Türkiye Sanayi Strateji Belgesi ile Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde ortaya konulan ‘Vizyon’

GİRİŞ

Türkiye ekonomisi 2001 krizi sonrasında kapsamlı bir yeniden yapılanma içine girmiştir. Dünya genelindeki olumlu konjonktürün de etkisiyle, özellikle 2002-2007 arası yıllar Türkiye sermayesi için hızlı büyüme yılları olmuştur. Bu dönemde Türkiye’de büyüme yıllık ortalama yüzde 6.8 gibi yüksek bir oranda gerçekleşmiştir. Aynı dönemde Türkiye’nin dünya kapitalist sistemi ile bütünleşmesi gerek mal ticareti gerekse sermaye akımları aracılığıyla hızlanmıştır. Örneğin dış ticaret açısından, 2001 yılında GSYH’nın yüzde 37’si seviyesinde olan toplam dış ticaret hacmi 2008 yılında yüzde 45’e yükselmiştir.

Tablo 1: 2000’li Yıllarda GSYH, Dış Ticaret ve Doğrudan Yabancı Yatırımlar

Yıllar

GSYH Artış Hızı (%)

İhracat (milyar $)

İthalat (milyar $)

Dış Ticaret

GSYH

(%)

DYY Girişi

(milyar $)

DYY Çıkışı (milyar $)

2001

-5.7

31.334

41.399

37.0

3.352

537

2002

6.2

36.059

51.554

38.0

1.082

343

2003

5.3

47.253

69.340

38.2

1.751

499

2004

9.4

63.167

97.540

41.2

2.785

780

2005

8.4

73.476

116.774

39.5

10.031

1.064

2006

6.9

85.535

139.576

42.8

20.185

1.474

2007

4.7

107.272

170.063

42.7

22.047

2.192

2008

0.7

132.027

201.963

45.0

19.504

2.549

2009

-4.8

102.143

140.928

39.4

8.411

2.097

2010

9.0

113.883

185.544

40.7

9.093

1.464

Kaynak: TÜİK; TCMB EVDS.

Bununla birlikte, Türkiye’de özellikle 2007 yılından itibaren belirginlik kazanan durgunluk eğilimi dünya krizi ile çakışmıştır. Genel krizle birlikte birikim süreci sekteye uğramış, sanayi üretimi hızla düşmüş, işsizlik rekor seviyelere yükselmiş, ayrıca dış ticarette ve uluslararası sermaye akımlarında duraklama yaşanmıştır (Tablo 1). Sonuç olarak, sermaye için bir dönem kârlı koşullar oluşturan süreç tıkanmıştır. Belli alanlarda kısmi toparlanmalar gözlense de krizden çıkış ancak dünya genelindeki gelişmelerle birlikte söz konusu olabilecektir.

Yine de dünya krizinin Türkiye’de sermaye birikimi süreci açısından köklü bir kırılma ya da yön değişikliği getirdiğini söylemek şimdilik olanaklı değildir. Daha ziyade, ‘toparlanma’ işaretlerinin görülmesiyle birlikte, kriz öncesi dönemde uygulanan ekonomi politikalarına bir dönüş eğilimi gözlenmektedir: faiz oranlarında artış, döviz kurundaki yükselişin kontrol altına alınması, özelleştirmelerin hızlandırılması, sermaye kesimi için yeni teşviklerin hazırlanması ve en önemlisi, çalışanların yaşam koşullarında daha fazla gerileme yaratacak yeni yasaların gündeme getirilmesi. Türkiye burjuvazisi, kriz öncesi dönemi – şimdi daha da yoğunlaşmış biçimde – yeniden yaşamak niyetindedir. Ancak, aşağıda değineceğimiz gibi bu isteğin hayata geçirilmesinin önünde bazı engeller vardır. Bu nedenle, söz konusu engelleri aşmak üzere çeşitli ‘stratejiler’ de geliştirilmektedir.

Bir dönem boyunca sermaye için kârlı koşullar oluşturan süreç, esas olarak düşük ücretlere ve emekçi kesimin diğer hak kayıplarına dayanmıştır. Türkiye büyürken, çalışanların reel ücretleri gerilemiş, fiili çalışma saatleri uzamış, çalışma koşulları ağırlaşmıştır. İlk bakışta bir çelişki gibi görünebilecek bu olgu sermaye birikiminin temel dinamiğini sergilemektedir: Türkiye’de sermaye birikimi, reel ücretler düşük tutulabildiği için bu denli hızlanabilmiştir. Zira Türkiye sermayesinin uluslararası rekabet gücü, olduğu kadarıyla, ölçek ekonomilerine ya da teknolojik üstünlüklere değil emek yoğun üretime ve düşük ücretlere dayanmaktadır.

Neoliberal dönemde emeğin konumundaki gerilemenin bir sınırı yok gibi görünmektedir. Sermaye kesimleri verili çalışma koşullarının ve istihdam yapısının sermaye üzerinde halen büyük yük oluşturduğunu düşünmekte, bu nedenle emek süreçlerinde esnekliği artıracak ve bu tarz ‘yükleri’ daha da hafifletecek düzenlemelerin hayata geçmesini talep etmektedir. Öte yandan, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinde gerçekleştirilen yeniden yapılanmalar bir yandan sermaye için yeni değerlenme alanları açmakta, bir yandan da emeğin toplumsal konumundaki gerilemeyi hızlandırmaktadır.

Tablo 2: Türkiye’nin İhracatında Mal Grupları

Mal Grupları

2001

2002

2003

2004

2005

2006

2007

2008

2009

2010

2011

YATIRIM (SERMAYE) MALLARI

8.5

7.7

9.2

10.3

10.9

11.0

12.8

12.7

10.9

10.3

10.4

HAMMADDE (ARA MALLAR)

42.7

40.6

39.1

41.1

41.2

44.2

46.1

51.3

48.7

49.5

50.5

DAYANIKLI VE YARI-DAYANIKLI

TÜKETİM MALLARI

29.1

32.7

32.6

31.3

29.4

27.7

26.0

21.9

24.1

23.6

22.3

Binek otomobilleri

3.1

3.6

4.7

6.2

6.0

6.6

6.4

5.7

6.0

5.5

4.8

Dayanıklı tüketim malları

7.0

9.1

9.2

9.5

9.4

8.9

8.0

6.8

7.7

7.8

7.7

Yarı dayanıklı tüketim malları

19.0

20.0

18.7

15.6

14.0

12.3

11.6

9.5

10.4

10.4

9.8

DAYANIKSIZ TÜKETİM MALLARI

19.6

18.5

18.5

17.0

18.0

16.4

14.8

13.7

15.8

16.2

16.4

DİĞERLERİ

0.1

0.4

0.6

0.3

0.5

0.6

0.4

0.4

0.5

0.4

0.4

Kaynak: TÜİK

Not: 2011 yılı Kasım ayı itibariyledir.

Bununla birlikte, ucuz emek gücüne dayalı rekabet Türkiye sermayesini uluslararası alanda ancak belirli bir noktaya ulaştırabilmiştir. Tablo 2’den izlenebileceği gibi, Türkiye sermayesi yüksek katma değerli ürün ihracatı yapamamakta, ağırlıklı olarak hammadde ve ara malı ihraç etmektedir. Buna karşılık yatırım malı ihracatı 2000’li yılların ortalarına dek arttıktan sonra gerileme eğilimine girmiştir. Benzer biçimde, dayanıklı ve yarı dayanıklı tüketim malları da oransal ağırlıkları azalan ihraç kalemleridir.

Türkiye sermayesinin bu tarz yüksek katma değerli ya da teknolojik türde imalat ve ihracat yapamıyor oluşunun önemli nedenlerinden biri, 2000’li yıllarda Çin ve Hindistan gibi (daha da) ucuz emek-gücü temeline dayalı üretim yapan büyük ülkelerin dünya ekonomisi ile artan bütünleşmeleridir.

Böyle bir ortamda, sermaye birikiminin sürdürülebilmesi ve uluslararası rekabet gücünün korunması/artırılması için sermaye kesimleri ve kamu kurumları el ele vererek yeni sanayi ve istihdam stratejileri belirlemiştir. Sanayi stratejisi ve bunun yanı sıra emeğe ilişkin politikalar iki önemli belgede ortaya konulmuştur: TÜSİAD, MÜSİAD, TEPAV, TOBB gibi sermaye örgütlerinin aktif katılımıyla ve Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından hazırlanan Türkiye Sanayi Stratejisi Belgesi 2011 yılında halka duyurulmuş; ayrıca Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca hazırlıklarına 2009 yılında başlanan Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nin taslak metni de basına verilmiştir. Bundan sonra kısaca TSSB ve UİSB olarak anacağımız bu iki belge ‘sorunların’ tespiti ve hedeflerin ve politikaların belirlenmesi bakımından birbirini destekler niteliktedir: Bu belgelerde sermayenin on yıldır dile getirdiği, emek süreçlerinin esnekleştirilmesinden istihdam maliyetlerinin düşürülmesine, bölgesel asgari ücretten özel istihdam bürolarının hareket alanlarının genişletilmesine kadar başlıca talepler yer bulmuştur.

UİSB’de belirtildiği üzere temel amaç, değişen küresel ekonomik-teknolojik koşullara uyum sağlamanın yanı sıra işletmelerin artan küresel rekabet koşullarında iç ve dış rekabet gücünü artırmaktır. Türkiye için öngörülen hedef ise, TSSB’de ifade edildiğine göre “orta ve yüksek teknolojili ürünlerde Avrasya’nın üretim üssü olmaktır”. Bu hedef, Türkiye sermayesinin çeşitli bileşenlerinin üzerinde uzlaştığı temel bir doğrultuya işaret etmektedir.

Kamuoyuna duyurulan strateji belgeleri yeni olsa da belirlenen stratejiler ilk kez ifade edilmiş değildir. Sermaye kesimi son yıllarda yeni bir sanayi stratejisinin oluşturulması ve istihdama yönelik düzenlemelerin hayata geçirilmesi taleplerini çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Yeni strateji belgeleri ile birlikte söz konusu talepler bütünlüklü ve sistematik bir biçim altında ortaya konulmuş olmaktadır.

Bir sanayi stratejisine neden ihtiyaç duyulmaktadır? Bunun nedeni, neoliberal döneme özgü kuralsızlık ve serbest piyasa koşulları altında Türkiye sermayesinin uluslararası sermaye ile bütünleşmesinin şimdiye dek hayli gelişigüzel biçimde gerçekleşmiş olmasıdır. Genellikle ad hoc bir tarzda uygulanan politikalar bir süre sonra tıkanmakta, buna bağlı olarak sermaye kesiminin ileriye dönük projeksiyon yapma kapasitesi azalmaktadır. Planlı ekonomiye dönüş gündemde olmasa da bir plan ihtiyacı kendisini hissettirmektedir. Örneğin TOBB başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu 2006 yılında düzenlenen Sanayi Kongresi’nde “Türk imalat sanayinin” küresel ekonomiye hızla entegre olduğunu belirtmiş, ancak bu entegrasyonun “tamamen stratejiden yoksun bir şekilde” gerçekleşiyor oluşunu da eleştirmiştir (Hisarcıklıoğlu, 2006).

Sermaye kesimi verimlilik, nitelikli işgücü, teşvikler, finansal kaynaklara erişim, altyapı gibi çeşitli temel konularda yasal ve kurumsal düzenleme talep etmiştir. Örneğin 2007 yılında, Uluslararası Uygulamalar Işığında Türkiye İçin Sanayi Stratejisi Arayışları Konferansı’nda öncelikli reformlar Güven Sak tarafından şu şekilde sıralanmıştı: Yargı, vergi, kamu yönetimi gibi ekonominin kurumsal altyapısına yönelik reformlar; Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletme (KOBİ) kredileri gibi finansmana erişimi sağlayan düzenlemeler; nitelikli işgücüne yönelik istihdam politikaları; girdi maliyetlerini düşürecek altyapı ve enerji reformları.

Çeşitli alanlara yönelik farklı talepler, emek üzerindeki baskıyı daha dolaysız bir tarzda artırmayı amaçlayan ve UİSB’de düzenlenmesi öngörülen bölgesel asgari ücret ve kıdem tazminatı fonu gibi tasarılarla birlikte anlam kazanmaktadır. Nitekim strateji belgelerinin her ikisinin de oluşturulma sürecinde sermaye örgütlerince dile getirilen beklentilerin dikkate alınmış ve buna karşılık emek örgütlerinin dışlanmış olması dikkat çekicidir.

Türkiye Sanayi Stratejisi Belgesi ile Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde emek ve çalışma yaşamı konusunda uygulanması planlanan politikalar temel olarak iki başlıkta toplanabilir:

 

1. Emek gücünün vasıflarının artırılması ve eğitim-sermaye ilişkisinin güçlendirilmesi.

2. Emek piyasalarının esnekleştirilmesi.

 

Bu çalışmada bu iki konuda ne tür politikalar ve düzenlemeler öngörüldüğünü ele alacağız. Sermaye kesiminin genel talepleri içinde, verimlilik artışına ve nitelikli işgücü oluşmasına yönelik başlıklar öne çıkmaktadır. Sırasıyla belgelerde ilk olarak eğitim ve sermaye ilişkisine, ardından emek piyasasının esnekleşmesine yönelik düzenlemelere değineceğiz. Her iki bölümde de öngörülen politikaların sermaye kesimleri için hangi amaçlara hizmet ettiğini ve esas olarak işçi sınıfı için ne tür olumsuzluklar barındırdığını ortaya koymaya çalışacağız.

1. SERMAYE İÇİN EĞİTİM – EĞİTİM İÇİN SERMAYE

Özellikle uluslararası rekabette yer alan kapitalist işletmeler açısından emek üretkenliğini sürekli olarak artırma gereği bulunmaktadır. Bununla birlikte, emek üretkenliğindeki artışlar daha yüksek ücretler ya da daha kısa çalışma süreleri anlamına gelmemektedir. Daha ziyade, kârlılıkta artış ve buna bağlı olarak rekabetin sürdürülebilirliği söz konusudur.

Türkiye sermayesi uluslararası rekabete daha fazla girdiği 1980’li yıllardan bu yana emek üretkenliğini artırma ihtiyacı hissetmiştir. Bu ihtiyaç son yıllarda daha da şiddetlenmiştir. Zira Çin ve Hindistan gibi ülkelerle emek maliyeti temelinde bir rekabet sürdürmek giderek daha da zorlaşmıştır. Bu çerçevede TSSB’de inovasyon, Ar-Ge gibi konulara ve üniversite-sanayi işbirliğini artırmaya yönelik strateji ve eylem planlarına yer verilmiş, UİSB’de ise ‘işgücü piyasasının ihtiyaçlarına’ yönelik işgücü yetiştirme projesi geliştirilmiştir. İşgücü piyasasının ihtiyaçlarından kasıt, sanayi üretiminde ihtiyaç duyulan ara ve vasıflı emek gücüdür. Gelişkin bir sanayi için ucuz işgücünün yanı sıra yüksek ‘verimliliğin’ de gerekli olduğu sermaye çevrelerinin ortak görüşüdür.

