Sağlıkta son tango

GİRİŞ

Sosyal güvenlik kapsamında sağlık alanında ve kamu yönetimi konusunda 1980 sonrasında yaşanan gelişmeler daha önce Özgürlük Dünyası’nda1 tartışılmış ve olası sonuçları değerlendirilmişti. Aradan geçen zaman içerisinde hükümet iddialarını değiştirmedi, ancak hedeflediği takvimi de uygulayamadı.

Dünya Bankası (DB) tarafından yayınlanan ve AKP’nin kılavuzu haline gelen Rapor’da2 geçen temel başlıklarla ilgili DB’nın finansal desteğine ve aradan geçen 7 yıla rağmen istenilen yol alınamadı.

Söz konusu başlıkları tekrar hatırlayacak olursak;

  1. Sosyal güvenlik sistemlerinin birleştirilmesi tam olarak sağlanamadı,
  2. Genel Sağlık Sigortası (GSS) uygulamaya giremedi ve sağlık hizmetleri ‘paket’ (Temel Teminat Paketi) çerçevesinde sunulamadı,
  3. Kamu hastanelerinin ‘özerkleşmesi’ (Kamu Hastaneleri Birlikleri) ve tüm personelin sözleşmeli olarak çalıştırılması gerçekleştirilemedi,
  4. DB, Sağlık Bakanlığı’na “politika üretmek ve düzeni denetlemek”, Çalışma Bakanlığı’na ise “sağlık sigortası sistemini yönetmek ve denetlemek” görevini uygun görmüştü. Sağlık Bakanlığı’nın sağlık hizmeti üretilmesi ve sunulması işinden çekilmesi sağlanamadı ve Çalışma Bakanlığı denetleme becerisini gösteremiyor,
  5. Temel sağlık hizmetlerini güçlendireceğini iddia ettikleri GSS’nin temelini oluşturacak ‘Aile Hekimliği Sistemi’ uygulaması 33 ilde ‘pilot’ olarak kaldı ve ülkenin yarısını dahi kapsama alamadı.

Gelinen aşamada, Hükümet; “Hastane Birlikleri Uygulaması” ile kamu hastanelerini özerkleşme adı altında yerel eşrafa devretmeye ya da hizmet alanlarını özelleştirerek serbest piyasa koşularına terk etmeye hazırlanırken, Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı3 ile tüm sağlık çalışanlarının sözleşmeli hale getirilmesini hedefliyor.

Hükümet, baştan beri ‘sağlık kuruluşları’ y erine ‘sağlık işletmeleri’ kavramını kullandı. Sağlık işletmeleri ile hastane birlikleribirbirine anlam kazandıran kavramlar haline geldi. “Hastane Birlikleri Uygulaması”, sağlığın meta haline getirilmesinin, kamunun piyasada rekabet etmesinin önlenmesinin ve serbest piyasa koşullarının hazırlanmasının ön koşuluydu. Önkoşul şimdilik gizlenerek, “Tam Gün Yasa Tasarısı” hedef yanıltılarak öne çıkartıldı. Yasa Tasarısı Meclis’in açılışını (1 Ekim) bekliyor.

Neden tam gün öncelendi? Çünkü ‘tam gün’ toplum sağlığını gözeten herkesin savunduğu, halkın yararına olan bir düzenlemeydi. Sağlık Bakanlığı halkın mağduriyeti üzerinden kurduğu, çalışanları da korumayan, başlangıcı doğru gerisi yalan cümlelerle ‘tam gün’ çıkartmasını yaptı. ‘Tam gün’, sondan bir önceki hamledir!

Türkiye’de 1961 yılında kabul edilen ve halen yürürlükte olan 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun ile gündeme gelen gerçek anlamdaki “sağlık personelinin tam gün çalıştırılması”, sadece 1978-1980 yılları arasında uygulanabildi. O dönemde ‘tam gün’ uygulamasında amaç; halkın daha nitelikli sağlık hizmetinden yararlanmasıydı. Aynı zamanda, hizmeti veren sağlık personelinin mali özlük hakları gözetilmişti. Sadece 2 yıl uygulanan, sonra da askeri cuntanın gazabına uğrayan Yasa, bugünkü politikalara ters düştüğü için yıllardır görmezden geliyor. Şu günlerde, 224 sayılı Yasa’nın “tam gün çalışma başlığı alınıp, içi boşaltılarak, yeni kurguya geçişte ‘manevra’ aracı olarak kullanılmak isteniyor.

Tam gün ne getirir, ne götürür?” tartışmasından önce iki sorunun yanıtını aramak gerekiyor. Birincisi; yeni kamu yönetimi anlayışında sağlık hizmetlerinin konumu ne olacak? İkincisi; İş Yasası’ndaki ‘tam gün’den ‘kısmi süreli çalışma’ düzenine geçişle, Tam Gün Yasa Tasarısı’ndaki kısmi süreli çalışmadan tam güne geçiş paradoksunun anlamı nedir?

YERELLEŞECEK KAMU YÖNETİMİ VE SAĞLIK HİZMETLERİ

Hükümet, “Kamu Yönetimi Reformu” adı altında Kamu Yönetimi Temel Kanunu4 (KYTK), Yerel Yönetim Kanunları ve Kamu Personel Kanunu5 ile kamu yönetimi görevini yerel otoriteye transfer etmeye çalışıyor. “Reform” adı altında IMF “yapısal uyum programı” gereği sürdürülen hazırlıklar, esasen kamu çalışanlarının sayısını azaltmak ve iş güvencesi olmayan sözleşmeler çerçevesinde ücretleri düşürmeye yönelik ‘sayısal esnekleşme‘ girişimidir.

Kamu yönetimi anlayışında yapılan değişikliklere paralel olarak sağlık sisteminde yaşananlar neoliberal politikalara uygun olarak; istihdam ve sağlık hizmeti boyutuyla ayrı ayrı değerlendirilmelidir.

Bilindiği gibi, kamu yönetimi ve kamu çalışanları ile ilgili değişiklikleri kapsayacak yeni çalışmalar, İş Yasası 2003’de yürürlüğe girdikten sonra başlatıldı. İş Yasası6 gerekçesine göre; çalışma hayatını yakından etkileyen ekonomik, sosyal ve siyasi koşullar ile uygulamada karşılaşılan sorunlar, esnekleşme gereksinimini zorunlu kılmıştır; yeni teknolojiler işin düzenlenmesinde yeni çalışma türlerini ve uygulamaları ortaya çıkarmıştır; “kısmi süreli” ya da “çağrı üzerine çalışma” ile “ödünç iş ilişkileri” ve “alt işveren” uygulamalarının yaygınlaşması bu değişimin bazı örnekleridir. Kapitalist üretimin biçimsel olarak değişmesiyle; günlük arz-talep dengesinin elektronik izlenebildiği ortamda, çalışmanın talep bağlantılı düzenlenebilmesi, yani ‘esnek günlük çalıştırma’ sistemi ile kârın maksimize edilmesi zorunlu hale gelmektedir. Ayrıca işe alma ve işten çıkartma, girişimciliği ve yatırımı destekler şekilde kolaylaştırılmış; işletmelerin ekonomik değişimlere hızla adapte olabilmesini sağlayacak; iş süresinde, ücrette ve istihdamda esnek uygulamalara yönelik değişim gerçekleştirilmiştir.

Bugün İş Yasası’na uyumlu olarak, sağlık çalışanları dahil, tüm çalışma yaşamını içine alan yeni istihdam modelleri yaratılmak isteniyor. Kamu istihdam modelinde ‘sözleşmeli’ statüsü ile iş güvencesi ve toplu iş sözleşmesi hakkı olmayan, her yıl ‘performans ölçütleri’ ile ücretlendirilen, işçi sayılmayan ve devlet memuru gibi tarif edilen çalışanlar, KYTK çıkartıldığında yerel yönetimlere devredilecek. Kamuda özelleşemeyen hastanelerde, “sağlık hizmetleri ve yardımcı sağlık hizmetleri sınıfına dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetlerin, üçüncü şahıslara ihale yoluyla gördürülmesi zaruri ihtiyaç haline geldiğinden…”, taşeronlaştırma yoluyla dışarıdan istihdam sağlayan yeni bir model, benzer özellikleri ile aynı amaca hizmet edecek. Sonuç; taşeron marifeti ya da “istihdam büroları” aracılığıyla çalıştırılan, İş Yasası kapsamında, ancak sendikalaşamayan, asgari ücretten fazlasını alamayan kamu çalışanları…

Amaç; gereksinim olduğunda daha hızlı bir şekilde sağlık hizmetleri verecek personel temin edilmesi ve bütçeye ek yük getirmemek üzere ücretlerin döner sermaye gelirinden karşılanmasıdır. Devlet, temel görevleri arasında yer alan sağlık hizmetinin yükünü üzerinden atarak, personel ücretlerinin döner sermaye geliri içerisinden, yani dolaylı olarak halkın cebinden verilmesini arzuluyor. Sistemin finansal yükünü ‘sağlık işletmeleri‘ oluşturarak yerel otoriteye devretmeye hazırlanan siyasi iktidar, ikinci aşamada ‘döner sermaye‘ uygulamasına son vermek istiyor7. Ancak Sağlık Bakanlığı, süreci pürüzsüz geçebilmek adına, web sitesinde “çalışan tüm personel (halen ek ödeme yapılamayan geçici işçi iken sözleşmeli olanlar ve açıktan vekil atananlar dahil) döner sermaye ek ödemesinden yararlanabilecek” diyebiliyor. Hangisi doğru? Döner sermaye kapsamı daha fazla genişleyecek mi, yoksa tamamen kalkacak mı?

Yeni sistem; başlangıç için ‘döner sermaye’ üzerinden yüksek ücret vaat ediyor, sonrasında, döner sermaye uygulamasının sağlık işletmesine dönüştürülmesi, iş güvencesi olmayan bir yıl süreli sözleşmeler ve ‘performansa dayalı ücretlendirme’ ile ücretleri kontrol altına almayı hedefliyor. Normal mesai süresinde bugün alınan ücretin altında ücret alma gibi bir tehlikeyi de potansiyel olarak içinde taşıyor. Fazla kazanmak isteyenlere de sınırsız fazla çalışmayı öneriyor.

KYTK’da, kamu hizmeti konusunda; “Memurlar, tam zamanlı veya kısmi zamanlı çalışan diğer kamu görevlileri ve işçiler eliyle … liyakat esasına göre yapılır Tam zamanlı ve kısmi zamanlı çalışan diğer kamu görevlileri … sözleşmeye dayalı olarak istihdam edilir. Sözleşmede, ilgili personelin görevleri, hak ve yükümlülükleri ile performans ölçüleri yer alırMemur ve diğer kamu görevlileri performans ölçülerine göre değerlendirilir ve ödüllendirilir ifadeleri yer aldı.

Benzer düzenlemeler sağlık hizmetleri için yapılıyor; kamu ve özel sağlık işletmeleri için benzer koşullarda, rekabet etmemesi için tüm kamu hastanelerinin ‘sağlık işletmesi’ haline dönüştürülmesi hedefleniyor. Bugün gündemde olan “Kamu Hastane Birlikleri” ve “Tam Gün” uygulamaları, öncelikle “Kamu Yönetimi Reformu” çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Sağlık hizmetlerinde yeni kurguya göre; il düzeyinde büyük hastaneler doğrudan, küçük hastaneler ise gerektiğinde birleştirilerek veya bir büyük hastanenin birimi olarak işletme haline gelerek, “Kamu Hastane Birlikleri 8 (KHB) oluşturulacak. KHB’nde yönetim ağırlıklı olarak eşrafa verilirken, “yerel dinamiklerin karar mekanizmasında rol aldığı müşteri odaklı organizasyon yapılanmasına geçilmesi” amaçlanıyor.

KHB Yönetim Kurulu, birliğin en üst karar organı ve 7 üyeden oluşacak; il genel meclisi tarafından belirlenen, biri hukukçu diğeri mali müşavir iki üye, vali tarafından belirlenen işletme, iktisat veya maliyeci bir üye, Bakanlıkça belirlenen biri tıp öğrenimi görmüş, diğeri sağlık sektöründe tecrübe sahibi iki üye, Ticaret ve Sanayi Odası veya bunların ayrı kurulmuş olması halinde Ticaret Odası tarafından belirlenen bir üye, il sağlık müdürlüğünden bir kişi.

Çoğunluğu, vali, il genel meclisi ve eşraftan, sağlıkla ilgileri olsa olsa ‘işletmecilik’ düzeyinde olabilecek üyelerden oluşan Kurul’un görev tanımı şöyle yapılıyor: “Bakanlıkça belirlenen hedef, politika, stratejik plan ve mevzuata göre yıllık performans programı hazırlamak ve Birlik bölgesinde hizmetlerin etkin, kolay ulaşılabilir, verimli ve halkın ihtiyaçlarına uygun şekilde yürütülmesini sağlamak.

Yasa’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte hastaneler 6 ay içinde ‘sağlık işletmesi’ haline dönüştürülecek. Hastanelerde çalışan personelden “Kamu kurum ve kuruluşlarının memur kadrolarında çalışanlardan uygun niteliklere sahip olanlar, kendilerinin isteği ve kurumlarının muvafakati ile … sözleşmeli statüde istihdam edilebilecek. Taslağa göre, “yapılan sözleşmelerin süresi üç yılı aşamaz, üç yıl sonunda tekrar sözleşme yapılabilir”. Sonuçta, sözleşmeli olarak çalışmayı kabul edenler, yanlarında çalışan taşeron işçilerinin konumuna düşecek. Sözleşmeli olarak çalışmayı kabul etmeyenlerin devlet memuru olarak çalışabileceği kadrolar, onu sözleşmeye zorlayacak olası yer ve bölgelerde olacak.

KHB yönetim kurulunun; personel istihdamı, kayıtlı taşınmazları satma, kiralama, devir ve takas, tıbbi uzmanlık hizmeti (laboratuar, görüntüleme vb) satın alma gibi yetkileri olacak. KHB gelirleri; SGK’dan alınacak ücretler, hastalardan alınacak katılım payları ve ek ücretler “gerektiğinde” yapılacak devlet yardımlarından oluşacak.

Özetle; KHB personeli, İş Yasası’na bağlı olarak, iş güvencesi olmaksızın, tam gün çalışacak ve ücretleri döner sermaye gelirinden karşılanacak.

Böylece sağlık hizmetleri devlete finansal yük olmaktan çıkacak, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu(SSGSS) gereğince halktan toplanan vergilerle (prim ve katkı paylarıyla) finansman güvencesi sağlanacak ve piyasa mantığıyla ‘rekabet’ ortamında hizmet verilecek.

KANUN TASARISI NE GETİRİYOR?

“Tam Gün” yasa tasarısının gerekçesi okunduğunda, sağlıkta akılcı çözüm arayan kişi ya da sendika, meslek örgütü, siyasi parti gibi kuruluşların bugüne kadar yaptığı söylemlerin tekrar edildiği görülecektir. “Herkesin mümkün olan en yüksek standartta sağlık hizmetinden yararlanması” türünden genel söylemlere ilaveten sistemin sıkıntıları sıralanıyor: “Hekimlerin kamu hizmeti sunarken ek olarak yararlandığı özel mesleki faaliyette bulunma ayrıcalığı” olarak tanımlanabilen “kısmi zamanlı çalışma düzeninin halkın sağlık hizmetine erişimini olumsuz yönde etkilediği”, “kısmi zamanlı sunulan muayenehane hizmetlerinin kamusal hizmete erişim aracı haline getirildiği, kamu kurumlarında verimlilik azalması sonucunda hastanın bilinçli veya durumsal olarak özel sektöre yönlendirildiği, hekimle hasta arasına doğrudan para ilişkisi girdiği, güven ilişkisinin zedelendiği, sorun yaratan “üniversite hastanelerinde öğretim üyelerinin özel muayenesi … poliklinik hizmetlerinin asistanlarca yürütüldüğü ve hasta bakım hizmetlerinin olumsuz etkilendiği, cepten ödeme suretiyle hizmet alma zarureti doğduğu, eğitim, öğretim ve araştırma faaliyetlerinde verimsizlik gözlendiği” vb… Her ne gerekçeyle söylenirse söylensin, hepsi doğrudur ve her biri için çözüm üretmek gerekir. Tüm bu sorunları yıllardır görmeyen(!) Sağlık Bakanlığı, kendince çözümler üretirken(!), Kamu Hastane Birlikleri Uygulaması ve piyasalaşma tartışmalarını küllendirmeyi amaçlıyor.

Tasarı gerekçesine göre, “‘Ek ödeme’ vb. uygulamaların da katkısıyla sağlık kurumlarında verimlilik artırılmış, hekim sayısında kayda değer artış olmamasına rağmen muayene sayısı iki kat kadar arttırılabilmiştir. Sağlık Bakanlığı’na göre, bu nedenle, “tam gün çalışma” sistemine geçmek gerekiyor.

Tasarı’da, “kamu sektöründe çalışmayı teşvik edecek, verimliliği artıracak düzenlemelere” yer verildiği iddia ediliyor. Kamu sağlık sektöründe Bakanlığın yanlış tercihi sonucu kat kat artan iş yüküne rağmen, personel ücretlerinde iyileştirme yer almıyor.

Tasarı, üniversiteler ve askeri kurumlar dahil olmak üzere, kamuda çalışan hekimlerin dışarıda çalışmasını yasaklıyor. Hekimler üç kategoriye ayrılıyor; birincisi, yalnızca kamu kurum ve kuruluşlarında; ikincisi, yalnızca SGK ile sözleşmeli çalışan özel sağlık kurum ve kuruluşlarında ve vakıf üniversitelerinde; üçüncüsü, yalnızca SGK ile sözleşmesi bulunmayan özel sağlık kurum ve kuruluşlarında, vakıf üniversiteleri ve serbest olarak mesleklerini icra edenler. Tasarıya göre, hekimler, her bir kategoride birden fazla sağlık kurum ve kuruluşunda çalışabilecek, ancak iki ayrı kategoride çalışamayacak.

Üniversitelerde öğretim üyelerinin özel muayeneleri kaldırılırken, diğer kamu kurum ve kuruluşları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarında geçici olarak görevlendirilmelerinin önü açılıyor.

Tasarı gerekçesinde geçen “kısmi zamanlı çalışma sisteminden tam gün çalışma sistemine geçilmesiyle, kamu sağlık kuruluşlarında görev yapan hekimlerimizin tüm mesaisini çalıştığı kuruma hasretmesi suretiyle, sağlık hizmetlerinin hakkaniyete, halkın ihtiyaç ve beklentilerine uygun, verimli, kaliteli ve etkin şekilde sunulmasına katkıda bulunulması amaçlanmaktadır” ifadesi ve Tasarı ile getirilen “tam gün çalışma sistemi”, karşı durulamaz bir tespit olarak değerlendirilebilir.

İlk bakışta, yapılan bu tür düzenlemelerin toplumun birikmiş sorunlarını gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Çoğunluğa mal edilemeyecek ahlaki olmayan uygulamalara toplumun nasıl baktığı; tıp fakültelerindeki eğitimi öğrencilerin ve asistanların nasıl değerlendirdiği; performans sistemini sağlık personelinin nasıl yorumladığı önemlidir. Ancak, bu alanın biriken tüm kötülüklerinin sorumlusu da, şüphesiz, denetimden kaçınan kurumlar ve olumsuz tabloyu bu aşamaya getirebilmek için yıllarca bilinçli ön hazırlık yapanlardır.

Yasa Tasarısı toplumun gereksinimleri temelinde hazırlanmamış. Yapılan düzenlemede, Sağlık Bakanlığı tarafından koruyucu sağlık hizmetleri gündeme dahi alınmadan, muayene sayılarındaki artış üzerinden yapılan “verimlilik” hesapları gerekçe gösteriliyor. Hasta sayısı ve dolayısıyla hasta sayısı üzerinden sağlanan gelir, ulusal ekonomi açısından kazanç değil kayıp olarak değerlendirilmiyor, sağlık işletmelerine sağlanan kazanç üzerinden artı-değer hesapları yapılıyor.

ÇALIŞANLARIN MALİ ÖZLÜK HAKLARI

1980’den bu yana, sağlık çalışanlarının ücretlerinde reel artışlar sağlamadıkları gibi, diğer kamu çalışanlarından daha düşük ücret artışı yaparak, sağlık çalışanlarını ikinci/üçüncü işlerde çalışmaya özendirdiler. Halkın canını acıtan “bıçak parası” adı altında alınan ücretler, yatak pazarı olarak algılanan “muayenehane-hastane köprüsü” görmezden gelindi ve sonuçta hekimlerin bir kısmı bu şekilde nemalandırıldı.

Hekimlerin çoğunlukta olan kısmının tepkisinin giderek büyüdüğü ve grev aşamasına geldiği dönemde; Sağlık Bakanlığı tarafından icat edilen, emeğini verenlerin değil, köşe başını tutanların yükünü tuttuğu “performansa dayalı döner sermaye ücretlendirmesi” adı altında verilen ek ücretlerle yükselen tepkiyi frenlediler. Geçiş döneminden sonra geldiğimiz şu günlerde, ‘sus payı’ dönemi bitiyor! Sağlık Bakanlığı, “performans” adına yaptığı ek ödemeleri makaslayıp, hekimin ikinci iş yapmasını da engellemeye çalışırken, ücretlerde kayda değer bir artış önermiyor.

Tasarı’da normal çalışma süresinde değil, “mesai dışı çalışma karşılığı ayrıca ek ödeme verilmesi” uygun görülüyor. Nitekim Tasarı gerekçesinde, tam gün çalışma esasına geçilmesiyle; “kamu sağlık kurumlarında çalışan personelin mali özlük haklarında da imkânlar ölçüsünde bazı iyileştirmeler yapılması öngörülüyor.

MESAİ DIŞI EK ÇALIŞMA

Tasarı; “hekimlerin tüm mesaisini çalıştığı kuruma hasretmesi suretiyle, sağlık hizmetlerinin hakkaniyete, halkın ihtiyaç ve beklentilerine uygun, verimli, kaliteli ve etkin şekilde sunulmasına katkıda bulunulması” gerekçesiyle çıkartılıyor. Söyleme göre, “hekimlerin tam gün çalışması” sağlıktaki sorunlara çözüm getirebilir! Ancak tam gün çalışmaya ek ücret verilmesi düşünülmüyor. Hekimin mali özlük haklarını iyileştirebilmesi için, kamu hastanesi ya da özel sağlık kuruluşu için ek çalışma yapması gerektiği söyleniyor. Çözüm adına; daha önce kamuda çalışanların kısmi zamanlı özel çalışması, bu defa kısmi zamanlı resmi çalışmaya dönüştürülüyor. Ve bu yasaya “tam gün” adı veriliyor!

NERESİ TAM GÜN?

Tasarı hekime bir ‘fırsat’ da tanıyor; öncelikle 45 saatlik haftalık çalışma süresini 40 saate indiriyor ve kamuyu tercih edenlere, “mesai dışı fazla çalışma” ile kamu hastanesini özel gibi kullanma olanağı sağlanıyor. Başka bir anlatımla, Sağlık Bakanlığı, “muayenehaneyi kapat gel, masraflar kamuya, kazancı ‘uygun’ bir şekilde paylaşırız” diyor. Üniversitede ya da özel muayenehanede yapılanlar, hastanelerde mesai sonrasına kaydırılıyor. Bu durum, hizmeti alanlar için görece “iyilik hali” olarak algılanabilir, ancak bu uygulamanın hasta için ek bir faturası var ve çalışanlar açısından sisteminin adı “esnek çalışma” olarak geçiyor, “ne kadar iş varsa o kadar çalışma süresi” olarak uygulanıyor. Yani günlük ek mesai süresini hasta sayısı belirliyor; arz-talep dengesinde çalışanın iş gücü ve alınan ücret; hizmetin kalitesinde ise, “müşterinin memnuniyeti” belirleyici oluyor. Sözün özü, haftalık çalışma süresi azalmıyor, aksine artıyor.

HEKİM ÜCRETLERİ VE EMEKLİ AYLIĞI

Tasarı gerekçesinde; “hekimlerimizin aktif çalışırken elde ettikleri gelir ile emekli aylıkları arasında çok büyük fark bulunmaktadır … bu durum hekimlerimizi emeklilikte adeta yoksulluğa mahkûm etmektedir” tespiti yapılıyor. Tespit doğru, peki çözüm? Tasarı’da, çözüm önerisi olarak; “hekimlerin bireysel emeklilik planlarına iştiraklerinin teşviki ile emeklilikte gelir azalışlarının telafi edileceği” öngörülüyor.

SSGSS’ye eklenen maddeye göre; kamuda çalışan tabip ve diş tabiplerinin sigorta priminin işveren payı dahil tamamını kendileri ödeyecek. Böylece hekimlerin malullük, vazife malullüğü, yaşlılık ve ölüm sigortasıyla sınırlı emeklilik aylığı ya da sürekli tam iş göremezlik geliri hakkından yararlanması öngörülüyor.

Bu şekilde uzun vadeli sigorta kolu için ilave prim ödenmesi durumunda; emekli hekimlere, ilave olarak, ödedikleri gün sayısının her 360 günü için %2’si oranında ilave aylık ödeneceği söyleniyor. Yani Bakanlığın buluşu ile, her yıl için 20-36 TL arasında ilave aylık almak olası. Ancak bu olanaktan yararlanabilmek için, yasa yürürlüğe girdikten sonra geçen süreler hesaba dahil olacak. Örneğin; “yoksulluğa mahkûm edilen” hekimler, 10 yıl fazladan çalışıp ek prim ödeyerek emekli olduğunda; 200-360 TL arasında fazladan aylık alarak durumunu düzeltmiş(!) olacak.

Ek ödenen prim; prim ödeme gün sayısı, sigortalılık süresi ve prime esas kazanç hesabına dahil edilmeyecek. Ödenen prim tutarları; emekli ikramiyesi, iş sonu tazminatı ve kıdem tazminatı da dahil olmak üzere, herhangi bir hakkın elde edilmesinde veya hesabında dikkate alınmayacak.

Hekimler kendi tercihlerini kullanabilseler, söz konusu kesintileri kendileri değerlendirebilirdi. Ancak ek sigorta zorunlu olduğundan, tercih olanakları olmayacak.

Sistem, hekim maaşlarını, aynı derecedeki diğer memurların aldıklarıyla eşitledi. Sağlık Bakanlığı’nın açıklamasına göre, 2009 rakamlarıyla, pratisyen hekim 1.300 TL, uzman hekim 1.450 TL maaş alıyor ve bu maaş üzerinden hizmet süresini doldurduğunda, statüsü ne olursa olsun, 1.335 TL aylıkla emekli oluyor. Hekim, ‘döner sermayeli’ bir kurumda görev yapıyorsa; çalıştığı dönem içerisinde izin kullanmaksızın, pratisyen hekim ortalama 1.850 TL, uzman hekim 4.300 TL ek döner sermaye payı alıyor. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi ise, ortalama olarak, pratisyen hekimin 815, uzman hekimin 2.054 TL ek döner sermaye payı aldığını söylüyor9. Sağlık Bakanlığı’nın basına servis ettiği haberde geçen ücretleri alabilmesi için, hekimlerin, uyumadan, dinlenmeden 7 gün 24 saat çalışması dahi yetmiyor. Bakanlığın verdiği ortalama ücretlere ulaşabilmek için, hekimin, ayda 22 işgünü, günde 14.5 saat çalışması gerekiyor.

Uygulamaya baktığımızda; sağlık çalışanlarının toplum sağlığına yönelik faaliyetlerinde ek ücret ödenmiyor, diğer taraftan, tedavi hizmetlerinin teşvik edilmesi nedeniyle, iyileştirilen insan sayısını değil, yapılan işlem sayısını artıran sağlık personeli, ortamını bulduğunda, döner sermaye girişini gerçek dışı artırıyor. Tabii bir gerçek daha var ki; sağlık kuruluşlarının döner sermayesi, nakit para değil sosyal güvenlik sistemi üzerinden artıyor. Sağlık Bakanlığı, ‘geçiş’ döneminde, ahlaki olmayan bu işlemleri görmezden geliyor. Olasıdır ki; yasal düzenlemeler tamamlandığında, döner sermaye girdileri dramatik şekilde düşecek, eş zamanlı olarak (başka bir yasa taslağında hazırlık yapan) hükümet, döner sermaye ödemelerini kaldıracak. Sağlık personeli, ek gelir temin etmek ve emeklilikte daha iyi gelir sahibi olmak istiyorsa, mesai sonrasında fazla çalışacak ve fazla mesai ücretleri üzerinden “ek tamamlayıcı sigorta” yaptırarak, kendisini ‘güvence’ altına alacak, böylece durumunu düzeltecek!

Sağlık Bakanlığı, “Kanun ile hekimler daha rahat ve ideal bir hizmet ortamı bulacaklar” diyerek, hekimlere ‘uçuk’ öneriler getiriyor. Diyor ki; Tam Gün Kanunu ile hekimlere, maaşına ilaveten, ek döner sermaye ile birlikte mesai dışı çalışma ücreti ve nöbet ücreti verilerek, pratisyen hekim maaşı 5.950 TL, uzman hekim maaşı 10.800 TL üst limitlerine ulaşabilecek. Yanıt TTB Merkez Konseyi’nden geldi.10-11

TTB 58. Büyük Kongresi, 26 Haziran 2009 da, oybirliğiyle “Tam gün” Yasa Tasarısı’na karşı mücadele kararı aldı. Aynı gün, Yasa Tasarısı, TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonundan geçti. Takip eden günlerde, TTB Basın Açıklaması yaparak,12“hekimlerin özlük haklarında ve özellikle de ücretlerinde ciddi artışlar yapıldığı” izlenimi veren tasarı ile ilgili gerçekleri açıkladı. TTB’ye göre, hekimlerin alabileceği ek ödeme tutarları, en yüksek derece üzerinden 549 ile 1200 TL arasında değişiyor.

Sağlık Bakanlığı, bu tür hesaplarla kamuoyunu meşgul ediyor ya da bilinçli olarak yanıltıyor. Bakanlık, bu miktarları, hekimlerin alacakları döner sermayeye mahsuben maaşına ek “avans” olarak vermeyi taahhüt ediyor. Alınan avans, hak edilen döner sermaye ödemesinden düşülecek. Bu miktarlar, yasa çıktıktan sonra emekli olacak hekimlere, emeklilikte doğrudan değil, kademeli olarak sembolik bir katkı sağlayacak. Açıklamaya göre, düzenleme üniversite hastaneleri ve kamu kurumlarında çalışan hekimler ile hali hazırda emekli olmuş hekimler yönünden hiçbir iyileştirme getirmemekte ve hekim dışı diğer sağlık personelinin ise adı bile geçmemektedir.

BU NASIL MEDYA?

TTB’nin basın açıklamasından 3 gün sonra Anadolu Ajansı’na servis ettirilen habere, nerdeyse tüm yazılı-sözlü medya olağanüstü ilgi gösterdi. Haberde, “Tam Gün Kanunu” ile pratisyen hekimin 6.000 TL, uzman hekimin 15.000 TL maaş alacağı vurgulanıyordu. “Döner sermaye parası maaşları 8’e katladı” ya da “döner sermaye bereketi” gibi başlıklar atılan haberler, sabah saatlerinde gazetelerin web sitelerine ve televizyonlara geçerken, ortalığın karıştığı öğle saatlerinde, TTB konuyla ilgili yeni bir açıklama yaptı. Takiben, Sağlık Bakanlığı haberi yalanladı. Anadolu Ajansı, haberi, Sağlık Bakanlığı verileriyle uyumsuzluğu nedeniyle saat 14.55’de iptal etti. Haber, iptal edilmesine rağmen, ertesi gün, (Evrensel, Cumhuriyet, Referans ve İlke gazeteleri hariç) tüm basında ilk haliyle yer aldı. Ertesi gün, Sağlık Bakanlığı, söz konusu rakamların ‘ortalama’ değil ‘üst limitler’ olduğunu açıklayarak, düzeltme yaptı.

NÖBET ÜCRETİ

Tasarı’da, nöbet ücretlerinin yeniden tanzim edilerek artırılması yer alıyor. Haftalık çalışma süresi dışında nöbet tutanlara, izin suretiyle karşılanamayan her bir nöbet saati için ayda 130 saatten fazla olmamak koşuluyla, nöbet ücreti ve icap nöbet ücreti ödenmesi öngörülmüş. Sağlık Bakanlığı artışın %145-185 arasında olduğunu söylerken, TTB bu oranı %66.6 olarak açıklıyor. Nöbet ücretleriyle ilgili yapılacak ödemeler döner sermaye bütçesinden karşılanacak, yani bu artışın devlete ek bir maliyeti olmayacak.

