Politikanın toplumsal sınıfların, çeşitli parti ve grupların sınıf çıkarlarını savunma içerikli, genel olarak devletin üzerinde yükseldiği ekonomik ve toplumsal yapısının yansıması olan etkinlikler olduğunu biliyoruz. Daha da genel bir ifade kullanacak olursak, politika, çok doğru bir biçimde tanımlandığı gibi, “ekonominin yoğunlaşmış biçimi”, onun genelleştirilmiş ve sonuçlarına vardırılmış halidir. Toplumsal sınıflar kendi amaçlarını gerçekleştirmek için, kendi içlerinden çıkardıkları en ileri unsurları, partiler, gruplar vb. biçimlerde örgütleyerek, amaçlarına ulaşmaya çalışırlar. Bu nedenle, bu amaca ulaşmak için görevlerini belirlerler, bu görevleri gerçekleştirmek için de çeşitli araç ve yöntemleri devreye sokarlar.
Bu genel tanımların ardından, konumuzu doğrudan ilgilendiren şu soruyu sormak gerekir: Politikaya yaklaşımda üst sınıflar ile alt sınıflar arasında genel bir farklılık var mıdır? Bir burjuva politikacısı ile bir işçi devrimci, politikaya aynı biçimde mi yaklaşır? Bu iki farklı dünyanın temsilcileri, örneğin aynı konudan söz ederlerken, sözünü ettikleri konunun sadece içeriğinin ortaya konmasında, amaçlarının farklı olmasında mı ayrışırlar, yoksa bu amacın gerçekleştirilmesine yönelik olarak kullandıkları yöntemlerde de bir ayrışma söz konusu mudur? Kuşkusuz bunlar, genel olarak yanıtı bilinen sorulardır ve politikayı ele alışta da bu ayrım ortaya çıkar.
Ancak bu ayrımın ortaya çıkması, bir işçi devrimcinin burjuva dünyasının baskı ve alışkanlıklarından etkilenmediği, politikaya yaklaşımdaki anlayış ve sorunları çözmede gösterdiği çabanın bütünüyle farklılaştığı anlamına gelmez. Önce şu ayrımı koymak gerekir; burjuva politikası ya da daha genel bir ifade ile üst sınıfların politikası, yığınları uyuşturma ve kandırma, onları hareketsiz bırakma üzerine kuruludur. Eğer gerici bir burjuva partisi yığınları örgütlemek ve harekete geçirmek üzere çağrılar yapmaya başlamış, bunun için harekete geçmişse, anlaşılmalıdır ki, sermayenin taleplerini ve amaçlarını militan yöntemlerle hayata geçirmeye soyunmuştur. Kriz dönemlerinde bu örnekler daha sık ortaya çıkar ve önü emekçi yığınlarca kesilemezse, genellikle faşizme doğru gider.
İşçi politikası, yani sosyalist politika ise, başta işçi sınıfı olmak üzere, kendi kurtuluşları için onunla ittifak halinde olmak zorunda olan diğer emekçi yığınların uyanması, harekete geçmesi ve örgütlenmesi üzerine kurulmuştur. Açıkçası, işçi sınıfı, ücretli kölelik düzeninden kurtulmak için -belli bir somut anda sınıf hareketinin gücü veya güçsüzlüğü, hedeflerini gerçekleştirmede ne durumda olduğu farklı bir şeydir- kendi kaderini kendi ellerine alacaktır. Bu nedenle, ileri bir işçi, yani uyanmış ve sosyalizme yönelmiş bir işçi, bu amacı gerçekleştirmek için kendi sınıfının daha geri kesimlerini uyandırma, onları harekete geçirme ve örgütleme görevini kendi temel görevi olarak benimsemek zorundadır. Eğer bir partisi varsa, bu partinin sınıf hareketinden kaynaklanan sorunlarını çözmek üzere, kendi sınıfını bu sorunların çözümünde harekete geçirmek görevi ile karşı karşıyadır. Çünkü bunun dışında bir “çözüm”, bir “yol” bulunmamaktadır.
