Hatırlanacağı gibi, 29 Mart yerel seçimleri öncesinde hükümet bazı ürünlerde büyük oranlı ÖTV indirimlerine gitmiş, indirimler, özellikle otomotiv ve beyaz eşya tekellerine (Koç, Oyak, Doğuş, Zorlu) stoklarını eritme ve fiyatlarla oynayarak ilave kâr elde etme olanağı yaratmıştı. Yassı demir çelik ürünlerinde ithalat vergisinin arttırılması da, fiyatları yukarı çeken Erdemir (Oyak) ve Borusan gibi büyük imalatçılara yaramıştı. Ancak, esas ‘paket’ seçim sonrasına bırakılmıştı.
Haziran ayı başında açıklanan yeni tedbirler paketi, üç eksene oturuyor: (i) yeni yatırım teşvik sistemi, (ii) istihdama yönelik program ve (iii) KOBİ’lere kredi garanti desteği. Bu eksenlere, sondan başlayarak, kısaca bakalım.
KOBİ’LERE KREDİ GARANTİ DESTEĞİ
Yıllık cirosu 25 milyon TL’nin altında ve çalışan sayısı 250’den az olan işletmelerin bulacakları kredilerin üçte ikisine Hazine kefil oluyor. Buna göre, devletin KOBİ’lere kredi açması değil, kredi bulmalarını kolaylaştırması söz konusu. Kredi yine bankalar tarafından açılacak. Böylece Hazine, bankaların kredi geri dönüşlerinde yaşadıkları sorunlar için örtülü bir garanti getirmiş oluyor. Bilindiği gibi, son dönemde şirketler kesimine kredileri azaltan bankalar, geri dönüşü daha az sorun yaratan tüketici kredilerine yönelmişlerdi. Dolayısıyla, destek, KOBİ’lerin yanında asıl olarak bankalara getirilmiş gibi görünüyor.
İSTİHDAM PROGRAMI
Hükümetin ‘istihdamı teşvik etme’ adı altında son iki yıldır emeğe yönelik saldırıyı bir hayli şiddetlendirdiği biliniyor. Kamuoyuna ‘500 bin işsize iş sağlıyoruz’ diye lanse edilen yeni paket de, bu yönde ‘açılımlar’ getirdi. 120 bin işsize 6 aya kadar geçici iş, 100 bin lise mezunu gencin özel sektörde 6 aya kadar stajyer olarak çalıştırılması, 200 bin işsize meslek eğitimi, 10 bin kişiye ‘girişimcilik’ eğitimi gibi düzenlemeler öngören paket, işsizlik sorunu ile ciddi bir yüzleşmeyi kesinlikle içermediği gibi, bir yandan asgari ücreti fiilen ortadan kaldırarak, bir yandan da maliyetleri İşsizlik Sigortası Fonu’na yıkarak, burjuvazinin krizi fırsata çevirme becerisinin yeni bir örneğini sunuyor (ayrıntılı bir değerlendirme için Özgür Müftüoğlu’nun 207. sayıdaki makalesine bakılabilir). Bu örnekte de, desteğin işsizlere değil, burjuvaziye verildiği açıkça görülüyor.
YATIRIM TEŞVİK SİSTEMİ
Yeni yatırım teşvik sistemi, 2010 yılı sonuna kadar gerçekleştirilecek yeni yatırımlar için söz konusu. Bir başka deyişle, teşvik, hali hazırda zor durumda olan işletmelere değil, yeni yatırımlara veriliyor. Kriz ortamında yatırım yapabilecek durumda olan sermayeler, böylece ek bir desteğe kavuşuyor.
Yeni sistem, bölgesel, sektörel ve ölçeğe dayalı üçlü bir katmanlaşma öngörüyor. Türkiye coğrafyası dört bölgeye ayrılırken, 1. ve 2. bölgeleri ağırlıklı olarak Marmara ve Akdeniz, 3. ve 4. bölgeleri ise Doğu ve Güneydoğu ile İç Anadolu oluşturuyor. Sistem, yüzde 20 olan Kurumlar Vergisi’nin bölgeye ve sektöre göre yüzde 2-10 arasına çekilmesini, yüzde 30-70 arası değişen oranlarda yatırım katkılarını ve SSK işveren priminin 2 ila 7 yıl arasında değişen süreler için devlet tarafından karşılanmasını getiriyor. Yatırım kredileri için değişen oranlarda destek, makine-teçhizat alımlarında KDV ve gümrük vergisi muafiyeti ve yeni yatırımlara Hazine’den arazi tahsisi gibi ilave destekler de söz konusu. Kısacası, ‘girişimciler’ için fabrika kurma maliyetleri olağanüstü düş(ürül)müş durumda. Yeni yatırım maliyetlerinin büyük kısmı kamu kaynaklarınca karşılanıyor, yanitoplumsallaştırılıyor.
