Kriz Vurguncuları – 2

İkinci adımda, krizden en büyük zararı gören dayanıklı tüketim malı sanayilerine, özellikle de otomotiv sektörüne yönelik ‘teşvik’ paketleri uygulamaya girdi. Kısmen yatırım malı niteliğinde olduğu için kilit önem taşıyan ve diğer sektörlerle bağlantıları yüksek olan bu sanayiye vergi indirimleri, yatırım teşvikleri, birleşme ve satın almalarda kolaylıklar, ek kredi fonları ve ‘hurda indirimi’ teşviği gibi destekler sağlandı. Örneğin Fransa’da, otomobil kredisi açan firmalara düşük faizle 1 milyar euro kredi ve 10 yaşından büyük araçların yenilenmesi için araç başına 1000 euro ‘hurda indirimi’ verildi. Almanya’da, vergi indirimleri ve ilave fon desteklerinin yanı sıra, 9 yaşından büyük otomobiller için araç başına 2500 euro hurda indirimi yapıldı. Benzer teşvikler, İsveç ve İspanya gibi büyük imalatçı ülkelerde de yürürlüğe girdi. Bu tür tedbirler, çöküşün eşiğindeki otomotiv sektörünü kurtarmaya yetmese de, tekellerin bir süre için nefes almasına yaradı.

Genel bir ‘toparlanma’ henüz çok uzak elbette, ama sürece hazırlıklı giren firmalar, rakiplerinin zayıflaması sayesinde şimdiden göreli olarak güçlendiler. Örneğin ABD’de, en büyük otomobil firmaları arasında ilk sırada bulunan General Motors ve üçüncü sırada bulunan Chrysler, borçlarını ödeyemez duruma düşmüş ve iflastan korunma başvurusunda bulunmuşlardı. Chrysler’in en önemli varlıkları İtalyan Fiat tarafından satın alındı; General Motors ise, bünyesindeki Alman Opel ve İngiliz Vauxhall markalarını satmak için anlaştı. Buna karşılık, ‘ABD’nin üç büyüğü’ içinde ikinci sırada bulunan Ford, her ne kadar binlerce işçiyi işten çıkarmış, bazı şirketlerini satmış ve birçok fabrikayı kapatmış olsa da, General Motors ve Chrysler’e kıyasla krizden daha az etkilendi ve nitekim geçtiğimiz çeyrekte 2 milyar doların üzerinde kâr açıkladı. Bu arada, Avrupa otomobil pazarındaki payını da hızlı biçimde arttırdı.

Kapitalist ülkeler, krize karşı üçüncü adım olarak, özellikle hanehalklarının tüketimini arttırmaya yönelik doğrudan para yardımlarına geçtiler. ABD, Fransa, İtalya gibi ülkelerde, ‘dar gelirliler’ için alışveriş çekleri, vergi indirimi çekleri, çocuklara eğitim yardımları dağıtıldı. Milyarlarca euro ya da dolar tutarındaki bu tarz yardımlarla, dayanıksız tüketim mallarına olan talebi arttırmak, istihdam kaybının bir miktar önüne geçmek ve bu sektörlerin yaratacağı üretim aracı talebi sayesinde dolaylı olarak diğer sektörlere de yansıyacak bir ekonomik canlılığı başlatmak hedeflendi. Türkiye’de bu türden bir doğrudan yardım henüz gündeme gelmedi. Ama TOBB’un başını çektiği (ve birçok işveren örgütü ile siyasi partinin yanı sıra Hak-İş, Türk-İş ve Kamusen’in de destek verdiği), neredeyse hakaret niteliği taşıyan gülünç bir kampanya başlatılarak, halka ‘eve kapanma, pazara çık!’ çağrısı yapıldı.