“Solcu”, “devrimci”, “komünist” etiketi taşıyan pek çok parti ve akımın politikaya, onun yığınlarla ilişkisine farklı yaklaştığını biliyoruz. Ama bu farklı yaklaşımların bazı “ortak temelleri” olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. Bir küçük burjuva devrimcisi “biz halkımız için ölüme gidiyoruz” dediğinde ve kararlılıkla ölüme gitmek için eyleme geçtiğinde ya da bir işçi devrimci -yani bir komünist!- kendi sınıfının temel sorunlarını, “aramızda tartışıyoruz”, “önce biz bir değerlendirelim”, “arkadaşlarla sorunu çözmeye çalışıyoruz” diye “kapalı devre” ortaya koyduğunda ve “çözümünü” orada bulduğunda, bu “benzerlik” belirgin bir biçimde görülür. Kuşkusuz, bir örgüt varsa, sorunu öncelikle kendi içerisinde konuşup tartışacaktır. Ama burada vurgulanmak istenen, yazının ilerleyen bölümlerinde de ele alınacağı gibi, bu tutumun, sonrasında da, tüm faaliyeti darlaştırıcı, sorunları ağırlaştırıcı bir biçimde devam etmesidir. Verilen bu örneklerde, bir küçük burjuva devrimcisi ile bir işçi politikacının yöntemleri, mücadele tarzı ve çizgisi farklılaşmış, ama kitleye yaklaşım, kitleleri politikaya katma, sorunların bilincine varmalarına ve harekete geçmelerini sağlamaya ilişkin tarz ve anlayış değişmemiştir.
Bu iki farklı yaklaşımın üzerinde de, kalın çizgileri ile ifade edecek olursak, burjuva dünyasının politika ve sorunlara yaklaşımının etkileri bulunmaktadır, bu etkiler sanılandan çok daha büyüktür ve işçi devrimcinin davasına sürekli olarak zarar vermektedir. Kuşkusuz küçük burjuva devrimcisinin yaklaşımı ve eylemi ile bir işçi devrimcinin yaklaşımı ve harekete geçirmeye çalıştığı kitle arasında da temel farklılıklar bulunmaktadır. Ama konumuz açısından ele alacak olursak, politikaya yaklaşımdaki tarz; burjuva dünyasının onları farklı düzeylerde etkilediği, bir küçük burjuvanın buna farklı tepkiler verdiği, bir işçi devrimcinin ise bu etkilenmeyi daha değişik düzeylerde yaşadığı anlamına gelmektedir. Bu etki, genellikle “doğrudan” bir etki değildir. Ya geçmişte üst sınıfların “devrimci” bir eyleminden ve yarattığı gelenekten -örneğin Kemalizm, CHP vb.- ya da devamı olunan akımlardan, partilerden, onların üst sınıfların bu hareketinin etkisiyle oluşturdukları gelenekten, alışkanlıklardan “kazanılmış” bir etkidir. Yaşamın ve mücadelenin içerisinde bu yan kendisini üretmekte pek zorlanmaz, her sorunda kılık değiştirerek “sorunun içine” sızar.
Bu nedenle, politikaya, mücadelenin öne getirdiği sorunların çözümüne nasıl yaklaşıldığı sorunu, komünist çalışmanın temel sorunlarından birisidir ve bu sorunda kesin bir ilerleme, tutum değişikliği sağlanamadan alınacak fazla bir mesafe bulunmamaktadır. Sorunun açılması ve anlaşılması bakımından, üst sınıfların -burjuvazi, ideolojik olarak onun çöplüğünden beslenen akımlar vb.- ve alt sınıfların -işçi sınıfı- politikaya nasıl yaklaştıklarının biraz daha yakından irdelenmesi gerekiyor.
