Gerek ülke içinde gerekse uluslararası alanda yaşanan gelişmeler, egemenlerin Kürt sorununu eskisi gibi bastırma ve çözümü öteleme olanaklarını zayıflatmıştır. Bu temelde Gül’den Erdoğan’a ve Genelkurmay Başkanı Başbuğ’a kadar egemen güç odaklarının temsilcilerinin sorunla ilgili açıklamalarında, özellikle sorunun çözümünde nereye kadar ‘esnenebileceği’ konusunda mesajlar vermeleri dikkat çekicidir. Bu sürecin diğer tarafında yer alan Kürt ulusal hareketi de, bir yandan kendine yönelen baskılamaları bertaraf etmeye çalışırken, öte yandan da sürecin getirdiği olanakları kullanarak, sorunun çözümünde ‘muhatap’ alınma yönünde hamleler yapmaktadır. Bölgede en belirleyici güç olma konumunu sürdüren ABD emperyalizmi de, Türkiye egemenlerini PKK’ye karşı desteklediği yönünde açıklamaları yaparak Türkiye’nin bölgesel taşeronluk rolünü sorunsuz sürdürmesini sağlarken, bu sorunun bölgesel çıkarlarına; Güney Kürtleri ve diğer bölgesel güçlerle ilişki ve dengelerine zarar vermeyecek bir temelde “çözüm”ünü amaçlayan plan ve manevralar yapmaktadır.
- ABD EMPERYALİZMİNİN BÖLGESEL PLANLARINDA KÜRT SORUNUNUN YERİ
ABD emperyalizmi, Irak’tan çekilme sürecini ‘kontrollü’ gerçekleştirerek çekileceği alanlarda işbirlikçilerinin etkinliğini sağlamayı hedeflemekte ve bu temelde Türkiye ile Kürdistan Federe yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliğini geliştirmektedir. Geçtiğimiz günlerde ‘Uluslararası Kriz Grubu’ adlı bir ‘Amerikan düşünce kuruluşu’nun hazırladığı ‘Irak ve Kürtler’ adlı raporda, ismi açıklanmayan bir Kürt yöneticinin, “ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra olası çatışmalar karşısında, Irak Kürtleri için en güvenli yolun ‘Musul vilayeti’ adı altında Türkiye ile birleşmek olduğu”nu söylediği üzerinden oldukça gürültü patırtı çıkarılmıştı. Koparılan gürültü patırtı bir tarafa bırakıldığında, bu raporun, ABD’nin Irak Kürtleri ve Türkiye’yi emperyalist politikalarına hizmet/taşeronluk temelinde işbirliğine zorladığı bir süreçte, bu amaca hizmet etmek amacıyla hazırlandığı ve ABD’nin, süreci hızlandırmak amacıyla her iki tarafı; Güney Kürtlerini güvenlik, Batı’ya açılacak kapı, Kerkük gibi konular ve Türkiye’yi de PKK’ye karşı mücadele, Irak ve Federe yönetimi pazarından pay alma hesapları üzerinden sıkıştırdığı belirtilmelidir.
Irak merkezi ve federe yönetimlerinin doğrudan ve Türkiye’nin de dolaylı olarak tartışmanın tarafları olarak yer aldığı Kerkük’ün statüsünün ne olacağı konusunda, Birleşmiş Milletler’e, Kerkük’ün statüsünü belirleyecek referandumun 5 yıl daha ertelenmesi yönünde rapor hazırlatan ABD, geçiş sürecinde Kerkük’ün statüsü meselesini bu güçlere karşı kullanılacak bir koz olarak elinde tutmayı sürdürmeyi amaçlamaktadır. Bölgede etkin olan önemli güçlerinden biri olan İran ise, seçimlerden sonra sürüklendiği iç kargaşa ile sürecin dışında tutulmaya/etkisizleştirilmeye çalışılmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki, ABD, Irak’tan çekilme sürecini, bölgede etkin olan güçler arasındaki anlaşmazlıkların çözüldüğü, çatışmaların sona erdiği bir süreç olarak değil; bu güçler arasındaki çatışma ve çelişkinin kontrollü olarak ve ABD’nin amaçlarına hizmet edecek şekilde kullanıldığı bir süreç olarak geliştirmeyi hedeflemektedir.