Dünya kapitalizminin tarihindeki en ağır krizlerden birini yaşadığı şu günlerde, neoliberal ‘serbest piyasa’ ilkelerinin bir çırpıda ayaklar altına alındığını ve devletin bir kez daha göreve çağrıldığını görüyoruz. Ve kuşkusuz, kapitalist devletlerin kriz yönetme becerileri geçmiş dönemlere kıyasla bugün çok daha artmış, ellerindeki araçlarsa çeşitlenmiş durumda. Yine de krizden çıkış henüz ufukta görünmüyor. Zira, devletin hazırladığı kurtarma ve teşvik paketleri doğrudan doğruya bütçe açıklarına yansıyor ve krizi aşmaya değil, zamana yaymak suretiyle etkilerini kısmen hafifletmeye yarıyor. Öte yandan, bütçe açıkları da, çeşitli yollardan er ya da geç emekçi sınıfların sırtına yükleniyor. Böylece, bir kez daha, zararlar toplumsallaştırılıyor. Emekçi kitleleri daha çok tüketmeye davet eden sistem, tüketim kalemleri üzerine getirdiği dolaylı vergiler ve fiyat artışları ile, satın alma gücünü daha da kısıyor. Burjuva sınıfının ideologları, işsiz kalan, geliri azalan insanların daha çok tüketebileceğini, krizin de bu şekilde aşılabileceğini hayal ediyorlar.

Bu çelişkinin yanı sıra önem taşıyan bir diğer husus, devlet müdahalesinin içeriğine dair. Devletin hangi sektörlere ne şekilde müdahale edeceği, kurtarma ve teşvik paketlerinin neleri içerip neleri içermeyeceği, genellikle sermaye kesimleri arasındaki güç ilişkilerine bağlı olarak şekilleniyor. ‘Krizi fırsata çevirmek’ ifadesi bu çerçevede somut bir içerik kazanıyor: kim ne alacak, devletin şefkatli eli kimi bataklıktan çıkaracak, kimleri kaderine terkedecek? Süreç genel olarak büyük burjuvazinin lehine işlemekle birlikte, aynı zamanda, büyük burjuvazinin kendi içinde de bir hesaplaşma yaşanıyor. Bazı büyük sermayeler tasfiye olurken, bazıları süreçten daha da güçlenerek çıkıyor.

Türkiye özelinde krizin ileri kapitalist ülkelerdekinden daha farklı biçimde yaşandığını ve buna bağlı olarak alınan ‘tedbirlerin’ farklılaştığını söylemek mümkün. Öncelikle, bankacılık kesiminde, şimdilik, krize dair belirgin bir işaret görünmüyor (bankacılık sektörünü yazının daha sonraki bölümlerinde ele alacağız). Bu durum, bilindiği gibi, ilk aylardaki ‘kriz teğet geçiyor’ söylemine zemin hazırlamıştı. ‘Reel kesim’ denilen sanayi sektörleri birbiri ardına krize girerken, hükümet, 29 Mart seçimlerini göz önünde tutarak, oyalama taktiklerine başvuruyor ve “dünya batıyor, ama biz ayaktayız” algısını yaratmaya yönelik propaganda yapıyordu. Bu dönemde uygulamaya konulan en önemli ‘tedbirler’, bazı ürünlerde ÖTV ve KDV indirimleri öngören kararlar oldu. Tabii, bu arada, yerli ‘yatırımcıların’ hisse senedi kazançları üzerinden alınan stopaj sıfıra indirilerek ‘yerli’ ve ‘yabancı’ rantiyelere bu konuda tam bir eşitlik de sunulmuştu. Ancak, bunu şimdilik geçebiliriz.

VERGİ İNDİRİMLERİ

Getirilen vergi indirimlerini hatırlayalım: (i) 1600 cc’ye kadar olan otomobillerde ÖTV oranı yüzde 37’den yüzde 18’e, (ii) beyaz eşya ve elektronik eşyada ÖTV yüzde 6.7’den sıfıra, (iii) bilgisayar, bilişim ve iş makineleri, mobilya ve büro makinelerinde KDV yüzde 18’den yüzde 8’e, (iv) 150 m² ve üzeri konutlarda KDV yine yüzde 18’den yüzde 8’e indirilmişti. Hükümetin açıklamasına göre, bütçeye, motorlu araçlardaki ÖTV indiriminin 610 milyon TL, konut satışlarındaki KDV indiriminin 500 milyon TL, mobilyadaki KDV indiriminin 200 milyon TL ve beyaz eşyadaki ÖTV indiriminin 80 milyon TL ilave yük getireceği hesaplanmıştı.