TSK’YA “SAĞLIK HİZMETLERİ TAZMİNATI”

Sağlık Bakanlığı, “Türk Silâhlı Kuvvetleri kadrolarında bulunan tabiplere ek ödeme verilemediğinden sağlık hizmetleri tazminatı ödenmesi sağlanacak … askeri hekimlerin maaşlarında %63 ile %92 arasında değişen oranlarda artış meydana gelmiş olacak” diyor. Anlaşılıyor ki, Sağlık Bakanlığı’nın ek ödeme almayan kurum hekimlerinden haberi yok. Ya da her nedense “sağlık hizmetleri tazminatı” uygulamasını tüm çalışanlara uygun görmüyor.

HEKİME “MALİ SORUMLULUK SİGORTASI”

Tasarı, “Hekimlere mesleki hataları için mali güvence sağlamak ve vatandaşın da bu hizmetlerden dolayı uğrayacağı zararları teminat altına almak gayesiyle zorunlu mesleki mali sorumluluk sigortası” getiriyor.

Sağlık Bakanlığı, “mali sorumluluk sigortası ile hekimlerimize mali güvence sağlanması konularında getirilen düzenlemeler ile hekimlerimizin moral motivasyonu artacak” … “Böylece hekimler riskli vakalara müdahaleden kaçınmadan mesleklerini icra edebileceklerdir” diyor.

Sistemin dayattığı iş yoğunluğu sonrasında hastanın karşılaşacağı “tıbbî kötü uygulama (sağlık personelinin standart tıbbî uygulama yapmaması neticesi oluşan ve zarar meydana getiren fiil ve durum) nedeniyle oluşacak zararın tazminine yönelik” önlem arayışındaki Tasarı gerekçesinde, “Tıp dünyasında meydana gelen çeşitlenme, tıbbî teknolojinin gelişmesi, hekimlerin geçmişte yapamadıkları bazı uygulamaları yapmalarına imkân sağlamakta ve çoğunlukla ağır riskleri içeren bu uygulamalar sonucunda da tıbbî kötü uygulama şikâyetleri ve davaları artmaktadır” deniyor.

Yasa yürürlüğe girerse; kamu sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışan tabipler ve diş tabipleri, tıbbî kötü uygulama nedeniyle kendilerinden talep edilebilecek zararlara karşı sigorta yaptırmak zorunda. Bu sigorta priminin yarısı kendileri tarafından, diğer yarısı kurum döner sermayesi veya bütçelerinden ödenecek. Özel sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışan veya mesleklerini serbest olarak icra edenler de, “meslekî malî sorumluluk sigortası” yaptırmak zorunda.

Zorunlu meslekî malî sorumluluk sigortası, mesleklerini serbest olarak icra edenlerin kendileri; özel sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışanlar için ilgili özel sağlık kurum ve kuruluşları tarafından yaptırılacak. Özel sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışanların sigorta primlerinin yarısı kendileri tarafından, yarısı istihdam edenlerce ödenecek.

TTB tarafından yapılan araştırmaya göre, benzer bir uygulama hiçbir ülkede yok ve dünyada ilk. Sağlık hizmeti sırasında doğan zararlar ve varsa sigorta primlerinin tamamı işveren kurumlar tarafından ödeniyor. Özel sigorta kuruluşlarına kaynak aktarmaya yönelik bu girişim, hekimleri ekonomik olarak daha da sarsacak ve hastaları mahkeme kapılarında süründürecek.

SONUÇ

Sağlık Bakanlığı, “‘önce insan’ felsefesini şiar edinmiş bir hükümet olarak sağlık hizmet sunumundan vatandaşın ve sağlık çalışanlarının memnuniyetini artırmak için… bu kanunu yapıyoruz” diyor. Ancak, Sağlık Bakanlığı’nın getirmek istediği “tam gün”, özünde, yeni liberal politikaların dayattığı “çalışma sürelerinin esnekleşmesi” ile birebir örtüşüyor.

Tüm hesaplar, “sağlık finansmanının sürdürülebilirliği” üzerine yapılıyor. Getirilen düzenlemelerle sağlık hizmetinin maliyeti artarken, fatura, hizmeti alanlara ve hizmeti verenlere kesiliyor. Bu şekilde toplum daha da sağlıksızlığa itiliyor.

Aşırı iş yükü ve uzun süreli çalışma; dinlenme aralıklarını kısaltacağından çalışanlarda strese bağlı kardiovasküler hastalıklara, hatta ölümlere yol açacaktır. Düşük maaşları fazla çalışıp ek ücretlerle artırma çabası; tıp eğitimini olumsuz yönde etkileyecek, eğitimin niteliğini düşürecek, bilimsel araştırma yapmanın ve bilimsel gelişmeleri izlemenin nesnel koşullarını ortadan kaldıracaktır. Bu tür çalışma, aynı zamanda hizmetin niteliğini düşürecek, hasta-sağlık personeli ilişkisini bozacak, dolayısıyla tıbbi kötü uygulamaları artıracaktır. Hükümet tehlikeyi görerek “zorunlu meslekî malî sorumluluk sigortası” uygulaması ile hem potansiyel sorunlara karşı önlem alıyor, hem de sigortacılık sektörüne fon oluşturuyor.

Kamu sağlık kuruluşlarının zayıflatılıp gelirleri azalırken giderleri artacak; özel sektöre yönlendirilen hastalar, sağlık hizmetlerine daha zor ulaşacaklar ve daha fazla ücret ödeyecekler.

Piyasa, arz-talep kavramlarını gözeterek hizmet veren özel sağlık sektöründe gereksiz işlemler artacak, sonuçta hastalar ve gereksiz işlem yapmaya zorlanan sağlık personeli zarar görecek.

KHB Yasası çıktığında kamu hastanelerinde personele verilecek ücretler azalacağından, özel sektör de ücret indirimine gidecek. Sağlık personeli, bugünkü durumundan çok daha geri noktalara gerileyecek. Geleceği gören Bakanlık, “zorunlu bireysel emeklilik sigortası” ile sorunların patlak vereceği noktalarda önlemler alıyor.

Primlerin ve katkı paylarının yükselmesiyle yoksul kesim sağlık sorunlarını erteleyecek, ancak sonraki zaman diliminde sorunuyla daha kötüleşmiş olarak karşılaşacak. Bu durumda, ya tüm maddi birikimini ya da yaşamını kaybedecek.

Sosyal güvenlik ve GSS ile ilgili başlatılan hiçbir uygulama hukukuna uygun tamamlanamadı. Sağlıkta Dönüşüm Projesi’nde13koyduğu hedeflere ulaşmakta zorlanan hükümetin bohçası bir türlü dikiş tutmuyor. Yıllar önce başlatılan kamu yönetiminde yerelleşme çalışmaları bir kenara bırakılarak, sektördeki rant hesaplarının cazibesi nedeniyle sağlık hizmetlerinin yerelleştirilmesi çalışmaları öncelendi.

Yükselen kamuoyu duyarlılığı ve kaynak yetersizliği gibi nedenlerle zaman zaman alan değiştiren hükümet, sürekli aynı taktiği uyguluyor; tüm kirli düzenlemelerinde toplumun temiz duygularıyla içinde büyüttüğü sözcükleri malzeme olarak kullanıyor. Yıllardır savunduğumuz “tam gün”e bugün Sağlık Bakanlığı dört elle sarılarak, savunuyor ve birlikte bir dizi potansiyel kirli değişikliği önümüze koyuyor.

Üniversitede “özel muayene” icat ederek, hem öğretim üyelerine sus payı verip, hem de üniversitelere önemli kaynak oluşturarak tıp eğitimi ve öğretimini de bitirenler, bugün bu uygulamayı kaldırırken, aslında yaptığı yanlışı düzeltiyorlar. Ancak öyle bir yanlış daha yapıyorlar ki, yaptıkları düzeltmenin bir anlamı kalmıyor. Yeni düzenlemede; finansal kaynak, verilen sağlık hizmetleriyle alınan ücretlerden oluşturuluyor. Daha önce daha fazla hasta muayene ederek, asli işi olan eğitim-öğretimi yap(a)mayan öğretim üyeleri, bu defa, “daha fazla işlem” yaparak, aynı parayı kazanmaya teşvik edilecek.

Sistemin mantığı gereği, Sağlık Bakanlığı’nın ‘tam gün mesai’ şeklinde bir çalışmayı uzun erimli savunması da olası değildir. Tasarı da “tam gün + mesai sonrası çalışma” şeklinde teorize ediliyor. Siyasi iktidarın sağlığın ticarileşmesiyle emeğin değerini en aza indirecek “esnek çalışma” modellerini dayattığı dönemde; sağlıkta çalışma biçimi, ‘tam gün’ değil, ‘kısmi süreli’ olmak zorundadır. İş Yasası’na göre, sigortalı birden fazla işte “kısmi süreli” çalışabilir. Birden fazla işte çalışanların sigortalılık hali SSGSS’de de tanımlanıyor. Kısmi süreli çalışma ile ilgili iş hukukunda düzenlemeler yapılırken, Sağlık Bakanlığı’nın “tam gün çalışma” düzenlemesi, dönemsel taktik politika olarak değerlendirilebilir. Bakanlık, tüm sağlık çalışanlarının sözleşmeli esasına göre çalıştırılmasını sağladığında, “tam gün” çalışmayı reddedecektir.

Esnek çalışmanın bir sürümü olan “mesai dışı fazla çalışma” ile hekim emeğinin büyük sermayeye peşkeş çekilmesi; sağlık çalışanlarının başat sorununun emek-sermaye çelişkisi olacağının göstergesidir. Bugünün politikası; özlük haklarımızla birlikte her durumda “tam gün” çalışmayı savunmaktan geçiyor.

Kaynaklar

 

Tanrıların hikmetinden tekellerin egemenliğine

2009 yazının başında, daha Haziran ayının ilk günlerinde gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu Seçimleri, Türkiye’de kimi çevrelerin Avrupa Birliği’ne tam üyelik umutlarını, Avrupa’da ‘sol’, sosyal demokrat olarak nitelendirilen partilerin kriz sürecinde ürettikleri politikaları ve hatta AB’nin geleceğini tartışılır kılmıştı. Bu tartışmalar, seçimlere olan ilginin azlığı (%43 gibi düşük bir oran) da göz önüne alındığında, oldukça normal karşılanmalıydı.

Ama bu temel ve önemli tartışmaların kenarında, Avrupa Parlamentosu seçimleri, genç ve farklı bir politik girişimin adını bir kez daha duyurmasını sağladı. Korsan Parti’nin (Piratpartiet), İsveç seçimlerinde aldığı 7.13’lük oy oranı ile İsveç’in Avrupa Parlamentosu’nda sahip olduğu 18 sandalyeden birini elde etmesi, Türkiye’de1 ve Dünya’da pek çok çevrenin dikkatini çekti. Burada, 1996 yılında kurulmuş bir politik hareketin 3,5 yıllık bir sürede böylesi hızlı bir ivmeyle gelişmesi, üye sayısı açısından İsveç’in 3. büyük partisi olması ve son seçim sonuçları önemliydi mutlaka. Ama aslında, Korsan Parti, İsveç’le sınırlı bir hareket de değildi. Dünya’nın 26 ülkesinde, 8’i resmi olarak kurulmuş, 18’i girişim düzeyinde faaliyet gösteren başka “Korsan Parti”ler de var. Ve tabii, bunların dışında, Türkiye’de de böyle bir parti kurulması için internet forumlarında kimi tartışmalar da sürmekte.

Korsan Parti’nin ortaya koyduğu talepleri incelediğimizde, içinde yaşadığımız çağda nasıl bir ihtiyacı karşıladığı ve nasıl böyle bir kitle tabanı bulduğu daha kolay anlaşılabilir. İsveç Korsan Partisi, ilkelerini açıkladığı bildirgeyi2 üç temel fikir üzerinde şekillendiriyor; yurttaş haklarının korunması ve kişisel bilgilerin gizliliğinin savunulması, insanlık kültürünün ve farklılıklarının savunulması ve bu alandaki özgürlüklerin arttırılması, patentlerin ve özel tekellerin topluma zarar verdiği…

Parti bildirgesinde, bu temel inanışlarını ayrıntılandıran dikkat çekici cümlelere de farklı başlıklar altında yer verilmiş. “Demokrasi, Yurttaş Hakları ve Kişisel Özgürlük” bölümünün altında:

…Devletin herhangi bir suçun şüphelisi durumunda olmayan sıradan yurttaşlarına karşı gözetleme gücünü kullanması kesin olarak kabul edilemez ve açıktır ki bu durum yurttaşların mahremiyet haklarının ihlalidir. …Devlet anayasasına sadece sözde değil eylemde de saygı göstermek zorundadır. … Kişisel postaların gizliliği yasası genel iletişimin (internet iletişimi, telefon dinleme vb.) yasası olarak geliştirilmedir.

Bu cümlelerde, özellikle 11 Eylül’den sonra dünyada terör paranoyasına eşlik eden ve artan “devlet gücünün vatandaş aleyhine kullanımı”na tepki görülebiliyor. Bu taleplerle Korsan Parti, internet üzerinden yapılan iletişimin, özel hayatın gizliliği prensibi yok sayılarak devlet tarafından kontrol edilmesine karşı çıkıyor. Bildirgenin asıl “Kültürümüze Özgürlük” bölümüyle birlikte, Korsan Parti’nin fikri mülkiyet hakları üzerine radikal ve karakteristik bakış açıları sergileniyor:

Telif hakları başlangıçta yaratıcı kişinin eser sahibi olarak kabul edilmesini düzenliyordu. Ancak daha sonra eserlerin ticari kopyalarını düzenleyen bir hal alıp genişlerken, kişilerin ve kâr amacı gütmeyen organizasyonların kültürü paylaşımı üzerinde bir baskı unsuru olarak hizmet etmeye başladı. …Milyonlarca klasik şarkı, film, kitap büyük medya şirketlerinin mahzenlerinde rehin tutulur oldu. …Biz kültürel mirasımızın özgür bırakılmasını ve herkes için erişilebilir olmasını istiyoruz. …Fikirler, bilgi ve haber alma özgürlüğü doğaları gereği dışlanamazdır (non-exclusive) ve bunların ortak değeri, özlerinde yatan paylaşılma ve yayılma özelliklerinde yatmaktadır.

…Biz telif haklarının özüne dönmesini istiyoruz. Bu yasalar yalnızca ticari kullanımlar ve özel korumada olan eserleri kapsamalıdır. Kültürel ürünleri kopyalamak, paylaşmak ya da kar amacı gütmeyen kullanımlar yasadışı sayılmamalıdır.

…Biz adil ve dengeli bir telif hakkı düzenlemesi yaratmak istiyoruz. …Biz kültürümüzün özgürce paylaşılabilmesini istiyoruz.

Telif hakları  düzenlemeleriyle ilgili yukarıdaki fikirler, aslında, İsveç polisinin Pirate Bay (Korsan Koy) isimli kültürel ürünleri ücretsiz paylaşan internet sitesine yaptığı baskın sonrası, bu müdahaleye karşı gelişen tepkiyle iyice güçlenen ve üye sayısını katlayan Parti için normal karşılanabilir. Ancak yine de, bu gerçeklik, bildirgenin “Patentler ve tekeller topluma zarar veriyor” bölümünde izlenen tekel karşıtı yaklaşımları açıklamaya yetmiyor:

Patentlerin bir yığın zarar verici etkisi var. İlaçlarla ilgili patentler, yüksek ilaç fiyatlarını karşılayamayacak insanların ölümünden sorumlu, tıbbi araştırmaların önceliklerini saptırıyor ve ilaç fiyatlarını boşu boşuna yükseltiyor. Hayatın, yani genlerin patentlenmesi, patentli tohumlar gibi mantıksız ve olumsuz birçok sonuçları oluyor. Yazılım patentleri teknolojik gelişmeyi geciktiriyor ve İsveç’in ve Avrupa’nın birçok enformasyon teknolojileri alanında faaliyet sürdüren küçük ve orta ölçekli girişimcilerini tehdit ediyor.

…Patentlerin mucitleri koruyarak ve icatları ve yeni üretim metotlarının gelişimini sağladığı söyleniyor. Gerçekte ise, büyük şirketlerin küçük girişimcilerle eşit şartlarda faaliyet göstermelerini engelleyen bir araç olarak artarak kullanılıyor. …Biz patentlerin modasının geçtiğine inanıyoruz. Ve patentler şimdi inovasyonu ve yeni bilgi yaratılmasını boğan bir işlev görüyor.

…Biz patentlerin kademeli olarak ortadan kaldırılmasını istiyoruz.

…Büyük şirketler patentleri kötüye kullanmanın ötesinde tekel olmaya da çalışıyorlar. Bu şekilde rekabeti sınırlayıp özgür ve adil piyasayı fikrini takmadıklarını ortaya koyuyorlar. Bu da yüksek fiyatlara ve düşük oranlı inovasyona neden oluyor.

…Tekeller ortadan kaldırılmalıdır.

Bildirgenin sonunda, Korsan Parti, “…Biz adalet, özgürlük ve demokrasi talep ediyoruz” derken, geleneksel herhangi bir siyasi oluşumla ilişkilendirilmekten özenle kaçınıyor. İktidara gelmek gibi bir amaç taşımadıklarını, aksine, parlamentoda ortaya koydukları bu platformla muhalif bir çizgide çalışacaklarını söylüyorlar. Herhangi bir iktidar, doğruluğuna inandıkları bu talepleri hayata geçirmek için çalışırsa, onu destekleyeceklerini de ekliyorlar.

Korsan Parti’nin temel olarak içinde yaşadığımız kapitalist sisteme doğrudan karşı  çıkan bir tavrı, bütünlüklü bir dünya görüşü iddiası  yok. Kimi yerde, bilginin, düşüncenin ve fikrin üzerinde özel mülkiyetin esaretine karşı çıkıyor. Bu noktadan bakınca, Marksist bir bakış açısının izlerini görebiliyoruz bildirgelerinde. Kimi yerde de, tam da söylemlerinin en radikal, içinde yaşadığımız tekelci kapitalist sistemle en uzlaşmaz noktasında, patent sisteminin toptan ortadan kaldırılmasını talep ettikleri, tekellere bayrak açtıkları yerde, “serbest rekabet”e, “girişim özgürlüğü”ne ve “piyasa”ya sarılarak, liberal bir çizgiye yaklaşıyorlar. İsveç Korsan Partisi’nin birbirinden uzlaşmaz çelişkilerle ayrılmış iki sınıfın ideolojisinden de kök alan ilkeleri, işte bu özellikleriyle, günümüzde fikri mülkiyet hakları üzerinde yürüyen tartışmaların bir resmini de ortaya koyuyor aslında.

ADAM SMİTH’DEN GÜNÜMÜZE FİKRİN MÜLKİYETİNİN EKONOMİ POLİTİĞİ

Yukarıda, Korsan Parti’nin 2008’in Aralık ayında yazılmış, belli kısımları aktarılan bildirgesinde gördüğümüz çelişkinin bir farklı örneği, aslında, 1776 yılında yayınlanan Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” adlı eserinde başka şekilde karşımıza çıkmaktadır.

Smith’in eserinde, birbiriyle çelişen iki piyasa biçimiyle karşı karşıyayız. İlk piyasa biçimi, serbest rekabetin işlediği piyasa ve burada, ünlü “görünmez el” de çalışmakta. İkincisi ise, eksik rekabetin söz konusu olduğu “görünmez el”in işlemediği bir piyasa. Birinci tezde, insanların bireysel çıkarları için gösterdikleri çaba, niyetten bağımsız olarak toplumsal çıkarı da maksimize etmektedir. Bu pozitif dışsallığın ardındaki yegâne etken, rekabete dayalı piyasanın bireyleri doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendiren görünmez elidir.3 Adam Smith’in “görünmez eli” piyasanın, insan ihtiyaçlarını serbest rekabet ve fiyat mekanizması vasıtasıyla nasıl karşılayacağını anlatır. Piyasada, fiyatı, arz talep dengesi belirler. Eğer bir malın arzını aşan bir talep, yani kıtlık söz konusuysa, malın fiyatı artacak ve ortaya çıkan yüksek fiyat ve buna bağlı olan yüksek kâr oranı, piyasaya başka üreticilerin girmesine sebep olacak ve fiyatların, sonunda, üreticiler arasındaki fiyat rekabeti nedeniyle düşmesine sebep olacaktır. Ayrıca kıtlığı çekilen ürününün fiyat dışında farklı özellikleriyle de, tüketiciyi (daha kaliteli ürünler, reklam, itibar vs…) cezp etmesi gerekir. Yani teker teker üreticilerin ve tüketicilerin yalnızca kendi çıkarlarını gözettikleri bu modelde, sonunda, toplum daha ucuza daha kaliteli ürünler tüketecek, kıtlık ortadan kalkacaktır. Tabii, bu durum, üreticiler için ölçeğe göre azalan getiri demektir. Serbest rekabette fiyatlar düşeceği için üreticinin kâr oranının düşeceği kabul edilse de4, toplumsal refah muhakkak artacaktır.

Ulusların Zenginliği’nin “görünmez el” kadar gündeme gelmeyen ve “görünmez el”le ters düşen bölümü, kitabın daha ilk sayfalarında yer almaktadır. Burada, Smith, toplu iğne fabrikası örneğinden yola çıkarak, iş bölümü ve uzmanlaşmanın iş gücü verimliliğini arttıran yönü üzerinde durmaktadır.  Adam Smith, eserinde, verimlilik artışını şu sebeplere dayandırmaktadır5:

…İşbölümü6 sonucunda, aynı sayıda insanın iş miktarında sağlayabildikleri bu büyük artış7 üç ayrı nedenden kaynaklanmaktadır; birinci olarak, her bir işçinin becerisinin artması; ikinci olarak, bir işten diğerine geçerken genellikle yitirilen zamanın tasarrufu ve son olarak da, işi kolaylaştırıp kısaltan ve tek kişiye birçok kişinin yerini tutma olanağını sağlayan çok sayıda makinenin bulunması.

Aslında “işbölümü  ve uzmanlaşma”, Adam Smith’in yaşadığı çağda, başlı başına yeni bir “teknoloji”dir. Çünkü büyüme ve gelişme iktisadında teknoloji kavramının özel bir anlamı vardır: teknoloji, üretim sürecinde, girdilerin çıktılara dönüşme yöntemidir8. Ayrıca “işbölümü” aynı zamanda büyük bir yaratıcı fikirdir de9. Üretim sürecinde Smith’in belirttiği gibi üç yönden verimliliği arttırıcı etki taşımaktadır. Günümüzde üretim sürecinde emeğin verimliliğini arttıran yöntemler için ‘yenilikler’ bulma konusunda fikir üretmesi için, kapitalistler ayrı departmanlar çalıştırmaktadır. Bu da, bugün, başka bir AR-GE faaliyet alanıdır.

Adam Smith’in ikinci tezinde, toplu iğne üretimi, artık bir fabrika tarafından yürütülmektedir. Fabrika’yı kuran kapitalist10, birkaç sebeple ölçeğe göre artan getiri bekleyebilmektedir artık. Öncelikle piyasada toplu iğne konusunda bir kıtlık söz konusuysa, bunun önemli bir bölümünü piyasanın “doğal fiyatının” üzerinde bir fiyata satıp, piyasada fiyat belirleyebilme olanağından faydalanabilecektir. Ayrıca kapitalist, üretimin ölçeğini büyüttüğü için, ölçeğe göre düşük parça başı maliyet avantajından da faydalanacaktır. Yani artık üretilen her bir toplu iğnenin maliyeti göreceli olarak düşecektir. Toplu iğne fabrikasının sahibi, piyasada diğer üreticiler karşısında fiyat üzerinde etkili olabilmek için başka üstünlüklere de sahiptir. Artık üretim biçimi başka bir patikaya girdiğinden, piyasaya girmek isteyen yeni bir üretici, rekabet edebilmek için ciddi bir yatırım yapmak zorundadır. Rekabet için tüketicilere kendini tanıtmak, reklam yapmak, daha kaliteli toplu iğne üretmek, üretimi daha verimli kılacak yenilikler bulmak ya da yeni makineler icat etmekle yükümlüdür. Bu da, ciddi bir sermaye birikimini gerekli kılmaktadır. Yani toplu iğneyi kendi atölyesinde gün boyu çalışarak üreten bir ustanın, toplu iğne fabrikası kurması ve rekabet etmesi, neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Çünkü artık piyasaya giriş de, kısmen, monopol durumundaki kapitalistin denetimine girmiştir. Bu noktada, piyasanın genişliği, bir başka ifadeyle talep, kapitalistin kârını ve tekelleşme eğilimini belirleyecektir. Piyasada talep ne kadar fazlaysa, tekelleşme ya da “işbölümü” eğilimi o kadar hızlı ve güçlü olacaktır.

Ulusların Zenginliği’nin sayfalarında gizli olan bu çelişki, yani “görünmez el”le “işbölümü” arasındaki ya da ölçeğe göre azalan getiri ile artan getiri arasındaki çelişki, serbest rekabet söz konusu olduğunda, gelir dağılımının toplum açısından daha eşitlikçi olabilmesini sağlarken, tekelleşme söz konusu olduğunda, zenginin daha fazla zengin olduğu bir süreç yaratmaktadır.

Adam Smith’in eserinde dikkat çektiğimiz karşıtlık, sonrasındaki iki yüz küsur yıl iktisatçıları uğraştıran temel ayrım noktalarını açık eden bir yön de taşır. Piyasanın her hangi bir müdahale olmaksızın iyi işleyeceğini savunan iyimser liberallerle piyasa sisteminin çeşitli ufak düzenlemelerle iyi işleyeceğini savunan kötümser liberaller arasında ya da piyasanın içsel dinamikleriyle birçok sorun barındırdığını ve devlet müdahalesinin bir zorunluluk olduğunu savunan Keynesçilere kadar, iktisatçıların uğraştıkları temel sorunlardan biri budur. Piyasa, kendi başına kendini sürdürebilir olmasını engelleyen başka aksaklıkları da içinde barındırmaktadır, bunla,r Adam Smith’den yıllar sonra, birçok bilim insanı tarafından modellenmiştir. Piyasa başarısızlıkları arasında, asimetrik bilgi problemi ve bilgi edinmenin maliyeti sorunu, doğal tekeller, gelir dağılımı adaletsizliği, ortak mülkiyet konusu olan mallar (kamu malları) ve dışsallıklar sayılabilir. Ve artık ne kadar iyimser olursa olsun, bir iktisatçı, içinden geçmekte olduğumuz krizi de göz önüne aldığımızda, piyasanın kendini tedavi edebilen, sürdüren bir mekanizma olduğu konusunda eskisi kadar ısrarcı olamamaktadır. Bir başka ifadeyle iyimser kamp oldukça daralmıştır, piyasaya güven sarsılmıştır11. Yani “görünmez el” bir düş, tekelleşme ise gerçek olmuştur.

TOPLU İĞNE FABRİKASINDAN YARATICI FİKİRLER İKTİSADINA

Yukarıda, Adam Smith’in toplu iğne fabrikası örneğinde “işbölümü”nün ve “uzmanlaşma”nın üretim sürecinde içselleştirilmesini, yeni bir teknoloji ve ‘yaratıcı bir fikir’  olarak nitelendirmiştik. Burada, üretimin ölçeğinin, pazarın büyüklüğünün ve özellikle teknolojinin sermaye birikimini arttıran ve piyasada eksik rekabetin önünü doğal olarak açan yönünün altını çizmiştik.

Ekonomik büyüme, kapitalist üretim sürecinde, sermaye birikiminden başka bir şey değildir. Bunu sağlayan dinamikler de, büyüme teorilerinin konusuna girer. Söz konusu bir ülke ya da ülkeler arasında mukayese olduğunda, “kimi ülkeler neden zengin12, kimileri neden yoksul” sorusunun cevabı da, bu büyüme teorilerinde saklıdır. Oysa Adam Smith’den neredeyse 20. yy’ın son çeyreğine kadar ortaya atılan iktisadi büyüme teorileri, oluşturdukları modellerde, ölçeğe göre sabit getiri varsayımı altında çalışmışlardır. Bunlar, sermaye tabanlı modellerdir ve daha çok fiziksel ve beşeri sermaye birikiminin modellenmesi üzerine yoğunlaşmışlardır13. Bu neo-klasik modellerde, teknoloji, dışsal bir değişkendir. Ekonomik büyüme, uzun vadede teknolojik gelişme olmadığı takdirde gerçekleşemese de, teknolojik gelişmeyle ekonomik ilişkiler arasında analitik bir ilişki kurulamamıştır. Yani neo-klasik büyüme modelinde, teknoloji, kapitalistin kafasına gökten düşen bir elma gibidir.

1980’lerin ortalarından başlayarak, teknolojik gelişmeyi iktisadi büyüme modellerinin içsel bir parçası haline getirmek için çeşitli çalışmalar yayınlanmıştır. Paul Romer’in bu alanda yayınladığı makaleler (1986, 1990, 1994) ise, içsel büyüme teorileri için temel kabul edilir. Ve aslında Romer’in de çıkış noktalarından biri, “Adam Smith’in çelişkisi”dir14. Romer’in yaptığı katkı, içinde yaşadığımız toplumsal düzende hemen her şeyin alınıp satılabilir bir mal, bir meta haline geldiği süreçte, “yaratıcı fikirlerin nasıl bir mal olduğu” sorusuyla başlayıp, ekonomik büyümenin motoru olan teknolojik yeniliklerin piyasayı nasıl etkilediğini göstermesinde yatar. Bu sayede geleneksel birkaç varsayımı yeniden tartışmaya açar. Ayrıca teknolojik gelişme için yaratıcı fikirleri belirleyen değişkenleri modeller. Yani bu alanda düşünmek isteyen kişilere faydalı araçlar sağlar.

Romer’e göre, yaratıcı fikirler, doğaları gereği, rekabetçi olmayan (non-rival) mallardır. Bir malın rekabetçi olup olmamasını belirleyen, o malın bir kişi tarafından kullanımının bir başkasının kullanımını engelleyip engellememesidir. Örneğin; eğer siz pazartesi sabahı saat 9.00-10.00 arası dişçi randevusundaysanız, bu durum, bir başkasının o saatlerde diş hekiminizin hizmetinden yararlanamayacağı anlamına gelir. O halde, dişçilik hizmeti, rekabetçi bir maldır. Oysa yaratıcı fikirler böyle değildir. Henry Ford’un, otomobil üretiminde verimliliği büyük ölçüde arttıran “bant sistemi” fikrini kullanması, bir başka otomobil üreticisinin bu fikirle aynı sürede daha fazla otomobil üretmesini engellemez. Bu nedenle, yaratıcı fikirler, bir kez üretildiklerinde, her hangi bir aşınmaya uğramadan defalarca kullanılabilir. Çünkü rekabetçi olmayan malların, rekabetçi mallardan farklı olarak, bir kez üretilmesi yeterlidir. Artık sonsuza kadar, sonsuz sayıda kullanılabilirler. Üretilmesi için gereken sabit maliyetin ötesinde sıfır marjinal maliyet15 taşımaktadırlar. Yaratıcı fikrin bu özelliği, aynı Adam Smith’in toplu iğne fabrikasında olduğu gibi, onun, aynı zamanda, ölçeğe göre artan getiri sağlamasının da kaynağıdır. Ölçeğe göre artan getiri, aksak rekabetin, bir diğer deyişle, piyasa başarısızlığının ya da tekelleşmenin nedenidir. Çünkü verimliliği arttıran teknoloji, daha önce açıkladığımız gibi, fikrin sahibi, firmaya, piyasada önemli birçok avantajlar sağlar.