Türkiye’deki Kürt sorununun nasıl çözüleceği konusu, bölgesel dengeler ve yönelimler bakımından ‘uluslararası’ bir sorun olarak önemini korumaktadır. Yeni dönemde ABD, bu sorunla ilgili politikalarını iki yönlü olarak sürdürmektedir. Bir yandan, Dışişleri Bakanı H. Clinton’un Türkiye ziyaretinde de tekrar edilen, PKK’nin “ortak düşman” ilan edilmesi ve “teröre karşı mücadele”de Türkiye’nin yanında yer alındığı vurgusu yapılmaktadır. Öte yandan, Obama’nın TBMM’de yaptığı konuşmada ifade ettiği gibi, “Kürtlerin ve Zazaların kültürel demokratik hakları”ndan söz edilerek, Türkiye’nin bu konuda adım atması gerekliliğine işaret edilmektedir. Kısacası ABD, “AKP açılımları” üzerinden Kürt halkının ulusal demokratik istemli mücadelesinin etkisizleştirilmesi/dindirilmesi ve bu temelde PKK’nin halk desteğini yitirdiği oranda baskılanarak tasfiye edilmesini istemektedir. Bu sorunun “güvenlik/PKK” boyutunun çözümü, Türkiye’nin bölge ve Kafkaslardan Afganistan’a kadar ABD taşeronluğunu sorunsuz yürütmesi ve “enerji geçiş güvenliği” bakımından ABD tarafından da istenir bir durumdur.
ABD, “PKK meselesi”nde Türkiye’yi desteklediğini açıklamakta, ama bu meselenin bölgedeki dengeleri etkileyecek bir tarzda askeri operasyonlarla çözümüne açıktan taraf olmamaktadır. Bu temelde, çözüm konusunda Türkiye’ye Güney Kürtlerini adres olarak gösterirken (ABD’nin bu konudaki tutumu, Türkiye’nin Güney Kürtleri ile doğrudan görüşmeler yapmasının ve bu güçlerin ABD ekseninde birleştirilmesinin önünü açmıştı); Kürtleri de, PKK’yi siyasal yönden baskılayacak hamleler yapmaya yöneltmektedir. Barzani tarafından hazırlığı yapılan ve daha toplanmadan PKK’nin askeri olarak tasfiyesini amaçladığı ilan edilen, fakat “AKP açılımları”nın Kürtler üzerinden beklenen etkiyi yaratmaması nedeniyle ertelenen ‘Erbil Kürt Konferansı’ da bu politik yaklaşımın bir sonucu olar gündeme getirilmişti. Yine zaman zaman medyaya yansıyan PKK’nin lider kadrosunun sürgüne gönderilmesi ve dağdakilerin ülkeye dönüşünün sağlanması gibi planlar da, ABD patentlidir. Burada söylenenlere, ABD’nin bazen DTP dışında yer alan ‘Kürt çevreleri’ ve bazen de DTP içindeki bazı isimlerle görüşmeler yapması eklendiğinde, ortaya çıkan tablo şudur: ABD, sorunun çözümünde bölgesel çıkarlarına yedeklenen/yedeklenebilecek bütün güçleri dengeleyecek kontrollü bir “çözüm süreci” öngörmekte ve bu süreçte ABD ekseninin dışında kalan, bu ekseni benimsemeyen unsurların tasfiyesini amaçlamaktadır.
- ÜLKE EGEMENLERİ ARASINDA ROL PAYLAŞIMI VE ‘KÜRTSÜZ’ ÇÖZÜM PLANI!