Strateji belgelerinin her ikisinde de Türkiye’de işgücünün eğitim düzeyinin düşük, bilgi ve donanım düzeyinin yetersiz olduğu tespiti mevcuttur. İşgücünün eğitimi meselesi kuşkusuz ki sermayenin emek üretkenliğini yükseltme ve dolayısıyla sömürü oranını artırma ihtiyacıyla bağlantılıdır. Öte yandan, emek üretkenliği sermaye kesiminin dilinde ‘sanayi üretiminin verimliliği’ halini almıştır. Verimlilik, sanayinin ve dolayısıyla ekonomik gelişmenin başlıca motoru olarak görülmektedir. Türkiye burjuvazisi, küresel entegrasyonu derinleştirmek üzere imalat sanayiinde üretkenliği artırmak istemekte, bunun için ucuz işgücünün yanı sıra nitelikli işgücü de talep etmektedir.

UİSB’de işgücünün eğitim düzeyinin işgücü verimliliği ve buna bağlı olarak ekonomik büyüme olanakları bakımından olumsuz bir tablo çizdiği belirtilmiştir. Buna göre Türkiye’de mesleki eğitime katılım düzeyi AB ve OECD ülke ortalamalarının gerisindedir: 2009 yılı itibariyle Türkiye’de yüzde 36.7 olan bu oran OECD ülkelerinde yüzde 47.8’dir. TSSB’de ise, Dünya Ekonomik Forumu’nun 2009 yılı verilerine göre Türkiye’nin rekabetçilik endeksinde 133 ülke arasında 61’inci sırada yer aldığı belirtilmekte, Türkiye ekonomisinin 2001 krizi sonrasında tempolu bir büyüme sürecine girmiş olmakla birlikte küresel rekabette yeterince ilerleme kaydetmediğine dikkat çekilmektedir.

TSSB’de Türkiye sermayesinin uluslararası rekabet gücünün artabilmesi için “işgücü piyasasında, yükseköğretim ve mesleki eğitimde … ilköğretimde … iyileşmeler sağlanması” gerektiği tespiti yer almaktadır (s. 9). TSSB’ye göre bu bağlamda eğitim sistemi özel sektörün ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte eleman yetiştirecek biçimde yeniden düzenlenmelidir. Bir başka deyişle, eğitim-öğretim sistemindeki iyileşmelerden kasıt, işgücü piyasasının ve eğitim kurumlarının sermaye kesiminin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılanmasıdır.

Aynı konu UİSB’de eğitim-istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi başlığı altında ve ‘beşeri sermayenin güçlendirilmesi’ ifadesiyle yer almaktadır. UİSB, Türkiye’de eğitim sisteminin en önemli eksikliğini ekonominin ihtiyacına uygun insan gücü sunamaması olarak görmektedir. Bunun temel göstergelerinden biri işgücünün temel bilgi ve beceri düzeyinin zayıf olmasıdır. “Örgün ve yaygın mesleki ve teknik eğitim programlarının iş dünyasının ihtiyaçlarına duyarlı olmaması, vasıflı meslek sahiplerinin yetiştirilmesine engel teşkil etmektedir”. Bu ‘sorunu’ gidermek için belgede getirilen politika önerisi, eğitim sisteminin “işgücü piyasasının ihtiyaçlarına yönelik bilgi ve beceri düzeyini artırmayı” sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesidir.

Benzer biçimde TSSB’ye göre işgücü konusundaki en önemli sorun olan, özel sektörün bazı pozisyonlarda istihdam edeceği uygun niteliklere sahip eleman bulmada yaşadığı güçlükler, mesleki ve teknik eğitim sistemindeki aksaklıklara bağlanmıştır. TSSB’de ‘Eylem Planı’ bu çerçevede tasarlanmıştır. Örneğin, özel sektörün mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumları açmasına olanak verecek düzenlemeler yapılması ve bu kurumların desteklenmesi öngörülmektedir. Bu destekler vergi indiriminden arsa teminine kadar uzanmaktadır.[1]

Elbette bu bakış açısı yeni değildir. 2009 yılında yayımlanan Orta Vadeli Mali Plan’da (2010-2012) da sermayenin ihtiyaçlarına göre emek gücü ve beşeri sermayenin dönüşümü öngörülmüştür. Plana göre iş dünyası temsilcilerinin, meslek yüksek okullarının yönetiminde ve programlarının belirlenmesinde aktif rol almaları sağlanacaktır. Bu konudaki idari ve yasal düzenleme Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) Başkanlığı koordinasyonunda yapılacaktır. Hazırlanmış olan “Hayat Boyu Öğrenme Stratejisi” Milli Eğitim Bakanlığı koordinasyonunda uygulamaya konulacaktır. Mesleki Yeterlik Kurumu koordinasyonunda hazırlanan meslek standartlarının uygulamasına ve belgelendirme sistemine de başlanacaktır (Resmi Gazete, 2009).

Son dönemde öne çıkan “bölgesel kalkınma” vurgusu sanayi stratejisinde de karşılık bulmuştur. KOBİ’lere yönelik olarak bölgesel kalkınma odaklı projelerin desteklenmesi ve kümelenme konusunda yerel ve merkezi düzeyde politika çerçevesini çizecek bir yönetişim modeli oluşturulması planlanmaktadır. İşletmeler ve üniversite işbirliğinin güçlenmesi, müşevvik yapısının bu doğrultuda yeniden yapılandırılması ve ticari nitelikli etkin bir bölgesel altyapı kurulması planlanmaktadır. Bu çerçevede en dikkat çekici noktalardan biri, yüksek öğretim kurumlarının yerel özelliklere uygun şekilde uzmanlaşmasının öngörülmesidir (s. 119).

UİSB’de öngörülen politikaları şöyle sıralayabiliriz:

 

1. Herkese okul öncesinden başlayarak temel beceri ve yetkinlikler kazandırılacak, hayat boyu öğrenme perspektifinde yeni ortamlar oluşturulacaktır.

2. Eğitim-işgücü piyasası arasında uyum sağlanacaktır: Aktif işgücü piyasası politikaları (AİPP) yaygınlaştırılarak etkinliği artırılacak ve eğitim sistemi ve aktif işgücü piyasası politikaları ile proje merkezli inovasyon ve girişimcilik özendirilecek ve desteklenecektir.

 

Genel ve mesleki eğitimin kalitesi ve etkinliği artırmak üzere, kamu kesiminin mesleki eğitimden kademeli olarak çekilerek bu konudaki inisiyatifi yerel aktörlere ve/veya özel sektöre bırakması öngörülmektedir. Bir yandan kamunun mesleki eğitim alanından çekilmesi amaçlanırken, diğer yandan kamusal kaynakların sermayeye sunduğu hizmetlerin artırılması planlanmaktadır: İl Özel İdareleri bütçelerinin yüzde beşinin mesleki eğitime tahsisi, teknik ve endüstri meslek lisesinin atölyelerinin işgücü eğitimlerinin kullanımına açılması, mesleki ve teknik eğitim mezunları ile işgücü yetiştirme kurslarını bitirenlerin eğitim aldıkları alanda istihdam edilmeleri halinde ilk yıl boyunca sosyal güvenlik primi işveren payının devlet tarafından karşılanması, mesleki yeterlilik belgesi sahiplerinin, eğitim aldıkları alanda istihdam edilmeleri halinde, ilk yıl boyunca sosyal güvenlik primi işçi ve işveren paylarının devlet tarafından karşılanması öngörülmektedir.

Eğitim-işgücü piyasası arasında uyum sağlamak üzere, Resmi Gazete’de yayımlanan ulusal meslek standartlarının ortaöğretimde MEB, yükseköğretimde YÖK tarafından bir yıl içinde eğitim programlarına yansıtılıp uygulamaya konması kararlaştırılmıştır. Ayrıca staj sisteminin iyileştirilip etkinleştirilmesi planlanmaktadır: Staj uygulamasının kapsamı genişletilecek ve stajyerlere halen brüt asgari ücretin yüzde 30’u olarak ödenen staj ücreti net asgari ücretin yüzde 30’u olarak düzenlenecektir. Özel İstihdam Bürolarının etkinliği artırılacaktır. Önemli bir vurgu da girişimcilik eğitimlerine yapılmıştır: Orta ve yüksek öğretim müfredatlarında inovasyon ve girişimcilik bölümlerine yer verilecektir. Yükseköğretimdeki tüm bölümlere girişimcilik seçmeli ders olarak konulacaktır. İnovasyon ve girişimcilik Teknoloji Geliştirme Merkezleri (TEKMER) ve İş Geliştirme Merkezleri (İŞGEM) temelinde desteklenecektir. Girişimcilik eğitimi alan girişimciler tarafından yeni kurulacak işletmelerin vergi ve sosyal güvenlik primleri azaltılacaktır.

Görüldüğü üzere ilköğretimden üniversitelere dek bütün bir eğitim sisteminin sermayenin ihtiyaçlarına göre ‘emek-gücü’ yetiştirecek biçimde yeniden düzenlenmesi öngörülmektedir. Üniversite müfredatları buna göre düzenlenecek, hatta üniversiteler sermayenin bölgesel ihtiyaçlarına göre yeniden yapılanacaktır. Eğitim sisteminin içeriği, müfredatı, işleyişi kadar, teknik donanımı da sermayenin ihtiyaçlarına hizmet edecek biçimde bu sürece uyarlanacaktır: Labaratuvarlar, işlikler, teçhizat sermayenin özgürce kullanımına açılacaktır.

Eğitim alanından kamunun çekilmesi, sermayenin çeşitli bileşenlerinin, bölgesel kalkınma ajanslarının, il özel idarelerinin eğitim sistemini düzenlemesi anlamına gelmektedir. Eğitim sermaye için emek gücü yetiştirmek üzere yapılanacağına göre bunu da en iyi yapacak olan elbette ki sermayenin kendisidir. Bununla birlikte, sermaye kesiminin yeni sistemin yüklerini üstlenmeye de hiç niyeti yoktur. O halde, teknik eğitim mezunları ile işgücü yetiştirme kurslarını bitirenlerin eğitim aldıkları alanda istihdam edilmeleri halinde ilk yıl boyunca sosyal güvenlik primi işveren payı devlet tarafından karşılanacaktır; ya da “mesleki yeterlilik belgesi sahiplerinin” ilk yıl boyunca sosyal güvenlik primi işçi ve işveren paylarını devlet karşılayacaktır.

Özetle, yeni sistemde planlanan, sermayenin ihtiyaçları uyarınca, sermayenin denetimi ve koordinasyonunda, kamusal kaynaklar kullanılarak, ilkokuldan itibaren ‘girişimci’ ruhuyla ve bilinciyle yeni nesillerin yetiştirilmesidir. Sözde eğitim sistemi, emekçiyi henüz çocuk yaştan itibaren sermayenin ihtiyaçları uyarınca şekillendirmeye yönelecektir. Elbette her kapitalist toplumda eğitim sistemi özünde bu işlevi üstlenmektedir. Bugün yeni olan, önceleri lafta da olsa korunmaya çalışılan bilimsel eğitim ‘idealinin’ artık tamamen bir yana bırakılmasıdır.

 

2. EMEK SÜREÇLERİNİN ESNEKLEŞMESİ

 

Türkiye’de sermaye kesimleri 1990’lı yıllardan bu yana “esnek üretimi” daha güçlü bir biçimde talep etmekte ve aslında fiilen uygulamaktadır. Buna göre, uluslararası rekabeti sürdürmenin koşulu, üretim süreçlerini esnek hale getirmekten geçer. Emekçi kesimlerin örgütsüz olması ve 1980 sonrasında işçi sınıfının zayıflatılması da sermayenin istediği biçimleri uygulayabilmesine olanak vermiştir.

“Esnekleşme” kısaca, iş gücü maliyetinin düşürülmesi ve rekabet gücünün artırılması anlamına gelmektedir. “Esneklik”, kapitalistin çalışma yeri, çalışma zamanı, çalışma süresi, işgücü miktarı, ücret düzeyi gibi konularda serbestlik kazanması anlamındadır. Yani kapitalistin, ihtiyaç duyduğu zaman, ihtiyaç duyduğu sayıda işçiyle, ihtiyaç duyduğu süre, ihtiyaç duyduğu üretimi yapma esnekliğine sahip olması demektir. İŞKUR’da hazırlanan bir uzmanlık tezi emek süreçlerinin esnekleşmesinin sermaye tarafından neden şiddetli bir biçimde savunulduğunu ortaya koymaktadır: “Esneklik işletme açısından, işgücünün işletme içinde gerekli zamanda ve yeterli sayıda kullanmasıdır” (Karakoyun, 2007 : 3).

İşçiler açısından ise esneklik iş güvencesinin olmaması, sosyal güvencenin bulunmaması, düşük ücretlerle uzun çalışma saatlerinde kayıt dışı istihdam demektir. Kapitalist toplumda yığınların tek ayakta kalma şansı ücretli iş edinebilmektir. Ücretli işin tam zamanlı, güvenceli ve kayıtlı istihdam biçiminde olması emekçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılayabilecek gelire ve kamusal sağlık hizmetlerine erişebilmesi, işten kolayca çıkarılamaması ve belirli bir yaşa geldiğinde ya da çalışmasını engelleyecek bir hastalık/kaza durumunda yaşamının güvence altında olması demektir. Esnek istihdam, işçinin bu en temel yaşam koşullarının ortadan kalkmasına yol açar: Bugün çalışmışsa bile ertesi gün çalışacağının garantisi yoktur, düzensiz çalıştığı için geliri düzensizdir, yüksek olasılıkla kayıt dışı istihdam edilmiştir, sosyal güvenlik sistemi altında değildir vs.

2010 yılında Mecils’e gelen Torba Yasa ile esnek çalışmanın norm haline getirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Daha önce İş Yasası’na girmiş olan çağrı üzerine çalışmaya evden çalışma ve uzaktan çalışma uygulamaları ilave edilmiştir.

UİSB’de esnek istihdamın yaygınlaştırılması ve içeriğinin genişletilmesi amaçlanmaktadır. Sosyal güvenlik mevzuatının esnek çalışma biçimlerini teşvik edecek unsurları içermemesi, kıdem tazminatı gibi uygulamaların işgücü piyasalarının katılığını artırması, esnek çalışma biçimlerinden bir kısmının mevzuatta düzenlenmemiş olması, mevzuatta var olan esnek çalışma biçimlerine ilişkin bazı sınırlamaların bulunması zayıf yönler olarak saptanmıştır. Elbette ki sıralanan bu özellikler sermayenin kesintisizce işleyebilmesinin önünde engeller yarattıkları için zayıf bulunmuştur. Belgede esnek istihdamı yaygınlaştırmak üzere yasal düzenlemesi bulunan ancak yeterli uygulama alanı olmayan esnek çalışma biçimlerinin uygulanabilirliğinin artırılması ve emek piyasasının ‘katılığının’ giderilmesi planlanmaktadır. Kıdem tazminatının kaldırılması, bölgesel asgari ücret uygulanması, özel istihdam bürolarının geçici istihdam büroları olarak da faaliyette bulunmalarına yönelik düzenlemeler yapılması öngörülmektedir: “Kıdem tazminatı reformu yapılarak ve bölgesel asgari ücret uygulamasına imkân tanınarak istihdam üzerindeki mali yüklerin öngörülebilir ve rekabet edebilir bir düzeye çekilmesi” amaçlanmaktadır.