Kapitalist, kendisine pazarda önemli güç sağlayan bir yeniliğe, yaratıcı fikre sahipse, bunu, diğer kapitalistlerle paylaşmak istemeyecektir. Bu noktada bu yeniliğin “dışlanabilirlik” (exclusive) derecesi belirleyici olur. Bir malın dışlanılabilirlik derecesi, üreticisinin kullanıcıya yükleyebileceği fiyattır. Dışlanabilirlik özelliği taşıyan mallar, üreticilerine, ürettikleri faydaları, fiyat yoluyla elde etmeleri olanağını sağlar. İktisat dilinde, rekabetçi olmayan malların dışlanılabilirlik özelliği taşımayanlarına, kamusal mallar denir: Ulusal savunma, sokak aydınlatması vb…

Dışlanabilirlik özelliği olmayan mallar, üreticilerinin elde edemediği faydalar sağladığından, piyasa mekanizması tarafından yeterli oranda üretilmezler. Genellikle devlet eliyle kamusal yatırımlar vasıtasıyla sağlanırlar. Örneğin özel olarak pazarda satılmaya yönelik bir buluşu hedeflemeyen, ama yarattığı pozitif dışsallıkla başka buluşları tetikleyebilen temel bilimsel araştırma faaliyetleri de, çoğunlukla devlet sübvansiyonuyla finanse edilir. Ya da insanlara temel becerileri (okuma, yazma, temel matematik gibi) kazandıran ve yine pozitif dışsallık yayan ilköğretim de, büyük oranda, devlet eliyle sürdürülmektedir. Romer’in, bilgiyi, hem özel hem de kamusal mal olarak sınıflandırması, yaratıcı fikirlerin birer kamusal mal olarak kabul edildiği önceki büyüme modellerine göre, içinde yaşadığımız sistemin dinamiklerine daha uygundur. Çünkü elinde icat tutan kapitalistler, bu yaratıcı fikirlerinin dışlanabilirlik derecesini arttırarak, bu şekilde kişisel çıkar elde etme şansını saklı tutmak isteyebilirler ki, tekel durumuna gelmek istemesi ‘doğal’ karşılanacak kapitalist açısından, bu, temel bir amaçtır.

Yaratıcı  fikirler, rekabetçi olmadıkları için, dışlanılabilirlik derecelerini belirleyen de, üreticilerinin bu fikirlerini gizleme uğraşı16 ve patent sistemi, telif hakları gibi fikri mülkiyet hakları düzenlemeleridir. Fikri mülkiyet haklarının savunusu, fikirlerin birer mal olarak(!) dışlanılabilirlik derecelerini arttırabilmek anlamına gelmektedir. Bu nedenle, yeni buluşlar ya da yöntemler, çoğunlukla belirli bir sabit maliyetle ve sıfır marjinal maliyetle tekrar tekrar kullanılabilen rekabetçi olmayan mallar olsalar da, oldukça pahalıya satılmaktadırlar. Örneğin AIDS ilaçlarının hasta başına yıllık maliyeti 10-12 bin doları bulmaktadır. Ancak aynı ilaçların Hindistan ya da Tayland kaynaklı ithal eşdeğerlerinin fiyatı, yıllık olarak, hasta başına 3 ila 500 dolara düşmektedir17. ‘Gerçek’ ilaçlarından %2-5 daha ucuz olan bu ilaçlar, Afrika’da binlerce hayat kurtarmaktadır. Aynı şey, yazılım ve kültür ürünleri için de geçerlidir. İnternetten ücretsiz bir biçimde paylaşılabilen bu ürünler, pazarda yüzlerce dolara alıcı beklemektedir.

“FİKRİ MÜLKİYET HAKLARI”NIN GEREKÇELERİ

Günümüzde, yaratıcı  fikirlerin yayılmasının sağladığı pozitif dışsallıkların bilimsel, teknolojik ve kültürel ilerlemeyi sağladığı ve ekonomik gelişmenin temelini oluşturduğu, kabul edilen bir gerçektir. Buluşların ve yaratıcı faaliyetlerin, sahiplerine, patent ve telif gibi fikri mülkiyet düzenlemeleri vasıtasıyla tekel imtiyazı sağlanması, piyasayı kontrol etme gücü vermesi, ciddi bir toplumsal refah kaybına neden olmaktadır, bu, monopollerin varlığının bilinen, normal bir sonucudur.

Buna rağmen, fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesinin teknolojik ve kültürel yaratıcılığın gelişiminin itici gücü olduğu yönünde yaygın propaganda söz konusudur. Bu yaklaşım, bireylerin yaratıcı faaliyetler sürdürmesinin temel nedeninin maddi kazanç beklentisi olduğunu varsayımından hareket etmektedir18. Bir diğer ifadeyle, fikri mülkiyet hakları, bir buluş için, o ‘sihirli’ son dokunuşu yapan kişilerin ödüllendirilmesi anlamına gelir. Oysa yaratıcı fikirlerin temel girdileri, başka yaratıcı fikirlerdir. Patent ve telif sistemi, bir dönem önceki yaratıcı fikirleri fiyatlandırdığından, yeni bir buluş gerçekleştirmenin de daha pahalı hale gelmesini sağlamaktadır. ABD’nin eski ünlü başkanlarından Thomas Jefferson bile, patent sistemine karşı çıkarken, “fikirlerin aynı hava gibi birilerine ait olamayacağını” söylüyordu19. Jefferson gibi, yaptığı hiçbir buluşun patentini alma girişimi bile olmayan ‘iyimser’ bir liberalin patent tartışmalarında söylediği bu söz, tabii ki, tesadüf değildi. 18. ve 19. yy’ın ilk yarısında kurumsallaşmaya başlayan fikri mülkiyet hakları düzenlemeleri, o dönemin birçok serbest piyasa yanlısı düşünür tarafından da eleştirilmişti20. Bu eleştirilerin çıkış noktası, yine piyasadaki tekelleşme eğilimiydi.

Diğer yandan, ilk patent yasaları, uluslar arasındaki teknoloji rekabetini21 pek de etkilemiyordu. Hemen hiç bir ülke bir başka ülkenin fikri mülkiyet düzenlemelerini tanımıyordu. Örneğin ABD, 1790’daki telif yasasında, başka ülkelerin telif haklarını korumayı reddediyordu22. Ayrıca 19. yy’da kurumsallaşan23 fikri mülkiyet hakları üzerine yasal düzenlemeleri, günümüzdeki patent sistemiyle karşılaştırdığımızda, birçok kusurları vardı. Örneğin birçok ülkede patent sisteminde, açıklama yükümlülükleri yoktu; patent başvurusu yapmanın ve işlemleri sürdürmenin maliyeti yüksekti ve patent sahibi yeterince korunmuyordu24. Ayrıca yine birçok ülke, ithal buluşların ülke içinde patentlenmesine izin veriyordu. Sanayi devriminin üretimin ölçeğini arttıran buluşlarının ülkeden ülkeye transferi, çoğunlukla, yeni teknolojilere hakim kalifiye işçilerin ülkeden ülkeye transferiyle sağlanıyordu. Teknolojik gücü elinde tutan ülkeler, bu avantajlarını korumak için, kimi yerde teknolojik yeniliği içeren makinelerin ülke dışına çıkışını engelliyor25, kimi yerde kalifiye işçilerin yurtdışına çıkışlarını zorlaştıran düzenlemeler oluşturuyor, kimi yerde ise, patent haklarının 19. yy’daki gevşek korumasından faydalanmaya çalışıyorlardı. Yani bugünün gelişmiş ülkeleri, ithal teknolojileri kopyalayıp kullanma konusunda oldukça istekliydiler ve o günlerde, “fikrin mülkiyeti”nin korunması konusunda pek de ‘ilkeli’ davranmıyorlardı.

Bu gerçeklere rağmen, bugünün teknoloji yoksunu ülkeleri üzerinde fikri mülkiyet hakları üzerine yapılan tartışmalar, 1980’lerden başlayarak, uluslararası ticaret üzerine tartışmaların temel noktalarından birini oluşturmuştur. Özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün kuruluş anlaşmalarından biri olan TRIPS26 Anlaşması’yla birlikte, erken kapitalistleşmiş, teknoloji üreten ülkelerin, azgelişmiş ülkeler üzerinde fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesi yönünde baskıları yoğunlaşmıştır. Dünyada bugüne kadar alınmış patentlerin %97’sini elinde bulunduran bu ülkeler, patentlerin %3’ünü elinde bulunduran azgelişmiş ülkeleri, patent sistemlerini kendilerininkiyle uyumlu hale getirmeye zorlamışlardır. TRIPS Anlaşması 1995 yılında imzalandığında, merkez ülkeler, fikri mülkiyete konu olabilen bilgisayar yazılımı, mikro elektronik, kimyasallar, ilaçlar, eğlence endüstrisi ve biyoteknoloji gibi alanlarda azgelişmiş ülkelerin zaten çok önündeydiler.

Uluslararası fikri mülkiyet düzenlemeleri ve denetim mekanizmaları öncesinde, merkez ülkelerin büyük şirketleri, azgelişmiş ülkelerdeki yetersiz koruma düzeyi nedeniyle büyük ekonomik ve ticari kayıplara uğradıklarını iddia etmekteydiler. Onlara göre, yetersiz koruma düzeyleri, teknoloji yoğun ürün ihraç ederek elde edecekleri kârların önünde bir engel oluşturuyordu. Yaratıcı taklitçilik ve korsan etkinliklerine yerel düzeyde gösterilen tolerans, tekelleri, azgelişmiş ülkelerden gelecek lisans ve telif gelirlerinden de yoksun bırakıyordu. Dünya Bankası’nın verilerine göre, TRIPS Anlaşması sonrasında, gelişmiş ülkeler, azgelişmiş ülkelerden, patentlerin zorunlu lisans ödemeleri vasıtasıyla, yıllık olarak, ortalama 45 milyar dolar27 kazanıyor.

Ayrıca söz konusu ‘korsan’ faaliyetler, sermayenin, daha ucuz iş gücüne ve el değmemiş doğal kaynaklara ulaşma hedefine rağmen, teknoloji üreten büyük şirketlerin azgelişmiş ülkelerde yatırım yapmalarını engelleyen bir faktör olarak sürekli dile getiriliyordu. Zaten fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesi bir kalkınma reçetesi olarak azgelişmiş ülkelere pazarlanırken kullanılan temel argümanı da, bu büyük ölçekli uluslararası şirketlerin gerçekleştireceği doğrudan sermaye yatırımlarının, azgelişmiş ülkelerde, hem sermaye birikimini arttıracağı hem de teknoloji transferi sağlayacağı iddiası oluşturuyordu. Oysa günümüzde fikri mülkiyet ihlalleri noktasında en çok sabıkası bulunan Çin, Rusya, Hindistan28 gibi ülkelerin, hali hazırda ellerindeki ucuz ve nitelikli emek gücü ve doğal kaynakları sayesinde, en çok doğrudan yabancı sermaye yatırımını çektikleri bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

Buna rağmen, fikri mülkiyet hakları konusunda ciddi yaptırım mekanizmaları ABD öncülüğünde sürdürülmeye devam ediyor ve merkez ülkeler, ellerindeki askeri-politik gücü kullanarak, azgelişmiş ülkeleri, bu konu için sürekli bir baskı altında tutuyor. Mahfi Eğilmez, 1993 yılında, ABD’de Washington Büyükelçiliği Ekonomi ve Ticaret Başmüşaviri olarak çalıştığı dönemde, fikri mülkiyet ihlalleri üzerine bir toplantıda yaşadığı tecrübeyi şöyle aktarıyor29:

“…Büyükelçimiz Nüzhet Kandemir konuyu savunmakla beni görevlendirdi, ben de ABD’li avukatlarımızla birlikte görüşmenin yapılacağı yere gittim. Mahkeme salonu gibi bir yerdi. Çeşitli bakanlıkların temsilcileri ellerinde dosyalarla uzun bir masanın bir tarafında oturuyorlardı. Masanın ortasında, başkan konumunda ABD Ticaret Temsilciliği’nin (USTR) yetkilisi vardı. Masanın önündeki salonda izleyicilere ayrılmış koltuklar vardı. Oldukça kalabalıktı içerisi. Türkiye ile birlikte başka ülke temsilcileri de savunmaya davet edilmişlerdi. Sırayla masaya oturup soruları cevaplıyordu temsilciler. Benden önce Tayvan, Rusya ve Polonya temsilcileri soruları yanıtladılar. Bakanlık temsilcilerinden birisi Michael Jackson’ın Rusya’da basılmış korsan kasetlerini gösterip bunlarla ilgili olarak ne gibi önlemler aldıklarını sordu. Sıra Tayvan’a geldiğinde Hollywood filmlerinin Tayvan’da çoğaltılmış korsan kasetleri dizi dizi çıktı ortaya. Daha da kötüsü Polonya temsilcisinin başına gelendi. ‘Jurassic Park’ filmi sinemalarda oynamış ve yapımcısı video kasedini uzun süre piyasaya çıkarmayacağını açıklamıştı. Oysa Polonya’da Jurassic Park filminin 60 bin adet korsan video kasedi piyasaya sürülmüştü. Bunun için ceza uygulanıp uygulanmadığını sordular. Sıra bana geldiğinde içimden ‘İnşallah Türkiye’den korsan kaset ya da kitap örnekleri çıkarmazlar’ diye geçirerek oturdum masaya.

İlk bakışta bile, 1990’larla birlikte fikri mülkiyet haklarının küresel ölçekte kurumsallaştırılması için gerçekleştirilen yoğun baskıların; temelde, başta ABD olmak üzere, diğer erken kapitalistleşmiş ülkelerin lehine, az gelişmiş ülkelerin aleyhine bir süreç yarattığı açıkken, sanayi devriminden günümüze bilimsel-teknolojik ilerlemeyi patent ve telif hakları sisteminde gerçekleştirilen düzenlemelere bağlayan yaygın, yerleşik bakış açısının; bugünün geri kalmış, geç kapitalistleşmiş ülkelerine teknoloji yoğun sektörlerde üretim yaparak, katma değeri yüksek ürünler üreterek kalkınabilmeleri için temel sanayi politikası olarak fikri mülkiyet haklarını geliştirmeleri gerektiğini öğütlemesi ‘doğal’ karşılanabilir.

Ancak gerçekte teknoloji ve yaratıcı fikirler, aynı suyun akış yönü gibi, hep çok olduğu yerden az olduğu yere doğru ilerleme eğilimi göstermiştir. Bu yayılma etkisi de, sanayi devriminin ve yeni buluşların itici gücü olmuştur. 18 ve 19. yy’daki fikri mülkiyet düzenlemelerine bakarak, bugünün teknoloji üreten ülkelerinin bu fikri mülkiyet hakları üzerinde yasal düzenlemeler sayesinde bu aşamayı kat ettiklerini söylemek de, bu nedenle pek mümkün değildir. Daha ziyade bu ülkeler, kendi teknolojik güçlerini; teknoloji yoğun sektörler için çeşitli korumacı politikalar ve bu alana devlet eliyle uyguladıkları sübvansiyonlarla, diğer ülkelerde üretilen teknolojileri de, ‘fikri mülkiyet hakları’ ihlalleriyle elde etmeye çalışarak geliştirmişlerdir30.

Öte yandan, fikri mülkiyet haklarının gelişmesi ile teknolojik-bilimsel ilerleme arasında pozitif bir ilişki kuran diğer bir diğer tez de, günümüzde Ar-Ge çalışmalarının maliyetinin çok yüksek olmasını gerekçe göstermektedir. Bir kâşifin çok yüksek olan bir defalık maliyetlere katlanarak yeni bir yaratıcı fikir üretmesini teşvik edecek tek şey, marjinal maliyetten daha yüksek fiyat belirleyebilme ve kâr elde edebilme beklentisidir31 cümlesiyle özetleyebileceğimiz fikri mülkiyet haklarının gerekliliğini açıklamaya çalışan bu argüman da, birkaç farklı noktadan eleştirilebilir.

Araştırma-geliştirme faaliyeti gerçekten de oldukça pahalı bir alandır. Diğer yandan, Ar-Ge faaliyeti, sonu baştan kestirilemez bir uğraştır. Yani yıllarca yüksek maliyetlere katlanarak sürdürülen bir araştırmanın, sonunda, bu maliyeti karşılayacak bir fayda sağlayacağını kestirmek neredeyse imkânsızdır. Ar-Ge çalışmalarının bu niteliği, tümüyle özel sektör tarafından finanse edilebilmesinin önüne geçer. Diğer yandansa, sermayedarlar, bu alandan tamamen çekilip, denetimsiz bırakmak da istememektedirler. Bu ise, sermayeler arası ileri teknoloji rekabetinin sonucudur. Bu mücadelede, en yeni teknolojiye sahip kapitalist, rakiplerinin sermayesini değersizleştirerek, piyasanın kontrolünü elinde tutmak istemektedir. Bu nedenle, sermayenin araştırma-geliştirme ünitelerine olan yaklaşımı, maliyetlerin büyük bölümünü sosyalize ederek, sonuca mutlak olarak hakim olmaktır. Bunun yolu da, büyük bölümü itibariyle kamusal finansman içindeki araştırma-geliştirme kurumlarını başat sermaye kesimlerine bağımlı kılmaktır. Başka bir ifadeyle, başat sermayenin temel hedefi, araştırma-geliştirme ünitelerini üniversitelere bağlı tutup, oralarda proje-destekli faaliyetler gerçekleştirerek, finansmanın tümüne katılmadan sonuca ulaşmaktır32. Zaten günümüzde araştırma-geliştirme faaliyetleri, önemli ölçüde kâr amacı gütmeyen organizasyonlar tarafından sürdürülüyor. ABD’de bile, 2000 yılında gerçekleştirilen ilaç araştırmalarının sadece %43’ü ilaç endüstrisi33 tarafından finanse ediliyor. Geriye kalan kaynağın %29’u ABD devleti, %28’i de hayır kurumları ve üniversiteler tarafından fonlanıyor34. Bu durum, Türkiye’de de benzer bir özellik taşımaktadır. TÜİK’in verilerine göre, 2007 yılında Türkiye’de yapılan tüm Ar-Ge harcamalarının % 48.2’si yükseköğretim, % 41.3’ü ticari kesim ve % 10.6’sı kamu kesimi tarafından gerçekleştirilmiştir. Ar-Ge harcamaları, finanse eden kesimler itibarıyla incelendiğinde ise; harcamaların % 48.4’ü ticari kesim, % 47.1’i kamu kesimi, % 4’ü diğer yurtiçi kaynaklar ve % 0.5’i ise yurtdışı kaynaklar tarafından karşılanmıştır35. Yani rakamların bize gösterdiği şudur ki; günümüzde keşifler, büyük oranda keşiflerinin “bir defalık büyük maliyetine marjinal maliyetin üzerinde fiyat beklentisiyle” katlananlar tarafından değil, hala büyük oranda kamu kaynaklarının kullanılması yoluyla sürdürülüyor.

Ar-Ge faaliyetlerin finansmanı konusunun ötesinde, kapitalist kâr mantığı, bu çalışmaların yönünü de saptırıyor, Ar-Ge faaliyetinin verimliliğini de düşürüyor. İngiltere merkezli yardım kuruluşu Oxfam’ın “Patent Injustice: How World Trade Rules Threaten the Health of Poore People” raporuna göre: “Bugün dünya çapındaki hastalıkların yüzde 90’ıyla ilişkili AR-GE çalışmaları, toplam AR-GE çalışmalarının sadece yüzde 10’u36. Bunun nedeniyse basit, hastalıkların büyük ölçüde kaynağını oluşturan geri kalmış ülkelerin iyi ilaç pazarları olmaması. Çünkü Obezite ya da yüksek kolestrol ilaçlarını merkez kapitalist ülkelere pazarlamak, çok daha büyük kârlar getiriyor.

Kapitalistlerin kârlarını arttırma ve tekel olma güdüsünün yaratıcı fikirleri, keşifleri engelleyen başka yönleri de var. Daha 20. yy’ın başında, V. İ. Lenin; kapitalistlerin, tekel olmanın büyülü gücüyle keşiflerin yaratacağı toplumsal fayda arasından hangisini seçtiğini şöyle aktarıyordu:

…Tekel fiyatları, geçici olarak bile olsa, uygulamaya sokulduğu ölçüde, teknik ve dolayısıyla da diğer bütün ilerlemelerin, gelişmelerin itici gücü bir dereceye kadar yok olur ve o ölçüde, teknik ilerlemeyi yapay olarak engelleme yolunda ekonomik olanaklar doğar. Bir örnek verelim: Amerika’da Owens adında biri, şişe üretiminde devrim yaratan bir makine icat etmiştir. Alman şişe fabrikatörleri karteli, Owens’in patentini satın alır ve uygulamaya konulmasını engellemek üzere rafa kaldırır.37

Günümüzde de, patentlerin ve tekelleşmenin bilimsel, teknolojik ilerlemeyi baltalayan yönü üzerine örnekler de bulmak mümkün. Özellikle son yirmi yılda insanlığın büyük ilerleme kaydettiği alanlardan biri olan genetik ve biyoteknoloji alanında da patent tartışmalarının etkisi giderek artıyor. 2005 yılında sonuçları açıklanan bir araştırmaya göre, insan genlerinin yaklaşık beşte biri ABD’de patentlenmiş durumda. Bu patentlerin yaklaşık beşte üçü özel firmalara, kalanı ise üniversitelere ve onların kurduğu çeşitli AR-GE firmalarına ait38. Bu durumun biyoteknoloji alanında yürütülen insan sağlığı için büyük önem taşıyan bilimsel çalışmaları nasıl etkilediğini Evrensel Gazetesi’ndeki yazısında Günseli Bayram şöyle aktarıyor:

…Örneğin meme kanserine sebep olan BRCA genindeki bozuklukların tanı testinin patenti, ABD’li bir firma tarafından alınmış. Firma bu alanda tek. Ancak sonradan anlaşılıyor ki, bu testte bazı eksiklikler var. Ancak testin patenti bu firmada olduğu için dışarıdan bir müdahale yapılması oldukça zor görünüyor. Ayrıca başka araştırma laboratuarlarında bu konunun yaygın olarak çalışılmasının önüne geçildiği için bilimde istenen ilerlemenin sağlanamayacağı da ortada. Testin tamamlanması için firmanın adım atmasını beklemek gerekiyor.

Patent ve telif düzenlemelerinin, pazar içinde kapitaliste sağladığı yaratıcı fikirleri sahiplenme, gizleme ve bunlardan kâr elde etmenin ötesinde ne gibi bir faydası olduğu, karşıt tezlerin öne sürülebileceği ciddi bir tartışma konusu. Ancak örnekler gösteriyor ki:

Fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesi, bugün teknoloji üreten konumda olan ülkelerin bu gelişimlerinde temel bir etken değildir. Aksine onlar, fikri mülkiyet düzenlemelerini çiğneyerek, rakiplerinin teknolojilerini elde etmenin hep bir yolunu bulmuşlardır. Bugünün gelişmiş ülkelerinde devlet koruması ve desteği, bilimsel teknik ilerlemede atılım yapmalarında, teknoloji yoğun sektörde lider konumda firmaları barındırmalarında daha büyük rol oynamıştır39.

Bugün fikri mülkiyet haklarının kurumsallaştırılması, kâşiflerin yeni fikirler üretmesini tetikleyen ekonomik motivasyonu sağlayarak bilimsel-teknolojik gelişmeyi arttıran bir faktör olarak görülemez. Günümüzde yenilikleri ve icatları sürükleyen, 200 yıl önce olduğu gibi, kendi atölyelerinde buluşlar yapan mucitler değildir. Günümüzde yaratıcı fikirler, büyük ekonomik kaynaklara sahip çeşitli organizasyonlar içinde görev alan ve insanoğlunun birikimini sentezleyerek kullanan yaratıcı insanların kolektif emeğiyle üretiliyor. Bu araştırmacıların önemli kısmı, özel sektörde değil, kamu kesiminde ya da üniversitelerde istihdam ediliyor40. Yeniliklerden ve buluşlardan yalnızca kâr beklentisine sahip olanlar ise, rakipleri karşısında amansız, ölümcül rekabet sürdüren firmalar. Bu nedenle, doğası gereği kâr elde etme amacıyla var olan şirketlerin motivasyonlarıyla, özel ya da kamusal organizasyonlarda çoğunlukla maaşla çalışan araştırmacıların motivasyonlarının aynı olduğu düşüncesi oldukça zorlama bir tezdir.

Fikri mülkiyet rejimi, temel girdisi başka yaratıcı fikirler olan yeniliklerin maliyetini, önceki fikir, düşünce, bilgileri fiyatlandırarak yükseltiyor. Oysa bilgi, tarihsel bir olgu olarak, tarih içinde insanoğluna ait eylemlerin bir bütünü, bu nedenle de, aslında, önceki ve gelecekteki kuşaklara ait. Patent ve teliflerle insanlığın bilgi birikimi kimi şirketlerin eline geçtiğinde, bu durum, yeni bilgi üretilmesini engelleyen, yönünü saptıran bir işlev görüyor. Bilgi üzerinde tekeller yaratıyor ve ancak bilgi birikimi, bu tekellerin ‘canı istediğinde’ insanlığın hizmetine sunulabiliyor. İçinde yaşadığımız kapitalist üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu olan tekeller; insanlığın yaratıcı eylemini, insanlardan yaratıcı bilgiyi gizleyerek engelliyor.

KORSAN PARTİ, LİBERALLER VE TEKELLER; SONUÇ YERİNE

İçinde yaşadığımız çağda, internet, insanlığın tüm bilgi hazinesinin her haneye ulaşabilmesini sağlayabilecek bir teknoloji. Sadece internet erişimine sahip bir bilgisayarla tüm bu bilgi birikimine ulaşma şansına artık sahibiz. Ve de her ne kadar büyük film şirketleri, filmlerin; dev plak firmaları, şarkıların; yayın evleri, kitapların; yazılım tekeli, bilgisayar yazılımlarının paylaşmasını istemese de, insanlar bunların hepsini paylaşma eğiliminde. Dünyada, sadece bilginin özgürce paylaşılabilmesini talep etmek için kurulmuş partiler bile var, hem de azımsanmayacak sayıda taraftara sahipler.

İnsanların tekellere ‘ait’ gizli, patentlenmiş ya da telif ‘koruması’ altına alınmış bilgiye ulaşma özgürlüğü yok, ama tekellerin mahremiyetini fikri mülkiyet haklarıyla koruyan hükümetlerin insanların e-postalarını onlardan izinsiz gözetlemeye yetkisi var!

Bilgiye ulaşmak ve kullanabilmek noktasında sıradan vatandaşlarla kâr amacı güden organizasyonlar arasındaki bu orantısızlık, içinde yaşadığımız tekelci kapitalist sistemin bir ürünü. Daha bundan 250 yıl önce, bağrında, sonunda tekellere yol açacak dinamikleri barındıran sistem, bireylere özgürlük, topluma refah vaat ediyordu, bugün insanlara değil tekellere özgürlük, toplumun çoğunluğuna da yoksulluk veriyor. Korsan Parti’nin haklı taleplerine karşın kafa karışıklığının nedeni, kapitalizmin şafağında bile bir hayal olan işte bu vaatlerde saklı. Ve tabii kimi liberal söylemlerin günümüzde prim yapmasının da nedeni bu.

Karl Marx insanlığın toplumsal gelişimini belirleyen dinamikleri incelerken, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi devrimlerin temel sebebi olarak göstermişti. Ona göre; üretici güçlerin gelişimi üretim ilişkilerinin ötesine geçtiğinde, toplumun üretici güçlerinin ulaşmış olduğu gelişme düzeyine ve karakterine denk düşen yeni üretim ilişkileri, er ya da geç, eski üretim ilişkilerinin yerine geçecekti. İçinde yaşadığımız çağda da insanların bilgiye ulaşmasını ve onu kullanmasını kolaylaştıran teknolojiler, üretici güçlerin gelişimini tarihte görülmemiş ölçüde arttıracak olanaklar sağlarken, mevcut üretim ilişkileri ve fikri mülkiyet hakları bunu engelleyen ve saptıran bir işlev görüyor. Ve bu da yine “Marx haklı mı?” sorusunu akla getiriyor.

 

35 yıl sonra gelen ün: kemal karpat YENİ OSMANLICILIĞIN İDEOLOJİK BİR DESTEĞİ

86 yaşındayken, bu yıl, Türkiye Büyük Millet Meclisi onur ödülünü alıncaya kadar akademik bir çevre dışında pek tanınmıyordu. Halbuki 1923’te doğduğu Romanya-Dobruca’daki Babadağ köyünden çıkıp Türkiye’ye göç ettiği yıllardan sonra, bir hukukçu olarak başlayıp tarihçi olarak sürdürdüğü entelektüel yaşamına, onlarca kitabı, 20 ülkede yayınlanan makalelerini ve dünyanın pek çok ülkesinde yapılmış konferansları sığdırmış; Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi, uluslaşma ve toplumsal değişim ve İslam hakkındaki tezlerini Avrupa, Asya, ABD’deki üniversitelerde verdiği derslerde savunmuş ve dikkatleri üstüne çekmişti Kemal Karpat. BM Toplumsal Araştırmalar bölümünde çalıştı, Montana Devlet Üniversitesi, New York Üniversitesi, Princeton Üniversitesi, Harvard Üniversitesi, John Hopkins Üniversitesi, Colombia Üniversitesi ile Türkiye’de Robert Kolej, ODTÜ, Bilkent, AÜ Siyasal Bilgiler üniversitelerinde dersler verdi. Çok sayıda ödülü var. ABD’de Ortadoğu araştırmalarıyla ilgili pek çok düşünce kuruluşunun kuruculuğunu ve yöneticiliğini yaptı. Wisconsin Üniversitesi’nde profesör olarak çalışırken emekli oldu.

Genellikle bir Türk’ün dışarıdaki başarılarına kayıtsız kalmayan akademi, medya ve siyaset dünyası, bütün bu yıllar boyunca, Kemal Karpat’a yokmuş gibi davrandı. “Dağı Delen Irmak” adlı söyleşi kitabında ifade ettiği gibi, kendisine pek çok kez ambargo uygulandı, “mimlendi”; kabul edilmiş akademik projeleri bile son anda iptal edildi, yapıtları görmezden gelindi. Kemal Karpat’ın talihi, ancak Türk siyasi hayatında bir devrim olarak gördüğü, 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle oluşan siyasal iklim sayesinde değişecekti. Daha önce Recep Tayyip Erdoğan ile görüşme talebi reddedilen, aracılar koyarak bu isteğini yineleyen Karpat’ın, nihayet bir ödülle onurlandırıldıktan sonra gazetelerde kendisiyle yapılan söyleşiler arttı, memleketin önemli meselelerinde görüşlerine başvurulmaya başlandı. Karpat’ın, temel tarih tezlerini geliştirdiği, en önem verdiği kitabı, geniş bir hacme sahip “İslam’ın Siyasallaşması”, Oxford Üniversitesi’nde yayınlandıktan ancak 35 yıl sonra, 2004’te çevrilerek, Bilgi Üniversitesi yayınlarından çıkmasına karşın, Türkçede yayınlanmasından 4-5 yıl sonra ilgi görmeye başladı.

Kemal Karpat’ın engin tarih bilgisine, çalışkanlığına, azmine ve bir bilim adamının  ömrünü mesleğine adayışına hayran olmamak mümkün değil. Ama kitaplarını okuyanlar ya da son zamanlarda yapılan röportajlarına bir göz atanlar, bu tarihçinin başyapıtının niçin 35 yıl sonra yayınlanabildiğini, neden Türkiye’de derin bir sükutla karşılandığını da anlayacaklardır. Cumhuriyeti, Osmanlı’da 3. Selim’den itibaren başlayan yenilenme ve modernizasyon hareketlerinin bir devamı olarak görmesi, böylece Türkiye tarihinde sürekliliklere önem verirken kopuşları ve kırılmaları önemsizleştirmesi; Abdülhamid’in reformlarının Cumhuriyet’in temelini oluşturduğuna inanması, “Kızıl Sultan”ın ilericiliğini ve modernliğini kanıtlamaya çalışırken istibdadı belirleyici olmayan bir kusur olarak görmesi; yenilikçi hareketlerde İslam’ın ideolojik etkisini birincil derecede önemsemesi ve oradan, örneğin Nakşibendilerin tarih boyunca işgaller ve sömürgelerdeki ayaklanmaların en önemli itici güçlerinden olduğunu söylemesi ve Türkiye’deki sınıfsal farklılaşmaların ve sınıfları temsil eden partilerin de köklerini Osmanlı’ya kadar uzatması gibi çeşitli argümanları yüzünden, Karpat, sahip olduğu zengin veri yığınını layıkıyla kullanamadığı izlenimi verir. Bu yönüyle, hem resmî tarih yazımını benimsemiş Kemalist kesimleri, hem de resmi tarih anlayışına karşı objektif bir bakış açısıyla bakan tarihçileri ve politikacıları rahatsız etmiştir.