Ülke egemenlerinin, Hükümet’inden Genelkurmay’ına ve Cumhurbaşkanı’na kadar, Kürt sorunuyla ilgili gelişmeler karşısında yaklaşım ve açıklamaları zaman zaman çelişir gözükse de, bu güç odaklarının, sorunun egemenlerin çıkarları temelinde çözümü yönünde ortak bir kaygıya sahip oldukları ve bu kaygıyla farklı rolleri üstlendikleri söylenebilir. Bu güç odaklarının Kürt sorununun çözümü tartışmalarına nereden katıldıklarına bakarak, nasıl bir çözüm öngördüklerini anlamak mümkündür.
Genelkurmay’ın soruna ilişkin tutumunu, Başbuğ’un “teröre karşı sonuna kadar mücadele” sözleri ortaya koymaktadır. Bu tutum ile Başbuğ’un Nisan ayında Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada “Türkiye halkı” söylemini kullanması arasında bir çelişki olduğu düşünülebilir. Oysa Başbuğ, söz konusu konuşmada, Hükümetin/siyasilerin sorunun ‘ulus-devlet’ anlayışı temelinde çözümü yönünde ‘esneyebileceği’ noktayı tarif etmiştir. Başbuğ, nasıl ki TRT Şeş’in yayını konusunda, Roj TV’yi işaret ederek, “Eğer etkisini kırarsa elbette yararlı olur” açıklamasını yapmışsa, “açılımlar” konusunun devam ettirilmesi meselesine de aynı yerden bakmaktadır. “Açılımlar”, Kürt halkının ulusal demokratik istemlerinin karşılanmasına değil; aksine bu temelde yürütülen mücadelenin bastırılmasına/etkisizleştirilmesine hizmet ettiği oranda, Genelkurmay da, bu “açılımlar”ın arkasında durmaktadır.
Bu temelde, Kürt ulusal hareketini siyasal alanda baskılamaya yönelik “açılım” politikasının diğer yüzünü, PKK’ye karşı operasyonların aralıksız olarak sürdürülmesi oluşturmaktadır. Burada, çatışma ve operasyonların devam ettirilmesinin, Genelkurmay tarafından, özellikle ‘Ergenekon Davası’ sürecinde kendilerine yöneltilen eleştirileri perdelemek için kullanıldığını da belirtmek gerekmektedir. Onca itiraf, bilgi ve belgeye rağmen, Hükümet’in Ergenekon Davası’nın Fırat’ın ötesindeki boyutunu ele alış biçimi, onun, bölgede Kürt halkına karşı yürütülen ‘özel savaş’ta işlenen binlerce suçun (kayıplar, faili meçhul cinayetler, işkence ve tecavüz olayları) ve bu karanlık olayları gerçekleştiren JİTEM, korucular, Hizbi kontra güçler gibi kontrgerilla örgütlenmelerinin açığa çıkartılmaması konusunda Genelkurmay’la bir ‘uzlaşı’ olduğunu göstermektedir.
Özetle, Genelkurmay ve Hükümet, “İrticayla Mücadele Planı” gibi konular üzerinden bazen karşı karşıya gelse de, bu güç odakları arasında 2007’de geliştirilen işbirliği ve uzlaşı devam etmekte; Genelkurmay, bir yandan operasyonlarını (PKK’nin çatışmasızlık kararını boşa çıkartacak şekilde) aralıksız sürdürmekte, öte yandan Hükümet’in bu operasyonların siyasal uzantısı niteliğindeki “açılım” politikasını desteklemektedir.
