krizin nedenleri ve gelişmesi
ALİ YAŞAR
ABD ekonomisinde başlayan ve buradan dalga dalga dünyaya yayılan kriz, kapitalist dünyayı pençelerine almış durumda. Bankalar iflas ediyor, devletleştiriliyor, köklü otomotiv tekelleri kurtarılmak için sırada bekliyor, büyük kapitalist devletler trilyonlarca doları, ekonomilerini “genel bir çöküşten” kurtarmak için, krizin sorumluları olan dev kapitalist birliklerin kasalarına akıtıyorlar. Yetmiyor, “devlet güvencelerini” teminat olarak ortaya koyuyorlar. Bütün bunlar, bu krizin nereden çıktığı ve neyin krizi olduğu tartışmalarını da beraberinde getiriyor. Krizin üretimden mi, yoksa mali sektörden mi kaynaklandığı, hükümetlerin uyguladığı yanlış politikaların ürünü mü olduğu, yoksa yöneticilerin yolsuzluklarının mı krize yol açtığı gibi tartışmalar, kapitalizmin merkezleri başta olmak üzere, tüm dünyada hararetli bir biçimde sürdürülüyor. Bütün bunlara yazının ilerleyen bölümlerinde değinilecek. Ama bütün bunların ötesinde, nereden çıkarsa çıksın, görünüm biçimi nasıl olursa olsun, bu krizin kapitalizmin krizi olduğunun altını kalınca çizmek gerekiyor. Her türlü tartışmanın ötesinde temel bir gerçek bulunmaktadır ve o gerçek de şudur: Günümüzde, kapitalizmin tekelci evresindedir ve genel olarak bu sistemin adına kapitalist emperyalist sistem denilmektedir. Krizler de, savaşlar da, açlık ve yoksulluk da, doğanın katledilmesi de, doğal afetlerin büyük insani dramlara dönüşmesi de vb., kapitalizmin, tekelci kapitalizmin ürünüdür ve bütün bunlar kapitalizmin yol arkadaşlarıdır. Kapitalizmin egemen olduğu koşullarda insanlığın bütün bu belalardan kurtulması olanaklı da değildir.
KRİZİN KAYNAĞI
Bu soruyu ortaya atarken, sadece bugünkü krizin değil, genel olarak kapitalizmde devrevi krizlerin neden çıktığını, bu krizlerin kaynağının ne olduğunu, bugünkü krizin nasıl ortaya çıktığını da yanıtlamak gerekiyor. Herhalde önce yanıtlanması gereken soru, kapitalizmin neden krizlere düştüğü, krize düşmekten neden kaçınamadığı ve kaçınamayacağı sorusudur. Kapitalist üretimin temelinde meta üretimi vardır. Meta alınıp satılabilen bir maldır ve kapitalizm, küçük üreticinin, emekçinin üretim araçlarından yoksun bırakıldığı, mülksüzleştirildiği, işgücünü üretim araçlarına –sermaye– sahip olan insanlara –sermaye sahipleri– sattığı gelişmiş bir meta ekonomisidir. Üretici, artık ne üretim araçlarına ne de emeğinin ürününe sahip değildir. İşgücünü özel bir meta olarak pazarda satmış, sermaye sahibi –patron, kapitalist– de, işçinin işgücünü satın alarak, bu işçiyi üretim sürecine çekmiş, onun işgücünü üretim araçları ile birleştirmiş; işçi, üretim araçlarını harekete geçirdiği üretim sürecinde, kendisine ödenen ücretin karşılığı ödemekle kalmamış, kapitaliste fazladan bir değer de yaratmıştır. Yani sermaye sahibi, kapitalist, işçinin ödenmemiş emeğinin ürününe de el koymuştur.
İşte bu artı-değerdir ve bu artı-değer metada temsil edilmektedir. Kapitalist, işçinin emek gücüne ödeme yapmış, karşılığında ödemediği emeği de içeren bir metaya sahip olmuştur. Bu meta, özel nitelikte bir metadır. Bu meta, tek tek emekçilerin hiçbirinin bireysel emeği olmayan, ama onların kolektif emeğinin ürünü olan bir metadır. Yani emek, toplumsal olarak harcanmış, toplumsal bir emek olmuş, ama ürün, üretim araçlarına sahip olan bireysel kapitalistin malı olarak kalmıştır. İşte kapitalizmin temel çelişkisi de buradan doğmaktadır. Bu çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkidir. Kapitalizmin bütün lanetleri de, işte bu maddi temelden kaynaklanan çelişkinin üzerinde hayat bulmaktadır. Üretilen meta satılmak zorundadır. Çünkü artı-değer üretilmiş, bunun görünüm biçimi olan kâr henüz “realize” edilmemiştir. Kârın realize edilmesi, metanın satılması ile olanaklıdır.
Meta artık pazardadır ve diğer meta üreticilerinin ürettiği metalarla karşı karşıyadır. Rekabet, pazara sahip olma, üretimi, üretim araçlarını ve tekniğini geliştirme, kârlılığı artırma vb. bir dizi sorun artık kapıyı çalmıştır. Krizler, savaşlar, zenginlik ve yoksulluk, spekülasyon ve yolsuzluklar buradan kaynaklanır, beslenir. Kapitalizmi bir nehir olarak düşünürsek, bu nehir, mevsimlere göre taşmakta, sürekli olarak topraktan kopardığı parçaları –ağaçlar, kayalar vb– sürüklemekte, çevresini yıkıp tahrip ettikten sonra, gelecek taşkına kadar sakinleşmektedir.
Kapitalist üretim süreci neden bu tahrip edici, yıkıcı sonuçlara yol açmaktadır? Kapitalistler neden işçileri sömürmekle, artı-değeri kâra dönüştürmekle, onların yarattıkları zenginliklere el koymakla yetinemiyorlar?