BURJUVA TARZ
Politikacılardan sık sık duyduğumuz bir söylem vardır. Bunlar, “biz politikayı kimler için yapıyoruz” tekerlemesini kendilerini savunmak, mazur göstermek, sıkıntı ve dertlere katlanma derecelerini vurgulamak vb. için tekrarlayıp dururlar. Bu politika erbabının dile getirdiği, yani kendileri için politika yapılanlar halktır, kitlelerdir! Halkın desteği olmadan politika yapılamayacağını, halkın “teveccühünü” kazanmak gerektiğini fırsat buldukça dile getirmek, politikacı takımının beylik laflarındandır. Onların gözünde halk kendisi için politika yapılan, ama politikaya pek bulaşmaması gereken bir nesnedir. Halk, politikayı, ancak önüne bir sandık konduğunda yapmalıdır. Burjuva dünyasında, halkın kaderi ile ilgili bütün temel kararlar kulislerde alınır, gizli pazarlıkların konusudur. Meclisler, bu konuları meşrulaştırmanın ve yasalaştırmanın araçları olarak kullanılırlar. Burjuva politikası, halkın uyuşturulması ve kandırılması üzerine kurulmuştur.
Türkiye politikasının gelmiş geçmiş en büyük demagoglarından birisi olan Süleyman Demirel, 12 Eylül’ün eski partiler ve siyasilere yönelik getirdiği yasaklara karşı, “konuşan Türkiye” sloganını ortaya atmış, sonrasında da başbakanlıktan, cumhurbaşkanlığına kadar giden yolları bir bir geçmişti. Ama Demirel, “konuşmak”tan, kendisinin ve kendisi gibilerinin özgürce konuşmasını anlıyordu. Gerçekte ülkenin çözülmesi gereken temel bir demokrasi sorunu olduğunu gözlerden gizliyor, bu alana hiç gelmiyordu. Halkın konuşması, onun için, önüne bir sandık konulması anlamına geliyor, kendisi dahil -Demirel- benzer partilerin seçimlere katılması, bu seçimler üzerinden oluşacak parlamentonun “temsili demokrasi”nin sınırları çerçevesinde işini yapması yeterli görülüyordu. Sonunda, bir “devlet adamı” olarak, -keskin karşıtı Ecevit gibi- aktif politik yaşama veda etti ve ama hâlâ “bir bilen” olarak politikaya devam ediyor. Şu sıralar, devletin tüm karanlık geçmişini aklamakla meşgul.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, burjuvazinin fazla rafine olmamış bir temsilcisi olarak; “ayaklar baş olur mu” dediğinde, burjuva politikasının ve politikacılarının soruna nasıl baktığını veciz bir biçimde özetliyordu. Onu için alt sınıflar, yani halk, kendisi için politika yapılan, bu politikadan zarar görse de ona katlanmak zorunda olan bir nesne idi. Onlar için politika yapılır, onlar istismar edililir, soyulur, hatta fedakârlıklarından yararlanılır, ama kendi durumunun bilincinde olarak, kendi bağımsız çıkarları için politikaya atılan bilinçli ve örgütlü bir kitle olarak ilerlemesinin önüne bin türlü engel dikilirdi. Halk, eğer örgütlenecekse, AKP’nin ve bazı dinci cemaatlerin içerisinde örgütlenebilir, özünde kendi çıkarlarına karşı olan bir faaliyetin içinde rahatlıkla yer alabilirdi.
Bu politik yaklaşımın, örneğin Ergenekon’a ilişkin tutumu, bunun halk için verilen bir demokrasi mücadelesi olarak anlaşılması gerektiğidir. Kitleler bunu anlamalı, olup biteni seyretmelidir. Eğer bir hareketlenme de söz konusu olursa, bu, sadece hükümet çizgisine destek olmak üzere olmalıdır. Bir devlet sisteminin halka yönelik işlediği cinayetler, çevirdiği karanlık işler devlet bağlantısından koparılmalı ve öyle ortaya getirilmelidir vb.