Vergi indirimleri sermaye kesimleri tarafından genellikle olumlu karşılanırken, tedbirlerin ‘piyasayı’ canlandırmakta yetersiz kalacağı da belirtilmekteydi. Örneğin, 150 m² ve üzeri konutlara getirilen 10 puanlık KDV indirimi, özel olarak TOKİ için getirilmiş gibiydi. Bu tür ‘lüks’ sayılabilecek büyüklükteki konutlar, Türkiye’de toplam konutların ancak yüzde 5’ini oluşturuyor. Ve bunların önemli bir kısmı, TOKİ ile AKP’li müteahhitlerin ‘hasılat paylaşımı’ yoluyla gerçekleştirdikleri lüks konut projelerinin henüz satılamayan kısımlarını içeriyordu. Bir başka deyişle, hükümet, önceliği, konut-inşaat sektörü için genel bir canlanma yaratmaya ve ‘dar gelirli’ vatandaşın konut ihtiyacını karşılamaya değil, TOKİ ile bazı yandaş inşaat firmalarının acil ihtiyaçlarına vermiş oldu. Bu durum, beklentilerini daha yüksek tutmuş olan diğer AKP’li müteahhitlerin bile tepkisini çekti. Bir süredir ödeme güçlükleri yaşadığı bilinen ve son olarak konut taksitlerine yüzde 4 zam yapan TOKİ ise, hükümet tarafından zaten uzun zamandır koruma altına alınmıştı.

Elektronik ve beyaz eşyaya getirilen ÖTV indirimi de, hiç kuşkusuz sektörün tekelleri olan Vestel ve Arçelik-Beko gibi firmalara yaradı. Kendi markaları ile imalat yapmanın yanı sıra birçok yabancı markanın da Türkiye satışlarını yürüten bu firmalar, daha Şubat ayından itibaren “ÖTV ve KDV bizden” gibi kampanyalarla fiyatları aşağı çekmişlerdi. Bu ortamda hükümet, “Hayır, sizden değil bizden” diyerek, olaya müdahale etmiş oldu. Böylece, sektörde satışlar ortalama yüzde 30 arttı ve örneğin Vestel’in satışları kriz öncesi rakamlara yaklaştı. Bununla birlikte, bu, yalnızca stokların eritildiği ve tekellerin geçici bir nefes aldığı anlamına geliyor. Kriz öncesinde üretimin yüzde 80-90’ını dış piyasa ve özellikle de Avrupa pazarı için yapan beyaz eşya ve elektronik firmalarının ‘kurtuluşu’, dünya genelindeki ekonomik canlanmaya bağlı.

Bu noktada, kapitalist devletin içine düştüğü bir diğer önemli çelişki görünür hale geliyor. Son yıllarda Türkiye ekonomisinin dünya kapitalizmi ile entegrasyonu olağanüstü bir düzeye erişti. Örneğin, dış ticaret (ithalat+ihracat) rakamları Gayrisafi Milli Hasıla’nın yarısını geçti (TÜİK daha sonra GSMH büyüklüğünü ‘yukarı doğru revize ettiği’, yani şişirdiği için, dış ticaretin GSMH içindeki payı yüzde 40’lar civarına geriledi, oysa gerçekte daha yüksekti). Öte yandan, salt dış ticaret rakamları değil, (portföy yatırımı, doğrudan yatırım, kredi gibi) çeşitli biçimler altındaki sermaye giriş ve çıkışları da muazzam boyutlara ulaştı. Örnek olarak, kriz patlak verdiğinde Türkiye’de özel şirketlerin dış dünyaya borçları 200 milyar dolara yakındı. Böyle bir ortamda, sermayenin uluslararasılaşmasının olağanüstü hızlandığı bir durumda, krizi aşmak için getirilen ulusal ölçekli tedbirler, doğal olarak belirleyici bir etki yaratamıyor. Yalnızca, bazı sermaye kesimlerini ayakta tutmayı, bazılarını destekler görünmeyi ve fırsattan istifade ederek emekçileri daha da ezmeyi amaçlıyor.