Bu sorunun yanıtı kısaca şöyledir: Her kapitalist ya da günümüzde aldığı biçimle dev şirketler ve tekeller pazar için üretim yaparlar. Her kapitalist, her dev tekel bu pazarda diğerinin rakibidir. Bu rekabet oldukça keskindir. Rakipten daha fazla ve daha ucuza üretmek, üretim maliyetlerini düşürmek, bu sayede pazardan aslan payını almak, azami kârı cebe indirmek, her kapitalistin, tekelin bitmek bilmeyen rüyasıdır. Daha fazla, daha ucuza üretmek, sadece emeğin sömürüsünü yoğunlaştırmakla ulaşılabilecek bir sonuç değildir. Bunun için üretim araçlarını, üretim tekniklerini geliştirmek, teknolojik gelişmelerden üretim için yararlanmak, sermayenin dönüşüm hızını artırmak –örneğin aynı miktar sermayenin yılda bir yerine iki defa dönmesi artı-değer ve dolayısıyla kâr kitlesini de artırır vb.– gerekir.
Üretim araçlarına yapılan –makineler, fabrikalar, toprak vb.– her yatırım, sermayenin sabit kesiminin –üretim araçlarında temsil edilen kesim– sürekli büyümesini beraberinde getirir. Üretim araçlarındaki her mükemmelleşme, geçmişte örneğin beş işçinin yaptığı bir işin, bir ya da iki işçi tarafından yapılması anlamına gelmektedir. Bunun diğer anlamı ise, değişen sermayenin –işgücüne ödenen sermaye kesimi– küçülmesi anlamına gelmektedir. Oysa artı-değeri üreten, yani sömürünün ortaya çıktığı kesim, –artı-değerin dönüşmüş biçimi olan kârı üreten– bu kesimdir. Sabit sermaye –değişmeyen sermaye: kesim I– büyümüş, buna karşın değişen sermaye –kesim II– göreceli olarak küçülmüştür. Patron daha az işçi ile daha büyük üretim gerçekleştirmiş, artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırmış, ama yatırdığı toplam sermayeye göre elde ettiği kâr oranı göreceli olarak küçülmüştür. İşte bu kâr oranlarının düşme eğilimi yasasıdır.
Marx’ın Kapital’de (Üçüncü kısım, on üçüncü bölüm) verdiği örneği alıntılarsak, durum şudur:
“ÜCRET ile işgünü veri kabul edildiğinde, diyelim 100’lük bir değişen sermaye, belli sayıdaki çalışan işçiyi temsil eder. Bu sermaye, bu sayının bir göstergesidir. 100 £, (Paund, Sterlin kastediliyor) diyelim 100 işçinin bir haftalık ücreti olsun. Bu işçilerin, eşit miktarlarda gerekli ve artı-emek harcadıkları, günde, kendileri için, yani ücretlerinin yeniden-üretimi için çalıştıkları kadar, kapitalist için, yani artı-değer üretmek için çalıştıkları kabul edilirse, bunların toplam ürünlerinin değeri = 200 £ ve ürettikleri artı-değer miktarı 100 £ olacaktır. Artı-değer oranı, a/d = %100 olurdu. Ama gördüğümüz gibi, bu artı-değer oranı, kendisini, kâr oranı a : S olduğu için, değişmeyen sermaye s ve dolayısıyla toplam sermaye S’nin farklı büyüklüklerine bağlı olarak, çok farklı kâr oranları ile ifade eder. Artı-değer oranı %100 olduğuna göre:
s = 50 |
ve d = 100 ise |
k’ = 100/150 |
= %662/3 |
s = 100 |
ve d = 100 ise |
k’ = 100/200 |
= %50 |
s = 200 |
ve d = 100 ise |
k’= 100/300 |
= %331/3 |
s = 300 |
ve d = 100 ise |
k’ = 100/400 |
= %25 |
s = 400 |
ve d = 100 ise |
k’ = 100/500 |
= %20 olur.”
|
Marx’ın verdiği bu örnek de göstermektedir ki, sömürü oranı aynı kalmış, ancak sabit sermayenin yükselmesi nedeniyle genel toplam sermaye yükselmiş, bu durum kâr oranlarında bir düşme meydana getirmiştir.
Ancak bu süreçte başka bir sonuç daha ortaya çıkmıştır. Kapitalistin yatırdığı toplam sermayeye göre kâr oranı düşmüş, ancak büyüyen toplam sermaye ile birlikte elde ettiği mutlak artı değer kitlesi artmıştır. Bunun doğal sonucu kâr kitlesinin artmış olduğudur! Yani geçmişte elde ettiği kâr kitlesinden fazlasını, büyüyen toplam sermayesi nedeniyle daha düşük bir kâr oranıyla elde etmiştir. Yatırılan toplam sermayeye göre kâr oranı düşmüş, ancak kâr kitlesi büyümüştür. Bu, kâr oranlarının düşmesinden dolayı ortaya çıkan olumsuzlukları, kapitalistler için göreceli olarak telafi eden bir durumdur. Ayrıca sabit sermayenin değer kaybetmesi, sömürü oranının –nispi ve mutlak artı-değer sömürüsü– yoğunlaşması, tekel avantajları, iş gücünün ucuz olduğu ülkelere doğru yayılma vb. gibi etkenler, kapitalistler için kâr oranlarının düşme eğiliminden ortaya çıkan olumsuz sonuçları kısmen telafi eder. Bütün bunlar, yasayı ortadan kaldırmaz, ancak ona bir eğilim olarak sürekli etkide bulunma özelliği kazandırır.
Unutmamak gerekir ki, tekelci kapitalizmle birlikte, meta üretimi ve ihracatı ile birlikte sermaye ihracatı büyük bir önem kazanmış, bu durum, meta ihracatını da daha fazla harekete geçiren bir etken olurken, mali ilişkileri daha fazla karmaşıklaştıran, mali sermaye ve borsa oyunlarını bütünüyle sistemin içine dahil eden bir rol oynamaya başlamıştır.
