Kadın erkliğinden kansız, darbesiz ve çatışmasız uzun bir evrim sonucu arındırılmıştır. Bu durumu kavrayabilmemiz için tarihin derinliklerine bir göz gezdirmemiz şarttır.
Devletsiz, ailesiz, özel mülkiyetsiz ve sınıfsız o ilkel çağın bitiminden bu yana bin yıllar geçti. Antropologların sosyal bilimlere kazandırdığı verilerle kadınlar da yitik özgeçmişlerine kavuştular. Artık tarihin insanlığın belleğinde bıraktığı iz, babasını öldürdüğü için annesini öldüren Orest’ın yargılandığı duruşma değildir. Burada küçük bir hatırlatma yerinde olacaktır. Orest, Miken kralı Agamennon ile Klytemnestra’nın oğludur. Agemennon, Truva savaşına giderken, rüzgarı güçlendirmesi için rüzgar tanrıçası Artemis’e yalvarır. Tanrıça, kızını işaret eder. Agamennon kızını kurban etmeye karar verir, karısı buna şiddetle karşı çıkar. Agamennon onu dinlemez, tam kızını öldürecekken, tanrıça Klytemnestra’ya acır ve kurban etmesi için dişi bir geyik yollar. Kocasına karşı siniri hiçbir zaman geçmeyen Klytemnestra, 12 sene sonra, kocası savaştan döndüğünde, ilk önce güler yüzle karşılamış, sonra onu banyodayken baltayla öldürmüştür. Bu sahnelere tanık olan Orest evden kaçar ve yıllar sonra dönerek annesini öldürür. Apollon ve Athene tarafından yargılanan Orest beraat etmiştir. Bir insanın o döneme kadar kendi kanından birini öldürmesi suç sayılırken, bu olayla toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallar alt-üst olmuş ve Orest’ın şahsında “babalık hukuku” “analık hukuku” üzerinde tarihsel bir zafer kazanmıştır.
Engels, bu durumun tahlilini, “Analık hukukunun çökmesi kadın cinsinin dünya tarihindeki yenilgisiydi. Erkek evde de yönetimi ele alıyor, kadın aşağılanıyor, uzaklaştırılıyor, erkeğin arzularının kölesi ve yalnızca çocuk yetiştirme aracı oluyordu” sözleriyle yapıyor.
Efsanenin denk düştüğü tarihlerde insanoğlu özel mülkiyeti keşfediyor. Bir dönem tüm ihtiyaçlarını hep birlikte karşılayıp birlikte tüketirken, doğanın yaşanılan şartlardaki sınırlılığı ile insanların doyumsuzlukları, güvenlik arayışları ile ellerinin yetersiz kaldığı yerde yeni aletler ve silahlar icat etmeye yöneliyorlardı.
İnsan, her zaman doğanın kendi üzerindeki hakimiyetinden, bu hakimiyetin doğurduğu korku ve güvensizlikten kurtulmak istemiştir. Bunun için onu işlemiş dönüştürmüş ve egemenlik altına almıştır. Topraktan çanak çömlek yapmayı, demiri bulup işlemeyi, madenleri kullanım malzemesi haline getirmeyi, basit üretim aletleri yapmayı öğrenmiştir. Yapılacak işlerin çoğalmasıyla, herkesin her şeyi yapıp yapamayacağı anlaşılmış ve üretenlerin işleri de birbirinden ayrılmıştır. Herkesin her şeyi yapamadığı bu ortamda da değişim, yani alış-veriş doğmuştur.