Esnek çalışmayı daha fazla talep edebilecek genç ve kadın işgücü potansiyelinin bulunması bir fırsat olarak tespit edilmiştir. Kadınlar esnek çalışma biçimleri için ideal emek gücü profili olarak görülmektedir (bkz. Yaman Öztürk, 2010). Açıkçası daha önce ne bir sermaye örgütü ne de bir hükümet temsilcisi kadınların esnek emek süreçleri için ‘ideal’ olduğunu bu denli açık bir biçimde dile getirmemiştir.

Kadınları esnek istihdama çekmenin altında, biri örtük diğeri belirtik iki temel argüman bulunmaktadır:

1. Kadınların geliri esas olarak hane gelirine bir katkıdır. Düzensiz ya da düşük olması aile için büyük sorun teşkil etmeyecektir. Oysa ki “ailenin ekmek getiren” erkeklerini esnek istihdama çekmek kolay değildir. Ayrıca kadınların işgücüne katılması emek havuzunu ve yedek sanayi ordusunu genişletecektir.

2. Ancak kadınlar için “esnek istihdam” idealdir. Kadınların klasik çalışma biçimlerinde istihdamı erkeklere göre daha zordur. Kadınların tam süreli ve ev dışında çalışmasının başlıca engeli onlardan beklenen ücretsiz bakım işleridir: Çocukların bakımı, yaşlı ve hastaların bakımı, öbür ev işleri. Bu anlayış şu yorumda tam karşılık bulmaktadır: “esnek çalışma biçimleri ile kadınlar iş hayatına daha fazla yönelmekte ve çalışırken eş olma ve/veya annelik görevini de daha iyi yerine getirebilmektedir” (Karakoyun, 2007: 123).

Sonuç olarak diyebiliriz ki iki belgenin de öngördüğü politikalar sermayenin işgücü üzerindeki tahakkümünü güçlendirmeye yöneliktir. Bu politikalar iki farklı hedefe yönelmiştir: Emek piyasasının ‘katılığını’ yumuşatmak ve emek verimliliğini yükseltmek. Bir yandan, ücretler üzerindeki kamusal ‘yüklerin’ özel sektörün rekabet gücünü kısıtladığı ileri sürülerek yeni düzenlemeler öngörülmektedir. Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nin başlıca hedefleri arasında esnek üretimin yaygınlaştırılması ve istihdamda işveren üzerine ek yük getirilmemesi yer almaktadır: “Uygulanacak yeni teşvik politikalarının maliyetleri firmalarca değil genel bütçe ve işsizlik sigortası fon kaynaklarıyla karşılanmalı, böylelikle işletmelerin rekabet gücü gözetilmelidir”. Diğer yandan, işgücünün beceri düzeyindeki yetersizliğin de rekabet gücü önünde en az bu katılıklar kadar önemli bir engel oluşturduğu savunulmaktadır. Bu bakımdan, sermaye örgütlerinin işgücüne dair taleplerinin karşılandığı söylenebilir.

3. DEĞERLENDİRME: STRATEJİ BELGELERİNİN ASIL “VİZYONU”

Küresel kriz, yeni stratejilerin uygulamaya sokulabilmesi için elverişli bir ortam sunmuştur. İşgücü piyasası reformu adı altında işverenlerin ödediği sosyal güvenlik primlerinde indirim yapılmış, İşsizlik Sigortası Fonu sermayenin kullanımına tahsis edilmiş, ayrıca emek sürecini daha da ‘esnek’ hale getirecek kimi tedbirler getirilmiştir. Henüz kıdem tazminatı fonuna veya bölgesel asgari ücrete dair bir yasama edimi gerçekleşmemiş olmakla birlikte, bahsedilen yeni stratejiler çerçevesinde bunların da gündeme geleceği kesindir.

‘Strateji’ belgelerinin sermaye kesimi stratejileri olarak anlaşılması gerekmektedir. Zira bu belgelerde toplumsal refah adına herhangi bir öneri yer almazken, tek ve başlıca mesele özel firmaların kârlılığının artışı olarak sunulmuştur. Bu durum ‘Türkiye’nin uluslararası rekabet gücünün artması’ biçiminde ifade edilmektedir. Oysa bu tür bir gelişmenin çalışan kesimlerin yaşam koşullarında daha fazla bozulmaya yol açacağını tahmin etmek zor değildir. Son on yıl içinde Türkiye’nin ihracatı arttıkça taşeronlaşma, kayıtdışı ve enformel çalışma da hızlanmış, çalışma saatleri artmış, DİSK-AR verilerine göre haftada ortalama 53-54 saate yükselmiştir. Üstelik, tüm bunların yanı sıra, üretimin ithalat bağımlılığı nedeniyle ithalat çok daha hızlı artmaktadır. Kısacası, ‘ihracata yönelik’ kalkınma modelinin cilası uzun zamandır dökülmüş durumdadır. Sermaye kesimi ise bu modeli olabildiğince sürdürmek kararlılığındadır. İşçilere ait örgütlerin genel zayıflığı göz önüne alındığında, Türkiye’de çalışan kitleleri önümüzdeki dönemde daha da zor koşulların beklediği söylenebilir.

KAYNAKÇA

Boratav Korkut (2011) “On İki Yıllık Bir Bölüşüm Bilançosu”, Birgün, 15 Mart 2011.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (2011) Ulusal İstihdam Strateji Belgesi, 04 Şubat 2011, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=35386, erişim tarihi: 20.07.2011.

Hisarcıklıoğlu M. Rifat (2006) 5. Sanayi Kongresi açılış konuşması, http://www.tobb.org.tr/Documents/Konusmalar/5sanayi kongresi_belgesi.doc, erişim tarihi: 01.06.2011.

Karakoyun Y. (2007) Esnek Çalışma Yoluyla Kadınların İşgücüne Katılım Oranının ve İstihdamının Artırılması; İşkur’un Rolü, Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi, Türkiye İş Kurumu Genel Müdürlüğü.

Resmi Gazete (2009) “Orta Vadeli Mali Plan (2010-2012)”, 16 Eylül 2009.

Sak Güven (2007) “Türkiye İçin Yeni Bir Sanayi Politikası Çerçevesi”, Uluslararası Uygulamalar Işığında Türkiye için Sanayi Stratejisi Arayışları Konferansı, TÜSİAD/EAF/KoçÜniversitesi, www.ku.edu.tr/ku/images/EAF/g.sak, erişim tarihi: 01.06.2011.

Sanayi ve Ticaret Bakanlığı (2011) Türkiye Sanayi Strateji Belgesi (2011-2014): AB Üyeliğine Doğru.

Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (2012), Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), www.tcmb.gov.tr.

TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) (2010) İstatistik Göstergeler 1923-2009, Ankara,.

TUIK (Türkiye İstatistik Kurumu) (2011) Türkiye İstatistik Yıllığı 2010, Ankara.

Yaman Öztürk M. (2010) “Ücretli İş ve Ücretsiz Bakım Hizmeti Ekseninde Kadın Emeği: 1980’lerden 2000’lere”, Kapitalizm, Ataerkillik ve Kadın Emeği: Türkiye Örneği içinde, Saniye Dedeoğlu ve Melda Yaman Öztürk (der.), İstanbul: SAV Yayınları.


[1] Eylem Planı’nda bu destekler şu şekilde tarif edilmiştir: 5580 Sayılı Kanunda özel sektörün mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumları açmasına imkan verecek şekilde değişiklik yapılacak, bunlara vergi indirimi, uzun vadeli ve düşük faizli kredi, arsa temini gibi teşvikler sağlanacaktır. Özel sektör, istihdam garantili okul açması halinde, eğitime yüzde 100 destek kapsamında vergi indiriminden yararlandırılacaktır. Organize Sanayi Bölgesi, Turizm Bölgesi, Serbest Ticaret Bölgesi ve Küçük Sanayi Sitesi yönetimlerine, ilk planlama aşamasından itibaren istihdam edilecek nitelikli insan gücünü yetiştirmek, çalışanlarını geliştirmek ve uyum eğitimlerini sağlamak amacıyla yeni kurulacak Organize Sanayi Bölgesi, Turizm Bölgesi ve Serbest Ticaret Bölgesi’nde mesleki ve teknik eğitim okul/kurumu için arsa ayırması ve okul/kurum yapma zorunluluğunun getirilmesi konusunda yasal düzenleme yapılacak, bu konuda ilgili bölge yönetimleri teşvik edilecektir. Ayrıca, özel sektörün mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumlarında bulunan bina, tesis, uygulama birimi, atölye ve laboratuarlarından yeterli düzeyde yararlanması sağlanacaktır.

Kriz Vurguncuları -1-

Kapitalizmin insanlık dışı niteliği, kriz derinleştikçe daha açık görünür hale geliyor. Bir yanda işsizlik, sefalet ve açlık artarken, diğer yanda varlıklarına varlık, zenginliklerine zenginlik katan tekeller ve burjuvalar görüyoruz. Kriz vurguncuları, ganimeti paylaşmak için fırsat kolluyorlar.

Türkiye burjuvazisi, krizin başlangıcından itibaren, ‘krizi fırsata çevirmek’ prensibi ile hareket edeceğini ilan etti. Ancak, bir krizi kriz yapan, elbette ki, herkesin bundan kazançlı çıkması değil. Tam aksine, geniş kitleler yoksullaşır ve bazı sermayeler tasfiye olurken, fırtınayı atlatabilen bazı sermayelerin süreçten daha da güçlenip büyüyerek çıkması söz konusu. İşte bu nedenle, bir yandan, burjuvazi bir bütün olarak ‘krizi fırsata dönüştürmeye’ ve işçi sınıfına karşı saldırıyı şiddetlendirmeye çalışıyor. Bir yandan da, sermayenin, burjuva sınıfın kendi içindeki paylaşım savaşı kızışıyor. Kriz nedeniyle, başarısız sermaye kesimleri elenirken, bunların elindeki varlıklar (‘tasfiye nedeniyle ucuzluk’ fiyatına) ayakta kalan sermayelerin eline geçiyor. Böylece sermayenin merkezileşmesi ve tekelleşme hızlanıyor. Emek-sermaye ilişkisi ve sermaye içi ilişkiler, emekçi kitle aleyhine ve büyük sermaye lehine, yeniden yapılanıyor. Büyük çoğunluk, küçük bir azınlığın kölesi haline geliyor.

Burada bir noktaya dikkat çekmek gerek: Türkiye burjuvazisi, geçmiş dönemlere kıyasla, bugün dünya kapitalizmi ile entegrasyonunu çok ileri bir seviyeye çıkarmış durumda. Buna bağlı olarak, sermaye içi yeniden yapılanma, aslında dünya genelindeki yeniden yapılanmanın bir parçası olarak şekilleniyor. Koç, Sabancı, Ülker, Doğuş gibi ‘küresel oyuncu’ ölçeğine ulaşan bazı büyük sermaye grupları, AKP döneminde arttırdıkları nakit birikimleri sayesinde, artık yalnızca Türkiye içinde veya Avrasya-Ortadoğu bölgesinde değil, dünya genelinde fırsat kovalamaya başlamış durumdalar. AKP hükümeti tarafından hazırlanan teşvik paketleri de, öncelikli olarak uluslararasılaşmış sermaye kesimlerini gözetiyor. Dolayısıyla, krizle birlikte, uluslararasılaşan tekelci sermaye ile iç pazara dönük sermaye kesimleri arasında temel bir ayrım şekil kazanıyor. Kuşkusuz, uluslararası sermaye birikimi süreçleri ile bütünleşmiş olan büyük sermaye, mücadeleye çok avantajlı bir konumda giriyor.

Birkaç kısımdan oluşan bu yazıda, krizin emek-sermaye ilişkisinde ve sermaye içi ilişkilerde yarattığı sonuçlar, büyük burjuvazinin kriz sayesinde gerçekleştirdiği vurgunlarla birlikte ele alınacak. Aslında herkesin az çok aşina olduğu ‘kriz vurguncuları’ biraz daha yakından tanıtılacak. Önümüzdeki döneme dair öngörülerde bulunabilmek için, yer yer geçmişe dönülerek, vurguncuların sicilleri sergilenecek. AKP – büyük sermaye ilişkisi deşifre edilmeye çalışılacak. Bu çerçevede, ilk olarak, krizde şu ana kadar en ‘parlak’ performansı sergileyen Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) ile başlamakta yarar var.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE OYAK’IN KRİZ VURGUNLARI

Birkaç hafta önce, OYAK’a bağlı Ereğli Demir-Çelik ve İskenderun Demir-Çelik’te çalışan 13 bin işçinin ücretleri, ‘kriz nedeniyle’, 16 ay süreyle yüzde 35 indirildi. Basına yansıdığı kadarı ile, OYAK, ücretlerde indirim yapılmazsa, 1400 işçiyi işten çıkartacağını açıklamış, Türk Metal sendikasının işbirliği ile işçilere maaş indirimi dayatılmıştı. İşçi ücretlerini düşüren iki kuruluştan Erdemir, faaliyet raporlarına göre, 2006 ve 2007’de ortalama 680 milyon, 2008 yılında 211 milyon TL net dönem kârı elde etmişti. İsdemir’in net dönem kârı ise, 2006’da 111, 2007’de 178, 2008’de 252 milyon dolardı. Bir başka deyişle, son üç yılda toplamda 2 milyar dolara yakın net kâr elde eden iki işletmede (ki bunlar da muhtemelen ‘makyajlanmış’ rakamlar ve gerçek kâr miktarı daha yüksek), OYAK, krizi bahane ederek, ücretlerde büyük bir indirim talep etmiş ve istediğini almış oldu.

Kuşkusuz, bu ‘anlaşma’, Türkiye işçi sınıfı açısından hayli vahim sonuçları içeriyor. Zira birçok firma, bunu örnek göstererek, işçilerinden ‘fedakarlık’ talep edebilecek. Nitekim kamu toplu sözleşmelerinde, Erdemir örneği şimdiden öne sürülmeye başlandı bile. OYAK, büyük bir ‘vurgun’ vurmanın yanı sıra, burjuvazinin önünü de açmış oldu.