Ancak Karpat’ın kusuru sadece tarih tezleriyle sınırlı değildir: Onun birazdan değineceğimiz gibi, tarih tezi, zorunlu olarak Menderes-Özal-Erdoğan çizgisini tahlil edişine de, günümüzde toplumsal gelişimin bir dinamiği olarak İslam’ı tasvip ediş biçimine de yansır. Zaten Karpat’ın tarihe ilgisi, sadece olmuş bitmiş olayları anlamaya yönelik değildir; o, tarih bilgisi yardımıyla bugünün nasıl açıklanacağıyla ilgilenir. Açıklamakla kalmaz, kendi tarih tezine inanarak bağlandığı için de, günümüzdeki sosyal ve siyasal olayların onu bir seçim yapmak zorunda bıraktığı noktada siyasi bir taraf olmaktan da geri duramaz. Ve yaşamı boyunca politik tarafsızlığını korumak için olayların “katılımcısı” değil “gözlemcisi” olmayı tercih ettiğini söyleyen bilim adamını, tarih tezi, kendi geçmişinde de daha önce de sık sık görüldüğü üzere (Tan gazetesi baskınında arkadaşlarının peşi sıra sürüklenmesi, Paşabahçe şişe Cam’da çalışırken işçi sorunlarıyla ilgilenmesi ve solculukla mimlenmesi, YÖN bildirisini eleştirmesi, ama onlarla ilişkisinin olması vb.), bir eşiğe; hep uzak kalmaya çalıştığını iddia ettiği bir partizanlığın eşiğine doğru sürükler.

Bugün Karpat, eserleriyle o eşikte, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin en önemli ögelerinden olan “ılımlı İslam”ın Türkiye’de gelişmesi için gereken ideolojik argümanları, Graham Fuller’ın bunu telaffuz edişinden çok önce hazırlamış biri olarak durmaktadır. AKP’ye biçilmiş Yeni Osmanlıcılık misyonuna göre hareket ederken kalkış noktası olacak tarih bilincinin başlıca kavramlarını da hazırlamıştır.

Emekliliğinden ve aldığı ödülden sonra, Türkiye’de fırtına gibi eser Karpat. Bundan on yıl önce o kadar kolay dile getiremeyeceği, siyaseten pek de saygıdeğer olmayan iddiaları, bir bilim insanının ancak objektif yargılarda bulunabileceğine ilişkin yaygın inançtan ve taşıdığı saygınlıktan da yararlanarak dile getirir. ABD’yle ilişkilerin Türkiye’ye yararlarını anlatır, “yıllarca İslam’a karşı haçlı mantığıyla hareket etmiş, bizi yok etmek, yok saymış olan Batı’nın şimdi İslam’ı tanıması ‘ılımlı İslam, ‘liberal İslam’ gibi tanımları üzerinden Fethullah Gülen gibi liderlere yaklaşması büyük bir dönüşümdür” diye yazar. Kürtlere çok fazla taviz verildiğini ve bu yüzden de taleplerini artırdıklarını söyleyerek, provokatif demeçler verir. Onun güncel konular hakkında bir seferde söyledikleri, ancak sağcı-gerici bir politikacının külliyatından derlenebilecek mahiyettedir.

Birazdan Karpat’ın günümüze bakışını etkileyen ve Yeni Osmanlıcılık’a ilham veren başlıca tezlerine değineceğiz. Ama ondan önce, onun, bir akademisyenin eseri için çok önemli olduğunu düşündüğü yöntem konusuyla ilgili bir iki noktanın altını çizmekte yarar var. Çünkü Kemal Karpat, onu bugünkü gelişmelerde bir taraf haline getiren tarih tezlerine, ancak kendine özgü eklektik bir yöntem sayesinde ulaşabilmiştir.

YÖNTEM ÜZERİNE

Kemal Karpat, “Dağı Delen Irmak”ta şöyle konuşur: “Daha hukuk ikinci sınıfa geldiğim zaman sosyal ilimlerde tarih dahil, yöntemin, hareket noktalarının çok önemli olduğunu anladım. Ondan sonra yavaş yavaş kavramların üzerine gittim. ‘Sen çok iyi bir kafaya sahip olabilirsin, geliştirdiğin bazı yöntemler de olabilir ama o da yeterli değil’ dedim. Bir yerde bir kavram, içerik lazım… Birçok olayı incelemiş ve bu olaylara ışık tutan yani bütün olayların belirli yönde geliştiğini gösterebilecek bir içerik olacak. O içerik, araştırma için kalkandır, yani ‘merkezi’ bir noktadır, eksendir…” (s. 156)

“Bütün olayların belirli bir yönde geliştiğini gösterebilecek” bir kavrama ulaşması için gerekli yöntemi, Karpat, Weber’de bulur. Onun Avrupa kapitalizminin gelişimi ile Protestanlık arasında kurduğu ilişkiyi, Osmanlı-Cumhuriyet dönemindeki toplumsal gelişmelerde İslam etkisine uyarlar. Aslında, tarihi sınıf mücadelelerinin yaptığını söyleyen Marx’ı da okumuştur. Etkilendiği başka sosyal bilimciler de vardır. Onların adlarını da tek tek sayar. Ancak bu etkilenme, sadece esinlenme düzeyinde kalmamıştır. Karpat’ın eseri, Marx’ın diyalektik yöntemiyle Weber’in yönteminin ve hatta diğer sosyal bilimcilere ait yöntemlerin karışımından oluşur. Bu, onun eserinden eserine ve hatta aynı eserinde ortaya çıkan tutarsızlıkların da kaynağıdır. Çünkü Karpat tarihin kilidini açmakta kullandığı kendi kavramsal anahtarını o kadar fetişleştirmiştir ki, kavramı üretebilmek için dereyi geçerken birçok kez at, yani yöntem değiştirir.

İslam’ın Siyasallaşması” kitabında, bütün toprak mülkiyetinin padişaha ait olduğu Osmanlı’da; bu topraklardan belirli bir oranda vergi (tımar) ve savunma için asker toplayan, bunun karşılığında belli ayrıcalıklara sahip olan, ancak sahip oldukları mülkiyeti miras yoluyla devredemeyen sipahiler sisteminin çöküşünü ve yerine, mirasla devredilebilen toprak mülkiyetine sahip, yeni bir sınıfın geçişini ve bu sınıfın da 19. yüzyıl başında padişaha kabul ettirmeyi başardığı “Senedi İttifak” ile özerklik kazanışını çok iyi analiz eder. Daha sonra iç ve dış ticaret için üretim yapacak olan ve bir miktar ticaret sermayesi biriktiren bu sınıf, yani kökeni toprak mülkiyetinde olan müstakbel burjuvazi, palazlandığında kendisine sınırları dar gelen Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ve o ana kadar da modernleştirme hareketlerinin sınıfsal dayanağıdır. Ancak Karpat, Osmanlı’daki bütün yenilenme hareketlerinin, üst sınıflar (o, orta sınıflar dışında pek sınıf kavramını kullanmaz; yerine grup, katman, kesim ve meslek sözcüklerini tercih eder), onun deyimiyle “elitler” arasındaki çatışmalardan doğduğuna inanır ve bunu çoğu yerde tekrar eder. Ama “elitler”den birisi sonradan oluştuğu ve iktidardaki öteki elitle çatıştığı için, onu “halk” olarak tanımlar. Onun eserinde, Marksist “tarihi yapan sınıf mücadeleleri”dir tezinin yerine “tarihi yapan elitler ile halk arasındaki mücadele”dir geçer.

Tam bu analizin arkasından, devreye Weber girer ve Karpat, toprak sistemindeki değişimin ortaya çıkardığı sınıfların ideolojik yöneliminin kökenlerini mülkiyet ilişkilerindeki değişimde arayacak yerde, İslami ideolojinin bu değişimdeki belirleyici rolünde arar. Merkezine İslami ideolojik etkiyi aldığı için de, padişah ile istibdadına karşı muhalefet eden kesimler arasında pek o kadar fark kalmaz. Aynı kitabında, o yüzden, hem Ayan’ın hem de Osmanlı padişahı Abdülhamid’in ne kadar modern ve ilerici bir Sultan olduğunu yazar. Abdülhamid’in, açtığı okulların, kurduğu modern kurumların alttan gelen baskıların bir ürünü, “iktidarda hiçbir şeyin değişmemesi için bazı şeylerin değişmesi gerektiği”ni düşünen aristokrasinin geleneksel tavrı olduğu, 1800’lü yılların başından itibaren imparatorluktan kopmaya başlayan halkların ulusçu eylemlerine karşı bir önlem olarak gerçekleştiği ve dünya konjonktüründeki yönelimlerle ve Avrupa burjuvazisinin beklentileriyle uyumlu olduğunu (Osmanlı’ya emperyalizmin girişi, Düyunu Umumiye borçlarıyla elinin kolunun bağlanması)  Karpat hem görür, hem de olguların önemi konusunda kurduğu hiyerarşi, dereyi geçerken sık sık at değiştirme ihtiyacı yarattığından, görmez.

Ona göre, hem imparatorluğu kurtarmaya çalışan Sultan’ın, hem de yeni toprak sahibi sınıfın, yani Ayan’ın tarihsel ilericiliğinin nedeni İslam dinidir. Karpat, her iki kesimin eylemi üzerinden İslam’ın modernleşmeye, yeniliklere ve dünyevi meselelere açık bir ideoloji olduğunu kanıtlamaya çalışır. Yöntemindeki tutarsızlığı göze alırken, kuşkusuz Asyatik veya Müslüman toplumların gelişme dinamiğine sahip olmadığını iddia eden tarih yazarlarına, siyasetçilere ve yazarlara, tersini kanıtlayan tutarlı bir yanıt verme kaygısındadır. Ama daha çok İslam dininin dünyevi meselelerin çözümünde köstek değil, destek olduğunu kanıtlamak ister.

Ancak Osmanlı-Türkiye tarihinin gelişiminde “demokratik/gülen yüzlü/dünyevi İslam” kendi başına yeterli bir kavram olarak kullanılamayacağından, Karpat, bir yerde söylediğini başka bir yerde tekzip etmek zorunda kalır. Açık bir tekzip değildir bu; ancak eldeki tarihsel verilere bir an diyalektik bir perspektiften bakılmaya başlandığı zaman, önceki tezin kendi kendini geçersizleştirmesi biçiminde bir tekziptir. “İslam’ın Siyasallaşması”nda, “dünya tarihinde toplumlarında bu kadar can alıcı rol oynadıkları halde sadece yabancılar tarafından değil kendi halefleri tarafından bile bu kadar kötülenmiş, bu kadar nefretle anılmış bir benzeri olmayan Abdülhamid’in ne kadar modern bir padişah olduğunu, “her bakımdan maddi ilerlemeden yana, kitlelerle geçmişte az rastlanan ittifak arayışında”, kurduğu kütüphane, kendisini “cahil ve gerici olmakla suçlayanlar tarafından Cumhuriyet gençliğini eğitmek için kullanılan, temelde barışçı bir insan, İslam’ın hoşgörülü bir din olduğunu göstermek için Müslüman devletlerin topraklarında güvenlik içinde yaşayan çok sayıda etnik grubu misal gösteren…” olduğunu yazar. Onun çizdiği portresiyle, kötü ünlü Osmanlı padişahı, tebaasındaki dinsel, etnik farklılıklara karşı son derece müsamahakâr, Batı’nın ilminin ve fenninin takipçisi, sanat ve estetiğe düşkün, ama bütün bunları yaparken, bu toplumun özsel değerlerini de gözeten bir padişahtır. Yaptığı modernleşme hamleleri ise, bir çığır ve kapı açar. Bu kapıdan, neredeyse, Cumhuriyet’in ilkeleri doğacaktır.

Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din” adlı kitabında, Erik Jan Zürcher’in 2008’de derlediği “Siyasal Katılım ve Elitlerin Bileşimindeki Değişmeler” adlı makalesinde ise, Karpat, Abdülhamid konusunda biraz daha temkinli gibidir. Kitabın yayınlanış tarihi, Karpat’ın eserinde zaman içinde kavramsal ve yöntemsel olarak bazı değişimlerin olabileceğini düşündürtse de, makalelerin, Karpat’ın çok değer verdiği, eski çalışma arkadaşı Zürcher’in redaksiyonundan geçmiş olduğu ihtimali de ihmal edilmemelidir. Ki bu ikincisi, daha akla yatkın görünüyor. Ancak önemli olan, metnin Karpat imzasını taşımasıdır.

Sultan Abdülhamid, bürokratlara ve yeni düzenin aydınlarına karşı cemaatin ve geleneksel cemaat liderlerinin desteğini almak için devleti ve kaynaklarını kullanıyor gibi gözükmekteydi, ne var ki, uygulamaya koyduğu reformlar, hiç istemediği halde tam da bu tip elitlerin güçlenmesine yol açtı…” (Elitler ve Din, s. 170)

Ne var ki kapitalizm, on sekizinci yüzyılda kapitalizm, kırsal kesimde ve cemaat içinde ekonomik kaynakların denetimi uğruna merkezi devletle rekabete girişen yeni tipte bir elit olan ayanları yarattı.” (Age, s. 161)

Oysa Karpat, genelde böyle cümleler kurmaz. Abdülhamid’in, “istemediği halde” bazı sonuçlara yol açtığını söylemez. Onu, eyleminin sonuçlarını kestiremeyecek, körlemesine adımlar atan uzgörüsüz bir lider gibi gösterecek ifadelerden kaçınır. Kapitalizme de belirleyici özne statüsü tanımaz. Buradaki ifadeler, Karpat’ın söyleminin ayakları üstünde dikilmiş halidir ve dolayısıyla dünyaya baş aşağı baktığı “İslamın Siyasallaşması” kitabındaki üsluptan da farklıdır. Bir redaksiyon müdahalesiyle, söylem, bulanıklığından kurtarılmış gibidir. Fakat bu müdahale de, yöntemin sorunlarını açığa çıkarmaya yeter. Karpat’ın eserlerinde sık sık çelişik ifadelere rastlamak mümkündür. 12 Eylül’e darbe değil, müdahale demekten yanadır; ama 1960’a ihtilal der. Sonra, bir röportajında, 12 Eylül’den darbe diye söz etmekte sakınca görmez. “İdeoloji doğup ölen bir şey değil…” derken, başka bir yerde, AKP’nin, ideolojinin bittiği yer, “ideolojiler üstü” olduğunu söyleyebilir. Övgü konusu olarak gördüğü bir durum, durumu, tezini güçlendirecek bir başka yerde anarken, eleştiri konusu olabilir vb. “Bütün olaylara ışık tutacak” kavramını kanıtlayabilmek için kullandığı eklektik yöntem, tezinin ihmal edilemez tutarsızlıklar barındırmasına yol açar.

Kemal Karpat’ın kavramı ise şudur: Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun kesintisiz devamıdır. Cumhuriyet dönemi boyunca yaşanan bütün çatışma, çelişki ve yönelimler, Osmanlı döneminden miras olarak aktarılmıştır. Dolayısıyla Karpat, feodal Osmanlı ile kapitalist Türkiye’deki toplumsal katmanlar (sınıflar) ve onların temsilcileri arasında bir devamlılık görür. Ona göre, elitlerin siyasette yönlendirici bir ilke olan İslam’a nasıl yaklaştığı son derece önemlidir. Cumhuriyet dönemi boyunca, laikliğin uygulanma biçimi ile bağıntılı olarak, Cumhuriyet elitlerinin çoğu, halkın ulusal kimliğinin en önemli ideolojik ögesi olan İslam dinini hesaba katmamışlar, bunu hesaba katan siyasetçiler ise başarılı olmuşlardır. Cumhuriyet elitlerinin çok korktuğu İslam, aslında, tıpkı Abdülhamid’in kanıtladığı gibi, yeniliklere, dünyevi meselelere açık bir ideolojidir ve bunun farkına varmak, halka yakınlaşmak, gücünü oradan almak demektir. Erdoğan, bunu, 2002’den beri başarmaktadır.

Karpat, böylece dinin (“dünyevi İslam”ın), geçmiş ve modern toplumların kuruluşundaki; “elitler” ve halk arasındaki ilişkinin tesisindeki ve tarihsel gelişimdeki rolünü inceler. Onun bütün eserinin omurgasını, onun deyimiyle “içeriğini” oluşturan bu kavram, başka ideolojilerin toplumsal gelişim ve çatışmalar üzerindeki etkisini kayda değer bulmadığı için indirgemecedir.

KESİNTİSİZ TARİH

Osmanlı İmparatorluğu döneminde ortaya çıkan ideolojik eğilimlerin devamının modern Türkiye Cumhuriyeti’ndeki çeşitli siyasi kesimler tarafından izlendiği, temsil edildiği sık sık dile getirilmiştir. Bugünkü siyasal sorunların anlaşılmasında tarihsel referanslara başvurmak, sık denenen bir yöntem olarak benimsenir. Bu siyasi kesimlerin gerçekten de Osmanlı’nın devlet yönetme geleneğinin belli başlı yönlerini sürdürme eğiliminde olduklarını söylemek, yanlış olmaz. 1908 Jön Türk Devrimi’nden sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki içinde ortaya çıkan iki eğilimden birinin; Prens Sabahattin’in siyaseten “ademi merkeziyetçi” ve iktisadi olarak da liberal çizgisinin Özal zamanında hatırlanması da boşuna değildir. Yüzyılın başında Prens Sabahattin çizgisi bertaraf edilmiştir. İttihat Terakki’nin ve devamında Cumhuriyet kadrolarının tasvip ettiği devletçi kapitalist çizginin, Özal zamanındaki liberalleşme sürecinde, bu kez Prens Sabahattin çizgisi lehine terk edildiği, haklı olarak yazılıp çizilmiştir.

Bir fikrin, bir siyasi yaklaşımın veya bir iktisadi öngörünün tarih içindeki kökenlerini araştırmak, bugüne nasıl gelindiğini anlamayı kolaylaştırır; ancak birbirini izleyen iki sosyo ekonomik sistemin birbiriyle benzerliğini ya da benzemezliğini, iki toplumdaki sınıfsal ilişkilerde ortaya çıkan değişimleri hesaba katmadan, ideolojik sürekliliklerde/kesintilerde aramak, hem tarih yazımını zora sokar, hem de bugünkü ilişkileri kavramayı zorlaştırır. Kemal Karpat da, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi arasındaki ideolojik süreklilikleri hesap ederek oluşturulacak bir tezin sorun yaratacağının farkındadır. O yüzden, ideolojilere sağlam bir maddi zemin oluşturarak, bu sorunu aşmak için sınıfsal bir sürekliliğin de olduğunu kanıtlaması gerekirdi. Ama bu, feodal bir ülkeyle kapitalistleşmeye başlamış bir ülkedeki (elbette bu ikincinin temel sınıfları birincisinin içinden doğmuştur) temel sınıfların ve siyasi araçlarının farklı olması nedeniyle, o kadar kolay değildir. O zaman, Karpat tekrar başa dönerek, başlangıçtaki “elitler arası mücadele” noktasına gelir ve sınıf gibi objektif bir kavramdan feragat etmekte, edemiyorsa, kavramı değiştirip farklı bir bağlama yerleştirmekte ve sınıf mücadelesi perspektifini ihmal etmekte bir sakınca olmadığını düşünür.

Karpat, Osmanlı  İmparatorluğu ile Cumhuriyet dönemi arasında bir süreklilik ilişkisi olduğunu savunurken, birbiriyle bağıntılı iki ana belirleyeni esas alır. Bunlardan biri, ortaya yeni çıkan ve siyasi iktidarla çekişen ve siyasi iktidar gerekli önlemleri almazsa iktidarı tehdit etmeye başlayacak olan orta sınıfların talepleri, diğeri de, siyasi iktidarı elinde bulunduranlara iktidarını koruma, orta sınıflara da halk desteği sağlayarak iktidar mücadelesi sürdürme azmi veren İslam dinidir. Karpat, alt sınıflar diye bir kategoriyi bir değişim dinamiği olarak tanımaz; alt sınıflar, elitlerin mücadelesinde, her kesimin, kendi tarafına kazanması gereken çeşitli meslek gruplarından oluşmuş Müslüman bir kitle, yani halktır. O yüzden de, alt sınıfların (daha açıkçası, Osmanlı’nın son döneminde oluşmaya başlayan ve bir dizi grev ve direnişe imza atan işçi sınıfı) üst sınıfların siyasal iktidarına karşı yürüttüğü mücadeleler, Karpat’ın eserinde belirleyici bir unsur olarak yer almaz. Alt sınıflar sahnede görünüyorsa, bu, daha çok, destekledikleri elitin mücadelesine İslami direnişlerle dahil olan kitleler olarak ele alındıkları içindir. Ya da bu kitleler, maddi taleplerini dile getirirken kullandıkları ideolojik söylemin İslami içeriğiyle ele alınmaya değerdir. Şöyle yazar Karpat: “Nakşibendiyye seçkinler ile kitleler arasındaki boşluğu doldurmak ve bir ölçüde birlik ve konsensus sağlamak için sufilerin coşku ve heyecanını ve akılcı modernizmin akıl ve idrakini birlikte kullanmak ve ümmete sunmak zorundaydı. Bir gün bu Nakşibendi şeyhlerinin bir çoğu Müslüman devrimci ve yenilikçilerin panteonunda yerlerini alacaklardır. Kadiriler, Rıfailer  ve onlara yakın öteki tarikatlerle birlikte Nakşibendiler, entelektüel ve duygusal İslam arasında  toplumun alt ve orta  tabakası arasında bir köprü kurdular. Bunu hükümete ve modernist reformlara karşı açıkça militan bir tavır sergilemeden yaptılar…” (İslam’ın Siyasallaşması, s. 193)

Osmanlı’nın son dönemindeki Ayan’ın, yani yeni palazlanmış toprak ağalarının ideolojisinin sahibi Nakşibendilerin devrimci panteonda yerlerini alıp alamayacakları tartışılır. Ama Ayan’ın yoksul köylüleri boyunduruk altında tutmak için bu tarikatlardan güç aldıkları, tarikatların da, bu toprak ağalarının bu türden dünyevi işlerine pek karışmadıkları doğrudur. Karpat, “İslam’ın Siyasallaşması”nda Nakşibendi şeyhleriyle Abdülhamid’in de ilişkisi olduğunu anlatır. (Zürcher’in derlediği makalede, Abdülhamid’in Nakşibendi şeyhleriyle ilişkisini rivayet olarak gösterir, dolayısıyla tezini yumuşatır, ısrarlı değildir) Yani hem “devrimci Ayan” hem de Abdülhamid’de Nakşibendilik vardır. Ayan’ın devrimciliği ile Abdülhamid’in modernleştiriciliğinde, Nakşibendilik, bütün kesimleri kesen bir ideoloji konumundadır. Dolayısıyla, bu tarikat, sadece halk ile iktidarı, halk ile toprak ağalarını birbirine bağlayan bir güç değil, toprak ağalarıyla Abdülhamid arasındaki mücadelede de düzenleyici, hatta uzlaştırıcı bir misyon üstlenir.

Kitleler devrimci eyleme geçtikleri zaman, tarih içinde çok sık görüldüğü üzere, gerçek maddi çıkarlarını ifade etmek için dinsel ideolojilerden güç alabilirler; ama kitlelerin gerçekleştirmek üzere yola çıktıkları taleplerin taşıdığı sınıfsal içerik, bu hareketin ortaya çıkışında asıl belirleyici olandır. Miri toprakları saray mülkiyetinden çıkararak özerkleşen Ayan’dan doğan ticaret burjuvazinin o dönem kurmuş olduğu siyasal örgütlerin, hedeflerine ulaşmak için, taleplerini şer’i hükümlere uygunluğunu göstererek meşrulaştırdığı da bir gerçektir. Ama Batıda çoktan gelişmeye başlayan kapitalizme entegrasyon sürecinde, Osmanlı’nın devrimci sınıfları, harekete geçirici güç olarak Batı’dan başka düşünceler de almışlar ve onların ideolojileri tamamen sınıf çıkarlarını destekleyecek bir biçimde oluşmuştur. Pozitivizmin akılcılığı ile İslam dininin kaderciliğinin bir potada eridiği ve ortaya bambaşka bir fikrin çıktığı bir süreçtir, bu. Ve 19. yüzyıldaki değişim, bir Nakşibendi marifeti olarak görülemez.

Ama Karpat, Osmanlı yenilenmesindeki Nakşibendilerin rolünü abartır. Sonra orada da kalmaz. Nakşibendi tarikatını, Cumhuriyet dönemindeki değişimleri de açıklayacak bir özne olarak tanımlamaya devam eder. Daha doğrusu, Nakşibendi ideolojisi, sanki, varlığı Cumhuriyet’te de devam eden Ayan’ın sürekli ideolojisi gibidir. O yüzden tarihçi nerede Ayan’a benzettiği bir sınıf ve nerede Nakşibendi olduğunu söyleyen bir lider varsa, heyecana kapılır. Tıpkı önce, çok partili sisteme geçiş döneminde yapılan ilk seçimlerde Menderes’in iktidara gelişini heyecanla karşılaması gibi. Çünkü Menderes de, ona göre, Ayan’ın temsilcisi, orta sınıf mensubu (Egeli bir toprak ağası aileden gelme) bir elittir. Ayan nasıl Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasi olarak ilerici bir rol oynamışsa, Menderes’in Demokrat Partisi de, artık aynı rolü oynayacaktır. Menderes, şimdi, Osmanlı’daki reayanın bugünkü karşılığı halk kitleriyle bir duygudaşlık kurmuş, halkla birlikte, halkın desteğiyle, devlet partisi CHP’yi alaşağı etmiştir. Bu birlikteliğin koşulu ise, yükselen elitin İslam dinine ve bu dine inanan kitlelere önem vermesidir.

Karpat’ın iki toplum arasındaki kesintisizlik tezi, sadece kültürel bir sürekliliğe vurgu yapmak için geliştirilmemiştir, eninde sonunda siyasal bir sonucu vardır. Dolayısıyla bu tezin mantıksal olarak ulaşacağı bütün siyasi sonuçları Karpat önceden bilir ve tezi de, bu sonuca ulaşmak için geliştirilmiş gibi durur. Benzer yorumları, 12 Eylül cuntası ve Özal iktidarı için de söyleyecektir daha sonra. Şöyle konuşur:

1960 darbesi şüphesiz Halk Partisi’ne dayanıyordu. 1971 darbesi her ne kadar açıkça Halk Partisi’ne dayanmıyorsa da bir dereceye kadar yine ona yaslanma ihtiyacını göstermişti. Halbuki 1980’de yeni idare herhangi bir gruba veya partiye dayanmaksızın devleti kurtarmak ve halkın istediği şekilde hareket etmek istediğini, doğrudan doğruya ya da dolaylı yoldan beyan etmiştir. Parti başkanlarının tutuklanmasının yanı sıra MHP’nin artık devlet ortağı olmaktan çıkarılması bunun kanıtlarındandır. 12 Eylül’de idareciler de artık şu ya da bu partiye dayanmadıklarını ortaya attıktan sonra kendilerine yeni bir dayanak  aramaya başlamışlardır ki bu dayanak halktır… Halkın isteğine göre hareket etme bir bakıma demokrasidir.” (“Dağı Delen Irmak”, s. 455- 456)

Karpat’ın tezinin şirazesinden çıktığı nokta burasıdır. Uzun süre ABD’de yaşadığından ve muhtemelen o kadar uzaktan da bu halk, şekilsiz ve bulanık bir kitle olarak görüldüğü için olacak, 12 Eylül cuntacılarının sendikaları, kitle örgütlerini kapatması; 24 Ocak Kararları’nı uygulayabilmek için bütün muhalefeti susturması ve halkın hiç istemediği bir biçimde ona zulmetmesi, bütün bir ülkenin geleceğinin ipotek altına alınması, sayısız insanın katledilmesi Karpat’a nedense halkın isteği gibi görünmüş olabilir. Silah zoruyla korkutarak sağlanmış suskunluğu cuntaya bir halk desteği sanması da, kolay mazeret bulunacak bir iddia olamaz. Ancak halk dendiğinde, geçim derdi çeken, bunu sağlayamadığı zaman mücadele eden, ayaklanan, örgütlenen bir kitle değil de, sadece İslam’a inanan, Osmanlı’dan bu yana bazı gelenekleri az çok hâlâ sürdüren; yani bakıldığında, Osmanlı’ya dair ne görülmek isteniyorsa, onu gösteren bir güruh anlaşılıyorsa; Kenan Evren, böyle bir halka dayanmak istemiştir. Meydan konuşmalarında Kur’an’dan ayetler okuması, Kur’an Kursları ve İmam Hatip Liseleri’nin onun zamanında artması, komünizme karşı İslam dinini barikat olarak kullanmaya çalışması, onun halkın İslami duygularını hakikaten yedeklemeye ve kışkırtmaya çalıştığının kanıtıdır. Ama bunlar, cuntanın halkın desteğini aldığı anlamına gelmez.

Karpat, Özal’ın “halkçılığı”nı da onun dünyevi İslam’la yakınlık kurmasına bağlar. Özal, Cuntanın uyguladığı 24 Ocak Kararları’nın mimarı, ’80’li yıllarda gündeme gelen neo-liberal politikaları uygulayan bir Başbakan olarak, kuşkusuz, kimsenin halkçı olarak niteleyemeyeceği, bütün icraatı Türkiye burjuvazisinin çıkarlarını güçlendirmeye yönelik bir Başbakan iken, tarihçi, onu, Nakşibendi olduğu için, halkçı bir lider olarak görür. Bir söyleşisinde şöyle konuşur: “Turgut Özal bize liberalizmi ve gerçek demokrasiyi açan kişidir. Özal, dindar ve Nakşibendi olduğunu ilan etti. Ama aynı zamanda Özal Batı’yı ve dünyayı anlayan insanın ihtiyaçlarının ön plana geldiğini gören, insan çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapan biriydi. İlme ve teknolojiye, kurumlara, kişi özgürlüğüne ve Türkiye’ye inanıyordu. Bir bakıma Özal dindar adam laik devlet örneğine oturuyordu… Ve nihayet millet tecrübesiyle içgüdüsüyle bu pozisyona en yakın gelen Ak Parti seçildi. Bugün her zamankinden fazla demokrasi var…” (5 Temmuz 2009, Zaman gazetesi, Nergihan Çelen söyleşisi)

Bugün AKP taraftarlarının Başbakana “son Osmanlı Padişahı” dövizleri yazmalarındaki sezgiye benzer bir şekilde Karpat, Osmanlı’dan bu yana var olduğunu savunduğu süreklilik ilişkisini AKP’ye kadar uzatır. Ama onunki sade taraftarınki gibi bir sezgi değildir. Mesnet din olarak alındığında, Abdülhamid ile Erdoğan arasında düz bir çizgi çizmek, üzerine Menderes’i ve Özal’ı yerleştirmek çok zor olmayacağından, Karpat da, AKP’nin liderinde bir “son Osmanlı padişahı”nın “demokratlığı” durumunu saptayabilir.

Karpat, bu noktaya, daha önce de değindiğimiz gibi, mutlakiyetle yönetilen (padişah) bir sistemin iktisadi yönleriyle çok ilgilenmeyerek gelir. Sonra da, bu iktisadi sistemlerde ortaya çıkan sınıflar arası ilişkilerin nasıl seyrettiği konusundaki tarihsel deneyleri layıkıyla ciddiye almamasıyla. Tarih boyunca değişimi ve demokrasiyi temsil ettiğini düşündüğü dindar bir “orta sınıf”ın ya da “elit”in varlığı, tarihi gelişmenin kavramsal anahtarını ele geçirmek için yetmiştir ona. Menderes-Özal-Erdoğan çizgisinde bu tezinin doğrulandığını görür. Onların tarikatlarla, Nakşibendiyle ilişkisi yeterlidir bunun için.