Sektörel bazda bakıldığında, 3. ve 4. bölgelerde emek yoğun, 1. ve 2. bölgelerde ise teknoloji yoğun yatırımlara daha fazla destek veriliyor. Nitekim tekstil tesislerinin 4. bölgeye taşınması için ek teşvikler getirilmiş (örneğin, taşınma masraflarını Hazine karşılıyor). Tekstil sektörünün doğuya kaydırılması yönünde çalışmalar yapıldığı, bölgesel asgari ücret talebinin de bu kapsamda gündeme getirildiği bilinmekteydi. Ayrıca, tekstilde son yıllarda yurtdışına (özellikle Mısır’a) ciddi miktarda sermaye göçü yaşanmıştı. Sanayi Bakanı, bu paketle, yeni tekstil yatırımlarını ülke içine geri çekmeyi amaçladıklarını açıkladı. “Türkiye Avrupa’nın, Kürt illeri de Türkiye’nin Çin’i olsun” fikri adım adım hayata geçiyor.
Yeni sistemin bir özelliği de büyük sermayeleri daha çok desteklemesi. Sistem, 12 sektördeki büyük proje yatırımlarına özel teşvikler getiriyor (kimyasal madde imalatı, rafine edilmiş petrol ürünleri, transit boru hattıyla taşımacılık, motorlu kara taşıtları imalatı, lokomotif-vagon imalatı, liman hizmetleri, elektronik, ilaç ve tıbbi aletler, hava taşıtları, makine imalat ve madencilik). ‘Büyük proje’ tanımının alt sınırı ise her bir sektör için farklılaşıyor. Doğal olarak, alt sınırların, büyük sermayelerle ve sermaye örgütleri ile yoğun bir istişare süreci sonucunda belirlenmiş olduğunu düşünmek gerekiyor. Örneğin, elektronikte 1 milyar TL’lik yatırımı, yalnızca Koç’un Arçelik-Beko’su ile Zorlu’nun Vestel’i yapabilecek durumda. Manisa ili 3. bölge kapsamına alındığına göre, Manisa Vestel tesislerinde (olasılıkla LCD televizyon üretimi için) büyük bir yatırım gerçekleşmek üzere diye düşünmek mümkün.
‘Büyük proje yatırımları’ tanımlamasında dikkat çeken bir diğer husus, özel olarak Çalık grubuna getirilen ayrıcalıklar. Örneğin, ‘transit boru hatları ile taşımacılık’ sektöründe yeni yatırım yapacak olan tek firma, Çalık grubu. Çalık, İtalyan ortağı ENI ile birlikte talip olduğu Samsun-Ceyhan petrol boru hattı projesini hükümetten ihalesiz olarak almıştı. İleride İsrail’e kadar uzatılması gündemde olan Samsun-Ceyhan hattı, petrolün yanı sıra doğalgaz ve su iletimini de sağlayacak biçimde tasarlanıyor. Türkiye, yalnızca doğu-batı ekseninde değil, aynı zamanda kuzey-güney ekseninde de ‘enerji koridoru’ haline getiriliyor.
Bilindiği gibi, boru hattı inşası teknolojik açıdan aslında hayli basit ve Türkiye’de 40-50 yıldır yapılan bir iş (örneğin, 1960’lı yılların başlarında 493 kilometrelik İskenderun-Batman ham petrol boru hattı inşa edilmişti). Böyle bir işin “yüksek teknoloji ve sermaye gerektiren, ülkemizin teknoloji ve Ar-Ge kapasitesini artıracak ve ülkemizi üretim yapısı açısından bir ileri aşamaya götürecek” projeler kapsamına alınması epey şaşırtıcı. Daha doğrusu, ‘Çalık faktörü’ dikkate alınmadığında şaşırtıcı olabilirdi.