Erdemir ve İsdemir’de işçi ücretlerini düşüren OYAK, bir yandan da yeni fırsatlar peşinde koşuyor. Kurumun genel müdürü, Özal’ın eski prenslerinden Coşkun Ulusoy, sık sık ellerinde 3 – 3.5 milyar dolar nakit bulunduğunu, satın almak için dünya genelinde kömür ve demir madeni aradıklarını açıklıyordu. Ulusoy, krizi önceden görerek, 2007 yılında Oyakbank’ı sattıklarını, likite geçtiklerini, krizin yeni safhaya girmesiyle birlikte ucuzlayan şirketleri satın alacaklarını belirtiyordu. Nitekim OYAK çimento grubu, Lafarge Aslan Çimento ile ona bağlı Ereğli öğütme tesisini ve Lafarge Beton’u 130.6 milyon (Lafarge’ın açıklamasına göre 163 milyon) euroya satın aldı. Lafarge, dünya çimento tekellerinden biri ve Türkiye çimento sektörüne, yirmi yıl kadar önce, özelleştirilen tesisleri satın alarak girmişti. Kriz nedeniyle, 2009 yılında, tüm dünyada 1 milyar euroluk şirket satışı yapacağını ilan etti. Kısacası, bir uluslararası tekel zor duruma düşerek, varlıklarını satmaya başladı ve bunun bir kısmı OYAK’ın payına düştü. Öyle görünüyor ki, Türkiye kökenli tekeller, kriz nedeniyle dünya genelinde başlayan yeniden paylaşımda yer alabilecek kadar büyümüş durumdalar. Bunun topluma yansıması ise, azalan ücretler, işsizlik ve yoksulluk. Türkiye bir ‘dünya gücü’ oluyor, ‘yerli’ tekeller ‘küresel oyuncular’a dönüşüyor, ülkede yaşayanlar ise sefalet içinde yüzüyor.

OYAK’ın nasıl bu kadar büyüdüğüne kısaca bakalım. OYAK, 1960 darbesinden birkaç ay sonra, 3 Ocak 1961’de çıkartılan 205 sayılı özel yasa ile kuruldu. İlk bakışta Emekli Sandığı, SSK, Bağ-Kur gibi bir sosyal güvenlik kurumuydu. Ama diğer sosyal güvenlik kurumlarının aksine, OYAK’a ticari ve sınai yatırımları için hiçbir sınırlama getirilmemişti. Yasaya göre, OYAK, kurumlar vergisi, damga resmi ve gider vergisinden muaftı. Daimi ordu personelinin (subay ve astsubayların) maaşlarının yüzde 10’unu, yedek subay maaşlarının yüzde 5’ini aidat olarak toplamaktaydı. Topladığı aidatlar, gelir vergisinden muaf tutulmuştu. Ayrıca, kuruma yapılan bağışlar da, veraset, intikal ve gelir vergilerinden muaftı. Yine yasaya göre, OYAK’ın varlıkları devlet malı statüsündeydi ve örneğin bunlara haciz konulamıyordu.

Kuruluşunda çeşitli ayrıcalıklarla donatılan ve maaş kesintilerinden düzenli nakit girişi elde eden OYAK, kısa sürede Koç, Sabancı, Eczacıbaşı benzeri büyük bir sermaye grubuna dönüştü. Fransızlar’la ortak olarak, OYAK-Renault’yu kurdu ve otomotiv pazarını Koç grubu ile paylaştı. Hemen hemen aynı tarihlerde çimento sektörüne girdi ve bu pazarda da tekeller arasındaki yerini aldı. Tarım ilaçları (Hektaş), konservecilik (Tukaş), bisküvi-çikolata üretimi (Eti ortaklığı) gibi birçok sektöre giriş yaptı.

OYAK’ın önemli bir avantajı da, zor duruma düşen, kârlılığı azalan şirketlerini diğer devlet kuruluşlarına devretmesi. Örneğin, 1980’li yıllarda zor duruma düşen OYAK iştiraklerinden Türk Otomotiv Endüstrisi ve bunun yan kuruluşu Motorlu Araçlar Ticaret, 1984 yılında Ziraat Bankası’na devredilmişti. OYAK’ın konut inşa etmek için Kutlutaş Holding’le ortaklaşa kurduğu dört şirkete, 1985 yılında, Emlak Kredi Bankası ortak edildi. OYAK İnşaat firmasına da, 1995’te SSK ortak oldu.

Ancak, OYAK’ın esas büyümesinin 2000’li yıllarda gerçekleştiği görülüyor. Özellikle 2001 krizi, OYAK için büyük ‘fırsatlar’ yarattı. Krizden bir-iki gün önce elindeki tüm nakit birikimi dolara çeviren OYAK, dolar hızla yükselince çok büyük kâr etti. İşin ilginci, bu bir sır değil ve OYAK genel müdürü tarafından her fırsatta gururla anlatılıyor.

OYAK’ın 2001 krizinde yakaladığı fırsatlar bununla da sınırlı kalmadı. Örneğin, o dönemde birçok banka TMSF bünyesine alınırken, durumu hiç de parlak olmayan OYAK BANK, tasfiye operasyonunun dışında tutuldu. Bunun yanı sıra, tasfiye edilen beş banka (Egebank, Bank Kapital, Yaşarbank, Yurtbank, Ulusal Bank) ile birleştirilip bir ‘çatı bankası’ haline getirilen ve Türkiye’nin 12. büyük bankası olan Sümerbank, 2001 yılı içinde ‘sembolik’ bir bedelle OYAK BANK’a hediye edildi. Böylece, bankacılık sektöründe aktif büyüklüğü açısından 2000 yılında ancak 50. sırada bulunan OYAK BANK, 11. sıraya yükseldi. Satış işlemi TMSF için zararına bir satış olurken, OYAK, o dönemde Sümerbank’ın elinde bulunan hazine kağıtlarının bedeli konusunda TBMM Yolsuzluk Araştırma Komisyonu’na bilgi vermeyi, bunun ‘ticari sır’ olduğu gerekçesiyle, reddetti. Daha sonra, 2007 yılında, OYAK BANK 2.7 milyar dolara ING’ye satıldı. Kısacası, OYAK, son derece bilinçli politikalar izlenerek büyütüldü ve şimdi de elindeki milyarlarca dolarla uluslararası pazarda ‘fırsat’ kovalıyor.

Kapitalizm, yıkımlar yaratan, yıkımlarla beslenen bir sistem. Deprem, savaş gibi olaylar, her zaman bazı sermayeler için fırsat anlamına geliyor. Bunun çarpıcı bir örneği, ABD’nin Irak işgalinde yaşandı. Irak’ın yeniden inşasında, Türkiye kökenli firmalar ‘pasta’dan büyük pay aldılar. Çimento fiyatları hızla arttı, Türkiye’den Irak’a çimento ihracatı, birkaç yıl içinde 27 katına çıktı. Bu dönemde OYAK, Sabancı ortaklığı ile, Irak’a çimento ihracatının yüzde 50’den fazlasını gerçekleştiriyordu. Aynı zamanda, çimento üretiminin yapısı gereği, Türkiye içinde belli bölgelerde çimento tekeli konumundaydı. Bu nedenle, Rekabet Kurumu, OYAK-Sabancı ortaklığına ceza kesmek ve hatta ortaklığı bozmak zorunda kalmıştı.

Bu kadar büyüyen bir tekelin özelleştirmelerden pay almaması beklenemezdi elbette. SEKA Çaycuma işletmesi gibi görece küçük bir tesisin yanı sıra, OYAK, esas vurgunu, 2006 yılında Erdemir’i alarak yaptı. ‘Milli sermaye’, ‘yerli malı’ propagandası ile Erdemir’i ve ona bağlı İsdemir’i uluslararası tekellerin elinden kapıverdi. Sonra da, hemen, Arcelor’la (ki bu da dünyanın en büyük çelik tekeli) ortaklık görüşmelerine başladı. Bu ortaklık, Rekabet Kurumu engeline takıldı, ama OYAK-Arcelor işbirliği perde gerisinde sürüyordu. Türkiye’de çelik piyasasını ellerinde tutan iki tekel, bazı dağıtım firmalarında ve Borusan Holding’e ait Borçelik firmasında ortaktılar. Çelik fiyatlarının yapay olarak yükseltilmesi nedeniyle artan şikayetler üzerine, Rekabet Kurumu bir inceleme başlattı ve geçtiğimiz günlerde OYAK’a 20 milyon TL ceza kesti.

Görüldüğü gibi, OYAK, hemen her dönemde krizleri fırsata çevirebilen, herhangi bir kamu yararı gözetmeyen, kâr peşinde koşan bir sermaye grubu. Diğer tekellere göre avantajı, sırtını devlete ve orduya yaslamış olması. Bir yandan sendikalarla anlaşarak işçi ücretlerini azaltıyor, bir yandan dünya genelinde satın almak için şirket avına çıkıyor. Bir yandan ‘milli sermaye’ görüntüsü yaratmaya çalışıyor, bir yandan uluslararası tekellerle işbirliği içinde. Örneğin, Fransız Renault ile uzun zamandır ortak ve geçtiğimiz yıllarda, Erdemir’i ele geçirmeden önce, oto yapımında kullandığı çeliği, Erdemir’den değil, Fransa’dan satın almaktaydı.

OYAK’ın özgün yanları bir yana, krizleri fırsata çevirme becerisini diğer büyük sermaye gruplarında da görmekteyiz. Yazının bundan sonraki kısımlarında, başka örnekler sergilemeye çalışacağız. Türkiye’de büyük burjuvazinin dünya kapitalizmi ile entegrasyonu hayli ileri bir seviyeye ulaştırdığını; eskiden ülke içindeki krizleri fırsata dönüştürürken, şimdi dünya krizini fırsata çevirmeye aday olduğunu; bunun bedelini ise, işçi sınıfının ve geniş halk kesimlerinin sırtına yıktığını göreceğiz.

Kriz vurguncuları – 5

Son zamanlarda, burjuva medyasında küresel krizin bitmek üzere olduğuna ve ‘toparlanmanın başladığı’na dair yorumlar giderek arttı. Politik krizlerin tozu dumanı içinde pek göze batmasa da, birçok yazar ve iktisatçı ‘ekonomik’ krizde dip noktasının geçilmiş olduğu kanısında.

Bu yorumcuların  önemli bir bölümü zaten baştan beri ‘bardağın dolu kısmı’nı görmek için koşullanmış durumdaydı. Kapitalist sistemin ve serbest piyasanın ideologları diyebileceğimiz bu kesim, krizi hafife alıyor, hatta bazıları doğrudan doğruya ‘kriz lobisine’ işaret ediyordu. Özellikle Taraf, Yeni Şafak gibi hükümete yakın gazetelerde rastlanan bir teze göre, TÜSİAD ve Doğan grubu medyası AKP’yi zayıflatmak amacıyla krizi abartmakta, IMF ile anlaşılması ve buradan gelecek kaynağın kendilerine aktarılması için lobi yapmakta, ülkeyi durduk yerde ve hiç utanmadan yapay bir krize sürüklemekteydi.

Yine kapitalist sistemin ideologları olan, ancak biraz daha gerçekçi olduğu söylenebilecek çoğunluk grup ise, kriz ortamında Türkiye ekonomisinin olumlu ve olumsuz yönlerini bir arada görmeye çalışmakta; aşırı iyimser ya da kötümser uçlardan uzak kalarak, ‘objektif’ bir yaklaşımı tercih etmekteydi. Referans, Dünya gibi gazetelerde ve diğer gazetelerin ekonomi sayfalarında, iş dünyasında yaygın olan SWOT analizi alışkanlığı ile, Türkiye ekonomisinin güçlü ve zayıf yönlerinin, önündeki fırsatların ve tehlikelerin ele alındığını görmekteyiz. Elbette ki bu tür bir yaklaşımı benimseyenlerin ezici çoğunluğunun da emek ve emekçiler konusunda (olumlu içerikli) herhangi bir duyarlılığı bulunmuyor. Ancak, burjuvazi açısından, durumun az çok nesnel biçimde tespit edilmesinin bir zorunluluk arz ettiği söylenebilir.

Kuşkusuz, burjuva dünya görüşünün ‘nesnelliği’nin belirli sınırlılıkları mevcuttur. En açık problemlerden biri de bizzat ‘kriz’ kavramında ortaya çıkar. Görünürde birbirinden farklılaşan burjuva kriz kavrayışlarındaki ortak nokta, ideolojik olarak aynı piyasacı yaklaşıma dayanmalarıdır. Buna göre, kriz, geçici ve ‘arızi’ bir şey, sistemin özüne ilişkin olmayan, çeşitli tedbirlerle atlatılabilecek, geride bırakılacak bir olgudur. Piyasanın işleyişinin bir denge noktası mevcuttur, bazı nedenlerle (örneğin, ABD bankalarının aşırı hırslı olmaları, ödeme gücüne bakmadan herkese konut kredisi vermeleri gibi yapay nedenlerle) bu dengenin bozulmasına da kriz denilir. Bu evrede hükümetlerin devreye girmeleri ile göstergeler yavaş yavaş düzelecek, toparlanma başlayacak, yeni bir denge noktası tesis edilecektir. Uyanık firmaların ve ülkelerin kriz ortamında yapması gereken, krizi fırsata dönüştürmek için çaba harcamaktır.

Solun ve emekçilerin kriz kavrayışının bundan çok farklı olduğunu belirtmek gerekiyor. İlk olarak, kriz dengeden uzaklaşma değil, kendi olağan işleyişi içinde sürekli olarak dengesizlik yaratan sistemin dengeye gelmesi, değer yasasının kendisini zorla kabul ettirmesidir. Krizde varlıkların gerçek sahiplerine geri döndüğünü belirten burjuva iktisatçısı, aslında kendisinden beklenmeyecek derin bir hakikati dile getirmiş oluyor. Zira, sistemin kriterleriyle verimsiz çalışan sermayeler krizle birlikte elenirken, sermaye el değiştiriyor, ‘asıl sahipleri’ne dönüyor.

İkinci olarak, kriz tesadüfi ya da arızi bir olgu değil, bizzat sistemin işleyişinin beraberinde getirdiği, dönem dönem zorunlu olarak içine düştüğü bir durumdur. Bu açıdan, kapitalizm krizli bir sistemdir. Krizi aşmak üzere getirilen tedbirler, ancak geçici bir soluklanma, belli bir erteleme süresi sağlar, tabii yalnızca bir sonraki krize kadar.