“ILIMLI İSLAM”IN VE AKP’NİN HİZMETİNDEKİ TEORİ

Nihayet, Karpat’ın, tarih tezinin mantıksal sınırlarının onu zorunlu olarak sürüklediği ve partizanlaştırdığı noktaya gelmiş sayılırız. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, alttan gelerek büyüyen ve mevcut yönetim paradigmaları kendisine dar ve arkaik geldiği için hareketini sınırlayan bu çerçeveyi genişletmeye çalışarak dinamik bir rol oynayacak olan orta sınıf zuhur etmiştir bugün de: …Laikliğin ve inanç özgürlüğünün nasıl yorumlanacağı, halkın oylarıyla iktidara gelen ve onun beklentilerine cevap vermek zorunda olan partiye bağlıdır. Bu yüzden Denizli ve Gaziantep gibi sanayi merkezlerinin bulunduğu çeşitli bölgelerde yeni bir orta sınıfın ve büyük bir girişimci grubun ortaya çıkışı ve zenginlik ve iktidar merkezini basının ve üniversitelerin kalbi olan en büyük şehir İstanbul’dan taşraya taşıması son derece önemlidir.” (Elitler ve Din, s. 276)

Bugün AKP’nin sınıfsal dayanağını oluşturan, Kayseri, Denizli, Gaziantep gibi illerde doğup büyüyen ve “Anadolu Kaplanları” olarak bilinen “Müslüman burjuvazi”, Karpat’ın görüşünce, tarihin tekerleğini döndürecek elitler arasındaki çatışmada; hakim geleneksel burjuvazinin karşısına diğer elit öğe olarak ortaya çıkmış; üstelik İstanbul’da değil, Karpat’ın tezini doğruladığını düşündüğü biçimde, Anadolu’da, yani halkın arasında kök salmıştır. Gerçekten de, MÜSİAD içinde örgütlenen bu yeni burjuvaziyle geleneksel burjuvazi arasında ve de onların temsilcileri arasında gerilimler yaşanmaktadır. Bu burjuvazinin siyasi temsilcisi AKP’nin iktidara gelişi ile ilgili Karpat şöyle yazar: “3 Kasım 2002’de Türkiye ve dünya beklemediği ve kimi yönlerden arzu etmediği barışçı yollarla gerçekleşen bir sivil, politik, sosyal ve kültürel devrime tanıklık etti.” (Elitler ve Din, s. 283)

Karpat’ın, AKP’nin, “sivil, politik, sosyal ve kültürel devrim” olarak nitelediği 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara gelişine gösterdiği bu heyecanının, aslında, 2000’li yıllardan sonra Türkiye’nin üstlenmesi beklenen jeostratejik rolü layıkıyla yerine getirecek bir hükümetin nihayet kurulmasından duyulan esinlenilmiş bir heyecan olduğu anlaşılır. Esinlenmeden, ABD’nin, bölgedeki hegemonyasını güçlendirmek için uyguladığı politik yöntemlerin destekçisi olabilecek, üstelik halkoyuyla seçilmiş bir hükümete ihtiyacının karşılanmasından duyduğu hoşnutluğun tarihçiye sirayet edebilmiş olmasını anlamak gerekir. Bu süreç, Karpat’ın tezlerinin sınanması anlamına da gelmiştir aynı zamanda; ABD’nin ihtiyaçları ile tarihçinin tezleri kesişir.

ABD, Ortadoğu’nun liberalize edilmesi ve Balkanizasyonunda (parçalanarak yönetilmesi) en önemli direnç kaynağı olan ve emperyalist politikaları  yüzünden genel olarak Batı’ya özel olarak da ABD’ye nefret duyan Ortadoğu halkları arasında güçlenen radikal İslamcı akımları bertaraf edebilmek için geliştirdiği “ılımlı İslam” projesi ekseninde Türkiye’ye özel bir rol biçer. Bu rol, bölgedeki İslam ülkeleri arasında Türkiye’nin model ülke olmasına dayanır. Radikal İslamcı örgütlerin etkisizleştirildiği; şer eksenine dahil edilen İran-Suriye-Hizbullah Şii eksenine karşı bir kalkan oluşturacak Sünni İslam’ın egemen olduğu bir ülkeye tanınan sözde liderlik statüsüdür bu. Türkiye, bir İslam ülkesi olma vasfıyla, geçmişte Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde olan Arap ülkeleri üzerinde, Rusya’nın güneyindeki “Türki Cumhuriyetler”de ve hatta Uzak Doğu’daki Türk nüfus sayesinde etkili bölgesel bir güç olmaya kışkırtılmıştır. Aslında, Özal zamanında dile getirilen ve eski fetihçi ruhun canlanması olarak görülebilecek “Adriyatik’ten Çin Seddine” kadar Türk egemenliğini öngören siyasi iddianın yenilenmiş ve koşullara uyarlanmış bir tezahürüdür, bu. Fakat Afganistan ve Irak’ın işgali süreci ve böylece ABD’nin Ortadoğu’ya kısmen yerleşmesi ile, ancak bugün, daha esaslı bir vizyon olarak dile getirilebiliyor. Bu vizyon, esasında, bölge ülkeleri üzerinde, her bakımdan taklit edilecek bir model sunarak, ABD’nin bölgeye demokrasi götürmek için yaptığını ileri sürdüğü müdahalelerin meşrulaştırılmasını ve bu müdahalelere karşı bölgede ortaya çıkabilecek milli, dini, demokratik direnişleri kırmayı amaçlar.

Bir yandan, emperyalist politikalara karşı radikalleşen halkların önüne “ılımlı İslam” modelini başarıyla uygulayan Türkiye örnek olarak konulurken, 2002 yılından bu yana, Türkiye’de de, toplumun geniş bir kesimi AKP eliyle muhafazakarlaştırıldı ve din, “sınıfsız ve imtiyazsız” değil ama “kaynaşmış bir kitle” yaratabilmenin en önemli ideolojik aracı olarak kullanıldı. Kuşkusuz dindar kitlelerin kendileriyle duygudaş bir hükümet tarafından yönetildiklerini düşünmeleri, bu kitlelerin ülke içindeki liberalleştirmelere daha sabırla katlanacakları beklentisini de yaratacaktı. AKP döneminde özelleştirmeler neredeyse büyük ölçüde tamamlandı, tarımsal üretimin yıkımı, eğitim ve sağlığın liberalleştirilmesi/piyasaya bağlanması/paralı hale getirilmesi konusunda devasa adımlar atıldı ve hem geleneksel burjuvazi, hem de MÜSİAD’da toplanmış İslami burjuvazi kârlarını katladılar. AKP hükümeti, tasfiye ettiği sosyal güvenlik politikalarıyla ve mevcut iş yasalarının yol açtığı sosyal sorunlarla baş etmek için dağıttığı yardımlar ve yeşil kartlarla, halkın gündelik hayatını yıkıma uğratacak önlemler almış olduğunu gizlemeyi başardı. İdari yapılardaki düzenlemelerle yabancı sermayenin önüne çıkarılan bürokratik engellerin çoğu kaldırıldı ve hizmet sektörünün piyasalaşması sürecine girilmiş oldu.

Bütün bunlar olurken bir laboratuar muamelesi gören Türkiye’nin, İslam ile medeniyeti birleştirilebileceğini kanıtlayan bir ülke olduğu propagandası da yapıldı. Neoliberal politikaların uygulanma ölçüsünün medeniyet ölçüsü haline geldiği günümüzde, İslam’ın bu uygulamalara kitle desteğini (suskunluğunu) güçlendiren bir ideolojik faktör olarak kullanılmasına bakılırsa, bu propagandayla ileri sürülen iddia önemli ölçüde doğrudur da.

Kemal Karpat ise, Osmanlı’nın son 150 yıllık sürecine yön veren saikin İslam ile modernleşme arasında çelişkisizlik olduğu biçimindeki tezinin kanıtı olarak gördü bu süreci ve alkışladı. Şöyle söyledi: “Her dini çıkışı laik aleyhtarlığı olarak görürseniz, o zaman bu toplumun gerçek kimliğine cephe almış ve ikilik yaratmış olursunuz. Dinci denilen cephe hiç olmazsa şimdiki görüntülerine göre demokratik, laik, Atatürkçü bir çizgiye girmiştir. Yani AKP’yi kastediyorum. İslamcı grubun barışa doğru çok büyük bir adım attığını düşünüyorum…” (Nuriye Akman söyleşisi, 11 Temmuz 2004, Zaman gazetesi)

“Dinci denilen cephe”nin girdiği ve Karpat’ın, AKP’nin üzerinde büyük bir adım attığını düşündüğü yol, İslam’ın, ABD’nin Ortadoğu’daki emperyalist politikalarının engelsiz gerçekleşebilmesine olanak sağlayacak biçimde mutedil bir rotaya girmesidir. Çok kullanılan haliyle “ılımlı İslam”, Karpat’ın deyimiyle “dünyevi İslam”, neoliberal politikaların uygulanmasına, emperyalizme karşı koymak bir yana, destekleyici bir rol oynamalıdır. Laikleşmeyi, dinin bu türden bir ehlileşme sürecine girmesi olarak yorumlar Karpat da. Yani neoliberalizm gibi “dünyevi meseleler” karşısında reaksiyoner değil destekleyici bir dindarlık, onun laiklik anlayışının da temelidir. Bu dindar kitlelerin AKP’ye oy vermesi ise, AKP’nin halkçılığının kanıtıdır.

Bu arada, “halkçı AKP” hükümeti, bölge liderliği rolünü o denli içselleştirdi ki, Türkiye’nin, ABD’nin ileri karakolu olarak bir “alt emperyalist” ülke olarak giyeceği ideolojik elbisenin “Yeni Osmanlıcılık” olduğu alttan alta işlendi. İşi abartıp, Tayyip Erdoğan’ın İslam ülkelerinin halifesi olduğunu iddia etmeye kadar vardıranlar çıktı. Karpat’ın, Osmanlı’da 1864’te çıkan Yurttaşlık yasasını yorumlayarak, Osmanlı üst kimliğinin altında toplanan farklı uluslardan ve etnik kökenlerden yurttaşlar topluluğuna gösterilen hoşgörünün, şimdi, “ılımlı İslam” ülkesi Türkiye’nin bölgesel liderliğine ne denli uyduğunu açık edilmemiş bir alt metin olarak benimseyenler de. Bu kesim, kuşkusuz Türkiye’nin liderliğine soyunduğu Arap ülkelerine dağılmış eski Osmanlı teb’asının vergilerden, bürokrasiden ve ayrımcılıktan ne denli muzdarip olduğunu, Ermeni kırımını, Cumhuriyet döneminde azınlıklara uygulanan dışlayıcılığı ise, akıp geçen tarihin ve hoşgörü edebiyatının unutturabileceğini düşünmüş olmalı.

Fakat Türkiye’nin önünde çözülmek üzere bekleyen Kürt sorunu konusunda, Kemal Karpat o kadar hoşgörülü değildir. Kürtlerin, kendilerine taviz verildikçe daha çok talepte bulunduklarını yazar. Kürtler, “ana millet”i besleyen kaynak olabilir ancak! Şöyle der: “Kızılırmak’a dökülen o kadar dere var ki: bunların hepsi geldikleri topraklardan birer parça getirip o ana nehre katıyorlar. Ortaya çıkan, Kızılırmak nehri bütün bu küçük nehirden bir şeyler taşımakla beraber onların hiçbirine benzemiyor. Millet de böyledir. Her etnik gruptan geliyor diliyle, kültürüyle ana millete bir şeyler katıyor.” (Nuriye Akman söyleşisi, 11 Temmuz 2004, Zaman gazetesi)

25 yıldır süren bir savaşın ardından böyle militarist bir dil kullanabilmek için gerçekten de kötü niyetli olmak gerekir. Karpat’ın Kızılırmak metaforunun, bugün Ortadoğu’ya, eskiden Osmanlı sınırlarında olan bölgelerde uygulanmaya çalışılması kadar vahimdir bu da. Sınırları içinde yaşayan ulusal ve etnik gruplara baskı ve kıyım uygulamakta Osmanlı’yla benzeşen Cumhuriyet yöneticileri, yeni atanmış Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır anlaşmazlık” konseptiyle oluşturmaya çalıştığı dış politikası, Ortadoğu’nun bütün vesayetinin, ABD adına, bölgesel güç “küçük emperyalist” Türkiye’ye aktarıldığı bir Kızılırmak projesi aslında. Ama o topraklarda Ermenistan’dan İsrail’e, Kıbrıs’tan Kuzey Irak’a kadar ABD çıkarlarının gerçekleşebilmesi için Türkiye’nin dostluk kurması gereken bütün ülkelerde, Ortadoğu halklarının birikmiş öfkeleri, o halklara yukardan bakışın, ağabeylik taslamanın yol açtığı travmaların izleri baki kaldığı için, o halklar tarafından bu çabaların pek de sevinçle karşılandığı söylenemez. Halifelik rüyalarının hortlayabileceği bir zeminde de bulunmadığımız için, bütün ulusal kimliklerin, İslam şemsiyesi altındaki bir ümmette de toplanması mümkün değil. Filistin yönetiminin ehlileşmesi, Müslüman Kardeşler örgütünün ehlileştirilmesi, Hizbullah’la ilgili “ılımlı İslam” projeleri, projelerden arta kalanların silah zoruyla sindirilmesi gibi ABD politikalarının gerçek yüzünü, bu “söz dinlemeyen” halklar da biliyor. Ortadoğu “cangılı”ndaki çatışmaların ve bölge liderliği için İran, Mısır ve Türkiye arasındaki mücadelelerin keskinliği Obama’nın gülücüğüyle giderilemeyecek kadar derin tarihsel ve güncel gerçeklerle ilişkili olduğundan, Türkiye’nin “ölmüş atı kırbaçladığı” Yeni Osmanlıcılık da bir tahayyülden öteye gidecek gibi görünmüyor.

Fakat ABD de, şimdilik, Türkiye’nin de böyle bir rol için mücadele ederken tamamen kendi politik çıkarlarına bağlanabileceğinden umutlu olduğundan, “atideki Kırmızı Elma”sına doğru koşan Türkiye’nin heveslerini desteklemeye devam ediyor. Bizim tarihçimiz de, Obama’nın ne kadar özgün bir lider olduğunu söyleyerek bu projeyi destekledi ve Türkiye’nin ABD fobisinin yersiz, ABD ile ilişkilerin güçlenmesinin Türkiye’nin yararına olduğunu söyleyerek, sürece katkıda bulundu. Karpat’ın Osmanlı tarihinden yola çıkarak geldiği nokta, ABD’nin emperyalist politikalarının ve onun Türkiye’deki işbirlikçisi olan hükümetin icraatlarına kayıtsız şartsız destek verdiği bir noktadır. Sultan Abdülhamid’den başlayarak çıktığı yolda, dünyevi/ılımlı İslam’ın günümüzde bilinen en önemli simgesi Fethullah Gülen’de konaklayıncaya kadar geçen sürede, olup bitenler hakkında bütün söyledikleri, işte bu noktaya ulaşmak içindir.

Bir tarihçi, zaten önünde duran olmuş bitmiş olgular yığınından tutarlı bir tarih yazmak zorundadır. Bu, birbirine anlamlı bir biçimde bağlanmayı bekleyen olgular yığınından başlayarak, bugüne kadar çizdiği çizgi, tarihçiyi, eninde sonunda güncellik içinde bir tutum almaya zorlar. Tarihe bakış açısı, bir tarihçiyi bugünün ihtiyaçlarını daha doğru kavramaya yöneltebilir ya da bütün entelektüel uğraşıyla halkın çıkarlarının aleyhine gündelik politikalara araçsal bir destek sunar hale getirebilir.

Ne yazık ki Karpat’ın tarih yazımındaki yöntemi onu ikinci seçeneğe sürüklemiştir.

KAYNAKÇA

Kemal Karpat’ın kitapları:

1. İslamın Siyasallaşması, çeviren: Şiar Yalçın, Bilgi Üniversitesi yayınları, Nisan 2004

2. Dağı Delen Irmak, söyleşi: Emin Tanrıyar, İmge yayınları, Ekim 2008

3. Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din, çeviren; Güneş Ayaş, Timaş Yayınları, Nisan 2009

4. Osmanlı’dan Günümüze, Kimlik ve İdeoloji, çeviren: Güneş Ayas, Timaş Yayınları, Mayıs 2009

5. Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm, çeviren: Abdülkerim Sönmez, İmge Yayınları, Aralık 2003

Söyleşileri:

6. Soner Yalçın, Not defteri, “Söz Sırası İki Tarihçi”de, Hürriyet, 9 Ağustos 2009

7. Devrim Sevimay, “Türkiye Kendi Modelini Arıyor” dizisinde, Milliyet, 5 Ağustos 2009

8. Nuriye Akman söyleşisi, 11 Temmuz 2004, Zaman gazetesi

9. Neşe Düzel söyleşisi, 4 Aralık 2006, Radikal

10. Neşe Düzel söyleşisi, 1 Haziran 2009, Taraf

11. Nergihan Çelen söyleşisi, 5 Temmuz 2009, Zaman gazetesi

 

Kriz vurguncuları – 3

Kriz konjonktüründe yürürlüğe giren tedbirleri ve bunlardan kimlerin yararlandığını incelemeye devam ediyoruz.

Hatırlanacağı gibi, 29 Mart yerel seçimleri öncesinde hükümet bazı ürünlerde büyük oranlı ÖTV indirimlerine gitmiş, indirimler, özellikle otomotiv ve beyaz eşya tekellerine (Koç, Oyak, Doğuş, Zorlu) stoklarını eritme ve fiyatlarla oynayarak ilave kâr elde etme olanağı yaratmıştı. Yassı demir çelik ürünlerinde ithalat vergisinin arttırılması da, fiyatları yukarı çeken Erdemir (Oyak) ve Borusan gibi büyük imalatçılara yaramıştı. Ancak, esas ‘paket’ seçim sonrasına bırakılmıştı.

Haziran ayı  başında açıklanan yeni tedbirler paketi, üç eksene oturuyor: (i) yeni yatırım teşvik sistemi, (ii) istihdama yönelik program ve (iii) KOBİ’lere kredi garanti desteği. Bu eksenlere, sondan başlayarak, kısaca bakalım.

KOBİ’LERE KREDİ  GARANTİ DESTEĞİ

Yıllık cirosu 25 milyon TL’nin altında ve çalışan sayısı 250’den az olan işletmelerin bulacakları kredilerin üçte ikisine Hazine kefil oluyor. Buna göre, devletin KOBİ’lere kredi açması değil, kredi bulmalarını kolaylaştırması söz konusu. Kredi yine bankalar tarafından açılacak. Böylece Hazine, bankaların kredi geri dönüşlerinde yaşadıkları sorunlar için örtülü bir garanti getirmiş oluyor. Bilindiği gibi, son dönemde şirketler kesimine kredileri azaltan bankalar, geri dönüşü daha az sorun yaratan tüketici kredilerine yönelmişlerdi. Dolayısıyla, destek, KOBİ’lerin yanında asıl olarak bankalara getirilmiş gibi görünüyor.

İSTİHDAM PROGRAMI

Hükümetin ‘istihdamı teşvik etme’ adı altında son iki yıldır emeğe yönelik saldırıyı bir hayli şiddetlendirdiği biliniyor. Kamuoyuna ‘500 bin işsize iş sağlıyoruz’ diye lanse edilen yeni paket de, bu yönde ‘açılımlar’ getirdi. 120 bin işsize 6 aya kadar geçici iş, 100 bin lise mezunu gencin özel sektörde 6 aya kadar stajyer olarak çalıştırılması, 200 bin işsize meslek eğitimi, 10 bin kişiye ‘girişimcilik’ eğitimi gibi düzenlemeler öngören paket, işsizlik sorunu ile ciddi bir yüzleşmeyi kesinlikle içermediği gibi, bir yandan asgari ücreti fiilen ortadan kaldırarak, bir yandan da maliyetleri İşsizlik Sigortası Fonu’na yıkarak, burjuvazinin krizi fırsata çevirme becerisinin yeni bir örneğini sunuyor (ayrıntılı bir değerlendirme için Özgür Müftüoğlu’nun 207. sayıdaki makalesine bakılabilir). Bu örnekte de, desteğin işsizlere değil, burjuvaziye verildiği açıkça görülüyor.

YATIRIM TEŞVİK SİSTEMİ

Yeni yatırım teşvik sistemi, 2010 yılı sonuna kadar gerçekleştirilecek yeni yatırımlar için söz konusu. Bir başka deyişle, teşvik, hali hazırda zor durumda olan işletmelere değil, yeni yatırımlara veriliyor. Kriz ortamında yatırım yapabilecek durumda olan sermayeler, böylece ek bir desteğe kavuşuyor.

Yeni sistem, bölgesel, sektörel ve ölçeğe dayalı üçlü bir katmanlaşma öngörüyor. Türkiye coğrafyası dört bölgeye ayrılırken, 1. ve 2. bölgeleri ağırlıklı olarak Marmara ve Akdeniz, 3. ve 4. bölgeleri ise Doğu ve Güneydoğu ile İç Anadolu oluşturuyor. Sistem, yüzde 20 olan Kurumlar Vergisi’nin bölgeye ve sektöre göre yüzde 2-10 arasına çekilmesini, yüzde 30-70 arası değişen oranlarda yatırım katkılarını ve SSK işveren priminin 2 ila 7 yıl arasında değişen süreler için devlet tarafından karşılanmasını getiriyor. Yatırım kredileri için değişen oranlarda destek, makine-teçhizat alımlarında KDV ve gümrük vergisi muafiyeti ve yeni yatırımlara Hazine’den arazi tahsisi gibi ilave destekler de söz konusu. Kısacası, ‘girişimciler’ için fabrika kurma maliyetleri olağanüstü düş(ürül)müş durumda. Yeni yatırım maliyetlerinin büyük kısmı kamu kaynaklarınca karşılanıyor, yanitoplumsallaştırılıyor.

Sektörel bazda bakıldığında, 3. ve 4. bölgelerde emek yoğun, 1. ve 2. bölgelerde ise teknoloji yoğun yatırımlara daha fazla destek veriliyor. Nitekim tekstil tesislerinin 4. bölgeye taşınması için ek teşvikler getirilmiş (örneğin, taşınma masraflarını Hazine karşılıyor). Tekstil sektörünün doğuya kaydırılması yönünde çalışmalar yapıldığı, bölgesel asgari ücret talebinin de bu kapsamda gündeme getirildiği bilinmekteydi. Ayrıca, tekstilde son yıllarda yurtdışına (özellikle Mısır’a) ciddi miktarda sermaye göçü yaşanmıştı. Sanayi Bakanı, bu paketle, yeni tekstil yatırımlarını ülke içine geri çekmeyi amaçladıklarını açıkladı. “Türkiye Avrupa’nın, Kürt illeri de Türkiye’nin Çin’i olsun” fikri adım adım hayata geçiyor.

Yeni sistemin bir özelliği de büyük sermayeleri daha çok desteklemesi. Sistem, 12 sektördeki büyük proje yatırımlarına özel teşvikler getiriyor (kimyasal madde imalatı, rafine edilmiş petrol ürünleri, transit boru hattıyla taşımacılık, motorlu kara taşıtları imalatı, lokomotif-vagon imalatı, liman hizmetleri, elektronik, ilaç ve tıbbi aletler, hava taşıtları, makine imalat ve madencilik). ‘Büyük proje’ tanımının alt sınırı ise her bir sektör için farklılaşıyor. Doğal olarak, alt sınırların, büyük sermayelerle ve sermaye örgütleri ile yoğun bir istişare süreci sonucunda belirlenmiş olduğunu düşünmek gerekiyor. Örneğin, elektronikte 1 milyar TL’lik yatırımı, yalnızca Koç’un Arçelik-Beko’su ile Zorlu’nun Vestel’i yapabilecek durumda. Manisa ili 3. bölge kapsamına alındığına göre, Manisa Vestel tesislerinde (olasılıkla LCD televizyon üretimi için) büyük bir yatırım gerçekleşmek üzere diye düşünmek mümkün.

‘Büyük proje yatırımları’ tanımlamasında dikkat çeken bir diğer husus, özel olarak Çalık grubuna getirilen ayrıcalıklar. Örneğin, ‘transit boru hatları ile taşımacılık’ sektöründe yeni yatırım yapacak olan tek firma, Çalık grubu. Çalık, İtalyan ortağı ENI ile birlikte talip olduğu Samsun-Ceyhan petrol boru hattı projesini hükümetten ihalesiz olarak almıştı. İleride İsrail’e kadar uzatılması gündemde olan Samsun-Ceyhan hattı, petrolün yanı sıra doğalgaz ve su iletimini de sağlayacak biçimde tasarlanıyor. Türkiye, yalnızca doğu-batı ekseninde değil, aynı zamanda kuzey-güney ekseninde de ‘enerji koridoru’ haline getiriliyor.

Bilindiği gibi, boru hattı inşası teknolojik açıdan aslında hayli basit ve Türkiye’de 40-50 yıldır yapılan bir iş (örneğin, 1960’lı yılların başlarında 493 kilometrelik İskenderun-Batman ham petrol boru hattı inşa edilmişti). Böyle bir işin “yüksek teknoloji ve sermaye gerektiren, ülkemizin teknoloji ve Ar-Ge kapasitesini artıracak ve ülkemizi üretim yapısı açısından bir ileri aşamaya götürecek” projeler kapsamına alınması epey şaşırtıcı. Daha doğrusu, ‘Çalık faktörü’ dikkate alınmadığında şaşırtıcı olabilirdi.

Çalık grubunun büyük yatırım kapsamına giren bir diğer projesi ise, Ceyhan’da rafineri inşası. Doğan grubuna (Petrol Ofisi) verilmeyen rafineri izninin Çalık’a verilmesi, geçen yıl hükümetle Doğan grubu arasında yaşanan çatışmanın nedenlerinden biri olmuştu. Her ne kadar Çalık’ın rafineri ortağı Indian Oil kriz nedeniyle bu yatırımı şimdilik askıya aldığını açıklamış olsa da, Çalık’ın arkasındaki hükümet desteği, projenin gerçekleşme aşamasına geldiğini düşündürüyor.

AKP’NİN YILDIZI ÇALIK

Türkiye’de her siyasal iktidarın bazı sermayedarları/sermaye gruplarını özel olarak beslediği bilinen bir gerçek. Çalık da, AKP iktidarına en yakın sermaye gruplarından biri. O kadar yakın ki, Başbakan’ın damadı Berat Albayrak, 2007 yılında, henüz 29 yaşındayken Çalık grubuna CEO yapıldı. Aynı yıl içinde, Çalık grubu, TMSF’den Sabah-ATV medyasını satın aldı. Satış bedeli 1.1 milyar dolar olan Sabah-ATV için, Çalık’a kamu bankaları (Vakıfbank ve Halk Bankası) 750 milyon dolar kredi vermiş, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu bile kredilerde birçok usulsüzlük belirlemişti.

Çalık ailesi, 1930’lardan beri tekstil sektöründe. Malatya’da birkaç fabrikası var (Anateks, İpaş, Gap Tekstil). Aileden Ahmet Çalık, asıl olarak 1990’lı yıllarda, Türkmenistan yatırımları ile adını duyurdu. Bu dönemde bağımsızlığını yeni kazanan Türkmenistan’da, ‘Türkmenbaşı’ Saparmurat Niyazov devlet başkanıydı. Türkmenbaşı ile yakın ilişki kuran Çalık, bu ülkede tekstil bakanı yardımcılığı yaptı. Türkmen Tekstil Bakanlığı ile ortak olarak birkaç tane büyük fabrika kurdu. Grup, Türkiye ve Türkmenistan tesislerinde, ağırlıklı olarak denim kumaş (kot kumaşı) üretiyor ve Lee, Levi’s, Wrangler gibi büyük imalatçılara satıyor. Tekstilin yanı sıra, Çalık’ın Gap İnşaat adlı şirketi de, Türkmenistan’da birçok inşaat işi gerçekleştirdi. 2005-2006 yıllarında, Çalık, bu ülkede, yılda ortalama 750 milyon dolarlık inşaat işi yapmaktaydı.

1990’larda Türkmen bağlantıları ile büyüyen Çalık grubu, enerji sektörünü  gözüne kestirdi ve AKP döneminde, özelleştirilen Bursagaz ve Kayserigaz doğalgaz dağıtım şirketlerini aldı. Daha sonra, her iki şirketi de, Alman EWE’ye sattı. Ancak, enerji sektöründen çıkmadı ve petrol işkoluna yöneldi. Samsun-Ceyhan petrol boru hattı işinin yanında, birçok bölgede petrol sondaj çalışmaları başlattı, ayrıca Çalık Enerji Petrol adlı şirketi için akaryakıt dağıtım izni aldı. Dolayısıyla, Çalık, akaryakıt sektöründe petrol çıkarımından boru hattı taşımasına, rafinajdan dağıtıma kadar tüm halkaları birleştiren entegre bir yapı oluşturmak için harekete geçmiş durumda. Akaryakıt tekellerinin (Opet, Petrol Ofisi, Shell, Total, BP) diledikleri gibi fiyat belirlemelerine ses çıkarmayan EPDK’nın da birdenbire ‘tavan fiyat’ uygulamasına geçmesi, sektörde Çalık’a yer açmak için yapılmış bir girişim olarak yorumlanmıştı.

Son yıllarda, Çalık grubunun faaliyetini yoğunlaştırdığı bir diğer ülke, Arnavutluk. Çalık, bu ülkede, eskiden Kentbank’a ait olan ve TMSF’ye devredilen bir bankayı (BKT) satın aldı. Ayrıca, yine özelleştirilen Arnavutluk telekom şirketi Albtelekom’u ve GSM operatörü Eagle Mobile adlı şirketi Vakıfbank kredisi ile ele geçirdi. Kuşkusuz, Arnavutluk küçük bir ülke, ama bu ülkede, ikinci en büyük bankaya, ulusal telekom şirketine ve bir GSM operatörüne sahip olan Çalık, hayli etkili bir konuma sahip.

Çalık örneği birkaç açıdan ilginç. Uzun yıllar tekstil sektöründe faaliyet göstermiş olan bir sermaye grubu, politik ilişkileri sayesinde hızla yeni sektörlere (bankacılık, telekom, medya, enerji) uzanıyor. Öte yandan, AKP’nin, Koç, Oyak, Zorlu gibi büyük sermaye gruplarının taleplerini hemen her zaman karşılamakla birlikte, kendisine yakın bir gruba özel destekler sağladığı da görülebiliyor. Kriz, bu tarz özel destekler için uygun bir ortam yaratıyor. Son olarak, Çalık’ın Arnavutluk ve Türkmenistan’da elde ettiği konum, Türkiye kapitalizminin ‘emperyal’ kapasitesini sergiliyor. Türkiye’nin büyük burjuvazisi, üç bölgeyi, Ortadoğu’yu, Balkanlar’ı ve Kafkasya ile Orta Asya’yı kendi hinterlandına dönüştürmek için uğraşıyor. Bunu, elbette ki, bağımsız bir güç olarak değil, daha ziyade ‘taşeron’ denilebilecek bir biçimde yapıyor.

Bununla birlikte, kriz, Türkiye ekonomisini birçok ülkeden daha fazla etkilemiş durumda. Emperyal ‘açılımlar’, derinleşen kriz ortamında hayata geçiriliyor. Dolayısıyla, her adım, ekonomik ve siyasi boyutları birbirinden ayırt etmenin zor olduğu kaygan bir zeminde atılıyor. Yakın dönem Türkiye ekonomisindeki dönüşümlere kısaca bakarak, gidişatın nereye doğru olduğunu ve krizin muhtemel etkilerini öngörmeye çalışabiliriz.

‘DIŞA AÇILMA’ VE KRİZ

1989-2001 arasında Türkiye ekonomisi, uzun vadede sürdürülemez nitelikte olduğunu herkesin az çok bildiği bir işleyişe dayanmaktaydı. Finans kesiminin altın çağı olan bu dönemde, bankalar dünya piyasalarından topladıkları para-sermayeyi devlete yüksek faizle borç olarak veriyor; devlet iç borçları şişerken, bankaların elinde muazzam miktarda artı değer birikiyordu. Fırsatı kaçırmak istemeyen büyük sermaye grupları, bankacılık sektörüne adeta akın ettiler ve her biri en az bir bankaya sahip oldu. Bu mekanizmanın son durağı 2001 kriziydi. Büyük bir tasfiye süreci ile verimsiz sermayeler elendi ve kısa sürede, Derviş yasaları ile yeni dönemin kuralları oluşturuldu. Bir sonraki dönem olan 2002-2008 arası yıllarda, dünya genelindeki ‘likidite bolluğu’nun da rüzgarı sayesinde, ’90’larda finansal alanda elde edilen birikim, üretken yatırımlara, sanayi sektörlerine kaydırıldı. Büyük sermaye grupları, banka satmaya ve (yurtiçinde ve yurtdışında) şirket ya da gayrimenkul satın almaya yöneldiler. Birleşme ve satın almaların yaygınlaşmasıyla, hemen tüm sektörlerde konsolidasyon yaşandı. Sürecin bir ayağını da, AKP hükümetinin hızlandırdığı büyük özelleştirmeler oluşturdu. Tüpraş, Erdemir, Petkim, Türk Telekom gibi özelleştirmelerle, büyük sermaye tekelci gücünü pekiştirdi ve yeni birikim alanları elde etti.