Benzer bir durum, otomobil satışlarında ÖTV indirimi için de söz konusu. Bilindiği gibi, Türkiye’de otomobil üreten en büyük firmalar (Oyak-Renault, Toyota, Tofaş-Fiat, Ford Otosan), kriz öncesinde üretimlerinin yüzde 70-80 gibi bir kısmını dış pazarlar için yapıyorlardı. Kriz nedeniyle dış pazarlar aniden daralınca, sektörde, yaklaşık 150 bin civarında araç stoklarda birikmişti. Stokların eritilmesi için iç piyasanın geçici bir süre canlandırılması gerekiyordu ve ÖTV indirimi tam da bunu sağladı. İndirimin devreye girdiği Mart-Mayıs ayları içinde, Fiat 27.500, Renault 22 bin, Ford 21.500, Hyundai 18.600, Volkswagen 12 bin, Toyota 9.700, Peugeot 9.500, Opel 9.200, Honda ise 5 bin araç sattı. Toplamda, iç pazarda neredeyse 50 bin araç satan Koç grubu ve 22 bin araç satan Oyak-Renault, ÖTV indiriminden en fazla yararlanan sermaye grupları oldular. Buna karşılık, Toyota ve Honda gibi fazla stok tutmayan firmalar, indirimlerden yeterince yararlanamadılar. ÖTV indirimi yapılmasaydı, oto firmaları stoklarını eritmek için mecburen fiyat indirimlerine gideceklerdi. Ve ÖTV indirimi sayesinde, fiyat indiriminin maliyeti (ki, bir otomobilin fiyatı 25 bin TL olarak alınırsa, araç başına yaklaşık 5 bin TL’dir) kamu maliyesi tarafından karşılanmış oldu. Dahası, söz konusu firmalar, ÖTV indirimini fiyatlara birebir yansıtmayarak da ilave kârlar elde ettiler. İktisatçı Ercan Türkan’ın yaptığı bir araştırmaya göre, vergi indirimleri, otomobilde, Nisan ayında ancak yüzde 64 oranında fiyatlara yansıtılmıştı. Aynı ay içinde, vergi indiriminin beyaz eşya fiyatlarına yansıması da ancak yüzde 73’tü. Buna karşılık, mobilya ve bilgisayarda, vergi indirimlerini de aşan fiyat azalışları gerçekleşmişti. Kısacası, özellikle otomobil ve beyaz eşya firmaları, başta Koç grubu, Oyak, ithalatçı Doğuş, Zorlu (Vestel) gibi gruplar, ÖTV ve KDV indirimlerinden maksimum yarar sağlamış, ‘tüketiciyi’ bir kez daha kazıklamış oldular.

Göründüğü  kadarıyla, hükümetin ilk etapta getirdiği vergi indirimleri, üretim ve ticareti bir arada yürüten büyük holdinglere ciddi bir nefes alma olanağı yarattı. Kuşkusuz, bu olanak söz konusu şirketlerde çalışan işçilere tanınmadı. Örneğin, Tofaş, kriz döneminde (taşeronlarla birlikte) yaklaşık üç bin işçiyi işten çıkarmış, bin işçiye de ücretsiz izin vermişti. Bunun yanı sıra, hükümetin sermaye kesimine sağladığı bir diğer olanak, ‘kısa çalışma ödeneği’ oldu. Buna göre, kriz nedeniyle çalıştırılmayan işçilere, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan üç ay süreyle 266 TL ile 533 TL arasında değişen bir ödenek sağlanmaktaydı. Sonraları altı ay daha uzatılan kısa çalışma ödeneğinden en fazla yarar sağlayanlar, yine otomobil firmaları oldu. Örneğin, Tofaş 3.600, Renault 4.600, Ford Otosan 6 bin işçi için ‘kısa çalışma ödeneği’ başvurusu yapmışlardı (Tofaş, daha sonra, başvurusunu geri çekti). Böylece, büyük otomotiv tekelleri, hem stoklarını eritmiş, hem de firmalarında çalışan uzman kadroları ellerinde tutmuş oldular.