Üçüncü olarak, krizler, sınıflar arası çelişkilerin patlamalı biçimde açığa çıktığı, sermaye-emek ve sermaye-sermaye çatışmalarının şiddetlendiği dönemlerdir. Doğal olarak, burada işin içine birçok farklı boyut girer: işçi sınıfının örgütlülük derecesi, siyasal gücü, bilinç durumu, ülkedeki genel siyasal güç dengesi, kapitalizmin gelişmişlik düzeyi gibi. Bununla birlikte, kriz ortamında solun ve işçi sınıfının yapması gereken de krizi fırsata dönüştürmeye çalışmaktır. Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’de işlerin pek de parlak gitmediğini tespit etmekte yarar var. Krize karşı özellikle ilk aylarda sergilenen eylemlilik ve tepkisellik kalıcı kazanımlara yol açmadığı gibi, son birkaç aydır krizin varlığı bile neredeyse unutulmuş durumda. Emekçi sınıfın genel örgütsüzlüğü ve olduğu kadarıyla sendikaların da genelde pasif tutumu, işsizliğin ve çalışma saatlerinin artmasına, çalışma koşullarının (daha da) bozulmasına ve burjuvazinin yeni yasal düzenlemelere yönelik arayışlarının hızlanmasına izin verdi. Bir süredir rafta duran ‘projeler’ raftan indi ya da en azından gündeme alındı (bunların içinde ilk akla gelenler: özel istihdam büroları, kıdem tazminatının kaldırılması ve bölgesel asgari ücret gibi talepler, sendikalar kanunu, sosyal güvenlik yasasında değişiklikler). Böylece kriz, genel olarak, sınıflar arası mücadelede sermayenin emek üzerindeki baskıyı arttırması için elverişli bir ortam yarattı.

Sermaye içi mücadeleye baktığımızda, krizle birlikte yürürlüğe giren vergi indirimleri ve teşvikler, sermayenin belirli kesimlerinin ayakta kalmasını sağladı. Zararların (maliyetlerin) toplumsallaştırıldığı ve kârların özelleştirildiği bir süreçte, devlet aracılığıyla, belli sektörler ya da firmalar kollandı. Otomotiv, beyaz eşya, demir-çelik tekelleri, hemen her ülkede koruma altına alındı. Türkiye’de yaşananlar bu açıdan dünya genelindekinden pek farklı değil. Dahası, Türkiye’de iç pazarda palazlanan sermaye gruplarının (Oyak, Ülker vb.) artık dünya çapındaki yeniden paylaşıma katılacak bir ölçeğe ulaştıkları da görülüyor.

Kuşkusuz, her ülkenin krizden etkilenme biçimi farklı. Türkiye örneğinde, dünyadan farklı olarak, bankacılık sektöründe şimdilik krize dair herhangi bir belirtiye rastlanmıyor. Küresel kriz ortamına rağmen Türkiye’de bankaların epey parlak bir performans sergilediklerini daha önce ortaya koymuştuk. Faiz gelirlerindeki aşırı artışa bağlı olarak, Türkiye’de bankalar kriz koşullarında kârlılıklarını bir önceki döneme kıyasla arttırarak korudular. Devlete ve şirketlere uzun vadeli ve yüksek faizli borç veren bankalar, halktan topladıkları (ortalaması çok kısa vadeli olan) mevduata uyguladıkları faiz oranlarını hızla aşağı çekerek, krizden nemalandılar. Sanayi kesiminin iki yıl öncesine kıyasla yüzde 10 civarında küçüldüğü bir ortamda, bankacılık kesimi büyümesini kesintisiz biçimde sürdürmüş oldu.

Bu, elbette, yalnızca sermaye içi bir karşılaştırma anlamına geliyor. Ancak, öte yandan, söz konusu aşırı kârlar yalnızca kamu kaynaklarının faiz yoluyla bankalara aktarılmasından ileri gelmiş değil. Zira, bankacılık sektörü özelinde, kriz bağlamında devreye sokulan emek karşıtı stratejilerin de ciddi bir rol oynadığı görülebiliyor. Dört büyük özel bankayı ele alarak, bunu kısaca sergilemeye çalışalım.

Her ne kadar krizin başlangıcı 2008 Eylül ayına (ABD bankalarının gürültülü  iflaslarına) tarihleniyorsa da, gerçekte, küresel finansal sistemin 2007 yılı ortalarından itibaren daralmaya başladığı biliniyor. Dolayısıyla, özellikle finans kesimi, 2007 yılının ikinci yarısından bu yana aslında ‘kriz yönetimi’ düzenine geçmiş durumdaydı. Bunun bir yönünü likitte kalmak, DİBS toplamak gibi hazırlıklar oluştururken, bir yönünü de banka çalışanlarına yönelik baskıların arttırılması oluşturdu.

İlk dört büyük özel bankanın (İş Bankası, Akbank, Garanti, Yapı Kredi) personel sayıları, 2008 yılında bir önceki yıla göre yüzde 9 oranında artmış ve toplamda 61.700’den 67.200’e yükselmişti. 2009 Eylül ayı itibariyle, bu sayı (yavaşlayarak da olsa) artmaya devam etti ve 2008 yılına göre, yüzde 1.8 artışla 68.400’e çıktı. Ancak, görünürdeki artışın gerisinde, banka çalışanlarının istihdam yapısında ciddi hareketlilikler de yaşandı. Binlerce banka çalışanı işten çıkartılırken, kadrolara part-time vezne memurları, öğrenciler, düşük ücretli gençler eklendi. Genellikle alt kadrolara yerleştirilen ve daha düşük ücretle daha güvencesiz koşullarda çalışan kadınların istihdamı arttı, sayı olarak erkek çalışanlarla başabaş duruma geldi. Böylece, kriz vesilesiyle sistem kendi personel rejimini ‘rasyonalize’ etmiş oldu.

Bunun yanı  sıra, yine ilk bakışta göze çarpmayan bir diğer hamle de daha fazla işi daha az çalışanın yapmaya başlamasıydı. Aynı bankaların şube sayılarına baktığımızda, 2008 yılında, bir önceki yıla göre yüzde 19.7 gibi çok yüksek oranlı bir artış görmekteyiz. 2008 sonu ile 2009 Eylül ayı arasında ise, şube sayısındaki artış personel sayısındaki değişime yakın bir seviyede gerçekleşti (yüzde 1.2). Buna bağlı olarak, dört büyük özel bankada 2007 yılında 21.1 olan şube başına ortalama personel sayısı 2008 yılında 19.2’ye geriledi ve halen de o seviyede devam ediyor (2009 Eylül ayı itibariyle 19.3). Dolayısıyla, dört büyük özel banka, ‘rasyonalizasyon’ işlemini daha 2008 yılı içinde tamamlamış ve her şubede ortalama iki kişiyi (işgücünün yüzde 10’unu) saf dışı bırakmışlardı. 2008-2009 yılları arasında bu bankaların şube sayısının 3.500 civarında olduğu göz önüne alınırsa, banka işçilerinin ciddi bir baskıya maruz kaldığı anlaşılacaktır. Bankalardaki ücret seviyelerine dair bir veri yayınlanmış olsaydı, hiç kuşkusuz, durumun çok daha vahim olduğu görünür hale gelecekti. Ayrıca, kısa süre önce yürürlüğe giren ve tüm bankaları kapsayan ‘Ortak ATM’ uygulamasının da bankalarda çalışan sayısının azalmasını beraberinde getireceği tahmin edilebilir. Kısacası, diğer sektörlerde olduğu gibi bankalarda da, krizden çalışanların payına düşen, işten çıkartılmak ya da daha fazla çalışmak oldu.

Peki, baştaki soruya dönersek, ‘toparlanma’ gerçekten başladı mı? Kriz bitti bitiyor mu? Bu soruya verilecek yanıt, hiç kuşkusuz, siyasal ve ideolojik koşullanmalardan bağımsız olamaz. Krizi büyüme, ihracat, kapasite kullanımı gibi bazı göstergeler üzerinden ‘okumaya’ çalışan iktisatçılar, genellikle, negatif yöndeki gerilemenin durduğu ya da gerileme hızının yavaşladığı durumu büyük bir memnuniyetle ‘toparlanma’ olarak yorumlama eğilimindeler. Örneğin, işsizlik oranının Mart ayındaki yüzde 16.1’den Haziran ayında yüzde 12.8’e inmiş olması bile krizden çıkışın başladığına dair bir işaret olarak kabul ediliyor. Oysa, bir önceki yılın Haziran ayına göre işsizlik bir yılda aslında yüzde 30 artmış (yüzde 9.9’dan yüzde 12.8’e yükselmiş) durumda. Yaz aylarında turizm ve tarım gibi emek yoğun sektörlerin devreye girmesiyle işsizliğin gerilemesi zaten beklenmekteydi. Ancak, en iyimser yorum yapanlar bile bu ‘düzelmenin’ devam edip etmeyeceğine dair herhangi bir şey söyleyemiyorlar. Zira, işin aslı, işsizlik meselesinde ülke içinde alınacak tedbirlerle aşılması mümkün olmayan iki boyut söz konusu. İlk olarak, yeni yatırımlar giderek daha az emek kullanan, daha sermaye yoğun teknolojilere dayanıyor. Örneğin, fabrikalarda otomasyon sistemleri nedeniyle birçok işletme çok sınırlı bir istihdam yaratmış oluyor. ‘İstihdam yaratmayan sanayi’, önümüzdeki dönemde Türkiye’de işsizliğin giderek artacağına işaret ediyor. TÜİK’in olabildiğince iyimser verileri bile bu durumu gizleyemeyecek muhtemelen.

İkinci olarak, daha önce de vurguladığımız gibi, Türkiye ekonomisinin dünya pazarları ile entegrasyonunun son yıllarda çok ileri bir seviyeye gelmiş olması da ‘toparlanma’ ilan etmek için henüz erken olduğunu gösteriyor. Örneğin, Otomotiv Sanayii Derneği verilerine göre, Türkiye’de üretilen motorlu araçların 2006 yılında yüzde 70’i, 2007 yılında ise yüzde 74.6’sı ihraç edilmişti. Beyaz eşya ve elektronik sektöründe ise Vestel, Beko gibi büyük imalatçılar, aynı yıllarda üretimlerinin yüzde 75-80 arası bir bölümünü ihraç etmekteydiler. Söz konusu ihracat, aynı zamanda (ara malı biçiminde) büyük bir ithalata dayanmaktaydı. Dolayısıyla, Türkiye imalat sanayii içinde sürükleyici sektörlerde üretim yapısı öncelikle dış pazarlara yönelik bir biçimde oluşmuştu. 2008 yılı gibi krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı ve dış talebin gerilediği bir yılla kıyaslandığında dahi, 2009 yılının ilk dokuz ayında yapılan ihracat ortalama yüzde 32 seviyesinde azaldı. ÖTV/KDV indirimleri ve teşvikler otomotiv ve beyaz eşya tekelleri için (iç talebi öne çekerek) geçici bir rahatlama yarattığından, imalat sanayiinin son aylarda sergilediği üretim performansını ‘toparlanma’ olarak yorumlamak, en hafifinden yanıltıcı olacaktır. Üretim dış talebe bağlı olduğu için, yavaş ve yıllara yayılan bir toparlanma süreci çok daha büyük bir olasılık olarak görünüyor. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşlar, gelişmiş kapitalist dünya için en erken 2011 yılına işaret ediyorlar. Kapitalist dünyada işsizlik oranlarının henüz ‘dip’ yapmadığını belirtecek kadar da gerçekçiler (örneğin, ABD ekonomisi için 2010 yılının ikinci yarısında işsizliğin yüzde 10’u aşarak rekor kıracağı beklentisini dile getiriyorlar). Sonuç olarak, burjuva medyası ‘işler düzeliyor’ rüzgarını estirmeye çalışsa da, bunun böyle olmadığı aslında gayet iyi biliniyor.

‘Bir dönem bitti’, dünya kapitalizminin sözcüleri bunu net olarak söylüyorlar. Burjuvazi, birkaç yıl sürecek bir geçiş evresi için hazırlık yapıyor. Bir yandan işçileri sendikasızlaştırma çabalarını hızlandırırken, bir yandan da yeni sendikalar yasası ve diğer yasalar için bastırıyor. Son derece ‘ılımlı’ bir Orta Vadeli Program ilan etmiş olan hükümet, bunu tatmin edici bir hedef olarak sunmaya çalışıyor. Kriz döneminde getirilen teşviklerin ve vergi indirimlerinin faturası ise bir kez daha çalışanların sırtına yıkılıyor: 2010 yılı bütçesinde, dolaylı vergilerde olağanüstü artışlar, dolayısıyla daha pahalı bir yaşam ve buna karşılık ücretlerde ve diğer sosyal harcamalarda reel anlamda ciddi ölçüde gerileme ‘öngörülüyor’.

Sonuç olarak, burjuvazi açısından her şey yolunda gitse dahi, kriz öncesi yılların  üretim ve ihracat rakamlarına ulaşmak en azından birkaç yıl alacak. Dahası, dünya kapitalizminin yeniden yapılanma çabaları bağlamında, birkaç yıllık bir arayış ve deneme-yanılma dönemini takiben, büyük olasılıkla yeni ve eskisinden farklı bir ekonomik ortam şekillenecek. İşte tam da bu nedenle, içinde bulunduğumuz dönemde verilecek mücadeleler çok kritik bir önem taşıyor. Sosyalizme, geleceğin eşitlikçi ve özgürlükçü toplumuna yönelik adımlar atılamadığı takdirde, ufukta kapitalist barbarlığın ‘gelişimi’ dışında bir alternatif görünmüyor.

Kriz Vurguncuları – 2

İkinci adımda, krizden en büyük zararı gören dayanıklı tüketim malı sanayilerine, özellikle de otomotiv sektörüne yönelik ‘teşvik’ paketleri uygulamaya girdi. Kısmen yatırım malı niteliğinde olduğu için kilit önem taşıyan ve diğer sektörlerle bağlantıları yüksek olan bu sanayiye vergi indirimleri, yatırım teşvikleri, birleşme ve satın almalarda kolaylıklar, ek kredi fonları ve ‘hurda indirimi’ teşviği gibi destekler sağlandı. Örneğin Fransa’da, otomobil kredisi açan firmalara düşük faizle 1 milyar euro kredi ve 10 yaşından büyük araçların yenilenmesi için araç başına 1000 euro ‘hurda indirimi’ verildi. Almanya’da, vergi indirimleri ve ilave fon desteklerinin yanı sıra, 9 yaşından büyük otomobiller için araç başına 2500 euro hurda indirimi yapıldı. Benzer teşvikler, İsveç ve İspanya gibi büyük imalatçı ülkelerde de yürürlüğe girdi. Bu tür tedbirler, çöküşün eşiğindeki otomotiv sektörünü kurtarmaya yetmese de, tekellerin bir süre için nefes almasına yaradı.