1989-2001 ve 2002-2008 dönemleri, sermaye birikiminin genel çerçevesinde kırılma ve dönüşümlerle ayırt edilebiliyor. Kabaca, birinci dönemde para-sermayenin, ikinci dönemde ise üretken sermayenin öne çıktığı söylenebilir. Bununla birlikte, her iki dönem arasında belirgin ve birbiri ile bağlantılı süreklilikler de mevcuttu. Nitekim Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmi ile bütünleşmesi, yıldan yıla derinleşti. Türkiye kökenli sermayenin dış pazarlara açılma sürecine baktığımızda, ana hatları ile, 1980’lerde ağırlıklı olarak dış ticaret (ihracat) üzerinden ilerleyen ‘dışa açılma’ sürecinin, 1990’larda finans ve 2000’li yıllarda üretim alanlarına uzanarak yeni boyutlar kazandığını görmekteyiz. Türkiye burjuvazisi, dünyanın dört bir yanında, ama ağırlıklı olarak yakın coğrafyalarda, yani SSCB’nin dağılması ile oluşan Kafkas ve Orta Asya ülkelerinde, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da gerçekleştirdiği yatırımlarla uluslararası pazarlara yayıldı. Buna eşlik eden bağlantılı süreç ise, emekçiler üzerindeki baskının giderek şiddetlenmesiydi. Türkiye burjuvazisi, dışa açıldıkça, emekçileri daha fazla ezmeye yöneldi. Dünya pazarlarında yer alabilmek için, uzun çalışma saatlerini, esnek çalışmayı, düşük ücretleri, köle ticaretini kural haline getirdi. Birbiri ardına çıkartılan her emek karşıtı yasa, sermayenin daha ileri talepleri için zemin yarattı. Öyle görünüyor ki, sıra, kıdem tazminatının kaldırılmasına ve bölgesel asgari ücretin yasallık kazanmasına gelmiş durumda.

Şimdilerde yaşananlar, 2002-2008 arası dönemde ana çizgileriyle geçerli olan çerçevenin ömrünü tamamladığı anlamına geliyor. Dünya genelinde, 2002-2007 arası dönemi karakterize eden kredi bolluğunun en azından birkaç yıl için sona erdiği kesin. 1990’lardan itibaren finans alanında oluşturulan ve kredilerde muazzam bir genişlemeye yol açan araçlar (hedge fonlar, türev araçlar, ‘toksik’ kağıtlar, vergi cennetleri vb.), yeni düzenlemelere tabi tutuluyor. Bir anlamda, sistemin kalbi olan finansal sektör yeniden yapılanacak ve şu an için elde herhangi bir reçete bulunmuyor. Dünya kapitalizminin 1970’lerin başlarında yaşadığı büyük krizin ardından neoliberal politikalara yönelişinin neredeyse on yıl sürdüğü hatırlanırsa, önümüzde el yordamıyla ilerlenecek ve deneme-yanılmalarla şekillenecek bir dönemin açıldığı tahmin edilebilir. Arayışların ne kadar süreceği elbette ki belli değil, ama burjuvazi, en az birkaç yıllık bir geçiş sürecine hazırlanıyor. Söz konusu geçiş, büyük olasılıkla, bazılarının beklediği türde devletçi bir ekonomiye ve ‘refah devleti’ne değil, daha dizginsiz bir ‘küreselleşme’ye doğru olacaktır. Zira belirli bir büyüklüğe ulaşan, uluslararası düzleme sıçrayan sermayelerin bundan geri adım atmaları beklenemez.

Örneğin, son on yılda yeni kapasitelerle başta Avrupa pazarı olmak üzere dünya geneline ihracat için yapılanan ve üretimi de uluslararası düzeye taşıyarak yurtdışında fabrikalar kuran Türkiye kökenli büyük gruplar (Koç, Sabancı, Şişecam, Eczacıbaşı, Anadolu grubu, Zorlu vb.), bir süre için iç pazara ağırlık verseler de, herhalde uzun vadede dış pazarlardan vazgeçmek lüksüne sahip değiller. Sermaye birikiminin bir sonucu olan sürekli büyüme zorunluluğu, bireysel sermayeleri, büyümek ya da yok olmak ikilemi ile karşı karşıya getiriyor. 1980’lerden itibaren ‘dışa açılan’, daha doğrusu, sermayenin uluslararasılaşma sürecinde daha ileri bir düzeye sıçrayan Türkiye kapitalizmi, bazı dönemlerde geçici olarak iç pazara dönse de, uzun vadede uluslararası entegrasyonu sürekli olarak arttırmak durumunda ve isteğinde oldu. Örneğin, 1970’lerden itibaren yurtdışı taahhüt işleriyle büyüyen Türkiye kökenli inşaat firmaları, petrol fiyatlarının düşmesi nedeniyle Ortadoğu’da projeler yavaşladığında, 1980’lerde, birkaç yıl boyunca, Türkiye içinde hız verilen büyük altyapı projelerine yönelmişlerdi. SSCB’nin dağılmasını izleyen süreçte, büyük inşaat firmaları, hızla Rusya ve Orta Asya pazarına girdiler. Yine, 1989 Bahar Eylemleri’nin ardından açılan iki yıllık dönemde, Türkiye işçi sınıfı büyük bir mücadele ile ücretlerde ve diğer sosyal haklarda çeşitli kazanımlar elde ettiğinde, iç pazarın canlanması, burjuvaziyi, 1990’ların ilk yarısında yine birkaç yıllığına yurtiçine ağırlık vermeye itmişti. Bununla birlikte, bu tür içe dönme yılları, yalnızca geçici evreler olarak kaldı. Şimdi yaşanan, olasılıkla, çok daha kısa sürecek bir geri çekilme dönemi. Zira, Türkiye krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri olduğu için, diğer ülkelere kıyasla iç pazarı daha şiddetli bir daralma ile karşılaştı. Ayrıca, uluslararası pazarlar, ne kadar daralmış olsalar da, toplamda iç pazarla kıyaslanamayacak ölçüde büyük olanaklar sunuyorlar. Öte yandan, birikim sürecindeki her geri çekilmenin yeni bir sıçramanın zeminini oluşturduğu da görülüyor. Sermaye birikimi sınıf mücadelesi dolayımından geçerek şekillendiği için, emek hareketinin bu dönemdeki stratejilerini son derece bilinçli oluşturması hayati önem taşıyor.

Kriz sonrası  konjonktüre dair bir diğer ipucunu, bizzat krizin yarattığı çelişkili etkilerde görebiliyoruz. Hatırlanacağı gibi, OYAK, krize büyük bir nakit birikimi ile girdiğini ve dünya genelinde satın almak için şirket aramaya başladığını açıklamıştı. Yine, Ülker grubu dünyaca ünlü Godiva çikolata firmasını 2007 yılı sonunda satın alırken, henüz büyük bir kriz biçiminde patlak vermemiş olan, ama kendisini hissettirmeye başlayan finansal daralma, diğer alıcıların çekilmesine ve meydanın Ülker’e kalmasına yol açmıştı. ‘İslami sermaye’ olarak bilinen Ülker, son yıllarda birbiri ardına satın aldığı şirketlerle, gıda sektörünün hemen tüm alt kollarında (süt ürünleri, margarin, hazır gıda, meşrubat, hazır kahve vb.) tekelleşen dev bir gruba dönüştü. Yine aynı dönemde, 2000’li yıllarda, birçok ülkede (Kazakistan, Özbekistan, Romanya, Ukrayna, Cezayir, İran, S. Arabistan, Mısır) fabrikalar kurarak, uluslararası ölçeğe sıçradı.

Öte yandan, yalnızca bu küresel krizde değil, Türkiye’de patlak veren 2001 krizinde de, Türkiye kökenli tekellerin dünya genelinde şirket avına çıktıkları görülmüştü. Örneğin Koç grubu, 2001 krizinin fırtınalı günlerinde, Fransa’nın en büyük beyaz eşya üreticisi olan, ancak o dönemde ödeme zorlukları yaşayan Moulinex grubunu satın almak için teklif veren beş şirketten biriydi. Her ne kadar Moulinex’i alamasa da, Koç, 2000’li yıllarda, Avrupa genelinde birçok işletmeyi ele geçirdi ve pazar payını hızla arttırdı.

Kısacası, Türkiye kapitalizminin son yirmi-otuz yılda yaşadığı hızlı  uluslararasılaşma, krizle birlikte ve kriz sonrasında olasılıkla daha da hızlanacak ve derinlik kazanacaktır. Krizle mücadele için (Türkiye’den ziyade ABD ve Avrupa’da) devreye sokulan ‘Keynesyen’ tedbirlerin emekçiler açısından için kazanım anlamına geldiğini ya da kalıcı olacağını düşünmek için herhangi bir neden bulunmuyor. Kapitalizm, emekçi sınıfa önümüzdeki dönemde daha fazla kölelikten başka bir şey vaat etmiyor.

Bir sonraki sayıda, Türkiye’de bankaların kriz performanslarını inceleyerek konuya devam edeceğiz.

 

Koşullar, değişim, mücadele ve örgüt

İşçi ve emekçilerin aktüel iktisadi-sosyal ve politik taleplerini “karşılanamaz” gösteren tekelci gericilik ve hükümetinin en önemli gerekçelerinden biri, ülke ve uluslararası koşulların “buna imkan tanımadığı”dır!

Eş zamanlı işçi eylemlerini birleştirmek için bile herhangi çaba göstermeyen sendika üst yönetimleri de, mücadelenin yükseltilmesi ve örgütlenmenin güçlendirilmesi için, “koşulların uygun olmadığı” gerekçesine sığınarak, kendilerine yönelik eleştirileri geçiştirmeye çalışıyorlar.

Toplumsal koşulların sınıf ilişkileri ve mücadelesindeki yeri ve etkisinin bu iki tür istismarı ve çarpıtılması, toplusözleşmelerde işçi istemlerinin en düşük düzeyde karşılanmak istenmesinden sendikal örgütlenmenin önüne çıkarılan engellere; Kürtlerin ulusal taleplerinin en geri düzeye çekilmesi çabalarından siyasal hakların zapturapt altına alınmasına kadar bir dizi sorunda karşımıza çıkıyor.

Peki, koşullar her zaman burjuvazi yararına mı işler? Ya da insan ve örgütlü insan iradesinden tümüyle bağımsız toplumsal koşullar mı söz konusudur? Bu soruna biraz daha yakından bakalım..

Koşullar ve değişimden söz eden sermaye sözcü ve temsilcileri, yeni koşullarda yaşadığımızı (ulusal-uluslararası); öyleyse hiçbir sorunun eski tarz düşünme ve çözüm yöntemleriyle ele alınamayacağını söylüyorlar. Bu kadarı, genel durum ifadesi olarak ve genelliği içinde doğruyu az-çok içeriyor; inandırıcı olabiliyor. Dünya kapitalist sistemi ve her bir ülkedeki toplumsal koşullar, çünkü, yüz yıl, elli yıl, yirmi yıl öncesinden farklıdır. Toplumsal sınıfların üretim sürecindeki konumu ve bunun belirlediği ilişkiler özü itibariyle geçerli olmaya devam etmekle birlikte, somut şekillenişleri yeni biçimlerle çeşitlenmiş, yan unsurlar kazanmış ve bu, sınıfların mücadelesinin evrensel boyutlarla sürmesini daha ileriden mümkün hale getirmiştir. Meta ve sermaye hareketinin uluslararasılaşmasının üzerinden yüz yılı aşkın süre geçmiş; üretimin kendisi de özellikle tekellerin hakimiyeti altında ve süreç içinde gelişme göstererek, uluslararası özellikte daha geniş boyutlar kazanmıştır.

Ancak, sermayenin dolaysız sözcüleri de, nedamet getirmiş ve sözüm ona gerçeklerin farkına varmış liberal yazar, politikacı ve sosyologlar da, koşullardaki değişim ve gelişmeyi, işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci örgüt, parti, dernek, birlik vb. eliyle sınıf mücadelesi yürütmelerinin “artık geçersiz hale geldiğini”(!) kanıtlamak ve anlatmak için, sözüm ona tespit ediyorlar. Bunlara göre, örneğin sanayi üretimi bu süreçte önemsizleşmiş, sanayi işçilerinin sınıf mücadelesindeki yer ve önemi azalmış, “beyaz yakalılar”ın sayısının çoğalmasıyla ve işçilerin işletmelerin “üretim-yönetim süreçlerine katılmaları”yla sınıf çelişkileri esneyip belirsizleşmiştir. Çıkardıkları sonuç şudur: sınıf kavgasından ve onun örgütlerinden ve diğer araçlarından söz etmek, bunun için uğraşmak, işçi örgütü kurmak, onun aracılığıyla sınıfın tümünü örgütlemeye girişmek, buna dayanarak ve iktidar hedefiyle politik mücadeleye katılmak vb., vb.. “modası geçmiş”; “bugünün koşullarına aykırı tutum ve anlayışlardır”!

Sermayenin dolaysız sözcülerinin seslendirdikleri bu görüşler, bir bölümü son otuz yılın mücadeleleri içinde sermayenin gücüne biat ederek “gerçekleri gören” sağ ve sol liberaller tarafından daha da genişletilerek ve geliştirilerek savunuluyor. Bunlar, iş ve üretim sürecinin ‘parçalanması’; esnek çalışma, taşeronlaştırma, yan ve bağlı şirketler aracılığıyla üretim, eve iş verme, “hizmet” işkolunun genişlemesi gibi olgusal gerçekleri, sermaye yararına ve işçi sınıfının “İmkansızlıkları”nı kanıtlamak üzere kullanıyorlar. Bunların büyük çoğunluğuna göre de, işçilerin durumundaki değişme; parçalanmışlık ve rekabetin artması, örgütlerinin zayıflaması gibi nedenler, sendikalar ya da politik örgütler aracılığıyla ve grev, direniş gibi eylemlere başvurarak taleplerini elde etmelerini, özellikle de iktidar hedefli sonuçlara ulaşmalarını mümkün olmaktan çıkarmıştır!

Koşullar ve değişimin tek yanlı ve bilinçli çarpıtılmasını ifade eden bu iddialar, günümüz iktisadi, sosyal ve politik olguları ve sınıflar arasındaki mücadele tarafından geçersiz kılınıyor. Bu iddiaların sahipleri politik bakımdan kör, bön ve miyopturlar.

KOŞULLAR HER ZAMAN BURJUVAZİ YARARINA MI İŞLER?

Burjuvazi ve ideologlarının koşullardan ve koşullardaki değişimden söz etmelerinin başlıca nedeni, işçi sınıfı ve emekçilerin hak ve taleplerinin “karşılanamaz” ve hele de sınıfsal kurtuluşlarının “asla gerçekleşemez” olduğunu göstermek ve sözde kanıtlamak içindir. Bu demagojik propaganda, kapitalizmin alternatifsiz olduğu iddiasını başlıca dayanak olarak alır ve kapitalist üretimin üretici öznesi işçi sınıfının kapitalizm ile uzlaşmaz çelişkilerini ise yok sayar. Emek gücünü kapitalistlere satarak/kiralayarak insan ve toplum yaşamı için gerekli tüm metaları üreten, ancak ne emeğinin karşılığını alabilen ne de ihtiyaçlarını karşılayacak bir gelire sahip olabilen işçilerin bu durumunun kapitalizm var olduğu sürece temel bir değişim göstermeyeceği gerçeğini gizler; kapitalistler ve hükümetleri-devletleri ile işçiler arasındaki ücret, kâr, çalışma süresi ve koşulları, sosyal haklar vb. mücadelesinin konjonktürel, gelip geçici olduğunu var sayar.

Burjuvazi ve uşaklarının istediği, işçilerin, işsizliği, düşük ücret karşılığı çalışmayı, işten atılmayı, sosyal ve politik hak yoksunluğunu ve tüm emekçilerin yoksulluk ve yoksunluğu kabullenmeleridir. Burjuva propagandası, işçi sınıfının bunu kabul etmemesi durumunda “herkesin içinde olduğu” geminin batacağını ve “herkesin yıkıntının altında kalacağını” vaaz eder.

Bu, bir burjuva safsatasıdır! Gerçek şu ki, bu, her yanından dökülmekte olan sistemin batması durumunda yıkıntının altında burjuvazi kalacaktır ve bu da, sömürülen ve baskı altında tutulan tüm sınıf ve kesimlerin yararına olacaktır.

Burjuvazi ve ideologları, değişim ve gelişmeyi kendi çıkarlarına yaradığı oranda ve işçi ve emekçilerin hak, talep ve kurtuluş mücadelesine karşı unsurları dayanak almak üzere söz konusu etmekte; emekçiler yararına sonuçlarını ise reddetmektedirler. Daha az işçiyle daha kârlı ve daha fazla üretim olanağını tepe tepe kullanmayı, teknolojik gelişme ve “yetkinlik” ve makinenin teknik yenilenmesiyle üretim süresi ve emek zamanını artırma ve işçinin kendisine ayırması gereken zamandan daha fazlasını çalmayı, gelişmeyle bağlantılı hak görüyor; ama, işçiler daha az süre çalışarak, daha fazla gelirle, daha iyi koşullarda yaşama; daha fazla sosyal hakka sahip olma, daha fazla dinlenme, kültürel vb. aktiviteye katılma zamanı istekleriyle ortaya çıktıklarında, kapitalistlerle ideologları, çıldırmışçasına, “gemi batar” diye bağırıyorlar.

Değişim, -evet- kaçınılmazdır. Dinamikleri toplumun bağrındadır. Toplumsal koşullar, ilişkiler ve toplumların kendileri değişime uğramaktadırlar. Değişimin gerçek ve temel dinamiği üretici güçler; sömürülen ve ezilen sınıflardır. Köleci toplumdan kalıcılığı ve yerini başka bir topluma bırakmayacağı üzerine bin tür martaval uydurulan kapitalist emperyalizme; üretici güçlerin engellerinden kurtulma; ezilen sınıfların sömürüye karşı mücadelesiyle gelindi.

Sınıflı toplumlar içinde değişime en fazla gebe olanı, yerini sömürünün olmadığı bir topluma bırakmaya mahkum olanı ise, kapitalizmdir. Çünkü tarihte başka hiçbir sömürülen ve ezilen sınıf, üretim içinde ve bizzat üretimin kendisi tarafından örgütlü olmaya, bir araya getirilmeye ve birlikte davranmaya işçiler kadar uygun(müsait) duruma getirilmemiştir. İşçiler. kapitalist gelişme sürecinde sürekli denebilecek şekilde çoğalmışlar, aynı fabrika, işyeri, atölye, kurum vb.de bir araya gelmiş, emek güçlerini satarak/kiralayarak yaşamlarını sürdürme olanaklarını edinmeye çalışmışlar ve aynı talep ve hedeflerle birlikte hareket etmelerinin ve sömürü koşullarından kurtulmalarının gerekliliği bilinciyle çeşitli kalkışmalara girişmişlerdir. Bugün tek tek her ülkede ve uluslararası alanda işçilerin nicel büyümesi, “dün” diye söyleyebileceğimiz geçmiş sürecin hiçbir aşamasından daha az değil, aksine çok daha fazladır. Sanayi işçi sayısının bazı ülkelerde, işçilerin öteki kesimlerine göre oransal düşmesi konjonktüreldir ve sınıfın ne hedeflerinde ne de kapitalistlerle çelişkilerinin niteliğinde değişiklik yaratmamıştır. Türkiye’de istihdam edilen nüfus içinde işçilerin %60 gibi büyük bir oranı söz konusudur. Yüzyılın başında milyon bile denilemeyecek durumda iken, bugün 10-12 milyon işçi vardır. Ve işçilerle birlikte toplumun öteki ezilen emekçi kesimleri de sömürüden kurtulacakları bir değişim istemektedirler. Bu tüm kapitalist ülkeler için geçerlidir. Asya’nın nüfusu milyarla ifade edilen ülkelerinde yüz milyonlarca yeni işçi dünya işçilerinin safına katılmıştır. Dünya proleterler ordusu büyümektedir.

DEĞİŞİM VE İŞÇİ HAREKETİ, ÖRGÜT VE MÜCADELE

Tek tek ülkelerde ve dünya ölçeğinde yüz yıl, elli yıl, yirmi yıl öncesiyle kıyaslandığında, işçi sınıfı nicel olarak büyümüş, iş kolları ve üretim sektörleri çeşitlenip artmış, işçilerin eğitim ve teknik bilgi düzeyleri yükselmiştir. Safları, farklı toplumsal kesimlerden gelen yeni unsurlarla genişleyen işçiler, bulundukları her yerde, şu ya da bu tür eylem biçimleriyle hakları için mücadeleye girişmiş; sömürü ve baskıya karşı taleplerle ortaya çıkmışlardır.

Burjuvazi, buna karşı, derhal ve elindeki güç ve araçları seferber ederek saldırı politikalarını geliştirmiş, özellikle son otuz-otuz beş yıllık süreçte işçi hareketini uluslararası düzeyde geriye püskürtmeyi ve örgütlü yapısına bugün hâlâ etkileri devam etmekte olan çok önemli darbeler vurmayı başarmıştır.

İşçilerin sınıf bilinci ve kurtuluş için hareketlerinin ne durumda olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Kapitalistlerle sağ-sol liberal ideologlarının işçi sınıfı ve emekçilere karşı olmak üzere ve “olanaksızlıklar” kategorisinde gösterdikleri şeyler, “koşullar” ve “değişim” gibi esas olarak nesnel durumlar alanında yer alır ve öyleyse sorunu buradan tartışmak gerekir.

HER SINIF ÖNÜNDE SONUNDA KENDİSİ İÇİN MÜCADELE EDER

Sorun, öyleyse, öncelikli olarak, işçilerin nesnel durumlarından kaynaklanan sorunlarıyla ilgili olup olmadıkları, sınıfsal içgüdüyle, sınıfsal refleksle hareket edip etmedikleridir. Burjuva ideologlarının işçilerin durumundaki değişmeyi ve kapitalizmin uluslararası gelişmesini gerekçe edinen iddiaları, tam da bu nesnel alandan, bu somut ve gerçek durumdan güç alan olgular tarafından boşa çıkarılmaktadır.

Ücretinin artmasını, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve çalışma süresinin kısaltılmasını, sosyal haklarının budanmamasını, işten atılmamayı isteyen ve bunun için kapitalistlerle hükümetlerine karşı çeşitli eylemlere başvuran işçi, durumunun değişmesini istemektedir. İşçiler, sendikal ve diğer örgütlerinin her kademedeki yöneticileri ve temsilcilerinin “önlerine düşmeleri”ni, mücadeleci bir çizgi izlemelerini istemekte, haklarının sermayeye peşkeş çekilmesine çeşitli biçimlerde tepki göstermektedirler.

Almanya’da, iki ay gibi bir süre önce, yüz bini aşkın işçi ve emekçi, kapitalistlerin politikalarına karşı Berlin başta olmak üzere alanlara çıktı. Çin’de çalıştıkları işyerinin satılmasına tepkilerini işletme müdürünü öldürerek gösteren işçileri, Fransız kapitalistlerini, fabrikalarını yakmakla tehdit eden işçileri ya da Türkiye’de ücretlerinin yükseltilmesini isteyerek bir günlük iş bırakma genel eylemine başvuran yüz binlerce işçiyi, sınıf mücadelesinin dışında görmek olanaklı değil. Greve çıkan Alpagut Dodurga işçileri, önceki mücadelelerin deneyiminden öğrendiklerini açıkça dile getirdiler. Sinter işçileri aylardır hakları için direniyorlar. Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’na bağlı işletmelerde çalışan işçiler hak gasplarına karşı yürüdüler. Gaziantep’te Çemen Tekstil işçileri, patronla işbirliği yapan Öz İplik İş sendikasının bulunduğu binayı basarak, sendika yöneticilerini protesto ettiler.

Bu ekmek kavgasının emek-sermaye kavgasının tezahürü olmadığını hangi ahmak ileri sürebilir? İşçilerin sınıf tutumu, iktisadi-sosyal sorunlara ilişkin tutumlarından soyutlanamaz. İdeolojik-politik etki, dinsel, etnik bağlar ve diğer çeşitli öznel etkenler işçilerin önüne barikat örmesine, işçiler bu bakımdan bölünmüş olmalarına karşın, üretim süreci içindeki konumları ve sömürülen özne olmaları ortak paydasında, aynı taleplerle ortaya çıkmaktadırlar. Sınıfın şu ya da bu sendikal ya da başka örgütlerde bir araya gelmiş kesimleriyle örgütsüz diğer bazı bölümleri, sosyal hakların iyileştirilmesi, iş ve çalışma olanaklarının genişletilmesi, çalışma sürelerinin düşürülmesi, ücretlerin ve yan gelirlerinin artırılması gibi talepleri gündeme getirip savunmaktadırlar. İşçiler, bu mücadele içinde, bugünkü devlet ve hükümetlerin kapitalistlerin çıkarlarını temsil ettiklerini görmekle kalmamakta; tutarlı-tutarsız sendikacılığı, politik örgüt, parti ve grupları görüp tanımakta, toplamı üzerinden bir birikim sağlamaktadırlar. Böylece onlar ve özellikle ileri kesimleri, bu sendikal ve politik örgüt, parti ve “lider”lerden hangilerine uzak, hangilerine yakın duracakları konusunda da bir deneyim geliştirme olanağı bulmaktadırlar.

İŞÇİ HAREKETİNİN ZAYIFLIKLARI VE İHTİYAÇLARI

Evet, işçi sınıfı ve emekçilerin dünkü ve bugünkü durumu ve mücadelelerinin düzeyi, çeşitliliği, büründükleri biçim ve aldıkları sonuçları arasında birçok farklılık sayılıp dökümü yapılabilir.

Hemen tüm ülkelerde, mücadele deneyimine sahip işçi kuşaklarının çok önemli bir kesimi son yirmi-otuz yıl içinde burjuvazi ve hükümetleri tarafından açıkça biçilmiş, iş süreci dışına atılmıştır. Kamu işçi ve emekçilerinin çok önemli bir kesimi yaşlanmıştır. İşçilerin kitlesel işsizlik silahıyla tehdit edildikleri koşullarda, bir kesim, sahip oldukları işi ve edindikleri sosyal hakları kaybetmeme kaygısı taşımakta, ileri atılmada çekingen davranmaktadırlar. Sınıfın çalışan kesimleriyle işsiz kesimleri arasındaki ve yine çalışan kesimlerinin kendi içerisindeki rekabet artmıştır. İşini kaybetmektense, daha geri düzeydeki ücret ve sosyal haklarla çalışmayı sürdürmek, işsizlik, yoksulluk ve açlık tehdidi altındaki işçi ve ailesine, korunması zorunlu bir durum olarak görünmektedir. Kriz bu kaygıları daha da artırmıştır. Bunlar, birleşik-genel bir hareketin ortaya çıkmasını zorlaştırmaktadır.

Engeller bunlarla da sınırlı değildir. Burjuvazi ve onun işçi sınıfı ve emekçiler içindeki bölükleri, adamları, ajan-aristokrat kesimler, işçilerin önüne çok çeşitli barikatlar örmüşlerdir. Sınıf mücadelesine işçilerin örgütleri olarak giren sendikalar, çok uzun süredir burjuvaziyle uzlaşma içindeki sendika liderlerinin yönetimi ve etkisi altındadırlar. Bunlar, yönetiminde bulundukları sendikal örgütleri, hem izledikleri sermaye yanlısı işbirlikçi çizgiyle hem de işçilerin çok küçük bir kesiminin örgütü haline gerileterek, etkisizleştirmişlerdir. İşçi kitlelerinden ve aşağıdan gelen mücadele baskısı ve dalgaları olmadan hükümetlerin ve kapitalistlerin çizdikleri sınırın bir milim ötesine geçmemekte; taban baskısıyla yöneldikleri “mücadele”yi ise, olanaklı en etkisiz düzeyde tutarak, sisteme ve sermaye çıkarlarına en az zarar verecek şekilde sonlandırmaya çalışmaktadırlar. Sistemin tüm güçleriyle birlikte, hareketin zayıflıkları ve bölünmüşlüklerini de kullanarak, işçi örgütlerinin başına çöreklenen sendika patronları, sözü ve eylemi birbiriyle bağdaşmaz bürokrat yöneticiler, işçilerin bir sınıf oldukları; farklı uluslardan, etnik köken ve inanç kesimlerinden gelmelerine ve farklı işletmelerde ve bölgelerde çalışmalarına karşın, emek güçlerini satarak yaşamlarını sürdürmek zorunda olan bir sınıfın unsurları oldukları gerçeğini anlamalarını ve buna uygun davranmalarını önlemek için her yola başvuruyorlar.

Dahası da var: İşçi sınıfı içindeki çalışmanın politik düzeyi son elli-altmış yılın en geri düzeyindedir. Hareketi çekip çevirecek, ortak talepler temelinde genel bir hat üzerinde ilerlemesine yön verecek sendika, parti, örgüt, dernek vb. araç ve güç merkezleri, politik çalışma ve tutumlarıyla kendilerini kabul ettirmekten esas olarak henüz uzaktırlar. Nicel olarak büyüyen (istihdam edilen nüfusun yüzde altmışı işçidir), eğitim düzeyi yükselen, iletişim ve ulaşımdaki gelişmeler sonucu mücadelesini birleştirip yaygınlaştırmasının olanakları genişleyen işçi ve emekçi hareketi, örgütlü politik mücadele yönünden büyük bir zafiyet içindedir.

Diğer yandan, son yılların mücadele deneyimi, işçi ve emekçi hareketini belli düzeylerde etkileyen ve sınıfla ilişkilere sahip siyasal hareket ile onun politikaları ve tutumunun sendikaları ve sendika yönetimlerini, işçiler yararına politikaya zorlayıcı rol oynayabildiğini daha net olarak ortaya koymuştur. Buradan çıkarılması gereken en önemli sonuç, işçi ve emekçilerin politik hareketini daha ileriden örgütlemeyi başarmanın bugünkü sınıf-güç ilişkilerinin emekçiler yararına sonuçlara doğru gelişmesi açısından çok büyük önem taşıdığıdır.

ÖRGÜTLÜ MÜCADELENİN HAYATİ ÖNEMİ

İşçi-emekçi örgütleri, sömürülen sınıf ve diğer kitlelerin hak, talep ve çıkarlarının savunulması açısından olduğu kadar, sınıf mücadelesinin işçi sınıfının iktidarına genişlemesi ve toplumsal kurtuluş için de son derece önemli işleve sahip oluşumlardır. Örgüt, ortak çıkarlara ve amaç birliğine sahip sınıf, kesim ve toplulukların bu çıkar ve hedefleri gerçekleştirmeleri açısından birleştirici, harekete geçirici, gücünü büyüten, etkisini söz konusu kitlenin nicel büyüklüğünün de ötesinde artıran ve genişleten bir “mekanizma”dır. Amaç ve hedeflerinden saptırılmadığı sürece, hareketi toparlayıcı-ilerletici işlev görür. Ne var ki, bu tür oluşumların birleştirici-merkezileştirici yapısı ve özellikleri, amaçtan sapıldığı; sınıfın temel çıkarları, başlıca talep ve hedefleri gözden kaçırıldığı ya da bilinçli olarak sınıf düşmanının çıkarlarıyla uyumlu hale getirildiği zaman, tersinden bir etkide bulunmasını; güçten düşüren, güvensizliğe ve çözülmeye neden olan bir işlev görmesini de mümkün kılmaktadır. İşçi sınıfı hareketi böylesine çok sayıda örneği yaşamış ve bunun güncel en önemli kanıtı işçi sendikalarının politikası ve pratiğinde karşımıza çıkmıştır.

Günümüzün sendikalarına hakim olan ve üst yönetimlerinin izledikleri sınıf işbirlikçisi çizgi nedeniyle işçi hareketi çok ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Sendikaların üst yönetimindeki bürokrat sendika patronları için, bu örgütleri mücadele aracı olarak ve işçi ve emekçilerin haklarını korumak, taleplerini elde etmek ve kapitalist sömürü ve baskının son bulması için mücadeleyi ilerletme örgütleri olarak ele almak söz konusu değildir. Aksine, onlar, tüm çabalarını sendikaların böylesi bir sınıf örgütü olarak işlemesini engellemeye hasretmektedirler. Sendikaları işçilerin daha geniş kitlelerinin örgütü olarak güçlendirmek, bunlar için söz konusu değildir. Sendikal demokrasi olmadığı gibi, sendikalaşmak isteyen işçilerin bir kesimi de, kapitalistlerin yanı sıra karşılarında işbirlikçi gerici sendika patronlarını bulmaktadır.