Çalık grubunun büyük yatırım kapsamına giren bir diğer projesi ise, Ceyhan’da rafineri inşası. Doğan grubuna (Petrol Ofisi) verilmeyen rafineri izninin Çalık’a verilmesi, geçen yıl hükümetle Doğan grubu arasında yaşanan çatışmanın nedenlerinden biri olmuştu. Her ne kadar Çalık’ın rafineri ortağı Indian Oil kriz nedeniyle bu yatırımı şimdilik askıya aldığını açıklamış olsa da, Çalık’ın arkasındaki hükümet desteği, projenin gerçekleşme aşamasına geldiğini düşündürüyor.
AKP’NİN YILDIZI ÇALIK
Türkiye’de her siyasal iktidarın bazı sermayedarları/sermaye gruplarını özel olarak beslediği bilinen bir gerçek. Çalık da, AKP iktidarına en yakın sermaye gruplarından biri. O kadar yakın ki, Başbakan’ın damadı Berat Albayrak, 2007 yılında, henüz 29 yaşındayken Çalık grubuna CEO yapıldı. Aynı yıl içinde, Çalık grubu, TMSF’den Sabah-ATV medyasını satın aldı. Satış bedeli 1.1 milyar dolar olan Sabah-ATV için, Çalık’a kamu bankaları (Vakıfbank ve Halk Bankası) 750 milyon dolar kredi vermiş, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu bile kredilerde birçok usulsüzlük belirlemişti.
Çalık ailesi, 1930’lardan beri tekstil sektöründe. Malatya’da birkaç fabrikası var (Anateks, İpaş, Gap Tekstil). Aileden Ahmet Çalık, asıl olarak 1990’lı yıllarda, Türkmenistan yatırımları ile adını duyurdu. Bu dönemde bağımsızlığını yeni kazanan Türkmenistan’da, ‘Türkmenbaşı’ Saparmurat Niyazov devlet başkanıydı. Türkmenbaşı ile yakın ilişki kuran Çalık, bu ülkede tekstil bakanı yardımcılığı yaptı. Türkmen Tekstil Bakanlığı ile ortak olarak birkaç tane büyük fabrika kurdu. Grup, Türkiye ve Türkmenistan tesislerinde, ağırlıklı olarak denim kumaş (kot kumaşı) üretiyor ve Lee, Levi’s, Wrangler gibi büyük imalatçılara satıyor. Tekstilin yanı sıra, Çalık’ın Gap İnşaat adlı şirketi de, Türkmenistan’da birçok inşaat işi gerçekleştirdi. 2005-2006 yıllarında, Çalık, bu ülkede, yılda ortalama 750 milyon dolarlık inşaat işi yapmaktaydı.
1990’larda Türkmen bağlantıları ile büyüyen Çalık grubu, enerji sektörünü gözüne kestirdi ve AKP döneminde, özelleştirilen Bursagaz ve Kayserigaz doğalgaz dağıtım şirketlerini aldı. Daha sonra, her iki şirketi de, Alman EWE’ye sattı. Ancak, enerji sektöründen çıkmadı ve petrol işkoluna yöneldi. Samsun-Ceyhan petrol boru hattı işinin yanında, birçok bölgede petrol sondaj çalışmaları başlattı, ayrıca Çalık Enerji Petrol adlı şirketi için akaryakıt dağıtım izni aldı. Dolayısıyla, Çalık, akaryakıt sektöründe petrol çıkarımından boru hattı taşımasına, rafinajdan dağıtıma kadar tüm halkaları birleştiren entegre bir yapı oluşturmak için harekete geçmiş durumda. Akaryakıt tekellerinin (Opet, Petrol Ofisi, Shell, Total, BP) diledikleri gibi fiyat belirlemelerine ses çıkarmayan EPDK’nın da birdenbire ‘tavan fiyat’ uygulamasına geçmesi, sektörde Çalık’a yer açmak için yapılmış bir girişim olarak yorumlanmıştı.
Son yıllarda, Çalık grubunun faaliyetini yoğunlaştırdığı bir diğer ülke, Arnavutluk. Çalık, bu ülkede, eskiden Kentbank’a ait olan ve TMSF’ye devredilen bir bankayı (BKT) satın aldı. Ayrıca, yine özelleştirilen Arnavutluk telekom şirketi Albtelekom’u ve GSM operatörü Eagle Mobile adlı şirketi Vakıfbank kredisi ile ele geçirdi. Kuşkusuz, Arnavutluk küçük bir ülke, ama bu ülkede, ikinci en büyük bankaya, ulusal telekom şirketine ve bir GSM operatörüne sahip olan Çalık, hayli etkili bir konuma sahip.