Kitleleri politikadan, kitlesel eylemlerden uzak tutmaya çalışan bu gerici yaklaşım ve anlayış, sadece sermayenin çeşitli partileri ile sınırlı bir anlayış da değildir. Sermayenin işçi sınıfı içerisindeki “bekçileri” olarak hareket eden sendika bürokratları ve sendika üst yöneticileri için de, işçiler, kendi güçlerinin farkına varmaması gereken, bunun için de, mümkün olduğunca kitlesel ve yaygın eylemlere teşvik edilmemesi gereken bir yığındır. İşçi sınıfının sadece kendi bağımsız politik çıkarları için değil, ekonomik talepleri içinde yaygın olarak harekete geçmesi istenilen bir şey değildir.
Ama eğer örneğin ekonomik talepleri için bile olsa, işçiler kitlesel eylemlere yönelmişlerse, ardından ne geleceği belli olmaz ve işçiler mümkün olan en kısa zamanda sokaktan, eylemden geri çekilmelidir. Türk-İş’in son imzaladığı anlaşmada bu anlayışın etkisi kesin bir biçimde -anlaşmanın içeriği bir yana- görülmüştür. Sadece işçilerin değil, onlarla birleşme eğilimi içerisinde olan kesimlerin de eylemleri, bu sendika bürokratları için “tehlikeli bir gelişme”nin önünün açılması olarak görülmüştür. Devrim öncesi bir Rus İçişleri Bakanı “her grevin ardında bir devrim ejderhası yatar” dememiş miydi? Burada mantık aynıdır, kitlelerin eylemi tehlikelidir ve sınırlı ve özel bir çıkar için de olsa harekete geçmişlerse de, mümkün olduğunca kısa bir sürede bu yoldan döndürülmelilerdir!
BURJUVA TARZIN ETKİLERİ
Politikaya ve kitlelere burjuva yaklaşım biçiminin “sol, devrimci örgüt ve çevreler” üzerindeki etkisi sanılandan da büyüktür. Örneğin bir küçük-burjuva devrimcisine yakından bakalım. Onun için, başlangıçta küçük, kararlı, “iyi organize” olmuş bir örgüt olarak -örgütler yığınlar düşünüldüğünde elbette oldukça küçüktürler, burada bir anlayış dile getiriliyor- harekete geçmek yeterlidir. O, “öncü savaşı” olarak bunun teorisini de yapmıştır. “Kitleler için” yola çıkar, vurur, vurulur, ardından büyük kitlelerin kendisini takip edeceğini umar. Kitleler içerisinde çalışarak, onun örgütünü ve eylemini geliştirmek, “devrimin örgütlü kitlelerin eseri” olduğu anlayışı ile hareket etmek ona yabancıdır.
Kuşkusuz küçük burjuva devrimcisinin de kitleler diye bir sorunu vardır. Ama onun gözünde, bu kitleler, kendisini takip etmesi gereken, kendisine “lojistik destek” sağlayan, “vakti gelince” ayaklanacak olan yığınlardır. Eylemini ve örgütünü kitlelerin içinde ve onların girişkenliğini ilerletmek üzere geliştirmemiştir. Eğer bu gerçekleşmezse, sonrası tam bir hayal kırıklığıdır ve sonuç teori düzeyine yükseltilir, “bu halktan bir şey olmaz” ya da kimi zaman cezaevlerinde şaka yollu dile getirildiği gibi, “bu halk için beş yıldan fazla yatılmaz.”