Kâr oranlarının düşme eğilimi, sermaye için bitmez tükenmez bir rekabetin sürmesi, bu rekabetin giderek sertleşmesi anlamına gelmektedir. Dev kapitalist tekeller, emperyalizm döneminde, ortalama bir kâr oranı ile yetinemezler. Emperyalizm döneminin ekonomik yasası, azami kârı güvenceye almaktır. Azami kârı güvenceye almak, kâr oranlarının düşmesinden etkilenmemek için, her kapitalist, daha fazla üretmek, bu üretim için sabit sermayesini daha fazla mükemmelleştirmek zorundadır. Bu kısır bir döngüdür ve sonuçlarını aşırı üretim olarak ortaya çıkarır. Her kapitalist ya da tekel, hep bir adım önde olmak için, üretimini daha fazla yukarıya çekmiş, toplum meta bolluğuna boğulmuştur. Ama kapitalist bir toplumda, kişiler (tüketiciler), ihtiyaçlarına göre değil, olanaklarına, gelirlerine göre harcamada bulunmaktadır. Bu üretim, toplumun ihtiyaçlarına göre bir fazla üretim değil, ürünlerin meta olmasından kaynaklanan, alım gücüyle sınırlanmış –göreceli– bir fazla üretimdir. Bu nedenden dolayıdır ki, her taraf tıka basa mal dolu, ancak nüfusun önemli bir bölümü yoksul ve tüketim olanağından yoksundur. Kriz kapıyı çalmıştır. Kapitalist üretim sistemi fazla üretmekten dolayı krize girmiş, üretim tahrip olmuş, değerli kağıtlar ve para, pula –geçmişte 1929 büyük bunalımı, günümüzde bankaların peş peşe batması ve devletleştirilmesi vb.– dönmüştür.
Ancak kâr oranlarının düşme eğilimi, sadece aşırı üretimi körüklemez, bu, aynı zamanda, Marx’ın vurgulaması ile; “Öte yandan, toplam sermayenin kendini genişletme oranı ya da kâr oranı, kapitalist üretimin (tıpkı sermayenin kendini genişletmesinin onun tek amacı olması gibi) dürtüsü olduğu için, ondaki düşme, yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır ve böylece, kapitalist üretim sürecinin gelişmesi için bir tehditmiş gibi görünür. Bu düşme, aşırı-üretimi, spekülasyonu, bunalımları ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür.” (On beşinci bölüm, abç.)
BUGÜNKÜ KRİZ KAYNAKLARI VE TEMEL ÖZELLİKLERİ
Bu bölüme Marx’dan yaptığımız son alıntıyla başlamak yararlı olacak. Marx, burada, kâr oranlarındaki düşme eğiliminin aşırı üretime nasıl yol açtığını göstermekte, ama aynı zamanda, bu eğilimin, spekülasyonu, bunalımları, artı-nüfusla birlikte, artı-sermayeyi besleyip büyüttüğüne dikkat çekmektedir.
Emperyalizm dönemi ile birlikte, kapitalist tekeller, ortalama kârı değil, azami kârı elde etmek için çılgınca bir yarış içine girmişlerdir. Bu etken, aşırı-üretimi daha da körüklemekte, “faaliyet-dışı alanlarda” etkinlik göstermeyi zorunlu kılmaktadır. Gerçekte, kapitalist toplumda devrevi krizlerin temel nedeni, işte bahsedilen bu aşırı-üretimdir. Bu aşırı-üretim mekanizmasını harekete geçiren ise, kapitalist üretimin yukarıda açıklanan yapısı ve bu yapıdan kaynaklanan kâr oranlarının düşme eğilimidir. Bankaların ve borsanın gelişip büyüdüğü, sermayenin aşırı arttığı koşullarda kâr oranlarındaki düşmeyi telafi etmek, azami kârı güvenceye almak için spekülasyona daha fazla yol verilir.
19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren borsanın gelişmesi kapitalist ekonominin işleyişini daha da karmaşıklaştırmış, ona –kapitalist üretimin temel yapısını değiştirmeden– farklı özellikler de kazandırmıştır. Engels’in deyimiyle, borsa, bu tarihten sonra, “kapitalist üretimin en seçkin temsilcisi halini almıştır.” Bankalar bir taraftan doğrudan üretime krediler açar, üretimin yapay bir şekilde genişlemesini destekler, aşırı-üretimi bir taraftan gizleyip, bir taraftan teşvik ederlerken, diğer taraftan “tüketici kredileri” ile bu mekanizmanın çelişkilerini daha da keskinleştirirler.
Bankalar üretime sürekli kredi verir ve aşırı-üretimi daha fazla körükleyen bir işlev görürlerken, mali sermaye aşamasına yükselmiş olan –tekeller ve emperyalizm döneminde sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesi ile oluşan mali sermaye– büyük sermaye, kâr oranlarındaki düşmeyi telafi etmek için üretim dışı yollara daha fazla yönelir. Bankalar ve fonlar (örneğin zaten riskli olan mortgage kredilerinin paketlenip satıldığı subprime fonları aşırı riskli fonlar olarak bilinmektedir), böylece “hayali varlıkları” pazarlamaya, yani spekülasyona da yönelirler. Bugünkü krizi ağırlaştıran etkenlerin birisi de budur ve bankaların, fonların ve çeşitli finans kurumlarının spekülasyona neden yöneldiğinin anahtarı da buradadır.
Bankalar kötü yönetimden, hükümetlerin yanlış politikalarından değil, bütünüyle kapitalizmin işleyiş yasalarından, sermayenin zorunlu koşullarından, kâr oranlarındaki düşmeyi telafi etmek, sermayenin dolaşım hızını artırmak için spekülasyona yönelirler. Yani, spekülasyonun, kapitalist sistemde maddi bir temeli bulunmaktadır.
ABD konut sektöründe başlayıp, mali sektörü de içine çeken ve giderek genel bir kriz niteliğine bürünen son güncel kriz de, işte bu mekanizmanın işleyişinden dolayı patlak vermiştir.
Konut sektöründe aşırı-üretim ortaya çıkmış, bu sektöre kredi veren bankalar, verdikleri kredileri paketleyerek başka –buna türev piyasaları deniliyor– bankalara pazarlamışlardır, onlar da bir başkasına.. vb… Bu zincir böylece uzamış, satılamayan konutlar –aşırı-üretim– elde kalırken, gerçek değerlerinden çok fazla değerlere ulaşmış konutların, kârların realize edilmesi gündeme geldiğinde, gerçekte tahmin edilenden daha fazla değersiz oldukları, aşırı-üretimin de bu değersizleşmeyi hızlandırdığı ortaya çıkmıştır. Böylece mali sermayenin dönüşümü kesintiye uğramış, (“kara delikler, baloncuklar” ortaya çıkmış), ödemeler zinciri felce uğramış, zaten yıllardır alarm vermekte olan kapitalist dünya ekonomisine doğru genişleyen kriz, dalga dalga başta finans olmak üzere, tüm sektörleri, ekonomiyi ve ülkeleri içine çekmiştir. Bütün bunların faturası bugün görüldüğü gibi ağır bunalımdır.