Üretim tarzlarının el emeğine dayandığı bu ilkel aşamada, her gün daha çok insan emeği talep ediliyordu. Toplum, böylelikle, emeğiyle bütün zenginlikleri üreten ama bunlara sahip olmayan insanlar ve hiçbir şey üretmeden her şeye sahip olan insanlar arasında kutuplaşıyordu. Özel mülkiyetin doğuşuyla miras kurumu da ortaya çıktı ve aile işte bu aşamada şekillendi. Toplumsal ilk iş bölümüyle üretim aletlerine, hayvan sürülerine sahip olan erkek, bunca şeyi sadece kendi çocuklarına bırakmak istedi. Bu durum, akrabalık ilişkilerinin tekrar gözden geçirilmesine neden oldu. Önceki toplumsal örgütlenmeye göre çocuklar anne soyundan sayılırken, bu durumla çocuk baba soyundan sayılamaya başlandı. Erkeğin mallarını kendi öz çocuğuna ve karısına bırakmak istemesi, “karı-koca ailesi”ni doğurdu.
Binlerce yıl öncesinden başlayarak çizmek istediğim bu ailenin oluşum tablosu, bugünkü “karı-koca ailesi”nin öncesiz ve sonrasız bir karakterinin olmadığı, tarihin bir yerinde sınıfsal zıtlaşmalarla ortaya çıktığı, bu zıtlaşmaların egemen sınıf lehine sürdürülmesi ve her gün yeniden üretilmesi için aile kurumunun gerekli olduğu teşhisine varmak için şarttı.
Aile kurumu, kadının ezilmesi ve sömürülmesinin olanağıdır. Kadın, toplumsal üretimden aileye hapsedilerek yalıtılır, ev işleri, aile fertlerine duyulan sevgi gibi işlenip, kadınların bu ideolojik barikatı aşarak durumlarının bilincine varmaları zorlaştırılır.
Bu aşamada şuna değinmek gerek ki, erkek egemen sistemle birlikte ayrımcılığa, baskıya, aşağılanmaya uğrayan kadın gerçeğine rağmen, sınıflı toplumların tarihinin hiçbir döneminde kadın cinsine eşit olarak uygulanan bir eşitsizlik söz konusu olmadı. Yani ezilen toplumun emekçi kadınlarıyla ezen toplumun burjuva kadınları bu eşitsizlikten aynı oranda etkilenmedi.
Günümüzden bir örnek vermek istiyorum: Emine Arslan ve Emine Erdoğan. Her ikisi de türbanlı, her ikisi de kadın ve anneler. Yalnız aralarında önemli bir fark var. Birisi Başbakan’ın eşi Emine Erdoğan, diğeri 268 gündür dirençle yürüttüğü sendikal mücadele ile herkesin takdirini toplayan Emine Arslan. Bu iki Emine’nin yolu Desa Deri’de kesişti. Emine Erdoğan Desa’dan giyinip şık olmaya çalışırken, Emine Arslan, çocuklarının karnını doyurmak için Desa’da kürk, kaban, mont üretiyordu, şimdi de sendikalı olarak geri dönmek için mücadele veriyor. Emine Arslan işten atılmadan önce 486 TL ücret aldıyordu. DESA’da satılan malların fiyatlarına baktığınızda: “Yarım kürkler 1500 ile 2 bin TL arasında, deri montlar 800 ile 1000 TL arasında…” Emine Arslan, bir ay çalıştıktan sonra Desa’nın hangi ürünlerini alabilir? Kemer 300 TL, ayakkabı 350 TL, cüzdan 400 TL. Arslan, eğer bir ay boyunca başka hiçbir yere para harcamazsa, Desa’nın ancak bu ürünlerini alabiliyor. Emine Erdoğan ve Hayrünnisa Gül, birçok kez geçmiş Emine Arslan’ın yanından, bir selamı bile çok görerek.
Arslan, “Yazın birkaç kez Emine Erdoğan ile Hayrünnisa Gül gelip buradan alışveriş yaptılar. Buradan geçtiler ama beni görmezden geldiler. Desa’nın girişinde önlüklü, yanında dövizler var, ‘Bu burada niçin duruyor’ deyip yanıma gelmediler. Bir bayan olarak halimi hatırımı sormadılar. Sendika anayasal haktır, işçiler kullansın diye, Başbakan söylüyor, ama bu söylenenler kağıt üzerinde kalıyor. Bu hakkı kullananlar işten atılıyor, devleti yönetenler de, eşleri de görmezden geliniyor” diyor. Sanırım Emine ablanın bu sözleri iki Emine arasındaki farkı yeterince ortaya koyuyor.