Ülkede, geçmiş revizyonizmden ve üst tabaka devrimciliğinden beslenen köklü bir gelenek de bulunmaktadır. Bunların kitlelerin politikaya katılması konusundaki tutumları özünde çok farklı değildir. Bu politika, bir taraftan seçkincilik, salon, kürsü “devrimciliği” olarak kendisini açığa vururken, diğer taraftan ele geçirdiği mevzileri işçi sınıfının ve kitlelerin bağımsız eylemini engelleme -eski TKP- olarak, sermaye ile pazarlık gücünün, sınıf işbirliğini zorlamanın araçları olarak değerlendirme ortaya çıkar. Ya da bugünkü TKP örneğinde olduğu gibi, küçük bir azınlığın eylemini kitlelerin eylemin yerine ikame ederek, sansasyona yönelir. Revizyonist gelenek içerisinde Kemalizm’den, CHP geleneğinden etkilenme oldukça yoğundur ve bu, sadece kitlelere üstten bakmakta kendisini göstermez, politik yakınlıkta da zaman zaman dile gelir. Örneğin laiklik sorunu, Ergenekon sorunu, Kürt sorunu vb. böylesi sorunlardandır.
Politikaya ve kitlelere yaklaşımda üst sınıfların ve onların çeşitli versiyonlarının yaklaşımından etkilenen bu tutumların, görüldüğü gibi, temelde bazı ortak özellikleri bulunmaktadır. Doğrudan burjuvazinin temsilcileri, kitlelerin politikaya katılımlarını belirli alanlarla sınırlayıp, onların politik tecrübe kazanmasını tehlikeli bir şey olarak görürlerken, burjuvazinin çeşitli akımlarından etkilenmiş olan “devrimci örgütler” de, işçi ve emekçi yığınları tarihin ve toplumun öznesi olarak, onu değiştirecek, dönüştürecek bir güç olarak örgütlenmesine ve harekete geçmesine inançsızlıkla karakterize olmaktadırlar. En iyi durumda, kitleler, onları takip edecek, “örgütün amacını” gerçekleştirmesine yardım edecek edilgen yığınlardır. Bu nedenle, kitleler içerisinde günlük çalışma anlayışından uzak olmalarında şaşılacak bir şey yoktur.
İŞÇİ TARZI
İşçi sınıfı, dünyayı değiştirmek, sınıfsız, sömürüsüz yeni bir dünya kurmak için mücadele etmektedir. Gücünü, mevcut toplum içerisinde tuttuğu yerden, sürekli gelişip güçlenen kitlesinden almaktadır. Teknik ilerlemeler ve üretim yöntemlerindeki gelişmeler, işçi sınıfının bir üretim kolundan diğerine akmasını hızlandırır, eski yaptığı işler daha az işçi ile yapılır hale gelirken, aynı zamanda yeni iş kolları devreye girmekte, emek sömürüsü yoğunlaşmakta, işçi sınıfının dünya çapındaki kitlesi sürekli olarak büyümektedir. Eski dünyayı, ücretli kölelik düzenini yıkma, yeni bir dünya kurma amacı, işçi sınıfın politikaya ve başta kendi kitlesi olmak üzere, diğer emekçi kitlelere yaklaşımını, burjuva sınıflardan ve onların etkisindeki çeşitli “sol ve devrimci” akımlardan temelde ayırır. İşçi sınıfının politikası -sosyalist politika- kitlelerin uyanması, mücadeleye atılması, örgütlenmesi ve kendi kaderlerini kendi ellerine almaları üzerine kuruludur. Devrimin örgütlü kitlelerin eseri olduğu anlayışı, bu tutumun özlü bir ifadesidir.
İşçi sınıfı ve onun içinden çıkarıp örgütlediği partisi; işçi kitlelerinin aşağıdan başlayan girişkenliğine, örgütlenme yeteneğine, onların sonsuz fedakârlığına ve enerjisine dayanır, dayanmak zorundadır. İşçi partisinin, kitlelerin yaşamı, eylemi ve hareketi dışında kalan, bir çözüme kavuşmak için bu temele dayanmayan bir tek “sorunu” yoktur. Birkaç örnekle bu söylediklerimizi açacak olursak, örneğin işçi partisi önemli toplantılar yapıp sorunları tartışacaksa, bu sorunları, öncelikle fabrikada, iş yerlerinde işçi kitleleri ile tartışmak, bu sorunların kendi sorunları olduğunun bilincini onların edinmesini sağlamak, onların temsilcilerinin bu tür toplantılara katılmalarını sağlamak zorundadır.