Bu “azami kâr” mekanizmanın işleyişine güncel bir örnek Citi Group’tur. ABD’nin en büyük bankacılık grubu olan bu grubun –sağlam görülen bir gruptu!– başına gelenler basında şöyle yer aldı: “(Group) gölge bankacılık olarak adlandırılan ve bilanço dışı taşıma işlemleriyle yaptığı 17.4 milyar dolarlık yatırımı bilançosuna taşımak zorunda kaldığını açıkladı… Kısaca SIV olarak adlandırılan bu araçlar, düşük faizli ve kısa vadeli yatırım enstrümanlarından borçlanıp, bu parayı uzun vadeli ve daha kârlı (abç) yatırım araçlarına yöneltmeyi amaçlıyordu. Bu araçlar, banka bilançolarına eklenmediği için, özellikle son 10 yılda tüm bankalar tarafından sıklıkla kullanılmaktaydı. Ancak, kredi krizi başladığı andan itibaren SIV’ler kısa vadeli borçlanmalarını çeviremez hale geldi. Bu nedenle başta Citi ve HSBC olmak üzere bankalar, bu ürünleri bilançolarına ekleyerek, zarar yazmak zorunda kaldı. Citi, Aralık ayında 49 milyar dolarlık SIV’yi bünyesine alabileceğini açıklamıştı. Dün ise, buradaki ilk adım gerçekleşti ve Citi hissesi üzerindeki büyük düşüş gerçekleşti.” Her şey çok açık değil mi?
Burada ayrı bir gerçeğin altını da çizmekte yarar var. Bugünkü genel kriz birden bire ortaya çıkmadı. Aşağı yukarı son on yılda gelişen ekonomik olaylar, bu krize adım adım gidildiğini, bu gidiş sürecini geciktirmek için büyük kapitalist emperyalist devletlerin “önlemler” aldıklarını –bu önlemlerin birisi de bağımlı ülkeleri kriz çöplüğüne dönüştürmekti– ortaya koymaktadır. Bu krize doğru gidişte, emperyalist-kapitalist büyük devlet ve tekeller, kendi krizlerini sürekli olarak bağımlı ülkelere yıktılar, kendi krizlerini geçici olarak geriye attılar, bütün bunları yaparken, daha ağır krizlere de kapıyı araladılar. “Asya kaplanları”nın çöküşü, Rusya ve Türkiye’de patlayan krizler –2000-2001– böylesine krizleridir. Bütün olanakların tükenmiş olması, bugünkü krizin giderek ağırlaşmasını etkileyen bir faktördür.
Krizin konut sektöründe başlayarak, kendisini tüm ağırlığı ile mali kriz olarak açığa vurmuş olması, dönüp yine üretimi vurması bir gerçektir. Ancak bu gerçek, kapitalist üretimin yapısı ve üretim sektöründe yıllardan beri süren durgunluk eğilimleri, yakın geçmişin bölgesel krizlerini dikkate alarak, üretim ve kapitalist ekonominin bütününün işleyiş mekanizması değerlendirildiğinde, gerçek anlamını bulmaktadır. Aksi takdirde, üretimden, kapitalist ekonominin genel işleyişinden bağımsız bir “mali piyasalar” gündeme gelmektedir ki, bu da, mevcut krizi, bütünüyle sübjektif faktörlerle açıklamayı, “insan hatası”na (banka yöneticileri ve hükümetlerin yönetim hataları ve yanlış politikalarına vb.) yüklemeyi beraberinde getirmektedir. Oysa, yukarıda açıklandığı ve örneklendiği gibi, kapitalist ekonominin, kaynağını doğrudan üretimden alan işleyiş yasaları bulunmaktadır ve bu yasalar hükmünü sürdürmektedir.
Aslında bu durum tersten şöyle de yorumlanabilir: Mali sermaye, üretimden bağımsız olarak büyük kârlar elde edebileceğini sanmış, spekülatif alanlara daha fazla yönelmiştir. Bugünkü kriz, bir yanıyla, üretimin, yani kapitalist temelin, mali sermayeye, yani kendi tepesine bunun olamayacağı gerçeğini kriz yoluyla hatırlatmasıdır! Yani üretimin toplam değeri ile dolaşan toplam sermaye arasında gerçekçi bir oran tutturulmak zorundadır. Aksi takdirde, sermayenin dönüşüm süreci kesintiye uğrayabilir ve bu durum, kapitalist zincirin en önemli halkalarından birisinin kopması anlamına gelir. Kapitalist ekonominin işleyiş yasaları vardır ve bu yasalar er-geç hükmünü sürdürür. Bu nedenle, krizin her türlü görünümünün ötesinde, bugün patlayan genel kriz, kapitalist üretim sisteminin, kapitalizmin krizidir. Kapitalist üretim biçiminin kendi yaratığı güçler, zenginlik ve aşırı-üretim, kapitalist sisteme başkaldırmış, kapitalizmin toplumun ilerlemesine engel olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Eğer üretim araçları sermaye niteliğine sahip olmasaydı, bugün bir krizden, aşrı-üretimden, üretimin tahrip olmasından söz edilmeyecekti. Dünyada onca açlık, yoksulluk ve işsizlik varken, üretimin durması, yeni işsizlerin yaratılması, kapitalizmin insanlık dışı karakterinin sert bir biçimde dışa vurumudur. Çünkü kapitalist üretimin amacı artı-değerin ele geçirilmesi, kâr üretimidir. Kâr yoksa kapitalist üretim de yoktur.
KRİZ VE ÇÖKÜŞ
Kapitalizmin devrevi krizleri, emperyalist sistemin genel bunalımı ile karıştırılmamalıdır. Genel bunalım, ekonomiden politikaya, oradan kültüre kadar uzanan, genel çürüme ve çöküş eğilimlerini de kapsayan, kapitalist sistemin ortaya çıkan sorunları çözmesinin olanaklı olmadığını niteleyen bir kavramdır ve 1. Dünya Savaşı öncesinde başlamıştır. Kapitalizmin devrevi krizleri, işte bu koşullarda patlak verir.