Genel bir ‘toparlanma’ henüz çok uzak elbette, ama sürece hazırlıklı giren firmalar, rakiplerinin zayıflaması sayesinde şimdiden göreli olarak güçlendiler. Örneğin ABD’de, en büyük otomobil firmaları arasında ilk sırada bulunan General Motors ve üçüncü sırada bulunan Chrysler, borçlarını ödeyemez duruma düşmüş ve iflastan korunma başvurusunda bulunmuşlardı. Chrysler’in en önemli varlıkları İtalyan Fiat tarafından satın alındı; General Motors ise, bünyesindeki Alman Opel ve İngiliz Vauxhall markalarını satmak için anlaştı. Buna karşılık, ‘ABD’nin üç büyüğü’ içinde ikinci sırada bulunan Ford, her ne kadar binlerce işçiyi işten çıkarmış, bazı şirketlerini satmış ve birçok fabrikayı kapatmış olsa da, General Motors ve Chrysler’e kıyasla krizden daha az etkilendi ve nitekim geçtiğimiz çeyrekte 2 milyar doların üzerinde kâr açıkladı. Bu arada, Avrupa otomobil pazarındaki payını da hızlı biçimde arttırdı.

Kapitalist ülkeler, krize karşı üçüncü adım olarak, özellikle hanehalklarının tüketimini arttırmaya yönelik doğrudan para yardımlarına geçtiler. ABD, Fransa, İtalya gibi ülkelerde, ‘dar gelirliler’ için alışveriş çekleri, vergi indirimi çekleri, çocuklara eğitim yardımları dağıtıldı. Milyarlarca euro ya da dolar tutarındaki bu tarz yardımlarla, dayanıksız tüketim mallarına olan talebi arttırmak, istihdam kaybının bir miktar önüne geçmek ve bu sektörlerin yaratacağı üretim aracı talebi sayesinde dolaylı olarak diğer sektörlere de yansıyacak bir ekonomik canlılığı başlatmak hedeflendi. Türkiye’de bu türden bir doğrudan yardım henüz gündeme gelmedi. Ama TOBB’un başını çektiği (ve birçok işveren örgütü ile siyasi partinin yanı sıra Hak-İş, Türk-İş ve Kamusen’in de destek verdiği), neredeyse hakaret niteliği taşıyan gülünç bir kampanya başlatılarak, halka ‘eve kapanma, pazara çık!’ çağrısı yapıldı.

Dünya kapitalizminin tarihindeki en ağır krizlerden birini yaşadığı şu günlerde, neoliberal ‘serbest piyasa’ ilkelerinin bir çırpıda ayaklar altına alındığını ve devletin bir kez daha göreve çağrıldığını görüyoruz. Ve kuşkusuz, kapitalist devletlerin kriz yönetme becerileri geçmiş dönemlere kıyasla bugün çok daha artmış, ellerindeki araçlarsa çeşitlenmiş durumda. Yine de krizden çıkış henüz ufukta görünmüyor. Zira, devletin hazırladığı kurtarma ve teşvik paketleri doğrudan doğruya bütçe açıklarına yansıyor ve krizi aşmaya değil, zamana yaymak suretiyle etkilerini kısmen hafifletmeye yarıyor. Öte yandan, bütçe açıkları da, çeşitli yollardan er ya da geç emekçi sınıfların sırtına yükleniyor. Böylece, bir kez daha, zararlar toplumsallaştırılıyor. Emekçi kitleleri daha çok tüketmeye davet eden sistem, tüketim kalemleri üzerine getirdiği dolaylı vergiler ve fiyat artışları ile, satın alma gücünü daha da kısıyor. Burjuva sınıfının ideologları, işsiz kalan, geliri azalan insanların daha çok tüketebileceğini, krizin de bu şekilde aşılabileceğini hayal ediyorlar.

Bu çelişkinin yanı sıra önem taşıyan bir diğer husus, devlet müdahalesinin içeriğine dair. Devletin hangi sektörlere ne şekilde müdahale edeceği, kurtarma ve teşvik paketlerinin neleri içerip neleri içermeyeceği, genellikle sermaye kesimleri arasındaki güç ilişkilerine bağlı olarak şekilleniyor. ‘Krizi fırsata çevirmek’ ifadesi bu çerçevede somut bir içerik kazanıyor: kim ne alacak, devletin şefkatli eli kimi bataklıktan çıkaracak, kimleri kaderine terkedecek? Süreç genel olarak büyük burjuvazinin lehine işlemekle birlikte, aynı zamanda, büyük burjuvazinin kendi içinde de bir hesaplaşma yaşanıyor. Bazı büyük sermayeler tasfiye olurken, bazıları süreçten daha da güçlenerek çıkıyor.

Türkiye özelinde krizin ileri kapitalist ülkelerdekinden daha farklı biçimde yaşandığını ve buna bağlı olarak alınan ‘tedbirlerin’ farklılaştığını söylemek mümkün. Öncelikle, bankacılık kesiminde, şimdilik, krize dair belirgin bir işaret görünmüyor (bankacılık sektörünü yazının daha sonraki bölümlerinde ele alacağız). Bu durum, bilindiği gibi, ilk aylardaki ‘kriz teğet geçiyor’ söylemine zemin hazırlamıştı. ‘Reel kesim’ denilen sanayi sektörleri birbiri ardına krize girerken, hükümet, 29 Mart seçimlerini göz önünde tutarak, oyalama taktiklerine başvuruyor ve “dünya batıyor, ama biz ayaktayız” algısını yaratmaya yönelik propaganda yapıyordu. Bu dönemde uygulamaya konulan en önemli ‘tedbirler’, bazı ürünlerde ÖTV ve KDV indirimleri öngören kararlar oldu. Tabii, bu arada, yerli ‘yatırımcıların’ hisse senedi kazançları üzerinden alınan stopaj sıfıra indirilerek ‘yerli’ ve ‘yabancı’ rantiyelere bu konuda tam bir eşitlik de sunulmuştu. Ancak, bunu şimdilik geçebiliriz.

VERGİ İNDİRİMLERİ

Getirilen vergi indirimlerini hatırlayalım: (i) 1600 cc’ye kadar olan otomobillerde ÖTV oranı yüzde 37’den yüzde 18’e, (ii) beyaz eşya ve elektronik eşyada ÖTV yüzde 6.7’den sıfıra, (iii) bilgisayar, bilişim ve iş makineleri, mobilya ve büro makinelerinde KDV yüzde 18’den yüzde 8’e, (iv) 150 m² ve üzeri konutlarda KDV yine yüzde 18’den yüzde 8’e indirilmişti. Hükümetin açıklamasına göre, bütçeye, motorlu araçlardaki ÖTV indiriminin 610 milyon TL, konut satışlarındaki KDV indiriminin 500 milyon TL, mobilyadaki KDV indiriminin 200 milyon TL ve beyaz eşyadaki ÖTV indiriminin 80 milyon TL ilave yük getireceği hesaplanmıştı.

Vergi indirimleri sermaye kesimleri tarafından genellikle olumlu karşılanırken, tedbirlerin ‘piyasayı’ canlandırmakta yetersiz kalacağı da belirtilmekteydi. Örneğin, 150 m² ve üzeri konutlara getirilen 10 puanlık KDV indirimi, özel olarak TOKİ için getirilmiş gibiydi. Bu tür ‘lüks’ sayılabilecek büyüklükteki konutlar, Türkiye’de toplam konutların ancak yüzde 5’ini oluşturuyor. Ve bunların önemli bir kısmı, TOKİ ile AKP’li müteahhitlerin ‘hasılat paylaşımı’ yoluyla gerçekleştirdikleri lüks konut projelerinin henüz satılamayan kısımlarını içeriyordu. Bir başka deyişle, hükümet, önceliği, konut-inşaat sektörü için genel bir canlanma yaratmaya ve ‘dar gelirli’ vatandaşın konut ihtiyacını karşılamaya değil, TOKİ ile bazı yandaş inşaat firmalarının acil ihtiyaçlarına vermiş oldu. Bu durum, beklentilerini daha yüksek tutmuş olan diğer AKP’li müteahhitlerin bile tepkisini çekti. Bir süredir ödeme güçlükleri yaşadığı bilinen ve son olarak konut taksitlerine yüzde 4 zam yapan TOKİ ise, hükümet tarafından zaten uzun zamandır koruma altına alınmıştı.

Elektronik ve beyaz eşyaya getirilen ÖTV indirimi de, hiç kuşkusuz sektörün tekelleri olan Vestel ve Arçelik-Beko gibi firmalara yaradı. Kendi markaları ile imalat yapmanın yanı sıra birçok yabancı markanın da Türkiye satışlarını yürüten bu firmalar, daha Şubat ayından itibaren “ÖTV ve KDV bizden” gibi kampanyalarla fiyatları aşağı çekmişlerdi. Bu ortamda hükümet, “Hayır, sizden değil bizden” diyerek, olaya müdahale etmiş oldu. Böylece, sektörde satışlar ortalama yüzde 30 arttı ve örneğin Vestel’in satışları kriz öncesi rakamlara yaklaştı. Bununla birlikte, bu, yalnızca stokların eritildiği ve tekellerin geçici bir nefes aldığı anlamına geliyor. Kriz öncesinde üretimin yüzde 80-90’ını dış piyasa ve özellikle de Avrupa pazarı için yapan beyaz eşya ve elektronik firmalarının ‘kurtuluşu’, dünya genelindeki ekonomik canlanmaya bağlı.

Bu noktada, kapitalist devletin içine düştüğü bir diğer önemli çelişki görünür hale geliyor. Son yıllarda Türkiye ekonomisinin dünya kapitalizmi ile entegrasyonu olağanüstü bir düzeye erişti. Örneğin, dış ticaret (ithalat+ihracat) rakamları Gayrisafi Milli Hasıla’nın yarısını geçti (TÜİK daha sonra GSMH büyüklüğünü ‘yukarı doğru revize ettiği’, yani şişirdiği için, dış ticaretin GSMH içindeki payı yüzde 40’lar civarına geriledi, oysa gerçekte daha yüksekti). Öte yandan, salt dış ticaret rakamları değil, (portföy yatırımı, doğrudan yatırım, kredi gibi) çeşitli biçimler altındaki sermaye giriş ve çıkışları da muazzam boyutlara ulaştı. Örnek olarak, kriz patlak verdiğinde Türkiye’de özel şirketlerin dış dünyaya borçları 200 milyar dolara yakındı. Böyle bir ortamda, sermayenin uluslararasılaşmasının olağanüstü hızlandığı bir durumda, krizi aşmak için getirilen ulusal ölçekli tedbirler, doğal olarak belirleyici bir etki yaratamıyor. Yalnızca, bazı sermaye kesimlerini ayakta tutmayı, bazılarını destekler görünmeyi ve fırsattan istifade ederek emekçileri daha da ezmeyi amaçlıyor.

Benzer bir durum, otomobil satışlarında ÖTV indirimi için de söz konusu. Bilindiği gibi, Türkiye’de otomobil üreten en büyük firmalar (Oyak-Renault, Toyota, Tofaş-Fiat, Ford Otosan), kriz öncesinde üretimlerinin yüzde 70-80 gibi bir kısmını dış pazarlar için yapıyorlardı. Kriz nedeniyle dış pazarlar aniden daralınca, sektörde, yaklaşık 150 bin civarında araç stoklarda birikmişti. Stokların eritilmesi için iç piyasanın geçici bir süre canlandırılması gerekiyordu ve ÖTV indirimi tam da bunu sağladı. İndirimin devreye girdiği Mart-Mayıs ayları içinde, Fiat 27.500, Renault 22 bin, Ford 21.500, Hyundai 18.600, Volkswagen 12 bin, Toyota 9.700, Peugeot 9.500, Opel 9.200, Honda ise 5 bin araç sattı. Toplamda, iç pazarda neredeyse 50 bin araç satan Koç grubu ve 22 bin araç satan Oyak-Renault, ÖTV indiriminden en fazla yararlanan sermaye grupları oldular. Buna karşılık, Toyota ve Honda gibi fazla stok tutmayan firmalar, indirimlerden yeterince yararlanamadılar. ÖTV indirimi yapılmasaydı, oto firmaları stoklarını eritmek için mecburen fiyat indirimlerine gideceklerdi. Ve ÖTV indirimi sayesinde, fiyat indiriminin maliyeti (ki, bir otomobilin fiyatı 25 bin TL olarak alınırsa, araç başına yaklaşık 5 bin TL’dir) kamu maliyesi tarafından karşılanmış oldu. Dahası, söz konusu firmalar, ÖTV indirimini fiyatlara birebir yansıtmayarak da ilave kârlar elde ettiler. İktisatçı Ercan Türkan’ın yaptığı bir araştırmaya göre, vergi indirimleri, otomobilde, Nisan ayında ancak yüzde 64 oranında fiyatlara yansıtılmıştı. Aynı ay içinde, vergi indiriminin beyaz eşya fiyatlarına yansıması da ancak yüzde 73’tü. Buna karşılık, mobilya ve bilgisayarda, vergi indirimlerini de aşan fiyat azalışları gerçekleşmişti. Kısacası, özellikle otomobil ve beyaz eşya firmaları, başta Koç grubu, Oyak, ithalatçı Doğuş, Zorlu (Vestel) gibi gruplar, ÖTV ve KDV indirimlerinden maksimum yarar sağlamış, ‘tüketiciyi’ bir kez daha kazıklamış oldular.

Göründüğü  kadarıyla, hükümetin ilk etapta getirdiği vergi indirimleri, üretim ve ticareti bir arada yürüten büyük holdinglere ciddi bir nefes alma olanağı yarattı. Kuşkusuz, bu olanak söz konusu şirketlerde çalışan işçilere tanınmadı. Örneğin, Tofaş, kriz döneminde (taşeronlarla birlikte) yaklaşık üç bin işçiyi işten çıkarmış, bin işçiye de ücretsiz izin vermişti. Bunun yanı sıra, hükümetin sermaye kesimine sağladığı bir diğer olanak, ‘kısa çalışma ödeneği’ oldu. Buna göre, kriz nedeniyle çalıştırılmayan işçilere, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan üç ay süreyle 266 TL ile 533 TL arasında değişen bir ödenek sağlanmaktaydı. Sonraları altı ay daha uzatılan kısa çalışma ödeneğinden en fazla yarar sağlayanlar, yine otomobil firmaları oldu. Örneğin, Tofaş 3.600, Renault 4.600, Ford Otosan 6 bin işçi için ‘kısa çalışma ödeneği’ başvurusu yapmışlardı (Tofaş, daha sonra, başvurusunu geri çekti). Böylece, büyük otomotiv tekelleri, hem stoklarını eritmiş, hem de firmalarında çalışan uzman kadroları ellerinde tutmuş oldular.