Bu durum değişmek zorundadır. Örgüt, işçinin gücüdür. Sendikal ve politik örgütleri ne kadar güçlü ise, sınıfın geniş kesimlerini kucaklayıcı ve harekete geçirici ise, sermayeye karşı mücadelesinde başarı olanağı o kadar genişleyecektir. Milyonlarca işçi ve emekçi, sendikasız, partisizdir. Büyük çoğunluk, burjuva partileri tarafından, talepleri istismar edilerek, etki altına alınabilmektedir. Bu durum, emekçilerin bu partilerin sermaye örgütleri olduklarını görmeleri ve devlet ve burjuva hükümetlerinin sermayenin işçi ve tüm ezilenler üzerindeki hakimiyet aygıtını oluşturduğunu deneyden geçirmeleriyle kaçınılmaz şekilde değişecektir. Ancak işçi örgütlerinin sorumluluğu, bu sürecin sömürülen ve baskı altında tutulan halk kitleleri yararına gelişmelerle yaşanabilmesi için ve sınıfın çıkarlarının savunmasını yaparak mücadelenin önünde yürümektir. Üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmekten kaçan ve karşılaştığı her zorluk ve zayıflığı hareketin durumu ve koşulların uygunsuzluğuyla izaha çalışan tutum, sınıf bilincine ulaşmış ileri işçiyle devrimci parti militanının tutumu olamaz. Emekçi hareketinin burjuva saldırısı ve emperyalist ideolojik kuşatmayla en geriye atıldığı koşullarda dahi, kaynağını emekçilerin en acil ve güncel taleplerinden alan bir mücadele, lokal ya da daha geniş ve birleşik şekliyle ortaya çıkabilmiştir. Aşağıdan gelen, örgütünün kendi çıkarları yönünde daha etkin kullanılmasını isteyen işçi tepkisi, yer yer sendika patronlarına zor anlar yaşatabilmiştir. Bu tepki, yıllar önce Bayram Meral’i “ağaca çıkmak” zorunda bırakmıştı. Türk Metal’in “çetecilik”le suçlanan patronuna işçilerin tepkisi hâlâ tazedir. Hak-İş yönetiminin hükümet çizgisindeki sendikacılığına karşın ve TÜRK-İŞ’in özellikle üst yönetiminin uzlaşmacı politikasına karşı, işçiler IMF ve hükümet dayatmalarının reddedilmesini istemekte ve bu doğrultuda çeşitli tepki biçimleri geliştirmektedirler.

Son dönemlerde bazı sendika merkezleri üye işçiler tarafından basılarak, işbirlikçi çizginin reddedildiği ortaya kondu. İşçilerin hem sendikal ve politik örgütlenmelerini güçlendirmeleri, hem de kendi sınıf örgütlerinin her düzeyde yöneticileri olmaları ve işbirlikçi sendika bürokratlarını yönetimden uzaklaştırmaları, hareketin içinde bulunduğu dağınıklık, zayıflık vb. gerilikleri aşmaları ve sermayeye karşı daha etkili mücadele için en önemli koşullardan biridir.

Sınıfının ve diğer emekçi kitlelerinin içinde bulundukları durumun farkında olmakla kalmayıp, bu durumun ancak burjuva hakimiyetine ve sömürüye son vermekle temelden değişebileceği bilincine de ulaşan ileri işçilerin sorumluluğu herkesten önde gelmektedir.

*  *  *

Koşullar, evet, burjuvazinin servet ve sermaye birikimini olanaklı kılan ve saltanat içinde yaşamasını sağlayan sömürü gemisinin batmasına doğru değişmektedir. İşçi sınıfının safları büyümekte; o ve baskı altındaki emekçiler, hareketin tüm zaaflarına rağmen mücadele etmektedirler.

 

Devlet, ordu ve “vesayet” sorunu

Ülkede çözüme kavuşturulamamış bir demokrasi sorunu var ve bu sorun üzerinden politik yelpazenin çeşitli kesimleri yoğun bir tartışma sürdürüyor. Partiler, akımlar, aydınlar, sosyalistler ve ilerici kişi ve gruplar bu tartışmaya katılıyorlar ve kendi düşüncelerini açıklıyorlar, bu konuda konumlarını belirliyor, düşüncelerini yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Bu tartışmalar içerisinde özellikle bir bölüm liberal burjuva ve aydın tarafından savunulan bir görüş var. Bu görüş, ülkede devlet üzerinde -cumhuriyet ve “demokrasi” üzerinde- ordunun vesayeti olduğu görüşü ve iddiasıdır. Bu görüş ciddi bir tez olarak ortaya atılmakta, demokrasi ve özgürlükler sorununun kesin bir çözüme bağlanamamasının nedenini, bu “vesayet” durumunun oluşturduğunu savunmaktadır. Vurgulamak gerekir ki, “vesayet” -yani vasilik, himaye ve koruma altına alma vb.- sorunu azımsanmayacak bir çevre tarafından da benimsenmekte ve tekrarlanmaktadır.

Bu tezi görünüşte güçlendiren epeyce olgu bulunmaktadır. Ordu günlük politikaya çok sık müdahale etmekte, zaman zaman bir politik parti gibi davranmakta, hükümetlere ve meclise ne yapacaklarını adeta dikte etmekte, temel politikalara ilişkin “yol haritası”nı vermektedir. Ülkede 1960’da, 1971’de, 1981’de, 28 Şubat”ta, 27 Nisan’da askeri darbeler yapılmış, muhtıralar verilmiş, Cumhuriyet tarihinin önemli bir bölümü darbe koşullarında, sıkıyönetimle, olağanüstü hallerle geçmiştir. Yani görünüşte bu “vesayet” tezini güçlendiren epeyce maddi olgu, politik tecrübe ve ülkenin siyasi “gerçekleri” bulunmaktadır. Ordunun devletin “asıl sahibi” imiş gibi davranması, bu teze güçlü bir dayanak sunar gibidir.

Örneğin son güncel politik gelişmeler şöyle bir tablo ortaya çıkarmıştır. Ergenekon Davası nedeniyle Genelkurmay Başkanı Başbuğ davaya ve soruşturmaya ordu adına müdahaleler yapmakta, bu durum Cumhuriyet’in ve “demokrasi”nin ordunun vesayeti altında olduğu yönündeki tezi “kanıtlayan” güçlü bir veri sayılmakta, başkaca bir “kanıta” gerek duyulmamaktadır. Ya da Kürt sorununa ilişkin Genelkurmay politikası açıklanmakta, “çözümün” çerçevesi çizilmektedir. Yani nereden bakılırsa bakılsın, “vesayet tezleri”ni güçlendiren bir yapı var gibidir!

Gerçekten durum böyle midir? Ordu Cumhuriyet’i ve “demokrasi”yi, dolayısıyla devleti kendi vesayeti altında mı tutmaktadır? Türkiye’nin ordusu ve devleti, devlet ve sermaye ilişkileri açısından tüm dünyadan ayrı bir gelişme mi göstermektedir ve bu Türkiye’nin bir “özgünlüğü”, “farklılığı” mıdır? Ya da yaygın olarak söylendiği gibi, “biz bize benzeriz” mi? Ya da işbirlikçi büyük sermaye ülkede demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin karşısında duruyor, orduyu da bu gerici politikanın bekçisi olarak bolca kullanıyor mu?

Kuşkusuz bu sorular temel nitelikleri ve yanları ile yanıtlanması gereken sorulardır ve bu sorulara verilecek yanıtlar sadece bu sorunu aydınlatıcı nitelikte olmayacak, ama aynı zamanda, parti, akım ve kişilerin sınıflar mücadelesindeki yeri, politik mücadelenin neresinde mevzilendiği gibi sorulara da yanıt verecektir.

GENEL OLARAK DEVLET VE ORDU

Devlet, genel tanımı ile, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki egemenlik aygıtıdır. Topluma “dışarıdan kabul ettirilmemiş”, toplumların sınıflara bölünmesinin gelişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Mülk sahibi sınıf devleti örgütlemiş, kendisinin “tüm toplum adına hareket eden bir güç olarak” benimsenmesini sağlamıştır. Bu güç, kendisini, toplumsal gelişmenin düzeyi tarafından belirlenen, kendi egemenliğini koruyacak ve sürdürecek aygıtlarla da donatmıştır.

Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı yapıtında tarihsel çözümlemesini özetlerken, “Devlet topluma dışarıdan dayatılmış bir erklik değildir. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlâk düşününün gerçekliği’, ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ de değildir.Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu toplumun, önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama, karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir savaşım içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, “düzen” sınırları içinde tutması gereken bir erklik gereksinimi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve ona gitgide yabancılaşan bu erklik, devlettir.” (abç) demektedir.

Lenin’in Engels’in bu tespitleri ile ilgili yorumu şudur: “Burada, Marksizmin, devletin tarihsel rolü ve anlamı üzerindeki temel düşünü tüm açıklığıyla dile getirilmiş bulunuyor. Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar. Ve tersine; devletin varlığı da, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduklarını tanıtlar.” (Devlet ve Devrim, abç) Zaten Marx da, devleti, “bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organı” olarak tanımlar. Devleti, sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı yasallaştırıp pekiştiren bir “düzen”in kurulması” olarak tarif eder. Marx’a göre, “eğer sınıflararası uzlaşma olanaklı olsaydı devlet ne ortaya çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi.

Bu uzlaşmaz çelişkinin varlığının egemen sınıf lehine devam ettirilmesi, egemen sınıfın iktidarının korunması gerekir. İşte burada devletin aygıtları devreye girer. Bu egemenliğin sürdürülmesinin temel koşulu, halktan soyutlanmış bir silahlı gücün kurulması, silah kullanma tekelinin sağlanmış olmasıdır. Egemen sınıf, bu gücü, tarihin ve toplumsal gelişmenin farklı dönemlerinde farklı bir biçimde örgütlemiştir. Ama burjuvazinin işçi sınıfı ve halk üzerindeki egemenliğinin aygıtı olan modern devlet, sürekli ordu diye bir kurum yaratmış ve egemenliğinin sürmesini bu aygıtla güvence altına almaya çalışmıştır. Bu anlamda, devlete, örgütlenmiş zor aygıtıdır da denilebilir. Antik ve feodal devletler ise, kendi toplumsal gelişmelerine uyan silahlı birliklere sahiptiler ve bunlar, köleci ve feodal yönetici sınıfların imtiyazlarını koruyorlardı.

Yine Engels, bu kurumun, yani “silahlı adam müfrezeleri”nin ilk ortaya çıkışını şöyle özetler, “… İkinci olarak, bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur; çünkü, sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir… Bu kamu gücü her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerinden de, gentilice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da bileşir…

Lenin, bu kurumun örgütlenmesini, Engels’e ve tarihsel gerçeklere dayanarak şöyle açıklar: “Uygar toplum, düşman sınıflar biçiminde ve üstelik ‘özerkli silahlanmaları’ aralarında silahlı bir savaşıma yol açabilecek, amansızca düşman sınıflar biçiminde bölünmüştür. Devlet kurulur; özel bir güç, özel silahlı adam müfrezeleri meydana gelir; ve her devrim, devlet aygıtını yıkarken, arı durumda bir sınıflar savaşımı örneği verir, egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı adam müfrezelerini yeniden kurmak, ezilen sınıfınsa, sömürücülere değil, sömürülenlere hizmet etmeye yetenekli bu tür yeni bir örgüt kurmak için nasıl çabaladıklarını bize en açık bir biçimde gösterir.

Ancak bu sürekli ordu devletin belkemiği olmakla birlikte, devletin tek kurumu değildir. Sermaye egemenliğini güvence altına alan, görünüşte ve yasal olarak tüm çelişkilerinden arınmış hukuksal ve anayasal bir sistem -düzen partileri ve kamusal kurumlar vb.- ve bunun organları olan polis gücü, iyi örgütlenmiş bürokrasi, mahkemeler ve cezaevleri vb. bu egemenliğin devamını güvenceye almak için oluşturulmuş kurumlardır. Yani ezilen ve sömürülen tüm kesimler üzerinde, burjuvazinin egemen sınıf olarak sınıfsal diktatörlüğünün ve egemenliğinin bir aracı olarak devlet ve ordu örgütlenmiş, bu örgütlenme toplumun tüm gelişimine müdahale edebilir bir pozisyona getirilmiştir. Modern devletlerin kendilerini sarıp sarmalayan ne tür bir çok gelişkin kuruma sahip olduklarını, propaganda aygıtlarının sınıf egemenliğini sürekli pekiştiren bir faaliyetle, nasıl büyük sermayenin hizmetine koşulduğunu günlük yaşam sürekli olarak kanıtlamaktadır.

Açıktır ki, burada, bir “vesayet” değil, egemenlik ilişkisi bulunmaktadır ve bu egemenlik, sermayenin işçi ve emekçi halk üzerindeki egemenliğidir. Bu egemenlik tehlikeye düştüğünde, sıkıyönetim, olağanüstü hal yasaları, bunlarında yetersiz kaldığı koşullarda, açıktan askeri yönetimler burjuvazinin başvurduğu yöntemlerdir. Bu durumda, olağan zamanlarda perde gerisinde, kışlasında duran ordu sahnenin önüne geçer ve burjuvazi adına “düzeni” yeniden kurar ve onun devam etmesini sağlar.

Tabii ki, bütün bunların uygulanması, düz ve açık bir çizgi izlemez. Bunların gündeme gelmiş olması, toplumdaki sınıflar arasında keskin mücadelelerin ortaya çıkmış olması anlamına gelir. Burjuvazi “devletin ve düzenin tehlikede olduğu” yaygarasını koparır ve tüm ideolojik, politik aygıtlarını, propaganda araçlarını devreye sokar, halkın en azından bir bölümünü kendi davasının peşine takmaya çalışır.

Ancak devletin sadece siyasetle ilgilendiği sanılmamalıdır. Devlet sadece sermayenin egemenliğinin devam etmesini garanti etmez; aynı zamanda sermayenin kolektif aygıtı olarak, sermaye kliklerinin anarşik çatışmasını önler, ihtiyaç olduğunda onu kurallara bağlar, toplumsal düzeni tehdit eden ekonomik gelişmelerin olması durumunda, kendi alt yapısını, yani toplumsal temelini -kapitalizmi- güçlendirecek önlemleri de duraksamadan alır. Yaşanan son krizde devletlerin uyguladıkları politikalar bu açıdan son derece dikkat çekici olmuştur. Sermaye düzenini kurtarmak için ekonomiye işçi ve emekçi halkın sırtından trilyonlarca dolar akıtılmış, ekonomik çarkların dönmesi için devlet gücü ve olanakları sonuna kadar devreye sokulmuştur.

Bu durumda, ekonomi ve tüm toplum üzerinde bir “devlet vesayeti”nden söz eden teoriler -bu durum devlet karşıtlığını geliştireceği için tehlikeli bulunmuştur!- geliştirilebilirdi! Ama sermaye ideologları bu yola gitmemiş, devletlerin genel anlamda sermayenin çıkarlarını savunmaktan öte, bugün “en büyük sermaye grubu” haline gelmeleri, “devletçilik ve Keynes” tartışmaları gündeme getirilmiştir. Bu genel girişten sonra, Türkiye’de devlet ve ordu tartışmalarına girebiliriz.

TÜRKİYE’DE DEVLET VE ORDU

Burada öncelikle sorulması ve yanıtlanması gereken soru şudur: Türkiye’de devletin ve ordunun gelişimi yukarıda özetlenen bu genel tablodan farklı mıdır ve ayrılıklar gösterir mi, gösterirse, bu ayrılıklar öze ilişkin ayrılıklar mıdır? Kuşkusuz bu soru boşuna bu şekilde sorulmamıştır. Çünkü tartışılan, Türkiye devleti ve ordusudur. Vesayet tezleri de “dayanaklarını” bu devletin ve ordunun şekillenmesinden almaktadır. Bu nedenle, devletin şekillenmesine ve bu şekillenmenin bazı karakteristik özelliklerine dikkat çekmek gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve bu çöküşten geriye kalan kalıntılar üzerinde kurulmuş ve yükselmiştir. Bağımsızlık savaşı kazanılmış, önemli reformlar yapılmıştır. Modern bir devlet ve ordunun kurulması bu temel üzerinde gerçekleşmiştir. Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken nokta, Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesinde ordunun yeri ve konumudur. Kurtuluş Savaşını örgütleyen, yerel direnişleri merkezileştiren ve orduyu organize edenler, Osmanlı ordusunun Kurtuluş Savaşı’na katılmış olan paşaları ve subaylarıdır. Eski ordunun kalıntıları ve devlet bürokrasisi, bir süre sonra Ankara’da kurulan Meclis’in emrine girmiş, Mustafa Kemal de Meclis’in başkanlığına getirilmiştir.

Meclis’in kurulması, Kurtuluş Savaşı gibi bir savaşı başarıyla yürütebilmek üzere, ulusun tüm olanaklarını ve gücünü seferber edebilmek, bu mücadeleye meşruluk ve yasallık kazandırabilmek ve merkezileştirebilmek için zorunlu ve gerekliydi. Anadolu’da kalan ordu birlikleri -Kazım Karabekir’in komuta ettiği Doğu ordusu neredeyse bütünüyle durmaktaydı- merkezi bir komuta altında toplanmış, direnişçi yerel milisler gönüllü veya zorla tasfiye edilmişti. Esasen Kurtuluş Savaşı gibi bir mücadele için gerekli olan da zaten böyle bir örgütlenme idi. Ama bu örgütlenme ve mücadele içerisinde ordunun tuttuğu yer, yeni devletin şekillenmesinde ve onun alacağı biçim üzerinde büyük bir etkide bulunmuştur. “Devlet kuran ordu” teorileri bu kaynaktan beslenmiştir.

Kurtuluş Savaşı ordu ve üst sınıflar tarafından örgütlenmiş, halk da bu mücadeleye tüm gücü ile katılmıştı. Burjuvazi, taşra ve ticaret burjuvazisi, yerel esnaf özellikleri gösteriyor, büyük toprak sahipleri de bu mücadeleyi destekliyorlardı. Bu durum, kurulacak devletin sınıfsal özelliğini de belirliyordu. Cumhuriyet, ne kadar zayıf olursa olsun, burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin, yani üst sınıfların cumhuriyeti ve devleti olacaktı.

Burjuvazi, tıpkı işçi sınıfı gibi, uluslararası bir sınıftır ve bu sınıfın temel özellikleri ülkeden ülkeye değişmemektedir. Hatırlanacağı gibi, büyük Fransız Devrimi, tüm burjuva sınıfların eline kullanabilecekleri ideolojik ve politik aygıtları vermiş, burjuvazinin sınıf egemenliğini en saf biçimde örgütlemişti. Elbette ortaya çıkan deneyimden işçi sınıfı ve onun partileri de başka türlü yararlanacaklardır.

Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve yeni Cumhuriyeti kuran ordu kadrolarının ve üst bürokrasinin önemli bir kesimi, Balkanlarda -yani imparatorlukta kapitalizmin ve burjuva yaşamın en gelişkin olduğu, milliyetçi hareketlerin en erken başladığı topraklarda- görev yapmış, burjuva ideolojisi ile yakından tanışmışlar, onu bilinçle benimsemişlerdi. Bu çerçevede şu tespiti yapmak pek yanlış olmaz: Ordunun üst düzey kadroları, örneğin Anadolu’daki burjuva kesimlerinden çok daha önce ve bilinçle burjuva ideolojisine, dünya görüşüne sıkı sıkıya bağlanmışlardı. İkinci Meşrutiyet dönemi, İttihat ve Terakki’nin ordu içerisindeki örgütlenmesi ve bu kesimleri politikaya çekmesi, mutlak monarşiye karşı meşruti monarşiye ilişkin Cumhuriyetçi fikirlerinin öncelikle kapitalizm ve burjuva yaşamın en gelişkin olduğu Balkanlarda yaygınlaşması, ordunun bu “tezgahtan” geçmiş kesimleri açısından bir “fikri hazırlık” dönemi olarak da görülebilir.

Yani ordusuyla, üst bürokrasisiyle bir bütün olarak Türkiye burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerinin izleyecekleri yol açık ve belirgindi. Kurulan bu yeni devlet bir burjuva (ve büyük toprak sahipleri) devleti olacak, onun egemenliğini kurumsallaştıracak, ancak bazı eski kalıntılardan da -saltanat, hilafet vb.- kendisini kurtaracaktı. Ancak bu yeni devlet, Osmanlı Devleti’nin son derece gerici iki temel özelliğini hiç değiştirmemiş, bunları aynen korumuş ve devam ettirmiştir. Bu özelliklerinden birisi, devletin halkla -halka tepeden bakma ve onu korkulacak ve güvenilmeyecek bir kitle olarak görme- ilişkisidir. Diğeri de, köylünün toprakla -aşarı kaldırma, ama toprak reformu yapmama, toprakta eski ilişkileri devam ettirme- olan ilişkisi idi. Yani kapitalizmle, kapitalizm öncesi kalıntılar bir arada ve iç içe olacak, devlet bu temel üzerinde şekillenecek, burjuva yarı-feodal sınıfların temsilcisi olacaktı. Bu devlette siyasi demokrasinin yeri olmayacak, halkın demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi sürekli olarak bastırılacaktı.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında burjuvazinin son derece zayıf olması, ordunun “özerk” olduğu teorilerini besleyen bir etken olmuştur. Ancak ordu kadroları bu konuda daha önceki deneyimlerinin de etkisiyle son derece realisttir! Kurtuluş Savaşı’na katılan özellikle yüksek rütbeli subaylar, üst bürokrasi hemen zenginleşmenin yollarını aramışlar ve bulmuşlardır. Yeni devlet, asıl dayandığı ve dayanacağı temel olan, ancak cılız ve zayıf olan burjuvazisini güçlendirmek ve onu palazlandırmak için her adımı atmıştır. Ermeni tehciri, mübadele vb. gibi olaylar da, zaten kendi bütünlüğü ve devamı içerisinde mülkiyetin el değiştirmesi ve bir Türk burjuvazisi “yaratma” (doğrusu, güçlendirme) sürecini hızlandırmış bulunuyordu.

İş bitiricilik ve köşe dönücülük, üst sınıflar açısından sadece son yılların özellikleri değildir. Kurtuluş Savaşı’nın ardından tam hızla iş dünyasına atılan kadrolar, o dönemde “aferistler” denilen -özellikle İş Bankası etrafında toplanmış grup ki, burada CHP’nin de hissesi bulunmaktadır- grup, iş bitiriciliğin, havadan para kazanmanın, imtiyazların, nüfuz ticaretinin simgesi olarak damgalanmıştır. Ayrıca hatırlatmak gerekir ki, ilk Meclis’e kiremit sağlamak için bakkallıktan tüccarlığa doğru ilerleyen Vehbi Koç ve onun kurup büyüttüğü bugünkü Koç Holding de, bu Cumhuriyet’in ilk zenginlerinden ve onun kaymağını yiyen sermaye kesimlerindendir.

Bilindiği gibi, daha sonraları da ordunun büyük sermaye ile farklı türden ilişkileri olmuştur. Ordu daha önceki deneyimlerini daha sonra OYAK vb. biçiminde geliştirerek sürdürmüş, büyük sermaye ile sadece “emir komuta” ilişkisi içinde olmakla yetinmemiş, büyük sermayenin işletilmesine de eğilim göstermiştir.

Kuruluş yıllarına geri dönecek olursak, kurulan devlet bir burjuva ve toprak ağaları devletidir ve ordu da bunların sınıfsal hâkimiyetlerinin aracı olarak temel bir işlev görmektedir. Yani ordu ile devlet ilişkisi, temelde aynıdır, ancak devletin yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan şekillenmesi nedeniyle bazı özgünlükler de taşımaktadır. Genelkurmay Başkanları hükümetlerin içindedir ve ordunun eski komutanları devletin başındadır vb. Daha sonraki bir tarihte, Mustafa kemal Celal Bayar’ı Başbakanlığa atarken, ona şöyle demektedir: “Genelkurmay Başkanını ve kuvvet komutanlarını, valileri ve içişleri bakanını ben atarım.” Geriye kalan ekonomidir! Zaten daha sonra yapılan darbelerde de ekonomi “sivillere” devredilmiş bir alandır. Çünkü zaten ordunun devletin sınıfsal şekillenmesinden ve hangi sınıfın egemenliğinin, çıkarlarının korunacağından hiçbir kuşkusu bulunmamaktadır. Ama Kemal’in sözlerinde dile getirilen tutum, devletin temel kurumuna, özellikle orduya ilişkin bakışını özetlemektedir.

Ancak Cumhuriyet döneminden İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte asıl öne çıkan kurumun ordu -zaten onun eski komutanları devletin başındadır- değil, CHP olduğunun altının çizilmesi gerekiyor. CHP, tek parti olarak, tüm toplumu etkileyecek bir yönetim göstermekte, kararlar almakta ve uygulamaktadır. Hatırlatmak gerekir ki, bir dönem, valiler, aynı zamanda CHP il başkanlığını da üstlenmişlerdi. Bu devlet şekillenmesinin kalıcı etkileri olmuştur ve kendilerine, önce “Kemalistler”, sonra da “Atatürkçüler” adını veren yüksek devlet bürokrasisi son derece etkin bir konuma yerleşmiştir. Bu bürokrasi, ordunun üst yönetimi ile birlikte “ilerlemeyi, çağdaşlığı ve laikliği” temsil ettiğine inanmakta, gerekirse bu amaç için tüm devleti ve toplumu yönlendirmeyi kendine hak olarak görmektedir. Her dönemde bu “görev”in gerekçesi ve içeriği değişebilmekte, ama müdahaleyi yapan güç ve onun taşıdığı mantık -devletin bekası- değişmemektedir.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA DEVLET VE ORDU

İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan süreç, ülkenin kendi içinde despotik ve gerici bir yönetime sahip olmasına karşın, ulusal çıkarları savunma ve korumada emperyalizme henüz tam olarak teslim olmadığı bir dönemdir. Ordu ve devlet ulusal niteliklerini korur. 1945’ten sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, ABD Batı kapitalizminin lideri olarak öne çıkmış, bir süre sonra NATO kurulmuş, Türkiye de NATO’ya dâhil edilmiştir. Bu dönem, aynı zamanda Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerinin sıklaştığı, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin bütünüyle egemen olduğu bir süreçtir. Devlet ve ordu biçimsel olarak pek değişmeden kalmış, ancak bu kurumların içeriği bütünüyle emperyalizme bağımlılık ilişkileri tarafından doldurulmuş, ulusal yönler, kazanımlar tasfiye edilmiştir.

Bu açıdan bakıldığında, 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni gerçekleştiren subayların önemli bir bölümünün ABD’de eğitim görmüş olması tesadüflerle açıklanamaz. Daha sonra devlet başkanı olacak Cemal Gürsel’in şu sözleri bu bağımlığın itirafı gibidir: “Donumuza kadar adamlar veriyor.” Evet gerçek durumda budur, adamlar -esasta ABD emperyalizmi ve diğer büyük Batılı emperyalistler- donlarına kadar vermekte, ama karşılığında ülkenin zenginliklerini almakta, onu soymakta, ordusunu kullanmaktadırlar. Burada, artık emperyalizme bağımlılık, bu bağımlılıkta da ordunun kilit bir rol ve işlev üstlenmesi söz konudur. Bir “vesayet”ten söz edilecekse, bu vesayet, emperyalizmin ve onunla birleşmiş işbirlikçi büyük burjuvazinin ve onun hizmetindeki ordunun “vesayeti”, bu gerici sınıf ve kurumların ayakta tuttuğu gerici, demokrasiye olanak tanımayan devlet “vesayeti”dir.

Ama bütün bunlara karşın, yine de “vesayet” sözcüğünün kullanılması son derece yanlıştır ve ülkenin içinde bulunduğu gerçek durumu örtülemeye yaramaktadır. Vesayet sözcüğünün sıkça ileri sürülmesi ve bunun bir sistemi, yönetim biçimini tanımlamak için kullanılması, ülkenin emperyalizmle ilişkisini örtmeye yaramakta, işbirlikçi büyük sermayenin işlevini ve sınıfsal egemenliğini gizlemekte, demokrasi mücadelesinin önüne işbirlikçi büyük sermayenin ördüğü barikatı yok saymakta, bunun için orduyu kullandığını görmezden gelmektedir. Bu temel ilişki göz ardı edilerek, bir vesayet sorunu tartışılamaz. Gerçek durum, vurgulanmaya çalışıldığı gibi, oldukça farklıdır. Burjuva liberalleri ve aydınları bu gerçeğe sırtlarını dönmekte, işbirlikçi egemen sınıfları, onların politikalarını, ülkede bugüne kadar neden bir demokrasi kurulamadığını, ülkede gerçek iktidarın kimde olduğunu gizlemektedirler.

12 Eylül 1980’de askeri faşist darbe yapıldığında, dönemin ABD Başkanı’na, haber, “bizim çocuklar yaptı” diye verilmişti. Ordunun üst düzey komuta heyetinin konumu gerçekten de budur! Dönemin TİSK Başkanı Halit Narin, kendilerini zorlayan işçi hareketini püskürtmenin güvencesi ile, “artık gülme sırası bizde” demişti. Bütün bunlar arasında temel bir ilişki ve ülkenin politik olarak içinde bulunduğu durumun bir yansıması bulunmaktadır. Ordu, işbirlikçi büyük sermayenin devletini, onun egemenliğini ve çıkarlarını, bu ülkenin işçilerine ve halkına karşı kararlılıkla savunmakta ve bu düzeni “koruma ve kollama” işini gerekirse darbe yoluna başvurarak yapmaktadır.

Bugünden bakıldığında daha açık ve net görülmektedir ki; 24 Ocak Kararları olarak bilinen ve emperyalist büyük devletler lehine bir dizi düzenlemeyi içeren, ekonomiyi emperyalizme bağımlılıkta yeniden “yapılandıran” kararlar, işçi ve halk hareketi ezilmeden, açık bir askeri diktatörlük kurulmadan uygulanamazlardı. 12 Eylül askeri faşist darbesi işte bu koşullarda yapılmış; ordu, işbirlikçi büyük sermayenin aleti olarak devreye sokulmuştur.

Bu ilişki, son dönemde, “askeri yargı-sivil yargı” tartışmaları sırasında da açıkça görülmüştür. TÜSİAD, askerlerin yargılanma usullerinde mevcut durumun değişmesine karşı çıkarken, ordu ile kendi arasındaki temel bir ilişkiye ve bu ilişkinin şekillendiği tarihsel sürecin gerekliliklerine göre davranıyordu. Keza TÜSİAD’ın Kürt sorununda bugün genel olarak sessizliği benimsemesi ve geçmişe göre daha temkinli hareket etmesinin nedenlerini statüko ilişkilerinde aramak doğru olacaktır. Şu kadarı söylenebilir ki; bugün işbirlikçi Türkiye burjuvazisinin safları genişlemiştir ve bu burjuvazinin saflarına katılan yeni sermaye kesimleri devlet katında kendilerine de yer açılmasını talep etmekte, ayrıcalıklardan ve imtiyazlardan, sadece belirli hükümetler döneminde değil, devletin asli sahipleri arasına katılarak, her hükümet döneminde, tıpkı TÜSİAD gibi yararlanmak istemektedirler.

Bu bölümü bitirirken, burjuva düzen partilerinin de “orduculuk” konusunda ordu komutanlarını aratmayan gerici tutumlara sahip olduklarını hatırlatmak gerekir. Onlar, ordunun müdahalelerini sineye çekmişler, şapkalarını alıp gitmişler, ülke kendileri için yeniden dikensiz gül bahçesine döndüğünde kaldıkları yerden devam etmişlerdir. Burjuva-düzen partileri, orduya ilişkin her tartışmada ordunun “yıpratılmaması” yönünde tutum alarak, kendi demokrasi karşıtı cephelerini özenle koruyup, kollamışlardır.