Çalık örneği birkaç açıdan ilginç. Uzun yıllar tekstil sektöründe faaliyet göstermiş olan bir sermaye grubu, politik ilişkileri sayesinde hızla yeni sektörlere (bankacılık, telekom, medya, enerji) uzanıyor. Öte yandan, AKP’nin, Koç, Oyak, Zorlu gibi büyük sermaye gruplarının taleplerini hemen her zaman karşılamakla birlikte, kendisine yakın bir gruba özel destekler sağladığı da görülebiliyor. Kriz, bu tarz özel destekler için uygun bir ortam yaratıyor. Son olarak, Çalık’ın Arnavutluk ve Türkmenistan’da elde ettiği konum, Türkiye kapitalizminin ‘emperyal’ kapasitesini sergiliyor. Türkiye’nin büyük burjuvazisi, üç bölgeyi, Ortadoğu’yu, Balkanlar’ı ve Kafkasya ile Orta Asya’yı kendi hinterlandına dönüştürmek için uğraşıyor. Bunu, elbette ki, bağımsız bir güç olarak değil, daha ziyade ‘taşeron’ denilebilecek bir biçimde yapıyor.
Bununla birlikte, kriz, Türkiye ekonomisini birçok ülkeden daha fazla etkilemiş durumda. Emperyal ‘açılımlar’, derinleşen kriz ortamında hayata geçiriliyor. Dolayısıyla, her adım, ekonomik ve siyasi boyutları birbirinden ayırt etmenin zor olduğu kaygan bir zeminde atılıyor. Yakın dönem Türkiye ekonomisindeki dönüşümlere kısaca bakarak, gidişatın nereye doğru olduğunu ve krizin muhtemel etkilerini öngörmeye çalışabiliriz.
‘DIŞA AÇILMA’ VE KRİZ
1989-2001 arasında Türkiye ekonomisi, uzun vadede sürdürülemez nitelikte olduğunu herkesin az çok bildiği bir işleyişe dayanmaktaydı. Finans kesiminin altın çağı olan bu dönemde, bankalar dünya piyasalarından topladıkları para-sermayeyi devlete yüksek faizle borç olarak veriyor; devlet iç borçları şişerken, bankaların elinde muazzam miktarda artı değer birikiyordu. Fırsatı kaçırmak istemeyen büyük sermaye grupları, bankacılık sektörüne adeta akın ettiler ve her biri en az bir bankaya sahip oldu. Bu mekanizmanın son durağı 2001 kriziydi. Büyük bir tasfiye süreci ile verimsiz sermayeler elendi ve kısa sürede, Derviş yasaları ile yeni dönemin kuralları oluşturuldu. Bir sonraki dönem olan 2002-2008 arası yıllarda, dünya genelindeki ‘likidite bolluğu’nun da rüzgarı sayesinde, ’90’larda finansal alanda elde edilen birikim, üretken yatırımlara, sanayi sektörlerine kaydırıldı. Büyük sermaye grupları, banka satmaya ve (yurtiçinde ve yurtdışında) şirket ya da gayrimenkul satın almaya yöneldiler. Birleşme ve satın almaların yaygınlaşmasıyla, hemen tüm sektörlerde konsolidasyon yaşandı. Sürecin bir ayağını da, AKP hükümetinin hızlandırdığı büyük özelleştirmeler oluşturdu. Tüpraş, Erdemir, Petkim, Türk Telekom gibi özelleştirmelerle, büyük sermaye tekelci gücünü pekiştirdi ve yeni birikim alanları elde etti.