AKP Hükümeti, yerel seçim yenilgisinden sonra “açılım” politikasını askıya almış olmasına rağmen, bölgede Kürt ulusal hareketi karşısında en güçlü parti olma iddiasını ve Kürt burjuvaları, ağa ve şeyhleriyle ilişkisini sürdürmüştür. AKP’nin seçim yenilgisinden sonraki ilk tepkisi, Başbakan Erdoğan ve diğer parti yöneticileri tarafından DTP’nin başarısını “terör örgütünün halk üzerinde baskı kurması”yla izah etmeye yönelik açıklamalar olmuştur. Bu açıklamaları, DTP’ye yapılan ‘PKK operasyonu’ izlemiştir. Ülkenin çeşitli kentlerinde, 300’ü parti yönetici kadroları olmak üzere, yaklaşık 750 DTP’li, PKK ile ilişkileri olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştır. AKP Hükümeti, bu ‘siyasi operasyon’la bir yandan DTP’nin seçim başarısını (ve kendi başarısızlığını) gölgelemeye yönelmiş; öte yandan DTP’yi PKK’ye yakın kadrolar, mesafeli kadrolar vb. biçimlerde bölüp ayrıştırarak zayıflatma hesabını yapmıştır.
Güney Kürtleriyle doğrudan diyalog ve ilişkilerin geliştirilmesinden sonra (bu ilişkilerin kurulmasında şimdiki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da önemli bir rolü olmuştur), içteki baskılamaya, Irak sınırları içindeki PKK varlığının sona erdirilmesi yönündeki çabalar eşlik etmiştir. Seçimlerden önce Barzani’nin PKK’yi silahsızlandırma konferansı girişimleri ve Talabani’nin AKP’yi destekledikleri yönlü açıklamaları, bu işbirliği ve ortaklığın yansımalarıdır. Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’na getirilmesiyle birlikte belirginleşen “aktif dış politika” yönelimi, ülke egemenlerinin bölgede başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin taşeronluğuna daha ilerden soyundukları oranda, aynı zamanda Kürt sorununun çözümü konusunda bu güçlerden beklentilerinin arttığı bir süreç olarak gelişmektedir. En son Türkiye’de imzalanan ve büyük oranda Türkiye içinden geçecek olan Nabucco boru hattı anlaşmasına göre, bu boru hattının AB’nin kuracağı ‘özel güvenlik ordusu’ tarafından korunması kararının, AKP Hükümeti tarafından, “AB’nin PKK’ye karşı daha aktif tutum almasını sağlayacak bir karar” olarak pazarlanması, bu anlayışın en yakın örneğidir.
Bu gelişmelerle birlikte, Başbakan Erdoğan’ın DTP’nin randevu talebine yanıt vermemesi ve bu talebin geri çekilmesinden sonra, aslında “DTP’ye randevu vermek için uygun zamanı beklemekte olduğu” gibi haberlerin yayılması, yerel seçim sürecinden sonra güç ve etkisini kısmen kaybeden AKP’nin, ‘yeni hamleler’ yapmak için uygun koşulları gözettiğini göstermektedir.
Cumhurbaşkanı Gül, Kürt sorununun çözümü tartışmalarında, egemenlerin en aktif kesiminin temsilcisi konumunda yer almakta ve ‘iyimserlik’ havası yayan mesajlar vermektedir. Gül, ABD Dışişleri Bakanı H. Clinton’un Türkiye’yi ziyaretinden hemen sonra ABD’nin İran’a mesajını ulaştırmak üzere İran’a giderken, “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” açıklamasını yapmış ve yine Mayıs ayında, Prag dönüşü, Kürt sorununun “Türkiye’nin birinci sorunu” olduğunu söylemiştir. Gül’ün bu açıklamaları yaptığı tarihlerden bu yana hiçbir somut adım atılmamış olmasına rağmen, Köşk’ten, Gül’ün çözüm önerilerine kendisiyle paylaşmak için randevu isteyen DTP’lilerle görüşeceği yönünde bilgiler sızdırılarak, “olumlu hava”nın dağılması engellenmek istenmektedir.