Yine örneğin, eğer işçi mücadelesinin yaratığı araçların yaşatılması, geliştirilmesi -gazete, televizyon vb.- gerekiyorsa, işçi kitlelerinin yardım ve desteği dışında her hangi bir çözüm yolu bulunmamaktadır. Bu araçlar, işçilerin, emekçi sınıfların yaşamını ve mücadelesini yansıtmak, bu mücadeleyi ortaklaştırmak üzere sınıfın olanaklarıyla kurulmuştur ve onun doğrudan katılımı, desteği ve fedakarlığı dışında yaşayıp, gelişmesi olanaksızdır. Yaşamını ve eylemini işçiler içinde inşa etmiş bir partinin ve onun militanlarının, “derya içinde yaşayıp” bu deryadan, onun olanaklarından adeta habersizmiş gibi davranmalarının ya da sonuçta buna varan tutumlarının kabul edilebilecek hiçbir yanı bulunmamaktadır.
İşçi devrimci, zaten bütün bu sorunları kendi sınıfıyla sürekli tartışma içinde olmak, bu ve diğer sorunları işçi kardeşlerinin kendi sorunları olarak benimsemelerini sağlayacak bir pozisyonda bulunmak durumundadır. “İşçi kitleleriyle yaygın bağlarımız ve ilişkilerimiz var, ama şu sorunları henüz onlarla tartışmadık, onların katkılarını istemedik, şu sorunla yüz yüze gelmeye hazır değiller” demek, işçi devrimcinin yürüttüğü çalışmada ciddi problemlerin olduğu anlamına gelmektedir. Böyle bir örgütün ve çalışmanın yarım kalacağı, yeterince başarılı olamayacağı bilinmektedir. Ünlü bir mitolojik öyküdür ve parti çalışmasına uyarlamak olanaklıdır: Antaios -denizler tanrısı Poseidon ve yer tanrısı Gaia’nın oğlu- çok güçlü bir devdir ve yere -annesine- temas ettiği sürece öldürülmesi olanaksızdır. Herkül, onun yerle temasını keser ve Antaios’u öldürür. İşçi devrimciler de, güçlerini kendi sınıflarından ve sınıflarını her türlü sorununa ortak etmesinden alırlar. Aksi durumda davalarının gerilemesi ve güçten düşmesi kaçınılmazdır. Ama politikanın yasaları burada fiziğin yasaları gibi etki gösterir, boşluk kaldırmaz. Bu işleri yapacak birileri çıkar ve bu “alanı” doldurur.
Kuşkusuz egemen sınıflar, burjuva politikası, kitlelerin politikaya ve politikacıya bakışını güvensizleştirmiştir. Politika, geniş yığınlar için, kendilerinin aldatılmasının, oylarının kendi çıkarlarına karşı silah olarak kullanılmasının aracı olarak görülmektedir. Bu algı, yanlış da değildir. Ama işçi sınıfı, politika yapmayı, işini, ekmeğini kazanmak ve korumak, sınıf çıkarlarını geliştirmek, giderek mevcut düzeni değiştirmek olarak kavrarsa, o zaman durum kökten değişecek, sınıfın politikaya yaklaşımı güçlü bir temele oturacaktır. Açıkçası, işçinin politikası hayatın kendisidir ve işçi politikacının görevi, işçinin bunun bilincinde olmasını sağlamak, işçi kitlelerinin yaşamından ve mücadelesinden çıkan olayların, sınıfın genel politik çıkarlarına doğru bilinçli bir biçimde genişlemesini sağlamak olarak belirginleşmektedir.