1989-2001 ve 2002-2008 dönemleri, sermaye birikiminin genel çerçevesinde kırılma ve dönüşümlerle ayırt edilebiliyor. Kabaca, birinci dönemde para-sermayenin, ikinci dönemde ise üretken sermayenin öne çıktığı söylenebilir. Bununla birlikte, her iki dönem arasında belirgin ve birbiri ile bağlantılı süreklilikler de mevcuttu. Nitekim Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmi ile bütünleşmesi, yıldan yıla derinleşti. Türkiye kökenli sermayenin dış pazarlara açılma sürecine baktığımızda, ana hatları ile, 1980’lerde ağırlıklı olarak dış ticaret (ihracat) üzerinden ilerleyen ‘dışa açılma’ sürecinin, 1990’larda finans ve 2000’li yıllarda üretim alanlarına uzanarak yeni boyutlar kazandığını görmekteyiz. Türkiye burjuvazisi, dünyanın dört bir yanında, ama ağırlıklı olarak yakın coğrafyalarda, yani SSCB’nin dağılması ile oluşan Kafkas ve Orta Asya ülkelerinde, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da gerçekleştirdiği yatırımlarla uluslararası pazarlara yayıldı. Buna eşlik eden bağlantılı süreç ise, emekçiler üzerindeki baskının giderek şiddetlenmesiydi. Türkiye burjuvazisi, dışa açıldıkça, emekçileri daha fazla ezmeye yöneldi. Dünya pazarlarında yer alabilmek için, uzun çalışma saatlerini, esnek çalışmayı, düşük ücretleri, köle ticaretini kural haline getirdi. Birbiri ardına çıkartılan her emek karşıtı yasa, sermayenin daha ileri talepleri için zemin yarattı. Öyle görünüyor ki, sıra, kıdem tazminatının kaldırılmasına ve bölgesel asgari ücretin yasallık kazanmasına gelmiş durumda.
Şimdilerde yaşananlar, 2002-2008 arası dönemde ana çizgileriyle geçerli olan çerçevenin ömrünü tamamladığı anlamına geliyor. Dünya genelinde, 2002-2007 arası dönemi karakterize eden kredi bolluğunun en azından birkaç yıl için sona erdiği kesin. 1990’lardan itibaren finans alanında oluşturulan ve kredilerde muazzam bir genişlemeye yol açan araçlar (hedge fonlar, türev araçlar, ‘toksik’ kağıtlar, vergi cennetleri vb.), yeni düzenlemelere tabi tutuluyor. Bir anlamda, sistemin kalbi olan finansal sektör yeniden yapılanacak ve şu an için elde herhangi bir reçete bulunmuyor. Dünya kapitalizminin 1970’lerin başlarında yaşadığı büyük krizin ardından neoliberal politikalara yönelişinin neredeyse on yıl sürdüğü hatırlanırsa, önümüzde el yordamıyla ilerlenecek ve deneme-yanılmalarla şekillenecek bir dönemin açıldığı tahmin edilebilir. Arayışların ne kadar süreceği elbette ki belli değil, ama burjuvazi, en az birkaç yıllık bir geçiş sürecine hazırlanıyor. Söz konusu geçiş, büyük olasılıkla, bazılarının beklediği türde devletçi bir ekonomiye ve ‘refah devleti’ne değil, daha dizginsiz bir ‘küreselleşme’ye doğru olacaktır. Zira belirli bir büyüklüğe ulaşan, uluslararası düzleme sıçrayan sermayelerin bundan geri adım atmaları beklenemez.
Örneğin, son on yılda yeni kapasitelerle başta Avrupa pazarı olmak üzere dünya geneline ihracat için yapılanan ve üretimi de uluslararası düzeye taşıyarak yurtdışında fabrikalar kuran Türkiye kökenli büyük gruplar (Koç, Sabancı, Şişecam, Eczacıbaşı, Anadolu grubu, Zorlu vb.), bir süre için iç pazara ağırlık verseler de, herhalde uzun vadede dış pazarlardan vazgeçmek lüksüne sahip değiller. Sermaye birikiminin bir sonucu olan sürekli büyüme zorunluluğu, bireysel sermayeleri, büyümek ya da yok olmak ikilemi ile karşı karşıya getiriyor. 