Direnişte geçirdiği günler de kolay geçmedi Arslan’ın. Gözaltına alındı, kaldırım işgal cezası ödedi, kaldırımda kamu malına zarar verdiği gerekçesiyle zabıta tarafından kovulmaya çalışıldı, hor görüldü… “Senin ne işin ver burada, git evinde bulaşık çamaşır yıka, yemek yap” sözünü duydu polisten ve tepkisini hiç geciktirmeden verdi: “Eğer karşınızda bir erkek olsa git başka yerde iş bul diyeceksiniz. Ben bayan olduğum için evine git diyorsunuz.”
Baskılar boyun eğdiremedi, daha dik durdu. “Direnişimi de yaparım yemeğimi de. Çalışan bayanların hepsi bunu yapmak zorunda kalıyor zaten” dedi. Ve Emine Arslan onurlu mücadelesini sürdürmekte…
“Senin ne işin ver burada, git evinde bulaşık çamaşır yıka, yemek yap” bu sözden devam etmek istiyorum. Emine Arslan ve diğer tüm emekçi kadınlara biçilen rol bu. Çünkü kadının fiziki ve fikri hürriyetine sahip olması; ekonomik özgürlüğünü eline alması ve hayatının temini için diğer cinse bağlı olmaması anlamına gelir. Kapitalistler ise, pazarda varlıklarını sürdürmek için, artı-değer elde ettiği işçinin yerini dolduracak olanın, yani çocuklarının gereksinimlerini karşılayacak şekilde kadının toplumdaki yerini önceden biçimlendirmiştir. Emek gücünün yeni nesillerinin üretilmesi, yani çocuğun doğumundaki biyolojik rolünden gelişimine tüm sorumluluk kadının üzerine bırakılır. Bu da, kadının ev kölesi haline gelmesi, yaşamının çocuklarının ihtiyacına göre şekillenmesi anlamına geliyor. Ertesi günkü çalışması için işçiyi hazırlayan, gerekirse büyükanne ve babaların bakımını üstlenen yine kadındır. İşte bu yüzden, burjuva ailesi ve kadının yuvasının işlevi kapitalizm için vazgeçilmezdir. Kadının iş yaşamından dışlanılmaya çalışılmasının asıl nedeni de budur.
Kriz dönemlerinde kitlesel olarak iş yaşamına atılan kadınlar, görece iyi dönemlerde ev kadınlığı, analık vasıfları gibi ideolojik konularda bombardıman altında tutulur ve asıl sorumluluk alanı olarak görülen evine geri döndürülür. Kadınlardan el altında bulunan yedek iş gücü olarak yararlanılmaktadır. Bu nedenle de, kadın emek gücünün bedeli düşüktür. Kadın emeği, sürekliliği olmayan iş gücü olarak görülürken, asıl emek erkek emeğidir. Bu nedenledir ki, kadınların kurtuluşları için verecekleri savaşım, kapitalizme karşı verecekleri savaşımdan ayrılamaz.
