok almak”tadır zaten. AKP yıllardır bunu propaganda edip uygulamıyor mu Allah aşkına? Sonuç ortada değil mi? Size ne gerek var o zaman?

Yabancı sermaye Türkiye’ye (veya Türkiye gibi herhangi bir ülkeye) esasta neden gelir? Açık ki, kendi ülkesindekinden daha yüksek kâr oranlarını elde etmek için. Dolayısıyla; emek gücünüz ucuz olacak (işçiler için düşük ücret demek). Yabancı sermayeden alacağınız vergileri düşük tutacaksınız, hatta mümkünse hiç vergi almayacaksınız (devletinizin vergi geliri bu yoldan ciddi bir artış kaydetmeyecek demek). Başka? ‘Kâr transferime karışmayacaksın’ der elin adamı, yani ‘elde ettiğim kârın şu kadarını Türkiye’de yatırıma dönüştüreceksin vb. dayatmalarda bulunmayacaksın’ der (ülkenin yatırım fonunun hacminin ciddi artmaması demek).

Oysa, öngördüğünüz bu “kalkınma projesi”nde, ülkenizin (işbirlikçi burjuvalarınızın değil, ülkenin!) birikim yapabilmesi için, yabancı sermayeye en azından Çin’in koştuğu şartları koşmalısınız. Ama Türkiye’nin, ne Çin’inki kadar büyük pazarı, ne de gücü vardır.

Ve daha kötüsü, yabancı sermaye “ceylan kadar hassas”tır! En küçük ters hareket kaçmasına vesile olabilir! Ayrıca, sizin gibi siyasetçilerin elleri onlara mahkum, ama onların elleri sizlere hiç mahkum değildir. Ve yine trajikomik olanı şudur ki, bu “küreselleşen dünyada” sizin gibi “hay hay efendimci”ler bol oldukça da, onların seçenekleri de hep bol olacaktır! Kabul buyurursunuz ki, onların seçeneklerindeki artış, sizin değil, onların ellerini daha güçlü kılmaktadır.

70 milyonluk Türkiye halkına sunduğunuz “kalkınma projesi” bu mu şimdi?! Bu, “kalkınma projesi” değil, kalkınma (!) projesidir! Bu “kalkınma”nın, bir avuç burjuva ve -Ergün gibi kendilerine bağlanmış entelektüeller de içinde- sömürücü-işbirlikçi tabakanın dışında, bu ülkenin emekçi çoğunluğuna hiçbir ciddi ve kalıcı yararının olmadığının kanıtı da, 30 yıllık yakın tarihimizdir. Kanıtı; çöken tarımımız, işsiz gençliğimiz, yoksul milyonlarımızdır!

Halbuki, adını hak eden bir sosyal demokrattan, ulusal ve uluslararası burjuvazi önünde secdeye varması yerine, onlara en azından şu soruyu sorması beklenebilirdi: bu memleketteki işçi ve emekçilerin sömürüsünden elde edilen devasa sermaye birikimi nereye gitmektedir? Bu birikimin yüzde kaçı, yeniden üretimin genişletilmiş ölçekte yenilenmesi için üretken yatırıma dönüştürülmektedir? Yatırım yaptığınızı iddia ediyorsanız, bu memleket neden işsizlik belası altında hâlâ inim inim inlemektedir?!

Üstelik sayın Ergün’ün bu soruları sorabilmesi için, kutsadığı piyasayı dahi reddetmesi gerekmiyordu. Sadece ve sadece, “eşitlik ve adaletten yana” bir “ilerici” olarak, bu vasıflarını somut bir tutuma, ete ve kemiğe büründürmeliydi!

Fakat o bunu yapamıyor, çünkü “ılımlı” ama, sosyal demokrat bile değildir!

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