Türkiye’de krize karşı alınan tedbirler içinde, 29 Mart seçimlerine kadar olan dönem, ‘birinci raund’ olarak nitelenebilir (ikinci raundu, seçim sonrasında açıklanan teşvik paketi oluşturuyor). Bu ilk raundun tartışmasız galipleri Koç ve Oyak grupları oldu. Koç grubu, tekel konumunda olduğu dört sektörün ikisinde (otomotiv ve elektronik/beyaz eşya) sırtındaki yükün önemli bir kısmını devlete yüklerken, diğer iki sektörde de (bankacılık ve enerji-petrol) kayda değer avantajlar elde etti (bunlara yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğiz). Buna karşılık OYAK, birkaç cephede birden saldırıya geçti : (i) Erdemir ve İsdemir’de işçi ücretlerini yüzde 35 indirdi, (ii) otomotivde ÖTV indiriminden en çok yarar sağlayan gruplardan biri oldu, (iii) zor duruma düşen şirketleri satın almaya başladı, (iv) bir de son olarak, fazla göze çarpmayan bir biçimde, hükümetin yassı demir çelik ürünlerinde gümrük vergisini 8 puan arttırması ile büyük bir avantaj elde etti. Erdemir, 25 Haziran – 6 Temmuz arasında kademeli olarak, sıcak sac fiyatını 430 dolardan 500 dolara, soğuk sac fiyatını ise, 480 dolardan 550 dolara yükseltti. İç piyasanın yüzde 40’ını elinde tutan Erdemir, bu şekilde yeni bir vurgun daha gerçekleştirmiş oldu. Öte yandan, Erdemir’in yanı sıra, Borçelik’te ortağı Arcelor Mittal ile yassı sac üreten ve Erdemir’in toptan satışlarda öncelik verdiği Borusan gibi gruplar da, gümrük vergisinin ve fiyatların artışı sayesinde büyük bir vurgun gerçekleştirdiler. Zira, ilk elde 500-550 dolar olan fiyatlar, karaborsada 800 dolara kadar yükseldi. Böylece, demir çelik piyasasını elinde tutan Erdemir ve Borusan, perde arkasındaki uluslararası tekel Arcelor Mittal ile birlikte, krizi fırsata çevirmenin parlak bir örneğini sergilediler.

Yazının bundan sonraki bölümünde, krize karşı alınan diğer ‘tedbirleri’  ve Haziran ayı başında açıklanan ‘teşvik ve istihdam’  paketini ayrıntılı olarak ele alarak, krizi fırsata çeviren sermaye kesimlerini daha yakından sergilemeye çalışacağız.

Kapitalizmin küresel krizinin patlak vermesi ile birlikte, başta ABD olmak üzere hemen tüm kapitalist ülkelerde büyük ölçekli ‘kurtarma’ ve ‘teşvik’ paketleri hazırlandı. ‘Hepimiz Keynesçiyiz’ sloganı benimsenerek, devletin para ve maliye politikaları devreye sokuldu. Geçmiş dönemlerdeki krizlerden (özellikle de 1929 krizinden) çıkartılan derslerle, kapitalist dünya, fazla tartışmadan, hızlı biçimde ‘kriz yönetimi’ düzenine geçti. Bu durum, sermaye içi çatışmaların kısmen ikinci planda kaldığı ve önceliğin kapitalist sistemi ayakta tutmaya yönelik düzenlemelere verildiği anlamına geliyordu. İlk elde, sistemin kalbi niteliğini taşıyan ve çöküş noktasına gelen finans sektörüne yönelik büyük kurtarma paketleri devreye girdi. Birçok finansal kuruluşu, banka ve sigorta şirketi kamulaştırıldı, bazıları birleştirildi, önemli bir kısmına da sermaye desteği sağlandı. ABD’de JP Morgan Chase ve İngiltere’de HSBC gibi büyük firmalar, bu evreyi fazla hasar görmeden ve hatta daha da güçlenerek atlattılar. Örneğin JP Morgan Chase, kriz sayesinde satın aldığı (ve alım esnasında binlerce çalışanını işten çıkardığı) Bear Stearns ve Washington Mutual gibi dev finans kuruluşları ile, kriz öncesine göre çok daha güçlü bir konuma geldi.

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