Bugün ülkenin bağımsızlık, demokrasi gibi temel sorunlarının olduğu bilinmektedir. Ancak bu sorunlar bir türlü köklü bir çözüme kavuşamamakta, egemen sınıflar sürekli olarak aldatıcı manevralara başvurabilmektedirler. Bir Ergenekon örgütü çıkmakta, burjuva devletin bir takım gizli işleri, pislikleri -devlet bağıntılarının üzerleri örtülmek istenerek- ortaya dökülmekte, işbirlikçi egemen sınıflar, aslında nasıl izah ederlerse etsinler, suçüstü yakalanmakta, dinci-laikçi bölünmesi toplumu bölerek yönetmek üzere tezgahlanmakta, Kürt sorunu kanayan bir yara olamaya devam etmektedir vb.
Devlete ve hükümete çöreklenmiş gerici güçler, aralarındaki çatışmanın niteliği konusunda da halkı yanıltan manevralar yapmakta, bu kavgalarını “demokrasinin, laikliğin savunulması sorunu” gibi yansıtmaktadırlar. Harekete geçen gerici güçler, kendi politik ve sınıfsal çıkarları için, kitleleri kendi yedeklerine almaya çalışmaktadırlar. İşçi sınıfının merkezinde olduğu güçlü bir halk hareketinin olması, bütün bu sorunların çözümünü demokrasinin kazanılmasına, ülkenin bağımsızlığının sağlanmasına, giderek toplumsal kurtuluşa bağlayan bir mücadele çizgisi ile müdahale etmesi, bu tabloyu kuşkusuz bütünüyle değiştirecektir.
Bütün bu sorunlar nihai çözümünü kuşkusuz işçi sınıfı ve emekçi hareketinin güçlenip gelişmesinde bulacaktır. Ama bu sorunların sınıfın sorunları olduğu, işçi sınıfının bu sorunları çözmeden, toplumsal kurtuluşunu gerçekleştiremeyeceğini ona anlatacak, tecrübesinin sınıfın bağımsız politik bir tecrübesi olarak gelişmesini sağlayacak olanlar kimlerdir ve bu sorunların çözümü için onun harekete geçmesini sağlayacak nedir? Kuşkusuz bu partidir, işçi devrimcidir. Bu amacı gerçekleştirmek için “kanallar tıkalı” değildir. Aksine bir işçi devrimci, bugün tarihinde görmediği en geniş ve yaygın olanaklara sahiptir. Bu olanakları hakkını vererek kullandığında, genişlemenin ve sınıf üzerinde saygınlık ve etki kazanmanın yolları da ardına kadar açılmaktadır. Henüz sayıları az olmakla birlikte, olumlu örnekler de bunu kesinlikle kanıtlamaktadır.
Kuşkusuz bugün bir işçi devrimcinin, -yani bir komünistin- partisinin, mücadelesinin, bu mücadelede kullandığı araçların karşı karşıya bulunduğu ağır sorunların farkına varmadığı düşünülemez. Sorun şu ki; bu sorunları çözmek için kullandığı yöntemler, kendi kitlesini -yani işçi sınıfını- sorunlarına ortak etmek ve çözümünü orada aramak konusunda harcadığı enerji oldukça yetersizdir. Yetenekle hareket etmemek, olanaklarının farkına varmamak, üstlendiği tarihsel görevin ağırlığı ve sorumluluğu ile yeterince atılgan davranmamak, açıklanması zor bir tutukluk içinde olmak vb. gibi sorunlarla karşı karşıyadır.
Bugün kitlelere gitmeyi ve sorunların çözümünü onlarla birlikte aramayı her zamankinden daha fazla benimsemek gerekiyor. Sosyalizm davasının her zamankinden daha fazla taze havaya, kan değişimine, gençleşmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Bu hareket tarzı benimsendiğinde ve gerekleri yerine getirildiğinde, daha iyi görülecektir ki, bugün işçi hareketinin sahip olduğu mücadele araçlarına daha fazla ihtiyaç duyulacak, bu araçların etkisinin yaygınlaşması, karşı karşıya oldukları sorunların çözülmesi konusunda da kesin bir ilerleme sağlanacaktır.