Kapitalist emperyalist sistemin krize girmesi, kapitalizmin sonunun geldiği, sistemin kendiliğinden çökeceği gibi değerlendirmeleri de beraberinde getirdi. Kapitalizmin devrevi krizleri her zaman bir çöküşe yol açmayabilir. Uzun süreli durgunluk, ekonomilerin küçülmesi –bazı şirketlerin batması ve el değiştirmesi– gibi faktörlerle kriz atlatılabilir. Kriz çöküşe yol açtığında da, bu, otomatik olarak, yeni bir sosyal sistemin kurulmaya başlanacağı anlamına gelmez. Eğer iktidar için mücadele eden güçlü bir işçi hareketi yoksa, kapitalist sistem büyük yıkımlardan geçerek –üretim araçlarının değersizleşmesi, heba olması, madde ve kaynak savurganlığı, savaşlar vb.–, eski dengeyi yeniden kurma yoluna girer. Kapitalist sistemde, her kriz, eski dengelerin bozulması, yeni dengelerin yine karmaşa içinde kurulması anlamına da gelir.
Kapitalizmin devrevi ekonomik krizleri üretimi ciddi olarak küçültür ve ülkelerin eski üretim rakamlarına ulaşması yıllar alabilir. Örneğin geçmiş bazı yıllardaki krizlerde orta çıkan tablo şöyle olmuştur:
“ABD’de kömür çıkarımı, bunalım dönemlerinde aşağıdaki gibi bir düşüş gösterdi: 1873’de %9.1, 1882’de %7.5, 1893’de %6.4, 1907’de %13.4, 1920/21’de %27.5 ve 1929-1933’de %40.9. ABD’de ham demir üretimi ise, bunalım dönemlerinde şöyle düştü: 1873’de %27, 1882’de %12.5, 1893’de %27.3, 1907’de %38.2, 1920-21’de 54.8, 1929-1933’de %79.4.
“Almanya’da sanayi üretimi şöyle düştü: 1873’de %6.1, 1890’da %3.4, 1907’de %6.5 ve 1929-33’de %40.6… 1929 bunalımıyla ABD, kömür çıkarımında 28 yıl, ham demir üretiminde 36 yıl, çelik üretiminde 31 yıl, ihracatta 35 yıl ve ithalatta 31 yıl geriye atıldı. İngiltere, 1929 bunalımıyla kömür çıkarımında 35 yıl, ham demir üretiminde 76 yıl, çelik üretiminde 23 yıl ve dış ticarette 36 yıl geriye atıldı.” (Politik Ekonomi, sayfa 302-3, İnter Yayınları)
Dikkat edilirse, üretimin çapı ve hacmi büyüdükçe krizlerin daha yıkıcı, sonuçlarının daha tahrip edici hale geldiği görülecektir. Kapitalizmin her şeyi içine alan bir dünya sistemi haline gelmesidir, bu sonuca yol açan. Bugün de durum daha farklı değildir ve üstelik sonuçları daha tahrip edici olmaktadır. Bu açıdan, bugün durum genel hatları ile şöyledir: Dünyanın en büyük ekonomisi ABD ekonomisidir. ABD ekonomisinin, 2008 dördüncü çeyreğinde, en azından yüzde 2 civarında büyük bir daralma sergileyeceği artık kesindir. Diğer kesin olan bir gerçek, ABD ekonomisinin 2009’da da negatif büyüme yaşayacak olmasıdır.
Avrupa açısından Alman ekonomisi büyük önem taşımaktadır. Almanya’da, Eylül ayında üretimde, 1990’lı yıllarının ortasından bu yana en büyük azalma görülmüştür. Almanya Ekonomi Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Eylül ayında, ülkedeki üretimin, Ağustos ayına göre yüzde 3,6 oranında gerilediği bildirilmiştir. Artık Almanya’nın durgunluğa girdiği resmen kabul edilmektedir. Bu durgunluğun küçülmeye dönmesi kaçınılmazdır ve gelişmeler de bu yöndedir. Avrupa’nın –İngiltere, Fransa vb.– diğer ülkelerinde de benzer gelişmeler olmaktadır. İngiltere’nin “son otuz yılın en ağır krizini yaşadığını” sermayenin temsilcileri dile getirmektedir. Diğer taraftan, Japon ekonomisinin durgunluğa girdiği resmen açıklandı. Kapitalist ülkelerde on binlerce işçinin işine son verilmektedir. Krizin, üretimi doğrudan vurduğu bir aşamaya gelinmiştir. Mali sektördeki kurtarmalar, devletleştirmeler ise devam etmektedir. İzlanda batmış, Macaristan ve Ukrayna onu izlemiş, orta Avrupa ülkelerinin ekonomileri ağır hasarlar almaya başlamıştır. Son olarak, resmi istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre, ikinci çeyrekte sıfır büyüme gerçekleştiren 27 üyeli AB ekonomisi de, üçüncü çeyrekte binde 2 küçülmüştür. Bu eğilimin hızlanarak devam edeceği görülmektedir.
Diğer taraftan, çeşitli endeksler, dünya deniz nakliye trafiği ve dolayısıyla da dünya ticaretinde hızla ve önemli ölçüde durgunlaşmayı yansıtmaktadır. 2008 yılı Kasım ayına girilirken, “Baltic Dry Index” adlı endeks, Haziran ayından bu yana yüzde 93 civarında düşmüş durumda. Yani, deniz taşımacılığını neredeyse durma noktasına gelmiştir. Buna karşılık, Dünya Bankası analizleri ise, dünya ticaretinde sadece yüzde 2 civarında bir daralma olacağını öngörüyor. Bu rakamların hep “en iyimser durumu” yansıttığını hatırlatmak gerekiyor.