Türkiye’de krize karşı alınan tedbirler içinde, 29 Mart seçimlerine kadar olan dönem, ‘birinci raund’ olarak nitelenebilir (ikinci raundu, seçim sonrasında açıklanan teşvik paketi oluşturuyor). Bu ilk raundun tartışmasız galipleri Koç ve Oyak grupları oldu. Koç grubu, tekel konumunda olduğu dört sektörün ikisinde (otomotiv ve elektronik/beyaz eşya) sırtındaki yükün önemli bir kısmını devlete yüklerken, diğer iki sektörde de (bankacılık ve enerji-petrol) kayda değer avantajlar elde etti (bunlara yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğiz). Buna karşılık OYAK, birkaç cephede birden saldırıya geçti : (i) Erdemir ve İsdemir’de işçi ücretlerini yüzde 35 indirdi, (ii) otomotivde ÖTV indiriminden en çok yarar sağlayan gruplardan biri oldu, (iii) zor duruma düşen şirketleri satın almaya başladı, (iv) bir de son olarak, fazla göze çarpmayan bir biçimde, hükümetin yassı demir çelik ürünlerinde gümrük vergisini 8 puan arttırması ile büyük bir avantaj elde etti. Erdemir, 25 Haziran – 6 Temmuz arasında kademeli olarak, sıcak sac fiyatını 430 dolardan 500 dolara, soğuk sac fiyatını ise, 480 dolardan 550 dolara yükseltti. İç piyasanın yüzde 40’ını elinde tutan Erdemir, bu şekilde yeni bir vurgun daha gerçekleştirmiş oldu. Öte yandan, Erdemir’in yanı sıra, Borçelik’te ortağı Arcelor Mittal ile yassı sac üreten ve Erdemir’in toptan satışlarda öncelik verdiği Borusan gibi gruplar da, gümrük vergisinin ve fiyatların artışı sayesinde büyük bir vurgun gerçekleştirdiler. Zira, ilk elde 500-550 dolar olan fiyatlar, karaborsada 800 dolara kadar yükseldi. Böylece, demir çelik piyasasını elinde tutan Erdemir ve Borusan, perde arkasındaki uluslararası tekel Arcelor Mittal ile birlikte, krizi fırsata çevirmenin parlak bir örneğini sergilediler.

Yazının bundan sonraki bölümünde, krize karşı alınan diğer ‘tedbirleri’  ve Haziran ayı başında açıklanan ‘teşvik ve istihdam’  paketini ayrıntılı olarak ele alarak, krizi fırsata çeviren sermaye kesimlerini daha yakından sergilemeye çalışacağız.

Kapitalizmin küresel krizinin patlak vermesi ile birlikte, başta ABD olmak üzere hemen tüm kapitalist ülkelerde büyük ölçekli ‘kurtarma’ ve ‘teşvik’ paketleri hazırlandı. ‘Hepimiz Keynesçiyiz’ sloganı benimsenerek, devletin para ve maliye politikaları devreye sokuldu. Geçmiş dönemlerdeki krizlerden (özellikle de 1929 krizinden) çıkartılan derslerle, kapitalist dünya, fazla tartışmadan, hızlı biçimde ‘kriz yönetimi’ düzenine geçti. Bu durum, sermaye içi çatışmaların kısmen ikinci planda kaldığı ve önceliğin kapitalist sistemi ayakta tutmaya yönelik düzenlemelere verildiği anlamına geliyordu. İlk elde, sistemin kalbi niteliğini taşıyan ve çöküş noktasına gelen finans sektörüne yönelik büyük kurtarma paketleri devreye girdi. Birçok finansal kuruluşu, banka ve sigorta şirketi kamulaştırıldı, bazıları birleştirildi, önemli bir kısmına da sermaye desteği sağlandı. ABD’de JP Morgan Chase ve İngiltere’de HSBC gibi büyük firmalar, bu evreyi fazla hasar görmeden ve hatta daha da güçlenerek atlattılar. Örneğin JP Morgan Chase, kriz sayesinde satın aldığı (ve alım esnasında binlerce çalışanını işten çıkardığı) Bear Stearns ve Washington Mutual gibi dev finans kuruluşları ile, kriz öncesine göre çok daha güçlü bir konuma geldi.

 

Kriz vurguncuları – 3

Kriz konjonktüründe yürürlüğe giren tedbirleri ve bunlardan kimlerin yararlandığını incelemeye devam ediyoruz.

Hatırlanacağı gibi, 29 Mart yerel seçimleri öncesinde hükümet bazı ürünlerde büyük oranlı ÖTV indirimlerine gitmiş, indirimler, özellikle otomotiv ve beyaz eşya tekellerine (Koç, Oyak, Doğuş, Zorlu) stoklarını eritme ve fiyatlarla oynayarak ilave kâr elde etme olanağı yaratmıştı. Yassı demir çelik ürünlerinde ithalat vergisinin arttırılması da, fiyatları yukarı çeken Erdemir (Oyak) ve Borusan gibi büyük imalatçılara yaramıştı. Ancak, esas ‘paket’ seçim sonrasına bırakılmıştı.

Haziran ayı  başında açıklanan yeni tedbirler paketi, üç eksene oturuyor: (i) yeni yatırım teşvik sistemi, (ii) istihdama yönelik program ve (iii) KOBİ’lere kredi garanti desteği. Bu eksenlere, sondan başlayarak, kısaca bakalım.

KOBİ’LERE KREDİ  GARANTİ DESTEĞİ

Yıllık cirosu 25 milyon TL’nin altında ve çalışan sayısı 250’den az olan işletmelerin bulacakları kredilerin üçte ikisine Hazine kefil oluyor. Buna göre, devletin KOBİ’lere kredi açması değil, kredi bulmalarını kolaylaştırması söz konusu. Kredi yine bankalar tarafından açılacak. Böylece Hazine, bankaların kredi geri dönüşlerinde yaşadıkları sorunlar için örtülü bir garanti getirmiş oluyor. Bilindiği gibi, son dönemde şirketler kesimine kredileri azaltan bankalar, geri dönüşü daha az sorun yaratan tüketici kredilerine yönelmişlerdi. Dolayısıyla, destek, KOBİ’lerin yanında asıl olarak bankalara getirilmiş gibi görünüyor.

İSTİHDAM PROGRAMI

Hükümetin ‘istihdamı teşvik etme’ adı altında son iki yıldır emeğe yönelik saldırıyı bir hayli şiddetlendirdiği biliniyor. Kamuoyuna ‘500 bin işsize iş sağlıyoruz’ diye lanse edilen yeni paket de, bu yönde ‘açılımlar’ getirdi. 120 bin işsize 6 aya kadar geçici iş, 100 bin lise mezunu gencin özel sektörde 6 aya kadar stajyer olarak çalıştırılması, 200 bin işsize meslek eğitimi, 10 bin kişiye ‘girişimcilik’ eğitimi gibi düzenlemeler öngören paket, işsizlik sorunu ile ciddi bir yüzleşmeyi kesinlikle içermediği gibi, bir yandan asgari ücreti fiilen ortadan kaldırarak, bir yandan da maliyetleri İşsizlik Sigortası Fonu’na yıkarak, burjuvazinin krizi fırsata çevirme becerisinin yeni bir örneğini sunuyor (ayrıntılı bir değerlendirme için Özgür Müftüoğlu’nun 207. sayıdaki makalesine bakılabilir). Bu örnekte de, desteğin işsizlere değil, burjuvaziye verildiği açıkça görülüyor.

YATIRIM TEŞVİK SİSTEMİ

Yeni yatırım teşvik sistemi, 2010 yılı sonuna kadar gerçekleştirilecek yeni yatırımlar için söz konusu. Bir başka deyişle, teşvik, hali hazırda zor durumda olan işletmelere değil, yeni yatırımlara veriliyor. Kriz ortamında yatırım yapabilecek durumda olan sermayeler, böylece ek bir desteğe kavuşuyor.

Yeni sistem, bölgesel, sektörel ve ölçeğe dayalı üçlü bir katmanlaşma öngörüyor. Türkiye coğrafyası dört bölgeye ayrılırken, 1. ve 2. bölgeleri ağırlıklı olarak Marmara ve Akdeniz, 3. ve 4. bölgeleri ise Doğu ve Güneydoğu ile İç Anadolu oluşturuyor. Sistem, yüzde 20 olan Kurumlar Vergisi’nin bölgeye ve sektöre göre yüzde 2-10 arasına çekilmesini, yüzde 30-70 arası değişen oranlarda yatırım katkılarını ve SSK işveren priminin 2 ila 7 yıl arasında değişen süreler için devlet tarafından karşılanmasını getiriyor. Yatırım kredileri için değişen oranlarda destek, makine-teçhizat alımlarında KDV ve gümrük vergisi muafiyeti ve yeni yatırımlara Hazine’den arazi tahsisi gibi ilave destekler de söz konusu. Kısacası, ‘girişimciler’ için fabrika kurma maliyetleri olağanüstü düş(ürül)müş durumda. Yeni yatırım maliyetlerinin büyük kısmı kamu kaynaklarınca karşılanıyor, yanitoplumsallaştırılıyor.

Sektörel bazda bakıldığında, 3. ve 4. bölgelerde emek yoğun, 1. ve 2. bölgelerde ise teknoloji yoğun yatırımlara daha fazla destek veriliyor. Nitekim tekstil tesislerinin 4. bölgeye taşınması için ek teşvikler getirilmiş (örneğin, taşınma masraflarını Hazine karşılıyor). Tekstil sektörünün doğuya kaydırılması yönünde çalışmalar yapıldığı, bölgesel asgari ücret talebinin de bu kapsamda gündeme getirildiği bilinmekteydi. Ayrıca, tekstilde son yıllarda yurtdışına (özellikle Mısır’a) ciddi miktarda sermaye göçü yaşanmıştı. Sanayi Bakanı, bu paketle, yeni tekstil yatırımlarını ülke içine geri çekmeyi amaçladıklarını açıkladı. “Türkiye Avrupa’nın, Kürt illeri de Türkiye’nin Çin’i olsun” fikri adım adım hayata geçiyor.

Yeni sistemin bir özelliği de büyük sermayeleri daha çok desteklemesi. Sistem, 12 sektördeki büyük proje yatırımlarına özel teşvikler getiriyor (kimyasal madde imalatı, rafine edilmiş petrol ürünleri, transit boru hattıyla taşımacılık, motorlu kara taşıtları imalatı, lokomotif-vagon imalatı, liman hizmetleri, elektronik, ilaç ve tıbbi aletler, hava taşıtları, makine imalat ve madencilik). ‘Büyük proje’ tanımının alt sınırı ise her bir sektör için farklılaşıyor. Doğal olarak, alt sınırların, büyük sermayelerle ve sermaye örgütleri ile yoğun bir istişare süreci sonucunda belirlenmiş olduğunu düşünmek gerekiyor. Örneğin, elektronikte 1 milyar TL’lik yatırımı, yalnızca Koç’un Arçelik-Beko’su ile Zorlu’nun Vestel’i yapabilecek durumda. Manisa ili 3. bölge kapsamına alındığına göre, Manisa Vestel tesislerinde (olasılıkla LCD televizyon üretimi için) büyük bir yatırım gerçekleşmek üzere diye düşünmek mümkün.

‘Büyük proje yatırımları’ tanımlamasında dikkat çeken bir diğer husus, özel olarak Çalık grubuna getirilen ayrıcalıklar. Örneğin, ‘transit boru hatları ile taşımacılık’ sektöründe yeni yatırım yapacak olan tek firma, Çalık grubu. Çalık, İtalyan ortağı ENI ile birlikte talip olduğu Samsun-Ceyhan petrol boru hattı projesini hükümetten ihalesiz olarak almıştı. İleride İsrail’e kadar uzatılması gündemde olan Samsun-Ceyhan hattı, petrolün yanı sıra doğalgaz ve su iletimini de sağlayacak biçimde tasarlanıyor. Türkiye, yalnızca doğu-batı ekseninde değil, aynı zamanda kuzey-güney ekseninde de ‘enerji koridoru’ haline getiriliyor.

Bilindiği gibi, boru hattı inşası teknolojik açıdan aslında hayli basit ve Türkiye’de 40-50 yıldır yapılan bir iş (örneğin, 1960’lı yılların başlarında 493 kilometrelik İskenderun-Batman ham petrol boru hattı inşa edilmişti). Böyle bir işin “yüksek teknoloji ve sermaye gerektiren, ülkemizin teknoloji ve Ar-Ge kapasitesini artıracak ve ülkemizi üretim yapısı açısından bir ileri aşamaya götürecek” projeler kapsamına alınması epey şaşırtıcı. Daha doğrusu, ‘Çalık faktörü’ dikkate alınmadığında şaşırtıcı olabilirdi.

Çalık grubunun büyük yatırım kapsamına giren bir diğer projesi ise, Ceyhan’da rafineri inşası. Doğan grubuna (Petrol Ofisi) verilmeyen rafineri izninin Çalık’a verilmesi, geçen yıl hükümetle Doğan grubu arasında yaşanan çatışmanın nedenlerinden biri olmuştu. Her ne kadar Çalık’ın rafineri ortağı Indian Oil kriz nedeniyle bu yatırımı şimdilik askıya aldığını açıklamış olsa da, Çalık’ın arkasındaki hükümet desteği, projenin gerçekleşme aşamasına geldiğini düşündürüyor.

AKP’NİN YILDIZI ÇALIK

Türkiye’de her siyasal iktidarın bazı sermayedarları/sermaye gruplarını özel olarak beslediği bilinen bir gerçek. Çalık da, AKP iktidarına en yakın sermaye gruplarından biri. O kadar yakın ki, Başbakan’ın damadı Berat Albayrak, 2007 yılında, henüz 29 yaşındayken Çalık grubuna CEO yapıldı. Aynı yıl içinde, Çalık grubu, TMSF’den Sabah-ATV medyasını satın aldı. Satış bedeli 1.1 milyar dolar olan Sabah-ATV için, Çalık’a kamu bankaları (Vakıfbank ve Halk Bankası) 750 milyon dolar kredi vermiş, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu bile kredilerde birçok usulsüzlük belirlemişti.

Çalık ailesi, 1930’lardan beri tekstil sektöründe. Malatya’da birkaç fabrikası var (Anateks, İpaş, Gap Tekstil). Aileden Ahmet Çalık, asıl olarak 1990’lı yıllarda, Türkmenistan yatırımları ile adını duyurdu. Bu dönemde bağımsızlığını yeni kazanan Türkmenistan’da, ‘Türkmenbaşı’ Saparmurat Niyazov devlet başkanıydı. Türkmenbaşı ile yakın ilişki kuran Çalık, bu ülkede tekstil bakanı yardımcılığı yaptı. Türkmen Tekstil Bakanlığı ile ortak olarak birkaç tane büyük fabrika kurdu. Grup, Türkiye ve Türkmenistan tesislerinde, ağırlıklı olarak denim kumaş (kot kumaşı) üretiyor ve Lee, Levi’s, Wrangler gibi büyük imalatçılara satıyor. Tekstilin yanı sıra, Çalık’ın Gap İnşaat adlı şirketi de, Türkmenistan’da birçok inşaat işi gerçekleştirdi. 2005-2006 yıllarında, Çalık, bu ülkede, yılda ortalama 750 milyon dolarlık inşaat işi yapmaktaydı.

