ANDRÉ BONNARD
Bir Antik Yunan uzmanının (Helenist) Sovyet edebiyatından hangi sıfatla söz edebileceği, elbet biraz da hayretle sorulacaktır. Bu sıfat yine kesinkes bir Antik Yunan uzmanı olma niteliğindedir; yani insanın toplumsal durumunun ve yapabilme gücünün, biricik konusunu oluşturduğu bir edebiyatla içli dışlı olan bir insan, eğer Sovyet edebiyatını ciddiye alıyorsa ve bu edebiyatta, Yunan hümanizminde olduğu gibi yön verici bir ilke buluyorsa; çağdaş dünyada günümüz insanına, gücümüzü artıracak ve düşüncelerimizi ve eylemlerimizi besleyecek yetkin bir bakış sunma düzeyine ulaşan bir edebiyatın bulunup bulunmadığını sormaktan başka türlü hareket edemez; gerçekte, açıkça helenist olmanın gereği de budur.
Yunan hümanizmi hep mirasçılarını aradı. Yüzyıllar boyunca her defasında da geçici mirasçılar buldu, çünkü sürekli aşılmak hümanizmin ayırt edici özelliğidir. Sovyet dünyası, çağımıza yeni bir insan çevresi önermekte olduğunu iddia ediyor. Peki bunu değeri nedir? Kimse buna duyarsız kalamaz. Ben bu yeni çehreyi tanımak istedim. Sovyet edebiyatını, bize önerdiği yeni insan konusunda sorguladım.
Ama bu noktada yalnızca şaşkınlıkla değil, ancak tam bir ciddiyetle Sovyet edebiyatı üzerine, –bu konuda şimdiki bilgi durumumuzla ve üstelik Rus dilini de bilmeden– bir araştırma yapma niyetinin, tam bir haddini aşma olduğu söylenecektir. Bu doğrultuda söyleneceklerin ciddiyeti, benim kendi kendime söyleyebileceklerimi kuşkusuz aşmayacaktır. Bu konudaki donanımımın tam olmadığını biliyorum. Sözgelişi Rusça bilmeden Sovyet şiiri konusunda konuşmaya kalkmanın bir tür haddini bilmezlik olduğunu da biliyorum.
Yalnızca şunu söyleyeceğim: elimden geleni yaptım. Şöyle ki; bir yıl boyunca, mesleğimin gereği olarak okuduklarımın dışında, neredeyse yalnızca Sovyet edebiyatıyla uğraştım. Edinebildiğim onca eserin yanında bu önemli edebiyat üzerine zaman zaman Anglosakson kökenli önemli belgeleri topladım. Nihayet, okuduğum metinlere, yazarı durmadan sorgulayıp, Antik Yunan edebiyatına her gün yönelttiğim soruların tamı tamına aynısını ve aynı yöntemlerle sormaya çalıştım: “İnsan hakkında ne düşünüyorsun? Günümüz insanına –ki bende buyum– ne getiriyorsun?”
Kendi ihtiyatsızlığıma karşı kendimi savunuyor değilim. Bu yüzyılın aydını için ihtiyatsızlıktan değil de, insanlığa yeni bir bildiri getirdiğini ilan eden bu büyük halkın ne de ne dediğini tanımaya ve anlamaya çalışmama –ki eğer entelektüelin işlevi anlamaksa– bilinçsizliğinden bahsedilebilir.
Bu bildirinin anlamı ve değeri konusunda birçok basmakalıp cevabın ortada dolaştığı doğrudur. Ben bu cevapların ötesine geçmeye, doğrudan eserlere ulaşmaya çalıştım.
DOĞMAKTA OLAN HÜMANİZMİN İKLİMİ
Bir Antik Yunan uygarlığı uzmanı Sovyet dünyasına yönelmeye başladığında ilginç gelen şey, orada kendini gösteren öğrenme hevesidir. Doğmakta olan bir hümanizm, kendisini ilkin bir çağa ve bir halka egemen olan bilme gereksinimiyle, bir anlamda bir anlama ve ifade etme tutkusuyla belli eder.
Yanlış olarak Yunan mucizesi denen şeyi, genç Yunanistan’ın düşünür ve şairlerinin dünyayı keşfetmek ve onu sözle betimlemek için beklenmedik gayretinden daha iyi açıklayan başka bir şey yoktur. Tragedyanın bulunuşu, bilimin ve felsefenin kurulması, işte bu üçü; Doğu’nun güneşi batmakta olan diğer uygarlıkları karşısında her şeyden önce; evrenin zenginliklerinin yeniden bir dökümünü yapma, bunları insanda bilinçli kazanım olarak güvenceye alma, ona kendi mücadelesinin yasalarını saptama olanağı sağlayarak; Yunan hümanizminin doğuşundaki başlıca gelişme koşullarını oluşturur.
Eğer bugün doğmakta olan bir Sovyet hümanizminden söz edilecekse, bu bana göre, öncelikle, o aynı bilme tutkusu, üstelik de, haksız yere sadece melankolik olarak bilinen bir halkın bağrında biten bu bilme tutkusudur.