Diğer taraftan, Avrupa’da oto pazarının Ekim ayında yüzde 14,5 gerilediği açıklanmış durumda. Avrupa Otomobil Üreticileri Birliği’nin verilerine göre, son 6 aydır sürekli azalan otomobil satışlarında, yılın geride kalan 10 ayındaki kayıp ise yüzde 5,4’e ulaştı. Malta ve Kıbrıs Rum kesimi dışındaki 25 AB üyesiyle İsviçre, Norveç ve İzlanda’yı kapsayan verilerine göre, geçen yılın Ekim ayında 955 bin adet olan oto satışları, 2008’in aynı döneminde 805 bine indi. Geçen yıl Ocak-Ekim döneminde 13 milyon 579 bin düzeyindeki otomobil satışları, bu yılın ilk 10 ayında 12 milyon 852 bine gerilemiş durumda.
Üretimin durması ve gerilemesinin anlamı ise, işsizliğin artmasıdır. Örneğin, ABD’de tarım dışı istihdam, Ekim’de 240,000 azalmış durumda. Beklentiler, daha az olacağı yönünde idi. Genel işsizlik oranı ise, yüzde 6.5 olarak açıklandı. Bu, 1994’ten bu yana en yüksek rakam durumunda. Üretimden gelen her yeni haber, bu oranın sürekli yükseleceğini ortaya koyuyor. OECD ülkelerinde, önümüzdeki dönemde en az yüzde 2 küçülme olacağını yetkililer dile getiriyor. Genel olarak dünya ekonomisi de, tahminlere göre, bu oranda küçülecek. Bu rakamların hep “en iyimser” beklentiyi yansıttığını yeniden hatırlatmak gerekiyor.
Krizle birlikte kapitalist dünya ekonomisinde bugüne kadar kurulan tüm dengeler artık tarih olmuştur. Yeni dengelerin kurulması uzun yılları –eğer bu arada işçi hareketi farklı bir gelişmeyi gündeme getirmezse– alacaktır. Kapitalizmin tüm çelişkileri bunalım biçiminde kendini açığa vurmuş, kapitalizm bu çelişkileri hep zora dayanarak –iflaslar, yıkımlar, savaşlar vb.– “çözme” yolunu tutmuştur. Bu tür çözümlerin geçici çözümler olduğu, sürecin yeni baştan kendisini tekrar ettiği artık çok iyi bilinmektedir.
KRİZ VE TÜRKİYE
Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu durumun genel tablosu böyledir. Bu tablo, krizin sürekli derinleştiğini, geçmişte kurulmuş olan ekonomik dengelerin sürekli yıkıldığını açık seçik ortaya koymaktadır. Dünya ekonomisinin kriz öncesi duruma dönmesi –eğer bu arada başka gelişmeler olmazsa!– uzun yıllar alacaktır. Ancak krizde daha dip henüz görünmemiştir. Bundan sonra neler olacağını, krizin nereden, nasıl vuracağını kimse bilmemektedir.
Türkiye ekonomisiyse, sıkı sıkıya dünya ekonomisine, bu ekonominin büyük güçlerine –AB, ABD vb.– bağlıdır. Küreselleşme adına, dünyanın diğer ülkeleri olduğu kadar, Türkiye de, bu bağımlılığı artıracak adımları son yıllarda daha hızlı atmıştır. Bu nedenle, hükümetin “kriz bizi teğet geçecek” açıklamaları, şeytan taşlamaya benzemektedir. Özellikle AKP Hükümeti etrafında kümelenmiş işbirlikçi egemen sınıf kesimleri, 2001 krizinde çöken mali sektörü, yüzde 11 olan küçülmeyi hatırlatmakta, bugün bunun olmayacağını ileri sürmektedirler. Ancak TÜSİAD’cılar gelişmelerin daha fazla farkındadırlar ve sürekli “önlem” çağrıları yapmaktadırlar. Hatırlanacağı gibi, 2000-2001 krizinde ekonomi yüzde 11 küçülmüş, bankalar batmış, mali sektörün yüzde 60’ı yabancıların eline geçmişti. Hükümet’in bugün övündüğü gerçek budur. 2001’de mali sektör çökmüş ve küçülerek “sağlamlaşmıştır”. Bu krizde, bu nedenle, belki de batan banka olmayacaktır! Ancak ekonominin bütünü batmaya doğru gitmektedir! Ekonomide krizin ağırlaşmasıyla hükümetin ayakları suya ermiş, şimdilerde postu yeni anlaşma ve borç için IMF’nin kapısına sermiştir.
Kriz, bu kez, farklı bir alandan vurmaya başlamıştır. Son kriz, Türkiye’de, doğrudan üretimi vurmaktadır. Fabrikalar kapanmakta, üretim düşmektedir. Son açıklanan rakamlar, bu yılın Eylül ayında sanayi üretiminin yüzde 5.5 düştüğünü gösteriyor. 2001’den sonraki en sert düşüştür, bu. Bu, aynı zamanda, üretimin, bir önceki yılın Eylül ayına göre yüzde 6.5 düştüğü anlamına da gelmektedir. Gelen diğer rakamlar, üretimin değişik sektörlerinde yüzde 29.2 ile yüzde19.4’lük düşüşler olduğunu göstermektedir. Şimdiden işini kaybeden işçilerin sayısı 100 bini geçmiş durumdadır.
Kriz bir kez patlayınca, önceden hesaplanmayan faktörler de devreye girmekte, bu durum krizi ağırlaştırmakta ve etkisini daha da tahrip edici hale getirmektedir. Örneğin sanayiye kredi açan bankalar, bazı durumlarda bu kredileri normal tarihinden daha “erken geri çağırmakta”, ödeme krizine giren büyük fabrikalar kapılarına kilit vurmaktadır. Bu, krizin, zincirleme olarak, diğer etkileri de devreye sokmasının somut örneklerinden birisidir. Artık durum tüm çabalara karşın kontrol edilemez. Denizli’de, Bursa’da, Kayseri’de, Gebze’de vb. fabrikalar kapanmakta, organize sanayi bölgeleri giderek ıssızlaşmaktadırlar. Son bir ayda, Bursa, Denizli, Kocaeli, Konya, Bilecik, Gaziantep, Kahramanmaraş gibi illerde işten çıkarılanların sayısı 22 bini geçmiş bulunuyor ve her gün yeni kapanma ve işten atma haberleri geliyor.