1990’larda Türkmen bağlantıları ile büyüyen Çalık grubu, enerji sektörünü  gözüne kestirdi ve AKP döneminde, özelleştirilen Bursagaz ve Kayserigaz doğalgaz dağıtım şirketlerini aldı. Daha sonra, her iki şirketi de, Alman EWE’ye sattı. Ancak, enerji sektöründen çıkmadı ve petrol işkoluna yöneldi. Samsun-Ceyhan petrol boru hattı işinin yanında, birçok bölgede petrol sondaj çalışmaları başlattı, ayrıca Çalık Enerji Petrol adlı şirketi için akaryakıt dağıtım izni aldı. Dolayısıyla, Çalık, akaryakıt sektöründe petrol çıkarımından boru hattı taşımasına, rafinajdan dağıtıma kadar tüm halkaları birleştiren entegre bir yapı oluşturmak için harekete geçmiş durumda. Akaryakıt tekellerinin (Opet, Petrol Ofisi, Shell, Total, BP) diledikleri gibi fiyat belirlemelerine ses çıkarmayan EPDK’nın da birdenbire ‘tavan fiyat’ uygulamasına geçmesi, sektörde Çalık’a yer açmak için yapılmış bir girişim olarak yorumlanmıştı.

Son yıllarda, Çalık grubunun faaliyetini yoğunlaştırdığı bir diğer ülke, Arnavutluk. Çalık, bu ülkede, eskiden Kentbank’a ait olan ve TMSF’ye devredilen bir bankayı (BKT) satın aldı. Ayrıca, yine özelleştirilen Arnavutluk telekom şirketi Albtelekom’u ve GSM operatörü Eagle Mobile adlı şirketi Vakıfbank kredisi ile ele geçirdi. Kuşkusuz, Arnavutluk küçük bir ülke, ama bu ülkede, ikinci en büyük bankaya, ulusal telekom şirketine ve bir GSM operatörüne sahip olan Çalık, hayli etkili bir konuma sahip.

Çalık örneği birkaç açıdan ilginç. Uzun yıllar tekstil sektöründe faaliyet göstermiş olan bir sermaye grubu, politik ilişkileri sayesinde hızla yeni sektörlere (bankacılık, telekom, medya, enerji) uzanıyor. Öte yandan, AKP’nin, Koç, Oyak, Zorlu gibi büyük sermaye gruplarının taleplerini hemen her zaman karşılamakla birlikte, kendisine yakın bir gruba özel destekler sağladığı da görülebiliyor. Kriz, bu tarz özel destekler için uygun bir ortam yaratıyor. Son olarak, Çalık’ın Arnavutluk ve Türkmenistan’da elde ettiği konum, Türkiye kapitalizminin ‘emperyal’ kapasitesini sergiliyor. Türkiye’nin büyük burjuvazisi, üç bölgeyi, Ortadoğu’yu, Balkanlar’ı ve Kafkasya ile Orta Asya’yı kendi hinterlandına dönüştürmek için uğraşıyor. Bunu, elbette ki, bağımsız bir güç olarak değil, daha ziyade ‘taşeron’ denilebilecek bir biçimde yapıyor.

Bununla birlikte, kriz, Türkiye ekonomisini birçok ülkeden daha fazla etkilemiş durumda. Emperyal ‘açılımlar’, derinleşen kriz ortamında hayata geçiriliyor. Dolayısıyla, her adım, ekonomik ve siyasi boyutları birbirinden ayırt etmenin zor olduğu kaygan bir zeminde atılıyor. Yakın dönem Türkiye ekonomisindeki dönüşümlere kısaca bakarak, gidişatın nereye doğru olduğunu ve krizin muhtemel etkilerini öngörmeye çalışabiliriz.

‘DIŞA AÇILMA’ VE KRİZ

1989-2001 arasında Türkiye ekonomisi, uzun vadede sürdürülemez nitelikte olduğunu herkesin az çok bildiği bir işleyişe dayanmaktaydı. Finans kesiminin altın çağı olan bu dönemde, bankalar dünya piyasalarından topladıkları para-sermayeyi devlete yüksek faizle borç olarak veriyor; devlet iç borçları şişerken, bankaların elinde muazzam miktarda artı değer birikiyordu. Fırsatı kaçırmak istemeyen büyük sermaye grupları, bankacılık sektörüne adeta akın ettiler ve her biri en az bir bankaya sahip oldu. Bu mekanizmanın son durağı 2001 kriziydi. Büyük bir tasfiye süreci ile verimsiz sermayeler elendi ve kısa sürede, Derviş yasaları ile yeni dönemin kuralları oluşturuldu. Bir sonraki dönem olan 2002-2008 arası yıllarda, dünya genelindeki ‘likidite bolluğu’nun da rüzgarı sayesinde, ’90’larda finansal alanda elde edilen birikim, üretken yatırımlara, sanayi sektörlerine kaydırıldı. Büyük sermaye grupları, banka satmaya ve (yurtiçinde ve yurtdışında) şirket ya da gayrimenkul satın almaya yöneldiler. Birleşme ve satın almaların yaygınlaşmasıyla, hemen tüm sektörlerde konsolidasyon yaşandı. Sürecin bir ayağını da, AKP hükümetinin hızlandırdığı büyük özelleştirmeler oluşturdu. Tüpraş, Erdemir, Petkim, Türk Telekom gibi özelleştirmelerle, büyük sermaye tekelci gücünü pekiştirdi ve yeni birikim alanları elde etti.

1989-2001 ve 2002-2008 dönemleri, sermaye birikiminin genel çerçevesinde kırılma ve dönüşümlerle ayırt edilebiliyor. Kabaca, birinci dönemde para-sermayenin, ikinci dönemde ise üretken sermayenin öne çıktığı söylenebilir. Bununla birlikte, her iki dönem arasında belirgin ve birbiri ile bağlantılı süreklilikler de mevcuttu. Nitekim Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmi ile bütünleşmesi, yıldan yıla derinleşti. Türkiye kökenli sermayenin dış pazarlara açılma sürecine baktığımızda, ana hatları ile, 1980’lerde ağırlıklı olarak dış ticaret (ihracat) üzerinden ilerleyen ‘dışa açılma’ sürecinin, 1990’larda finans ve 2000’li yıllarda üretim alanlarına uzanarak yeni boyutlar kazandığını görmekteyiz. Türkiye burjuvazisi, dünyanın dört bir yanında, ama ağırlıklı olarak yakın coğrafyalarda, yani SSCB’nin dağılması ile oluşan Kafkas ve Orta Asya ülkelerinde, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da gerçekleştirdiği yatırımlarla uluslararası pazarlara yayıldı. Buna eşlik eden bağlantılı süreç ise, emekçiler üzerindeki baskının giderek şiddetlenmesiydi. Türkiye burjuvazisi, dışa açıldıkça, emekçileri daha fazla ezmeye yöneldi. Dünya pazarlarında yer alabilmek için, uzun çalışma saatlerini, esnek çalışmayı, düşük ücretleri, köle ticaretini kural haline getirdi. Birbiri ardına çıkartılan her emek karşıtı yasa, sermayenin daha ileri talepleri için zemin yarattı. Öyle görünüyor ki, sıra, kıdem tazminatının kaldırılmasına ve bölgesel asgari ücretin yasallık kazanmasına gelmiş durumda.

Şimdilerde yaşananlar, 2002-2008 arası dönemde ana çizgileriyle geçerli olan çerçevenin ömrünü tamamladığı anlamına geliyor. Dünya genelinde, 2002-2007 arası dönemi karakterize eden kredi bolluğunun en azından birkaç yıl için sona erdiği kesin. 1990’lardan itibaren finans alanında oluşturulan ve kredilerde muazzam bir genişlemeye yol açan araçlar (hedge fonlar, türev araçlar, ‘toksik’ kağıtlar, vergi cennetleri vb.), yeni düzenlemelere tabi tutuluyor. Bir anlamda, sistemin kalbi olan finansal sektör yeniden yapılanacak ve şu an için elde herhangi bir reçete bulunmuyor. Dünya kapitalizminin 1970’lerin başlarında yaşadığı büyük krizin ardından neoliberal politikalara yönelişinin neredeyse on yıl sürdüğü hatırlanırsa, önümüzde el yordamıyla ilerlenecek ve deneme-yanılmalarla şekillenecek bir dönemin açıldığı tahmin edilebilir. Arayışların ne kadar süreceği elbette ki belli değil, ama burjuvazi, en az birkaç yıllık bir geçiş sürecine hazırlanıyor. Söz konusu geçiş, büyük olasılıkla, bazılarının beklediği türde devletçi bir ekonomiye ve ‘refah devleti’ne değil, daha dizginsiz bir ‘küreselleşme’ye doğru olacaktır. Zira belirli bir büyüklüğe ulaşan, uluslararası düzleme sıçrayan sermayelerin bundan geri adım atmaları beklenemez.

Örneğin, son on yılda yeni kapasitelerle başta Avrupa pazarı olmak üzere dünya geneline ihracat için yapılanan ve üretimi de uluslararası düzeye taşıyarak yurtdışında fabrikalar kuran Türkiye kökenli büyük gruplar (Koç, Sabancı, Şişecam, Eczacıbaşı, Anadolu grubu, Zorlu vb.), bir süre için iç pazara ağırlık verseler de, herhalde uzun vadede dış pazarlardan vazgeçmek lüksüne sahip değiller. Sermaye birikiminin bir sonucu olan sürekli büyüme zorunluluğu, bireysel sermayeleri, büyümek ya da yok olmak ikilemi ile karşı karşıya getiriyor. 1980’lerden itibaren ‘dışa açılan’, daha doğrusu, sermayenin uluslararasılaşma sürecinde daha ileri bir düzeye sıçrayan Türkiye kapitalizmi, bazı dönemlerde geçici olarak iç pazara dönse de, uzun vadede uluslararası entegrasyonu sürekli olarak arttırmak durumunda ve isteğinde oldu. Örneğin, 1970’lerden itibaren yurtdışı taahhüt işleriyle büyüyen Türkiye kökenli inşaat firmaları, petrol fiyatlarının düşmesi nedeniyle Ortadoğu’da projeler yavaşladığında, 1980’lerde, birkaç yıl boyunca, Türkiye içinde hız verilen büyük altyapı projelerine yönelmişlerdi. SSCB’nin dağılmasını izleyen süreçte, büyük inşaat firmaları, hızla Rusya ve Orta Asya pazarına girdiler. Yine, 1989 Bahar Eylemleri’nin ardından açılan iki yıllık dönemde, Türkiye işçi sınıfı büyük bir mücadele ile ücretlerde ve diğer sosyal haklarda çeşitli kazanımlar elde ettiğinde, iç pazarın canlanması, burjuvaziyi, 1990’ların ilk yarısında yine birkaç yıllığına yurtiçine ağırlık vermeye itmişti. Bununla birlikte, bu tür içe dönme yılları, yalnızca geçici evreler olarak kaldı. Şimdi yaşanan, olasılıkla, çok daha kısa sürecek bir geri çekilme dönemi. Zira, Türkiye krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri olduğu için, diğer ülkelere kıyasla iç pazarı daha şiddetli bir daralma ile karşılaştı. Ayrıca, uluslararası pazarlar, ne kadar daralmış olsalar da, toplamda iç pazarla kıyaslanamayacak ölçüde büyük olanaklar sunuyorlar. Öte yandan, birikim sürecindeki her geri çekilmenin yeni bir sıçramanın zeminini oluşturduğu da görülüyor. Sermaye birikimi sınıf mücadelesi dolayımından geçerek şekillendiği için, emek hareketinin bu dönemdeki stratejilerini son derece bilinçli oluşturması hayati önem taşıyor.

Kriz sonrası  konjonktüre dair bir diğer ipucunu, bizzat krizin yarattığı çelişkili etkilerde görebiliyoruz. Hatırlanacağı gibi, OYAK, krize büyük bir nakit birikimi ile girdiğini ve dünya genelinde satın almak için şirket aramaya başladığını açıklamıştı. Yine, Ülker grubu dünyaca ünlü Godiva çikolata firmasını 2007 yılı sonunda satın alırken, henüz büyük bir kriz biçiminde patlak vermemiş olan, ama kendisini hissettirmeye başlayan finansal daralma, diğer alıcıların çekilmesine ve meydanın Ülker’e kalmasına yol açmıştı. ‘İslami sermaye’ olarak bilinen Ülker, son yıllarda birbiri ardına satın aldığı şirketlerle, gıda sektörünün hemen tüm alt kollarında (süt ürünleri, margarin, hazır gıda, meşrubat, hazır kahve vb.) tekelleşen dev bir gruba dönüştü. Yine aynı dönemde, 2000’li yıllarda, birçok ülkede (Kazakistan, Özbekistan, Romanya, Ukrayna, Cezayir, İran, S. Arabistan, Mısır) fabrikalar kurarak, uluslararası ölçeğe sıçradı.

Öte yandan, yalnızca bu küresel krizde değil, Türkiye’de patlak veren 2001 krizinde de, Türkiye kökenli tekellerin dünya genelinde şirket avına çıktıkları görülmüştü. Örneğin Koç grubu, 2001 krizinin fırtınalı günlerinde, Fransa’nın en büyük beyaz eşya üreticisi olan, ancak o dönemde ödeme zorlukları yaşayan Moulinex grubunu satın almak için teklif veren beş şirketten biriydi. Her ne kadar Moulinex’i alamasa da, Koç, 2000’li yıllarda, Avrupa genelinde birçok işletmeyi ele geçirdi ve pazar payını hızla arttırdı.

Kısacası, Türkiye kapitalizminin son yirmi-otuz yılda yaşadığı hızlı  uluslararasılaşma, krizle birlikte ve kriz sonrasında olasılıkla daha da hızlanacak ve derinlik kazanacaktır. Krizle mücadele için (Türkiye’den ziyade ABD ve Avrupa’da) devreye sokulan ‘Keynesyen’ tedbirlerin emekçiler açısından için kazanım anlamına geldiğini ya da kalıcı olacağını düşünmek için herhangi bir neden bulunmuyor. Kapitalizm, emekçi sınıfa önümüzdeki dönemde daha fazla kölelikten başka bir şey vaat etmiyor.

Bir sonraki sayıda, Türkiye’de bankaların kriz performanslarını inceleyerek konuya devam edeceğiz.

 

Kriz vurguncuları – 4

Türkiye’de kriz ortamından nemalanan ya da krizi fırsata dönüştüren sermayeleri ele alırken bankalar için ayrı bir sayfa açmak gerekiyor. Gerçekten de Türkiye’de bankalar, sanki genel bir kriz yokmuş gibi, kârlarını  büyük ölçüde arttırdılar: 2009 yılı Haziran ayı itibariyle bankacılık sektörünün toplam kârı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 32.6 artarak, 11 milyar TL düzeyine ulaştı. Kapitalist dünyada birbiri ardına banka iflasları yaşanmasına ve kriz öncelikle finansal alanda başlamasına rağmen, Türkiye coğrafyasında bankalar bu durumdan pek fazla etkilenmemiş görünüyorlar.

Okumaya devam et “Kriz vurguncuları – 4”

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