SOL VE ORDU

Burjuva liberallerinin ordunun “vesayet sistemi”ne yönelttikleri eleştirilerin temel noktası, orduyu, sınıf ve sermayenin egemenlik ilişkilerinden, emperyalizme bağımlılık sorunlarından soyutlamalarıdır. Orduya böyle yaklaşan benzer yaklaşımlar, bunların tam tersi gibi görülen başka bir kanattan da gelmektedir. Bunlar, Kemalistler ve esasen de “sol Kemalistler” olarak adlandırılan kesimlerdir. Bu kesimler, orduyu “ilerlemenin ve çağdaşlaşmanın, laikliğin” koruyucusu olarak görmekte, ordunun sınıf egemenliğinin aygıtı olmadığını ileri sürerek, onun diğer ülkelerin ordularından farklı olduğunu iddia etmektedirler. Özellikle “laikliğin ve çağdaşlaşmanın” tehlikede olduğunu tespit ettikleri dönemlerde, her zaman ordunun tamamına değilse de, “zinde güçler”e, “genç subaylar”a, peşlerine takmak üzere gençliğe çağrılar yapmaktadırlar.

Bu akımın -sol Kemalizm- en güçlü dönemini 1960 sonrasında yaşadığını, giderek zayıfladığını, ancak bazı temel argümanlarının bugün “ulusalcılık” görünümü altında savulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Orduya ilişkin, altmışlı yıllarda, “sol Kemalistler”in yaptığı değerlendirmeleri, örneğin önce “Yön”, daha sonra “Devrim” dergilerini çıkaran Doğan Avcıoğlu’nun orduya ilişkin tespitleri hatırlayalım. Avcıoğlu, önce Marksizmin orduya ilişkin tezlerini eleştirir ve şöyle yazar: “Orduyu hakim sınıfların elinde itaatkar bir alet olarak düşünmek büyük bir hatadır… memleketimizin Batılılaşma hamlelerinde, ordu daima ilericilerin safında yer almıştır. Bugün de ilerici kuvvetlerin anayasadan da kuvvetli teminatı ordudur.” (“Sosyalist Gerçeklik”, Yön, sayı 39, 12 Eylül 1962 Aktaran Elçin Macar)

Avcıoğlu’nun ordu hakkında bu tespitleri yapması, onun orduya ilişkin şu tahliline dayanır: “Ordu, bazen solcu bir politik güç olabilir… Günümüzün bazı azgelişmiş ülkelerinde durum böyledir. Buralarda askeri okullar, fakir sınıflara ya da küçük-burjuvaziye mensup kabiliyetli çocuklara toplumsal yükselme yolu açmaktadır. Subaylar büyük feodallerin ellerindeki siyasi, iktidar karşısında, bu toplumsal grupları temsil etmeye yönelebilirler. (Aktaran Macar) Avcıoğlu, 1967-1968’den itibaren, Cemal Madanoğlu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, eski MBK üyesi Osman Köksal gibi kişilerle “darbeleri devrime dönüştürmek üzere” faaliyetlerde bulundu.

Kuşkusuz emperyalizme bağımlı, toplumsal gelişmelerin geri olduğu ülkelerde, geçmişte, ordulara dayanarak, devrim değilse de, bağımsızlık, hatta sosyalizm peşinde koşan akımlar olmuştur. Mısır ve Nasırcılık, bazı Arap ülkelerindeki Baasçılık, Latin Amerika ülkelerinin bazılarında ordu içindeki bazı gruplarla işbirliği arayışları ve birlikte “devrim” yapma hayali vb. gibi. Ancak bunlar süreç içinde tasfiye olmuşlar, bu ordular “ayıklanmış”tır. Bağımsızlıkçı halk hareketlerinin yükselmesi durumunda, özellikle bağımlı ülkelerdeki orduların parçalanacağı, bir bölüm gücün halkın safına geçeceği, kuşkusuz göz ardı edilemez. Bu açıdan, Venezüella ve Chavez örneği ilginçtir. Chavez, eski subaydır ve “bağımsızlıkçı cuntacılık” diyebileceğimiz bir gelenekten gelmektedir. Ancak ordu kendisine karşı darbe girişiminde bulunmuş, ama bu darbe, halk desteği ile püskürtülmüştür. Ayrıca her büyük toplumsal hareket, başta ordu olmak üzere, eski devlet kurumları içinde parçalanmaya yol açar ve karşı devrim cephesini zayıflatır.

Ancak “sol Kemalistler”in geçmişe ait geçici bir durumdan kalıcı sonuçlar ve teoriler üretmeleri, genellikle hüsranla sonuçlanan maceralara kapıyı açmıştır. Avcıoğlu da, Harp Okulları vb. askeri kurumlara alınan gençlerin sınıfsal konumlarından yola çıkarak, ordunun kurumsal işlevini ve rolünü göz ardı ediyor ve bu da, halen “darbe” hayalleri peşinde koşanlarda hayal kırıklıkları yaratmaya devam ediyor. 12 Eylül cuntasının lideri Kenan Evren de, darbe sonrasında meydan meydan dolaşarak, harp okullarına halk çocuklarının alındığına halkı inandırarak, onları ordunun gerçek işlevi konusunda yanılgıya sürüklemeye çalışıyordu. Ama burada fazla söze gerek yoktur ve 12 Eylül darbesinin uygulamaları ve yol açtığı sonuçlar ülke için oldukça ağır olmuştur.

Bütün bu teorilerin genel olarak “sol” üzerinde güçlü etkilerde bulunduğu inkar edilemez. Özellikle laiklik meseleleri gündeme geldiğinde, solun bir kesimi, çeşitli bağlarla Genelkurmaya bağlanan “muhalefet” hareketlerin peşine takılmaktan kendilerini alıkoyamamaktadırlar. Denilebilir ki, laiklik meselesi, orduya ilişkin yanılsamaların ortaya çıkmasında kilit bir rol oynamaktadır ve bu durum, halkın demokratik hareketini, bağımsızlık mücadelesini darbeleyen sonuçlara yol açmakta, onun hareketini güçten – Susurluk olayında da benzer bir gelişmenin yaşandığı hatırlanmalıdır- düşürmektedir.

Burada “sol Kemalistlerle” ya da bu ideolojinin verilerini kullanarak, kendi laiklik anlayışını toplumda egemen kılmak isteyen askeri güçlerle, özellikle solun Kemalizm’e yakın kesimleri arasında yakın ilişkiler kurulabilmektedir. Kemalizm’in ya da Atatürkçülüğün argümanları kullanılarak, solun Kemalizm’e yakın kesimleri -CHP’nin de yardımı ile- etkilenmekte, onlar, bir biçimde, “ulusalcılık” vb. demagojilerle, devletin ve ordunun gerici kliklerinin yedeği yapılabilmektedir. Laiklik sorunları, Ergenekon Davası, Kürt sorunu gibi sorunlar, bu çevreler için “laiklik ve ulusalcılık” çerçevesinde yorumlanmakta, bazı sol çevreleri kendi gerici amaçlarının peşine takabilmektedirler.

Bunlar dikkate alınarak düşünüldüğünde; Kemalizm’in “sol kanadı” ile, solun Kemalizm’e açık kesimlerinin arasında sanıldığından daha fazla bir “geçirgenlik”, karşılıklı ilişki bulunmaktadır. Laiklik, ulusalcılık vb. sorunlar gündeme geldiğinde, solun bu kesimleri, Kemalizm’in soluna meyletmekte, genellikle onlar aracılığı ile de statükocu güçlere, onların hareketlerine bağlanmaktadırlar. Bazı sosyal bilimciler, Kadrocular için, onların sosyalist geçmişlerinden de yola çıkarak, Kemalizm için sosyalizmi kullanan bir hareket, Yöncüler için de, “sosyalizm için Kemalizmi kullanan hareket” nitelemesinde bulunmuşlardı. Ancak bu her iki hareketin de, sosyalizmle, işçi sınıfı mücadelesi ile bir ilişkisinin olmadığı açıktır. Genel olarak ifade edecek olursak, bunların ufukları güdük bir bağımsızlık, devlet kapitalizminin egemenliği ile sınırlıdır.

Orduya ve devlete ilişkin bir diğer yanlış değerlendirme ise, “Bonapartizm” yakıştırmasında kendisini göstermektedir. Bonapartizm, sınıfların birbirleri üzerinde henüz tam hakimiyet kuramadıkları, denge tutmaya çok yaklaştıkları geçici bir durumu ifade eder ve ortaya çıkan “göreli özerkliği” ifade eder. Türk devletinin ve ordusunun bu konumda olmadığı yazının içinde yeterince açıklanmıştır. Tarihte 17 ve 18. yüzyılların mutlak hükümdarlık dönemleri, Fransa’da Birinci ve İkinci İmparatorluk dönemi Bonapartizmi ve Bismark dönemi Almanya’sı böylesi dönemlerdir ve feodal sınıflarla burjuvazi arasında devlete ilişkin durumu ifade eder. Ancak bu durum, hem tarihin geçmiş bir döneminde söz konusu olmuş, hem de Türkiye’de burjuvazi ile feodal üst sınıflar arasında devletin sahipliğine dair böylesi bir mücadele olmamıştır. Olan; uzlaşma ve birlikte yönetim, onların çıkarlarına hizmet eden bir ordunun kurulmasıdır.

Vurgulamak gerekir ki, Bonapartizme yol açabilen “denge” koşullarının ötesinde de, bazı tarihsel ve toplumsal koşullar, örgütlenmiş silahlı güce, bu güce komuta edenler (hizmetinde bulunduğu sınıflar) karşısında kısmen “özerk davranma” imkanı tanıyabilir. “Darbe Günlükleri”nde, Özden Örnek, “elimizde silah var, bizden korkarlar” anlamında sözler söylerken, bir bakıma bu gerçeği ifade etmektedir. Ama bazı dönemlerde rastlanabilen “geçici, göreli ve kısmi özerklik”in işbirlikçi büyük burjuvazinin sınıf çıkarlarını tehdit etmeyeceğinin, edemeyeceğinin altı özenle çizilmelidir.

Yazıyı bitirirken vurgulamak gerekir ki, Türkiye’de devlete ve orduya ilişkin yapılan “vesayet” vb. tahlil ve tespitler, sınıf ilişkilerine, onların maddi gelişimine ve bu ilişki üzerinde yükselmiş olan devlet ve ordu yapısına gerçekçi olmayan, gerçekçi olmadığı kadar da yanlış politik tespitlere kapıyı aralayan bir yaklaşımı ifade etmektedir. Bu tespitler, demokrasi mücadelesinin özünü çarpıtırken, gerici yapıyı koruyan, demokrasi mücadelesine engel olan güçlerin nitelikleri konusunda yanlış düşüncelerin yaygınlaşmasına neden olmakta, bu nitelikleri ile de, sadece işbirlikçi büyük sermayenin konumunu gizlememekte, ondan bağımsız bir ordu portresi çizerek, ordunun gerçek konumunu da gizlemektedir.

 

Birlikte yaşamanın yolu ve düzenin “sol”cu bekçileri!

Kürt sorununun çözümü konusunda yürütülen tartışmalar, hem egemenler, hem de çeşitli toplum kesimleri arasında yeni saflaşmalar yaratarak ilerliyor. AKP Hükümeti’nin “açılım” adı altında sürdürdüğü çalışmalar, MHP ve CHP ve bu partilerin “sol” versiyonları olan İP gibi partiler ile TKP gibi politik ahmaklıkla malul çevreler tarafından “dış güçlerin bir oyunu”; dolayısıyla “vatana ihanet” ve “bölücülük” olarak değerlendiriliyor. Öte yandan son MGK toplantısında “açılım adı altında yürütülen çalışmaların devam etmesi” yönünde bir karar alınmasının ardından ağır eleştirilere maruz kalan Genelkurmay’ın, ‘Zafer Haftası’ mesajında yeniden ‘kırmızı çizgiler’e dönüş yapması, tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştır. Genelkurmay’ın açıklamasının ardından AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ’ın ‘kırmızı çizgiler’ konusunda “Genelkurmay’la aynı hassasiyetleri paylaştıkları”nı söylemesi, aslında AKP’nin de “tek devlet, tek millet, tek dil” anlayışında ısrarlı olduğunu ve Kürt sorununu “çözme” iddiasıyla gündeme getirdiği “Kürt açılımı”nın Genelkurmay’ın “kırmızı çizgileri”ni aşmayan bir politikaya denk düştüğünü (Bozdağ’ın Öcalan’ın idamı konusunda MHP ile yaptığı polemikte, idama karşı çıkmak yerine “sen niye asmadın” gibi faşizan söylemler kullanması da bu yaklaşımı yansıtıyordu) göstermektedir.

Bugün sorunun çözümüne dair ülke tarihinde ilk kez bu kadar yaygın ve farklı  çevrelerin katılımıyla tartışmaların yapılıyor olması, elbette rastlantısal bir durum değildir ve 2002’den beri hükümet olan AKP de sorunu yeni keşfetmemiştir. Bu bakımdan, AKP “açılımı”nın, gerek Bölge’de ve gerekse ülke içindeki gelişmelere bağlı olarak ortaya çıktığı ve sürdürüldüğü bilinmez değildir. Süreç daha öncesine götürülebilir olmakla birlikte, ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra oluşan yeni dengelerde Güney Kürtlerinin ‘Bölgesel bir güç’ haline gelmesi, 2006 sonlarında ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ne (GOP) bağlı olarak Irak üzerinden İran ve Suriye’ye ilerletmeyi hesapladığı müdahale politikasının başarısız olması ve bu temelde Irak’tan çekilmenin gündeme gelmesi, ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinde “lider ülke” adı altında Türkiye egemenlerini Bölge ve Kafkaslarda daha aktif bir rol almaya yöneltmesi ve bu süreçte ‘enerji geçiş ülkesi’ olarak Türkiye’nin (ve güvenlik sorununun) artan önemi, bu politikanın bir sonucu olarak Güney Kürtleri ile Türkiye egemenleri arasında ABD ekseninde yeni bir ilişki/işbirliğinin geliştirilmesi, PKK’nin bu ‘eksen’ için istikrarsızlık yaratacak silahlı bir güç olmaktan çıkartılmak istenmesi, ama bunun askeri müdahale yoluyla gerçekleştirilme olanaklarının sınırlı olduğunun görülmesi ve nihayetinde sürecin öbür tarafında bütün baskı ve saldırılara karşın Kürt ulusal hareketinin güç (bunun bir sonucu olarak son seçimlerde yeni mevziler) kazanarak oluşan uygun ortamda çözüm konusunda inisiyatifi eline almaya başlaması… İşte bu ve burada sayamadığımız başkaca gelişmeler üzerinden ABD ve Bölge’deki dayanaklarının çıkarları ile Kürt ulusal mücadelesi arasında yaşanan karşıtlık ve çatışma anlaşılmadan “açılım” politikasını anlamak da mümkün değildir.

Hükümetin “açılım”  politikalarını yürütmekle görevlendirdiği İçişleri Bakanı Atalay, sorunun çözümü için Öcalan ve Kürt ulusal hareketinin temsilcilerinin muhatap alınması gerektiğini söyleyenlerden sorunun “terör/güvenlik sorunu” olduğunu söyleyenlere kadar farklı çevrelerle yaptığı görüşmelerden sonra hep aynı açıklamayı tekrarlamakta; “birçok konuda aynı fikirde oldukları”nı belirtmektedir. Genellikle bu söylemlerdeki ‘tutarsızlık’ eleştiri konusu yapılmakla birlikte, burada tutarsızlığın ötesinde bir yaklaşım bulunmaktadır. “Açılım” politikası, öncelikle yukarıda kısaca değindiğimiz gelişmeler ve bağlı olarak PKK’nin “çözüme uygun ortam yaratmak için” ‘çatışmasızlık kararı’nı aldığı, DTP’nin Demokratik Toplum Kongresi ile çözüm için taleplerini ilan ettiği ve Öcalan’ın ‘yol Haritası’nı açıklayacağını duyurduğu bir süreçte, Kürt hareketinin politik taktiklerinin de boşa çıkartılarak, Hükümet’in inisiyatifi ele almasına yönelik bir girişim olarak görülmelidir. Bununla birlikte, bu politika ile hükümet, hem “sorunu çözmek istediğini” göstermek, hem de süreci egemenlerin çıkarları yönünde işleterek onların çıkarlarına en uygun “çözüm”e zemin hazırlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla “açılım”, olmuş bitmiş bir politika değildir; nereye varacağı, hangi çözüme gelip dayanacağı egemenler ile Kürt halkı ve demokrasi güçleri arasındaki mücadele tarafından belirlenecek bir süreç olarak işlemektedir.

MUHATAPLIK SORUNU VE ÇÖZÜMÜN YOLU

Ülke egemenleri ile Kürt ulusal güçleri ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için çaba gösteren ‘demokrasi güçleri’ arasındaki mücadele, sorunun kimlerle ve nasıl çözüleceği sorularına yanıt vermek bakımından da belirleyici bir önem taşımaktadır. Öcalan’ın ‘yol haritası’nı 20 Ağustos’ta yetkililere teslim ettiğini açıklamasına rağmen, devletin sorunun çözümü bakımından önem taşıdığı birçok çevre tarafından dillendirilen bu belge karşısında üç maymunu oynaması, ötesinde önce ‘Zafer Haftası’nda Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un ve ardından ‘asker aileleri’ ile yaptığı görüşmede Başbakan Erdoğan’ın “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” mesajlarını vermeleri, Kürt hareketini baskılamak ve muhatap alınmaya yönelik girişimlerini boşa çıkarmak üzere atılmış adımlar olmasının yanı sıra, sorunu “terör sorunu”na indirgeme politikasındaki ısrarın da göstergesi sayılmalıdır.

Eğer Kürt sorunu gibi, öncesi bir yana, son yirmi beş yılda kırk bin kişinin yaşamını yitirdiği sorunun bir sonucu olarak ortaya çıkarak, halktan aldığı destekle sorunun tarafı haline gelen ve binlerce silahlı militanı olan bir Kürt hareketinin varlığını sürdürdüğü ve bu hareketin liderinin üç buçuk milyon Kürt tarafından “siyasi irade” olarak beyan edildiği bir sorundan bahsediyor ve muhatapları dikkate almadan “sorunu kendi kendimize çözeriz” diyorsanız, yaptığınız şey; çözüme değil, çözümsüzlüğe hizmet eder.

Oysa Bakan Atalay’ın bir ‘devlet projesi’ olarak nitelediği “açılım”  politikasında bu nesnel durum gözardı edilmekte; sürdürülen tartışmalara rağmen çözüm yönünde hiçbir somut adım atılmamakta; “Devlet teröristleri muhatap almaz”, “devlet pazarlık yapmaz” gibi söylemlerle tahrikçi bir tutum alınmaktadır. Oysa bu politikayı sürdürenler de bilmektedirler ki, başta İngiltere’nin IRA ile yaptığı görüşmeler olmak üzere, birçok dünya deneyimi, sorunun, ancak muhataplarıyla görüşülerek ancak çözüm yolunda adım atılabilmiştir.

Kürt halkı  ve ulusal politik temsilcileri, “eşit haklar temelinde Türk ve diğer milliyetlerden ülke halkıyla birlikte yaşamak istiyoruz” derken, “Kürtlerin taleplerinin ülkeyi bölünmeye götüreceği” söylemi üzerinden politika yapanlar asıl ‘bölücü’ler olarak politikalarında ısrarı sürdürüyorlar. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde varlıkları kabul edilen ve M. Kemal ve arkadaşları tarafından yaşadıkları bölgelere muhtariyet (özerklik) verileceği belirtilen Kürt ulusu, ulus-devlet oluşturma adına inkâr edilen varlığı ve haklarının kabulünü talep etmektedir. Cumhuriyet’in demokratik temeller üzerinden yeniden inşası anlamına gelen bu talepler, çözüm tartışmaları ilerledikçe daha somut ve net olarak ortaya konmaktadır.

Kürt halkının silahların susması ve sorunun çözümüne uygun ortam yaratılması  temelinde öncelikli talebi, dağdaki PKK’lilerin ve hapishanelerdeki siyasi tutsakların siyasal yaşama katılımını sağlayacak bir genel siyasi affın gerçekleştirilmesidir. Kürtlerin varlığını inkâr eden milliyetçi yasalardan arındırılmış demokratik bir anayasanın yapılması ve bu temelde anadilde eğitimin bir anayasal hak olarak kabul edilmesi; halkın yerellerde uygulanacak politikalarda söz sahibi olmasını sağlamak üzere yerel ve bölgesel özerklik yönünde düzenlemeler yapılması ve koruculuk, JİTEM gibi ‘özel savaş’ aygıtlarının tasfiye edilerek, başta köylerini zorla terk etmek zorunda kalan vatandaşlar olmak üzere, çatışmalı ortam nedeniyle zarar gören bütün vatandaşların zararlarının karşılanmasına yönelik ekonomik ve sosyal tedbirler alınması, Kürt halkının sorunun çözümü ve demokratik bir temelde birlikte yaşam için ortaya koyduğu başlıca taleplerdir. Bugün ABD emperyalizminin ülkedeki sorunları kendi çıkarları için kullanmasına karşı çıkan, Kürtlerle birlikte kardeşçe yaşamaktan yana olan Türk ve her milliyetten halk güçlerinin yapması gereken, Kürt halkının taleplerini desteklemek ve sorunun bu temelde çözümü mücadelesine katılmaktır.

DÜZENİN  “SOL”CU BEKÇİLERİ!

Dünyanın herhangi bir yerinde Kürt sorunu gibi burjuva demokrasisi sınırları içinde bile çözülebilecek bir sorun yaşanıyor ve o ülkede sosyal demokrat bir parti bulunuyorsa, bu partinin rolü, herhalde sorunun çözümünü kolaylaştırmak, çözüm sürecini hızlandırmak olurdu. Sosyal demokrat partilerin Türkiye temsilcisi olarak kabul edilen CHP, sorunun demokratik çözümü karşısında sosyal şoven bir politika izlemekte; “operasyonlara devam” diyen Genelkurmay’a alkış tutmaktadır. Kürtlerin demokratik taleplerinin karşılanmasının ülkeyi bölünmeye götüreceği söylemi üzerinden siyaset yapan CHP lideri Baykal, “etnik kimliğin bir şeref” ve “Türklerle Kürtlerin kardeş olduğu”nu söylemekten de geri durmamaktadır. Hem “etnik kimlik şereftir” deyip, hem de Kürtlerin kendi kimliklerini özgürce ifade edip geliştirebilecekleri onurlu bir yaşam talepleri karşısında “vatan elden gidiyor” diye yaygara koparmanın tam bir iki yüzlülük olduğu açıktır. Eğer Türkler ve Kürtler kardeşse, neden bir kardeşin sahip olduğu haklara diğer kardeş sahip olamıyor? “Kürtler eşit haklara sahip olursa ülke bölünür” demek, kardeşler arasında ayırım yapmak, kardeş kavgasına zemin hazırlamak, başka bir değişle kardeşlerin birlikte yaşam koşullarını ortadan kaldırmak değil midir? Baykal, “etnik kimlik milli kimliğin yerine geçirilmek isteniyor” yalanıyla sanki Kürtler, Türklerin ulusal varlığını tasfiyeye ve yerine kendi kimliklerini geçirmeye çalışan bir asimilasyoncu ve başkalarının kimliğini ele geçirmeye çalışan gaspçılarmış gibi bir görüntü yaratma çabasındadır. Bu kışkırtıcı ve çatıştırmacı politikanın savunucusu olarak Baykal ve CHP yönetimi, demokratik çözümün karşısına dikildikçe, akan/akacak kanın ve ülkeyi bölünme noktasına götürebilecek yeni bir çatışma sürecinin suç ortakları olarak kalacaklardır.

Irkçı-faşist politikaları varlık nedeni olarak gören MHP’yi bir tarafa bırakıp, Kürt sorununun çözümüne “ABD projesi” olduğu gerekçesiyle karşı duran CHP’den İP’e ve TKP’den Kemalist/”sosyalist” aydınlara kadar kendilerini “sol”, “devrimci/demokrat” olarak gören çevrelere soralım: ABD’nin sorunu Bölgesel çıkarları temelinde çözmek istemesi, binlerce Türk ve Kürt gencinin yaşamına mal olan/olmaya devam eden ve yüz milyarlarca doların savaş için kullanılmasına neden olan bir sorunun varlığını ve bu sorunun çözülmesi ihtiyacını ortadan kaldırır mı? Kaldırmadığına göre, ülkede yaşayan halklardan yana ve emperyalizmin soruna müdahale olanaklarını ortadan kaldıracak bir çözüm için mücadele etmek, edenlerin yanında olmak gerekmez mi? Kürtler, cumhuriyetin kuruluşundan sonra varlıkları ve ulusal hakları inkâr edildiği için seksen küsur yıllık cumhuriyet tarihi boyunca resmi belgelere göre irili ufaklı yirmi dokuz isyan/kalkışma gerçekleştirmiş ve bugün aynı taleplerle milyonlarca Kürt mücadele ediyorken, “ABD istiyor” diyerek çözümün karşısında durmak, tam da emperyalizmin sorunu daha fazla kullanmasına ve kendi çıkarlarına hizmet edecek bir çözümü dayatmasına hizmet etmez mi? Sorular çoğaltılabilir ama egemen güçler arasında bile sorunun birden fazla “çözüm” yöntemi tartışılıyorken, ülkede yaşayan halklardan ve emekçilerden yana bir çözümün mümkün olduğunu görmek için gözlerin şovenizmle köreltilmemiş olması yeterlidir.

TKP Genel Başkanı  Erkan Baş, Sol dergisinde yer alan “Barış, Kardeşlik ve Birlik için” başlıklı yazısında “Son günlerde yoğunlaşan tartışmaları, ABD’nin bölgedeki hegemonya stratejilerinden bağımsız düşünmek imkânsız” dedikten sonra “çok somut olarak, maaşlara yapılan %5’i bulmayan zam bize yeter diyorsanız, üniversitelerde paralı eğitim sürsün buna itirazım yok diyorsanız, ne güzel her tarafta özel hastaneler açıldı, bak kentsel dönüşümle kentler ne güzel oluyor diyorsanız, hiç durmayın AKP’nin çözümüne destek olun diyoruz” değerlendirmesini yapmaktadır. Ulusal sorun ile işçi ve emekçilerin sosyal iktisadi taleplerini birbirinin yerine ya da karşısına koyan bu kara cehalete göre, ulusal sorunun çözülmesi için o ülkede sömürünün olmaması (dolayısıyla sosyalist olması!) gerekiyor. Zaten ulusal sorunu çözmüş hiçbir ülkede emek gücü sömürüsü, özel okul ve hastaneler yok! İsviçre örneğin, dört ayrı resmi dili, dört ayrı kanton olarak örgütlenmiş dört ayrı ulusunun kardeşçe yaşadığı, ulusal sorununu demokrasiyle çözmüş kapitalist bir ülke değil de, sömürüsüz, sınıfsız, özel mülkiyetsiz bir sosyalist ülke olmalı! Meğer dünya kurtulmuş da bizim haberimiz yokmuş!

Lenin ve Stalin tarafından ifade edilen, emperyalizm ve proleter devrimler çağında işçi sınıfının ezilen ulusların ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı görev ve sorumluklarının “geride kaldığı”nı  düşünen ve her meseleye çok sınıfsal yaklaşabilen(!) TKP’li arkadaşlara meseleyi grev örneği üzerinden anlatmaya çalışalım. Diyelim ki işletmesinde grev olan ama rekabet koşulları nedeniyle üretime devam etmesi gereken bir patron var. Sadece patron grevin sona ermesi istiyor diye, patron ile işçiler/sendika arasındaki görüşmelere karşı çıkmak patronun elini güçlendirmez mi? Patronun ve işçilerin çıkarı bir ve aynı olmadığına göre, emekten yana güçlerin sorunun işçilerin lehine çözümünü istemesi ve bu yönde mücadeleye güç katması gerekmez mi? İşte tam da bu noktada TKP ve sosyal şoven çevreler, “çözümü ABD istiyor” diyerek emperyalistlerin ve ezilen Kürt halkının çıkarlarını ve çözümlerini aynılaştırıyor.

‘TKP’nin generalleri’ tarafından hazırlanan ve birçok yerde Genelkurmay ve MHP ile aynılaşan söylemler üzerine kurulu olan “Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi” “Yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi konusunda DTP’nin, bölge belediyelerinin, sermayenin, AB’nin, ABD’nin, AKP’nin, Irak Kürt yönetiminin aynı görüşte oldukları biliniyor değerlendirmesiyle başlıyor. Bu değerlendirme Kürt ulusal hareketi tarafından ifade edilen “demokratik özerklik” ile “yerel yönetim yasa tasarısını” yani hizmetlerin piyasalaştırılmasını aynılaştırıyor. Oysa “demokratik özerklik”te halkın oylarıyla seçilecek yerel meclislerin başta eğitim ve sağlık olmak üzere çeşitli hizmet alanlarında söz sahibi olması öngörülüyor; buradan uluslararası sermayenin çıkarları temelinde piyasalaştırma yapılacağı öngörüsü neye dayanıyor? Örneklemek gerekirse, geçen yıl “demokratik özerklik”ten yana olan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ve belediyenin DTP’li meclis üyeleri, halkın ulaşım hizmetlerinden daha kolay ve ucuz yararlanması için ulaşım hizmetlerinin kamulaştırılması yönünde bir karar alıp uygulamaya koymuşlardı. Acaba bu uygulama, piyasalaştırma mantığının neresine denk düşüyor?

Bildirgenin devamında yer alan “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir” ifadesinden TKP’nin generallerinin asıl derdinin piyasalaştırmaya falan karşı çıkmak değil; “bölücülüğe karşı vatan savunması yapmak” olduğunu anlıyoruz.1 İspanya, farklı uluslara dayalı özerk bölgeler ayrışmanın değil; birliğin devamını sağlamaktadır. Eyalet sistemi eğer bir ülkeyi bölseydi, çeşitli eyaletlerinde farklı uygulamalar olan ABD’nin elli parça olması gerekirdi. Bunları bir tarafa bırakıp, TKP’nin “özerkliğin parçalanmayı derinleştireceği” iddiasının doğru olduğunu kabul edelim. Burada kendine “komünist” diyen bir partinin yapması gereken nedir? Kürt halk mücadelesinin ezilerek “birliğin sağlanması” için ırkçı-şoven koroya katılmak mı, yoksa ezilen ulusun geleceğini belirleme hakkına sahip çıkmasına saygı göstererek destek olmak mı? “Komünist” TKP; ABD emperyalizminin, egemenleri elli yıldır hizmetinde olan bir ülkeyi, üstelik bu egemenlerin ve maşa olarak kullandığı Kürt halkının eliyle bölmek istemesi karşısında vatan savunmasının en önüne koşuyor; üstelik böyle yaparak Kürt halkını da kurtarmış oluyor! Ama hakkını yemeyelim; bildirgede “Türkçe devletin resmi dili ve toplumun temel ortak iletişim dili olarak korunmalıdır. Yerel yönetimler dahil olmak üzere, bölgesel düzeyde ikincil dillerin kullanımının önü açık olmalıdır.” Denilerek, Kürtlere kendi dillerini kullanmaları lütfediliyor! Burada TKP’li dostlarımızı uyarmak gerekiyor; “yerel yönetimlerde yerel dillerin kullanılması” özerkliğin önemli dayanaklarından biridir. Biraz daha dikkat; burada siz de bölücülük yapmış olmayasınız!

SONSÖZ: BİRLİKTE YAŞAMANIN YOLU EŞİT HAKLARDAN GEÇER!

Egemenlerin sorunu baskılama, çözümü erteleme olanaklarının giderek daraldığı bir süreçte, “sol” değerleri savunduğunu söyleyen, emek ve demokrasiden yana güçlere düşen, sorunun ülkede yaşayan halkların çıkarları temelinde çözümü için mücadele etmektir. Her fırsatta demokratik bir zeminde birlikte yaşamdan yana olduğunu söyleyen Kürt halkı ve ulusal temsilcilerinin özerklik, anadilde eğitim gibi taleplerinin ülkeyi böleceği kaygısıyla karşısında durmanın birliğe değil; halklar arasında ayrışma ve çatışmanın derinleşmesine yol açtığı/açacağı artık görülmelidir. Sosyal demokrat, Kemalist, “sosyalist” çevre ve aydınlar, Kürt sorununun “kökü dışarıda” bir sorun değil, bu ülkenin, temelleri cumhuriyetin kuruluşuna dayanan bir sorunu olduğunu ve bu sorunu ABD ve diğer emperyalist odakların müdahale alanı olmaktan çıkarmak için, çözümün de içerde; halklar arasında güven ve kardeşlik duygularını tesis etmek üzere eşit haklar temelinde sağlanmasından geçtiğini görmelidir.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