Genel olarak sanayiye bakıldığında, durum şudur: İmalat sanayi, geçen yıl aynı ayda –Ağustos– yüzde 5.5 büyürken, bu yıl yüzde 5.8 küçülmüştür. Eylül’de ise, bu küçülme daha da artmıştır. Geçen yıl yüzde 1.2 büyüyen imalat sanayi, bu yıl yüzde 6.4 küçülmüş durumdadır. Tekstil sektörü, geçen yıl, ilk 9 ayda yüzde 2.2 büyümüştü. Bu yıl, ortalama yüzde 16.9 küçülmüştür. Hazır giyim sektörü, geçen yıl, ilk 9 ayda yüzde 2.2 büyümüştü. Bu yıl, ortalama yüzde 8 küçülmüş durumda. Kimya sanayinde son 6 ayda küçülme yüzde 6.4 oldu. Kimya sanayi, geçen yıl aynı dönemde yüzde 10.2 büyümüştü. Makine-teçhizat sektörü, geçen yıl, ilk 9 ayda yüzde 4.5 büyümüştü. Bu yıl ise, yüzde 5 küçülmüş durumda. Son 6 aydaki küçülme ise, yüzde 6.2. Krizin en belirgin göründüğü otomotiv sektörü, Ağustos ayında, geçen yıl göre yüzde 8.8 küçülmüş durumda. Genel olarak ulaşım araçlarında ise, Ağustos’ta küçülme yüzde 16.4, Eylül’de ise, yüzde 7.4’tür. Bu rakamlar, “teğet geçen” krizin değil, gittikçe ağırlaşan krizin belirtileridir.
Uluslararası otomotiv tekellerinin Türkiye’deki üretimleri, özellikle krizin etkisinin en fazla hissedildiği yerlerdir. Örneğin, daha önce 25 Ekim-2 Kasım tarihleri arasında araç üretimini durdurmuş olan Ford, daha sonra 13 günlüğüne üretimi durdurma kararı aldı. Kocaeli ve İnönü fabrikalarında üretime ara verileceği bildirildi. Buna göre, her iki fabrikada da, 13 Kasım-26 Kasım arası 13 gün boyunca araç üretimi yapılmayacaktır. Bursa’da TOFAŞ, Renault gibi fabrikalar da bu gelişmelerin dışında değildirler. Gelişmeler göstermektedir ki, kriz, özellikle üretim sektöründe derinleşerek etkisini gösterecektir. Ana sanayinin krize girmesi, bu durumun, yan sanayilere katlanarak yansıması anlamına gelmektedir.
Türkiye açısından krizin daha da ağır geçeceğinin temel belirtilerinden birisi, yüksek dış borçlar ve cari açıktır. Türkiye’nin dış borçları, 500 milyar doları –kamu ve özel, ana para ve faiz ödemeleri– bulmuş durumdadır. IMF, “ne zaman kapımı çalacaksınız” diye beklemekte, hükümet, politik kaygılarla durumu ağırdan alır gözükmektedir. Sonuçta tablo şu: IMF politikaları krize götürmüştü, şimdi krizden çıkmak için IMF’ye yeniden müracaat ediliyor! Önceki anlaşmaların da kanıtladığı gibi, IMF ile yeni bir anlaşma demek, krizin tüm yükünün işçi sınıfının ve emekçi yığınların sırtına yıkılması için saldırıya geçmek demek.
Örneğin özel sektörün dış borçlarının toplamı, 192 milyar doları aşmış durumdadır.
Bu tabloya kamu kesiminin borçlarını ve faiz ödemelerini eklediğimizde, ortaya, yarım trilyon dolara yaklaşan bir rakam çıkmaktadır. Batılı büyük ekonomilerin hapşırması durumunda Türkiye ekonomisinin yatağa düşeceği iyi bilinen bir gerçektir. Oysa şimdi batılı ekonomiler yataktadır ve bunun sonuçlarının Türkiye ekonomisi için çok ağır olacağını tahmin etmek için kahin olmak gerekmez.
KRİZ, SAVAŞ VE DEVRİM
Krizin varlığı ve giderek derinleşmesi, uluslararası işçi sınıfının mücadelesinin zor ve çetin bir döneme girildiği anlamına da geliyor. Krizin faturasının ilk olarak işçilere çıktığı ve bu faturanın her geçen gün ağırlaşmakta olduğu görülmektedir. Dünyanın belli başlı büyük kapitalist devletleri şimdiden dev mali –sanayi de bunun içindedir– tekellere 5 trilyon dolardan fazla kaynak aktardı. Bu aktarma devam ediyor ve nerede duracağı konusunda kimse bir şey söyleyemiyor. Ancak aktarılan kaynaklar sonsuz değil ve kapitalist devletler, kendi kredilerini ortaya koyarak, işçi ve emekçi halkın sırtından –vergi vb. yollarla– elde ettikleri paraları buralara aktarıyorlar.
İşçi ve emekçi halka düşen ise, yoksulluk, işsizlik, sosyal hakların gaspı, her alanda kazanımların geri alınması ve politik baskılardır. Bu durumun, belli başlı kapitalist ülkeler başta olmak üzere, tüm ülkelerde, ezilen ve sömürülen kesimler olan işçi sınıfı ve halk ile –ezen ve sömüren– yönetici sınıflar arasındaki ilişkilerde köklü değişmeleri gündeme getirmeyeceğini kimse ileri süremez. Kriz dönemleri, devrimlerin, savaşların, ayaklanmaların, sert mücadelelerin yaşandığı dönemlerdir. Çünkü bu dönemler, sınıf çelişkilerinin keskinleştiği, sınıfların çıkarlarının zıt yönlerde olduğunun olgu ve olaylarla ortaya çıktığı, bunların sonucu olarak sınıf mücadelelerinin sertleşip yaygınlaştığı, bütün koşulların oluşması ve olgunlaşması durumunda bu mücadelelerin devrime dönüştüğü dönemlerdir.
Şimdiden Yunanistan’da, İtalya’da ciddi eylemler ortaya çıkmıştır ve kriz ülkeleri pençesine aldıkça hareketlenen emekçi yığınların kitlesinde bir artışın olması, taleplerin genişlemesi kaçınılmazdır. Batı ülkelerinde krizin etkileri daha çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmakta, bu durum sınıf mücadelelerini yaygınlaştırmaktadır.