Peki, Gül’ün ‘iyimserliği’ nereden gelmektedir ya da diğer bir ifadeyle Kürt sorununda “iyi şeyler”i kimler yapacaktır? Sorunun ülke içindeki muhatapları çözüm yönünde hiçbir somut adım atmadıklarına göre, bu iyimserliğin kökünün “dışarıda” olduğu anlaşılmaktadır. Gül, ülke egemenlerinin ABD çıkarlarıyla en dolaysız ilişki içinde olan kesimlerinin temsilcisi olarak konuşmakta ve iyimserliğini, Türkiye’yi “Bölgenin lider ülkesi” ilan eden ABD’nin bölgesel planlarından almaktadır. Gül’ün sözcülüğünü yaptığı burjuva liberal kesimler, ABD’nin Irak’tan çekilmeye başladığı ve bölgede Türkiye’ye yeni görevler verdiği bir süreçte, hem Irak’taki dengeler, hem de Türkiye’nin rolünü sorunsuz oynayabilmesi bakımından, PKK ve Kürt sorununun çözümü konusunda bazı adımlar atacağı/attıracağı beklentisi içindedir. Yani, nasıl ki ABD, bölgede çeşitli güçler arasındaki dengeleri gözeterek adımlarını atıyorsa, bu güçler de, ülke içindeki dengeleri hesaba katarak, sorunun ABD ve işbirlikçilerinin çıkarları temelinde çözümünü gözetmektedir.
3.KÜRT HAREKETİNİN ÖNERİLERİ, ÖCALAN’IN ‘YOL HARİTASI’ VE BEKLENTİLER…
Denilebilir ki, ABD’den Talabani ve Barzani’ye ve AKP Hükümeti’nden Genelkurmay’ına kadar, Kürt sorununun çözüm tartışmaları içinde yer alan ‘iç’ ve ‘dış’ güçlerin en önemli açmazı, Kürt ulusal hareketi ve mücadelesinin söz konusu çevrelerin ‘hesap’ ve ‘plan’larını boşa çıkaracak şekilde güç kazanmış olmasıdır. Kürt halkı, 2009 Newroz’u ve ardından yapılan yerel seçimlerde tasfiye planları ve ‘muhatapsız’ çözüm arayışları karşısında güçlü bir direnç odağı olduğunu/olacağını bir kez daha göstermiştir.
DTP, seçimlerden hemen sonra kendisine yapılan operasyonun partiyi zayıflatma ve içten bölmeye yönelik bir manevra olduğunu görmüş ve bu operasyona karşı ülkenin ve bölgenin çeşitli kentlerinde eylem ve etkinlikler yapmıştır. Bunun da ötesinde, kendisine yönelik operasyonlar sürerken “iyi şeyler”den söz eden Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’dan soruna dair çözüm önerilerini paylaşmak üzere randevu talep ederek, egemenlerin manevra alanını darlaştırmıştır. DTP’nin Erdoğan’la görüşme talebini geri çekmesinden sonra, AKP çevresinden yapılan “aslında Başbakan’ın DTP ile görüşmek istediği, ama patlayan mayınlar, çatışmalar vs. nedeniyle uygun koşulların oluşmadığı” yönlü açıklamalarından, bu manevranın Hükümeti sıkıştırdığı ve aslında talebin geri çekilmesinin onlar için ‘rahatlatıcı’ olduğu anlaşılmaktadır. Gül ise, yaptığı açıklamaların üzerinden 4 ay geçmesine ve bu süreçte çözüm yönünde hiçbir somut adım atılmamış olmasına rağmen, “DTP’lilerle görüşebileceği” yönlü bilgiler sızdırarak, beklenti yaratma sürecini uzatmaya çalışmaktadır.
Kürt ulusal hareketi, yoğunlaşan baskı ve tasfiye girişimlerine rağmen, geçen süreçte halkın desteğini daha fazla arkasına almış olmanın yarattığı olanakları kullanarak, çözüm konusunda taleplerini ve bu çözüme hangi adımlar üzerinden gidilebileceğini açıktan deklare ederek, egemenlerin hesaplarını boşa çıkarmaya yönelik adımlar atmaktadır. Haziran ayında, Diyarbakır’da, DTP dışındaki Kürt çevrelerinin de çağrıldığı ‘Demokratik Toplum Kongresi’nin (burada kongreye Kürt sosyalistlerinin ve Dersim’deki yerel yönetimlerdeki temsilcilerinin çağrılmamış olmasının bir eksiklik olduğu vurgulanmalıdır) sonuç deklarasyonunda, çözüm için “demokratik özerklik” ve bütün kimliklerin tanınacağı “sivil bir anayasa” talepleri yeniden gündeme getirilmiş ve çözüm için PKK’nin “eylemsizlik” kararı ve Öcalan’ın açıklayacağı ‘yol haritası’nın önemine dikkat çekilmiştir.