1980’lerden itibaren ‘dışa açılan’, daha doğrusu, sermayenin uluslararasılaşma sürecinde daha ileri bir düzeye sıçrayan Türkiye kapitalizmi, bazı dönemlerde geçici olarak iç pazara dönse de, uzun vadede uluslararası entegrasyonu sürekli olarak arttırmak durumunda ve isteğinde oldu. Örneğin, 1970’lerden itibaren yurtdışı taahhüt işleriyle büyüyen Türkiye kökenli inşaat firmaları, petrol fiyatlarının düşmesi nedeniyle Ortadoğu’da projeler yavaşladığında, 1980’lerde, birkaç yıl boyunca, Türkiye içinde hız verilen büyük altyapı projelerine yönelmişlerdi. SSCB’nin dağılmasını izleyen süreçte, büyük inşaat firmaları, hızla Rusya ve Orta Asya pazarına girdiler. Yine, 1989 Bahar Eylemleri’nin ardından açılan iki yıllık dönemde, Türkiye işçi sınıfı büyük bir mücadele ile ücretlerde ve diğer sosyal haklarda çeşitli kazanımlar elde ettiğinde, iç pazarın canlanması, burjuvaziyi, 1990’ların ilk yarısında yine birkaç yıllığına yurtiçine ağırlık vermeye itmişti. Bununla birlikte, bu tür içe dönme yılları, yalnızca geçici evreler olarak kaldı. Şimdi yaşanan, olasılıkla, çok daha kısa sürecek bir geri çekilme dönemi. Zira, Türkiye krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri olduğu için, diğer ülkelere kıyasla iç pazarı daha şiddetli bir daralma ile karşılaştı. Ayrıca, uluslararası pazarlar, ne kadar daralmış olsalar da, toplamda iç pazarla kıyaslanamayacak ölçüde büyük olanaklar sunuyorlar. Öte yandan, birikim sürecindeki her geri çekilmenin yeni bir sıçramanın zeminini oluşturduğu da görülüyor. Sermaye birikimi sınıf mücadelesi dolayımından geçerek şekillendiği için, emek hareketinin bu dönemdeki stratejilerini son derece bilinçli oluşturması hayati önem taşıyor.
Kriz sonrası konjonktüre dair bir diğer ipucunu, bizzat krizin yarattığı çelişkili etkilerde görebiliyoruz. Hatırlanacağı gibi, OYAK, krize büyük bir nakit birikimi ile girdiğini ve dünya genelinde satın almak için şirket aramaya başladığını açıklamıştı. Yine, Ülker grubu dünyaca ünlü Godiva çikolata firmasını 2007 yılı sonunda satın alırken, henüz büyük bir kriz biçiminde patlak vermemiş olan, ama kendisini hissettirmeye başlayan finansal daralma, diğer alıcıların çekilmesine ve meydanın Ülker’e kalmasına yol açmıştı. ‘İslami sermaye’ olarak bilinen Ülker, son yıllarda birbiri ardına satın aldığı şirketlerle, gıda sektörünün hemen tüm alt kollarında (süt ürünleri, margarin, hazır gıda, meşrubat, hazır kahve vb.) tekelleşen dev bir gruba dönüştü. Yine aynı dönemde, 2000’li yıllarda, birçok ülkede (Kazakistan, Özbekistan, Romanya, Ukrayna, Cezayir, İran, S. Arabistan, Mısır) fabrikalar kurarak, uluslararası ölçeğe sıçradı.
Öte yandan, yalnızca bu küresel krizde değil, Türkiye’de patlak veren 2001 krizinde de, Türkiye kökenli tekellerin dünya genelinde şirket avına çıktıkları görülmüştü. Örneğin Koç grubu, 2001 krizinin fırtınalı günlerinde, Fransa’nın en büyük beyaz eşya üreticisi olan, ancak o dönemde ödeme zorlukları yaşayan Moulinex grubunu satın almak için teklif veren beş şirketten biriydi. Her ne kadar Moulinex’i alamasa da, Koç, 2000’li yıllarda, Avrupa genelinde birçok işletmeyi ele geçirdi ve pazar payını hızla arttırdı.
Kısacası, Türkiye kapitalizminin son yirmi-otuz yılda yaşadığı hızlı uluslararasılaşma, krizle birlikte ve kriz sonrasında olasılıkla daha da hızlanacak ve derinlik kazanacaktır. Krizle mücadele için (Türkiye’den ziyade ABD ve Avrupa’da) devreye sokulan ‘Keynesyen’ tedbirlerin emekçiler açısından için kazanım anlamına geldiğini ya da kalıcı olacağını düşünmek için herhangi bir neden bulunmuyor. Kapitalizm, emekçi sınıfa önümüzdeki dönemde daha fazla kölelikten başka bir şey vaat etmiyor.
Bir sonraki sayıda, Türkiye’de bankaların kriz performanslarını inceleyerek konuya devam edeceğiz.