Tarihsel sürece baktığımızda, toplumun iki yarısı arasında tam bir hak eşitliğinin sağlanmasının yolu ilk kez 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde açılmıştır. Kadının kurtuluşu yolundaki en ileri ve somut örnek, Sovyet kadınlarının hak kazanımlarını incelemek önemlidir. Sosyalizm, kadın sorununu stratejik bir sorun olarak değerlendirir. Ekim Devrimi’nin çıkardığı ilk yasalardan biri kadın ve aileye ilişkindi; baskı ve sömürü ilişkisinin yaşandığı en küçük birim olarak değerlendirilen burjuva ailesindeki özel mülkiyet ilişkileri yıkılmadıkça, kadın sorunun çözülemeyeceğini biliyordu. Bu nedenle, işe, yasal eşitsizlikleri ortadan kaldırarak başlandı. 1917 Ekim Devrimi, dünya tarihinde ilk defa ve bir çırpıda kadınları aşağılayan ve onları ikinci sınıf insan gören tüm gerici yasaları tarihin çöplüğüne attı. Boşanma kolaylaştırıldı. Gönüllü birlikteliğe dayanmayan tüm bağlar köleleştirici ve baskıcıydı çünkü. Evlilikler, şaşalı törenler, basit bir işlem haline geldi. Eşler isterse kendi soyadlarını kullanabiliyorlardı. Çocuklar ise, ister evlilik içi, ister evlilik dışı olsun, eşit haklara sahip oluyorlardı. 1926’da yeni bir aile yasası çıkarıldı. Buna göre, kadınların, iş bulma, maddi yaşam koşullarını iyileştirme gibi olanakları bulunuyordu. Çalışan kadın, hamile kaldığında, doğum öncesi ve sonrası toplam 16 hafta ücreti kesilmeden izinli sayılıyordu. Ana ve çocuklu kadınları koruma konusunda özel yasalar vardı.
Kadının yasalar önünde eşit sayılması, kadının kurtuluşu yolunda atılan önemli bir adımdır. Fakat tek başına yasa önünde eşitlik, kadının kurtuluşu anlamına gelmez. Gerçek kurtuluş için kadınlar üretime geçmeli, ekonomik politik-kültürel faaliyetlerinde en ön saflarında olmalarının da olanakları yaratılmalıydı. Bunun için sosyalizm, emekçi kadını ev köleliğinden kurtarıp, özel ev işlerini toplumsallaştırdı. Merkezi çamaşırhaneler, mutfaklar, kreşler, oyun alanları kentte ve kırsalda örgütlendi. Bu basit ve sıradan adımların atılmasıyla, kadının, o zamana dek erkek işi olarak tanımlanan tüm alanlara ve mesleklere girişini de olanaklı kıldı. Sosyalizmde kadınların yasa önündeki eşitliği –yasama, yargı organlarını seçip onlara seçilmesi, orduda, ekonomik yaşamda, devlet yönetiminde görev alabilmesi–, bunları yapabilecek potansiyele sahip olduğu anlamına gelmiyordu. Yüzlerce yıllık feodal geleneklerin, dinsel önyargı ve ezilmişliğin verdiği özgüvensizliğin de yıkılması gerekiyordu. Kadınca düşünüş tarzı, kadınca değerler sistemi bilincinde tümüyle yıkılmadan, en ileri yasalar bile çıkmış olsa, kadının erkekle eşit bir birey olarak yaşamda yerini alması sağlanamazdı. Kağıt üzerinde yazılanları pratiğe aktarmak için olağanüstü bir seferberlik, örgütlenme ve özendirme faaliyeti yürütüldü.
Kadın sorununun nihai çözümü, sosyalist inşanın genel akış sürecine de bırakılamaz yalnızca. Gerçekleşmesi için özel, bilinçli, sistemli ve sürekli bir çaba gerekir. Bu sorunun üstesinden gelmede, maddi alt yapının sağlamlaştırılıp güçlendirilmesi, gerici önyargılar, gelenek ve göreneklere karşı savaş, cehaletin kökünden kazınması… iç içe geçen ve birbirini etkileyen, değiştiren ve dönüştüren süreçlerdir. Bunların yanında, uzun vadeli bilinçlendirme politikaları sürdürülmeli, kadınlar, bulundukları her alanda örgütlü bir mücadelenin parçası olabilmelidirler. Emekçi kadınlar, ellerini ayaklarını bağlayan aptallaştırıcı ev işlerinin tutsağı olmaktan kurtulduğunda, gücünün ve potansiyellerinin farkına varacak, üretime ve yönetime tüm gücüyle katılacak, kararlarını özgür biçimde hayata geçirecek, insan olmanın, kadın olmanın güzelliklerini hiçbir şartlanmaya, zorunluluğa bağlı olmadan yaşayacaktır. İşte bu süreç, kadının önündeki kurtuluş yolunu aydınlatacaktır.