PKK de, 15 Temmuz’da sona eren “eylemsizlik” kararını, Öcalan’ın 15 Ağustos’ta çözüm için getireceği önerilere uygun ortam hazırlamak amacıyla 1 Eylül’e kadar uzatmıştır. PKK yöneticileri tarafından da çözüm adına yapılan açıklamalarda, eşit ve özgür bir biçimde bir arada yaşama talebi ortaya konmakta ve bu talep “demokratik özerklik” olarak tanımlanmaktadır. Demokratik özerklik, yerel meclislerin oluşturulması ve bu meclislerin, başta anadilde eğitim olmak üzere, yerelin ihtiyaçları temelinde çözümler üretmesi biçiminde somutlanmaktadır.
DTP de, PKK de çözüm önerilerini sunarken, ‘muhatap’ olarak Öcalan’ı işaret etmektedir. Bu bakımdan, Öcalan’ın 15 ağustos’ta açıklayacağı ‘yol haritası’na, sadece Kürtler değil; sorunun çözümü yönünde beklenti içinde olan bütün çevreler (daha önce “Öcalan’ın eli havada kalmamalı” diyen Ertuğrul Özkök, devletin çözüm için 15 Ağustos’ta ‘yol haritası’nı açıklayacak olan Öcalan’la görüşmesi gerektiği görüşünü tekrarlamıştır) dikkatlerini çevirmiş durumdadır. Aslında Öcalan, avukatlarıyla yaptığı hemen bütün görüşmelerinde (basına yansıyan ‘görüşme notları’nda), Kürtlere özerklik öngören ‘1921Anayasası’nı referans alan yeni bir anayasanın hazırlanması ve çözüm konusunda kendisiyle doğrudan görüşülmezse toplum üzerinde etkili isimlerden oluşacak bir komisyon (“akil adamlar”) oluşturulabileceğini söylemektedir. Nitekim son görüşme notlarında da, ‘yol haritası’nda aydınlara ve kitle örgütlerine rol vereceğini belirtmiştir.
Geçtiğimiz günlerde 6 bakanıyla bu gelişmelerin değerlendirildiği bir ‘mini zirve’ yapan Başbakan Erdoğan, Kürt hareketinin çözüm yönünde attığı adımları boşa çıkarmaya yönelik arayışlar içindedir. Zirveye katılan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, Hükümet, Öcalan’ın ‘yol haritası’ndan önce aslında şimdiye kadar söylenenlerin tekrarı olacak bir ‘çözüm planı’ açıklayarak kendine manevra alanı oluşturmanın peşindedir. Önümüzdeki günler, DTP’nin görüşme talebine hâlâ cevap vermeyen Cumhurbaşkanı Gül’ün de eskisi kadar rahat açıklamalar yapamayacağı bir süreç olacaktır.
Özetlersek, Kürt halkı ve ulusal hareketin temsilcileri, Kürt sorununun eşitlik temelinde barışçıl çözümü için bütün kapıları zorlamaktadır. Çözüm için oluşan uygun koşulların harcanmaması için barış, kardeşlik ve bir arada insanca yaşamdan yana bütün güçlerin bu mücadeleye omuz vermesi gerekmektedir. Çözüm için kapıda bekleyen Kürt halkının bu kapıları aralayabilmesi için, Türk halkı ve aydınlarına; ülkenin her milliyetten halk güçlerine önemli görevler düşmektedir.