Lenin 1913 yılında “Dünyanın en geri ülkesiyiz” diyordu –aslında kültürel açıdan en eğitimsiz ülkeydi. Ya bugün? Sadece okula gitmenin zorunlu hale getirilmesiyle 1939’da 47 milyon okullu çocuk bulunması değil, miadı dolmuş bir slogana göre tekrarlayacak olursam; artık, sadece cahilliğin kökünün kazınması da değil; her yerde, Sovyetler’in en ücra bölgelerinde bile özerk ulusal kültürler doğuyor ya da yeniden doğuyor. Çünkü Ermeniler’in veya Kırgızlar’ın okumayı öğrendikleri dil elbette ki Rusça değil. Üyelerinin özgür katılımıyla var olan bu konfederasyonda, çocuklar, kendi uluslarının dillerinde zaman içinde öğreniyorlar kültürü. Bu diller, yazısı olmayan, sadece konuşulan diller olduğunda da –işte tıpkı Sibirya’nın geniş halk yığınlarınınki gibi–, bilim adamları bunları saptama zahmetine girdiler. Tam anlamıyla federe bir cumhuriyet olan Rusya’da eğitim yaklaşık otuz farklı dilde yapılıyor. Buna karşı Çarlık rejimi sırasında Ukrayna’da Ukrayna dilinde eğitim ve öğretim yasaklanmıştı. O dönemdeki Ruslaştırma hareketi, bugün yerini yerel kültürlerin yeşermesine bırakıyor.
Yarı ilkel halk topluluklarının kültürün en üst biçimlerine erişmesine olanak tanıyan bu kültürel yerelciliğin uygulamadaki örneklerini –bunlar arasında başlı başına olanakları var– saymak elbette hoşuma giderdi. Ancak, beni bu yerelciliğin kendisi değil de bunun belirtisi olan ortak atılım, Sovyet halklarının, bir hümanizme doğru ortak yürüyüşleri ilgilendiriyor.
Burada elbette halklardan, halk yığınlarından söz ediyorum. Kültürel kurumları bol bol yaratmaya girişen iktidardır ama, altı çizilmesi gereken bir olgu var ki, bu olgu, kuşkusuz günümüzün en çarpıcı toplumsal olaylarından biridir: Halkın, kendisine sunulan kültüre doğru, bütün rönesans dönemlerinde görülen açlıkla, genç Pantagruel’in* açlığını hatırlatan bir öğrenme açlığıyla yola koyulması olgusudur bu.
Okuma açlığı, işte buna örnek; Rusça’ya çevrilip bir milyondan dört milyona kadar baskısı yapılan Fransız yazarlarını sayabiliriz: Victor Hugo, Maupassant, Zola, Romain Rolland, Balzac, Mérimée ve elbette Jules Verne. Aynı şekilde İngiliz yazarlarını da: Wells, Kipling, Dickens, Shakespeare. Tolstoy ve Gorki gibi büyük Rus klasikleri ve Şolohov, Tikonov, Ehrenburg gibi en tanınmış çağdaş yazarlara gelince, bunlar da yine hatırı sayılır baskı adetlerine ulaşmaktadırlar.
Tiyatro açlığı ve elbette müzik açlığı. Ancak özellikle de bilim açlığı, eğer bunu baştan belirtmeyecek olursam Sovyet edebiyatı tablom yanlış bir perspektife oturmuş olur. Gençlik üniversitelere (tam anlamıyla üniversite dediğimiz otuz kadar üniversite), sayısı dört yüzü geçen meslek ve meslek yüksek okullarına, kültür evlerine ve sendikalarca kurulmuş olan laboratuarlara akın etmekte ve buralarda öğrenme sarhoşluğu yaşamaktadır. Doğmakta olan Sovyet hümanizmi esas olarak bilimseldir. Bilim, genç halkların gençliğine, izlenecek en soylu ve aynı zamanda da en yararlı amaç olarak göründüğünden; bu büyük özgürleşme girişimi, toplumun seçkinleri bilim adamları tarafından yürütülür ve herkesin hizmetine konur. Dahası bu bilim açlığı farklı dereceleriyle bütün bir hümanist doğuşu ifade eder. Antik Yunan’da ve Batı’da Rönesans döneminde bilimsel araştırma tutkusu, sanattaki ve doğal olarak şiirdeki çıkışla at başı gitmiştir. Bununla birlikte yine Antik Yunan’da edebiyatın kendisi de dinlendirici bir etkinlikten öte insanlığın gelecek kuşaklara aktarılacak bilgisi olarak ortaya çıkıyordu.
İşte tam da bu düşünme biçimiyledir ki, bugün Sovyet halkı edebi eserlere yönelmiştir. Onun gözünde edebiyat, insana ait olanın bilgisidir, insanın öğrenimi, yetişmesidir.
Boris Levin’in Gençlik adlı romanında ki bir kahraman, Sovyetler Birliği’nde, aydın kesimin giriştiği çok ama çok zor bir çabayı tam tamına aktarıyor bize. Bu, kısa bir süre öncesine kadar kültürel açıdan bütünüyle kısır olan bu ülkedeki son derece güç olan bir çabadır. Söz konusu olan, en iyi yazarları, en iyi müzisyenleri “ekmek ve elektrikle eş zamanlı olarak” herkesin, halk yığınlarının hizmetine sunmaktadır, diyor kahraman, çünkü bunlar eş değerde gereksinimlerdir. Bu kahraman yine şunu belirtiyor; herkese Shakespeare, herkese Beethoven. Shakespeare ve Beethoven sadece aydın kesim için olmadığı gibi sıradan eserler de sadece halk için değildir (bu benim örneğim değil, Sovyet örneğidir). Dünyanın tüm kültürü –ve matematik bilimleri ve fizik ve sanat– herkesindir. Kahraman ekliyor; en önemlisi bu son derece zor bir iş. Herkese Beethoven ve Shakspeare’i vermek “bir pencereyi açmak kadar” yalın ve doğal bir hareket olmalı.
Sovyet idealinin ifade edildiği bu satırları okurken ünlü bir nazinin şu sözü geldi aklıma: “Kültür sözcüğünü duyduğumda elim tabancama gider”. Bazıları ise, bıktırıncaya dek, faşizm ile komünizmin aynı şey olduğunu söyleyip duruyor!