Geçmiş krizlerin işçi ve halk hareketinde yarattıkları etkilere baktığımızda şunları görürüz: 1848 krizi, tüm Avrupa’yı etkisi altına alan bir krizidir. İşçi sınıfının bu krize yanıtı, Avrupa’da pek çok ülkede patlak veren 1848 devrimleridir. Devrimler, Avrupa gericiliği tarafından kanla bastırılmıştır. 1871 Paris Komünü, 19. yüzyıldaki savaş, kriz ve devrim ilişkisinin en çarpıcı örneklerinden birisidir. Rusya’da 20 yüzyılın ilk çeyreğinde patlak veren, Marx’ın öğrencisi Lenin’in önderliğindeki Büyük Ekim Devrimi de, kriz, savaş
ve devrim ilişkisinin 20. yüzyılda da devam ettiğinin açık göstergesidir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Çin Devrimi vb.. Bir önceki yüzyıldan farklı olan şudur ki, serbest rekabetçi dönemde, özellikle Avrupa çapında eş zamanlı devrimler –örneğin 1848 devrimleri– gündeme gelir ve beklenirken –bunların temelsiz olmadığı görülmüştür–, emperyalizm döneminde, –kapitalizmin eşitsiz gelişmesi sonucu– kapitalist zincirin en zayıf halkalardan yarılması ve tek tek ülkelerde devrimler gündeme gelmiştir.
Uluslararası işçi sınıfı, 21. yüzyıla, ellerindekini kaybetmiş olarak girdi. Geçmişte kurduğu iktidarını kaybetti, partilerini kaybetti, ekonomik ve sosyal haklarının büyük bir bölümünü kaybetti, kendi ideolojisine, dünyayı değiştirmeye olan güvenini kaybetti. Ancak kapitalist emperyalist sistem zafer sevincini uzun süre yaşayamadı, yaşayamazdı. Emperyalist sistem, 21. yüzyılın ilk yıllarına –henüz on yılı dolmadı–, derinleşen ekonomik kriz, büyük devletler arasındaki gerilimin artması, tekeller arasındaki rekabetin sertleşmesi ile girdi. Krizin keskinleştirdiği pazar sorunu şimdi tüm ağırlığı ile emperyalist devletlerin önünde duruyor.
Büyük sermayenin yönetimindeki kapitalist devletlerin genel olarak krize buldukları “çözüm”, savaştır. İşçi sınıfının krize karşı bulduğu kesin çözüm ise, devrimdir. Kapitalist emperyalizmin izlediği yol bellidir; krizin yükü öncelikle içeride işçi ve emekçi yığınların sırtına bindirilir, sonra da rakip emperyalist devletlerin ve dünya halklarının. Bunları, hemen yarın savaş ve devrim olacağını iddia etmek üzere değil, tarihsel deneyimlerin gösterdiği sonuçları hatırlatmak için yazıyoruz. Tarihte olaylar böyle cereyan etti. Sermayenin kanlı diktatörlükleri, ardından başlayan savaşlar ve daha sonra patlak veren devrimler vb..
Bu nedenle, altının çizilmesi gereken önemli bir gelişme şu ki; Batılı ülke devletleri ve emperyalist burjuvazileri, içinden geçilmekte olan kriz döneminde, kendi ülkelerinin işçileri ve halklarının gözünde sahip oldukları manevi saygınlık ve güveni büyük bir hızla yitirecekleri, kendi gerici ve sömürücü yüzlerinin daha çabuk açığa çıkacağı bir döneme girmiş bulunuyorlar. Estirilen liberal rüzgarlar, kapitalizmin alternatifinin olmadığı yönündeki demagojiler, krizle birlikte yerle bir olmuştur.
Buna karşın, bugün uluslararası işçi sınıfının özellikle kendi güçlü partilerine sahip olma konusunda bir zayıflığının olduğu bilinmektedir. Bu, elbette önemli bir dezavantajdır. Ancak bu ülkelerin işçileri önemli tarihsel birikime sahiptir ve bir kez hareketlendiğinde, örgütsel zayıflıklarını hızla kapatma olanağına sahiptirler. Krize ilişkin gelişmeler ve kapitalist devletlerin büyük sermayeye aktardıkları kaynaklar, Batılı işçilerin ve halkların gözünü daha fazla açmaktadır. Uluslararası işçi sınıfı, bugün, kapitalist üretimin amacının sadece azami kârı elde etmek olduğunu daha iyi anlamaktadır. Büyük sermayeye aktarılan trilyonlarca dolar, üretim araçlarının sermaye olma niteliğini açıkça gözler önüne sermekte, üretim araçlarının toplumsallaştırılması düşüncesini yaygınlaştıracak etkenleri artırmaktadır.
Batılı ülkelerin işçilerinin kriz derslerinden kendi mücadeleleri için yararlanacağını ummak için yeterince neden bulunmaktadır. Ekonomik ve sosyal hak gasplarına karşı bu ülkelerin işçi ve emekçilerinin girdikleri mücadeleler, genel greve varan karşı koymalar, özellikle Batılı işçilerin krizin yükünü kapitalistlerin sırtına yıkma konusunda daha kararlı mücadelelere gireceklerinin kanıtları durumundadır. Kriz, savaş ve devrim üçlüsü arasındaki ilişkinin sıkıca kurulduğu bir döneme doğru gidiliyor ve bu dönemden, uluslararası işçi sınıfı ve emekçi halkların mevzilerini ilerleterek, yeni mevziler kazanarak çıkmaları, bugün geçmişe oranla daha güçlü bir olasılık haline gelmiştir.
Bu durum, uluslararası işçi hareketini ve bu hareket içerisindeki işçi sınıfı partilerini önemli görevlerle karşı karşıya getirmektedir. İşçi sınıfının krize karşı mücadelesi içerisinde güçlü mevziler tutmak, günlük pratik mücadeleye katılarak, sınıfın hareketinin ileriye doğru gelişmesi için çaba göstermek, bu partileri sınıf hareketinin en ön saflarına taşıyacaktır. Bugün sosyalizmin kapitalizme karşı yönelttiği tüm eleştiri ve mücadelenin haklılığı bir kez daha gün gibi ortaya çıkmıştır. Politik ve ideolojik mücadelenin çok yönlü sürdürülmesi, örgütsel kazanımların genişletilmesi görevi, günün en acil görevi haline gelmiştir.